Roman
  • 01/12/2025

13-ÖPMEK GELDİ İÇİMDEN

“Hiç zamanım kalmamışken ısrarla yarınlara ertelediğim bir şeyler vardı. Biliyorum bir gün her şey için çok geç olduğunda ertelediklerimin burukluğu üzerimde olacaktı.”

Günler hızlı geçiyordu ve geçen her günle babamı oyalamak gittikçe daha da zor oluyordu. Sürekli nerede olduğumla ilgili yalanlar söylemek zorunda kalıyordum. Karun vurulalı neredeyse bir ay olmuştu hatta yarası iyileşmeye bile başlamıştı. Aradan geçen bu günlerde söz verdiği gibi on üç gün dolana kadar sabahları bana boya kalemi, akşamları ise şeffaf poşette bir avuç toprak getirmeyi ihmal etmemişti. Belki de benimle en samimi olduğu anlar bunları getirdiği anlardı.

Ne yazık ki on üç günlük süre çoktan dolduğu için artık sabah erken saatlerde kalkınca onu avluda beni beklerken görmüyordum. Veya akşamları saat tam onda istediğim toprağı vermek için avluda olmuyordu. Boyalar ve kalemler sayesinde en azından bahçede onunla biraz yürüyebiliyordum. Artık bunlar da yoktu çünkü on üç günlük süre dolduğu için onun da evdeki günleri dolmuştu. Kendini biraz toparlayınca hemen işlerinin başına geri dönmüştü.

Onu sadece sabah kahvaltıda ve akşam yemeğinde görüyorduk. Yemek saatleri dışında ya büyük salona geçip kahvesini içene kadar kitap okuyordu, ya da gece geç saatlere kadar çalışma odasında oluyordu. Rengin bu duruma iyi dayanıyordu çünkü Rengin yerine ben Karun’un sevgilisi olsaydım, beni çok ihmal ediyor diye ona sorun çıkartırdım.

Bu kadar işkolik olması can sıkıcıydı.

Aradan geçen bu bir ayda en azından malikaneyi keşfetme fırsatım olmuştu. İçi dışından daha eğlenceli olduğu için sıkıldıkça malikanedeki bir kapıyı aralıyordum. Malikanede spor salonu olduğu için günlük egzersizlerimin büyük bir bölümünü burada yapıyordum. Sadece sabahları ve akşamları koşmak için bahçeyi veya malikânenin dışını kullanıyordum. Salondaki koşu bandında koşmak istemiyorum çünkü koşarken açık havada olmayı seviyordum. Rüzgârı yüzümde hissetmeliyim.

Malikanenin sosyal tesislerinde spor salonu dışında sinema salonu da vardı ama spor salonu kadar büyük değildi. Üstelik hamam, içki mahzeni ve bahçedeki havuzun biraz küçüğü kapalı bir havuz da vardı. Levent için özel hazırlanmış bir oyun salonu bile vardı. Burada isteyeceğim her şey fazlasıyla vardı ama buna rağmen sıkılıyordum. Kafese girmiş bir kuş gibi hissediyordum kendimi.

Beni altın kafese koysalar ne fayda, illa da Adana, illa da Adana.

Güzel şehrimi özlemiştim.

Sabah koşusundan sonra duş alıp kahvaltı saatine kadar odamda yine hazırlanmıştım. Her sabah saat tam yedide masadaki yerimi alıyordum. Genelde ev halkı hep benden sonra masaya oturuyordu. Karun yedi buçuk gibi gelir ve on dakikalık hızlı bir kahvaltıdan sonra evden çıkardı. Saat sekizde de şirkette oluyordu. Kahvaltısının uzunluğu bir bardak açık çay bitene kadardı.

Çay zevkimiz bile çok farklıydı çünkü o, açık ve şekerli içerdi. Bense demli ve şekersiz. Tıpkı onun aksine kahveyi de sade sevdiğim gibi. Her konuda birbirimize çok terstik. Burada hiç yemek disiplini yoktu çünkü masa hazır olmasına rağmen kimse aynı anda masada olmuyordu. Mesela kahvaltıda ben eksiksiz bir şekilde hep saat yedide masadaki yerimi alırdım. Karun bazen yedide, bazen yedi buçuk, bazense hiç kahvaltı yapmadan doğrudan işe giderdi.

Rengin saat dokuz gibi uyanırdı. Bu yüzden onun için tekrar yeni bir kahvaltı masası hazırlanırdı. Çağıl öğleden önce hayatta uyanmazdı. Başımı iki yana sallayarak güldüm. Onun kahvaltı yaptığından bile şüpheliyim. Levent ise Rengin ile aynı saatlerde uyanırdı. Tabii yataktan çıkması biraz zaman aldığı için saat on olmadan odadan çıkardı.

Bunlar bir tek akşam yemeğinde hep birlikte masaya oturuyordu. Babamın sıkı yönetimiyle büyüdüğüm için bu evdeki çoğu şey beni rahatsız ediyordu. Çatalı tabağımdaki köfteye batırdığım esnada Karun geldi. Ütülü beyaz gömlekle ve siyah pantolonla yine çok şık görünüyordu. Kravat iğnesi dikkatimi çekti çünkü tıpkı kravatı gibi siyahtı. Farklı bir rengin nasıl olacağını düşündüm. Kol düğmeleri gözüme ilişti. Gömleğinin manşetlerini süsleyen bu gümüş kol düğmeleri belki de bir servet değerindeydi.

Karun her zaman fazla şık ve özenliydi. Belki de benzer olduğumuz tek konu buydu. “Günaydın,” dediğimde kulağındaki kablosuz kulaklıkla bir telefon görüşmesi yaptığı için başını hafifçe salladı.

“Kaç ceset var?” Bana bakmadığı için benimle konuşmadığını anladım. Bir dakika, ceset mi dedi o?

Her zaman uzun masanın en başındaki yerine oturduğu için ben genelde onun sol tarafındaki sandalyeye oturuyordum. Yine öyle yapmıştım. Fakat bu sefer sandalyesini çekmişti ki duraksadı. Aklına ne geldiyse başını kaldırıp bana baktı. “Hayır,” dedi beni izlerken. “Cesetlerden kurtulmayın hepsini yerinde bırakın. Bırakın ortalığı o it temizlesin siz sadece polislere malzeme vermeyin. Onun anlayacağı şekilde oraya Sanrı’nın uğradığını gösteren deliller bırakıp çıkın,” dediğinde kurcalamamam gereken karanlık işlerle meşgul olduğunu anladım. Soru sormak yok Bige.

Çektiği sandalyeyi masaya doğru iterek karşımdaki sandalyeyi çekti. Bunu neden yaptığını anlamadım. Bakışlarını benden çekip, “Bu daha başlangıç,” diyerek sandalyeye oturdu. “Carlos denen piçe saklanacak bir delik bırakmayacağım!” Carlos mu? Allah kahretsin, iyileşir iyileşmez onun peşine düşmüştü!

O itin damarına bastıkça o da benim peşime düşecekti.

“Tamam, Kenan,” diye başını salladı. “Şirkette görüşürüz.” Kulağındaki kulaklığa dokunup görüşmeyi sonlandırdı ama kulaklığı çıkarmadı.

Hizmetçilerden biri geldiğinde onun için bir servis açıp çayını doldurdu. Telefonu çıkartıp masanın üzerine koyduktan sonra birini daha aradı. “Şahin Muğla’daki işler nasıl gidiyor?” dediğinde uzanıp çayına iki şeker attı.

Güzel haber almış gibi rahat bir nefes alarak başını ağır ağır salladı. “Güzel, tesisteki tüm adamları çıkar. Muğla’da o itin ne kadar adamı varsa indirsinler. Tüm mekanları basılacak, evleri kurşuna dizilecek!” Karun çayını keyifli bir şekilde yudumluyordu ama benim burada korkudan aklım çıkıyordu. Her yerden Carlos’a saldırıyor, darbe üstüne darbe vuruyordu.

Çatalı eline alıp beyaz peynire uzanırken, “İzmir, Ankara, Adana, Hatay, Ordu ve diğer şehirlerdeki tüm tesislerimiz şu anda hareket halinde,” dedi ve dudakları sadistçe bir ifadeyle kıvrıldı. “Bir haftadır yoğun bir temizlik var, İstanbul’u ise o piçten bizzat ben temizleyeceğim!” diye kararlı bir şekilde konuştu. Acaba şu anda ne kadar korkutucu olduğunun farkında mıydı? Bahsettiği temizliğin bildiğimiz temizlik olduğunu sanmıyorum.

Peyniri ağzına attıktan sonra çayından bir yudum aldı. “Ne olmuş Güven’e?” diye ekmeğe uzandı. “O Rus fahişesine de sıra gelecek ama önceliğim şu piç! Ruslarla yaptığı yeni anlaşma sikimde değil gerekirse o çok güvendiği dağları da yıkarız. Haddini bilmeyen herkesi kendi ülkesine defetmek için fazla beklemem!” Telefon görüşmesini sonlandırınca hemen önüme döndüm. Sağı solu belli olmuyordu şimdi bir de ona bakıyorum diye bana patlamasın.

İçimdeki şeytan dürtüyordu beni. Onun solunda oturmadıkça üzerime çekeceğim uğursuzlukları hatırlatıyordu. Yürürken veya otururken onun hep solunda olmam gerekiyordu! Ama Karun bu kadar değişken biriyken ona kalk yerine geç diyemem ki. Bir anda sinirlenebilirdi. Yerimde rahatsızca kıpırdanıp durduğum için, “Bir sorun mu var?” diyen sesini duydum.

Başımı kaldırdığımda elinde çay fincanını tutarak beni izlediğini gördüm. Başımı iki yana salladım ama daha fazla dayanamayıp, “Aslında var,” diye ayağa kalktım. “Neden yerine oturmadın?”

Başını çevirip göz ucuyla masanın başındaki yere baktı, daha sonra mavilerini yeniden bana çıkardı. “Neden?”

“Solunda değilim.”

Bunu söylememi bekler gibi bana bakmaya başladı. “Bunu sorun etmediğini sanıyordum?”

“Sorun ettiğimi iyi biliyorsun.”

Öyle mi dercesine bana bakarken elindeki fincanı yavaşça masaya bıraktı. Bir peçete alıp dudaklarını sildikten sonra başını kaldırıp tekrar bana baktı. “Bahçedeyken uzun süre sağımda yürüdün.” Elindeki peçeteyi masaya bırakıp eleştiren gözlerini bana dikti. “Kalp krizinden ölen o mahkûmu bana anlatırken o gün sağımda yürüyordun ve bundan rahatsızmış gibi görünmüyordun,” dediğinde boğazımda bir yumru oluştu, yutkunamadım. Buna olan kızgınlığı yüzünden mi karşıma oturarak beni solundan menetti?

Ve bu manyak adam aradan geçen bir aydan sonra mı bunu hatırlayıp kızdı?

O söyleyene kadar o gün sağında yürüdüğümü fark etmemiştim bile. Sonuçta insan bazen unutup iki kez bir yemeğe tuz atabiliyordu. Arada bende unutkanlık gösterebilirdim. “O gün söylemeliydin.

Alay edercesine kaşlarını yukarı kaldırdı. “O gün bunu sorun etmiyordun.”

Onunla yarışır alaycı bir ifadeyi yüzüme kondurdum. “Ama sen sorun etmiş gibisin.”

Kaşları çatıldığında beni tersledi. “Saçmalık!”

“Sevgili kocam benimle ilgili her şeyi önemsiyor mu yoksa?” Dalga geçtiğimde başını omzuna doğru hafifçe eğerek beni süzdü. “Belki de sevgili karım benim tarafımdan önemsenmek istiyordur,” diye bana cevap verdi. Hayvan herif.

Tabağımı alıp masanın etrafından döndüm ve onun solundaki sandalyeye oturdum. Beni umursamıyormuş gibi kahvaltısına devam edince yanaklarımın içini havayla doldurdum. “Bu evde canım çok sıkılıyor, beni çok ihmal ediyorsun.”

Fincanına uzanırken hiç düşünmeden, “Karımmış gibi şikâyet etmeye bırak,” deyince eli havada kalınca kıkırdadım. Zaten karısıydım. Güya kocasına dırdır yapan kadınlara beni benzetecekti ama zaten öyleydim.

Çay fincanını alıp tekrar kahvaltısına odaklandı ve yine beni yok saymaya başladı. “Benimle arada zaman geçirebilirsin,” diye sızlanmaya devam ettim. “Burada hiç arkadaşım yok.”

Çaydan bir yudum aldığında fazla ilgisiz ve sıkılmış davranıyordu. “İşlerim var,” dedi sıkkın bir sesle. “Öncesinde de seninle çok ilgileniyormuşum gibi davranmayı bırak.” Konuşurken yüzüme bile bakmıyordu. Şu bir ayda aklı fikri Carlos’u bulmaktaydı.

“Öncesinde ilgilenmemen şimdi de ilgilenmeyeceğin anlamına gelmiyor.” Bahçede elini tuttuğum o günden beri kendini geri çekmiş ve aramıza eskisinden daha büyük bir mesafe koymuştu. Benden kaçtığını düşünmeye başladım.

Cevap vermeden küçük bir parça domates ağzına atınca, “Bu evde çok sıkılıyorum,” diye üstelemeye devam ettim. “Ne zaman dışarı çıksam korumaların peşimde. Evde her gün Rengin ve senin suratsız yüzünüzü görmek de hoşuma gitmiyor. Çağıl hep dışarıda, Levent ise ya okulda ya da arkadaşlarıyla.” Kolunu tutarak bana bakması için onu zorladım. “Mahkemenin belirlediği gün doldu şu davayı açar mısın artık?” Boşanıp bir an önce evime dönmek istiyordum. Bende açabilirdim ama ilkinde ben açtığım için bu sefer önceliği ona tanıdım.

Başını bana doğru çevirdi, elimi tutup masaya indirerek kolunu çekti ve boş gözlerle yüzüme bakmaya başladı. “Sürenin dolduğunu nereden biliyorsun?” dediğinde sesi şimdi daha sinirli çıkıyordu. “İşin gücün yok sürekli davanın açılacağı günü mü takip ediyorsun?”

Başımı salladım. “Evet, seninle evli kalmanın ne kadar sıkıcı olduğunu bilmiyorsun tabii.”

Mavilerinde yer edinen ürkütücü karanlığı iliklerime kadar bana hissettirirken, “Kiminle evli olmak seni eğlendirirdi?” diye sordu kızgınlıkla. “Serhat ile mi?”

Onu bana hatırlatmasıyla tüm iştahım bir anda kaçmıştı. Bunu söylemesine gerek yoktu. “Serhat ile olan ilişkimde bilmediğin çok şey var,” dedim ama detayları ona anlatmadım. Anlatmayı da düşünmüyorum.

Fincanını usulca masaya bırakıp delici bakan mavi gözlerini bana dikti. “Benden gizlediğini sandığın her şeyi biliyorum,” dediğinde öfkesini benden gizlemeye çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi. “Barda sarhoş olduğun gece fazla konuşkandın.” Hadi be!

“Neler anlattım?” Bunu sorarken nasıl bir cevap alacağımı bilmediğim için biraz endişeliydim.

Gözleri kısa bir an parmağımdaki yüzüğe kaydı, Serhat’ın yüzüğü. Yüzündeki tiksinti duygusunu benden gizlemedi çünkü bunu görmemi istiyordu. “Bilmem gereken her şeyi anlattın,” dediğinde buz kestim. Her şeyi mi?

“Onun evli olduğunu imzalar atıldıktan sonra öğrendiğini anlattın ve daha onunla ilgili birçok şeyi.” Şimdi neden o günden sonra bana karşı bu kadar çok değiştiğini anlıyordum. Sarhoşken ona tüm gerçekleri anlattığım için bana olan kini geçmişti.

“Anlattıysam ne olmuş.” Rahat bir şekilde omuz silktim. “Sonuçta Serhat hâlâ güvende.” Başından beri tek yapmaya çalıştığım buydu ve bunu ondan saklayacak değilim.

“Uzun sürmeyecek.” Büyük bir iştahla karnını doyurmaya devam etti. “Onu bulup leşini ayaklarının önüne attığımda da bakalım yine böyle eğlenebilecek misin?”

“Serhat aptal bir adam değil. Onu hafife alma çünkü para için her şeyini satacak biri, insanı nasıl sırtından vuracağını iyi bilir.”

Elini dudaklarına yaklaştırıp ağzındaki zeytin çekirdeğini çıkardı ve tabağa koydu. “Kimse kolay kolay beni sırtımdan vuramaz çünkü sırtımı yasladığım kişiler çok sağlam.” Emeğe uzandı ama ekmek ondan çok uzaktaydı.

Ayağa kalkıp masanın üzerine eğilerek onun için bir dilim ekmek aldım. “Kendine ve adamlarına çok fazla güveniyorsun.” Geri yerime oturdum ama ekmeği ona vermek yerine kahvaltı bıçağını alıp reçele daldırdım. Kayısı reçelini ekmeğe sürüp ona uzattım. “Arkam sağlam demen için kimseyi arkanda bırakmaman gerekiyor.”

Önce bana baktı daha sonra uzattığım reçelli ekmeğe. Daha sonra tekrar bana baktı ve “Öyle yapıyorum,” dedi gözlerimin en derinine bakarak. “Sırtımı yaslayacağım kişileri arkamda bırakmak yerine solumda tutuyorum.” Uzattığım reçelli ekmeği aldığında kalbim gereksiz yere hızlanmaya başlamıştı. Onun solunda oturuyordum.

Ve solunda durmak konusunda takıntılıydım. Bunu bildiği için öyle söylemiş olabilir mi?

Yine kafamı karıştırdığı için homurdanarak önüme döndüm. Ekmeğinden bir ısırık aldıktan sonra uzanıp eski yerimde bıraktığım çay bardağımı aldı. Çayımı tam sevdiğim gibi demli doldurarak önüme bırakınca tebessüm ettim. Bunu yapmasını beklemiyordum. Reçelli ekmeğe karşılık olarak küçük bir jest gibiydi. Başımı çevirip ona baktığımda sanki çayımı dolduran o değilmiş gibi bana hiç bakmadan kahvaltısını yapıyordu.

Onun için hazırladığım ekmeği birkaç lokmada bitirmişti. Yeni bir ekmek daha alarak yerime oturdum. Ekmekleri neden bu kadar uzağa koyduklarını anlamıyordum. Bu sefer ekmeğe önce tereyağı, daha sonra üzerine kaymak ve bal sürdüm. Ekmeği ona uzattığım esnada masadaki poğaçalardan birini almak üzereydi. Ama ben ona ballı ekmeği uzatınca eli poğaçaların üzerinde hareketsizce kaldı. Durdu ve başını çevirip kısa bir an bana baktı.

Tek kelime etmeden elini poğaçaların üzerinden çekip uzattığım ekmeği aldı. Önüne dönüp ballı ekmekten bir ısırık alınca içim sıcacık olmuştu. Kahvaltıda neyi sevip sevmediğini bilmiyorum ama onun için hazırladığım şeyleri yiyordu. Neden yaptım, bilmiyorum ama uzanıp yanağına dudaklarımı bastırdım. Onu neden öptüğümü bile bilmiyorum ama öpmek istemiştim. Belki de hazırladığım ekmekleri yediği için bunu yapmıştım.

Dudaklarımı yanağına bastırdığımda buz tutmuş gibi kaskatı kesilmişti. Nefes dahi almıyordu. Dudaklarım yanağında olduğu sürece hiç kıpırdamıyordu. Sanki bunu yapsa kendimi geriye çekeceğimi biliyordu. Biliyorum uçuk bir düşünce ama bir an böyle hissetmiştim. Dudaklarımın biraz daha yanağında kalmasını istediğini hissettim.

Yavaşça dudaklarımı yanağından ayırıp geriye çekildim. Birkaç saniye dümdüz karşısına bakmaya devam ettiğinde soluğumu tutmuştum. Bu birkaç saniyede aklından neler geçtiğini merak ettim. Daha sonra elinde tuttuğu ballı ekmeği usulca masaya bıraktı. Başını çevirip bana döndüğünde ise tüm sinirlerinden arınmış gibi bakıyordu. Bugün canını sıkan ne varsa küçük bir öpücükle yok olmuş, üzerindeki tüm kara bulutlar dağılmış gibi beni izliyordu. Şimdi gözlerinin mavisi daha berrak ve daha güzel görünüyordu.

Sanki daldığı güzel bir rüyadan uyanmak ister gibi başını iki yana salladı. Kaşlarını çatmak için kendini zorladı ve “Bunu neden yaptın?” diye bana hesap sordu.

Asıl o bunu neden yapıyordu? Sürekli bana kaşlarını çatmasından hoşlanmıyorum. “Bir sebebi yok,” diye suratımı astım. “Öpmek geldi içimden.” Kızar gibi kaşlarını çatması neşemi kaçırmış, cesaretimi kırmıştı.

Ona bakmıyordum ama sesi kinaye barındırıyordu. “Öpmek geldi içinden ve sende öptün öyle mi?”

“Evet dedim ya!” diye ona çıkıştım. “Merak etme bir daha seni öpmem.”

Somurtkan suratıma bakmak onu eğlendiriyor olmalı ki muzur bakışları üzerimdeydi. “İğrenç hissettirdi mümkünse bir daha beni öpme.” Yalan söylediği o kadar belliydi ki.

“Hoşuna gitse de gitmese de şimdi tekrar öpmek zorundayım.” O öpücüğü eşitlemeliydim. Evet, bir daha öpmem dedikten sonra benim performansım. Lanet olası ikizler burcu!

Her şeyi eşitlediğimi çok iyi bildiği için masadaki peçeteyle dudaklarını silip ayağa kalktı. “İşe geç kaldım.”

Kapıya doğru yürümüştü ki hemen ayağa kalkıp koşarak yolunu kestim. “Diğer yanağını öptükten sonra gidersin.”

Kıvranan halimi gördükçe dudaklarındaki çarpık gülüşü büyüyordu. “Döndüğümde öpersin.” Tüm gün evde deliye döndüğümü bilmek şirketteyken onu çok eğlendirirdi!

“Hayır, şimdi öpmeliyim,” diye inat ettim.

Adi herif zor erkeği oynayarak omuzlarını dikleştirdi. “Hiç öpülecek havamda değilim.” İşi yokuşa sürüyordu.

“O zaman ilkinde öptürmeseydin.”

“Öpmeseydin.”

“Ya alt tarafı küçük bir öpücük şimdiye çoktan öpmüştüm.”

“Bunu istemiyorum.” Yanımdan geçip kapıya doğru yürüyünce kaşlarımı çattım. Kafa göz dalacağım onu istiyor!

Hele ki bir öptük, ne değerli bir yüzü varmış!

Hızlı bir şekilde arkasından yürüdüm. Tam kapıyı açacaktı ki kolundan tutarak onu sertçe kendime doğru çevirdim. Daha o ne olduğunu anlamadan göğsünden bastırarak sırtını kapıya çarptım. Kaşlarını çatarak dişlerinin arasından, “Sen!” demişti ki, “Kıpırdama öpmem lazım,” deyip ellerimi omuzlarına bastırdım.

Başımı ona doğru uzattığımda sinirden gülerek beni uzaklaştırmaya çalıştı. “İnanılır gibi değilsin.” İşaret parmağını iki kaşımın ortasına bastırıp başımı arkaya doğru itti. Bana hiç yardımcı olmuyordu!

Böyle olmayacak farklı bir taktik uygulamalıyım.

Omuzlarındaki elimi boynuna doğru kaydırdım. “Karun,” dediğimde sesimi bilerek kısık ve kışkırtıcı çıkarmaya çalışıyordum. Göğüslerim onun göğüs kafesine değecek kadar ona yaklaştım. Yanağında kırmızı rujdan dolayı dudaklarımın izi vardı. “Kocamı öpmemin nesi yanlış?” diye fısıldadım. Boynundaki elimi masaj yapar gibi ensesine kaydırdım ve gözlerinin içine bakarak alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Boğazındaki çıkıntı sertçe aşağıya inip tekrar yukarı çıkınca doğru yolda olduğumu anladım. Yutkunmuştu.

Dudaklarımı izleyen mavileri gittikçe koyu bir renge bürünürken cilveli bir edayla ona göz süzdüm.  “Hâlâ istemiyor musun?” Ojeli tırnaklarımı ensesine sertçe bastırdığımda nefes alışları hızlanmıştı.

Yüzümü yüzünün hizasına getirme bahanesiyle parmaklarımın ucuna bastım ve ona doğru yükselirken bilerek dik göğüslerimi onun göğüs kafesine sürttüm. Dudaklarının arasında boğuk bir nefes firar ederken taş kesilmişti. Vücudu göğüslerimin temasıyla kasılmıştı. Başını eğip bluzumun açık yakasında görünen göğüslerime bakmamak için kendini zor tuttuğunu fazla belli ediyordu.

Yüzümü yüzünün çok yakınına getirdiğimde ise artık nefes aldığından şüpheliydim. Ilık nefesimi bilerek dudaklarına verip, “İstemiyor musun?” dedim şuh bir sesle. Uzun kirpiklerimin altından koyulaşan gözlerine bakıyordum. Dudaklarımızın arasında sadece birkaç santim vardı. “Tamam, istemiyorsan seni zorlayamam.”

Ona yaşattığım arzuyu bir anda kesip, “Neyse ya ben kahvaltımı yapacağım,” demiştim ki belimi yakaladığı gibi çevik bir hareketle beni kapıya doğru çevirdi. İntikam alır gibi sırtımı sertçe kapıya bastırdığında şimdi önde olan oydu. Az önce ben onu kapıyla aramda sıkıştırmışken şimdi aynısını o yapmıştı.

Burnundan hızlı hızlı nefesler alırken sıktığı dişlerinin arasından, “Dikkat et ateşle oynuyorsun!” dedi. Sinirliydi ve neden kızdığını o da bilmiyordu. Belki de devamını getirmediğim için kızgındı.

Aptalı oynayıp üzgünce dudaklarımı büzdüm. “Ama işe geç kalıyorsun.”

Şakaklarındaki damarlar belirginleştiğinde, “Kapat çeneni!” diye beni tersledi. Gözlerini bir türlü dudaklarımdan çekemiyordu. Kendini zorlayarak bana baktı ve “Bunu başlatan ben değilim!” dedi ve hemen sonrasında beni öpmek için üzerime eğildi.

Bana âşık değildi veya benden hoşlanmıyordu. Bu tamamen hormonsal bir şeydi. Az önce benim tarafımdan uyarıldığı için tatmin edilmek istiyordu. Bu yüzden beni öpmeye yeltenmişti. Fakat dudaklarımızın arasındaki mesafe kapanmak üzereyken son anda kendini frenledi. Bunun geri dönülmez bir hata olacağını son anda idrak etmişti. Kendine gelmek için başını hafifçe eğerek gözlerini yumdu. Aldığı hızlı nefeslerin arasında sakinleşmeye çalışıyordu. Bu fırsatı kaçırmadım ve uzanıp diğer yanağına da küçük bir öpücük kondurdum.

Kaşlarını çatarak gözlerini açınca gülerek omuz silktim. “Öperim dediysem öperim.”

Bana yakın olmak onu daha fazla çıldırttığı için ellerini belimden çekerek benden uzaklaştı. Ona yol vermek için kapının önünde çekildiğimde bana ters ters bakıyordu. “Bir gün gerçekten katilin olacağım!” diye söylenerek kapıyı açıp dışarı çıktı. İlk seferinde öptürseydi işler bu noktaya gelmezdi.

Peşinden bende yemek salonunda çıktığımda merdivenleri inen Çiçek, “Karun Bey,” diye ona seslendi. Hızlı adımlarla çıkış kapısına doğru yürüyen adamın arkasından bakıyordu. Elindeki ceketi sıkıca tutan kız, “Ceketinizi unuttunuz,” dedi.

Karun, “Kalsın!” diye bağırıp dışarı çıkınca kahkaha attım. Bugün üşüyeceğini hiç sanmıyorum.

Üstelik yanaklarındaki ruj izini hâlâ fark etmemişti. Gördüğünde çıldıracaktı.

***

Yanaklarımın içini havayla doldurup Levent’e test kitabında yardım ediyordum. Okulların kapanmasına çok az kalmıştı yani artık doğru düzgün ders bile işlenmiyordur. Yakında üniversiteden mezun olacaktı ama hâlâ boş vakitlerinde derslerle meşguldü. Mimarlık okuyordu yani bu sorulara ihtiyacı yoktu. Test kitaplarında gerekli gereksiz her türlü soru vardı. Gidip bir şeyler çizmesi gerekmiyor muydu?

“Çek elini A’dan!” diye onu azarladım. “Doğru cevap D ahmak. Sandığın gibi otopsi raporunda her şey çıkmıyor.” Bu tıp sorusu değil miydi? Allah aşkına ne tür bir test kitabıydı bu?

Kitabı onun elinden alıp doğru cevabı işaretlediğimde bir köşede sessizce telefonuyla oynayan Çağıl, “Bilmediğin bir soru var mı senin?” diye başını kaldırdı. Bir saattir Levent’e derslerinde yardımcı olmam dikkatini çekmişti.

Levent kitabı işaret edip, “Verdiği her cevabı telefonda kontrol ediyorum,” diye elinde tuttuğu telefonu gösterdi. “Birkaç soru dışında diğer hepsini bildi.”

“Şaşırtıcı.” Çağıl’ın gözleri uzun uzun üzerimde oyalandı. Yeni fön çektiğim saçlarıma, makyajlı yüzüme ve bir bluz ve mini etekten oluşan kıyafetime baktı. Gözleri çıplak bacaklarımdan ayağımdaki stiletto ayakkabılara kadar her detayı incelemişti. “Aklı bir karış havada bir süs bebeğinden farklı görünmüyor ama derine indiğinde fazla zeki.” Acaba onu duyduğumun farkında mı?

Levent gülmemek için yanaklarının içini ısırırken, “Abi,” dedi. “Sesli düşünüyorsun.”

Çağıl bunu fark edince utanmış gibi başını hafifçe eğdi ve elini ensesine koydu. “Affedersin abimin karısı,” derken çok komikti.

“Bige desen yeterli.”

“Tüm gün evde kös kös oturmaktan sıkılmıyor musun?” Rengin’in sesini duyunca üçümüz sesin geldiği yöne döndük. Hazırlanmış bir şekilde kapının yanında dikiliyordu. Bana baktığına göre az önceki sözleri benim içindi. Kendisi de tüm gün evde oturuyordu.

“Yakında bitecek benim esaretim,” dedikten sonra ona gülümsemeye çalıştım. “Karun ile evlenecek olan sensin sen düşün gerisini.” Bugün yarın davayı açarız nasıl olsa.

Rengin şaşırtıcı bir şekilde ılımlı bir yaklaşım gösterip bana karşı daha ilgili davranmaya başladı. “Vakıfta küçük bir işim var, istersen bana eşlik edebilirsin,” deyince Çağıl ve Levent göz göze geldi. Burada olanları anlamaya çalışıyorlardı. Rengin bana karşı beyaz bayrak mı kaldırıyordu? Bu kadının barış imzalayacağını hiç sanmıyorum.

Yine neyin peşindeydi?

Beni dışarı çıkarmak istemesinin altında ne gibi şeyler saklı olduğunu merak ettim. Belki tamamen iyi niyetliydi bu yüzden birlikte dışarı çıkmayı teklif etmişti. Belki de ben fazla şüpheciydim ama ona güvenmem çok zordu. “Teşekkür ederim ama Levent’in bana ihtiyacı var,” dedikten sonra Levent’e baktım. “Değil mi, gözlüklü ergen?”

Neyse ki Levent dışarı çıkmak istemediğimi anladığı için, “Evet,” dedi Rengin’e bakarak. “Bige bana sorularda yardım ediyor, sen yalnız git yenge,” dediği an elimdeki kitapla ağzına bir tane geçirdim. Sürekli ona yenge demesine gerek yoktu.

Levent neye uğradığını bilmez bir halde bana bakınca, “Pardon,” dedim. “Kucağına bırakacaktım ama elimin bir ayarı yok işte,” diye küçük bir açıklama yaptığımda Levent homurdanarak gözlüğünü düzeltti.

Yaptığım şeye gülen Çağıl uyarı dolu bakışlarını küçük kardeşine çıkardı. “Oğlum kimse sana ateş hattında kalmamayı öğretmedi mi?”

Rengin onunla gitmeyeceğimi anlayınca, “Çağıl,” deyip ona gülümsedi. “Sen bana eşlik etmek ister misin?”

“İzindeyim Rengin bırak tadını çıkartayım,” diye koltuğa yaslandı. “Her gün kaç kişiyle uğraştığımı tahmin bile edemezsin.” Tam olarak ne iş yapıyor ki?

Rengin ondan da olumsuz cevap alınca Levent’e bakmıştı ki, “Allah aşkına tek git işte,” dedim daha fazla dayanamayarak. “Üçümüzden birini yanında götürmekte neden bu kadar ısrarcısın?” Gözlerimi kısarak ona bakmaya başladım. “Bunun altından bir şeyler aramalıyım?” dediğimde onu kızdırmak için dalga geçiyordum ama bir anda panikleyince afalladım. Gözlerini irice açmış, ne söyleyeceğini düşünen telaşlı hali fazla şüpheliydi.

Levent aptalı, “Ben seninle gelirim,” diye ayağa kalkmaya yeltenince, “Otur yerine!” dedim sert bir sesle. Sesimin kızgın çıktığını fark edince hemen gülümseyip sesimi daha yumuşak çıkarmaya çalıştım. “Daha sorular bitmedi.” İçimden bir ses bu odadaki hiç kimseyi Rengin ile göndermemem gerektiğini söylüyordu.

Rengin bir süre sadece buz gibi gözlerle bana bakmakla yetindi. Gözlerine yerleşen kızgınlığı donuk bakışları çok iyi gizliyordu. Daha sonra tek kelime etmeden çekip gitti. Levent’i veya bu odadaki başka birini yanında götürmek için ısrar etseydi benim de tam tersi için ısrar edeceğimi iyi biliyordu. Neyse ki fazla uzatmadan çekip gitmişti ama dışarı çıkmaktan da vazgeçmişti. Üçümüzden biri onunla gitmeyince dışarı çıkmaktan vazgeçtiğini söyleyip salondan çıkmıştı.

Rengin gittikten sonra merak ettiğim bir diğer soruyu sormak için Çağıl’a döndüm. “Sen tam olarak ne iş yapıyorsun?” İzinliyim dediğine göre çalıştığı bir iş olmalıydı.

Çağıl gülmemeye çalışarak bir bacağını diğerinin üzerine attı. “Tahmin et,” diye kendisini gösterdi. “Sence işim ne olabilir?”

“Aslında tüm gün aylaklık yapıp aile parasıyla sefa sürüyormuşsun gibi görünüyor,” dediğimde gülerek başını salladı. “Bir nevi doğru.”

“Kendine ait bir gece mekânı olan ve oraya gelen kızların aklını başından alan o çapkınlardan mısın?”

“Kulağa ilgi çekici geliyor ama hayır.”

“Doktor, avukat, polis, hangisi?” diye tahmin yürütmeye devam ettim.

“Yanına bile yaklaşmadın.”

“Bence senin bir işin yok.”

“Bence benim dağlarda çok işim var.”

“Tabii ya sen kamp yapıp dünyayı gezenlerdensin,” dediğimde cevabımdan çok emindim.

Beni izlerken Çağıl’ın dudağının köşesi kıvrıldı. “Kamp yaptığımız oluyor,” dediğinde aklıma hiç olmayacak uçuk bir teori geldi. “Askeri orduda görev yapıyor olamazsın, değil mi?” Bu çok düşük bir ihtimaldi.

Gözlerimin içine baktı ve “Kıdemli Üsteğmen Çağıl Kalender,” dediği an donup kaldım. Ne?

Çağıl’da babam gibi asker miydi?

Afalladığımda gözlerim irice açılmıştı. “Ama bu hiç mantıklı değil.” Şaşkınlığım sesime yansıyordu. “Karun bir gangster gibi ortalığın anasını ağlatırken senin bir asker olman hiç mantıklı değil.” İki kardeşin kendilerini adadıkları iş birbirine çok tersti. Üstelik Çağıl’da babam gibi bir askerdi ama babamın tam tersiydi. Onun gibi disiplinli ve sert kuralları yoktu.

Ne düşüneceğimi bilmez bir halde yerimde kıpırdandım. “Mafya bir abinin asker kardeşi mi?” Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “Nasıl bir küfürsün sen?”

Çağıl koltuğunda rahatça otururken verdiğim şaşkın tepkiler onu eğlendiriyordu. “Karun’un yaptığı işin ucu masumlara dokunmadığı sürece bazı şeyleri görmezden gelebilirim,” dediğinde beni bazı şeylerin göründüğü gibi olmadığına özellikle değinmişti. “Birileri dağları temizlerken birileri de şehri temizlemeli.”

“Anlamadım?”

“Çakallar artık sadece dağlarda değil abimin karısı. Bazıları takım elbise giyip kravat takarak aramızda geziyor. Karun’un yaptığı birçok şeyi onaylamıyorum ama benden daha iyi bir vatansever olduğunu da biliyorum.” Güldü. “Ülkeyi satmadığı sürece birkaç iti vurmasını görmezden gelebilirim.”

Birkaç mı? Yahu adam günlerdir ülkenin her yerinde yoğun bir temizlik yapıyordu.

Çiçek elindeki tepsiyle içeri girince bu konuyu kapatmak zorunda kaldık. Levent için buzlu limonata ve benim için de soğuk bir soda getirmişti. Çağıl gündüz vakti alkol tüketmeyi sorun etmediği için viski istemişti. Çiçek bizim içeceklerimizi masaya koyarken Çağıl göz ucuyla onu izliyordu. Beyaz önlük ve siyah kalem eteğinden oluşan hizmetçi kıyafetine öylesine bakıp derin bir nefes aldı. “Çiçek?” Boğazını hafifçe temizledi. “Evde böyle giyinmen zorunlu mu? Hep aynı kıyafetin içindesin.”

Çiçek doğrulup elindeki tepsiyle ona doğru yürürken başını salladı. “Evet, efendim.”

Çağıl onun sıkıca bağladığı sarı saçlarını işaret etti. “Saçlarının hep bağlı olması da zorunlu mu?”

Çiçek ikinci kez başını salladı. “Evet, efendim.” Tepsideki kadehi ona uzattı. “Karun Bey’in kesin emri var, çalışanlar evde daima tertipli ve düzenli olmak zorunda.”

Çağıl viskiyi aldıktan sonra başını kaldırıp onu izlemeye başladı. “Kaç yıldır Karun için çalışıyorsun?”

Çiçek kısa bir an duraksayıp kabaca bir hesap yaptı. “On sekiz yaşından beri, sanırım beş yıl oldu,” dediğinde bu da yanılmadığımı gösteriyordu, gerçekten yirmi üç yaşındaydı.

“Ne mezunusun?” diye sordu Çağıl.

Çiçek bu soruların nedenini anlayamıyordu ama onun tüm sorulara büyük bir saygıyla cevap veriyordu. “Lise.” Birkaç adım geriye çekildi. “Sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı?”

Çağıl başını olumsuz anlamda sallayınca buradaki işi bittiği için Çiçek dışarı çıktı. Arkasından bakarken, “Çok iyi bir kız,” dedim. Şu zamana kadar bana çok yardımcı olmuştu.

Giden kızın arkasından uzun uzun bakan Çağıl, içli bir ifadeyle, “Öyle,” dedi. “Tek eksisi fazla ürkek olması.” Aklına ne geldiyse güldü. “Bu sabah odamı topladığını bilmiyordum. Banyodan sadece bir havluyla çıktığımda attığı çığlık hâlâ kulaklarımda.” O an çok eğlenmiş gibi gülüyordu. Korkudan zavallı kızın aklını almış olmalıydı. Sonuçta o havlunun düşme ihtimali de vardı.

Telefonum çalınca uzanıp sehpanın üzerinde duran telefonu aldım. Kadem arıyordu. Sıkıntıyla yüzümü buruşturup, “Ne var, Kadem?” dediğimde Çağıl ve Levent’in bakışları anında beni buldu. Siktir! Duha cephesinden biriyle konuşmam yasaktı.

Telefonu kendimden uzaklaştırıp, “Evde kaldığı zaman numarasını almıştım,” diye onlara küçük bir açıklama yaptım. “Zararsız birine benziyordu.”

“Zararsız mı?” Çağıl çatık kaşlarla bana bakıyordu. “Parmak kesen biri zararsız olamaz. Onu hiç iş başında görmediysen ona zararsız diyemezsin.” Elimde tuttuğu telefonu işaret etti. “Telefonu kapat, numarasını engelle ve sil!” Şimdi tıpkı abisi gibi ürkütücü ve sert bakıyordu.

“Karun’un tersini henüz görmedin,” diye beni uyardı. “Onun düşmanlarından biriyle görüştüğünü öğrenirse onun için sende o düşmanlardan birine dönüşürsün.” Çağıl soluğumu kesecek bir şekilde gözlerime baktı. “Ve emin ol Karun’un düşmanı olmak istemezsin. Bu tür konularda kendi kanında olanlara bile acımaz.” İçimden bir ses bu uyarıyı hafife almamam gerektiğini söylüyordu.

Parmak kesmek ve Kadem ne alaka? O şapşal sebze bile kesemezdi.

“Ne istediğini öğrendikten sonra numarasını sileceğim,” diye yalan söyleyip telefonu kulağıma yasladım. “Ne vardı, Kadem?” dediğimde Çağıl ve Levent’in göz hapsindeydim.

Kadem’in, “Bugün işe gitmediğim için evde çok sıkıldım. Top oynayalım mı?” diyen sesi nedense yine beni hiç yanıltmadı. Rahat durmak kanında yoktu.

“Bahsettiğin şey basketbol veya golf mü?” diye sordum çünkü bu tür şeyleri severdim.

“Futbol maçı lan,” deyince yüzümü buruşturdum. Benim oyun zevkime uymuyordu.

“Saçlarımı daha yeni yaptım ve tırnaklarımın ojesi çizilsin istemiyorum. Kıyafetlerimi ise temiz ve ütülü bir şekilde üzerimde görmekten hoşlanıyorum,” diye itiraz etmek için fazla beklemedim. “Barbarca bir topun peşinden koşup narin vücuduma zarar vererek bir insanlık suçu işleyemem.”

“Yenilmekten korkuyorum demenin yeni adı mı bu?” Beni kışkırtmaya çalıştı. “Gerçi sen ne anlarsın ki futbol maçından. Tek yaptığın süslenip ortalıkta bir kokoş gibi sürtmek.” Bu hayvan herif lafını hiç esirgemiyordu!

“Sana ne be!” diye ona sesimi yükselttim. “Sen önce bir kadınla nasıl konuşacağını öğren sonra gel bana oyun oynayalım de. Ayrıca hiç bilgim olmayan bir oyunda bile gömerim ben seni. Senin karşında Bige Efil Saka Kalender var hayvan!”

“Bu ne lan reklam markası gibi bir türlü bitmiyor,” diye güldü. “Sahip olduğun tüm isimlerle birlikte seni yeneceğimi iyi biliyorsun.”

“Benimle oyun oynamak saç çekmeye benzemez canım.” Şımarık bir sesle konuşup kendimle övündüm. “Birinci sınıf bir kadın var karşında elit olduğum kadar-”

“Şirretsin de,” diye sözümü kesti uyuz.

“Yetenekliyim diyecektim!”

“Sen mi?” Kahkaha attı. “Saka yapıyorsun.” Sırf beni kızdırmak için şakayı saka diye söylediğini iyi biliyorum!

“Tamam!” Çatık kaşlarla hızlıca başımı salladım. “Kur takımını geliyorum!” dedikten sonra telefonu yüzüne kapattım. Onu oyun sahasına gömdüğümde saka yapmak neymiş görecekti.

Başımı kaldırdığımda konuşmalardan az çok konuyu anlayan Çağıl ve Levent kaşlarını çatarak, “Hayır!” diye daha ben konuşmadan beni susturdular.

Tam o esnada, “Neye hayır?” diyen Kenan yorgun argın içeri girdi. Dün geceden beri dışarıdaki koşuşturmadan canı çıkmış olmalı ki dinlenmek için eve erken gelmişti.

Gömleğinin yakası açıktı, kravatı gevşekçe boynunda sarkıyordu. Beyaz gömleğindeki kan lekesi ise büyük bir katliamdan çıkıp geldiğini gösteriyordu. Sorsak bile bize o kanların nasıl gömleğine bulaştığını açıklamayacağını iyi biliyorduk. Bu evdeki kimse Karun ve Kenan’a yaptığı işler hakkında soru soramazdı.

Sırasıyla üçüne bakıp sırıttığımda Kenan, “Neden hoşuma gitmeyecek bir şeyler söyleyeceğini düşünüyorum?” deyince daha çok sırıttım. Hoşuna gitmeyecekti ki.

Bakalım ikna kabiliyetim ne kadar yüksekmiş?

***

Kenan tuttuğu topu bir elinden diğerine verirken gözleriyle karşı takımı tartıyordu. Bize karşı Duha’nın adamları. Herkes ceketlerini çıkarmış, gömleğinin kollarını toplayarak karşı takıma haddini bildirmenin peşindeydi. İşin komik tarafı Duha ve Karun işteydi, yani burada oyun oynadığımızdan haberleri bile yoktu. Kadem hayvanı beni kışkırtmasaydı bende kendi takımımı kurmazdım. Adam resmen karşıdaki evden bana laf atıyordu. Takımımı en iyi adamlarla kurdum.

Güvenlik kulübesindeki Celil, malikanede hizmetçilik yapan Çiçek, Karun’un iki kardeşi ve Kenan. Evet, hepsini top oynamaya bir şekilde ikna etmiştim. Takımdaki eksikler için korumalardan birkaç kişi daha seçmiştim. Kenan ve Çağıl’ı ikna etmek hiç kolay olmamıştı.

Kadem ise yanına Elay’ı ve Duha’nın malikanedeki en iyi adamlarını alarak kendi takımını kurmuştu. Şimdi iki malikânenin tam arasındaki yolun üstünde durmuş, birbirimize ölümcül bakışlar atıp duruyorduk. Takım kaptanları Kenan ve Kadem’di. İkisini bıraksak oyuna gerek kalmadan birbirine kafa göz dalacakmış gibilerdi. Bu maç çok hareketli geçecekti. Adil bir oyun olması için her iki taraftan bir kişiyi de hakem olarak seçmiştik. Bence birbirimize dalmaktan futbol dışında her şeye benzeyecekti bu oyun.

Kenan düşman gözlerle Kadem’e bakarken, “Umarım iyi top oynuyorsunuzdur,” diye bizi uyardı. “Bu ayarsıza karşı kaybedersem hepinizin ebesini bellerim.” Dinlenmek yerine burada olmaktan hiç memnun değildi.

Çağıl sırıtarak karşı takımı gözlerinin merceğinden geçirdi. “Biraz paslanmış olabilirim ama hâlâ bu oyunda çok iyiyim.”

Övünerek göğsümü kabarttım. “Pek tarzım olan bir oyun değil ama üstesinden geleceğimi düşünüyorum.” Başımı uzatıp Levent’in kulağına, “Olmadı hepsini döverim,” diye fısıldadığımda gülerek başını iki yana salladı. “Sen yine de sakin olmaya çalış.”

Denerim ama söz veremem.

Çiçek malikanede temizlik yapmak yerine burada olmaktan hiç memnun değilmiş gibi ürkek bakıyordu. “Çağıl Bey ben daha önce hiç top oynamadım,” dediğinde beni azat edin dercesine Çağıl’a bakıyordu. “Benim yerime başka birini seçseniz olmaz mı?”

Çağıl elini onun omuzuna koyup ona tebessüm etti. “Hallederiz sıkıntı değil. Yemek yapmaktan daha kolay ve keyifli bir oyun.” Onu rahatlatmak için göz kırpınca Çiçek, isteksiz bir şekilde başını salladı. Bıraksan hemen mutfağa kaçacaktı.

Kadem kollarını sağa sola sallayarak ısınma hareketleri yaparken, “Hazır mısın, Elay,” diye sordu yanındaki kadına. “Hepsini buraya gömüyoruz.”

Elay neredeyse ağlayacaktı. “Hiç hazır değilim!” Bize düz karnını gösterdi. “Bugün yarın doğum yapacağım, hamile kadınlar top oynayamaz.” Acaba karnına bakınca kocaman bir şişkinlik falan mı görüyordu? Yahu ne bugün yarın doğumu, karnı dümdüzdü!

“Merak etme.” Kadem’in ona olan bakışları düşmancaydı. “Hele bir kaybet ben zaten sana dokuz doğurtacağım.”

“Zaten kaybedeceksiniz.” Şımarık bir kız çocuğu gibi güldüm. “Asfaltta kazıyacağız sizi.”

Belini arkaya doğru esneten Kadem, “Ulan top niyetine kaleye şutlarım seni,” diye beni tersledi. “Gevrek gevrek gülme karşımda o ağzına şoklarım!” Bu arsız herif sokarım lafını şoklarım diyerek sansürledi mi? Kimin ağzını şokluyormuş bu!

“Düzgün konuş hayvan!” Yerdeki taşı alıp kafasına fırlattım. “Sen kimin ağzına sokuyorsun!”

Kafasını eğerek attığım taştan kurtuldu. Daha sonra başını kaldırıp nezih biriymiş gibi bana baktı ve omuzlarında olmayan tozu parmak uçlarıyla silkeledi. “Şununla muhatap etmeyin beni,” diye bana üstünlük taslamaya başladı. “Ağzı çok bozuk.” Kınar gibi bakıyordu. “Herkesin içinde sokarım falan demek çok ayıp oluyor.” Bu ne biçim bir manyaktı, aklım almıyordu! Sanki o söylerken sansürleyince küfür olmuyordu.

“Kıt beyinli gerzek!” dedim kaşlarımı çatarak.

“Bana bak düzgün konuş ağzına sıçrarım!”

Hemen diğerlerine onu gösterip, “Şimdi de ağzına sıçarım diyor bu bana!” diye sesimi yükselttim. Sürekli küfredip sansür kullanıyordu!

Levent önce ikimize daha sonra da iki takıma bakıp isyan etti. “Benim dışımda buradaki herkesin yaş ortalamasının yirmi beş ve otuz olmasına ne demeli?” diye sitem etti. “Çocuk gibisiniz, umarım Karun ve Duha bugün eve erken gelmez.” Gelirlerse bittiğimizin resmidir. Mümkünse bugün fazladan mesai yapsınlar. İki evin ortasındaki yolda top oynadığımızı görmek ikisini de delirtirdi.

***

Kenan’ın attığı golle gülerek Çağıl ile beşlik çaktık. Çağıl gülmeyi bana çok görmüş olmalı ki, “Ama hâlâ 6-8 yeniliyoruz,” deyince suratımı astım. Kadem gerçekten çok iyi top oynuyordu. Sanki hayatının büyük bir bölümü sokaklarda geçmiş gibi yolda oynadığımız bu oyuna yabancı değildi. Gollerin dördünü tek başına o atmıştı.

Takımındaki adamlar da bizi çok terlettiği için, “Bu herif koruma diye dünyanın en iyi futbolcularını bizi yutturuyor olmasın?” Çağıl’a karşı takımdaki esmer çocuğu gösterdim. “Ne bu? Messi falan mı?” Üst üste iki gol attığından beri nefretimi kazanmıştı.

Çağıl kalede korkudan adeta tir tir titreyen Çiçek’i gösterdi. “Belki de kaleci seçimini yanlış kişiden yana kullandık.” Haklıydı çünkü Çiçek şu ana kadar ona gelen bir tane topu bile tutamamıştı.

Başımı çevirip karşı takımın kalecisine baktım. Maçın başında ağlayıp sızlayan Elay, şimdi takımının attığı her golle tezahürat yapıp eğleniyordu. Üstelik çok iyi bir top tutucuydu. Kızıl saçlarını sıkıca bağlamış yerinde zıplayıp duruyordu. “Doktor değil miydi bu kadın?” diye homurdandım. “Boş zamanlarında neşteri bırakıp top peşinde mi koşuyormuş?”

“En azından sahanın ortasında durup mankenlik yapmıyor!” diyen Kenan beni azarladı. “Bir gol atmazsan atarım seni oyundan.”

“Bağırma bana.” Suratımı asarak duygu sömürüsü yapmaya başladım. “Nezih biriyim ben ne anlarım top oynamaktan. Podyumda yürüyelim dediler de ben mi hayır dedim?”

Kenan dişlerini sıkıp, “Ulan hâlâ podyum demiyor mu elimde kalacak!” diye bana kızınca Çağıl, “Tamam,” diye onu sakinleştirmeye çalıştı. “Yüklenme kıza, daha yeni oyunu çözdü.” Güldü. “Her ne kadar oyunun sonlarında bunu yapsa da.”

Buradaki kimse beni anlamıyordu.

Oyun tekrar başlayınca mecburen yerimi aldım. İlk biz başladığımız için Kenan ayağındaki topla ilerlemeye başladı. Önüne çıkan bir kişiye topu kaptırmadı ama iki kişi birden ona doğru koşunca topu Çağıl’a attı. Çağıl topu biraz ilerletmeyi başarmıştı fakat rakip takımlar onun da etrafını sarınca o da mecburen bana şut çekti. Allah kahretsin bu top yine bana gelmişti. Kenan, “Bige!” diye bana bağırdı. “Kızım hareket etsene!” Bu adam Kadem’e yenilecek diye tüm öfkesini benden çıkartıyordu!

Kenan bana kızınca boş boş durmak yerine rakip kaleye doğru topu götürmeye başladım. Ama bir anda karşıma Kadem’den sonra en iyi oynayan o esmer çocuk çıkınca, “Messi’nin çakması beyefendi lütfen önümden çekilir misiniz?” diye sordum son derece kibar bir sesle. “Eğer bir gol atmazsam Kenan beni oyundan atar. Anlamıyor musunuz çok müşkül bir durumdayım.”

Çok güzel gözleri olan yakışıklı ve atletik koruma tebessüm etti. “Geç bakalım,” dedikten sonra gerçekten kenara çekilerek bana yol verdi. Hadi canım.

“Uraz oraya gelir belanı silkelerim lan!” diyen Kadem ona bağırdı. “Oğlum ne aldanıyorsun o şeytanın güzel yüzüne. Al çabuk o topu!” dedi ama adının Uraz olduğunu öğrendiğim çocuk, “Abi duyamıyorum seni,” diye ağırı oynayınca gülerek yanından geçtim.

Bu da kapak olsun Kadem eşkıyasına.

Biraz ilerlemiştim ki biri daha yoluma çıkınca topu hemen diğer tarafta benimle koşan Levent’e gönderdim. Levent topu alır almaz kaleye doğru koşunca bende bu tarafta onunla koştum. Levent önündeki adamı atlattığında kaleye yetişmiştim. “Bige sende!” Topu bana fırlatınca top karnıma çarparak ayaklarımın önüne düştü.

Kaleyle aramda çok az mesafe vardı ama kalede Elay vardı. Diğer adamlar topu benden almak için bana doğru koştuğu için, “Elay bak abin geldi!” diye bağırıp arkasındaki bir yeri işaret ettim. Elay heyecanlanarak arkasını döndüğü an tüm gücümle topa vurdum.

İki taştan yaptığımız kalenin içine top girince bağırarak yerimde tepinmeye başladım. “Siktir gerçekten gol attım!” diye sevinç naraları attığımda Kenan gülerek, “Tarihe geçmeli bu an,” dedi. Oyunun başından beri attığım ilk goldü.

Araba sesi duyunca hepimiz sesin geldiği yöne doğru döndük. Bu tarafa doğru gelen arabaları görünce herkes sessizleşti. Hepimiz korku içinde ne yapacağımızı bilmez bir halde birbirimize bakıyorduk. Duha ve Karun’un arabası çoktan görüş açımıza girmişti ve anlaşılan onlar da bizi görmüştü. Her zaman geldikleri saatten çok daha erken eve gelmişlerdi. Normalde bu saatlerde hâlâ işte olurlardı. Olamaz, başımız büyük beladaydı!

“Sıçtık!” diyen Kadem belki de ilk kez haklıydı.

En öndeki iki araba durunca diğerleri de durdu. İki arabanın kapısı aynı anda açıldı ve iki şoför inip hemen onların kapısını açtı. Jilet gibi takım elbiselerin içinde inen Karun ve Duha önce birbirlerine daha sonra da bize baktılar. Birbirimize karışmış bir halde duruyorduk ama onlar arabadan inince her iki tarafta hemen birbirinden ayrıldı. Biz yolun bu tarafından dururken Duha’nın adamları da yolun karşı tarafındaki yerini almıştı. Korkmuyorum ama bir o kadar da korkuyorum. Karmaşık duygular içindeyim!

İkisi aralarında belli bir mesafe bırakarak bu tarafa doğru yürümeye başladı. Diğer korumalar arabalardan inip neler olacağını izlemeye başlamıştı. Komik bir şekilde her iki tarafta komutanına selam verir gibi tek çizgi halinde duruyordu. Hatta ben bile! Duha onların karşısında Karun’da bizim karşımızda durdu. İkisinin sırtı birbirine dönüktü ve her ikisi de karşısında ip gibi dizilen ekibine bakıyordu.

Karun’un gözleri sırasıyla herkesin üzerinde oyalanırken oldukça kızgın görünüyordu. Kıracakmış gibi dişlerini sıktıkça çıkan sesi duyuyordum. Şakaklarında belirgin bir hale gelen damarlar nabız gibi attıkça saklanacak delik arıyordum. “Burada neler olduğunu biri bana açıklamak ister mi?” dediğinde fırtına öncesi sessizlik yaşadığımızı biliyorduk.

Hepimiz suspus olmuş bir şekilde dururken Karun’un çenesinden bir kas seğirdi. “Kenan!” diye hırlayıp onun karşısında durdu. “Bu rezaleti açıkla bana!” Biraz ileride duran topu gösterdi. “Duha piçinin adamlarıyla top oynamak da neyin nesi!” diyen dengesiz adam Duha’nın onu duymasını zerre kadar umursamıyordu.

Aynı şekilde Kadem’in karşısında durup ondan hesap soran Duha, “Arkamdaki şu itin adamlarından başka top oynayacak adam mı kalmadı?” dediğinde bilerek Karun duysun diye sesini yükseltince az kalsın kahkaha atacaktım. Çocuk gibiydi bu ikisi.

Duha yüzünden Karun daha da sinirlenip Kenan’a ölümcül gözlerle baktı. Boğazından çıkan hırıltılı bir sesle, “Kimin başının altından çıktı bu?” dediğinde Kenan dahil takımımdaki herkesin gözleri beni bulunca Karun’un kaşları çatıldı. “Hiç şaşırmadım!” dediğinde yumruklarını sıkıyordu. İki yanında duran ellerini öyle bir sıkıyordu ki parmak boğumları gerilmişti. Bana baktıkça kaşlarını biraz daha çattığı için korkudan saklanacak yer arıyordum. Bu adam ödümü kopartıyordu.

Sıradaki herkesin önünde geçerek karşımda durunca süt dökmüş kediye döndüm. Karun dik dik bana bakarken, “Sen hiç rahat durmaz mısın?” dediğinde sesi buz gibiydi. Bakışlarıyla beni yerden yere vururken canından bezmiş gibiydi. “Saka.” Bakışları delici bir ifadeye büründü.  “O kanatlarını kesersem hasımlarımla top oynamak şöyle dursun evden dışarı çıkamazsın!” Korkuyla irkildim. Bunları söylerken diğerleri bana kızdığını duymasın diye kısık bir sesle konuşmuştu.

Tek kelime etmedim. Karun bu kadar sinirliyken konuşamazdım. Karşılık verirsem altta kalmayıp herkesin içinde kırıcı olacağını bildiğim için hiçbir şey söylemedim. O da bir şeyler söylememi istemiyordu, en azından yalnız kalana kadar. Duha’nın, “Kadem sen hasta değil miydin?” diyen sesini duyunca onlara baktım. Kadem’in karşısında durmuş, ellerini pantolonunun ceplerine koyarak ona bakıyordu. “Bakıyorum da top oynayacak kadar iyileşmişsin.”

Kadem suçlu çocuklar gibi başını öne eğip, “Affedersin abi,” deyince Duha sinirli bir nefes aldı. “Hangi birini Kadem, hangi birini!”

“Ama yeniyorduk.” Elay kuş gibi şakıdı. “Öndeydik.”  Duha’nın takdirini almak ister gibi heyecanlı bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. “Biz kazanıyorduk.”

Bunu söylemek zorunda mıydı?

Karun sinirden buz kesince bizim takım aynı anda bir adım geriye çekildi. “Bir de yeniliyor muydunuz?” Karun her an hepimizi kurşuna dizebilirdi. Yenildiğimizi duymak Duha’nın adamlarıyla top oynamaktan daha çok onu kızdırmıştı.

“On olan kazanacaktı ve daha oyun bitmemişti.” Sesim güçlükle duyulacak kadar kısık çıkmıştı. “Skor 7-8.” Hakem düdüğü çalmadan kaybetmiş sayılmayız. Gerçi bir düdüğümüz de yoktu.

Adamlarının önde olduğunu duymak Duha’nın sinirlerini yatıştırdığı için sırıttı. “Demek yeniyordunuz?” Bilerek Karun duysun diye sesini yüksek çıkarıyordu. “Aksini beklemiyordum bizler kaybetmeyi bilmeyiz.” Kaç yaşında bu adam? On mu?

Duydukları karşısında soğukkanlılığını korumak için derin derin nefesler alan Karun, yavaşça ona döndü. “Bitmemiş bir oyunun zaferini kutlamayı bırak, Tunus.” Sesi oldukça sakin çıkmıştı. “Devam etselerdi benimkilerin alacağını en iyi sen biliyorsun.” Gördüğüm kadarıyla Karun’un da Duha’dan altta kalır bir yanı yoktu.

Yönünü Karun’a doğru çeviren Duha’nın gözlerinin ardında yaramaz parıltılar vardı. “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış, Kalender.” Bilerek onun sinirleriyle oynuyordu. “Devam etselerdi de sonuç değişmezdi.”

Karun içten içe sinirden delirse de Duha’nın karşısında sakinliğini korudu. “Devam etmedikleri sürece bundan emin olamazsın.”

“Emin olalım o zaman,” dedi Duha. “Ne dersin?”

Karun rahatça omuzlarını kaldırıp indirdi. “Çeneni kapatma fırsatını kaçırmamı bekleyemezsin.” Onunla oynamayı kabul edince afallayarak karşı takımla göz göze geldik. Bu ikisi önce bize kızdılar daha sonra da devam etme kararı mı aldılar? İşlerin bu noktaya geleceğini hiçbirimiz beklemiyorduk.

Karun ceketini çıkartarak bize doğru yürüyünce Duha’da ceketini çıkartmaya başlamıştı. Şimdi şaşkınlığımız iki kat büyümüştü. Gerçekten oynayacaklardı. Ceketini çıkartarak korumalardan birine veren Karun’a bakıyordum. Pahalı kol düğmelerini sırasıyla çıkardı ve onları da korumaya verdi. Ciddi ciddi top oynayacaktı!

Ona doğru yürüyüp karşısında durdum. Suçumu kabul etmiş bir halde ona baktığımda gözlerimi sık sık kaçırıyordum. “Üzgünüm.”

Boş gözlerle bana bakarken, “Siktir et,” diyerek elini bana uzatınca gömleğin kollarını toplamamı istediğini anladım.

Gömleğin manşetlerini düzgün bir şekilde kıvırmaya başladım. Bunu yaparken başımı kaldırıp yüzüne bakamıyordum ama onun tarafından izlendiğimi biliyordum. Aynı işlemi gömleğin diğer koluna da yapınca işim bitmişti. Başımı kaldırıp donuk yüzüne baktığımda hâlâ kızgın gibiydi. Ellerimi uzatıp boynundaki kravatı gevşettim. Kravatı çıkardıktan sonra gömleğin ilk iki düğmesini açmıştım. Oyun oynarken fazla terleyeceği için iki düğmeyi onun için açtım.

Bunu yapacağımı beklemediği için biraz gerilmişti. Yakasını düzeltirken parmaklarım boynuna sürtününce, “Yeterli bu kadar,” deyip hızla benden uzaklaştı. Yine çok garip tepkiler veriyordu.

Duha’da kıyafetlerini daha rahat bir hale getirince ikisi karşı karşıya durdu. Biz ise bu ikisiyle bu işin nasıl olacağını bilmez bir halde yerimizi aldık. Hadi bakalım başlıyoruz.

İçimden bir ses onlar yüzünden bu maçın çok zor geçeceğini söylüyordu.

***

Karun’un maça dahil olmasıyla skoru 9-9 yapmayı başarmıştık. Hayır, o iki golü Karun atmadı ama Çiçek’i kaleden çıkartıp Levent’i kaleye koyan oydu. Levent’in kaleye geçmesiyle aradaki farkı çok hızlı kapatmıştık. En son yediydik fakat Celil ve korumalardan birinin attığı golle dokuz olmayı başarmıştık. Karşı takımdan gelen gol ise yine Uraz’dan gelmişti. Çocuk gerçekten çok iyi oynadığı için attığı son golle takımına eşitlik kazandırmıştı. Bunun dışında Elay’da kaleden çıkıp yerini bir korumaya vermişti.

Elay’ın sadece kalede değil defansta da çok iyi olması can sıkıcıydı. Karşı takımdan Elay, Kadem ve Uraz tek başına takımın tüm yükünü sırtlanmış gibilerdi. Üçünden birini oyun dışı bıraksaydık belki de şimdiye kadar çoktan kazanmıştık. Ayağımdaki topla hızlı bir şekilde ilerlerken bir anda Duha önüme çıktı. Tek bir hareketle topu ayağımdan alan adam yanımdan geçerken koluma sertçe çarpmıştı. “Hey!” Kolumu tutarak bağırdığımda, “Pardon,” deyip doğru düzgün özür bile dilemeden oyuna devam etti. Kaba herif!

Kenan topu Duha’dan almak için öne atılmıştı ki, “Bana bırak,” diyen Karun Duha’ya doğru atıldı. Hızlı bir şekilde Duha’ya doğru koştu ve omzuna sertçe çarparak onu yere düşürdü. Düştüğü yerden kaşlarını çatan Duha, “Ne halt ediyorsun piç kurusu!” deyince Karun’un dudakları usulca kıvrıldı. Duha’nın gözlerinin içine baktı ve “Pardon,” deyince kıkırdadım. Bu adam bambaşka bir şeydi.

Duha küfrederek ayağa kalkınca oyun kaldığı yerden devam etti. İki dakika içinde top tekrar Elay’a geçmişti. Çıtı pıtı bir kadın olmasına rağmen önüne çıkan Celil’den hiç zorlanmadan topu kurtardı. Kadem onunla aynı hizada koşarken, “Elay!” deyince Elay topu bizim takıma kaptırmadan Kadem’e şut çekti. Elay’ı izleyen Duha’nın dudaklarının kıvrıldığını gördüğüme eminim. Bu kadar iyi oynamasını beklemiyordu.

Kenan topu Kadem’den almayı başardı ve Çağıl’a attı. Çağıl biraz ilerledikten sonra topu bana fırlatınca, “Yine mi ya,” diye sızlandım ama havaya sıçrayıp topu göğsümle durdurmayı başarmıştım. Top göğsüme çok sert çarptığı için inledim. “İyi misin?” diyen bir ses duyunca yan tarafa döndüm. Uraz yakınımda duruyordu. Göğüslerimi işaret edip, “Top çok sert geldi,” deyince ona tebessüm ettim. Tatlı çocuktu.

Onun kehribar gözlerine bakıp başımı salladım. “Biraz acıttı ama iyiyim,” dediğimde Uraz bana tebessüm etmişti ki, gözleri arkamda bir yere kayınca korku içinde yutkundu. Hemen başını eğerek benden uzaklaşınca kafamı çevirip arkaya baktım. Karun’un sert bakışlarıyla karşılaşınca neye uğradığımı anlamadım. Sinirli görünüyordu.

Dikkatim dağılınca Elay haini ayağımdaki topu kaptığı gibi orta sahadan kaleye doğru çok sert bir şut çekti. O kadar güçlü ve sert bir şut çekmişti ki top Levent’i geçip kaleyi bulunca Elay çığlık attı. Alkış tutar gibi ellerini birbirine vurup, “Abi gol attım!” diye bağırınca Duha gülerek başını salladı. “Sürprizlerle dolusun.”

Benim yüzümden kaybettik.

Oyunun başından beri hiçbir işe yaramamıştım. Bir de dikkatsizliğim yüzünden takıma yenilgi getirdiğim için herkes bana kötü kötü bakıyordu. Kenan her an boğazıma yapışacakmış gibi bakarken çok sinirliydi. “Maçın başından beri tırnağım kırıldı, saçım bozuldu, ayakkabım çizildi diye diye sonunda yaptın yapacağını!” Sanki ben istedim oynamayı, her şey Kadem’in suçuydu.

Maç bittiği için burada yapacak pek bir işimiz kalmamıştı. Karun, Duha’ya düz bir şekilde bakıp, “Tebrik ederim,” diyerek beni şaşırttı. Yenilgiyi asla kabul etmez, olay çıkartır diyordum ama o, bunu oldukça soğukkanlı bir şekilde karşılamıştı.

Duha’da onu kışkırtmak yerine, “Eyvallah,” diyerek beni şaşırtan ikinci kişi olmayı başardı. Kazandığı için övünüp Karun’u kızdıracağından çok emindim. Bazı anlarda bu iki adam beklenmedik hareketlerde bulunuyordu.

Maç bitene kadar ikisi de eğlendiğini inkâr edemezdi. Evet, ben Uraz ile konuşana kadar Karun’da oldukça eğlenmiş ve işteki tüm stresini atmıştı. Tabii daha sonra olanlar ve benim yüzümden kaybettiğimiz oyun her şeyi mahvetmişti.

Oyun bittiği için her iki tarafta kendi evine girdi. Bahçe kapısının önünde dikilen Rengin’i görünce tüm tadım kaçtı. Bozuk bir suratla bize bakıyor, hırsından yanaklarının içini dişliyordu. Ne zamandır bizi izliyordu? Öfkesini gizlemeye çalışan kadına baktıkça aklımdaki bir şüphe gittikçe güçleniyordu.

Karun ve Duha’ya bir şekilde haber sızdırıp burada oyun oynadığımızı söyleyen oydu, değil mi? Bu yüzden ikisi de baskın yapar gibi erkenden eve gelmişlerdi. Bu oyun için evdekileri ikna eden bendim ve bunu yaparken Rengin’de oradaydı. Hiç karşı çıkmadan sessizce izlemişti. O an Rengin’in itiraz etmemesine çok şaşırmıştım çünkü genelde benimle ilgili her şeye karşı çıkardı. Aslında onun amacı farklıydı. Biz oyun oynarken Karun ve Duha’ya bizi yakalatmak istemişti.

Karun burada olanları görünce bana kızacak, belki de herkesin içinde beni küçük düşürecekti. Evet, Rengin’in istediği buydu ama hiçbir şey umduğu gibi olmamıştı. İşte onu kızdıran da tam olarak buydu. Yanından geçerken gözlerine bakıp sırıttım. “Her ne yapıyorsan yapmaya devam et senin ucuz tuzakların beni eğlendiriyor.” Bana ters ters bakan kadını umursamadan içeri girdim. Sinsi!

Malikaneye girdiğimizde merdiveni çıkan Karun, “Kenan benimle gel,” dedikten sonra yoluna devam etti ama hemen ardından, “Saka sende!” deyince dudaklarımı sarkıttım. Canıma okuyacaktı.

Levent omzuma dokunup yalandan acıklı bir ifadeyle, “Allah kurtarsın,” deyince başımı salladım. “Boşandığımda inşallah o dediğinde olacak.”

Karun’un peşinden üst kata çıktık. Çalışma odasına giren adamı takip edip içeri geçtik. Kapıyı arkamdan kapatıp döndüğümde masanın önünde duruyordu. Gözleri doğrudan bana bakarken ifadesi donuktu. “Duha’nın adamlarıyla oynaman için içlerinden biriyle önceden konuşmuş olman lazım,” dediğinde kaşlarının kavisi yine çatıktı. “İletişim halinde olduğun kimdi? Uraz mı?” Neden doğrudan aklına Uraz geldi ki?

“Hayır, Kadem.”

Şaşırdı. “Kadem mi?”

“Evet, Kadem,” dedim ikinci kez. “Evde kalmasına izin verdiğinde numarasını almıştım. Sana evde çok sıkıldığımı söylemiştim, bende onu arayıp küçük bir maç düzenledim.” Kadem’in beni aradığını söylemedim çünkü bu onu daha fazla kızdırabilirdi.

Kalçasını masaya yaslayıp ellerini masanın iki yanına bastırdı. Dugusuz bir şekilde bana bakarken, “Kadem’in numarasını neden aldın?” diye sordu.

“Almamam gerektiğini bilmiyordum.”

“Artık biliyorsun.”

“Evet.”

“Ve?”

“Siliyorum numarayı.”

“Başka?”

“Bir daha Duha ve adamlarıyla konuşmak yok.”

“Hayırdır?” Kaşlarını sorgular gibi yukarı kaldırdı. “Fazla uysalsın bunun altından da bir şey çıkacak mı?”

“Bugün için hayır.”

“Yarın için?”

“Söz veremem.”

“Saka!”

“Tamam ya, yapmayacağım hiçbir şey!”

Şimdilik benimle işi bittiği için kapıyı gösterince hemen dışarı çıktım. Kapıyı kapatıp gitmek için birkaç adım atmıştım ki Kenan’ın, “Hepsi bu mu?” diyen gülen sesini duydum. “Ona daha fazla kızacağını düşünüyordum.” Karun bana kızınca o da Rengin ile bir yerlerine kına yakardı artık.

“Benim dünyama çok yabancı,” diyen Karun’un sesini duydum. “Gereken kuralları öğrenene kadar biraz anlayışı hak ediyor.”

“Öğrenecek kadar uzun süre kalmayacak ki.” Bunu diyen Kenan’dı. “Ne de olsa yakında boşanacaksınız. Davayı açmak için mahkemenin belirlediği gün doldu. Bunun farkındasın değil mi?”

“Evet.”

“Peki, davayı açtın mı?”

Karun’un, “Henüz değil,” diyen sıkkın sesini duydum. “Carlos ile uğraşmaktan sıra gelmedi.”

“Adliyeye gidip bizzat davayı sen açmayacaksın kardeşim,” diyen Kenan’ın sesi kinayeliydi. “Avukatlar bunun için var. Tek bir telefonla her şeyi senin için hallederler.”

“Sence ben bunu bilmiyor muyum?” Karun’un sesi sinirli geliyordu. “Ben açmasam davayı zaten Saka açar. Yarın avukatla görüşüp hallederim bu işi,” dediğinde rahat bir nefes aldım çünkü bu sefer davayı o açsın istediğim için buna yeltenmemiştim.

Kapıdan tam uzaklaşacaktım ki Karun’un söyledikleri beni durdurdu. “Casuslarımızdan biri Carlos’un bu akşam bir açık arttırmada olacağını bildirdi. Seçkin insanların davet edildiği bir açık arttırma olacak ve bizde davetliyiz. Maskeli bir davet olması canımı sıkıyor. Herifin yüzünü zaten bilmiyoruz bir de maskeyle gelecek oraya!” Dudaklarım kıvrıldı. Onun canını sıkan maske benim için iyi bir kamuflaj olabilirdi. Evet, o davete bende katılacağım. Tabii Karun bunu hiç bilmeyecekti.

Ses çıkarmadan kapıdan uzaklaşıp odama yürürken elim saçımdaki kurdeleli tokada oyalandı. Carlos benim peşimdeyken Karun onun olduğu bir yere gitmeme asla izin vermezdi. Fakat iyi bir maskeyle yüzümü gizlersem orada olduğumu bile anlamazdı. Biliyorum orada Karun ve Carlos gibi çok fazla tehlikeli insan vardı ama kim olduğumu gizlediğim sürece güvende olurdum. Oraya gitmem çok tehlikeli olabilir ama 13 Haziran’a bu kadar az kalmışken kaybedecek zamanım yoktu.

Belki de Karun’dan önce ben Carlos’u bulurdum. Bu yüzden riske girip oraya gideceğim. Odama girip hemen telefonumu aldım. Kadem’i arayıp açmasını beklemeye başladım. Davetin yapıldığı yeri Kadem kesin biliyordur çünkü ortada bir açık arttırma varsa genelde en zengin insanlar davet edilirdi. Ve Duha’da zenginlikte Karun ile yarışırdı. Duha’nın da davet edildiğine eminim. Kadem beni gizlice mekâna sokabilirdi.

Kadem bu kadar işime yararken onun numarasını asla silmem. Gerçi silsem bile numarası ezberimdeydi. Kadem telefonu açtığında, “Benden uzak duramıyorsun, değil mi?” diyen keyifli sesini duydum. Egosundan da hiç geçilmiyor.

“Bu akşam bir açık arttırma varmış?”

“Evet, var sana ne bundan?” deyince yüzümü buruşturdum. İnsan gibi konuşmayı gerçekten bilmiyordu.

“Bende katılmak istiyorum.”

“Katıl bana ne bundan?” Burada çıldırıyorum!

“Carlos’ta orada olacakmış Karun katılmama izin vermez,” dediğimde Carlos’un adını duyunca, “O şerefsizin olduğu bir yerde ne işin var?” dedi sert bir sesle. “Kocanı dinle, kır dizini ve otur evinde!”

Yatağa doğru yürüyüp derin bir nefes aldım. “Arkadaşlarımın intikamını almalıyım,” dediğimde telefonun diğer ucunda bir kırılma sesi duydum. Sanki elinde bir şey tutuyordu ve bir anda elinde düşüp paramparça olmuştu.

Yutkunuşunu duyduğumda kısık bir sesle, “Anlamadım?” diye sordu.

“Arkadaşlarımı unutamıyorum.” İç çekerek yatağın üstüne oturdum. “Hepsi 13 Haziran gecesi öldü. Onları çok özlüyorum ama-” dediğimde gözlerim doldu, dudaklarım titredi. “İçlerinden birinin o geceki yüzü çıkmıyor aklımdan,” dedim kısık bir sesle. “Korkmuş, çaresiz ve ıslak yüzü.”

Bir sessizlik oluştuğunda duyduğum tek ses Kadem’in yutkunan sesiydi. Bunları şu zamana kadar kimseye anlatmamıştım hatta babama bile. “Bende öleceğim çünkü Carlos 13 Haziran’da beni yaşatmayacak.” Gözlerimden süzülen yaşlarla başımı salladım. “Ama ölmeden önce Carlos’u da sağ bırakmamalıyım. Kadem ben kendi arkadaşlarıma kıydım, en azından bu kadarını onlar için yapmalıyım. Beni asla affetmeyecekler hatta öldüğümde bile...”

“Kim demiş onu,” diyen sesi üzgün hatta ağlamaklı çıkmıştı. “Onlar seçim şansın olmadığını biliyordur.” Başımı iki yana sallayıp daha çok ağladım. Yapmayabilirdim de. Bir seçim şansım daha vardı ama ben babamı dinlemeyi seçmiştim.

“Kes artık ağlamayı.” Ağlayan sesimi duymaktan nefret etmiş gibi beni azarladı. “Bu gece katılman gereken bir davet varken ağlamak yerine gece için hazırlan!” dedikten sonra telefonu kapattı. Bana yardım edecekti.

Islak gözlerle elimdeki telefona bakıp burukça gülümsedim. “Teşekkür ederim,” dedim o duymasa da. Kadem beni anlıyordu.

Bu gece ne olursa olsun o davete katılıp Carlos’u bulmaya çalışacağım.


Yorumlar