“İnsan bugününden şikâyet ederken her defasında düne nasıl özlem duyabiliyordu?”
Malikanedeki günlerim düşündüğümden de sıkıcı geçiyordu. Dün Karun’un ısrarı yüzünden buraya taşınmıştım ama şu saate kadar odamdan hiç çıkmamıştım. Çok fazla kişi geçmiş olsun dileklerine geldikleri için ayak altında dolaşmak istemiyordum. Evde ziyaretçi eksik olmadığı için hizmetçilerin işi hiç kolay değildi. İnsan kalabalığı yüzünden malikânenin içini gezme fırsatım bile olmamıştı. İşin kötü kısmı Karun’un odası malikanede en çok merak ettiğim yerdeydi, yani çatı katında. Buraya ilk geldiğimde geniş camları ve büyük terası yüzünden en çok çatı katından etkilenmiştim.
Fakat Karun’un odası orada olduğu için artık hayatta en üst kata çıkamazdım. Elay ile kısaca tanışmıştık ama onunla tanışma faslı bile benim için çok gergin geçmişti. Mümkün olduğunca az Elay ile diyaloğa girmeye çalışıyordum. Nihayet tüm misafirler gidince akşam yemeğine katılma fırsatım olmuştu. Malikâneye taşındım diye Karun ve Rengin tartışmış olmalı ki yemek hepimiz için çok gergin geçmişti. Karun o kadar sinirliydi ki masadaki ev halkı tek kelime etmeye çekinmişti.
Yemekten sonra hepimiz salona geçmiştik. Biz malikâneye geldik diye mi, bilmiyorum ama herkes çok sessizdi. Salon büyük olduğu için herkes bir köşeye geçmiş, sessizce ya telefonuyla uğraşıyordu ya da somurtmakla meşguldü. Karun ise buradaki herkesin babası gibi salonun en başındaki tekli koltukta oturuyordu. Bir yandan kahvesini yudumluyor bir yandan da elindeki sıkıcı kitabı okuyordu. Rengin’in ona attığı tripli bakışları görmüyordu bile.
Üçlü koltukta ben, Elay ve Kadem oturuyorduk. Elay ikimizin arasında oturuyordu. Üçümüz sürüye yeni katılmış yadırgı koyunlar gibi sessizlik içinde karşımızdaki duvara boş boş bakıyorduk. Karun buradaki herkesi bir şekilde sindirdiği için kimseden çıt çıkmıyordu. Elay gözlerini duvardan ayırmadan, “Sebepsiz yere çok korkuyorum,” diye fısıldadı. “Konuşmaktan da korkuyorum, ben niye korktuğumu bilmiyorum ama korkmak geliyor içimden.” Bunları söylerken Karun onun sesini duyacak diye diken üstündeydi.
“Bende korkuyorum,” dedim kısık bir sesle. “Kendimi sınıfta ses çıkarmaktan çekinen öğrenci gibi hissediyorum.”
Elay’ın diğer tarafında oturan Kadem, “Sen yine iyisin,” diye fısıldadı. “Ben kendimi Nazi kampına düşmüşüm gibi hissediyorum.”
“Biz niye duvara bakıyoruz?” diye sordu Elay.
“Bilmiyorum bak işte!” diyen kişi Kadem’di.
“Biri kontrol etsin eğer Karun bu tarafa bakmıyorsa salondan çıkmak istiyorum,” diye fısıldadım. “Tuvalete gitmeliyim.”
Elay, “Benim de uyumam gerekiyor,” diye sızlandı. “Hamile kadınlar erken uyumalı.” Hâlâ hamile olduğunu sanıyordu.
Kadem, “Benim de yüzüme krem sürüp gece maskemi yapmam gerekiyor,” deyince Elay ile ikimiz başımızı çevirip ona baktık. Artık ona nasıl bakıyorsak Kadem huylanıp, “Karun bu tarafa bakıyor!” deyince hemen önümüze dönüp duvara bakmaya devam ettik. Ya ben bu hapishaneden firar etmek istiyorum!
Göz ucuyla yavaşça buradakileri kontrol ettiğimde odanın diğer ucunda oturan adamla göz göze geldik. Dün avluda Karun’un yanında gördüğüm adamdı. Gelen misafirlerin yoğunluğundan dolayı bir türlü tanışma fırsatımız olmamıştı. Dudaklarını oynatıp bir şey söyledi ama hiç sesi çıkmadığı için ne dediğini anlamadım. Karun artık buradakilere nasıl terör estirmişse gözleriyle Karun’u kontrol ettikten sonra tekrar bana döndü.
İşaret parmağıyla kendisini gösterip yine dudaklarını sessizce oynattı. “Çağıl,” dediğini bu sefer anladım. Karun yüzünden resmen burada sessiz sinema oynuyorduk!
Dikkat çekmemeye çalışarak tıpkı onun gibi sessizce dudaklarımı oynatıp, “Bige,” dedim. Adımı zaten biliyor olmalı ki benim ne dediğimi hemen anladı.
Gözleriyle önce Karun’u, daha sonra da kendini ve en sonunda bir köşede sessizce ders çalışan Levent’i gösterince afalladım. “Kardeşi misin?” diyerek dudaklarımı oynattım. Karun ve Levent’i aynı anda işaret edince aklıma gelen tek şey bu olmuştu.
Çağıl beni anlamış olmalı ki tebessüm ederek başını salladı. Karun’un Levent dışında bir kardeşi daha mı vardı? Şaşkınlık içinde ona bakıyordum çünkü üçüncü kez bir Kalender daha görmeyi beklemiyordum. Karun ile aralarında pek yaş yok gibiydi, yirmi yedi veya yirmi sekiz yaşında olmalıydı. Levent en küçükleri olmalı çünkü Levent’in yaşı en fazla yirmi birdi. Levent’in aksine Çağıl daha çok Karun’a benziyordu. Tıpkı Karun gibi kumral saçlara sahipti ama Çağıl’ın saçları açık kumraldı. Göz rengi ise ela rengiydi.
Sanırım kardeşlerin içinde tek renkli göze sahip Karun’du çünkü Karun’un gözleri koyu maviydi. Karun boylu poslu heybetli biriydi ve Çağıl’ın da ondan altta kalır bir yanı yoktu. Hâkî rengi tişörtünü geren kaslarını buradan bile görebiliyordum. Sıkı kasları ve ince bir beli vardı. Açıktaki kol kasları fazlasıyla dikkat çekiyordu. Saç kesimi kısa olduğu için sol kulağının hemen altındaki bıçak kesiği dövmesini görebiliyordum.
Dövmeyi görmek için gözlerimi kıstığımı gördüğü için başını hafifçe çevirerek onu bana göstermişti. En az abisi gibi sert yüz hatlara sahipti ama abisine göre daha içten ve samimi bakıyordu. Karun ve Çağıl bu kadar yakışıklıyken, gözlüklü bir şirin olan Levent’in nasıl bu kadar zayıf ve daha az bakılasıydı anlamıyorum.
İçimden Levent’i yermiştim ki Levent, “Abi,” diye ilk konuşma cesareti gösteren kişi olmayı başardı. Şöminenin yanındaki koltukta ders çalışan çocuk Karun’a bakıp, “Burada kafamı karıştıran bir soru var,” dediğinde Karun başını kitaptan kaldırdı. “Soru ne?”
Levent kafasını eğerek kitaptaki soruya okumaya başladı. “Dünya yüzeyi bir ağacın gövdesi gibi gittikçe kalınlaşıyor mu?” Karun’un kaşlarının kavisi biraz çatılınca gülmemek için alt dudağımı dişledim. Böyle bir soru beklemiyordu. Sanırım cevabı o da bilmiyordu.
Karun cevabı bilmediğini saklamak için tekrar başını eğip, “Kitap okuyorum Levent beni meşgul etme,” deyince az kalsın kahkaha atacaktım. Neden doğrudan bilmiyorum demiyor ki.
Levent başını çevirip, “Çağıl abi?” deyince Çağıl’da bilmiyor olacak ki kafasını kaldırıp tavanı incelemeye başladı. “Bu tavanların boyası mı geldi?” deyince kıkırdadım. Bu erkekler için bilmiyorum demek neden bu kadar zor anlamıyordum.
Levent yanaklarının içini havayla doldurup ofladı. Daha sonra Rengin’e bakıp, “Yenge sen biliyor musun cevabı?” diye sordu. Bu çocuk gerçekten derslerine ağırlık veren bir üniversite öğrencisi olmalıydı.
Yenge mi? Bu evde her şey ters işliyordu.
Rengin elindeki telefonu koltuğun yanına bırakıp, “Soru neydi canım?” diye sordu ilgili bir sesle.
Levent kitabı gösterip soruyu tekrarladı. “Dünya yüzeyi bir ağacın gövdesi gibi gittikçe kalınlaşıyor mu?”
Rengin bir süre düşündükten sonra kendinden emin bir şekilde, “Hayır,” dedi. “Eğer öyle olsaydı bu mutlaka bilim adamlarının dikkatini çekerdi. Böyle olduğuna dair hiçbir söylenti yok.” Söylediklerinin doğruluğuna çok emindi.
Levent doğru cevabı bulmuş gibi ona teşekkür etti ama tam hayır cevabını işaretleyecekti ki, “Aslında bir açıdan baktığımızda gerçekten de dünyanın her sene biraz kalınlaştığını söylemek yanlış olmaz,” dedim.
Onun verdiği cevabın tam tersini söylemem Rengin’in hoşuna gitmediği için bal sarısı gözlerini bana dikti. “Neye dayanarak genişlediğini söylüyorsun?” İlk fırsatta beni yanıltmanın peşine düşmüştü.
Başımı çevirip düz bir şekilde ona bakarken çok sakindim. “Ben bir arkeoloğum ve bu tür sorular uzmanlık alanıma giriyor.” Omuzlarımı silkerek arkama yaslandım. “Yılda 10.000 ton meteorit tozu dünya üzerine indiği için dünya kalınlaşıyor ama dikkat çekmeyecek kadar yavaş,” dediğimde verdiğim cevap Rengin’in hoşuna gitmediği için homurdanarak önüne dönmüştü.
Levent bana teşekkür edip doğru cevabı işaretlerken Karun dikkatimi çekti. Elinde tuttuğu kitaba konsantre olmuş gibi görünüyordu ama gözleri kitaptayken dudakları kıvrılmıştı. Okuduğu siyasi kitapta onu gülümsetecek kadar ne olduğunu merak ettim.
***
Malikanedeki ikinci gecem olduğu için bir türlü uykum gelmiyordu. Saat gecenin ikisiydi ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü uyuyamıyordum. Odam malikanenin güney kanadındaydı yani Elay’ın odasının tam karşısındaydı. Bir türlü uyuyamayınca bende can sıkıntısından kalkıp yapacak bir şeyler aramıştım. Resim yapmak istedim ama burada tuvalim veya fırçalarım yoktu. Resim de yapamayınca can sıkıntım iyice artmıştı. Bu yüzden karışımı hazırlayıp yüzüme yosun maskesi sürmüştüm.
Boş boş odada gezmek yerine en azından cildime bakım yapabilirdim. Yüzümdeki yeşil maskenin kurumasını beklerken dışarıda Elay’ın çığlığını duydum. Ona bir şey olacak korkusuyla nasıl dışarı çıktım, bilmiyorum. Olası bir tehlike ararken koridorda Elay ve Kadem’in karşı karşıya durduğunu gördüm. Elay ona bakarak korkuyla çığlık atıyordu. Sanırım onu korkutan Kadem’in yüzündeki pembe maskeydi. Evet, Kadem’de benim gibi maske yapmıştı. Elinde bir bardak su tutan adam mutfaktan gelirken Elay’a yakalanmıştı.
Kadem’in üzerinde uzun kollu, önü düğmeli, pembe bir ipek pijama vardı. Komik görünüyordu ama daha komik olan şeyse benim de üzerimde pembe bir pijama olmasıydı. Benim pijamam pamuklu ve kısa kolluydu. Onun pijaması takım olduğu için altı da pembe ipektendi. Lakin benim altıma giydiğim pijamanın siyah çizgileri vardı ve ipek değil pamuktandı.
Onlara doğru yürürken Elay hâlâ bağırdığı için Kadem, “Herkesi uyandıracaksın benim lan, ben!” diye elindeki suyun bir kısmını Elay’ın yüzüne çarptı. Elay sonunda susmuştu.
Aceleyle yüzündeki suyu silen Elay’ın yanına gittim. “İyi misin?” dediğimde yüzünü ovuştururken hızlı hızlı nefesler alıyordu. “Kadem beni korkuttu.” Ellerini yeni yüzünden çekmişti ki beni görünce tekrar bağırmaya başladı. Hemen Kadem’in elindeki bardağı alıp suyun kalanını Elay’ın yüzüne attım. “Ne bağırıyorsun, herkesi uyandıracaksın!” diye bende ona kızdım. Elay yine susmuştu.
İkinci kez yüzünü silen kız önce Kadem’e daha sonra bana baktı. Bunu birkaç kez tekrarlayıp ağlamaklı bir sesle, “Siz birbirinize bakınca hiç korkmuyor musunuz?” diye fısıldadı. Neden korkalım ki?
Aynı anda Kadem ile birbirimize baktık. Önce birbirimizin yüzündeki maskeye daha sonra giydiğimiz pijamalara baktık ama karşı taraftan korkacak hiçbir şey bulamadık. Kadem sırıtarak, “Tarzını sevdim,” deyince bende gülerek onun giydiklerini gösterdim. “Çok yakışmış.” Keşke bende çilek maskesi yapsaydım o zaman daha uyumlu olurduk.
Bir de dönüp Elay’ın giydiklerine baktık. Askılı bir atlet ve siyah bir şort giymişti. Uyurken giymesi için Çiçek ona bunları vermişti. Evde sevdiğim tek hizmetçi Çiçek’ti çünkü fazla iyi bir kızdı. Kadem bir moda ikonu gibi Elay’ı süzerken, “Umarım bu zevksizliğin kaçırdığın keçilerin yüzündendir,” deyince güldüm. Bu gece için seçimi pembeden yana yapmasaydım büyük ihtimalle beni de zevksiz olmakla suçlardı.
Elay nihayet sakinleşince dudaklarını sarkıtıp, “Uykum gelmiyor,” diye mırıldandı. Sanırım bu konuda mustarip olan bir tek ben değildim.
Kadem, “Film mi izlesek acaba?” deyince hemen başımı salladım. Odada boş boş dolanmaktan daha iyiydi. Elay film izlemek istememişti ama Kadem ile ikimiz onu kollarından çekerek aşağıya indirdik. Aklı zaten yerinde değildi odasına gidip kendini camdan falan atmasını istemiyordum.
Karun en üst katta kaldığı için hiç korkmadan mutfakta kendimize bir şeyler hazırladık. Üstelik saat çok geç olduğu için herkes uyuyordu yani bizi rahatsız edecek kimseler ortalıkta yoktu. Kadem’e bir kâse dolusu çilek, Elay’a cips ve kendim için de koca bir kâse mısır patlatmıştım. Hepimiz kendi yiyeceğimiz şeyi alarak salona geçmiştik. Büyük ekran televizyonu açtıktan sonra ne izleyeceğimize karar vermeye çalışıyorduk. Daha doğrusu Kadem ile kumandayı çekiştirip tartışıyorduk.
Aramızda oturan Elay cips kâsesini sıkıca kucağında tutuyor, aramızda ezilmemeye çalışıyordu. İkimizin arasına oturduğuna daha şimdiden pişman olmaya başlamıştı. Kumandanın bir ucundan tutan Kadem onu kendisine doğru çekerek, “Çizgi film sevmiyorsan anime izleyelim bari!” diye tısladı.
“O da çizgi film sayılır!” Kaşlarımı çatarak kumandanın diğer ucunu sıkıca tuttum. “Dram izleyelim diyorum!” Kumandayı ona asla vermem.
Elay aramızda ezilmemeye çalışırken orta yolu bulmaya çalıştı. “Dram yüklü bir çizgi film izlesek olmaz mı?”
“Çizgi filmden dram olmaz!” Karşı çıkarak kumandayı Kadem’den kurtarmaya çalıştım. “Dram yüklü bir film izlemek istiyorum!”
Kaşlarını çatan Kadem kumandaya daha sert asıldı. “Bana bak ağlamak istiyorsan yolarım tüm saçlarını ağlarsın!” dedi hayvan herif. “Dram sevmiyorum ben!”
“Hele dokun saçlarıma bak ne yapıyorum sana!” demiştim ki kumandayı bir anda bırakıp saçlarıma yapışınca bağırdım. “Sana şunu yapma diyorum!”
Acıyan saçlarımı ondan kurtarmaya çalıştım. Koltuğun hemen önünde duran orta masaya doğru elimi uzattım. Kola bardağını aldığım gibi saçımdaki eline vurmaya başladım ama hiç işe yaramıyordu. Tıpkı bir kartal pençesi gibi saçlarıma ellerini geçirdiği için kafamı bile kaldıramıyordum. Yüzüm Elay’ın dizlerine doğru eğikti ve Elay cipslerini kurtarmak için kâseyi yukarı kaldırmıştı.
Hepimizin önceliği başkaydı!
“Ulan ne yapıyorsun kıza!” Kenan’ın sesini duyunca Elay’ın dizleriyle bakışırken daha çok bağırdım. “Kenan al şu şeyi kafamdan!”
“Abi bıraksana kızı!” Levent’in sesi miydi o?
Kadem, “Siz karışmayın!” diye daha çok saçlarıma asıldı. “Çizgi film izletmiyor bana!”
“Git odanda izle hayvan!” Küçük bir boşluğunu yakaladığım an saçlarımı kurtardım. Elay’ın üstünden Kadem’e doğru atlayıp kucağına çıktım. “Sana saçlarıma dokunma demiştim!” Kucağına oturduğum gibi yüzümü boynuna gömüp sertçe ısırdım. Kadem beni itmeye çalıştıkça daha sert ısırıyordum. “Alın şu maymunu üzerimden!” diye bağırdı acıyla.
“İki dakika insan olun be!” Kenan kızarak arkama geçti. Belimden tuttuğu gibi beni havaya kaldırarak Kadem’in üzerinden çekince Kadem, “Köpek!” diye bana kızıp dişlediğim boynuna tuttu. Yüzümdeki maskenin bir kısmı boynuna geçtiği için öğürerek, “İğrenç köpek!” diye bana bağırdı.
Kenan beni sıkıca tuttuğu için ayaklarımı havada çırpıyor, yakalayıp parçalamak için ellerimi Kadem’e doğru uzatıyordum. “Bırak beni!” diye bağırıp daha çok çırpındım. “Kimmiş köpek göstereceğim bu bozuk kromozoma!”
Kenan beni alıp Elay’ın yanına fırlatınca koltuktan yere düştüm. Canım çok yanmamıştı ama koltuktan yere düşmem Kadem’i kızdırmıştı. Eğlenen yüzü bir anda değişip korkutucu bir hale gelince Kenan’a bakıp, “Ne yapıyorsun lan it!” diye sesini yükseltip Kenan’ın karşısına dikildi. Kendim düşsem bu kadar kızmazdı.
Karşısına dikilen Kadem’e düşman gözlerle bakan Kenan, “Sen kime dikleniyorsun!” diye dişlerini sıkıp ona kalktığı yeri gösterdi. “Geç yerine!”
“Sen hayırdır ya!” Ayağa kalkıp Kadem’in yanında durarak Kenan’ın karşısına geçtim. “Sen kimsin ki beni yere atıp ona sesini yükseltiyorsun?” dedikten sonra yumruklarımı sıkmaya başladım. “Döverim bak seni!”
Ona kızıp üzerine atılmıştım ki Kadem hemen belimi yakaladı. Belimdeki ellerden kurtulmaya çalışırken bu seferde Kenan’a vurmak için ellerimi uzatıyordum. Kadem ise beni arkaya doğru çekmeye çalışırken gülerek, “Kızım iki dakika rahat dur,” dedi. Bir de gülüyordu hayvan.
Az önce birbirimize girmişken şimdi Kenan’a karşı birlik olmamız onu afallatmıştı. Evet, Kenan şoktaydı. Dilini yutmuş gibi bize bakarken, “Ne haliniz varsa görün manyaklar!” dedi küfreder gibi. Yeşil gözlerine sinen şaşkınlık uzun süre orada kalacak gibiydi.
Kadem nihayet beni sakinleştirince kalktığımız yerlere geri oturduk. Dağılan saçlarımı düzeltirken, “Hayvan nasıl da attı beni aşağıya!” diye Kenan’a kızmaya devam ediyordum. “Ben elit bir hanımefendiyim saygı göster bana!”
Kadem peçeteyle boynuna bulaşan yosun maskesini silerken, “Nasıl olsa tenhada sıkıştırırız,” deyince gülerek başımı salladım. Kesin yaparız.
Şaşkına dönen Kenan kendine gelmek için derin derin nefesler almaya başladı. “Ulan az önce birbirinize saç baş giren siz değil miydiniz?” dediğinde burada olanları anlamaya çalışıyordu. “Sorunu kendiniz dışında herkeste aramayı bırakın.” Bizlik bir sorun yoktu ki, o karışmasaydı biz aramızdaki şeyi çok güzel hallediyorduk.
Levent yere düşen kumandayı aldı ve o kadar yer varken gelip benim yanıma oturdu. Tişört ve şortla duran çocuk üçlü koltuğa dördüncü misafir olarak gelince bizi iyice sıkıştırmıştı. Başını çevirip dağınık saçlarıma bakarak güldü. “Beni de uyku tutmadı korku filmi izleyelim mi?” Çizgi film izlemekten daha iyi olduğu için başımı salladım. Kadem biraz homurdandı ama tekrar benimle kumanda kavgasına tutuşmak istemediği için mecburen o da kabul etti.
Kenan tepemizde dikilip, “Daha fazla sorun çıkarmadan yatın zıbarın,” diyerek Levent’in elindeki kumandaya uzandı. Fakat dişlerimin arasından hırlar gibi bir ses çıkartınca hemen elini çekti. O kumandaya dokunduğu an üzerine atlayacağımı iyi biliyordu.
İzlemek istemiyorsa gidebilirdi ama biz bir süre daha buradayız.
***
Yüzümdeki yosun maskesi kurumaya başlamışken kucağımdaki mısırdan bir avuç aldım. “Ya öleceksin geri zekalı kaçsana!” dedim gözlerimi dev ekrandan ayırmadan. Kadın tam bir maldı.
Benim aksime yüzünde çilekli bir maske olan Kadem, “Çizgi film izleyelim dedim sana!” diye bana kızdı ve kucağındaki büyük kâseden birkaç çilek alıp hepsini sapıyla ağzına bastı. Ağzı doluyken kocaman gözlerle televizyona bakıp, “Bu film psikolojimi silkeledi!” diye sitem etti. Sansürsüz de küfretmezmiş.
Elay ikimizin arasında korkudan tir tir titrerken, “Kendi bebeğini öldürdü,” diye ağlamaya başladı. Elini karnına bastırıp, “Kapatın şunu bebeğim korkuyor,” dediğinde asıl korkutucu olanın kendisi olduğunu fark etmiyordu. Bebeği zaten çoktan ölmüştü! Vicdan azabından geberiyordum şu anda.
Kenan Allah’tan sabır dileyerek, “Yahu gecenin üçü, üçü!” diye bize kızdı. “Kapatın şunu da uyuyalım artık!” Sanki biz ona dedik bekçi gibi tepemizde dikil diye.
Bence en büyük öfkesi Karun’a yönelikti çünkü Karun ondan bize göz kulak olmasını istemişti. Hayatını kurtardığımdan beri Karun’un bana karşı olan tutumu çok değişti dersem yalan olurdu. Beni zorla buraya getirmek dışında aynı adamdı. Tabii Elay’ın burada kalmasına izin vererek küçük bir insanlık belirtisi göstermişti. Bunun dışında tüm gün etrafına buz saçarak kaldığı yerden hayatına devam ediyordu.
Kadem’in burada kalmasına izin vermesi de tamamen kendi çıkarları içindi. Duha’nın canını yakacak her şeyi yapacağını artık bilmeyen yoktu. Kadem’de zaten bunu bildiği için Karun’un ona izin vereceğinden çok emindi. Beklediği gibi olmuştu çünkü Karun onu evine almıştı. Her ne kadar bunun için kendini biraz acındırmış olsa da... Duha şu anda çıldırıyor olmalıydı.
Durum böyle olunca Kenan üçümüze göz kulak olmak zorundaydı çünkü Karun ondan bunu istemişti. Biz uyumadan uyuyamadığı için kızgındı. Kadem ve ben doğal ortamımıza kavuşmuşuz gibi rahattık. Önce pembe pijamalarımızı giymiştik, daha sonra güzellik maskelerimizi yaparak ekran başına geçmiştik.
Diğer yanımda oturan Levent elini uzatıp mısırımdan bir avuç alırken, “Bige hemen yanında oturduğumu sakın unutma,” diye beni uyardı. “Korkunca asla çığlık atma zaten ödüm kopuyor!” Dürüstlüğü karşısında gülerek başımı salladım. Kenan dışında hepimiz korkudan tir tir titriyorduk.
Filmdeki kadın etrafına bakarak mezarlıkta yürürken arka fonda çalan gerilim müziği aklımızı başımızdan alıyordu. Bir anda ekran kararıp tüm ışıklar kesilince hepimiz çığlık çığlığa bir yerlere kaçmaya başladık. O kadar çok bağırıyorduk ki sesimiz ta dışarıya kadar gidiyordur. Karanlık salonda büyük bir gürültü vardı. Kaçmaya çalışırken ya birbirimize çarpıyorduk ya da bir şeyleri yere düşürüp kırıyorduk.
Karanlıkta deli gibi bağırarak yönümü bulmaya çalışırken Kadem’in, “Bir şey koluma yapıştı!” diyen feryadını duydum. “Vuruyorum, vuruyorum gitmiyor!”
Elay’ın ağlayarak, “Vurmuyorsun saçlarını yoluyorsun!” diyen bağırtısını duydum. “Kadem bırak saçlarımı!”
Kenan, “Bir şey benim üzerimde tepiniyor!” diye bağırdı. “Üzerimdeki derhal bıraksın beni!”
“Abi o benim,” dedi Levent. “İtmesene korkuyorum zaten!”
“Lan o nasıl korkmadır, ırzıma geçiyorsun piç!” dedi Kenan.
Ağlamaklı bir sesle, “Hepiniz madem birbirinizi buldunuz peki, ben kime sarılıyorum?” diye sordum. Levent sandığım için yakaladığım ilk bedene sıkıca sarılmıştım. “Salonda biri daha var ve ben şu anda ona sarılıyorum!” dediğimde Kadem daha çok bağırıp, “Evi cinler bastı!” deyince belimde hissettiğim ellerle ağlamaya başladım. Bir şeyin elleri belimdeydi!
Çığlık atarak, “O da bana sarılıyor ama!” diye bağırdım. “Üç harfliler güzel ve masum olanlara musallat olurmuş.” Salya sümük ağlamaya başladım. “Hepinizden güzel olduğum için beni seçtiler!” dediğimde birinin gülen sesini duydum. Bu ses çok yakınımdan gelmişti. Allah kahretsin sarıldığım şeyden geliyordu bu ses!
Biri şu ışıkları derhal açsın!
Odadaki koşuşturma devam ederken tekrar bir şeylerin kırılma sesini duydum. “Bir şey sırtımda!” diye bağırdı Kadem. “Biri Nas veya Felak falan okusun, cinler cirit atıyor evde!”
“Abi o benim altımda ne işin var?” dedi Levent.
“Herkesi elden geçiriyor it!” diye küfretti Kenan.
“Bir şeyi ısırıyorum ama ne olduğunu bilmiyorum,” diyen Elay’ın ağlayan sesini duydum.
“Ah!” diye bağırdı Kenan. “Elay bacağımı ısırmayı bırak!”
“Ama bu şey hâlâ belimi tutuyor!” diye ağlamaya devam ettim. “Cinlere vurunca çarpılır mıyız?”
“Kızım vur gitsin!” diye bağırdı Kadem. “Levent çek elini lan oradan!”
“Abi ben masanın üstündeyim!”
“Ulan mabadımı kim dürtüyor o zaman!”
“O senin kıçın mıydı?” diye sordu Elay. “Bulduğum bir şeyi savuruyorum işte sağa sola,” dediği an Kenan’ın, “Ananı!” diyen bağırışını duydum. “Elinde ne varsa hemen yere bırak kısır ettin beni!”
Bunlar resmen ateş hızıyla yer değiştiriyordu!
Benim durumum daha vahim olduğu için onların bağırışlarına kulak tıkayıp hıçkırdım. Çarpılmaktan korktuğum için ne kıpırdayabiliyordum ne de bana sarılan şeyi itebiliyordum. Belimi biraz daha sıkınca ağlayarak, “Ama beni hiç camiye göndermediler ki,” dedim akan burnumu içime çekerek. “Eğer gitseydim birkaç dua öğrenirdim. Ya ben kelime-i şehadeti bile unuttum korkudan.”
“Elin cinine ellerini belimden çek de diyemem ki çok pis çarpar beni.” Korkudan kalp krizi geçirmek üzereydim. “Ayak üstü götürüyor beni, bir şey yapın!”
“Kim götürüyor kızım seni?” diyen Kadem’in sesini duydum.
“Cin, şeytan veya iblis ya ne bileyim görmüyorum ki!” diye bağırdım.
Kadem, “Bekle geliyorum!” demişti ki karanlığın içinde tekrar bir kırılma sesi duyulunca, “Gelemiyorum herkes başının çaresine baksın!” dedi.
Bir anda ışıklar tekrar yanınca birinin göğsüyle bakıştığımı gördüm. Başımı yavaşça yukarı kaldırınca Karun’u görüp sertçe yutkundum. O da beni görür görmez kısa bir an irkilmişti. Yüzüme garip bakışlar atıp duruyordu. Yüzümdeki yosun maskesini bir anda görmek onu korkutmuş gibi hemen belimdeki ellerini çekip benden uzaklaştı. “Bu yüzündeki iğrenç şey de neyin nesi?” derken yüzünü buruşturmuştu.
Bense hâlâ az önce yaşadığım olayın şaşkınlığını yaşıyordum. Karun yerimi biliyormuş gibi onca insanın içinde ilk beni yakalamıştı. Diğerlerine doğru döndüğümde gördüklerimle kıkırdadım. Hepsi birbirine karışmış durumdaydı. Kendimize hazırladığımız atıştırmalıklar yere saçılmıştı ve Levent masanın üstünde ayakta duruyordu. Salondaki hengameden kendini bu şekilde kurtarmış olmalıydı.
Kenan televizyonun önünde duruyor, kanayan kafasına küçük bir biblo bastırıyordu. Diğer elinde kendini korumak için bir vazo tutuyordu. Elay elinde şömineyi karıştıran demiri tutuyordu ve yerde sırt üstü yatıyordu. Kadem ise bacaklarını ikiye ayırarak Elay’ın sırtına çıkmıştı ve elindeki yastığı üst üste Elay’ın kafasına vuruyordu. Ona vurmaya kendini o kadar kaptırmıştı ki ışıkların geldiğini bile fark etmemişti.
Cinlere gerek yoktu ki bunlar zaten birbirini halletmişti. Karun zamanında beni tutmasaydı şimdiye bende onlar gibi dayak yiyecektim. Kenan hafifçe boğazını temizleyerek, “Kadem?” diye seslenerek onun altında can çekişen Elay’ı gösterdi. “Işıklar geldi bırak lan artık kızı.”
Kadem elindeki yastığı bırakmadan başını kaldırıp etrafına baktı. Işıkların geldiğini ama en önemlisi ona baktığımızı gördü. Peki, o ne mi yaptı? Elindeki yastığı son bir kez Elay’ın kafasına geçirip kızın üstünden kalktı. Manyak.
“Şu hale bak ilk günden tımarhaneye döndü burası!” Rengin’in sesini duyunca hepimiz sesin geldiği yöne döndük. Üzerindeki kısa geceliğiyle kapının önünde duruyordu.
Belki de onu ilk kez daha kadınsı gösteren bir şeyin içinde görüyordum. Üzerindeki beyaz sabahlığın önü açık olduğu için giydiği geceliği herkes görüyordu. Kalçasının biraz altına gelecek uzunlukta olduğu için bacaklarının büyük bir bölümü görünüyordu. Ayakları çıplaktı ve geceliğin açık yakasından göğüslerinin kıvrımı görünüyordu. Hep salaş veya spor takılmak yerine bu tarz bir elbise giyse ona gerçekten yakışırdı.
Buradaki erkekler şu anda onu kışkırtıcı bir geceliğin içinde görüyordu. Karun kesin kıskançlıktan çıldırmıştır diye düşünüp onun tepkisini görmek için başımı çevirdim. Fakat Karun düz bir şekilde Rengin’e bakmak dışında en küçük bir yaşam belirtisi vermiyordu. Sanki nişanlısı kısa ve ateşli bir gecelikle buradaki erkeklerin aklını başından almamış gibi davranıyordu. Hani seven kıskanırdı? Sanırım Karun kıskanç erkeklerden değildi.
Karun hissiz gözlerle Kadem ile ikimize bakıp, “Yüzünüzdeki şu şeyden kurtulup gelin,” dediğinde otoriter kişiliğini konuşturmak için fazla beklememişti. “Bu dağınıklığı siz toplayacaksınız,” dedikten sonra odada duran diğerlerine döndü. “Sizler de.” Korktuk ağladık şimdi de temizlik zamanıydı!
Kadem ile üst kattaki odalarımıza çıkıp hızlıca yüzümüzdeki maskelerden kurtulduk. Maskeden sonra yüzüme nemlendirici krem sürdüm. Kırmızı rujum olmadan asla dışarı çıkmadığım için gece olmasını umursamadan rujumu sürdüm. Saçlarımı toplayarak odadan çıktığımda Kadem’de dışarı çıkmıştı. O da yüzünü yıkayıp üzerini değiştirmişti. Herkes uyandığı için ortalıkta pembe pijamasıyla dolaşmak istemediği için siyah bir tişört ve eşofman altı giymişti.
Birlikte aşağıya inerken, “Burayı hiç sevmedim,” diye sızlandı. “Karun fazla diktatör biri.” Ne yazık ki haklıydı.
“Ve sen beni o diktatörle evlendirdin,” diye ona ters ters baktım. “Senin yüzünden öyle bir adamın karısıyım!”
“Bir duyan olacak kısık sesle konuş!” Kızgın gözlerle beni azarladı. “Seni onunla evlendirdiysem vardır bir sebebi.” Nasıl bir sebep beni gaddar bir adamın karısı yapmaya yeterdi ki?
“Karun!” diyen bir ses duyduğumuzda ikimizde merdivenin üzerinde durduk. “Çık dışarı piç kurusu!” Kadem ile afallayarak birbirimize baktık. Bu Duha’nın sesi değil miydi?
Karun ve diğerleri salondan çıkınca hemen bizde onların peşine takıldık. Dışarı çıktığımızda Duha’nın adamlarıyla burayı bastığını gördüm. Şoke oldum. Bir ordu dolusu adamla buraya geldiği için Karun’un adamları da bahçenin ön tarafına toplanmıştı. Tek bir kurşun patladığı an iki tarafı da kimse tutamaz, kan gövdeyi götürürdü. Gördüğü manzara karşısında sinirlerini kontrol edemeyen Karun’un çenesindeki kaslar seğirdi. “Bu ne cesaret Tunus!” diye öne çıktı. “Baskın yapar gibi adamlarınla haneme gelmek hangi kitapta yazıyor!” Ona sesini yükselttiğinde tek bir hareketiyle adamları ateş edecekmiş gibi hazırda bekliyordu.
Aynı şekilde Duha’nın da adamları Duha’dan gelecek en küçük bir işareti bekliyordu. Olamaz, bahçede iki tarafın toplamı yüze yakın adam vardı! Duha öne doğru birkaç adım atınca sarhoş olduğu o kadar belli oluyordu ki. Her zaman jilet gibi giyinen adamın ceketi üzerinde yoktu. Gömleğinin yakası açık, kravatı boynunda gevşekçe duruyordu ve gömleğinin etekleri pantolonun üzerindeydi. Sarhoştu! İşte bu herkesi endişelendirmeye başladı çünkü aklını kullanacak halde değildi.
Tamamen alkolün etkisiyle hareket ettiği için bu gece verdiği tek aptalca bir karar burayı mahşer yerine çevirebilirdi. Karun onun sarhoş olduğuna falan bakmaz, karşılık vermekten çekinmezdi. Duha’nın gözleri Kadem’i bulduğunda hepimiz bu kadar çok içmesinin sebebini anladık. “Neden lan!” dediğinde ihanete uğramış gibi Kadem’e bakıyordu. “Kalacak başka yer mi yoktu, neden bunu yaptın?” Yanında duran ellerini sıkıyordu. “Cevap ver!” diye bağırdığında yaşadığı hayal kırıklığını iliklerime kadar hissettim. Can yoldaşı ondan kaçıp ezeli düşmanına sığınmıştı.
Onun bu kadar dağılacağını Kadem’de beklemediği için serseme dönmüş bir halde Duha’ya bakıyordu. Üzülüyordu ama bunu ona belli etmemeye çalışıyordu. Duha ona bakarken hüsrana uğramış gibi içli bir sesle, “Bu son yaptığın yakışmadı, Kadem” dedi. Yaşadığı ihanet duygusundan dolayı sesi şimdi daha kısık geliyordu.
Kimden bahsettiğini bilmiyorum ama Duha, “Şimdi ondan ne farkın kaldı?” diye acı içinde güldü. “Benim evimden çıkıp Karun’a gelmişken aynı şey değil diyebilir misin?” Sustu ve suskunluğunun içindeki azabı soludum.
Duha’nın kömür karası gözleri Kadem’in üzerinde oyalanırken, “Bu sana hiç yakışmadı,” dediğinde Kadem kaskatı kesildi, tek kelime edemedi. Nedendir bilmiyorum ama gözlerim dolmuştu. Duha’nın Kadem’e olan düşkünlüğü gıpta edilesi bir şeydi. Eşi benzeri olmayan bir duyguydu. Bir zamanlar bende tıpkı onun gibi arkadaşlarımı ölesiye severdim ve hepsi ölmüştü. Belki de Duha’da kısa bir an kendimi gördüğüm için gözlerim dolmuştu.
Duha’nın gözleri yanımda duran Rengin’i bulunca iç çekti. İkisi göz göze gelince aralarındaki sessiz bakışma birçok şey söylüyordu ama duymasını bilene. Rengin’i baştan ayağa süzmeye başlamıştı. Onu kısa bir geceliğin içinde bulunca Karun’un bile yapmadığı bir şeyi yaparak kaşlarını çattı. Rengin’in bunca erkeğin içinde yarı çıplak dolaşması hoşuna gitmemiş gibi bakıyordu. Allah kahretsin, Duha kıskanç bir erkeğin bakışlarıyla Rengin’e bakıyordu! Seven bir erkeğin sahiplenici bakışlarıydı bunlar.
Bu da ne demekti şimdi? Beni asıl şaşırtan şey ise Rengin’in Duha’nın bakışları karşısında çıplaklığından utanması olmuştu. Hemen sabahlığının kuşağını sıkıca bağlarken gözleri üzgün bir şekilde Duha’ya bakıyordu. Rengin üzgün hatta acı çekiyor gibiydi. Bal sarısı gözleri Duha’ya pişmanlıkla bakıyor, sanki bıraksan onun kollarına atılacakmış gibi duruyordu. Neler oluyor? Bu ikisinin arasında bilmediğim ne vardı?
Rengin, Duha’ya baktığı gibi şu zamana kadar Karun’a bile bakmamıştı.
Duha’ya olan bakışlarını görene kadar bunu hiç fark etmemiştim.
Duha, Rengin’in gözlerinin içine bakarken, “Daha kaç kez sırtımdan vurulacağım?” dediğinde bazıları onun bu sözleri Kadem’e söylediğini düşündü ama bence bu sözler Rengin içindi. Çünkü Rengin’in gözleri doldu, sus dercesine yalvarır gibi ona bakmaya başladı. İkisinin arasında bir şeyler vardı, değil mi?
Burası iyice kördüğüm olmuştu.
Ben ve Rengin en arkada duruyorduk. Hepsinin arkasında olduğumuz için diğerleri bizi göremiyordu. Bu yüzden yanlış anlaşılma oldu. Duha uzun süre Rengin’e yani bu tarafa bakınca Karun başını arkaya çevirdi. Omzunun üzerinden baktığında gözleri doğrudan benim üzerimde oyalandı. Duha’nın Rengin’e bakmasını aklına bile getirmediği için bana baktığını düşündü. Kaşlarını kızgınlıkla çatmıştı.
Böyle bir durumda insan ilk sevdiği kadına bakar, onu kıskanırdı ama Karun’un bakışları Rengin’e değmiyordu bile. Bana bakıyor ve Duha’yla aramda bir şeyler olabileceğini düşünüp iyice çıldırıyordu. Yahu bana niye bakıyorsun nişanlına baksana! Sonuçta Duha bana değil ona bakıyor!
Az önce Duha’ya üzüldüğüm için nemli gözlerimi de görünce Karun iyice çığırından çıktı. Duha bana bakınca onun için gözlerimin dolduğunu falan düşünmüş olmalıydı. Sinirden zangır zangır titrerken önüne döndü ve “Gözlerine sahip çık!” diye kükreyip Duha’nın yüzüne yumruğunu geçirdi. Hassiktir!
Her şeyi yanlış anladı. Gerçi doğrusunu anlasa da sonuç değişmezdi çünkü diğeri de onun nişanlısıydı. Sarhoş olmasına rağmen Duha yediği yumrukla sendeledi ama yere yıkılmadı. Elini kaldırıp dudağına dokunduğunda boynundaki damarlar belirginleşmişti. Parmağına bulaşan kanı görünce ağzındaki kanı yere tükürdü. En az Karun kadar sinirli olduğu için dişlerini sıkarak, “Hiçbir şey bildiğin yok!” diye bağırıp o da Karun’un yüzüne yumruk attı.
Hemen onlara koştuk. Koştuk diyorum çünkü Rengin ile aynı anda öne doğru atılmıştık. Karun yaralı olduğu için yumruk yumruğa bir kavgaya girecek durumda değildi! Aslına bakarsak Duha’da bu kadar sarhoşken kendini iyi savunamazdı. İkisi adeta hırlayarak tekrar birbirine saldırdıkları an ben hemen Karun’un kolunu tuttum ve Rengin’de Duha’nın. Bu kadının Duha yerine Karun’un yanındaki yerini alması gerekmiyor muydu? Buradaki her şey ters işliyordu!
Rengin, Duha’nın patlayan dudağına bakınca iç çekmemek için kendini zor tutuyordu. Duha’ya, “Evine git,” dediğinde kaşlarımı çatarak Karun’un önünde durdum. “Bence de evine gitsin çünkü biraz daha kalırsa kötü şeyler olacak,” diye öne çıktığımda Rengin karşıma dikilerek Duha’nın önüne geçti. Şu zamana kadar görmediğim korkutucu bir yüz ifadesiyle bana bakıp, “Kapat çeneni!” diye sesini yükseltti. “İkisi de fazla sinirli yangına körükle gitmeyi bırak!” Yine tek suçlu nasıl ben oldum, anlamıyorum.
“Asıl sen kapat çeneni!” Aramızdaki son adımı da kapattım. Duha yüzünden başıma gelen onca şeyden sonra kimse bana onu savunamazdı. Özellikle beni kaçırtıp dövdürdükten sonra. Karun’u korumaya çalışmıyordum çünkü benim korumama ihtiyacı yoktu. Benim asıl meselem bana yapılanların hesabını bir şekilde sormaktı.
Rengin’e bakıp yanımda duran elimi sıktım. “Buraya adamlarıyla destursuzca gelen o!” dedikten sonra gözlerimi kısarak onu işaret ettim. “Yanlış tarafta duruyorsun dikkat et.” Ona küçük bir detayı hatırlatmıştım. Durması gereken yer Duha’nın yanı değil nişanlısının yanıydı.
Rengin’in gözlerinin içine bakarak, “Dinleyin!” diye sesimi yükseltip Karun’un korumalarına döndüm. “Duha Tunus ikinci kez haddini aşarsa hepsini vurun!” Evet, bunu gerçekten söylemiştim. Duha’dan kurtulmak için bu fırsatı asla kaçırmam.
Sözler dudaklarımdan çıktığı an korumaların hepsi silahlarını çıkartınca başta Duha ve Karun olmak üzere buradaki herkes afallamıştı. İnanılır gibi değildi ama Karun’un adamları emrime itaat ederek silahlarına davranmıştı. Rengin bile bu kadarını beklemiyordu. Hadi ama ben bile beni dinleyeceklerini beklemiyordum! Acaba silahlar yere desem fazla mı absürt olurdu? Bu adamlar da hiç olmayacak bir zamanda beni dinlemeye kalkışmışlardı.
Aynı şekilde Duha’nın adamları da silahlara davranınca işin boyutu çok tehlikeli bir yere gitmeye başladı. Rengin’in gözleri arkamda duran Karun’u bulunca sertçe yutkundu. Başımı çevirip bakamıyordum ama artık Karun ona nasıl bakıyorsa korkudan Rengin’in rengi atmıştı. Yanlış tarafta durduğunu sonunda idrak edip, “Ben sadece sizi ayırmaya çalışıyordum,” diye gözlerimi kaçırdı. Hemen Duha’nın önünden çekildi. Eminim öyledir.
Duha önce en küçük bir kaş çatmasından onun önünde çekilen Rengin’e baktı, daha sonra da çekilen tüm silahlara rağmen Karun’un önünde dimdik duran bana baktı. Bu durum zoruna gitmiş gibi hoşnutsuz bakışları arkamda duran Karun’u buldu. “Bir gün sana iyilik yaptığımı anlarsam o iyiliği senden çekip alırım,” dediğinde yemin eder gibiydi. Bu onun için bir söz hatta yerine getirmesi gereken bir amaçmış gibi bakıyordu. Karun belki onun ne demek istediğini anlamamıştı ama ben çok iyi anladım.
Bu evliliğin Karun için bir ceza olması gerekiyordu. Eğer ödüle dönüşürse başlattığım şeyi bitiririm diyordu.
Karun’un arkadan bana yaklaştığını hissettim. Daha sonra eli belime sürtünerek karnımın üzerinde durup nefesimi kesti. Karnıma hafifçe baskı uygulayarak beni göğsüne çektiğinde taş kesildim. Sırtımı göğsüne yaslamıştı. “Evine git, Tunus,” dediğinde kontrollü davranmaya çalışıyordu. Aynı zamanda beni göğsüne çekerek bana sahip çıktığını buradaki herkese gösteriyordu.
“Sarhoş olduğun için bu gece olanları unutacağım ama biraz daha burada kalırsan hiçbiriniz buradan sağ çıkamazsınız! Ben sana tolerans göstersem karım göstermez,” dediğinde karnımdaki eli sahiplenir gibi biraz daha karnıma baskı uyguladı. “Ve bilirsin kadınların sağı solu hiç belli olmaz.” Karun’un sesi kulağıma fazla sakin ve huzurlu gelmişti. Az önce Duha’yla aramda bir şeyler olduğunu düşündüğü için çıldıran o adamdan eser yoktu. Önüne atılıp korumaları harekete geçirmem hoşuna gitmiş gibi sesi keyifli bile sayılabilirdi.
Duha elini kaldırınca adamları silahlarını indirdi ama Karun’un adamları hâlâ onlara silah çekiyordu. Karun başını boynuma doğru uzatıp dudaklarını kulağımın yakınına getirdi. “Başlattığın şeyi sonlandırman gerekiyor,” diye fısıldadığında ılık nefesi içimi titretiyordu. “Bize silah çekmeyenlere silah doğrultmak yakışmaz bize. Şimdi adamlarına söyle indirsinler silahlarını,” dediğinde son kısmı söylerken sesi güler gibi çıkmıştı. Adamların kısmına özellikle vurgu yapmıştı.
O da adamlara silahlarını indirmelerini söyleyebilirdi ama bunu yapmadı. Benim emrimle silah çeken adamların kontrolünü bana bırakmayı tercih etti. Engel olacağını düşünmüştüm hatta işine karıştığım için bana kızacağını ama o, bana bu işin nasıl yapıldığını öğretmek ister gibi gereken komutları kısık bir sesle kulağıma fısıldıyordu. Karun başkalarının yanında beni asla ezmiyordu.
Başımı kaldırıp adamlara baktım. Başımla küçük bir işaret yaptığımda hepsi hemen silahını indirince gülümsedim. “Oldu mu?” diye fısıldadığımda Karun’un arkamdan gülen sesini duydum. “Çok iyi gidiyorsun Çeyrek Mafya.” Karısına racon kesmeyi öğreten bir deliydi.
Rengin’in kızgın bakışlarını görünce gülüşüm hızla soldu. Karun’un karnımdaki eline baktıkça daha çok sinirleniyordu ama bakışlarında kıskançlıktan çok öte bir şey vardı. Hayır, Rengin kıskanmıyordu çünkü Rengin yakınlığımızı görünce kendini aşağılanmış hissediyordu. Herkesin içinde samimi bir şekilde durmamız onu küçük düşürüyordu. Karun’dan önce kendi saygınlığını düşündüğünü görebiliyordum. Bu evde kimse kimseyi yeteri kadar sevmiyor gibiydi.
Duha gelene kadar bunu hiç fark etmemiştim. Üstelik Duha, Rengin’in sinir küpüne dönmüş halini gördükçe tatmin oluyordu. Benim Karun’un göğsüne yaslı olmam Rengin’e kötü hissettiriyordu. Bu da Duha’nın ekmeğine yağ sürüyor gibiydi. Duha sanki benim üzerimden Rengin’den bir şeylerin intikamını alıyordu. Neden kendimi Duha tarafından kullanılmış hissediyordum?
Karun elini karnımdan çekene kadar ondan uzaklaşmadım çünkü bu onu yok saymak olurdu. Yalnız kaldığımızda ne halimiz varsa görebiliriz ama insanların içinde birbirimizi küçük düşürmemiz doğru olmazdı. Neyse ki Karun elini çekerek beni azat etmişti. Yanımda durup Duha’ya kapıyı gösterdiği esnada Elay’ın, “Sizler çok kötüsünüz!” diyen kızgın sesini duyduk. Bekle, ne?
Hepimiz başımızı çevirip Kadem’in yanında duran kadına baktık. Elay’ın sinirli bakışları Karun ve benim üzerimdeydi. Tam buna ne oluyor diye düşünürken Elay, Duha’nın patlayan dudağını gösterdi. “Abime vurdunuz!” deyince şimdi komple şoke olduk. Abisi mi?
Karun inanamayan gözlerle Duha’dan hesap sordu. “Evimde kız kardeşini mi besliyorum?” derken şaşkın suratı çok komikti.
Duha afallamış bir halde Elay’a bakarken yüz kızartıcı bir küfür savurdu. Onu burada görmeyi beklemediği çok açıktı. “Kız kardeşim olsa sence senin evine gelmesine izin verir miyim?” dediğinde delici bakışları Elay’ın üzerinde oyalanıyordu. “Bu akıl hastası kadının abisi değilim!”
Karun ona inanmadığını göstererek omuzlarını dikleştirdi. “Neden sana abi diyor?”
“Nereden bileyim ben!” Duha sinirle parmaklarını saçlarından geçirip onları dağıttı. “Bu siktiğim yerinde olanları anlayacak durumda değilim!” demişti ki Elay ona doğru yürüyüp Duha’nın karşısında durdu. “Ben burada yaşamak istemiyorum,” dedikten sonra şikâyet eder gibi ona Karun’u gösterdi. “Bu adam çok korkutucu.” Sızlanarak Duha’nın elini sıkıca tutup mavi gözlerini ona dikti. “Abi evimize gidelim,” deyince Duha’nın ikinci kez küfrettiğine şahit olduk.
Duha elini o kadar hızlı bir şekilde çekmişti ki sanki Elay vebalıymış gibi davranıyordu. Çatık kaşlarla zavallı kıza bakıp, “Benim hiç kız kardeşim yok!” diye ona sesini yükseltince Elay irkildi ama geri adım atmadı. Eliyle kendini işaret edip, “Ben varım ya!” deyince Duha sinirden adamlarına döndü. “Vurun şu deliyi!” Bu da işine gelmeyince hemen vurun diyordu.
Neyse ki Kadem tam zamanında müdahale edip araya girdi. “Abi.” Yumuşak bir sesle konuşup onun bir çılgınlık yapmasını engelledi. “O Serhat’ın karısı.” Derin bir nefes alarak başını hızlıca salladı. “Kocasının ihanetini öğrendiği gün bebeğini kaybetmiş. Bu yüzden şuurunu yitirmiş.” Duha’nın gözleri hızla Elay’ı buldu. Başından aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi gözlerini büyütmüştü. Sonunda onun kim olduğunu öğrenmişti.
Serhat’ın karısı olduğunu öğrendiği an yüzü bembeyaz olmuştu ama şaşkınlığını gizlemeye çalışıyordu. Sonuçta Karun hâlâ Duha’nın oynadığı oyunu bilmiyordu. Bu kadarını idrak edip bazı şeyleri saklamaya çalıştığına göre yavaş yavaş alkolün etkisinden çıkıyordu. Elay’a olan bakışları o kadar hissizdi ki en küçük bir vicdan azabı çekiyor mu, diye merak ettim. İçinde yaşadıklarını bilemem ama her ne yaşıyorsa bunu çok iyi gizliyordu. Onun oynadığı oyun yüzünden Elay bir daha anne olamayacaktı.
Umarım bu kadarını anlayıp yaptıkları için biraz da olsun pişman olurdu. İnsanların hayatıyla oynayan oydu ama bedel ödeyen sadece biz kadınlardık. Erkeklerin savaşında her defasında ağır kayıplar veren sadece kadınlar oluyordu. Kendine gelmek için birkaç kez derin derin nefesler alan Duha, gözlerini Elay’dan ayırmadan, “Gidelim, Kadem,” dedi buz gibi bir sesle. “Burada yapacak bir işimiz kalmadı.”
Kadem onun Elay’a olan soğuk bakışlarını görünce kaşlarını hafifçe çattı. Kadem yaptıkları için pişmandı ama aynı pişmanlığı Duha’dan göremiyordu. “Bir şartla eve geri dönerim.” Ona Elay’ı gösterdi. “O da bizimle gelecek.”
Karun ve Duha aynı anda, “Hayır!” diye şiddetle karşı çıktı. Karun, Serhat’ı yakalamak için onun karısını yanında tutmak istiyordu, bu yüzden Elay’ın gitmesine izin vermeyecekti. Duha ise bir deliyi evine götürüp onunla uğraşmak istemiyordu. Kadem’e gelince o vicdan azabı çektiği için Elay’ı iyileşene kadar yanından ayırmak istemiyordu. Bu yüzden gittiği her yere onu da yanında götürmeye çalışıyordu.
Duha’nın yaptıklarının sonucuyla yüzleşmesi için Elay’ı her gün görmesi gerekiyordu. Ona sırtını dönüp hayatına kaldığı yerden devam etmek yerine Elay’ın sorumluluğunu almalıydı. Böylelikle bende bana Serhat’ı hatırlatan bir kadını görmek zorunda kalmazdım. Karun’a yaklaşıp kısık bir sesle, “İzin ver gitsin,” dedim. Durumu biraz daha dramatize bir hale getirip suratımı astım. “Onu görmeye dayanabilirim sandım ama bu gerçekten çok zor.” Sesimi özellikle ağlamaklı çıkarmaya çalıştım. Kendimi biraz daha zorlarsam ağlayabilirdim de çünkü çok kolay ağlayan biriydim.
Dün kalmasını isterken bu gece gitsin demem Karun’u kızdırdığı için bana ters ters bakıyordu. Elay’ı göndermek planlarının arasında olmadığı için tam itiraz etmeye hazırlanıyordu ki, “Hayatını kurtardım,” dedim hızlıca. “Hayatını kurtaran birine en azından bu kadarını yapmalısın.”
Hayatını kurtardığımı hatırlatıp bunu ona karşı kullandığımda öfkesinin boyutu tahmin bile edilemezdi. Gözlerinin ardından yıldırımlar çakıyordu. Sıktığı dişlerini gıcırdatarak sakin olmak için üstün bir çaba harcadı. “Tamam, gitsin!”
“Ben kabul etmiyorum lan nereye geliyor!” Duha şiddetle karşı çıkarak Elay’dan uzaklaştı. “Evim toplama kampı değil, senin evinden çıkan benim evime giremez.”
Karun onun gözlerinin içine bakarak sırıttı. “Duydun, Kadem.” Duha’nın bam teline nasıl basacağını iyi biliyordu. “Şimdi geç içeri.”
“O hiçbir yere gidemez benimle geliyor!”
“Ben göndermezsem zor gelir,” diyen Karun çok rahattı. “Ya ikisini alırsın ya da ikisi de burada kalır.”
“Sabrım taşıyor, Kalender.”
“Benimkinin taşmadığını nereden biliyorsun, Tunus?”
İkisi tekrar birbirine saldırmaya hazırlanıyordu ki Kenan, “Kadem,” diye sinirli bakışlarını ona çıkardı. “Paylaşılamayan erkek olmak hoşuna mı gidiyor? Gitsene lan evine!” Ona kızınca gülmemek için kendimi zor tuttum.
Bu durum gerçekten Kadem’in hoşuna gidiyor olmalı ki kaygısızca omuz silkti. “Elay’ı kabul etmezse gitmem.” Çocuk gibi inat ediyordu.
“Tamam, sen git Elay’ı daha sonra peşinden göndeririz,” diyen Kenan onun inadını kırmaya çalıştı.
“Olmaz öyle.” Kadem çenesini dikleştirerek geri adım atmadı. “Elay’ı almadan gitmem.”
Kenan onu parçalamak ister gibi bakıyordu. “Sana ne be Serhat’ın karısından!” diye onu tersledi. “Git artık uykum var benim.”
“Git uyu, uyuma mı diyorum sana?”
“Yahu evine dönsen ben zaten uyuyacağım.”
“Elay olmadan zor giderim.”
“Kadem bak sabrım taşıyor!”
“Benimkinin taşmadığını nereden biliyorsun?” dediği an Karun ve Duha’nın ettiği küfürleri duyduk. Evet, roller tamamen değişmişti.
“Levent bana bir sandalye getirsene.” Uykulu bir şekilde esnedim. “Bu konu sabaha kadar uzayacak gibi.” Ayakta durmaktan yorulmuştum.
Levent başını sallayarak içeri girerken Rengin, “Kızı istemiyor işte,” diye buna bir son vermesi için Karun’a baktı. “Burada kalmaya devam etsin.” Elay güzel bir kadındı üstelik sesi de büyüleyiciydi. Rengin ben yetmezmişim gibi eve ikinci bir kadını almayı hiç sorun etmiyorsa ben bunun altından bir şey arardım. Sanki Elay’ın Duha’nın evinden kalmasındansa burada kalması onun için daha iyiydi.
Duha’da bunu fark etmiş gibi dudağının köşesi hınzırca kıvrıldı. “İkisi de benimle geliyor,” diyerek Rengin’i dumura uğrattı. Yutkunan Rengin’e bir kez bile bakmadan herkese sırtını dönüp arabasına yürüdü. “Kadem kızı da al gel.” Rengin’in gözlerine yerleşen kıskançlığı sadece ben gördüm. Kadını yakın takibe aldığım için benden başka kimse onun hareketlerini takip etmiyordu. Bu kadın acaba ölümle dans ettiğinin farkında mıydı?
Kadem, Elay’ın kolunu tutarak onunla Duha’nın arabasına bindi. Bir dakikanın içinde Duha ve adamları malikâneden ayrılmıştı. Korumalar işinin başına dönerken Karun ve Kenan’da içeri girdi. Karun henüz tam olarak iyileşmediği için bu kadar uzun süre ayakta durmak onu yormuştu. Bu yüzden Duha gider gitmez içeri girip dinlenmek için daha fazla beklemedi. Sadece Rengin ve ben kalmıştık.
Yönümü Rengin’e doğru çevirip düşünüyormuş gibi elimi çeneme koydum. “Bakalım doğru anlamış mıyım?” Olan biteni kafamda bir yerlere oturtmaya çalıştım. “Duha seni seviyordu ama sen onun yerine Karun ile evlenmeye kalkıştın. Bunun için sana kızıp intikam planları yapmaya başladı.” Nihayet her şeyi anlamaya başlamıştım. Başından beri Duha’nın bu evlilikteki çıkarını merak edip duruyordum sonunda tüm taşlar yerine oturmuştu.
Rengin’i Karun’dan uzak tutmak için beni Karun ile evlendirmişti!
Yemin ederim şeytanın bile aklına böyle bir plan gelmezdi!
Duyduklarıyla panikleyen Rengin üzerime yürümek için fazla beklemedi. “Şimdiki planın bu mu?” Söylediklerimi anlamamış gibi aptalı oynuyordu. “Yersiz sözlerinle ortalığı karıştırmak yeni taktiğin olmalı.”
“Hayır, sadece anlamaya çalışıyorum çünkü beni Karun ile evlendiren kişi, Duha.” Bu gece Duha’ya olan bakışlarını görmeseydim bunu ona asla söylemezdim çünkü hemen gidip Karun’a yetiştirmesinden korkardım. Fakat bu gece Karun ve Duha karşı karşıya geldiğinde Rengin koşup Duha’yı korumaya çalışmıştı. Karun gerçekleri öğrenince Duha’yı yaşatmazdı. Sırf bunun için bile bu sırrı saklayacağına eminim.
Bu evliliğin altında Duha’nın olduğunu öğrendiği an Rengin donup kaldı. Adım atmak şöyle dursun nefes bile almıyordu. Bal sarısı gözleri nemlenince gözyaşlarını bana göstermemek için tırnaklarını avuç içlerine bastırdı. Üzgündü ama en çok da korkmuştu. Peki, Rengin kim için korkuyordu? Ona olacaklar için mi yoksa Duha’ya olacaklar için mi?
“Birbirimizden hoşlanmıyor olabiliriz ama en azından bu konuda birbirimize dürüst olalım,” dediğimde ona olan nefretimden herhangi bir şey kaybetmemiştim ama deli gibi merak ettiğim bir şey vardı. “Hangisini bir diğeriyle aldattın? Karun’u mu yoksa Duha’yı mı? Önce hangisiyle ilişkin vardı?” Hayatına ilk aldığı kişi asıl aldatılandı. Aslında ikisini de birbiriyle aldatmış olabilirdi ama asıl ihaneti tadan hayatına aldığı ilk adamdı.
Buna cevap vermekte tereddüt ettiğini görüyordum. Hemen gidip Karun’a yetiştireceğimden ödü kopuyordu. Omuzlarını dikleştirerek beni sindirmeye çalıştı. “Sence Karun senin bu yalanlarına inanır mı?” diye inkâr etmeye devam edince daha fazla uzatmanın gereği yoktu.
“Umurumda mısınız sanıyorsun?” İğrenircesine ona bakmaya başladım.
“Sen iki adamı birden idare ettiğin için Duha senden intikam almak için beni kullandı. Onu Karun’a tercih ettiğini düşünüyorum, o da adi bir oyunla senin de amacına ulaşmanı engelledi. Şimdi geldiğimiz son duruma bak.”
Tiksinti içinde yüzümü buruşturdum. “Ben ve Elay, Serhat’ı seviyoruz, Serhat ikimizi birden seviyor. Sen ise seni sevmeyen bir adamla birlikte olmak için seni asıl seven kişiyi harcamış olabilirsin.” Sinirden güldüm. “Gerçi artık senin de Karun’u sevdiğinden şüpheliyim. Duha seninle birlikte olmak istiyor, sen Karun ile ama Karun’da benimle evli ve bende Serhat’ı seviyorum.” Öğürür gibi bir ses çıkardım. “Bu ne ya kimin eli kimin cebinde belli değil!” İçine düştüğümüz duruma söverek malikâneye yürüdüm. İçimizdeki tek masum Elay’dı. Yemin ederim şu birkaç ayda yaşadığım entrikayı kimse yaşamamıştır.
Nasıl bir şeyin içine düştüğümü bir türlü anlamıyordum.
“Ah, bu arada.” Başımı çevirip omzumun üzerinden Rengin’e baktım. “Hak etmiyorsun ama benden sana bir tavsiye,” dediğimde kindar gözlerine bakıyordum. “Kendi yaptıklarına bakmadan başkalarını yargılamayı bırak. Kendi kusurlarına kör olan biri daima kendi ayağına takılıp düşer,” dedikten sonra önüme dönüp yoluma devam ettim. Yemediği halt kalmamıştı ama başından beri bana metres deyip duruyordu.
Acaba ortada gerçekten bir ihanet var mıydı, yoksa Duha’dan ayrıldıktan sonra mı Karun ile birlikte oldu? Eğer Duha’dan ayrıldıktan sonra Karun onun hayatına girmişse o zaman Rengin’in günahını aldım. Ama aynı anda ikisiyle birlikte olduysa o zaman az bile söylemiştim.
***
Sabah erkenden uyanıp koşu için hazırlanmıştım. Siyah bir yarım atlet ve şort giymiştim. Spor ayakkabılarımın bağcıklarını bağladıktan sonra odadan çıktım. Hızlı bir şekilde merdiveni inerken bir yandan da bileğimdeki lastikli tokayla saçlarımı yukarıdan sıkıca bağlıyordum. Evdeki herkes hâlâ uyuduğu için malikâne fazla sessizdi. Dışarı çıkınca Karun’u avluda tek başına dikilirken bulunca şaşırdım. Kuşluk vakti burada ne yapıyor, bilmiyorum ama tüm gece hiç uyumamış gibiydi.
Elinde küçük bir kutu tutan adam dalgın gözlerle bahçedeki ağaçları izliyordu. Üzerinde gri bir tişört ve siyah bir eşofman altı vardı. Henüz gün bile ağarmadığı için sabah ayazı esiyordu. Ben üşümüyorum ama Karun normalde de çok fazla üşüyen biriydi. Üzerinde ceketi olmaması onun daha çok üşümesine neden oluyordu. Titriyordu. Neden ceketini giymemişti?
Kafasını eğerek bileğindeki saati kontrol etti. Bende kendi saatime baktım. Saatin altı olmasına iki dakika vardı. Yönünü kapıya doğru çevirince beni gördü, hiç şaşırmadı. Bu saatlerde dışarı çıktığımı artık biliyordu. Sanki beni bekliyordu. Gözleri vücudumda oyalanınca yarım atlet ve şortu fazla açık bulmuş olmalı ki kaşları hafifçe çatıldı.
Bu konuda bana bir şeyler söylememek için derin bir nefes aldı. “Hava soğuk,” dediğinde bu bana bir bahane gibi geldi. “Hasta olacaksın git üzerine bir şeyler giy.” Giydiklerini değiştir demenin farklı bir yolu mu?
“Ben üşümüyorum ki.”
“Belli,” diye homurdanıp yanıma geldi. Elindeki kutunun kapağını açınca kutunun içinde eflatun renginde birçok boya kalemi gördüm. Elini kutuya daldırıp rastgele beş boyayı bana uzatınca şaşırdım. Daha önce ondan bunları ben istemiştim. İlk gün bana bir boya vermişti fakat o günün akşamında saldırıya uğradığımız için kalan günlerde boyaları bana vermeye zamanı olmamıştı. Şimdi kaçırdığı günlerin boyasını da veriyordu.
Hâlâ saat altı olmasına bir dakika olduğu için boyaları almadım. Sonuçta saat tam altıda demiştim. Sıkkın bir ifadeyle bana bakıp, “Birkaç dakika geç veya erken olması bir şeyi değiştirmez,” dediğinde dakikliğime söver gibiydi.
Güldüm. “Her şey ilk söylediğim saatte olmalı. Hiçbir şey benim için erken veya geç olamaz.”
Kalan son dakikanın dolmasını beklerken, “Ya olursa?” diye sordu.
“Olmaz,” dedim kendimden emin bir şekilde.
Israrcı bir şekilde ikinci kez, “Ya olursa?” deyince bir süre sustuktan sonra gözlerine baktım. “Ya ağır yaralanmışımdır ya da ölmüşümdür çünkü bu iki durum gerçekleşmediği sürece bazı şeyler benim için ne erken olur ne de geç.” Tek kelime edemedi. Dakikliğim takıntı derecesindeydi.
Saat tam altı olunca boya kalemlerini ondan aldım. Elimdeki boyaları şortumun kemerine sıkıştırdım çünkü yanımda çantam yoktu. Sözünü yerine getirip istediğim boyaları bana verdikten sonra ağaçlara doğru yürüdü. Arkasından seslenip, “Nereye gidiyorsun?” diye sordum.
Bana sırtı dönük bir şekilde ilerlerken, “Biraz yürüyeceğim,” diye beni geçiştirdi. Canı sıkkın gibiydi.
“Sana eşlik edebilir miyim?” dediğimde durdu ve omzunun üzerinden hissiz gözlerle bana baktı. “Koşacak durumda değilim.” İkinci kez benden kurtulmaya çalıştı. Bu saatlerde koştuğumu iyi biliyordu ve o, yaralı olduğu için bana uyamazdı.
“Seninle yürüyebilirim tabii sende bunu istersen.” Bir süre kararsız bir şekilde bana baktı. Benden uzak durmak ister gibiydi ama beklenti dolu bakışlarımı görünce derin bir nefes aldı. Yanını gösterip, “Gel hadi,” deyince tebessüm ederek hemen ona doğru yürüdüm.
Ona yetiştiğimde ağaçlara doğru birlikte yürümeye başladık. Bugün her zamankinden daha fazla suskundu. İçini kemiren şeyler diline prangalar vuruyormuş gibiydi. Öte yandan vücut ısısı çok düşük olduğu için titremelerini benden gizlemeye çalışıyordu. Onun yanında yürürken elini tuttum. Eli çok soğuktu. Düz bir şekilde karşısına bakarak yürürken durdu ve başını eğerek elini tutan elime baktı.
Başını kaldırıp soru dolu bakışlarını bana yöneltince, “Bazen yalnızlık hissi de üşümene neden olabilir,” dedim. “Başka birinin varlığı seni ısıtabilir.”
Ona dokunmamdan hoşlanmadığı için elini hemen çekti. “Kan değerlerim düşük,” dediğinde bakışları düz, sesi gergin çıkıyordu. “Bundandır üşümem.”
Bu durumu düşününce aklıma gelenleri ona söylemeden duramadım. “Tıpta mümkün değil ama psikolojik olarak insanlar bazı reaksiyonlar gösterebilir,” dedim birdenbire. “Üşümek gibi.”
Konuyu bir anda ona getirdiğim için huzursuz bir şekilde adımlarını hızlandırıp beni arkasından bırakmaya çalıştı. “Bu mümkün değil,” diyen bilmiş sesi kulaklarıma ulaştı. “Bir rahatsızlığın yoksa psikolojik olarak fiziksel herhangi bir belirti gösteremezsin.” Her şeyi bildiğini sanıyordu, değil mi?
Ona yetişip tekrar elini tuttum. Elini çekmeye çalışınca, “Söyleyeceklerim bitene kadar elini tutacağım,” diye inat ettim. Kaşlarını çattı ama elini de çekmedi.
“Psikolojik olarak yaşadığımız ruhsal şeylerin etkisini bazen fiziksel olarak gösterebiliriz,” dediğimde düz bir ifadeyle bana bakıyor, onu yanıltmam için bana meydan okuyordu.
“Amerika’da idam cezası alan bir mahkûm varmış.” Bunları söylerken aynı düzlükte ona bakıyordum. “Doktorlar bir deneyle idamını gerçekleştirmek için ona bir teklif sunmuşlar. Ya asılarak idam edilecekmiş ya da bahsi geçen deneyle. Fakat ikinci seçeneği kabul ederse aynı zamanda ailesine yüklü bir miktarda para ödenecekmiş.” Burukça gülümsedim. “Tabii ki mahkûm ikinci seçeneği kabul etmiş.”
Birlikte yürürken Karun başını omzuna doğru hafifçe eğerek devam etmemi bekledi. Konuşurken beni hiç bölmüyordu. “İnfaz günü geldiğinde mahkûm bir yatağa yatırılmış ve ona bir serum bağlanmış,” dediğimde bunu ilgi çekici bulmuş olmalı ki kaşları yavaşça yukarı kalktı. Hâlâ onu yanıltmamı bekliyordu.
“Doktor infazın detaylarını mahkûma anlatmış. ‘Gördüğünüz gibi bağladığımız serumda kademe kademe renkli sıvı mevcut’ demiş. ’En üstteki yeşil sıvı bittiğinde elleriniz ve ayaklarınız uyuşacak. Ortadaki mavi sıvı bittiğinde kollarınız ve bacaklarınız uyuşacak. En alttaki kırmızı sıvı bittiğinde ise kalp ritminiz yavaşlayacak, nabzınız düşecek ve infaz gerçekleşmiş olacak...’ demiş.” Sustuğumda Karun’da hiç konuşmadı. Sessizliğini koruyarak anlatmaya devam etmemi bekledi.
“Her şey doktorun söylediği gibi gelişmiş,” dediğimde bakışlarım içliydi. “Önce eller ve ayaklar, sonra bacaklar ve kollar uyuşmuş. En sonunda ise kalbi durmuş ve mahkûm ölmüş.”
Karun duygusuz gözlerle beni izlerken keyifsiz bir sesle, “Ne bekliyordun?” diye sordu. “Doktor zaten bunların olacağını söylemişti, üstelik ona zehir verdiler.” Tahmin edilebilir bir son olduğunu düşündüğü için anlattığım şeyler bir anda cazibesini kaybetmişti.
Başımı küçük bir açıyla yukarı kaldırdım ve bilmişlik taslayan yüzünü izledim. “Karun,” dedim kibrini ondan ödünç alarak. Gözlerine baktım ve yumuşak bir sesle, “Üzerinde deney yapılan mahkûmun ölüm sebebi kalp kriziymiş,” diyerek onu afallattım. “Serumda bulunan sıvı aslında zehir değil sadece suymuş.” Böyle bir son beklemediği için afallayarak yutkundu. Boğazındaki çıkıntı yutkununca hızlı bir şekilde aşağıya inip tekrar yukarı çıkmıştı. Benim gamzelerim kadar onun adem elması dikkat çekiyordu.
“İnsan psikolojisini küçümseme çünkü insan inanarak bir serum suyla bile kendini öldürebilir.” Sağ elimi kaldırıp şakağıma bastırdım. “Her şey burada başlıyor. Beyin inanırsa vücut o doğrultuda tepki verir. Mahkûm suyu zehir sandığı için vücudu doktorun saydığı tüm belirtileri gösterdi.”
Elimi şakağımdan çekip gözlerimle onu işaret ettim. “Neden yazın ortasında bile üşüyorsun? Bunu hiç düşündün mü?” dediğimde taş kesildi. Her şey kafadan başladığı için onun da vücudu üşümek gibi bazı reaksiyonlar gösteriyor olabilirdi.
Farklı belirtileri o da gösterirken anlattıklarıma inanmamak gibi bir şansı yoktu. Tıpkı o mahkûm gibi Karun’da körü körüne inandığı şeyin kurbanı olabilirdi. Üşüdüğünü düşündüğü için üşüyor olabilirdi. Her şey inandığımız şeylerin vücudumuzdaki tepkileşmesiyle başlıyordu.
Haklı olduğumu bildiği için hiçbir şey söylemedi. Buz gibi gözlerle bana bakınca ürperdim. Konuyu ona bağlamam yine hoşuna gitmemişti. Ondan konuşulmasını sevmiyordu. Hoşnutsuz bir suratla, “Sus artık,” dediğinde sesi beni tersler gibi çıkmıştı. “Sana müdahale edilmeyince fazla gereksiz ötüyorsun.” Ötmekmiş! Ciddi ciddi kuş sanıyor bu beni!
“Haklı olduğumu biliyorsun.”
“Haklı olmak dışında her şey olduğunu biliyorum,” diye homurdanınca güldüm. Bugün her zamankinden daha fazla huysuzdu.
“Canını sıkan şeyi söyle bana.”
Bana hiç bakmadan, “Canımı sıkan bir şey yok,” diye kestirip attı.
Başımı kaldırıp yanımda yürüyen huysuzu izlemeye başladım. Boyu gerçekten çok uzundu. “Kötü bir başlangıç yapmış olabiliriz ama bu arkadaş olmamıza engel değil. Bazı şeyleri bana anlatabilirsin,” dediğimde kısa bir an durup bana baktı. “Arkadaş mı?” Mavileri alaycıydı. “Karım olduğunun farkında mısın?”
“Evli olmamız arkadaşın olmayacağım anlamına gelmiyor.”
Kaşlarının kavisi birleşerek çatıldı. “Evli olmamız arkadaş dışında her şey olabileceğimiz anlamına geliyor!”
Kafam karıştı ne demek istedi şimdi bu?
“Merak etme başına kalmam.” Kendimden emin bir sesle konuşup çenemi kaldırdım. “Boşanır boşanmaz gideceğim buralardan.”
Bunun olmasını her şeyden çok ister gibi hevesli gözlerle, “O günü dört gözle bekliyorum,” dediğinde bu konuda samimiydi. “Buna daha fazla devam edemiyorum.”
Sıkkın gözlerle beni izlerken bu sefer bana karşı dürüst oldu. “Bir yandan nişanlıyım bir yandan da evli.” Kapana kısılmış gibi bakıyordu. “Bir erkekte nefret ettiğim ne varsa ona dönüşmeye başladığımı hissediyorum.”
Benim varlığım Rengin’in saygınlığına gölge düşürüyordu. Benimle evli olduğu sürece Rengin daima metresi konumunda olacaktı. Karun ise aynı anda iki kadını idare eden bir adam olarak görülecekti. Başkalarının ne düşündüğünü umursayan birine benzemiyordu ama kendi içinde bu durumu hazmedemiyordu. İşte canını sıkan tam olarak bunlardı.
Oysaki onun düşündüğü kadar Rengin bazı şeyleri düşünmüyordu. Karun’un bazı anlarda bana iyi davranması Rengin’i aldattığını gösterir mi, bilmem ama Rengin’in onu Duha’yla aldatmış olma ihtimali çok güçlüydü. Emin olmak için elimde somut kanıtlar yoktu ama bu konuda çok güçlü şüphelerim vardı. İkisi birbiriyle kıyaslanınca Rengin’in kabahati daha büyüktü. Sonuçta ne yaşatırsan onu yaşarsın demişler. Belki de Rengin şu anda ektiklerini biçiyordu.
“Yanlış yolda olduğunu hiç düşündün mü?” diye sordum. “Rengin’e iyi bana da kötü davranmak için kendini zorluyorsun. Birini evde tutmaya diğerini de dışarı atmaya çalışıyorsun. Peki, evde tuttuğunun dışarıya attığından daha kötü olmadığını nereden biliyorsun?” Başımı eğip birleşen ellerimize baktım. Evet, elini ikinci kez tuttuğumdan beri elini tekrar çekmeyi unutmuştu. Birbirimizle konuşarak yürürken, parmaklarını parmaklarımın arasından geçirip sıkıca tuttuğunun farkında bile değildi.
Nereye baktığımı anlamak için o da başını eğdi. Birbirine kenetlenmiş ellerimizi görünce donup kaldı. Afallamıştı. Mavi gözlerine tebessüm ederek bakıp, “Bir süredir titremiyorsun,” dediğimde sertçe yutkunduğu için boğazındaki adem elmasının hareket edişini izledim.
“Sanrı.” Ona gülümsemeye çalıştım. “Belki de içinin soğukluğu dışına yansıyordur. Vücudunu değil kalbini ört ki üşümesin,” dedikten sonra yavaşça elimi elinden çektim. Önce bana baktı daha sonra da avucunun içinde kalan boşluğa. Ne o konuştu ne de ben. Ona sırtımı dönüp malikaneye yürüdüğümde de ne o, arkamdan bakmayı bıraktı ne de ben başımı çevirip arkamda bıraktığım adama baktım.
Başka insanların yüzüğünü taşıdığımız ellerimizde büyük bir boşluk vardı.
Yorumlar