“Kimi kaybettiysem benim için değerli hep o oldu. Keşke kaybettiğimde değil yanımdayken verseydim hak ettikleri değeri. Şimdilerde elimde kalan birkaç keşke, bolca özlem ve sızlayan bir vicdan.”
Bahçedeki kamelyada bacak bacak üstüne atarak oturuyordum ve elimde bir moda dergisi vardı. Üzerimde ince askılı beyaz bir atlet olduğu için sutyenimin askıları görünüyordu. Aynı zamanda mini bir kot şort giydiğim için çıplak bacaklarım da ortadaydı. Bu sıcak havada neden çizme giydim, bilmiyorum ama kahverengi çizmeler bugün hoşuma gitmişti.
Masanın üstünde az önce tırnaklarıma sürdüğüm kırmızı oje duruyordu. Nöbet tutan birkaç korumanın bakışları altında ojeyi sürmek biraz rahatsız ediciydi. Dar atletimden dolayı dik göğüslerim dikkat çekiyor, atletin açık yakası göğüslerimin çatalını gözler önüne seriyordu. Ayağa kalktığımda ise şorttan dolayı kalçam göze çarpıyordu. Yüzümdeki makyajı ve dudaklarımdaki kırmızı ruju saymıyorum bile. Bütün bunlar hep sevdiğim şeylerdi.
Kendimi böyle seviyorum ama dışarıdan bakanlar için hafif meşrep bir kadın veya bir sürtükten farkım yoktu. Ne yazık ki içinde bulunduğum toplum açık giyinen kadınlara bu sıfatları yakıştırıyordu. Oysaki namus kavramının kılık kıyafetle hiçbir ilgisi yoktu. Her şey insanın karakteriyle ilgiliydi. Ne yani tüm kapalı kadınlar namuslu tüm açık kadınlar da namussuz mu? Gülerek başımı iki yana salladım. Bazen bunun tam tersi yaşanırdı ama kimse fazla üzerinde durmazdı.
“Ne okuyorsun?” diyen bir ses duyunca başımı kaldırdım ve tepemde dikilen Rengin’i gördüm. Yeni uyanmış gibi uykulu gözlerle bana bakan kadını bahçenin bu tarafında görmeyi beklemiyordum.
Yine bir tişört ve eşofman altıyla duruyordu. Elimdeki dergiyi kapatıp derginin adını ona gösterdim. Derginin adını sesli okuduğunda yüzünde apaçık bir kınama vardı. “Şanslı sürtükler mi?” Bir moda dergisi için ilginç bir isimdi.
Karşıma oturup ağzını biraz açarak esnedi. Hâlâ uykusu varmış gibi görünüyordu, oysaki ben Sabah altıda uyanmıştım. Rengin’in saçları kısa olduğu için gece uyurken kabarmıştı ama onları tarayıp düzleştirmek yerine bu halde dışarı çıkmıştı. Asla yapmayacağım şeylerden birini büyük bir özgüvenle yapıyordu. En azından gözlerinin altındaki koyu halkaları kapatıcı yardımıyla gizleyebilirdi. Bu kadın nasıl göründüğünü zerre kadar umursamıyordu. Kendiyle barışık insanlara hep gıpta etmişimdir.
Aslında bende kendimle barışığım tek fark ben kendime bakmayı, kendimle uğraşmayı seviyorum. Estetiğe de karşı değilim. Zaten burnum da daha önce bir estetik operasyonundan geçmişti. Rengin’in burada ne işi olduğunu sorgularken, “Buradan gitmeni istiyorum,” deyiverdi birdenbire. “Geldiğin yere dön.” Anlaşılan gece rüyasında beni görmüştü ve sabah uyanır uyanmaz soluğu benim yanımda almıştı.
“Gidecektim zaten.” Küstah bulduğum gözlerle ona bakıyordum. “Hatta bavulumu toplayıp havaalanına kadar gittim.” İntikam isteyen gözlerim onun üzerinde oyalandı. “Ama yaptığın iğrenç röportaj kalmam için bana iyi bir neden verdi.” Eğer rahat dursaydı çoktan onların hayatından çıkmıştım.
“Bige,” dediğinde dudaklarındaki bu tehlikeli gülüş de neyin nesiydi? “Kendi iyiliğin için defolup git hayatımızdan.” O istedi diye bende gideceğim öyle mi?
“Seni korkutan nedir, Rengin?” Arkama yaslanıp boş bakışlarımı ona diktim. “Sorun Karun, değil mi? Bana ilgi duymasından korkuyorsun.” Beni kendine bir rakip, ilişkisi için bir tehlike olarak gördüğünü biliyorum.
“Karun mu?” Başını iki yana sallayarak güldü. “Benim için bir tehdit değilsin çünkü Karun’un bir kadından nefret ettiği her şeye sahipsin.” Bunları söylerken gözleri makyajlı yüzümde, açık vücudumda oyalanıyordu. “Karun gibi adamlar metreslere ilgi duymaz.” Bam telime basıp beni kızdırmaya çalışıyordu.
Masanın üzerinde duran sigara paketine uzandım. “O halde senin hiç şansın yok, Rengin.” Gayet sakin bir halde sigaramı yaktım. Dumanı içime çekmeden önce gözlerine sırıtarak bakmayı ihmal etmedim. “Çünkü buradaki tek metres sensin.” Yaktığım sigaranın dumanını içime çektiğimde gözlerimi ondan ayırmıyordum. “Kocamla yatıp kalkarken aksini iddia edebilir misin?”
Bakışları delici bir boyuta ulaştığında ellerini sertçe masaya vurdu. “O senin kocan değil!” diye bağırınca çok kolay sinirlendiğini fark ettim. “Tuzağına düşürüp zorla evlendiğin biri senin kocan olamaz!” Bal sarısı gözleri tiksinti içinde bana bakıyordu. “Sana bakınca bile midesi bulanıyor.”
“Emin misin?” dedim masumca. “Dün gece ikinci kez beni öperken midesi bulanmıyor gibiydi,” dediğim an yemin ederim bir an üzerime atlayacağını düşündüm.
Sinirden yüzü kıpkırmızı olmuştu ama bana inanmamıştı. Büyük ihtimalle onu kışkırtmak için yalan söylediğimi sanıyordu. Yalan olduğunu düşündüğü şey bile onu deliye çevirmişti. Gerçek olduğuna emin olsa kim bilir neler yapardı. Yalan değildi çünkü yanağımdan da olsa Karun beni gerçekten öpmüştü. O öpücüklerin benim için hiçbir anlamı yoktu çünkü Karun’dan hoşlanmıyordum. Ondan hoşlanmamam onu kullanıp adi nişanlısıyla uğraşmayacağım anlamına gelmiyordu.
Rengin’in gözleri saçlarımdaki tokayı bulunca bakışlarında meydana gelen sinsiliği ruhumun derinliklerinde hissettim. “Seni son kez uyarıyorum git buradan aksi takdirde senin için iyi şeyler olmaz,” dediğinde saçlarımdaki tokaya bakmaya devam ediyordu.
Gerildim ama bunu ona yansıtmak istemediğim için rahat bir tavır takındım. Yeni oje sürdüğüm tırnaklarıma bakarken onu ciddiye almadığımı göstermeye çalışıyordum. “Ne var biliyor musun, ben pek korkmayı bilmem.” Tırnaklarımla ilgilenmeyi bırakıp başımı kaldırdım ve boş gözlerimi ona diktim. “Hem de hiç,” diyerek üzgünce dudaklarımı büzdüm. “Neler yapacağını görmek istiyorum.” Dudaklarım usulca kıvrıldı. “Şaşırt beni, Rengin,” diye ona meydan okudum. Bakalım ne kadar ileri gidebiliyordu?
Rengin ayağa kalkıp ellerini masaya bastırarak bana doğru eğildi. Göz kontağını kesmeden, “Seni uyarmadığımı söyleyemezsin,” diye yapmacık bir şekilde gülümsedi. “Dikkat et, Bige çünkü bu sefer yaş tahtaya basmış olabilirsin.”
Gözlerimi gözlerinden ayırmadan bende ayağa kalktım. Sigaramı söndürüp yere attım. Tıpkı onun gibi ellerimi masanın benden tarafına bastırıp ona doğru uzandım. Yüzlerimizin arasında çok az mesafe bırakarak, “Bekliyor olacağım,” diye gülümsedim. “Ama şunu sakın unutma.” Başımı omzuma doğru az bir şey eğdim. “Hamleni yaptıktan sonra saldırı sırası rakibine geçer. Bu yüzden ilk darbe daima ölümcül olmalıdır. Eğer bana yeteri kadar güçlü vurmayacaksan buna kalkışmanı tavsiye etmem çünkü benim hamlelerim patlama etkisi yaratır.” Ona göz kırptım. “Dersine sıkı çalış, Rengin.”
Bozuldu ama tıpkı benim gibi bunu ustaca gizleyip geriye çekildi. Tek kelime etmeden arkasını dönüp giden kadına bakıyordum. Gözden kaybolana kadar arkasından uzun uzun baktım. Sanırım bu güllerin savaşı olacaktı fakat bazı güllerin çok sert dikenleri vardı. Bakalım hangimizin dikenleri daha keskindi?
Telefonu çıkartıp Kadem’i aradım. Kadem bende Çilek Adam diye kayıtlıydı. Tıpkı Duha’nın Düzenbaz Piç diye kayıtlı olması gibi. Onları kendi ismiyle kaydedip başıma bela almak istemediğim için böyle kaydetmiştim. Karun’un evindeyken fazla temkinliydim. Telefonu açan Kadem, “Tıraş yapmayı bilmiyorsan kapat!” diye daha ilk dakikada beni azarlayınca şaşırdım. Kulağımda uzaklaştırdığım telefona şaşkın bir halde bakıyordum. Ne tıraşı?
“Anlamadım?” Telefonu tekrar kulağıma yasladığımda, “Bende anlamıyorum herhalde!” diyen kızgın sesini duydum. “Bir ustura kullanmak ne kadar zor olabilir ki!” Tıraş olmayı bilmiyorsa bana niye kızıyordu?
Su sesleri geliyordu daha sonra da Kadem’in acı dolu iniltisini duydum. “Lan yeter!” diye bağırdığında bir şeylerin kırılma sesi geldi. “Sekeceğim böyle bıçağı! Epilasyona gidip yüzümdeki tüm kılları yaktıracağım. Neden kadın olarak doğmadım ki!” Kendimi tutamayıp kahkaha attım. Sanırım tıraş oluyordu ya da olmaya çalışıyordu.
“Yardım ister misin?”
“Sonra da kocan beni silkelesin, değil mi?” dediğinde kıkırdadım. Karun’dan ödü kopuyordu.
“Ben sana Rengin’i soracaktım.” Telefonu kulağım ve omzum arasına sıkıştırdım. Masanın üstündeki eşyaları çantama koymaya başlamıştım. “Az önce evden gitmem için beni tehdit etti. Bu kadın hakkında bir şeyler biliyor musun? En azından ondan korkmalı mıyım?” Kadına resti çektim ama onun hakkında doğru düzgün hiçbir şey bilmiyordum.
Çantamı koluma taktıktan sonra telefonu tekrar kulağımda tutmaya başladım. Kadem, Rengin’i duyunca gergin bir sesle, “Buluşalım,” diye soludu. “O kadın hakkında bildiklerim telefonda anlatılacak kadar basit şeyler değil. Takip edilmediğinden emin ol ve hastaneye gel.”
“Hastane mi?” Neden hastanede buluşuyorduk?
“Yüzüm kan revan içinde lan!” diye bana kızdı. “Kan kaybından öleyim mi? Az insaflı ol ve hastaneye gel. Hem sana kantinde çilekli süt de ısmarlarım,” dediğinde aklına ne geldiyse, “Ya da sen bana ısmarlarsın hiç param yok,” diye homurdandı. “Duha’dan artık zındık almam gururlu bir erkeğim ben! Bu arada hastane masrafları da sana ait.” Kıkırdayarak başımı salladım. Kızdırmayalım gururlu erkeği.
Duha’dan para almayacak kadar gururluydu ama benden alacak kadar değil.
***
“Özel hastane mi?” Kadem’e küfrederek geldiğim hastaneye bakıyordum. Tıraş olurken yaralandı diye burada mı tedavi olmayı düşünüyordu? Resmen soyguncu! Eczaneden alacağım birkaç yara bandıyla tedavisini ben yapardım.
Taksicinin parasını ödeyip hastaneye doğru yürümeye başladım. Kendime bir araba alsam iyi olacaktı çünkü benimki Adana’da kalmıştı. “Kocana gidiyoruz dedim!” Sinirli bir ses duyunca başımı kaldırdım. Karşımda gelen bir çift gördüm. Kızıl kadın fazla ürkekti adam ise birileri onları izliyor mu diye etrafını süzüyor, şüpheli hareketlerde bulunuyordu.
Dikkatli baktığımda adamın zavallı kadının kolunu fazla sıktığını gördüm. Reflekslerim anında devreye girdiği için ister istemez adamı inceleyip ona karşı kazanma şansımı hesaplamaya başladım. Evet, bunu yapmaya başladım çünkü kadının yardıma ihtiyacı varsa ben bu adama dalarım. Yaşı kırk falan vardı bu da bana avantaj sağlardı çünkü daha genç ve daha esneğim. Üstelik üzerindeki takım elbise de onun hareketlerini kısıtlardı ama ben atlet ve kot şortla duruyordum.
Böyle anlarda spor giyinmek hayat kurtarırdı. Kısa saçlı, kumral adamın delici yeşil gözleri etrafını şüpheyle süzdükçe daha fazla dikkatimi çekiyordu. Bakışlarımı adamdan çekip kadına baktığımda hasta gibiydi. Eğer adam onun kolunu tutmazsa her an yere yığılacakmış gibi görünüyordu. Kızıl saçları fazla sönüktü. Bir süredir banyo yapmıyormuş gibi saçları yağlanmıştı. Yüzü hastalıklı bir derecede solgun olduğu için yüzündeki çiller daha belirgindi.
Mavi gözleri korkuyla kolunu tutan adama bakıyor, kolunu çekmeye çalıştıkça adam daha çok sıktığı için gözleri doluyordu. Canı yanıyordu. Üzerindekileri kendi mi giydi yoksa birileri mi ona giydirdi, bilmiyorum ama ters giymişti. Üzerindeki sarı tişörtün arkaya gelecek kısmını ön tarafa giymişti. Tişörtün altına giydiği pantolon ise onun için fazla boldu. Kendi beden ölçülerini bilmeyen bir kadın yoktur, büyük ihtimalle giydiklerini başka biri ona almıştı.
İkisi tam yanımdan geçiyordu ki kadının kolunu tuttum. Şimdi kadın o adamla benim aramdaydı ve ikimizde onun kolunu tutmuştuk. Kadın irkilerek bana bakınca, “İyi misiniz?” diye sordum. Neden onu durdurdum, bilmiyorum ama içimden bir ses şimdi onu bırakırsam başına bir şeyler geleceğini söylüyordu. En azından kendi isteğiyle bu adamla gittiğini bilmeliydim.
Daha kadın konuşmadan yanındaki adam kaba bir sesle, “Sana ne be!” diye beni tersledi. “Kendi işine bak!”
“Sen kapat çeneni.” Ona hastaneyi gösterdim. “Tabii burada birkaç gün yatmak istemiyorsan!” Ona kızıp tekrar kadına döndüm. Kadının korkan bakışlarını görünce yüz ifademi yumuşatmaya çalıştım. “Bu adam sizi zorla mı götürüyor?” Eğer öyleyse adamı döverim, gerçekten yaparım bunu.
Kadın başını çevirip kolunu tutan adama bakınca adamın tehditkâr bakışlarıyla karşılaştı. Gözle görülür bir şekilde yutkundu. “Beni kocama götürdüğünü söyledi. Serhat beni görmek istemiş,” deyince yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Kocasının adı Serhat olmak zorunda mıydı?
Yalnız kadının müzik gibi dinlendirici ve güzeldi.
Kadının söyledikleriyle adam onu sertçe kendine doğru çekti. “Duydun!” Kadını benim temasımdan kurtarırken bana kızıyordu. “Kocasının arkadaşıyım şimdi işine bak!” dedikten sonra kadını götürmeye başladı.
Başımı çevirip giden ikilinin arkasından baktım. Kadın da kocasına gittiğini onayladığına göre ortada herhangi bir sorun yoktu. “Adam haklı işine bak, Bige,” diye homurdanıp önüme döndüm. Olur olmadık her şeyde bir tehlike aramayı bırakmalıydım.
Yürüyüp hastaneye girdim. Acaba Kadem gelmiş midir? Girişteki banklardan birine oturup telefonu çıkardım. Kadem’i arayacağım sırada Karun’un beni aradığını gördüm. Telefonum sessizde kaldığı için Karun altıncı kez arıyordu. Telefonu açtığımda daha ilk saniyede, “Neredesin, Saka?” dediğini duydum. Kimseye haber vermeden malikâneden çıkmamı beklemiyordu.
“Hayırdır?” diye alayla güldüm. “Beni merak mı ettin?”
Bir an bile tereddüt etmeden, “Hayır,” deyince biraz bozuldum. Böyle de dan diye söylemezsin ama.
Ayaklarımı uzatarak banka rahatça yayıldım. “Tüh ya bende beni merak ettiğin için aradığını düşündüm.” Her ne kadar görmeyeceğini bilsem de dudaklarımı üzülmüş gibi büzdüm. “Bence beni fazla ihmal ediyorsun. Yanlış Sanrı’nın dalına konduğumu düşünüyorum. Gidip kendime beni arada sırada merak edecek bir koca bulacağım,” diye ona takıldığımda beklenmedik bir halde gülüşünü duydum. Eğleniyor muydu?
Gülüşünü duyduğuma eminim ama her ne olduysa hafifçe öksüren sesini duydum daha sonra da, “Nerede olduğunu hâlâ söylemedin,” dedi soğuk bir sesle. Dudaklarımdaki gülüşüm yavaşça soldu. Neden bana karşı sert davranmak için kendini kastığını bir türlü anlamıyordum. O zincirlerini bir kırsa aslında boşanana kadar ona iyi bir arkadaş olabilirdim. Kazayla evlendik diye düşman olmadık ya. Boşanma gerçekleşene kadar birbirinin yanında eğlenen iki arkadaş olabilirdik.
“Karun ben artık evine dönmeyeceğim,” dedim birdenbire. Gerçekten oraya dönmek istemiyordum. Beni her gördüğünde kaşlarını çatan bir adamın gözüne daha fazla görünmek istemiyorum. Hem orada yaşamazsam nişanlısıyla da daha fazla sorun yaşamazdı. Gitmesi gereken Rengin değil bendim çünkü sonradan gelen bendim.
“Bu konuyu konuşmuştuk.” Sesindeki gerginliği hissettim. “Hep aynı şeylerden bahsetmeyi bırak.” Hayır, konuşmadık çünkü onunla konuşulmuyordu. Genelde o bir şeyler söylüyordu ve karşısındaki kişinin ona itaat etmesini bekliyordu.
“Bugün saat altıda bana bir tane boya kalemi getirmen gerekiyordu.”
“Getirdim.”
“Evet, ama kalemi verirken yüzüme bile bakmadın. Günaydın bile demedin.” Eflatun bir boya kalemini sabah saat tam altıda bana verip tek kelime etmeden gitmişti. Bana kötü hissettiriyordu.
Sorunun bu olduğunu düşünüp, “Aynı zamanda on üç gün boyunca her akşam sana bir avuç toprak getirmem gerekmiyor mu?” dedi isteksiz bir sesle. “Akşam yüzüne bakar, birkaç şey söylerim oldu mu?” Bu adam şaka gibi bir şeydi!
“Boşanacağım senden!” diye sesimi yükselttiğimde etrafta birkaç kişi dönüp bana bakmıştı. “Mahkemenin belirlediği gün dolar dolmaz açacağım davayı.” Bu adamın soyadını fazladan bir gün bile taşımak istemiyorum.
“Avukatlarım hazırda bekliyor.” Bunun olmasına can atıyormuş gibi sesi sakin çıkıyordu. “Bu sefer davayı açıp senden kurtulan ben olacağım.”
“O mahkemeye gelmezsem zor kurtulursun benden. Boşanmıyorum işte!”
“O zaman kalan hayatını karım olarak geçirmeye kendini alıştır!” diye bana kızdı. “Davayı açtığımda eğer mahkemeye gelmezsen daha sonra asıl ben boşamam seni!”
“Benim için sorun değil boşanamazsak nişanlınla asla evlenemezsin,” diye sırıttım. “Evlenemezsin, çocuk da yapamazsın, tüm hayatın boyunca böyle sap gibi kalırsın.”
“Sende öyle,” diyerek benimle inatlaştı. “Ne sanıyorsun, benim soyadımı taşırken başka bir adamla görüşeceğini mi? Sence buna izin verir miyim?”
“Sen karın varken aynı zamanda nişanlınla olabiliyorsun ama.” Kaşlarımı çattığımın farkında değildim. “Gece yatağına Rengin’i al ertesi gün beni öp. Oh ne güzel hem ayranım dökülmesin hem de yoğurdum ekşimesin,” dedim yüzümü buruşturarak.
Haklı olduğumu bildiği için bir süre hiç cevap vermedi. Daha sonra aldığı sıkıntılı nefesleri duydum ve en sonunda, “Saka,” dedi düşünceli bir sesle. “Beni içine çektiğin durum hiç kolay değil. Bu konuyu konuşmalıyız ama şimdi kapatmam gerekiyor,” deyince başımı salladım. Telefonu kapattığında iç çekerek telefona bakıyordum. Onun açısından düşününce aslında bana göre daha müşkül bir durumda olduğunu anlıyordum.
Tam evlenmek üzereyken başka bir kadın dan diye hayatına giriyordu. Belki böyle bir adam değildi ama bir anda kendini çarpık bir ilişkinin içinde bulmuştu. Bir anda hem nişanlı hem de evli bir adam olmuştu. Böyle bir durumda nişanlısından ayrılmasını kimse bekleyemezdi. Hiçbir erkek tanımadığı bir kadın için iki yıllık ilişkisini bitirmezdi. Üstelik Karun bana söylemişti, ofisinde tüm gerçekleri benden duymak istediğini bana söylemişti. Her şeyi er veya geç öğreneceğini bile bile ona yalan söylemiştim.
Sırf Serhat’a zaman kazandırıp onu korumak için kendimi yalancı durumuna düşürmüştüm. Karun kendi çabalarıyla gerçeği öğrendiğinde ise onun için evli bir adamı ayartan bir metrestim. Sonuçta Serhat ile olan ilişkimin detaylarını sadece Duha ve Kadem biliyordu ama Karun bilmiyordu. Kabul etmek istemiyorum ama Karun’un konumunda hangi erkek olsa benim bir metres olduğumu düşünürdü. Dışarıda görünenler ve sakladıklarım benim aleyhimeydi. Bunu bile bile susmak ise en büyük hatamdı. Aslında Karun’da kendince çoğu konuda haklıydı.
Serhat’ı düşündüğüm için Karun’a bütün bunların Duha ve Kadem’in tezgâhı olduğunu söylemedim. Belki de şu an için içimizdeki tek masum Karun’du. Serhat Yılgın’ı hayatım boyunca affetmeyeceğim. Ona olan sevgim onunla ilgili birçok şeyi gizlememe neden oluyordu. Yaşadığım ihanetin anılarına kapılmak üzereyken Kadem’in aradığını gördüm. Derin bir nefes alıp telefonu açtığımda, “Lan hâlâ kocam diyor!” diyen kızgın sesini duydum. “Kızım anla artık senin bir kocan falan yok! Bundan sonra da zor yaklaşır yanına. Ah, şu vicdanımın gözü kör olmuyor ki sizi kendi halinize bırakayım. Boşanacaksın ondan!” diye birine kızıyordu. Sanırım telefonu açtığımdan bile haberi yoktu.
“Onu neden dövdün ki,” diyen ince bir kadın sesi duydum. “Beni kocama götürecekti!” Bu sesi sanki yakın zamanla tekrar duymuş gibiydim.
“He götürürdü salak!” dedi Kadem.
“Ama götüreceğini söyledi!” diye bağırdı kadın. “Sen ortaya çıkmasaydın beni kocama götürecekti!”
“Çemkirip durma bana tüm o saçlarını yolarım! Sana artık koca falan yok!” Kadem’in kızgın sesini duyunca orada olanları daha çok merak ettim. Saçlar konusunda şaka yapmadığını daha önce yolduğu saçlarımdan biliyordum.
Kadem, “Dua et bugün tıraş oldum yoksa buraya gelmez, seninle hiç karşılaşmazdım,” diye kızmaya devam etti. “Kim bilir o piç seni kime götürecekti. Umarım gecekondu seviyorsundur çünkü aklın tekrar başına gelene kadar benimle yaşayacaksın. Arabamı karıştırma diyorum sana. Bana bak o çilekler benim bir tane bile yersen atarım aşağıya! Onlar ne kadar pahalı haberin var mı senin? Şu sıralar fakir ama gururlu bir erkeğim! Bu arada hesabında hiç para var mı?” diyen sesini duyunca kıkırdadım. Gururlu olduğunu söyledikten hemen sonra kadının parasını soruyordu. Allah’tan gururlu biri ya olmasaydı ne yapardık.
“Kadem,” dedim daha fazla dayanamayıp. “Neler oluyor?”
Sesimi duyunca sonunda hattın diğer ucunda olduğumu anladı. “Bige buluşmayı iptal edelim,” dedi sıkıntılı bir sesle. “Hastaneye geldim ama bir tanıdığa rastladım. Şimdi onunla ilgilenmeliyim seninle daha sonra konuşuruz. Sana yeme şunları diyorum!” Bağırıp telefonu kapatınca şaşkınlıktan ne tepki vereceğimi bilemedim. Buraya kadar gelip geri mi dönmüştü? O zaman beni niye buraya getirtti!
“Hayvan!” Ona kızarak ayağa kalktım. Onun çetrefilli işleri yüzünden bir türlü sıra bana gelmiyordu. Ta buraya kadar boşuna gelmiştim.
***
Sinema salonunda tek başına film izliyordum. Kadem ile konuştuktan sonra müştemilata tekrar dönmek istemediğim için alışveriş merkezine gelmiştim. Alışveriş yaparak can sıkıntımı gidermek istemiştim ama hiçbir işe yaramamıştı. Önce büyükbabamı daha sonra da babamı arayıp onlarla konuşmuştum. Onların sesini duyunca içimdeki özlem duygusu iyice arttığı için daha da kötü hissetmeye başladım.
Bu yüzden film izleyerek kafamı dağıtmaya çalıştım ama seçtiğim film de hiç iç açıcı değildi. Bu filmin bu kadar duygusal olduğunu bilseydim asla izlemezdim. Filmin sonlarına yaklaşıyordum umarım sonu iyi biterdi. “Ama hiç kavuşamadılar.” Burnumu silerek iç çektim. “Kadın da çok yaşlandı şimdi ne olacak?” diye hıçkırdım. “Hangi ara kavuşacak bunlar?”
Acaba sinema salonunda sigara içmek serbest mi? Acım büyük içmeliyim.
Kendimi filme o kadar çok kaptırmışım ki birinin yanıma oturduğunu bile fark etmemiştim. Ta ki, “Seni ağlatacak kadar ne var bu filmde?” diyen bir ses duyana kadar.
İrkilerek başımı çevirdiğimde yanımda oturan adamı görünce rahat bir nefes aldım. Elimi kalbime bastırırken, “Beni korkuttun,” dedim. Evet, gelen Karun’du.
Karanlık salonda bizden başka kimse yoktu. Karanlık bir yerde olduğumuz için yüzü gölgeliydi. Elindeki suyu bana uzattığını gördüm. “İçmek ister misin?” Bakışları yine mesafeli ve sesi de soğuktu fakat hareketleri kibardı. Sanki bu sert duruş, bu soğuk ses karakterinin bir parçasıydı. Pek mutlu olduğunu görmüyordum ama sanki mutlu olduğunda bile yine böyle bakacak, yine böyle konuşacaktı.
Uzattığı suyu aldım. “Beni nasıl buldun?” Suyun kapağını açmaya çalıştım. Güçsüz biri değildim ama çoğunlukla bu tür şeylerin kapağını açarken zorlanıyordum.
“İyi bir dinleyiciyimdir.” Gözleri elimdeki su şişesine kaydı. Elime nemlendirici krem sürdüğüm için kapak parmaklarımın arasında kayıyor, onu açmama izin vermiyordu. “Telefonda seninle konuşurken arkadan bir doktorun adı anons ediliyordu. Hastanede olduğunu anlayınca malikâneye yakın tek hastane aklıma geldi.”
Uzanıp elimdeki şişeyi aldı. “Hastanenin güvenlik kameralarına ulaşmak biraz uğraştırdı ama hangi taksiye bindiğini öğrendim.” Su şişesinin kapağını hiç zorlanmadan açıp bana uzattı. “Taksiciye ulaşınca seni buraya bıraktığını söyledi.” Başını kaldırdı ve gözlerime büyük bir kibirle baktı. “Bana ait bir yerde senin hangi bölümde olduğunu bulmak daha kolaydı.” Afallayarak gözlerimi irice açtım. Bu alışveriş merkezi ona mı aitti?
“Sana mı ait?” dediğimde ağzım bir karış açık ona bakıyor olmalıyım ki dudakları kıvrıldı. “Beşiktaş’ta gördüğün çoğu şey ya bana aittir ya da Duha piçine,” dedikten sonra elini uzattı ve çenemin altına soğuk parmaklarını bastırarak yukarı itti. Çenemi kapatmıştı.
Vay canına kocam gerçekten Karun kadar zengindi.
Bu adama daha iyi bir isim konulamazdı.
“Boşanmamam için bana o kadar çok sebep veriyorsun ki,” diye homurdanıp zenginliğinden dem vurduğumda gözlerinin çevresi kısıldı ve yine gülecek gibi oldu. Fakat başını ekrana doğru çevirip hep olduğu gibi küçük bir tebessümü bana çok gördü.
Sudan bir yudum aldığımda filmi işaret etti. “Adı ne?”
“Türkçe adı Sana Yalan Söyledim,” dedim iç çekerek. “Bir kadının kendinden yirmi yaş küçük bir erkekle ilişkisini konu alıyor.” Başımı çevirip filme baktığımda çok hüzünlüydüm. “Birbirlerini gerçekten seviyorlar ama kadın her şeyi zorlaştırıyor.”
Karun hissiz gözlerle filme bakarken pek etkilenmiş görünmüyordu. “Şu ana kadar kolaylaştıran bir kadın görmedim.” Bizi eleştirerek, “Karmaşık yaratıklarsınız,” dediğinde belki haklıydı belki de değildi. “Biz erkeklerden sizi anlamamızı bekliyorsunuz ama aslında siz bile kendinizi anlamıyorsunuz.”
“Bu çocuk kadını anladı,” diye fısıldadım. Gerçi çocukta sayılmazdı yirmi üç yaşındaydı ama kadınla kıyaslayınca çocuk sayılırdı.
Dönem filmi olduğu için o zamanlarda bir kadının kendinden yaşça küçük biriyle olması çok sakıncalıydı. İlişkilerini gizli yaşamalılardı. Aksi taktirde kilise kadını öldürtürdü. Bir sabah çocuk kadının evine geldiğinde onu bulamıyordu. Evet, kadın gitmişti. Uzun yıllar boyunca onu aradı ama bulamadı. Evlenip bir yuva kurdu ve yıllar sonra tesadüfen karşılaştıklarında kadın çok yaşlanmıştı. Çocuk bir doktor olmuştu ve kadında bir hasta olarak onun çalıştığı hastaneye gelmişti.
Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Kadının uğradığı haksızlığa ama en çok da çocuğun çabalarına ağlıyordum. “Ya bu haksızlık,” diye burnumu çektim. “Kadın öldü böyle son mu olurmuş,” dedim salya sümük ağlarken. “Bu filmlerin bana garezi mi var? İzlediğim her filmde perişan oluyorum bir daha hiçbir şey izlemeyeceğim!”
Karun’un yüzünde dehşet verici bir ifade vardı. Şaşkına dönmüş bir halde ıslak yüzüme bakıyordu. “Filmlerde ölen oyuncuların aslında gerçekten ölmediğini bilmiyor olamazsın, değil mi?” dediğinde ses tonu afallamış gibi çıkmıştı.
Burnumu sesli bir şekilde mendile sildim. “Biliyorum herhalde,” diye somurttum. “Bana ne onlardan ben burada kendime ağlıyorum.” Surat ifadem fazla dramatikti. “Asla romantik bir ölümüm olmayacak.” Ağlamaktan dudaklarım titrerken burnumu sesli bir şekilde çektim. “Ben kesin kurşuna dizilirim ve bu hiç romantik değil!” Ağlarken bile romantik değilim ki!
Karun duyduklarıyla küçük çaplı bir şok geçirmeye başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu ama verdiğim tepkiler karşısında öylesine bozguna uğramıştı ki, ne diyeceğini bilemiyordu. Dudakları hafif aralıklıydı ve gözleri biraz açılmıştı. Şoke olduğunu görebiliyordum. Bu sefer öncekine göre daha gürültülü bir şekilde burnumu sildiğimde kendine gelmek için başını iki yana salladı ve güldü. Beni neşelendirmek için, “Bu konuda sana yardımcı olabilirim,” diye bana takıldı. “Şu romantik ölümün hakkında aklında bir şeyler var mı?”
Hızlıca başımı salladım. “Ölürken üzerimde eflatun bir elbise olmasını istiyorum.”
Merakla mavi gözlerini kıstı. “Neden eflatun?”
“Bilmem,” diye omuz silktim. “Eflatun rengini çok seviyorum. Üzerimde etekleri yerlerde sürünen eflatun bir elbise olsun istiyorum. O gün herkese en güzel gülümsememi sunmak istiyorum ve sonra,” dedikten işaret parmağımı kalbime bastırdım. Ona bakıp sol göğsümü göstermiştim. “Tam kalbimden vurularak hızlı bir ölüm istiyorum. Yanımda kimse olmamalı,” diye iç çektim. “Bir uçurumun kenarında tam kalbimden vurularak veda etmeliyim.”
“Neden uçurum?” diye sorduğunda artık pek keyifli görünmüyordu.
Gülümsedim. “Gökyüzüne en yakın yer orası ve saka kuşları gökyüzünü sever,” dediğimde sertçe yutkunuşunu gördüm. Gerilmişti.
“Eğer ölümümü planlayacak olsaydım böyle yapardım.” Burukça tebessüm ederek gözlerimdeki yaşı sildim. “Sevdiğim tüm insanlara önceden bir mektup bırakırdım. Daha sonra eflatun elbiseyi giyer ve uçurumun kenarına giderdim.” Komik değildi ama gülümsüyordum. “İşte bu romantik bir ölüm olurdu. Biraz buruk biraz da yorgun ama en çok da kırgın.”
Karun’un gözlerinin ardında tuhaf bir şeyler geçti. “Kırgın?” diye sordu beni anlamaya çalışarak.
Başımı salladım. “Kırmayalım kimseleri çünkü gerçek anlamda kırdığımız insanlar kısa ömürlü olur.” Başımı eğerek gözlerinin ta içine baktım. “Bence beni çok kırma çünkü bir gün ölürsem belki üzülürsün.” Duraksadım. “Ölürsem üzülür müsün?” dediğimde kaskatı kesildi, tek kelime edemedi. Gözlerime bakarken hiçbir şey söyleyemedi. Havada buram buram yükselen gerginlik salonu buz kesmişti. Artık üşüyen sadece o değildi.
Sorduğum şey onun için henüz cevabı belli olmayan bir soruydu
Bir süre sonra birlikte sinema salonundan ayrılmıştık. Karun’u gören çalışanların nasıl kendilerine çeki düzen verdiklerini gördüm. Onu gören mağaza veya stant elamanları saygıyla selam veriyordu. Adamın Beşiktaş gibi zengin bir muhitte devasa bir alışveriş merkezi vardı. “Bilerek bunu yapıyorsun, değil mi?” Etrafımızdaki tüm bu lüksü ona gösterdim. “Asansörü kullanarak otoparka inebilirdik ama sen oraya kadar yürümemizi istedin. Sahip olduğun şeyleri görmemi istiyorsun.” Ona kızıyormuş gibi yaptım ama aslında çok eğleniyordum. En azından asansörle hemen inip benden kurtulmak yerine benimle vakit geçiriyordu. Benden kaçmasını sevmiyorum.
Karun vitrinlerin önünden geçerken dümdüz bir şekilde karşısına bakıyor, etrafındaki insanların ona attığı hayranlık bakışları yok sayıyordu. “Neden bilerek böyle bir şey yaptığımı düşünüyorsun?” En az yüz ifadesi kadar ses tonu da düzdü. Üzerindeki tüm bu bakışlara alışıkmış gibi hiçbirini umursamıyordu. Sağdaki liseli kız telefonunu çıkartıp onu mu çekiyordu?
Kendimi ünlü birinin yanında yürüyormuş gibi hissetmiyorum çünkü adam zaten ünlüydü! “Bilmem,” diye sorusuna yanıt verdim. “Belki de sahip olduklarını bana göstererek beni etkilemeye çalışıyorsundur,” diye dalga geçtim. Önde yürüdüğü için yüzünü göremiyorum ama güler gibi bir ses çıkarmıştı.
“Sahip olduklarım sadece bu yerle mi sınırlı sanıyorsun?” Sesi keyifli geliyordu. Ona yetişmem için adımlarını yavaşlatmıştı.
Yalancı bir şaşkınlıkla onunla uğraşmaya devam ettim. “Ne yani gerçekten beni etkilemeye mi çalışıyorsun?”
Ona yetiştiğim için başını çevirip omuzunun üzerinden bana baktı. “İhtiyacım var mı?”
Mavi gözlerinin güzelliğine bakıp, “Hiç şansın yok,” dediğimde bu sefer gülüşünü benden saklayamadı. Dudakları iki yanına kıvrıldığında açık bir şekilde güldü. “Seni etkileyememek benim için büyük bir kayıp olmalı,” dediğinde alay ediyordu ama eğlendiğini de inkâr edemezdi.
Otoparka inip arabasına bindikten sonra kısa süre içinde yola çıkmıştık. Bu sefer arabayı şoför kullanmıyordu veya peşimizde bizi takip eden bir konvoy yoktu. Buraya tek başına gelmişti ama bunun onun için ne kadar güvenli bilmiyordum. Karun gibi adamların düşmanı çok olurdu ve tüm o düşmanları onun tek gezmesini kollardı. Buraya yalnız başına gelmesi bence büyük bir riskti. Akşama kadar dışarıda oyalandığım için hava çoktan kararmıştı. Başımı cama yaslayıp biraz kestirmek için gözlerimi yumdum. Tüm gün aylaklık yapmak bile insanı yoruyormuş.
Umarım uykumda beni öldürüp kısa yoldan dul kalmaya çalışmazdı.
Bu adama hiç güvenmiyordum.
***
“Sen ne yaptın, Efil?” diyen ablamın sesini duyuyordum ama hiç kıpırdayamıyordum. Ablam ağlayarak onu tutan adamların elinden kurtulmaya çalışıyordu. O adamlar onu bıraksa üzerime atlayacak, beni parçalayacaktı.
Sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. ”Sen ne yaptın, Efil?” diyordu. Aynı soruyu bende kendime sorup duruyordum. Elimdeki silaha bakıyor ve ne yaptığımı düşünüyordum. Ben ne yapmıştım? Söyle babasının kızı, sen ne yaptın?
Sadece ablamın çığlıkları ve ablamın sesi vardı.
Annemin sesi yoktu, annem artık konuşamazdı.
Sen ne yaptın, Efil?
“Bilmiyordum!” diye bağırarak gözlerimi açtığımda nefes nefeseydim. Elimi kuş gibi çırpınan kalbime bastırıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. “Kâbus.” Ter içinde kalmıştım. “Sadece bir kâbus.” Hep olduğu gibi yine gözlerimi yumunca peşimi asla bırakmayan iki kâbustan birini görmüştüm. Genelde ya 13 Haziran gecesini görürdüm ya da annemin ölümünü. Huzurlu bir uyku çekmeyeli yıllar olmuştu. Uykular haramdı bana.
“İyi misin?” Sol yanımda duyduğum bir sesle sıçrayarak başımı çevirdim. Karun’u araba kullanırken görünce bir an afalladım fakat daha sonra uyku halinden çıkıp olanları anladım. Beni eve o götürüyordu.
Hâlâ gördüğüm kâbusun etkisinde olduğum için tek kelime etmeden başımı salladım. Uykudayken fazla terlediğim için alnımdaki teri silerek önüme döndüm. Bileğimdeki saati kontrol edince saatin dokuz olduğunu gördüm. Biz en son akşam saat yedide yola çıkmamış mıydık? İki saattir araba neden hareket halindeydi ve hâlâ neden malikanede değiliz?
Arabanın hareket halindeki trafiğin içinde adeta makas atarak ilerlediğini görünce irkildim. Fazla mı hızlı gidiyoruz? Olamaz, son sürat arabaların arasından geçip gidiyorduk! Başımı çevirip Karun’a baktığımda gözlerini yoldan ayırmadan arabayı ustaca kullandığını gördüm. “Her şey yolunda mı?”
Dikkati dağılmasın diye bana doğru hiç dönmeden başını salladı. “Sorun yok biraz daha uyu,” dedi sakin bir sesle. Beni korkutmamak için ses tonuna kadar her şeye dikkat ediyordu ama dizindeki eli sinirden yumruk olmuştu.
“Aslında başımız şu anda belada, değil mi?” .
Soğukkanlılığını koruyup, “Belki biraz,” dedi sakince. Hâlâ beni ürkütmemeye çalışıyordu.
“Sevgili kocam acaba bana birazın içeriğini anlatacak mı?”
Derin bir nefes aldığında daha fazla rol yapamadı. “Arabanın frenleri tutmuyor!” Şimdi neden hâlâ hareket halinde olduğumuzu anlıyordum çünkü frenler tutmuyordu. Duramıyorduk ki!
“Ve?” diye ısrar ettiğimde sinirden güldü. “İki saattir peşimizdeler.” Hadi ama ya!
Son sürat giderken başını çevirip kısa bir an bana baktı. Direksiyon hakimiyetini kaybetmek istemediği için bu çok kısa sürmüştü. “Her yerdeler ne yaptıysam onları atlatamıyorum. Bir türlü geçiş vermedikleri için ne Kenan bana ulaşabiliyor ne de ben bu çıkmazdan kurtulabiliyorum!” dediği an elim ayağım buz kesti. Bu taktiği biliyorum, Allah kahretsin ki bu taktiği çok iyi biliyorum! Böl ve saldır!
Tüm yolları tuttukları için ne Karun’un adamlarını bu tarafa geçirirlerdi ne de Karun’u o tarafa. Yıllar önce 13 Haziran’da yaşamıştım bunu. O günde tıpkı bugün olduğu gibi kuşatmışlardı tüm yolları. Çocuklar ve annelerini ikiye bölüp farklı yerlerde tutmuşlardı. Tıpkı bu akşam olduğu gibi o gece de ne babamların bize ulaşmasına izin vermişlerdi ne de bizim onlara gitmemize. Bu saldırıyı çok iyi biliyordum. Carlos’tan başkası bunu yapmaya cesaret edemezdi.
Tıpkı 13 Haziran’da olduğu gibi bu akşam da kazanmasına izin vermeyeceğim.
Karun’un soğukkanlı duruşu bana da cesaret verdiği için panik yapmamaya çalıştım. “Avantajlı olduğumuz bir şeyler var mı?” diye sordum. Arabanın aynasından arkayı kontrol etmeye başladığımda şu an için sakindim. Siyah arabalar bizi takip ediyordu ama Karun her defasında gaza biraz daha yüklenerek onların bize yetişmesine engel oluyordu.
Karun keyifsiz bir sesle konuştuğunda kaşları çatıktı. “Arabanın yakıtı bitmek üzere.” Direksiyonu sıktığında parmak boğumları gerildi. “Frenler tutmuyor olabilir ama araba birazdan kendiliğinden duracak. Amacım zaten buydu fakat araba durana kadar onları atlatmış olmayı umuyordum!” Eğer beni zamanında uyandırsaydı bu konuda çoktan ona yardım etmiş olurdum. Neyse hâlâ geç değildi.
“Silahını bana verirsen sana biraz zaman kazandırabilirim.”
“Hayır!” diye şiddetle karşı çıktı. “Yanımdaki kadını riske atmayacağım!”
“Peki, arabanın benzini bittiğinde güvende olacağımızı düşünüyor musun?”
O kadar hızlı gidiyorduk ki adeta arabaların içinden uçarak geçiyorduk. Arkamızdakilerin bize yetişmek üzere olduğunu gördüğünde bile inadını sürdürdü. “Seni güvende tutacak bir yol arıyorum!” dediğinde benim tarafımdaki cama çarpan kurşunla dişlerini sıktı. Eğer kurşun geçirmez bir cam olmasaydı şu anda ölmüştüm.
Cama çarpan kurşunu duyunca Karun yumruğunu direksiyona geçirip, “Hepsinin soyunu sopunu sikeceğim!” dedi yemin eder gibi. Beni koruyamazdı, kimse koruyamazdı.
Yanımızda hareket eden arabadan biri kafasını uzatmış, üst üste benden taraftaki cama ateş ediyordu. Camı yavaşça aşağıya indirmeye başladığımda Karun sinirden nevri dönerek, “Ne yapıyorsun?” diye bağırdı. “Bunu bir daha yapma!” Gür bir sesle bana kızınca korkudan irkildim.
Hemen hızlanıp yanımızdaki arabayı geçti ve düğmeye basıp camı kapatmaya çalıştı. Fakat elimi camın aralığından uzatarak ona engel oldum. Camı kapatmayı durdurdu aksi takdirde parmaklarımı sıkıştırırdı. Kaza yapma pahasına başını çevirip bana baktığında yüzündeki her kas sinirden seğiriyordu. Mavi gözlerine akın eden gölgeler korkudan kalp atışlarımı yavaşlatıyordu.
Sıktığı dişlerini gıcırdatarak, “Sakın!” dedi buz gibi bir sesle. “Sakın sabrımı daha fazla zorlama! Yemin ederim onlara gerek kalmadan ben senin işini bitiririm!” diye beni tehdit edince hemen elimi içeri çektim. Yapardı bunu görebiliyorum.
Eğer camı açarsam bana silahını verir diye düşünmüştüm. Böylelikle birkaç arabanın tekerine ateş edebilirdim. Ama o, bu konuda bana hiç güvenmiyordu. Susup önüme döndüm. Suratımı asarak koltuğa sindim ve onun işine daha fazla karışmadım. Sanırım artık onu biraz tanımaya başlamıştım. Baskın bir karakteri olduğu için benden yardım almayı kendine yediremiyordu. Şu zamana kadar her şeyi tek başına yapmaya alışmış gibiydi. Bu yüzden birinden, özellikle bir kadından yardım almayı doğru bulmuyordu.
Onu daha fazla kızdıracak şeyler yapmak istemedim. Yakıtın bitmek üzere olduğunu gösteren ışık yanıp sönmeye başlayınca arabayı yoğun trafikten çıkarmayı başarmıştı. Sessizliğimi koruyarak beklemeye başladım. İkimizi ölüme sürüklediğini bilmeme rağmen tek kelime etmedim. Yaklaşık beş dakika sonra arabaların üzerinde hareket ettiği işlek yollardan çıkıp daha kırsal bir bölgeye girmiştik. Üzerinde geçtiğimiz engebeli yollar yüzünden araba sürekli sallanıyordu.
Peşimizdeki dört araba hâlâ bizi takip ediyordu. Araba artık yavaşlamaya başlamıştı çünkü benzin bitmişti. Karun gözleriyle karşımızda duran ve bizden yarım kilometre uzaklıkta olan büyük binayı gösterdi. “Eski bir süt fabrikası,” dedi hızlıca. “Torpido gözünde yedek silahım var. Onu al ve araba durduğu an oraya doğru koş!” İtiraz istemeyen sesine başımı salladım. Bu tenha yerde bizden başka bir Allah’ın kulu yoktu.
Fabrikayla aramızda az mesafe kalmıştı ki araba durdu. Yakıtı bittiği için bizi daha fazla götüremezdi. Eğilip hemen torpido gözündeki silahı çıkardım. Karun’da bu esnada belindeki silahı çıkarmıştı. Arabadan inmek üzereyken kolumu tuttu. Ona doğru döndüğümde gözlerindeki endişeyi gizleyemiyordu. “Sakın durmak veya arkanı dönmek gibi bir hata yapma,” diye beni uyardı. Gözlerinde yer edinen bu korkunun tek sebebi bendim.
“Saka,” dediğinde yakışıklı suratı gergindi. “Fabrikaya gir ve bizim çocuklar gelene kadar güvenli bir yere saklan.” Bunu hiç istemiyordum ama beni dinlemeyeceğini biliyorum. Yardımımı almamaya kararlıydı. Bu konuda en az onun kadar iyi olduğumu kabul etmek istemiyordu.
Aynı anda arabadan indik. Karun arabanın ön tarafına geçip arabayı kendisine siper etti ve arkamızda duran arabalara ateş etmeye başladı. Bende fabrikaya doğru koşmaya başladım. Karanlıktan yararlanıp tüm gücümle koşmaya başladım. Karanlıkta beni göremedikleri için arkamda ateş etmeleri işe yaramıyordu. Karun onları yavaşlatıyordu.
Çitlerden atlayıp fabrikanın bahçesine girdiğimde dönüp arkama baktım. Karun bunu yapmamam gerektiğini söylemişti ama dayanamadım. Onlar beni göremiyordu ama arabaların yanan farları sayesinde ben onları iyi görüyordum. İki tarafta arabaları kendilerine siper ederek birbirlerine ateş ediyorlardı. Karun’un bir adamı vurduğunu gördüm. Hemen sonra arabanın önüne diz çökerek üzerine yağan kurşun yağmurundan kendini kurtardı. Şimdilik iyi gidiyordu ama mermileri bitince onlara karşı hiç şansı kalmazdı. Bir şeyler yapmalıydım!
Telefonu çıkartıp hemen Kadem’i aradım. Carlos’un planına ağır bir darbe vurmanın tek yolu Kadem’di. Carlos bu akşam Karun ve adamlarına pusu kurmuştu ama Kadem’e değil. Kadem’in geçeceği tüm yollar açıktı bu yüzden bize yardım edebilirdi. Telefonu açtığı an hızlıca konuştum. “Yardımına ihtiyacım var.” Karun’un sağ tarafında ateş eden adamı indirdim. Onu tam alnından vurmuştum.
Ben burada karanlıkta saklandığım için onlar beni göremezdi ama ben hepsini kuş gibi avlayabilirdim. Ateş eden kişinin ben olduğumu bildiği için Karun başını çevirip kısa bir an arkasına bakmıştı. Beni hiç duymasa da, “Arkanı kolluyorum,” diye mırıldandım.
Çatışmada çıkan silah seslerini duyan Kadem endişeyle, “Bu sesler de neyin nesi? Efil her şey yolunda mı?” diye sordu. Efil mi? Ailemden olmayan kimse bana bu isimle seslenmezdi.
Gözlerimi kısıp ortadaki arabadan kafasını çıkartan bir adamı da alnından vurdum. “Azap tarikatı peşimde,” dedikten sonra kapının arkasına saklanıp ateş eden adamı omzundan vurmuştum. “Kadem bu adamlar sayıca bizden çok üstün. Karun ile pusuya düştük ve Carlos’un adamları diğerlerinin bize ulaşmasını engelliyor. Çiftlik yolunun orada eski bir süt fabrikası var oradayız!”
Söylediklerimden sonra telefonun diğer tarafında hemen bir hareketlenme duydum. “Ulan ben şimdi o piçleri sekmez miyim!” diye sesini yükseltince bu kadar çok kızacağını beklemiyordum. Bana değer veriyor gibi davranıyordu.
Kadem, “Efil sakın ben gelene kadar gebereyim deme!” diye bana da kızdı. “Birazdan oradayım güzelim, bela olup hepsinin üzerine yağacağım!” Telefonu yüzüme kapatınca sinirden güldüm. Bu adamı sevmeye başlamıştım.
Daha fazla oyalanmadan telefonu cebime koyup önüme döndüm. Karun’un mermileri az kalmış olmalı ki artık saklandığı yerden daha az ateş ediyordu. Adamlar bunun farkında olduğu için tüm kurşunlarının bitmesini bekliyordu. “Koş,” diye fısıldadım. “Ben seni korurum buraya gel.”
Beni duymadığı için buraya gelmek yerine hâlâ direniyordu. “Koş!” diye bağırdım. Beni duysun diye normalde hep kısık çıkan sesime yüklenip, “Karun buraya gel!” diye boğazımı yırtarcasına haykırdım. “Bir kez olsun bana güven ve yanıma gel!”
Karun sesimi duydu. Genelde bağırdığımı sandığım zamanlarda bile sesim yeterince yüksek çıkmazdı ama bu sefer beni duydu. Başını çevirip arkasındaki karanlığa baktı. Diz çöktüğü yerde arkasını kontrol ederken tereddüt ettiğini biliyorum. Saklandığı araba onu uzun süre koruyamazdı, üstelik üzerine kurşun yağıyordu. Ayağa kalktığı an onu indirirlerdi. Fakat bana güvenmeyi seçti. Beni görmemesine rağmen bu tarafa bakıp başını sallayınca rahat bir nefes aldım.
Karun saklandığı yerden çıktığı an ateş etmeliydim. Aynı anda hareket etmeliydik. Baş parmağını kaldırınca, “Bir,” dedim. Daha sonra elini indirdi ama ben saymaya devam ettim çünkü sayacağımı biliyordu. Umarım üçe kadar sayıp bir anda ayağa kalkmazdı çünkü ben on üçe kadar sayardım.
“İki, üç, dört…” diye fısıldayarak saymaya başladığımda Karun hiç ayağa kalkmayınca gözlerim dolu dolu gülümsedim. On üçe kadar saydığımı tahmin ettiği için içinden sayarak beni bekliyordu. On üçe olan takıntımı artık biliyordu.
“On bir, on iki ve on üç!” dediğim an Karun ayağa kalkıp bana doğru koşmaya başlayınca ona silah doğrultan herkese ateş etmeye başladım. Evet, bu işi birlikte yapacaktık.
Şaşırtıcı ama kendimden beklemediğim bir performansla ona ateş eden herkesi geri püskürtüyordum. Saklandıkları arabaların arkasından kafalarını çıkarmalarına bile izin vermiyordum. Karun karanlığın içine girene kadar dört kişiyi vurmuş ve diğerlerinin saklanmalarını sağlamıştım. Karşı taraftan biri kafasını çıkardığı an ona ateş ediyordum. Tıpkı bir keskin nişancı gibi kocamı ateş hattından çıkarana kadar onlara soluk aldırmamıştım.
Karun karanlığın yoğun olduğu bölgeye girince artık onların görüş açısından çıkmıştı. Son kurşunumla bir adamı daha vurarak elimdeki silahı yere attım. Ateş etmeyi bıraktığım an saklandıkları yerden çıkıp bu tarafa doğru koşmaya başladılar. Bizi göremedikleri için artık ateş edemezlerdi.
Karun çitleri geçince ayağa kalkıp ona doğru koşmaya başladım. Ona yetişince burada olmasının sevinciyle boynuna atladığımı çok sonradan fark etmiştim. Boynuna atladığımda güler gibi bir ses çıkartıp bana sımsıkı sarıldı. “Nesin sen? Bir tetikçi mi?” derken tıpkı benim gibi o da olayın adrenaliyle bana sarıldığını henüz fark etmemişti.
“Olağanüstüydün,” derken karanlıkta yüzünü göremiyorum ama sesinde benimle gurur duyduğunu gösteren bir şeyler vardı. Bu kadarını yapacağımı beklemiyordu.
Birbirimize sarıldığımızı fark ettiğimizde ise birbirimizin kollarında kaskatı kesildik. O kadar hızlı bir şekilde birbirimizden ayrılmıştık ki böyle bir şey yoktu. Karun benden uzaklaşıp gergin bir sesle, “Geliyorlar gidelim hadi,” deyince başımı salladım. Aramızdaki bu mesafeleri bir türlü aşamıyorduk. Yalnız kokusu güzeldi. Ona sarılınca ilk kez kokusunu bu yakınlıkta solumuştum. Tam olarak ne kokuyordu, bilmiyorum ama güzeldi.
Fabrikanın asma kilidine ateş ederek içeri girmiştik. Karanlıkta pek bir şey göremiyorduk ama Karun beni peşinden çekip arka taraflarda bir yere getirdi. Yerimizi gizlemek için ışıkları açmıyorduk ters giden bir şeyler var gibiydi. İlerledikçe Karun’un kısık iniltilerini duyuyordum üstelik hareketleri gittikçe daha çok yavaşlıyordu. Birkaç yerden dönüp en arkalara gelmiştik. Karanlıkta hareket etmek gerçekten çok zordu.
Bir kapıyı açıp içeri girince kapının sürgüsünü çekti. Işığı açınca küçük bir depoda olduğumuzu gördüm. Burada süt sağımda kullanılan birkaç makine ve yere düşmüş boş bidonlar vardı. Karun’un iniltisini duyunca ona baktım ve gördüklerimle donup kaldım. Beyaz gömleğinin karın kısmı kanlar içindeydi. Kahretsin, yaralanmıştı!
Sırtını duvara yaslayıp kendini yere bırakınca hemen ona doğru koştum. Yanına diz çöktüğümde dışarıdaki sesleri duydu. Kızgın bir sesle, “Kaç!” diye bana çıkıştı. Altında ter damlacıkları birikirken acıdan dolayı dişlerini sıkıyordu. “Gitmelisin!”
Karnındaki yaraya elini bastırırken acı çektiğini gizlemeye çalışıyordu. Fakat yüzü acıdan seğirirken yeteri kadar saklayamıyordu. Benden gitmemi istemesine rağmen yerimden hiç kıpırdamadığımı görünce nefesini sertçe verdi. “Saka bir kez olsun söz dinle ve git buradan!” Peşimizdeki adamların beni ele geçirmesini istemiyordu. Carlos’un itleri yüzünden bu haldeydi, yani hepsi benim suçumdu.
Dışarıdaki sesleri duyarken diz çöktüğüm yerde üzerimdeki atleti çıkardım. Mavi gözleri huzursuz bir şekilde ne yaptığımı sorguluyordu. Üzerimde sadece kısa bir şort ve ince askılı bir atlet vardı. Atleti çıkartınca şimdi onun karşısında siyah bir sutyen ve kot şortla kalmıştım. Uzun çizmelerim dizlerime kadar bacaklarımı sardığı için bu pozisyonda biraz rahatsız ediyordu. Diz çökünce çizmeler rahatsız edici bir his bırakıyordu.
Atletimi top haline getirip Karun’un yarasına bastırdım. Kanlı elini tutup yarasına tampon yapsın diye atletin üzerine koydum. Acı çeken yüzüne güven vermek ister gibi bakarken göründüğüm kadar rahat değildim. “Hiçbir yere gitmiyorum anla artık ben seni koruyabilirim.” Bunu gerçekten yapabilirdim çünkü gereken donanıma sahiptim. Tabii Karun bunu yeteri kadar bilmiyordu. Beni silah kullanırken görmüştü ama dövüşürken hiç görmemişti.
Çok fazla kan kaybetmeye başladığı için artık terlemeye başlamıştı. Acısına direnmeye çalışırken yalvaran gözlerle, “Hâlâ kaçmak için şansın var,” diye fısıldadı. Ter damlacıkları şakaklarından süzülmeye başladığında ifadesini sertleştirip bana hükmetmeye çalıştı. “Ben başımın çaresine bakarım git hadi!” İkimizi koruyacağıma dair hiç inancı yoktu.
Elimi gerilen yüzüne doğru uzatıp işaret parmağımı çatık kaşlarının tam ortasına bastırdım. “Biraz rahatla,” diyerek işi muzırlığa vurdum. Benim için endişelendiğini biliyorum çünkü bugün bana yapılan her şey onun karısına yapılmış olacaktı. Bu şekilde anılacaktı.
Koyu mavi gözlerine bakıp gülümsemeye çalıştım. “Ben Sanrı’nın Saka’sıyım,” diye yalandan böbürlendim. Bunu onu rahatlatmak için yapıyordum. “Kalender çiftini hafife almak neymiş onlara göstereceğim.”
Son söylediklerimle başını iki yana sallayıp yorgunca nefesini verdi. Yaslı olduğu soğuk duvar bile canını yakıyor gibiydi. Ayağının birini yere uzatırken diğer bacağı dizinde bükük bir şekilde duruyordu. Atletimi yarasına biraz daha bastırırken, “Seni küçümsemiyorum ama bir kadının yetenekleri sınırlıdır,” diye kesik kesik nefes almaya başladı. “Kenan ve bizim çocuklar buraya gelene kadar bir yerlere saklan.” İnatla savaşmak yerine kaçmamı veya saklanmamı söyleyip duruyordu. Artık sesi bile acı çekiyordu. Nasıl mümkün, bilmiyorum ama sesinde bile çok fazla acı vardı.
Babamın bana öğretmediği nadir şeylerden biri de korkup kaçmaktı.
Yerdeki silahı alıp yanında güçsüzce duran eline tutuşturdum. “İhtiyacın olabilir,” dedikten sonra ayağa kalktım. Onu burada tek başına bırakıp kaçmayacağım!
Ona sırtımı dönüp kapıya yürüdüğümde, “Saka,” diyen fısıltısını duydum. Adım atmayı bırakıp ona doğru döndüğümde, “Yaklaş,” dedi kısık bir sesle. Solgun yüzü beni endişelendirirken gözlerime yorgunlukla bakıyordu. “Yaklaş,” demek için kendini zorladı. Artık konuşurken bile acı çekiyordu.
Adamlar bizi bulmak için fabrikanın her yerini didik didik ararken ona doğru yürüdüm. Yanında durduğumda başını kaldırıp bana bakmak için kendini zorladı. Yüzündeki her kas acıdan seğirirken, “Biraz daha,” diye fısıldadı. Allah kahretsin, canı çok yanıyordu!
Yanında diz çöktüğümde kendini zorlayarak silahı tutan elini kaldırdı. Diğer eli yarasına pansuman yapıyordu. Kirpikleri ızdırap içinde titreşirken, “Bunu sen al,” deyince gözlerim dolu dolu başımı iki yana salladım. Silahı alıp onu hem yaralı hem de savunmasız bir halde bırakmak istemiyordum. Ama almayınca da aklı bende kalacak ve belki de daha fazla acı çekecekti.
Parmaklarım elinin üzerinde kayarak silahı kavradığında, “Yaklaş,” diye fısıldadı bir kez daha. Yorgun yüzüne bakınca aramızdaki bu mesafenin kapanmasını istediğini anladım. Daha fazla yaklaşmamı istiyordu.
Yüzümü onun yüzüne yaklaştırdığımda kalan son gücüyle bana doğru uzandı. Başını yaslı olduğu duvardan ayırıp iyice yaklaştı. Kafasını yüzümün yanına kaydırdı ve sakalları yüzüme sürtünürken beni öptü. Yanağımda onun dudaklarını hissedince buz kesmiştim. Sıcak dudakları yanağıma tüy gibi bir öpücük bırakmıştı. Donmuş bir şekilde hareket etmeden dururken başını geriye çekip bana baktı. Gözlerim onun mavileriyle kesişince içli bir ifadeyle, “Öpücüğümü eşitlememi istiyorsan bana geri dön,” dedi ve gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Bunun ikimiz için anlamı büyüktü.
Beni hayatta tutmak için bana karşı elinde kalan son kozu oynamıştı.
Gözlerimdeki yaşı hızlıca silip başımı salladım. Ayağa kalkıp kapının sürgüsünü açtığımda yanağımda hâlâ Karun’un dudaklarının izi vardı. Elim duvardaki düğmenin üzerinde durunca, “Sanrı,” dedim ona lakabıyla seslenerek. Başını yorgunca çevirip bana bakınca, “Öpücüğünü eşitlemeden sakın ölme,” diye fısıldadım. “Senin yüzünden kalan hayatımda tüm uğursuzlukları üzerime çekmek istemiyorum,” dedikten sonra ışığı kapattım. Yerini bulmasınlar diye bunu yapmalıydım.
Daha sonra eğilip elimdeki silahı yavaşça yere bıraktım. Çizmemin yan tarafıyla silaha hafifçe vurunca silah yerden kayıp ona doğru gitmişti. Büyük ihtimalle çok yakınında durmuştu. Eğer biri buraya gelip ışığı açarsa hemen yanındaki silahı görüp kendini koruyabilirdi. Silahın yerde kayarken çıkardığı sesi duydu ama göremediği için silahı ona bıraktığımı şimdilik anlamadı. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda kendi hayatım pahasına onun için elimden gelen son şeyi de yapmıştım. Silahsız dışarı çıkmıştım.
Dışarı çıktığımda buradaki tüm ışıkları yaktıklarını gördüm. Tek bir düğmeyle tüm ışıkları birden yakmış olmalılar. En azından küçük depoların ışıkları otomatik değildi. Böylece Karun’un hangi depoda olduğunu bulmaları biraz zaman alırdı. Yerdeki uzun demiri alıp etrafımı kontrol ederek yürümeye başladım. Bir zamanlar sığırları tuttukları bölmeleri kontrol ederek ilerliyordum. Adım sesleri duyunca hemen duvarın arkasına saklanıp beklemeye başladım.
Çoğunu Karun ile ikimiz vurmuştuk geriye en fazla dokuz adam kalmıştı. Dışarıdayken fabrikaya doğru koşan adamları saymıştım. Lakin herhangi bir takviye kuvvet çağırdılarsa burada cesedimiz çıkardı. Adım sesleri yaklaştıkça daha fazla soluğumu tutuyordum. Saklandığım yerden ses çıkarmamaya dikkat ediyordum. Birinin gölgesini görünce kalbim korkudan durma noktasına gelmişti.
Adam saklandığım duvarın arkasından çıktığı an elimdeki demiri kaldırıp suratına geçirdim. Neye uğradığını anlamayan adam yere düştüğü an yüzü parçalanana kadar demirle suratına üst üste vurdum. Bilincini kaybedince hemen elinden düşen silahı aldım. Silahın ucuna susturucu takılıydı. Kafasına ateş ederek onu öldürdükten sonra üzerini aradım. Bulduğum ikinci silahı da aldığımda kulağımın yanından geçen bir kurşunla hemen kendimi duvarın arkasına attım. “Burada!” diye bağırdı biri. Yerimi bulmuşlardı!
Adamın kemerinden çıkardığım silahı belimin arkasına sıkıştırıp doğruldum. Bu tarafa yaklaşan birden çok adım sesi duyduğum için hemen koşmaya başladım. Bir anda biri karşıma çıkınca ikimizde birbirimizi görmeyi beklemiyorduk. Aynı anda silahımıza davrandığımızda ben ondan önce tetiğe bastım. Alnının ortasında bir delik açtığımda sırt üstü yere düşmüştü. Silaha susturucu takılı olduğu için ateş edince yerimi belli edecek kadar çok ses çıkmıyordu.
“Resmen seri ölümlere başladım!” diye kızıp yerdeki cesedin yanından geçtim. İkisi gitti geriye kaldı yedi adam.
Diğer koridora doğru koşup onları mümkün olduğunca çok Karun’un olduğu yerden uzak tutmaya çalıştım. Fakat koridordan sol tarafa doğru dönünce iki adamla karşılaştım ve daha ben bir şey yapmadan silahlarını bana doğrulttular. “Kıpırdama!” diye bağırdı birisi. Elimdeki silahı işaret edip, “At yere!” deyince derin bir nefes alıp silahı attım. En küçük bir hareketimde beni vuracaklarını iyi biliyordum.
Biri bana silah doğrulturken diğeri üzerime yürüyüp, “Geri çekil!” deyince mecburen arkaya doğru birkaç adım atarak silahtan uzaklaştım. Her şey aleyhime işliyordu.
Esmer adam yerdeki silahı alıp beline taktı. Telefonu çalınca çıkarıp açtı. Üzerime doğrultulan silah yüzünden onlar için savunmasız bir haldeydim. Bu yüzden gözlerini benden ayırmadan, “Evet, efendim,” dedi her hareketimi izlerken. “Saka elimizde.” Yapacağım en küçük hatada elindeki silahı kaldırıp beni vuracak gibiydi.
Kiminle konuşuyor, bilmiyorum ama bana doğru yürüdü. Tehlikeli biri olduğumu düşündüğü için bana çok yaklaşmadan telefonu uzattı. “Patron seninle konuşmak istiyor.”
Alay edercesine başımı omzuma yatırdım. “Patronun kim senin?” diye onu küçümsedim. “Sizin gibi itlerin tek bir sahibi olmaz,” dediğim an bir anda aramızdaki mesafeyi kapatıp yüzüme attığı tokatla yere savruldum. Hayvan herif o kadar sert vurmuştu ki kafam yamulmuştu. Saçlarım yüzüme savrulurken patlayan dudağım yüzünden ağzımın içinde kan tadı vardı.
Üzerime yürüyüp tam karşımda durdu. Daha sonra eğilip ensemdeki saçlarımı sertçe çekerek başımı kaldırdı. Sinirli bir şekilde bana bakarken, “Senden sıkılmaya başladım kaltak!” diyerek elindeki telefonu zorla kulağıma bastırdı. “Konuş şimdi!”
Boynum arkaya doğru gerilirken, “Kiminle?” diye güldüm. Saçlarımı öyle bir çekiyordu ki acıdan kıvranıyordum ama buna rağmen kendimden taviz vermeye niyetim yoktu. Elimi yavaşça belime doğru kaydırırken saçlarıma asılan adamın yüzüne baktım. “Hâlâ bana tasmanı tutan piçin adını vermedin.” Telefonu yere atıp tekrar bana vurmak için elini kaldırdı. Fakat belimdeki silahı çıkardığım gibi silahı kalbine bastırıp ateş ettim.
Tetiğe bastığım an hemen ceketinden tutup onu üzerime çekmiştim. Böylelikle arkasındaki diğer adam ateş edince cesedi beni kurşundan korumuştu. Adamın ikinci kez ateş etmesiyle mermi sol kolumu sıyırdı ama bende onu vurdum. O bana ateş ederken bende silahı üzerimdeki cesedin koltuk altından çıkartıp onu boğazından vurmuştum. Şu ana kadar tamamen öldürmeye yönelik ateş ediyordum çünkü bana 13 Haziran’ı yaşatan bu Ermeni piçlerine acımam yoktu!
Dördü gitti geriye kaldı beş adam.
Üzerimdeki cesedi iterek ayağa kalktığımda göğüs kafesim hep kan içinde kalmıştı. Vurduğum adamın kanı göğüslerime bulaşmış, sütyenden karnıma doğru akıyordu. Başımı çevirip sol koluma bakınca kurşunun sıyırdığı kolumdan da kan akıyordu. Bu yara hareketlerimi kısıtlayacak kadar büyük veya beni etkisiz hale getirecek kadar ölümcül değildi. Yerdeki adamın silahını alıp tekrar belimin arkasına taktım. Yedek silahım olması hayatımı kurtarırdı.
Yere düşen telefondan, “Nazım cevap ver!” diye bir ses geliyordu. “Orada her şey yolunda mı?”
Eğilip telefonu aldığımda konuşan kişiyi Büyük Patron olarak kaydettiğini gördüm. Onun kim olduğunu biliyorum çünkü bu sesi mıh gibi aklıma kazımıştım. Ne sesini unuturdum ne de bana yaşattıklarını. “Merhaba, Carlos,” dediğimde etrafımı kontrol ederek yürümeye başladım. Her an bir yerlerde yeni birileri fırlayabilirdi.
Sesimi duyunca bir an duraksadı fakat daha sonra, “Saka!” dedi genizden çıkan bir hırıltıyla. “Bu geceyi sağ çıkaracağından emin misin?” Keyifli sesini duydum. “Avcının inindesin küçük kuş, tuzaklarımdan kurtulamazsın.”
Sinirliydim ama sesimi olabildiğince neşeli çıkarmaya çalıştım. “İt pusu kurar kurt bozar, Carlos.” Kafamı uzatıp koridoru kontrol ettim. “Bunu henüz çocukken sana kanıtladığımı sanıyordum.”
Saklandığım yerden çıkıp hemen diğer bölüme girdim. “Evet, bana öğrettiğin bazı şeyler var ama benden de çok şey öğrendiğini inkâr edemezsin.” Dalga geçtiği o kadar çok belli oluyordu ki.
“Ah, bunu nasıl inkâr edebilirim.” Kafamı uzatıp tekrar etrafımı kontrol ettim. “Bana bir yıkımın nasıl yapıldığını öğrettiğin için sana minnettarım. Bu arada bu gece katlettiğim adamların için üzgünüm.” Yüzümü buruşturdum. “Ya da üzgün değilim.”
Attığı kahkahayı duydum. “Bende onlardan çok var. Bu arada hâlâ kâbus görüyor musun?” diye sesimi taklit etti. “Annen için baş sağlığı dilemediğimi hatırladım. Ah, Tanrım ne kadar da kabayım.” Allah’ın cezası it!
“Lütfen kendini mahcup hissetme,” diye zoraki bir şekilde güldüm. “Bu konuda en az senin kadar kabayım. Oğlunu parçalarına ayırmak beni ne kadar bedbaht etti anlatamam.” Sesimi üzülmüş gibi çıkarıp iyice onu delirttim. “Bir mezarının bile olmaması ne acı. Söylesene her 13 Haziran’da onun için bir mum yakıyor musun?” Adım sesleri bu tarafa doğru yaklaşıyordu.
Sırtımı duvara yaslayıp beklemeye başladığımda Carlos’un, “İki mum yakıyorum,” diyen sesini duydum. “Biri oğlum için biri de doğun günün için.” Bir şeyi yeni hatırlamış gibi garip bir ses çıkardı. “Ne kadar da unutkanım sen doğum günü kutlamıyordun, değil mi?” 13 Haziran’da doğmuştum yani patlamanın yaşandığı o gece. Doğum günümde bana ve arkadaşlarıma yaptığı şeyi bana hatırlatıyordu.
“Doğduğum gün oğlunun öldüğü gün, Carlos,” dedim. “Sırf bunun için bile bir kutlama yapabilirim.”
“Bu gece ölme küçük kuş.” Sesindeki kini iliklerime kadar hissettim. “13 Haziran’a sayılı günler kaldı. Senin için hazırlayacağım doğum gününü görmeden ölmeni istemiyorum. Adamlarıma Kalender’i verirsen senin kılına bile zarar vermeden gitmene izin verecekler.” 13 Haziran geldiğinde bana ulaşması için Karun onun önündeki en büyük engeldi. Bu yüzden Karun onu bulmadan o Karun’dan kurtulmak istiyordu.
Adım sesleri gittikçe yaklaşırken kısık bir sesle, “Bu gece itlerin beni geçmeden kocama ulaşamaz!” dedim. “Şimdi kapatmam gerekiyor malum dökmem gereken kanlar var,” dedikten sonra telefonu kapattım. Karun’un arkasında benim gibi bir karısı varken bu gece kimse ona yaklaşamazdı!
Adım sesleri dibime kadar gelince bir anda ortaya çıkıp tetiğe bastım ama silah ateş almamıştı. Lanet olsun kurşun bitmişti! Hemen belimdeki silahı çıkardım ama çok vakit kaybettiğim için karşımdaki adam elime tekme atarak silahı yere düşürdü. Acıyan elime konsantre olmadan karnıma attığı yumrukla geriye doğru sendeledim. Kaburgalarımdaki hasar henüz tam olarak iyileşmeden karnıma aldığım bu darbe beni mahvetmişti.
Öne doğru büküldüğümde hızlıca aramızdaki mesafeyi kapattı. Lakin son anda başımı kaldırıp suratıma gelen yumruğunu tutabilmiştim. Yumruğunu avucuma hapsettiğim gibi başımı geriye çekip yüzüne kafa attım. Birkaç adım geriye çekilip kanayan burnuna tutunca sırıttım. “Merak etme tanıdığım çok iyi bir estetik cerrahı var,” dediğimde adeta kükreyerek bana saldırdı.
Seri bir şekilde savurduğu tüm yumruklarından kurtulmayı başardım. Bir anda cebinden bir bıçak çıkartıp boynuma savurunca, belimi arkaya yay gibi bükerek bıçaktan kurtuldum. Bıçak yüzümü santim farkıyla es geçince doğrulup tüm gücümle çenesinin altından yukarıya doğru yumruk attım. Dişleri birbirine çarpıp zangırdayacak kadar sert bir yumruktu. Sersemleyince ona doğru koştum ve kendi etrafımdan dönerek boynunun sağ tarafına tekme attım.
Tekmenin hızı ve şiddetiyle çizmemin ince topuğu boynunda sağlam bir yara açmıştı. Boynuna tutup gözlerime bakarken gözleri kaydı ve bir anda sırt üstü yere yığıldı. Bayılmıştı. Çizmemin topukları zeminde ses çıkartırken eğilip yerdeki silahı aldım. Bayılan adamın yanında durup silahı yüzüne doğrulttum. “İyi uykular tatlım,” dedikten sonra tetiğe basarak beynini dağıttım. Yaralamak yetmezdi hiçbirini yaşatmayacağım!
İlerlemek için tam bir adım atmıştım ki büyük bir gürültü duydum. Sanki küçük çaplı bir deprem olmuş gibi her yer zangırdamıştı. Neler olduğunu anlamak için etrafıma baktığımda hoparlörden gelen müzik sesiyle afalladım. Şarkı mı çalıyordu?
“Geldim işte dostum yüzün gülsün be. Yaralarım ağır varsın olsun be.
Halimizi bir tek Allah bilsin be.
Ben varım yanında yalnız değilsin.” Şarkının sözlerini duyunca kahkaha atarak sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladım. Kadem gelmişti!
Evet, o geldi çünkü böyle manyakça bir girişi sadece o yapabilirdi!
Tehlikeyi benden uzaklaştırıp dikkatleri kendi üzerine çekmek için bunu yaptı.
Silah sesleri geliyordu. Üst üste kurşun sesleri gelince artık bundan emin oldum. Bilerek müziği son ses açmıştı, böylelikle geriye kalan adamlar çakal sürüsü gibi sesin geldiği yere doluşacaktı. Neyse ki ona pek adam bırakmamıştım. Aksi takdirde hepsiyle tek başına uğraşmak zorunda kalacaktı. Bir süre sonra kurşun sesleri kesilince içimi bir korku sardı. İki taraftan birileri etkisiz hale gelmiş olmalı ki kurşun sesleri durmuştu. Ama şarkı hâlâ çalıyordu.
Koşarak koridoru geçtim ve makinelerin olduğu kısma gelince gördüklerimle afalladım. Bu ruh hastası resmen arabayla fabrikanın duvarının içinden geçmişti. Kapıdan girmek varken arabayla duvara dalmıştı. Arabanın ön kısmı içerideyken arka kısmı dışarıdaydı. Kadem olacak manyağın arabada açtığı şarkı bangır bangır çalıyordu. Kadem ise iki elinde iki silah tutarak arabanın önünde duruyordu. İyi olduğunu görünce rahat bir nefes aldım. Anlaşılan kalan adamların icabına bakmıştı.
Tıpkı benim gibi o da beni görünce rahat bir nefes almıştı. İkimizde hâlâ yaşıyorduk. Ona bakınca gülmemek için kendimi zor tuttum çünkü yüzünün farklı yerlerinde tam yedi yara bandı vardı. Boynunda, çenesinin altında, yanaklarında ve çenesinin farklı yerlerinde çok fazla yara bandı vardı. Tıraş olmayı gerçekten bilmiyordu, değil mi?
Yüksek sesle çalan şarkının eşliğinde birbirimize doğru yürümeye başladık. Tam zamanında gelmişti. Ona doğru yürürken şarkıya eşlik etti ve o da yüksek sesle şarkıyı söylemeye başladı. Gözlerimin içine bakıp şarkıyla birlikte, “Kurşunlar yağarken önündeyim söz,” diyerek bulunduğu yeri gözleriyle işaret etti.
“Hapiste mezarda yanındayım söz.
Hem başında hem de sonundayım söz. Ben varım yanında yalnız değilsin,” dediğinde ben ona doğru koşarken o, kollarını kaldırdı ve arkamdan bir yerlere üst üste ateş etmeye başladı. Sanırım geriye kalan son kişiyi de vurmuştu.
Ateş etmeyi bıraktığı an ona yetişip boynuna atladım. Burada tek başıma Carlos’un adamlarının eline düşeceğim diye o kadar çok korkmuştum ki, Kadem’i görmek mutluluktan ayaklarımı yerden kesti. “Geldin,” dedim ona sımsıkı sarılırken. Çilek kokuyordu.
Elindeki silahlarla birlikte bana sarılırken güldü. “Sen yeter ki çağırmasını bil ben hep gelirim,” deyince içim sıcacık olmuştu. Bana yaptıklarından sonra ondan nefret etmem gerekiyordu ama nedense bir tek ondan nefret edemiyordum.
Beni bu evliliğe mahkûm etmesi bile ondan nefret etmem için yeterli değildi. Bu çilek kokulu adam da bir şeyler vardı. Karun aklıma gelince gözlerimi korkuyla açıp, “Kadem o yaralı,” deyip hemen ondan ayrıldım. “Karun vuruldu!”
Elindeki silahları beline takıp etrafını kontrol etti. “Beni ona götür.” Başımı sallayıp Karun’un olduğu tarafa doğru koşmaya başladım.
Peşimden gelirken, “Üzerindeki o şey sütyen mi?” diyen şaşkın sesini duydum. Bunu yeni fark etmiş gibiydi.
Duvarın yanında dönerken, “Kadınlar genelde göğüsleri için takar bunu,” dedim.
Arkamdan, “Biliyorum salak!” diye bana kızdı. “Ama kadınlar genelde sutyenin üzerine bir şeyler giyerler, sen niye giymedin?”
“Giydim herhalde!” diye ona kızıp koşmaya başladım. “Ama daha sonra çıkarmak zorunda kaldım.”
“Neden çıkardın? Dövüşürken adamlara göğüslerini göstermek bir çeşit taktik mi?”
“Karun’un yarasına tampon yapmak için atletimi çıkardım!”
“Karun’un üzerindeki şeyi çıkarmak aklına gelmedi mi? Ulan sen niye soyunuyorsun?” dediğinde sinirden çığlık atabilirdim! Tek sorunumuz yarı çıplak olmam değildi! Karun ne halde henüz bilmiyoruz!
Umarım öpücüğünü eşitlemeden ölmek gibi bir hata yapmamıştır!
Yorumlar