“Şu anda bende nefret ettiği şeyler ileride sevdiği her şey olacaktı, haberi yok.”
Hastanenin çatısına çıkıp ayaklarımı boşluğa uzatarak oturdum. Bir sigara yaktığımda bahçeye bakıyordum. Karun’un adamları bahçenin dört bir yanını sarmış adeta kuş uçurtmuyorlardı. Gazeteciler hastanenin bahçesindeki koruma engelini aşmak için çırpındıkları için kafamda bir şapka vardı. Yüzümü gösterecek her şeyden kaçıyordum. Karun’u bu hastaneye getirdiğimizden beri haberi alan gazeteciler buraya doluşmuştu. Tabii onlara da malzeme çıkmıştı ne de olsa büyük iş insanı Karun Kalender vurularak hastaneye kaldırılmıştı.
Karun’a ulaşamıyorlardı ama bahçede durup onu ziyarete gelen tüm insanları çekiyorlardı. Şu zamana kadar hep önemli ve tehlikeli insanlar onu ziyarete gelmişti. Üstelik her gelen tıpkı Karun gibi büyük bir konvoyla geliyordu. Sanki Cumhur Başkanı hastanede yatıyormuş gibi ülkenin her yerinde seçkin insanlar çıkıp geliyordu.
Ciddi ciddi kocamın bir çeşit aşiretten falan geldiğini düşünmeye başladım. Nerede mafya veya tehlikeli insan varsa adamlarıyla hastaneye gelip ona geçmiş olsun dileklerini sunuyordu. Her gelen kişinin arkasında ordu gibi adam vardı. Hastane yönetimi bile güvenliği hat safhaya çıkarmıştı. Karun Kalender gibi biri onların hastanesinde kaldığı için ona bir şey olacak diye diken üstündeydiler. Sanırım kocam düşündüğümden daha tehlikeli ve önemli biriydi.
Sigaramı içtiğim için ayağa kalktım. Neredeyse akşam olacaktı ama dün geceden beri Karun’u hiç görmedim. Bu sabah uyandığını duydum ama o kadar çok gelen giden vardı ki bir türlü onu görmeye fırsatım olmuyordu. Onun için endişelenen çok fazla dostu vardı. Belki bugün bile sıra bana gelmezdi.
Karun’un odasının olduğu koridora gelince gördüğüm korumalar beni ürküttü. Bu katın tüm koridorlarında onlarca koruma olduğu için burada kalan hastalar da çok tedirgin olmalı. Koridorun sağında ve solunda duran korumaların arasında yürürken şaşkınlığımı gizlemek için kendimi zor tutuyordum. Önünde geçtiğim her koruma hemen ceketinin önünü düğmeliyor, başlarını eğerek büyük bir saygıyla bana selam veriyordu. İlk günlerde beni zerre kadar ciddiye almayan tüm bu adamların değişimleri müthişti. Sanırım patronlarının hayatını kurtararak nihayet onların saygısını kazanmıştım.
Bu lanet adamların bana saygı duyması için illa birilerini öldürmem mi gerekiyormuş? Sanırım onlara Sanrı’nın karısı olduğumu kanıtlamıştım. Ne de olsa bu adamlar yanlarında kendi gibi gözü kara kadınlar istiyordu. Süslü bir kokona olarak gördükleri bir kadın tek bir gecede hepsini ters köşe yapmıştı.
Karun’un kaldığı odaya yetişmeme az kalmıştı ki Rengin odadan çıktı. Beni görünce hemen kapıyı kapatıp bana doğru yürüdü. Yanıma gelen kadın kaşlarını çatarak, “Ne işin var senin burada?” diye hesap sorunca afalladım. “Karun seni görmek istemiyor derhal git!” Nişanlısını kurtaran kişinin ben olduğumun farkında mı? Ne demek ne işim var burada? Karun’u buraya getiren zaten benim! Ben olmasaydım şimdiye ölmüş olurdu.
“Demek beni görmek istemiyor öyle mi?” dedikten sonra burada duran korumalardan birine döndüm. “Çağırın gelsin!” dedim. Bakalım yüzüme karşı da beni görmek istemediğini söyleyebilecek miydi?
Rengin telaşa kapılarak hemen kolumu tutup sıktı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye beni buradan uzaklaştırmaya çalıştı. “Burası rezalet çıkartacağın bir yer değil!”
Kolumu sertçe çekerek ondan uzaklaştım ve tekrar korumalara döndüm. “Size çağırın gelsin dedim!”
Korumalar ne yapacağını bilmez bir halde birbirine bakarken içlerinden biri kısık bir sesle, “Bu repliği çok seviyor olmalı,” deyince diğerleri gülüşünü saklamak için başını hemen önlerine eğmişti.
Tam o esnada koridorda Karun’un sert sesi bir bıçak gibi herkesin neşesini kesti. “Karım size çağırın dediyse çağıracaksınız!” Herkes irkilerek kendine çeki düzen vermeye başlamıştı. Vay canına işte bunu beklemiyordum.
Yalnız Rengin’in rengi attı.
Yavaşça Karun’a doğru döndüğümde odanın önünde güçlükle ayakta durduğunu gördüm. Kenan onun koluna girdiği için ondan destek alarak ayakta duruyordu. Üzerinde sadece siyah bir eşofman altı olduğu için onun kaslarıyla bakışıyordum. Ne sargılı karnı umurumdaydı ne de zorlu bir ameliyattan çıktığı için solgun yüzü. İlgimi çeken tek şey sıkı ve muhtemelen taş gibi sert olan kaslarıydı. Acaba onu sağ salim görünce çok mutlu olduğum için farkında olmadan sarılmışım gibi yapsam mı?
Hormonlarım uçuşta o kasları hissetmek istiyordum. Tamam, Bige dünyaya dön artık çok fazla dikkat çekiyorsun! Başımı kaldırıp sonunda onun yüzüne baktığımda çok utandım çünkü az önceki bakışlarımı yakalamıştı. Artık gözlerimi kaslarına dikip nasıl baktıysam Rengin kırmızı görmüş boğalar gibi bana bakıyordu. Kenan gülmemek için yanaklarının içini ısırırken Karun, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Her an gür bir kahkaha atacakmış gibi duruyordu. Vücudunu beğenmem hoşuna mı gitti?
Kimse bana bu konuda tek kelime etmemesine rağmen, “Ne var ya?” diye onlara çıkıştım. “Üzerimdekileri çıkarsam ağzınızın suyunu akıtarak bakarsanız ama ben bakınca olay olsun. Bende bir insanım herhalde!” dediğimde korumalar bıyık altından gülerken Karun, “Kenan,” dediğinde yine gülüşünü saklamak için başını eğmişti ama sesi onu ele veriyordu. “Daha fazla konuşturmadan karımı odaya sok.”
Kenan onun kolunu bırakmadı çünkü Karun’un ondan destek alarak ayakta durduğunu biliyordu. Bu yüzden gözleriyle bana odayı işaret edince, “Kocama bakmak da suç!” diye homurdanıp odaya yürüdüm. Kızgın olduğum için kafamı kaldırmamıştım ama odaya girdiğimde Karun’un gülüşünü duymuştum. Bence koridordaki herkes duydu ve gördü. Evet, Rengin bile.
Odaya girdiğimde Karun tek başına peşimden geldi ama içeri girerken, “Rengin bize az müsaade et,” deyip odanın kapısını kapattı. Bu son yaptığıyla Rengin beni çiğ çiğ yiyecekti.
Kapının önünde dikilen adama bakıp fısıltıyla, “Nişanlın şu anda beni nasıl öldüreceğini düşünüyor olabilir,” dediğimde odada yalnız olmamıza rağmen beni taklit edip o da fısıltıyla konuştu. “Dün gece gördüklerimden sonra bence üstesinden gelebilirsin.” Bazen bana uyması çok hoşuma gidiyordu.
Yürüyüp yatağın yanına geldikten sonra yarasına dikkat ederek yatağın üstüne oturdu. Gözleri en ince ayrıntısına kadar beni incelerken bir şeyi yeni fark etmiş gibi kaşlarını hafifçe çattı. “Üzerindeki gömlek kime ait?” deyince başımı eğip üzerime baktım. Kadem’in buz mavisi gömleği vardı üzerimde. Bir erkeğin gömleği olduğu çok açıktı ve nedense bu Karun’u huzursuz etmişti.
Dün gece Karun’u bulduğumuzda bilinci kapalı bir haldeydi. Bıraktığım depoda sırtını duvara yaslamış bir halde oturduğu için kendinden geçmişti. Fakat deponun kapısı ve ışıkları açıktı. Deponun içinde yerde yatan bir ceset vardı ve Karun elinde tuttuğu silahla bilincini kaybetmişti. Tam da düşündüğüm gibi biri onun yerini bulmuştu ve bıraktığım silah onun hayatını kurtarmıştı.
Nabzı çok yavaş olduğu için onu hemen hastaneye getirmiştik. Fakat Duha’ya çalıştığı için Kadem hastanenin yakınlarında inmişti. İletişim halinde olduğumuz bilinsin istemedi. Araba onun değil çalıntıydı, yani Karun arabayı araştırsa bile Kadem’e ulaşamazdı. Büyük ihtimalle dün geceki adamlardan birinin çalıntı araba kullandığını ve onu o arabayla buraya getirdiğimi düşünecekti. Kenan gelene kadar polislere ifade vermekten kaçınmıştım. Daha sonra tıpkı Kenan’ın istediği gibi yolda yüzü maskeli adamlar tarafından saldırıya uğradığımızı söylemiştim.
Onlara süt fabrikasından veya çıkan çatışmadan hiç bahsetmemiştim. Kenan tüm cesetlerden kurtulup geriye hiç delil bırakmayacağını söylemişti. Bu tür şeyleri ilk kez yapmadıkları çok belliydi. Kadem arabadan inmeden hemen önce gömleğini çıkartıp bana verdiği için şu anda üzerimde onun gömleği vardı.
Kadem’in iri vücuduyla kıyaslayınca gömlek bana çok uzun ve boldu. Kollarını toplayarak içinde kaybolan ellerimi kurtarmıştım. Gömleğin uzunluğu kalçamın altına geldiği için şortum hiç görünmüyordu. Sanki seviştikten sonra sevgilimin gömleğini giymişim gibi görünüyordum. Üstelik ayaklarımda çizmelerim yerine Kenan’ın benim için getirttiği spor ayakkabılar vardı. Evet, çizmemin topuğu kırılmıştı!
“Arabada buldum,” diye ona yalan söyledim. Tanıdığı bir erkeğin gömleğini giymemem onu rahatlattığı için başını salladı.
Komodinin üzerinde duran telefonu çalınca odayı dolduran müziği dinlemeye başladım. “Karadeniz yöresinin müziği değil mi bu?” dedim. Evet, telefon çalınca odayı kemençe sesi doldurmuştu.
Başını sallayarak telefonu alıp kapattı. “Levent’in işidir,” dedikten sonra telefonu aldığı yere koydu. “Ne zaman bizim oraları özlese telefonumun müziğini değiştiriyor.”
“Sizin oralar?” dedim anlamayan gözlerle.
“Ordu,” deyince gözlerimi kırpıştırarak ona bakmaya başladım. “Ama hiç şiven yok.” Türkçe’yi benden daha iyi konuşuyordu ve şu zamana kadar bir kez bile Karadeniz şivesiyle konuştuğunu görmemiştim. Ordu’lu muydu?
Düz bir şekilde bana baktığında gözlerinin ardında alay vardı. “Olmadığını nereden biliyorsun?” Öne bükük oturduğu için kendini zorlayarak duruşunu düzeltti. “Ceddini inkâr etmediğin sürece hangi dili konuştuğunun bir önemi yok.” Doğru söylüyordu ama istemsizce onu Karadeniz şivesiyle konuşurken görmeyi istedim.
Kısa bir sessizlik olduktan sonra aklımı kurcalayan şeyi daha fazla erteleyemedim. “Şimdi gelelim bir diğer konuya,” dediğimde öpücüğünü eşitlemesi için beklenti dolu gözlerle ona bakıyor, yanağımı işaret ediyordum.
Ne demek istediğimi çok iyi anlamasına rağmen aptalı oynadı. Yavaşça ayağa kalkıp karşımda durdu ve kaşlarını yukarı kaldırdı. “Hangi konu?” İfadesi katıydı ama muzırca bakan gözleri ne istediğimi çok iyi bildiğini gösteriyordu.
“Sence de bir şey unutmadın mı?”
Hiç düşünmeden, “Hayır,” deyince dişlerimi sıkıp, “Beni öpmelisin!” dedim kızgın bir sesle. “Hemen!”
Her defasında bunu bana sesli söyletmekten sadistçe bir zevk alıyormuş gibi bakıyordu. “Dün geceden beri başıma gelmeyen kalmadı.” Dudaklarımı sarkıtarak ne kadar zor durumda olduğumu ona anlatmak istedim. “Seni hastaneye getirdiğimde arabanın kapısını kapatırken parmaklarımı sıkıştırdım.”
Elimi kaldırıp sol elimdeki zedelenmeyi ona gösterdim. “Bir saat sonra çizmemin topuğu kırıldığı için onları çıkarmak zorunda kaldım.” Ayağımdaki spor ayaklara iğrenmiş gözlerle bakıyordum. “Kenan bana bunları bulana kadar çıplak ayakla gezmek zorunda kaldım. Serçe parmağımı merdivene çarptığım için çok acıdı.” Hatırlayınca bile acısını tekrar hissedip somurtuyordum.
“Öpücüğünü eşitlemedin diye üzerime çekmediğim uğursuzluk kalmadı. Ve bunlar daha başlangıç.” Ağlamaklı gözlerle ona bakmaya başladım. “Anlamıyor musun, çok müşkül bir durumdayım. Artık öp beni,” diye kendimi ona acındırmaya çalıştım ama bu hayvan herif bana üzülmek yerine bunu komik bulmuş gibi bakıyordu!
Gözleri kısıldığında gülecek gibi olmuştu. Başını hafifçe sol omzuna doğru eğerek bana bakmamaya çalıştı ya da tebessüm eden yüzünü benden gizlemeye çalışıyordu. Yanağının içini dişlerken ciddi durmak için kendini zorladığını görebiliyorum. İçler acısı halim onu eğlendiriyor mu?
“Hayatını kurtardım!” diye kaşlarımı çattım. “Bana bir can borçlusun bu yüzden borcunu ödemek için beni öp!” Hayır, onu kurtardığım için alçakgönüllülük yapıp bu konuyu hızlıca kapatmayacağım. Aksine onu canından bezdirene kadar bunu ona hatırlatabilirdim.
Yüzünde gizleyemediği bir tebessümle bana doğru yürüdü. “Evet, senin sayende yaşıyorum,” dediğinde sesi sıcak, bakışları daha yumuşaktı. Karşımda durup gözlerimin içine bakarak, “Teşekkür ederim,” dediğinde bana teşekkür etmesini beklemediğim için afalladım. Bu suratsız herif bana teşekkür mü etti?
“Orada bana sesini duyurduğun için de teşekkür ederim,” dediğinde bunu yaptığım için benimle gurur duyduğunu gizleyemiyordu. “Çağırın gelsin demek işe yaramaz, Saka.” Az önce dışarıda söylediklerime değinmişti. “Sesine gelmemi istiyorsan tıpkı dün gece olduğu gibi bana sesini duyur.”
Mavi gözleri anlam veremediğim bir sıcaklıkla bana bakarken, “Sesini duyduğum sürece sana gelirim,” dediğinde boğazım kurudu, yutkunamadım. Dün gece benden istediği gibi çığlık atmıştım ve bunu daha önce o benden istediği için yaptığımı anlamıştı. Bu yüzden dün gece bana güvenmeyi seçmişti. Tıpkı buna karşılık olarak o da benim için on üçe kadar saydığı gibi.
Aslında şimdi düşününce mükemmel bir uyum içinde dün geceyi atlattığımızı anlıyordum. Karun iki saat boyunca frenleri tutmayan bir arabayı yoğun bir trafikte kullanmayı başarmıştı. Üstelik bunu yaparken hiç kaza yapmamıştı. Benzinin biteceğini anlayınca arabayı daha tenha bir yere götürmeyi başarmıştı. İkimiz arabadan inip fabrikaya doğru koşsaydık arkamızdaki adamlar bizi sırtımızdan vururdu. Bu yüzden o beni korurken ben kaçmıştım.
Daha sonra ben onu korurken Karun kaçmayı başarmıştı. O yaralanınca da ben onu güvende tutarak tüm sorumluluğu üzerime almıştım. İtiraf etmek istemiyorum ama dün gece gerçekten iyi bir çift olmuştuk. O da aynı şeyleri düşünüyor olmalı ki artık bana olan bakışları daha dost canlısıydı. En azından hep olduğu gibi artık bana bakarken kaşlarını çatmıyordu. Üzerime eğilmeye başlayınca soluğumu tuttum. Bunu yaparken gözlerini gözlerimden ayırmadığı için kalbim hızlanıyordu.
Sanki beni yanağımdan değil dudaklarımdan öpecekmiş gibi yakıcı bir gerginlik vuku bulmuştu. Tam yüzlerimiz arasındaki mesafe azalmıştı ki duraksadı. “Seni öperim ama bir şartla,” dediğinde sesi boğuk çıkıyor, gözleri sürekli dudaklarıma kayıyordu.
“Ne?” Çıldırdım. “Tek şartın hayatta kalmamdı ve yaptım bunu!” diye ona çıkıştım. “Bana yeni bir şart sunamazsın!”
Yüzünü geriye çekerek benden uzaklaştı. “Malikaneye taşınmazsan öpmem seni,” dediğinde şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Bu ne tür bir fırsatçılıktı!
“Kovulduğum yere asla gitmem!”
Kaşlarını çattı. “Evimde yaşamayan bir kadını da ben öpmem!”
“Öyle mi?” dedikten sonra yumruklarımı sıkarak üzerine yürüdüm. “Zorla öptürürüm o zaman! Madem güzellikle olmuyor bende zorla öptürürüm!” Onun yüzünden daha fazla üzerime uğursuzluk çekip bir yerlerimi kırmayacağım! İnançlarımı hafife alamazdı!
Şaşkın bir suratla geriye doğru bir adım attığında irkilmişti. “Şaka yapıyor olmalısın,” dedi çünkü küçük bir öpücük için üzerine yürüyeceğimi beklemiyordu.
“Hı hı şaka yapıyorum!” Üzerine yürümeye devam ettim. “Birazdan seni dövüp yanağımı dudaklarına bastırdığımda da şaka yapıyor olacağım!”
Ben onun üzerine yürürken o, arkaya doğru adımlar atarak benden kaçıyordu. “Kocaya el kalkmaz manyak karı!” Bana kızmak için kendini zorlayıp karnındaki yarayı gösterdi. “İyileştiğimde gel.”
“Sevgili kocam eğer hemen şimdi beni öpmezse iyileşmek gibi bir şansı olmayacak!”
Arkaya doğru attığı son adımıyla sırtı kapıya değmişti. Hızlıca aramızdaki mesafeyi kapatıp karşısında durdum. Kaçmak için sağa doğru hareket edince elimi kapıyı bastırarak buna izin vermedim. Sol taraftan kaçmaya çalıştı ama hemen diğer elimi de kulağının yanından kapıya bastırdım. Şimdi ben ve kapı arasında kapana sıkışmıştı. Başımı kaldırıp sinsice sırıtarak yüzüne baktım. “Şimdi öp beni yoksa,” deyip dizimi yukarı doğru kaldırdım ve diz kapağımı yarasının üzerine hafifçe bastırdım. “Kan çıkar!”
Kollarımın arasında kapana sıkışmışken başını küçük bir açıyla eğip karnındaki yaraya baktı. Daha sonra iki yanında duran kollarıma ve en sonunda da bana baktı. Kızmasını beklerken beni afallatacak bir şey yaptı. Başını kapıya yasladı ve kahkahalarla gülmeye başladı. Evet, bunu gerçekten yaptı. Üzerine atlayıp onu tehdit etmem hoşuna gitmiş gibi gülmeye başlamıştı. Donup kaldım. Kızması gerekmiyor muydu?
Onu ilk kez böyle dolu dolu gülerken gördüğüm için büyülenmiş gibi ona bakıyordum. Gülünce sert çehresinde herhangi bir değişiklik olmuyordu ama yüz hatları daha yumuşak, gözleri daha içten ve sıcak görünüyordu. Gözlerine yer edinen sanrıların gölgesi gülüşüyle dağılmıştı. Artık mavi gözleri daha berrak ve daha güzeldi. Gülüşlerinin arasında, “Sen neden böylesin?” dediğinde böyle olmamdan memnunmuş gibi bakıyordu. Sanki böyle olmamı sevmişti.
Soluksuz bir şekilde onu izlediğimi görünce gülüşü hızla soldu. Güneşli bir havayı gasp eden bulutlar gibi yüzü bir anda karardı ve yüz ifadesi eskisine göre daha sert bir hale geldi. Bana güldüğünü fark etmesi kanını dondurmuş gibi bir anda buz gibi birine dönüşmüştü. Kaşlarını çattığını gördüm, artık gözleri beni ürkütecek kadar kızgın bakıyordu. Bir şeyler onu kızdırıyor veya rahatsız ediyor gibiydi. Hızlı bir şekilde yanağıma küçük bir öpücük kondurduğunda kolumu iterek yatağa yürüdü. Döver gibi bana istediğimi vermişti.
Afallamış bir şekilde başımı çevirip sırtıyla bakışırken, “Dışarı çık!” deyince korkuyla ürperdim. Bunu gerçekten hak ediyor muydum?
İncindiğimi hissediyorum.
Nedendir bilmiyorum ama gördüğüm bu muamele karşısında gözlerim doldu. “On üç gün boyunca sana hiç gülmem görürsün!” dedim ağlamaklı bir sesle. “Sürekli bana kızıyorsun bende artık bir tek sana gülmem! Zaten boşanacağım da senden, bir daha görmeyeceğim seni!” diye ona bağırdığımda kaşlarını kızgınlıkla çattı. “Senden daha çok istiyorum boşanmayı!”
Sinirle bana döndüğünde ıslak gözlerimi ve titreyen dudaklarımı görünce yutkundu. Bu kadar incineceğimi beklemiyordu, ben bile beklemiyordum. Ama ondan gördüğüm muamele çoğu zaman beni üzüyordu. Gözlerine pişmanlık akın ederken kısık bir sesle kendisine küfrederek bana doğru yürüdü. “Tamam, biraz ileri gittim.” Bunu kabul etmekten bile zorlanıyordu. Biraz mı? Bana kendimi berbat hissettiriyordu.
Karşımda durup daha yumuşak bir sesle, “Yemek yedin mi?” diye gönlümü almaya çalıştı. “Senin için et söyleyebilirim.”
Somurtarak başımı onun olmadığı bir tarafa çevirdim. “İstemiyorum senin yemeğini.”
Yan tarafa doğru birkaç adım atarak baktığım yöne geçti. “Sen küstün mü bana?” dediğinde yine gülecekmiş gibi duruyordu.
“Ne küsecekmişim,” diye burnumu çektim. “Boşanacağım işte senden!”
Beni daha fazla kızdırmamak için gülüşünü dizginlemeye çalıştı. “Tamam, sakinleştikten sonra boşanırsın,” dediğinde küçük bir çocukla konuşur gibiydi. “Et istemediğine emin misin?”
“Beni bir tabak etle kandıramazsın!”
Düşünüyormuş gibi başını ağır ağır salladı. “Bakalım neler yapabiliyoruz,” dedikten sonra somurtkan yüzüme baktı. “Yeni çizmelere ne dersin?”
Beni avutmaya mı çalışıyordu?
“Benim param var.” İnatçı bir tutumla kollarımı göğsümde birleştirdim. “Kendim alırım.”
“Tam olarak ne istiyorsun, Saka?”
“Bir Sanrı’dan hiçbir şey istemiyorum.”
Dişlerini sıkıp bana tersçe bakmaya başladı. “Üzgün olduğumu görmüyor musun?”
“Yoo hiç belli olmuyor.” Gerçekten hiç üzgünmüş gibi görünmüyordu. Aksine ikinci kez kahkahalarla gülecekmiş gibi duruyordu.
“Üzgünsen özür dile.” Avucumu açıp ona elimi uzattım. Başını eğip uzattığım elime baktı. Hiçbir şey anlamadığını görünce, “Birini kırarsan onun avucunun içini öperek özür dilediğini göstermelisin,” diye küçük bir açıklama yaptım. “Sözle olan kuru bir özrün iyileştirici gücü yoktur ama avucunun içini öpersen kalp daha hızlı iyileşir ve affeder,” dediğimde çenesinden bir kas seğirdi. “Siktir yine mi!” diye söylendi kısık bir sesle. İnançlarım onu deli ediyordu.
Dolu dolu gözlerle ona bakarken ruh halim fazla içliydi. “Tamam.” Dokunsan ağlayacakmış gibi bir ifadeyle kaşlarımı büktüm. “Özür dileme benden.”
Sinirden burun kemerini sıkarken duvarları yumruklamak ister gibiydi ya da beni. “Yahu normal insanlar gibi özür kabul etmiyorsun ki! Bitmiyor batıl inançların!”
“Ama hayatını kurtardım.” Duygu sömürüsü yaparak ona doğru uzattığım elimi gösterdim. “Sen bir özrü çok gör bana. Neyse gidiyorum ben. Keşke seni hiç kurtarmasaydım, elalemin kocaları en azından karılarından özür diliyor.” Eğilip yere bağdaş kurarak oturdum. Sinirlerim bozulduğu için kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. “Biraz ağlayayım sonra giderim ben.”
Normalde ağlamam gereken şeylere kolay kolay ağlamazdım ama en saçma şeylere hep akıtırdım gözyaşlarımı. Mesela Serhat’ın evli olduğunu öğrenince o an ağlamam gerekiyordu ama onun yanında hiç ağlamamıştım. Tabii daha sonra çok ağlamıştım. Bu hep böyle olmuştur. Çocukken bile okulda birileri beni dövse hiç ağlamaz ama parmağıma diken batsa kimseyi umursamadan oturup ağlardım.
***
Karun.
Başımı eğmiş yerde bağdaş kurarak oturan ve ağlayan kadına bakıyordum. Bir insan ne kadar şaşırabilirse şu anda on katı daha şaşkındım. Anlayamıyordum bu kadını, anlamak için elimden geleni yapıyordum ama bir türlü onu anlamıyordum. Sanki tek bir bedene toplanan binlerce karakteri vardı ve ben, tam birini çözdüm derken karşıma farklı biri çıkıyordu. Her erkeğin aklını başından alacak kadar seksi ve ateşliydi fakat bir o kadar da utangaç bir yanı da var gibiydi.
Çoğu kadının yüzü kızarmadan yapmayacağı veya söylemeyeceği şeyleri yapacak kadar arsız, lakin bir kaş çatmasına alınacak kadar da hassastı. Dün gece silahlarla oynayacak kadar cesaretli ama şimdi birdenbire ağlayacak kadar da ürkekti. Hem okumuş ve bilgiliydi hem de olmayacak şeylere inanacak kadar bilgisiz. Gittiği yerlerde nasıl davranacağını bilecek kadar yetişkin ama bir anda yere oturup ağlayacak kadar da çocuktu.
Sanki dünyadaki tüm kadınlar tek bir bedende toplanmış gibi bu kadın bambaşka bir şeydi. Ne anlatılırdı ne de yaşanırdı. Bige Efil Saka cevabı olmayan bir bulmaca gibiydi. Ceza mı yoksa ödül mü hâlâ anlamış değilim. Sanki bir yüzü cennet bir yüzü de cehennemdi. Hem fazla kolay hem de imkânsız derecesinde fazla zordu. Anormal sayılacak her şeydi!
Bir dizimin üzerine diz çökerek karşısında durdum. Diz çöktüğüm için karnımdaki dikişler acıyordu fakat bunu ona yansıtmamaya çalıştım. Elini tutup parmaklarını açtım. İrkilerek beni soluksuz izlerken elini biraz yukarı kaldırdım ve başımı eğerek dudaklarımı avucunun içine bastırdım. “Oldu mu şimdi?” dediğimde bunu yapmamı beklemediği için şaşırdı.
Ağlamayı bırakıp şaşkın ve ıslak gözlerle bana bakıyordu. Küçük bir kız çocuğu gibi bakıyordu. Yirmi altı yaşındaydı, çocuk değildi ama çoğu hareketi fazla çocukçaydı. Nihayet kendine gelince oldu der gibi hızlıca başını salladı. Birkaç saniye önce ağlarken şimdi bana gamzelerini gösterecek kadar gülümsüyordu. Nesin sen?
“Karun,” dediğinde gülüşü dudaklarındaki yerini koruyordu ama çekingen gözlerle bana bakıyordu. “Şey…” Alt dudağını dişleyerek gülüşünü bastırmaya çalıştı. “Öpücüğünü yani özrünü eşitlemelisin.” Bu kadın elimde kalırdı!
“Saçlarından tavana asarım seni!” diye ona kızdığımda başını kaldırıp şaşkınca tavana baktı. “Çok yüksek görünüyor,” dediğinde ciddi ciddi tavanı kontrol ediyordu!
Normal kadınlar kocasından pahalı mücevherler veya kıyafetler isterdi ama benim karım boya kalemi veya bir avuç toprak isterdi! Başka kadınlar evinde oturup kocasına yemek falan yapardı ama benim karım sabahın altısında uyanan, tüm günü süslenerek geçiren ve benimle çatışmalara giren bir manyaktı! Bunlar da yetmezmiş gibi tek sayılara takıntısı olan, hurafelere körü körüne inanan bir kaçıktı! Hayatında kabul ettiği tek sayılı şey yalnızca 13 Haziran’dı. Bunun dışındaki her şey onun için eşitlenmeliydi!
Diğer elini de sertçe tutup avuç içini öptüğümde hoşuna gitmiş gibi kıkırdadı. Sanki beni buna zorlayan o değilmiş gibi sevimlice gülümseyip, “Özrünü kabul ediyorum,” dedi. Ya sabır!
Keyfi yerine geldiği için gözlerindeki yaşı silip ayağa kalkınca bende nihayet kalkabildim. Karnıma bakıp beyaz sargıya sızan kanı görünce yüzünü ekşitti. “Kanımı böyle heba edemezsin!” Sanki onun yüzünden eğilmek zorunda kalmamışım gibi davranıyordu. Kanım mı dedi?
“Kanım mı?” diye sorduğumda gözlerini karnımdaki sargıdan ayırmadan başını hızlıca salladı. “Seni buraya getirdiğimde çok fazla kan kaybetmiştin. Henüz Kenan’ı arayıp burada olduğunu söylemeye vaktim olmamıştı. Neyse ki aynı kan grubundaymışız.”
Gömleğin kolunu yukarı toplayıp bana kolundaki serum iğnesinin bıraktığı izi gösterdi. “Karun,” dediğinde yine dokunsan ağlayacakmış gibi bakıyordu. “Hemşire damar yolunu bulamadığı için çok acıttı,” diye fısıldayınca kaşlarımı çattım. Nedendir bilmiyorum ama o hemşireyi bulup ecdadını sikmek geliyordu içimden! Saka küçük bir çocuk gibi bana böyle içli baktıkça daha fazlasını yapma ihtimalim vardı.
Kolunu tuttuğumda ürkerek bana bakmaya başladı. Başımı eğip hassas tenindeki morluğun üzerine dudaklarımı bastırdım. Titreyerek yutkundu. Başımı kaldırıp şaşkın yüzüne baktığımda gözlerinin kahvesi titreşmişti. “Öpünce geçer derler,” dediğimde yanakları kızararak gülümsedi. Gülme şöyle. “Ama şimdi diğer kolumu da öpmek zorundasın.” Öperiz sıkıntı değil. Nasıl olsa bu saçma döngüye alıştık artık.
Diğer kolunu da sıyırıp bana uzatınca bu sefer ona zorluk çıkarmadan onu da öptüm. Avuç içleri, kolları ve yanakları, acaba bana öptürmediği bir yeri kalmış mıydı? Gözlerim dudaklarını bulunca kendime gelmek için başımı iki yana salladım. “Saka çık artık şu odadan,” diye çıkışarak ona kapıyı gösterdim. Aklıma deli deli şeyler gelip duruyordu!
“Tamam, sende biraz uyu.” Bu sefer beni hiç uğraştırmadan dışarı çıkınca rahat bir nefes aldım. Bu Allah’ın cezası oda neden bu kadar sıcak!
Yatağa uzandığımda bu seferde Kenan içeri girdi. Gelen gidenler hiç eksilmiyordu. Sırtımı yatak başlığına yaslayıp oturmak zorunda kalmıştım. Kenan kapıyı kapatıp daha ben sormadan, “Rengin’i bizim çocuklardan biriyle kahve içmeye gönderdim ama çok kızgın haberin olsun,” diyerek yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. “Bige ile nasıl gitti?” Bir anlasam! Kadın bana aynı anda birçok şey yaşatıyordu.
“Bilmiyorum.”
“Bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum!” Sinirli bir şekilde yüzümü ovuşturdum. “Gülüyor, beni tehdit ediyor, üzerime yürüyor, ağlıyor, kızıyor, trip atıyor, çocuklaşıyor ve daha birçok şey yapıyor!” Başımı çevirip akıl ister gibi Kenan’a baktım. “İnanabiliyor musun, bütün bunları ve daha fazlasını aynı anda yapıyor!” Kördüğüm gibi bir şeydi bu kadın, neresinden tutsam ucu elimde kalıyordu.
Kenan kısa bir an Bige’nin çıktığı kapıya baktı. “Değişik biri olduğunu kabul ediyorum,” dediğinde bundan daha fazlası olduğunu benden iyi biliyordu.
“Akıl hastası olabilir,” dedim.
“Bir ihtimal.”
“Şüphesiz bir kaçık.”
“Belki biraz.”
“Ama cesaretli.” Dün geceki performansını hiçbir kadında görmedim.
Başını sallayan Kenan, “Senden benden daha fazla gibi,” dedi.
“Bir tetikçi gibi o silahı nasıl kullandığını görmeliydin.” Gözlerimi ne zaman kapatsam beni kurşunların içinden nasıl çıkardığını görüyordum.
Kenan güldü. “Uyandığından beri anlattığın için görmüş kadar oldum.” Gülüşü fazla manidardı.
“Hazırlıkları başlat.” Dün gece olanları kimsenin yanına bırakmayacaktım. “İyileştiğimde harekete geçiyoruz. Carlos’u bu dünya üzerinden sileceğim!” Girdiği delikte saklanmaya devam edebilirdi ama karınca yuvasına çomak sokarak onu oradan çıkarmasını iyi bilirdim.
Azat tarikatındaki tüm üyeleri tek tek bulup leşini ibreti alem olsun diye ayaklar altına sereceğim. Kolunu kanadını kırdığımda bakalım nereye kadar saklanacaktı! Carlos tarikattaki üyeleri çocukluktan alıp bir tetikçi olarak eğitiyordu, yani benimle benzer bir işi yapıyordu. Ülkenin her yerine açtığım güvenlik şirketlerine bağlı olan tesislerde de çocuklar koruma olarak eğitim görüyordu. Kimsesiz çocukları sokaklardan toplayıp sıkı bir eğitimle büyütüyorduk. Her biri büyüdüğünde Kenan gibi adamlara dönüşüyordu.
Önemli mevkilerdeki adamların güvenliğini sağlıyor olabilirler ama doğrudan bağlı oldukları tek aile Kalender’lerdi. Carlos’un eğittikleri bizimkilerle kıyaslanamazdı. Azap tarikatındakiler sadece öldürme üzerine eğitildikleri için silah kullanmakta ustalar ama savunma sanatlarında zayıflardı. Fakat bizde işler öyle yürümüyordu, her türlü eğitimde tam puan almak zorundalar. Tıpkı Bige gibi her biri tam donanımlıydı.
Bige bile dün gece tek başına birçok adamın üstesinden gelmeyi başardıysa, Carlos’un bana ve adamlarıma karşı zerre kadar şansı yoktu. O piçe asıl saldırının nasıl yapıldığını göstereceğim! Onun kellesini Saka’nın ayaklarının önüne attığımda ona olan can borcumu ödemiş olacağım. Evet, o kızı Carlos’tan koruyabilecek bir adam varsa bu benden başkası değildi. O it de bunu bildiği için dün gece kalleşçe bir tuzakla beni pusuya düşürmüştü.
Fakat ne Carlos’un ne de benim beklemediğim bir kişi tüm dengeleri dün gece kökünden sarsmıştı. Bu kişi Saka’ydı. Dün gece adı gibi resmen efil efil esmişti. Kendi canını hiçe sayarak bıraktığı o silah sayesinde hâlâ hayattaydım. İşte bunu kimse bana unutturamazdı.
***
Bige.
Bugün yaşadığım o aksiyonlu gecenin dördüncü günüydü ve Karun bu sabah taburcu olmuştu. Onu en son hastanedeki odasında görmüştüm onun dışında görmeye hiç fırsatım olmadı. Tekrar ziyaretine gitmedim. Öğle sıcağında hamakta uzanmaktan sıkıldığım için müştemilata gidiyordum fakat Çiçek yanıma gelmiş ve Karun’un beni çağırdığını söylemişti. Malikaneye doğru yürürken burnumdan soluyordum çünkü daha bugün taburcu olmuştu ama eve gelir gelmez beni ayağına çağırıyordu!
Kaç gündür beni görmediği için mutlu olması gerekiyordu ama o, mutluluğu benimle uğraşmaktan bulmuş gibi beni çağırıyordu! Kendi bölgemden çıkıp onun olduğu tarafa gelmek istemediğimi anlamıyordu! Malikaneye geldiğimde avludaki kalabalığı görünce şaşırdım. Karun beyaz bir tişört ve eşofman altıyla duruyordu ama bu sıcakta bile üzerinde siyah bir kapüşonlu ceket vardı. Belki de onu ilk kez spor kıyafetleri içinde görüyordum. Hastanede olduğundan daha iyi görünüyordu.
Yanında Kenan, Rengin, Levent ve ilk kez gördüğüm kumral bir adam daha vardı. Onun da saçları Karun gibi kumraldı. Aslında birbirlerine de biraz benziyorlardı. Beni asıl şaşırtan şey bunların baktığı kişilerdi. Peki, onlar kim mi? Kadem! Evet, Kadem yanında kızıl bir kadınla onların karşısında duruyordu. Bir dakika bu kadın hastanede gördüğüm kadın değil mi? Evet, ta kendisi! Hani şu kocasına giden tuhaf kadın. Pekâlâ, burada neler oluyordu?
Onlara doğru yürüdüğümde beni gören Karun eskisinden daha sinirli bir yüz ifadesiyle karşısında duran kadını gösterdi. “Bir ziyaretçin var.” Bunun için mi beni çağırmıştı? Bu kadını tanımıyorum ki.
Başımı çevirip kadına baktığımda pembe bir elbisenin içinde olan kadın ürkerek Kadem’in arkasına saklandı. Ona o elbiseyi Kadem’in giydirdiğine yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Neden mi? Çünkü rengi pembeydi! Kadem’e bakıp, “Arkana saklanan kadın kim?” dediğimde Kadem canından bezmiş gibi başını çevirdi ve omzunun üzerinden arkasındaki kadına baktı. “Şu yabaniliğin bir türlü geçmedi!” diye ona kızdı. “Ortaya çıkıp doğru düzgün bir selam ver bari.” Kadın ortaya çıkmadı hatta arkadan Kadem’in tişörtünü daha sıkı tutup yüzünü onun sırtına gömdü.
Kadem onu ikna edemeyeceğini anlayınca pes ederek bana döndü. “Bu arkamdaki kadınla bu sabah tesadüfen tanıştım,” derken bu konuda ikna edici görünmek için kendini zorluyordu. “Kadının akıl sağlığı yerinde değil. Bana kim olduğunu söyleyince onu kime emanet edeceğimi bilemedim.” Derin bir nefes aldı ve endişesini gizlemeden gözlerime baktı. “Bu kadın Elay Yılgın, yani Elay Zemheri,” dediği an başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü.
Yılgın Serhat’ın soyadı değil miydi? Serhat’ın karısının adı Elay’dı ve kadın hastanede kocasının adının Serhat olduğunu söylemişti. Yani bu kadın Serhat’ın karısı mıydı? Kadem bana Serhat’ın karısını mı getirdi? Donup kaldım. Herkes bir şeyler söylememi bekliyordu ama ben olduğum yerde donup kalmıştım. Gözlerimi yaşlar zorlarken başımı iki yana salladım. Hayır, bunu yaşamayacağım ve onunla tanışmayacağım. Kocasına deli gibi âşıkken onun yüzüne nasıl bakarım? Bebeğini kaybetmişti ve bir daha asla anne olamayacaktı. Bunu bilirken ben bu kadının yüzüne nasıl bakarım?
Kendime bu kadarını yapamazdım. Ben bu kadının yuvasını yıkmış, dört ay boyunca kocasıyla gezip tozmuştum. Elay evde kocasını beklerken ben onun kocasıyla düğün hazırlıkları yapıyordum. Ya ben daha bunu atlatamamışken Elay’ın yüzüne nasıl bakarım! Kadem bana bunu yapamazdı, bu kadarını yapmamalıydı! Çektiğim vicdan azabının adı Elay iken onu kolundan tutup buraya getiremezdi.
Bana bu kadarını yaşatmaya hakkı yoktu.
Kadem onunla bu sabah tanışmadı, değil mi? O gün hastanede karşılaştığı kadın Elay’dı. Telefondaki konuşmaları artık bir anlam kazanmıştı. Karun değişen ifademi görünce kaşlarını çatarak Kadem’e döndü. “Götür onu buradan!” Nemli gözlerime baktıkça daha çok sinirleniyordu. Elay’ın beni ağlattığını düşündüğü için kızgındı. Oysaki ben zamanında bilmeden yaptığım hatalar için üzgündüm.
Kadem’in Karun’dan ödü koptuğu için onun sözünün üzerine söz söylemeye cesareti yoktu. Ama yardım ister gibi bana bakıyordu. Levent’e dönüp arkasındaki kadını gösterdi. “Ona biraz bahçeyi gezdirir misin?” diye sordu. Konuştuklarını Elay duysun istemiyordu.
Levent izin ister gibi Karun’a bakınca Karun, sırf Kadem’in söyleyeceklerini duymak için başını isteksizce salladı. Levent yürüyüp Kadem’in arkasına geçerek Elay’a yaklaştı. “Bu takım elbiseli adamlar biraz fazla ürkütücü, değil mi?” Onu neşelendirmeye çalıştı ama Elay başını gömdüğü yerden kaldırmıyordu.
Levent farklı bir taktik kullanıp, “Beni de zorla buraya getirmişlerdi,” dediğinde nihayet Elay’ın ilgisini çekmiş olmalı ki Elay kafasını yavaşça kaldırdı. Kadem bunu fırsat bilip hemen ikisinin arasından çekildi.
Elay korku dolu mavilerini Levent’e dikip, “Seni de mi zorla getirdiler?” diye sordu kısık bir sesle. Sesi o kadar güzeldi ki insanın sinirlerini yatıştırıyordu.
Levent elini kaldırıp Karun’un yanında duran kumral adamı gösterdi. “Orada gördüğün hayvan beni annemin eteklerinden koparıp buraya getirdi. Yıllardır bizimkilerin yanına gitmeme izin vermiyor,” dediğinde Karun’un yanında duran adam, “Hayvan mı dedi bu velet bana?” diye homurdanınca Kenan gülerek başını salladı. Kenan ile aynı yaşlarda, yani yirmi sekiz yaşında gösteren bu adamla henüz tanışmamıştım.
Levent sadece Elay’a odaklanarak, “Devamında başıma neler geldiğini öğrenmek ister misin?” diye sordu. “En küçük kardeş olmanın bence zorluklarını bilmek istersin. Âşık olduğum kızın Çağıl’a âşık olduğunu bilmek ilgini çekebilir. Ya da ortaokuldayken Karun’un okulu basıp beni döven çocukları ağaca astığını?” dediğinde Elay merakla gözlerini irice açınca Levent ona gülümsedi. “Hadi gel sana hepsini anlatayım.” Elay onu takip edince tebessüm ettim. Yaşı küçük olabilirdi ama Levent’te tipik ergen kompleksleri yok gibiydi. Hasta biriyle nasıl iletişime geçeceğini iyi biliyordu.
Levent, Elay’ı götürünce Kadem çekingen bakışlarını Karun’a çıkardı. “Abi her yerde Serhat’ı aradığını bilmeyen yok.” Giden kadını gösterdi. “Bige’den sonra karısı da senin yanında olursa ikisinden birine ulaşmak için mutlaka ortaya çıkacaktır,” dediğinde Karun ve Kenan göz göze geldi. Bu oldukça akla yatkın bir taktikti. Kadem alçağı yıllarca Duha’nın yanında dura dura insanları nasıl manipüle edeceğini iyi öğrenmişti.
Karun ona Serhat’ı nereden bildiğini sormadı çünkü bunların dünyasında her şeyi öğrenmek çok kolaydı. Karun, Kadem’in önerdiği şeyi ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı ama hâlâ bu konuda kararsızdı. Kadem onun karar vermekte güçlük çektiğini görünce bana bakıp vicdanımla oynamayı denedi. “Elay’ın kimliğine baktım senden bir yaş büyük ama şu anda on yaşındaki bir çocuktan farkı yok,” dediğinde ona ters ters bakıyordum. Kimliğine bakmış! Serhat’ın evli olduğunu öğrenince kadının kütüğüne kadar her şeyi araştırdığını biliyorum. Karun burada diye yalanlarını ustaca sıralıyordu.
“Bir abisi bir de amcası olduğunu söyledi bana. Onu yakınlarına teslim etmek için onları biraz araştırdım ama onlar da Elay’a bakamaz.” Hüzünlü gözlerle bana bakıp yardım istedi. “Abisi bir yıl önce Elay’ın girdiği bir ameliyatta hayatını kaybetmiş. Bu yüzden Elay işinden istifa etmiş. Abisinin ameliyatına girmesi kurallara aykırıymış fakat ameliyata girecek doktor çok gecikmiş. Elay prosedürü çiğneyip o ameliyata girmiş ama abisini kurtaramayınca kendini suçlayıp işinden istifa etmiş,” dediğinde elim ayağım buz kesti.
Kendi kanında olan birinin ölümüne sebep olmak işkencelerin en büyüğüydü. Bu öylesine ağır bir yüktü ki ne öldürürdü ne de yaşatırdı. Allah kahretsin, beni en hassas olduğum yerden vurdu! Kadem değişen yüzümü görünce büyük bir kederle iç çekti. “Abisinin kaybından sonra bir daha toparlayamamış. Gittiği psikologlar falan hiç işe yaramamış. İntihara kalkıştığında hastanede üçüncü kez hamile olduğunu öğrenmiş.” Sustuğunda devamında olanları buradaki herkes iyi biliyordu.
O bebek onun hayata tutunmasını sağlamıştı fakat benim yüzümden onu da kaybedince aklını yitirmişti. Abisine olanlardan sonra kaybettiği bebeğiyle tamamen şuurunu yitirmişti. Ben hâlâ nasıl aklımı yitirmedim, hiçbir fikrim yoktu. Kadem canımı sıkmayı bırakmadı. “Amcası onu bir kliniğe yatırmak için her yerde arıyor. Eğer onu kabul etmezseniz amcasına götürmekten başka seçeneğim yok.” Beni iyice köşeye sıkıştırmıştı.
Bir klinikte toparlayıp iyileşebilirdi ama durumu daha kötüye de gidebilirdi. Dolaylı yoldan da olsa onun bu halde olmasında benim de payım büyüktü. Beni affetmesine ama en çok da benim kendimi affetmeye ihtiyacım vardı. Şimdi önümde sadece iki seçenek vardı: ya ona sırtımı dönüp nefret ettiğim bir insana dönüşecektim ya da onunla ilgilenip iyileşmesi için elimden geleni yapacaktım. İyileştikten sonra isterse yüzüme tükürebilirdi ama ona sırtımı dönerek vicdanımın sesini susturamazdım.
Başımı çevirip Karun’a baktığımda onun da beni izlediğini gördüm. Son kararı bana bıraktığını görebiliyordum. “Onunla ben ilgilenirim.” Derin bir nefes alarak bu konudaki kararımı belirttim. “Kalmasına izin ver.” Bu kararı vermek benim için hiç kolay değildi. Serhat’ı bana hatırlatan birini her gün görmek zorunda kalacaktım.
Karun şüpheyle gözlerini kısıp, “Emin misin?” diye sorunca bir kez daha başımı salladım. Emin değilim ama doğru olan buydu.
Kadem alçağı Elay’ı başımıza kakaladıktan sonra da rahat durmadı. Karun’a bakıp çekingen bir ifadeyle başını eğdi. “Abi bende bir süre burada kalabilir miyim?” deyince bu sefer hepimizi şoke etti. Duha’nın malikanesi hemen yolun karşısındayken nereye kalıyor bu!
Karun’dan çok Kenan bu fikre çıldırdı. “Ulan kızı attın başımıza kendin nereye geliyorsun!” Yeşil gözlerine çöreklenen nefreti gizleyemezken karşımızdaki malikaneyi işaret etti. “Git Duha uğraşsın seninle!”
Kadem, Kenan’ı zerre kadar bir yerlerine takmayarak Karun’a bakıyordu. “Duha’nın yanında ayrıldım,” dediğinde en büyük afallamayı ben yaşadım. Duha ile et ve tırnak gibilerdi ne oldu da araları açılmıştı?
Kadem kaşlarını bükerek kendini acındırmaya devam etti. Tüm bu dramatik pozları Karun’a kesiyordu. “Ama sen olmaz dersen kendime kalacak başka bir yer bulurum.” Öksüz çocuklar gibi başını eğince, “Duygu sömürüsü yapıyor inanma buna!” dedim hızlıca. Kimse sana ne oluyor demesin çünkü bu eve yerleşirse en çok beni deli ederdi.
Kenan hemen beni destekledi. “Bariz bir şeylerin peşinde bu!” diye bana katıldı. “Gitsin bir otelde kalsın.” Kadem burada kalamazdı çünkü burada kalırsa bize kafayı yedirtirdi.
Fakat Karun bizi dinlemeden, “Rengin, Kadem’e odasını göster,” diyerek hepimizi çok pis ters köşe yaptı.
Kadem’e korku dolu gözlerle bakan Rengin, “Bu da Duha’nın tuzaklarından biri olabilir,” diye şiddetle karşı çıktı. “Bunu içimize sokamazsın.”
“Bende burada kalmasını istemiyorum,” dedim.
“Ben kalmasını hiç istemiyorum!” dedi Kenan.
Lakin Karun gözlerini Kadem’e dikip, “Kapıma gelen birini geri çevirmek yakışmaz bana,” diyerek hepimizi susturdu. “Kimin adamı olduğu umurumda değil kapımdan içeri girdiği an tarafsız biri olmak zorunda. Buna rağmen bana karşı bir yanlışı olursa bu onun ayıbı olur.” Bu konuda eminmiş gibi derin bir nefes aldı. “Kadem’in bana bir yanlışı olmaz,” dediğinde Kadem hızla başını kaldırıp sertçe yutkunmuştu. Onu benimle evlendirerek zaten yapmıştı en büyük yanlışı. Bu yüzden Karun’un ılımlı tutumu karşısında bu kadar çok yüzü kızarmıştı.
Eve nasıl bir belayı aldığının farkında bile değildi.
Kenan’ın yüzünde rahatsız edici bir ifade vardı. “Onu gerçekten eve alacak mısın?” dediğinde Karun’un gözleri karşımızdaki malikaneyi buldu, dudakları kıvrıldı. “Duha’yı kızdıracak bir fırsatı asla kaçırmam.” Sinir krizleri geçiriyordum. Biliyordum! Onun derdi kapısına gelen bir adamı geri çevirmemek değildi, asıl derdi Duha’ydı! Bu adam Tunus’u sinirlendirecek her şeyi yapardı!
Bu işte kendisinin de zararlı çıkacağını bilmiyordu çünkü Kadem ve ben yan yana gelince ortaya felaket bir ikili çıkıyordu! İnsanlığın iyiliği için bizi birbirimizden uzak tutmalılardı. Kadem konusunu netliğe kavuşturan Karun, “Şimdi gelelim sana,” diyerek başını çevirip bana baktı. “O akıl hastası kadının evi birbirine katmasını istemiyorum.” Mavi gözleri intikam alır gibi sinsice bana bakıyordu. “Malikaneye taşınıp ona sen bakacaksın.” Sinirden yumruklarımı sıkmaya başladım. Öyle ya da böyle malikaneye taşınmamı aklına kazımıştı!
Tam itiraz etmeye hazırlanıyordum ki, “Aksi takdirde Elay’ı amcasına veririm,” diye beni susturdu.
Rengin’in iki yanında duran elleri fazla sıkmaktan yumruk olurken yönünü hemen Karun’a çevirdi. “Beni böyle aşağılayamazsın!” Sinirden onu öldürecekmiş gibi bakarken, “Boşanmanı beklerken bu kadını eve alamazsın!” diye bağırdı.
Karun normalde de Rengin’e körkütük âşık gibi bakan bir adam değildi fakat şimdi bakışları eskisine göre daha mesafeliydi. Nasıl anlatsam, bilmiyorum ama Rengin’e olan bakışlarında sanki bir tahammülsüzlük vardı. Bilemiyorum ona yakın olmak için kendini zorluyor gibiydi. Kendine gelmek veya sinirlerini yatıştırmak için birkaç kez burnundan nefesini alıp vermişti. “Saka bundan sonra malikanede yaşayacak.” Bu konuda itiraz istemediğini sert bakışlarıyla çok iyi hissettiriyordu.
Rengin’in gözlerinin içine bakıp, “Hayatımı kurtaran birini kolay kolay görmezden gelmeyeceğimi en iyi sen bilirsin,” dediğinde alttan alta gizli bir mesaj vermiş gibi Rengin’in yüzü bembeyaz olmuştu. Bu sıradan cümle ne anlama geliyorsa Rengin kaskatı kesilmişti.
Karun’un bu çıkışıyla Rengin neye uğradığını bilmez bir halde ona bakıyordu. Konuşmak için dudaklarını araladı fakat sudan çıkmış bir balık gibi dudakları birkaç kez açılıp kapandı. Bir şeyler söylemek için önce duyduğu şeyleri sindirmesi gerekiyordu. Karun’un sözleri ne anlama geliyor, bilmiyorum ama Rengin sarsılmış gibiydi. Bu ikisinin ilişkisinin temelinde bilmediğim bir şeyler olmalıydı.
Sıra bana gelmiş gibi Karun sinirli bakışlarını bana çıkardı. “Eğer hemen şimdi eve geçmezsen kolundan sürükleyip seni zorla bu eve sokarım!” deyince herkes Karun’un bu değişimi karşısında şoke olmuştu. Hele ben şaşkınlıktan boyut atlamış durumdaydım! Şimdi durduk yere ne olmuştu.
Onu sakinleştirmek için yumuşak bir sesle, “Bak teklifin çok ilgi çekici,” dedim. “Ama ben kovulduğum bir yere asla gitme-”
“Saka!” diye bana bağırınca korkudan yerimden sıçrayarak, “Tamam, bir seferliğine prensiplerimden ödün verebilirim,” diye homurdandım. Adam hayır cevabını kabul etmiyor ki! İki kadınla aynı evde yaşayıp harem kuracak sanki!
Asıl ben ne yapacağım Elay ve Rengin ile aynı evin içinde?
Biri evlendiğimi sandığım adamın karısı, diğeri evlendiğim adamın nişanlısıydı!
Yorumlar