“Son zamanlarda yaptığım hataların bile cezbedici bir tarafı vardı. Günaha âşık olmak gibiydi bu durum. Baş döndürücü, akıl almaz ve sarsıcı.”
Karun ve Kenan malikaneden çıktıktan sonra evden kaçmam hiç kolay olmamıştı. Gece elbisesiyle evde dolaşıp herkesin dikkatini çekmek istemediğim için sadece makyajımı yapmıştım. Zaten normalde de hep makyajlı gezdiğim için kimse şüphelenmemişti. Giyeceğim elbiseye uygun bir makyaj yapmıştım. Üzerime şort ve tişörtten oluşan rahat bir şeyler giydim. Dışarıda üzerimi değiştireceğim için çıkardıklarım çöpe gidecekti. Diğer ayakkabılarımı atmaya kıyamadığım için dolapta duran babetleri giymiştim.
Daha sonra elbiseyi, ayakkabıları ve küçük el çantamı karton torbaya koymuştum. Bahçeye çıkıp yürüyüş yapar gibi biraz gezdikten sonra güvenlik kulübesinde duran Celil’in yanına uğramıştım. Planımı Celil’e anlatıp yalvar yakar onu ikna etmiştim. Karun’a yakalanmadan döneceğimi söylemiştim ama en önemlisi sağ salim eve döneceğime söz vermiştim. Bir tek bu şartla bana yardım etmeye ikna olmuştu.
Celil kapıdaki korumaları uzaklaştırıp onları oyalarken ben gizlice bahçeden çıkmıştım. Rengin başta olmak üzere ev halkı şu anda beni odamda uyuyor sanıyordu. Oysaki ben çoktan evden firar etmiştim. Celil’in başı belaya girmesin diye dışarı çıktığım gibi gizlice yine eve dönmeliydim. En azından Celil’i işinden etmemeye çalışacağım.
Malikaneden çıktıktan sonra koşarak hemen oradan uzaklaşmıştım. Daha sonra bir taksi çağırıp Kadem’in verdiği adrese doğru yola çıkmıştım. Yol üstünde bir butiğe girip kabinde üzerimi değiştirerek oradan çıkmıştım. Kendi elbisemle butiğe gitmem ve hiçbir şey almadan dışarı çıkmam haliyle hoş karşılanmamıştı. Tişörtüm, şortum ve babetlerimi kabinde bırakmıştım. Hepsi de en iyi markaların ürünüydü. İlk kez arkamda kıyafetlerimi bırakmıyordum.
Taksinin parasını ödedikten sonra elbisemin eteklerini tutarak taksiden indim. Boğazda bir yalının önünde duruyordum ve anlaşılan haddinden fazla geç kalmıştım. Burası malikâneden çok uzaktaydı. Karun’un evden çıkmasını beklemek ve evden çıkmak çok fazla zamanımı almıştı. Yolda durup üzerimi değiştirmek ise beni çok oyalamıştı. En son ben gelmiş olmalıydım. Yalının bahçe kapısının önünde dikilen korumalar bana bakıp, “Davetiyeniz var mı?” diye sorunca bu gece için ilk engelimle karşı karşıya kaldım.
“Bir dakika lütfen,” dedikten sonra küçük el çantamı açtım. Telefonu çıkartıp Kadem’i aradım. O da aramamı bekliyormuş gibi anında telefonu açıp, “Neredesin sen?” dedi gergin bir sesle. “Açık artırma birazdan başlayacak.” Buraya bir şey almaya gelmişim gibi konuşması yok mu.
“Kapıdayım ama davetiyem olmadığı için içeri giremiyorum.”
Kadem, “Bekle geliyorum,” dedikten sonra telefonu kapattı.
Birkaç dakika sonra Kadem dışarı çıktı. Tam korumalara bir şey söyleyecekti ki beni görünce donup kaldı. Nefesi kesilmiş gibi bana bakıyordu. Benimkilerin bir eşi olan kahverengi gözleri önce topladığım saçlarımda oyalandı. Daha sonra siyah göz makyajıyla ön plana çıkardığım gözlerime baktı bir süre. Gözlerimin yan tarafına siyah kalemle yaptığım dövmelere uzun süre baktı. Büyük ihtimalle taktığım maske yüzünden görünmeyecekti ama eyeliner kuyruğu gibi küçük yıldızlar yapmıştım.
Kadem’in de hoşuna gitmiş olmalı ki gözlerinde oluşan beğeniyle geçici dövmelerime bakıyordu. Aslında bu çok sık yaptığım bir şeydi. Böyle önemli davetlere katılacağım zaman mutlaka vücudumun farklı yerlerine elbiseme uygun geçici dövmeler yapardım. Bu konuda gerçekten çok iyiydim.
Kadem’in gözleri kırmızı rujla dolgunlaştırdığım dudaklarımdan ince boynuma kaydı. Saçlarımı topladığım için kuğu gibi bir boynum varmış gibi görünüyordu. Gözlerini biraz daha aşağıya kaydırınca açık yakamı gördü, kaşlarını biraz çattı. Elbisenin yaka kısmı bir kelebeğin kanatlarını açması gibiydi. V şeklini aldığı için yakası genişti. Uzun kollu bir elbiseydi fakat kolları dahil büyük bir bölümü ten rengi astardan oluşuyordu. Omuzlarımda ve bileklerimde sarmaşığı andıran dantelleri vardı.
Eğer o danteller olmasaydı uzun kollu olduğu bile anlaşılmazdı çünkü tülden olan astarı kollarımla aynı renkteydi. Elbise tenimle çok uyumluydu. Elbisenin siyah kumaşı bacaklarımın iki tarafında derin bir yırtmaç oluşturuyordu. Yerlere kadar uzanan elbise cüretkâr ve taşıması zor bir elbiseydi. Fakat bana çok yakışmıştı. Sanırım bu tür elbiseler için doğmuştum.
Kadem birkaç kez baştan ayağa beni süzdüğü için güzel bir iltifatı hak ettiğimi düşünmeye başlamıştım. Ancak şaşırtıcı bir hızla gözlerindeki beğeniyi yok eden hayvan, “Çıplak gelseydin bari!” diye yine beni yanıltmadı. “Bu ne lan.” Elbisenin açıkta bıraktığı yerlerimi işaret etti. “Her yerin ortada.”
“Bana bak şimdi soyunurum görürsün çıplak gelmeyi!” dedim sabırsız bir sesle. “Sen ne anlarsın modadan zevksiz. Benimle uğraşmayı bırak da beni içeri al!” Geç kaldığım için yeterince sinirliydim bir de o, sinirlerimle oynuyordu.
Kadem elinde tuttuğu maskeyi yüzüme atarak kapıdaki adamlara döndü. “Hanımefendi benimle.” Neyse ki alnıma çarpan maske yere düşmeden yakalamıştım.
Adamlar geçmeme izin verince homurdanarak bahçeye girdim. Kadem’in benim için aldığı siyah dantel maskeye bakıyordum. Elbisemdeki detaylarla uyum içinde olduğu için gülümsedim. “Çok zarif bir seçim.” Elbisenin fotoğrafını ona attığım için elbiseye uygun bir maske bulmayı başarmıştı.
Maskeyi takıp iplerini bağlaması için ona sırtımı döndüm. Kadem bir yandan ipleri bağlarken bir yandan da, “Bana attığın fotoğrafta bu elbise bu kadar açık değildi,” diye hâlâ bana söyleniyordu.
Kadem ipleri bağlayınca yüzümün büyük bir bölümünü gizleyen maskeyi düzeltip ona döndüm. “Nasıl oldu?”
Göz ucuyla yüzüme kısaca bakıp, “Fena olmamış işte,” deyince güldüm. İltifat etmeyi bilmiyordu.
Yalıya girmek için bir adım atmıştım ki kolumu tutarak beni durdurdu. Saçlarımdaki siyah kurdeleli tokaya bakıyordu. “Kocan içeride.” İznimi bile almadan elini tokaya uzattı. “Bunu çıkarmazsan seni tanır.”
Daha tokaya dokunmadan hemen kendimi geriye çekerek ondan uzaklaştım. “Hayır, toka kalsın.” Bunu çıkartamam.
“Kızım sen beni anlamıyor musun?” Kadem kızarak tokayı çıkartmak için üzerime yürüdü. “Karun içeride diyorum. Seni buraya getirdiğimi anlarsa beni silkeler!”
“Kadem uzak dur benden.” Üzerime yürüdüğü için ondan kaçmak için arkaya doğru adımlar atıyordum. “Bu toka çıkmayacak.”
“Kes şunu, Efil!” İkinci adımı kullandığında yüzünde sinirli bir ifade vardı. “Carlos buradaysa seni tokadan tanır ve Karun’a gerek kalmadan o seni öldürür!”
“Yapamam, mecburum takmaya!” diye bağırdım birdenbire bire. Çok gerildiğim için boş bulunup ağzımdan kaçırdıklarımla sustum, Kadem sustu. Şimdi koskoca bir sessizlik vardı aramızda.
Duyduklarıyla hiç kıpırdamadan tekrar tokaya baktı ve bakışlarını güçlükle gözlerime kaydırdı. “Ne demek mecburum?” dediğinde gerildiğini gizleyemiyordu. “Benden ne saklıyorsun?” Çok fazla şey.
Bu toka yıllardır beni hayatta tutan tek şeydi.
“Tokanın mazisi derin.” Geçmişin kapıları bir kez daha benim için aralanınca iç çektim. “Bir gün çıkartacağım ama şimdi değil. Önce tokayı çıkarmam için ikna edilmeliyim,” diye ona gülümsemeye çalıştım. “Beni tokayı çıkarmaya ikna eden sen olma. İnan bana beni eflatun bir elbisenin içinde görmek istemezsin,” diye kıkırdadığımda o gülmedi. Neyden bahsettiğim hakkında en ufak bir fikri yoktu ama bir terslik olduğunu hissetmiş gibi hiç gülmemişti.
Kafasını iyice karıştırdığım için bana ters ters bakarken, “Bari saçlarınla gizle görünmesin,” diye ortaya yeni bir öneri attı.
“Hayır, yapmayacağım çünkü bu çıkarmakla aynı şey.” İtiraz ederek bir kez daha onu kızdırdım. Tokayı taktığım görüldüğü sürece güvendeydim. Biliyorum Karun ve Carlos’un olduğu bir yerde bu toka beni ele verirdi ama bu riski almalıydım. Tokayı takmaya ve herkese göstermeye mecburdum. Çıkartmak veya gizlemek gibi bir şans tanımadılar bana. Saçlarımı tararken veya banyo yaparken bir tek çıkartıyordum. O anlarda bile kapıyı kilitleyip tüm perdeleri çekiyordum.
Kadem bana kızsa da inadımı kıramayacağını bildiği için ısrar etmekten vazgeçti. Birlikte merdiveni çıkarken, “Senin masken nerede?” diye sordum. Smokinin içinde çok şık duruyordu ama maskesi eksikti.
Yüzünde küskün bir ifade oluştu. “Duha takmama izin vermiyor.”
“Maskenin rengi pembe miydi?”
“Evet.”
“Hiç sormadım farz et.”
Bana yetişince birlikte kapıdan içeri girdik. Kadem bana geniş holü işaret edince onu takip etmeye başladım. Tarihin tüm yükünü sırtında taşıyan eski bir yalı olduğu o kadar belliydi ki. Duvarlardaki Osmanlı motifleri zamanla silinmişti ama hâlâ belli ediyordu. Sağ tarafa doğru dönünce açık kapıyla derin bir nefes aldım. Yalıdaki çalışanlar ellerinde tuttukları içki tepsileriyle bu kapıdan girip çıktıklarına göre herkes buradaydı.
Kadem bana kolunu uzatınca elimi onun kolundan geçirdim. Bir kez daha gözleriyle saçlarımdaki tokayı işaret etti. “Karun’a göstermemeye çalış.” Bunun için uğraşacağım.
İkimiz derin bir nefes aldık ve kapıdan içeri girdik. Büyük salonda herkes masaların etrafında grup halinde ayakta duruyordu. Erkekler takım elbisenin içinde fazla karizmatikti ve kadınlar fazla güzel görünüyordu. Bazıları maskeliydi bazıları da Kadem gibi maske takmamıştı. Hepsinin elinde bir kadeh içki vardı ve hepsi de sessizlik içinde orkestranın çaldığı müziği dinliyordu. Tüm gözler sahnede çello çalan balık etli bir kadındaydı.
Büyük ihtimalle kadın ya ev sahiplerinden biriydi ya da davetlilerin içinde önemli biriydi. Çünkü salondaki tüm bu kalabalık ona saygısızlık etmemek için sessizlik içinde onu dinliyordu. Müzik bitince herkes sahnedeki kadını alkışlarken, “Acaba nerede?” diye fısıldadım kalabalığı göz hapsine alarak.
Kadem, “Kimden bahsediyorsun?” deyince ona inanamadım. “Carlos’tan tabii ki. Buraya eğlenmek için gelmedim.”
Gülerek sahnedeki şişko kadını gösterdi. “Bende onu dinlemek için gelmedim.” Utanmasa kulaklarını kapatırdı. “Açık arttırma bahanesiyle çaldığı iğrenç müziği bize dinletmesi çok ayıp.” Haklıydı, kadın gerçekten çello çalmaktan anlamıyordu. Neyse ki sahneden inmişti.
Kapının önünde durduğumuz için dikkat çekmek istemedik. Bu yüzden boş bir masa bulup masanın etrafında dikilmeye başladık. “Mayıs’ın son haftasındayız,” diye iç çektim. “Bir hafta sonra hazirana giriyoruz.”
Haziranın benim için anlamını iyi bildiği için Kadem’in tüm keyfi kaçmıştı. “Geçmişle vedalaş artık,” diye beni neşelendirmeye çalıştı. “Haziran’da yeni yaşına girmeyecek misin? Güzel bir kutlama yapabiliriz.”
“Aslında yirmi altı olacağım,” diyerek küçük bir detayı ona hatırlattım.
Kahverengi gözlerini kıstı. “Zaten yirmi altı değil misin?”
“Evet, ama tam olarak 13 Haziran’da yirmi altı olacağım.” İçime çöreklenen hüznü ondan saklamadım. “Kutlama yapacağım bir gün değil.” Sesim kısıldığında ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Her 13 Haziran’da Adana’da mezarlığa giderim. Arkadaşlarımı ziyaret ederim ama-” dedim lakin boğazımda oluşan düğüm yüzünden devam edemedim. Kadem konuşmam için bana bakınca dolu dolu gözlerle, “İçlerinden birinin mezarı bile yok,” dedim. Parçalanmış onca cesedin içinde bir tek onu teşhis edememiştik. Uğur’un cansız bedeni bir enkazın altında çürüyüp gitmişti.
Kadem’in vücudu gerginlik içinde kasılırken rahat görünmeye çalıştı. “Adı neydi onun?”
“Uğur,” dediğimde başını yavaşça öne ve arkaya doğru sallayıp, “Uğur,” diye tekrarladı kederli bir sesle.
Uğur mazideki kanayan yaralarımdan biriydi.
Kadem tam bir şey söyleyecekti bu tarafa doğru gelen Duha’yı gördük. Yutkunarak Kadem ile birbirimize baktık, daha sonra tekrar bize yaklaşan Duha’ya doğru döndük. “Anlayacak,” diye korkuyla fısıldadım.
Kadem tıpkı benim gibi kısık bir sesle, “Konuşmadığın sürece hayatta anlayamaz,” dedi. “Merak etme o kadar da zeki değildir.”
Duha bizim masaya gelip karşımızda durduğunda kaşlarının kavisi çatıktı. “Yahu yapışık ikiz misiniz siz? Bir ayrılamadınız gitti!” Kömür karası gözleri öfkeli bir şekilde sırasıyla Kadem ve benim üzerimde oyalanıp duruyordu. Canından bezmiş gibi bize bakarken dişlerinin arasından, “Kurşuna dizmek gerek sizi!” deyince afalladık. Tanıdı mı?
Duha’ya bakmayı bırakıp yavaşça Kadem ile birbirimize doğru döndük. Şaşkındık. “Anlamış,” dedi Kadem.
“Hani o kadar zeki değildi?” diye ona çıkıştım.
“Benden aptal diye mi bahsettin?” diyen Duha şimdi daha sinirli görünüyordu.
Kadem hemen önüne dönüp başını eğdi ve mahcup olmuş bir sesle, “Affedersin abi,” deyince Duha bir küfür savurup ters ters ona bakmaya başladı. “Affetmeyeceğim bir andasın sus, Kadem!” derken sinirden her an masayı kafamıza geçirebilirdi. Sadece bu gecelik affetse yeterdi bize.
Ellerimi masaya bastırarak ona doğru eğildim. “Beni nasıl tanıdın?” Yüzümde maske vardı ve hiç konuşmamıştım. Daha sesimi duymadan hemen ben olduğumu anlamıştı.
“Seni nasıl mı tanıdım?” Duha kızgın bakışlarıyla Kadem’i gösterdi. “Bu Ayarsız Hormon’a beş dakikadan daha fazla katlanan tek kadın olduğun için,” deyince kıkırdadım. Sanırım ben İstanbul’a gelene kadar Kadem’in yanında hiç kadın görmemişti. Son zamanlarda Kadem ile çok sık bir araya geliyorduk. Bu gece de onun yanında bir kadın görünce hemen ben olduğumu anlamıştı.
“Şimdi-” diyen Duha ellerini masaya bastırarak ikimizi göz hapsine aldı. “Yine ne işler karıştırıyorsunuz?” Gözlerini kısmış bize bakıyordu.
“Bige’nin evde canı sıkılmış abi,” dedi Kadem.
Hızlıca başımı salladım. “Sıkılan canımı partiye getirdim abisi.”
Duha öldürecekmiş gibi bana bakınca gülerek, “Affedersin,” dediğimde iyice çıldırdı.
Bence affetmeyi sevmiyor.
Duha böyle olmayacak der gibi bize bakarken belindeki silahı çıkartıp sertçe masaya koydu. “Konuşun!”
“Konuş Bige,” diyen Kadem pası hemen bana attı.
Masumca omuz silktim. “Yalnız ben tehdit altında pek konuşmam. Tabiatıma ters bir kere.”
“Kızım konuş şimdi ikimizi birden silkeleyecek!”
“Sıkar o biraz!” diye çirkefleştim. “Boyuna posuna bakmadan döverim ki ben onu,” demiştim ki Karun’un yanındaki iki adamla bu tarafa doğru geldiğini görünce yutkundum. O da beni tanırsa buradan cesedim çıkardı.
Karun yanındaki adamlarla konuştuğu için henüz bizim olduğumuz masaya bakmamıştı. “Duha,” dedim telaşla. “Karun’u oyalar mısın?”
“Hayır!”
“Teşekkür ederim.”
“Hayır dediğimi anlamadın mı?”
“İşime gelen şeyleri kabul ediyorum.” Tek kelime etmesine izin vermeden hemen ona sırtımı döndüm. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken arkamdan Duha’nın, “Böyle eş düşman başına!” dediğini duymuştum. Adi herif zaten beni düşmanının başına sardı ya daha ne istiyordu!
Salondan çıkınca etrafıma bakmaya başladım. İçeriden çıkan herkesin üst katın merdivenine tırmandığını görünce onların arasına karıştım. Sürü psikolojisi daima hayat kurtarırdı. Bu kalabalıkta Karun kolay kolay beni bulamazdı. Yukarı çıkan insanları en arkalarda takip ediyordum ama arkamda da iki kişi olmalı ki onların kısık sesle söylediklerini duyuyordum. Aslında Carlos’un adı geçene kadar onların sohbetlerine kulak kabartmamıştım.
“Carlos günlerdir bu açık arttırmayı bekliyor,” demişti içlerinden biri. Yukarı çıkan herkes yanındakiyle konuştuğu için kimse onları dinlemiyor sanıyorlardı. Bu yüzden sesleri kısık olsa da yeterince duyulmayacak değildi.
“Haldun’un bir zamanlar onun yanında çalıştığını bilmiyor musun?” diyen kişi bir kadındı. “Haldun ondan çok değerli bir şey çaldı. Carlos bu gece onu geri almaya kararlı,” dediğini duyunca afallayarak gözlerimi büyüttüm. Neyse ki onlar arkada yürüdükleri için şaşkınlığımı görmüyorlardı.
O şey her neyse Carlos’tan önce onu almanın bir yolunu bulmalıyım.
Adam, “Farklı yollarla da onu Haldun’dan geri alabilirdi,” dediğinde bahsettiği şeyin ölüm olduğunu tahmin etmek zor değildi. “Bir açık arttırmayla almak pek Carlos’un yapacağı bir şey değil.”
Kadın güldü. “Haldun için kafasında farklı bir ceza yöntemi var,” deyince az kalsın tökezleyip düşecektim. Son anda kontrolümü sağlayıp basamakları çıkmaya devam ettim. Carlos’un adamlarıydı bunlar.
Üst kata çıkınca konuşmayı bırakmışlardı çünkü açık arttırmanın yapılacağı salona gelmiştik. Onlar hâlâ arkamda geliyor mu diye başımı çevirip bakmaya korkuyordum. Yüzümde maske olsa da saçımdaki tokadan beni tanıyabilirlerdi. Bu yüzden bir kere bile arkama dönmedim. Kapıdan içeri girerken bir görevli isim ve soy isim gibi bazı bilgileri bizden alıp kayda geçirmişti. Daha sonra oturacağımız masanın numarasını vermişti.
Her masada açık arttırmalarda kullanılan sayılardan vardı. İçi sert kartondan olan özel, yuvarlak kartonun ince bir çubuğu vardı. Hepsinin üzerinde farklı bir sayı vardı. Benim masamdakinin üzerinde yirmi beş yazıyordu. On üç olmasını isterdim. On üç sayısı bazı kültürlerde uğursuz bir sayı olarak bilinirdi. Bazıları ölüm gibi farklı anlamlar katardı on üçe. Benim için ise her ikisi ve kötü olan her şey demekti.
Elimdeki fişe bakarak kendi masamı buldum. Yerde sürüklenen elbisemin eteklerine dikkat ederek sandalyeme zarifçe oturdum. İnsanlar yavaş yavaş masadaki yerini alırken sessizlik içinde kırmızı perdenin önündeki sahneyi izliyordum. Birazdan başlayacaktı, bakalım zenginlerin alışveriş zevki nasıl bir şeydi. Gerçi onlar kadar olmasa da bende onlardan biriydim.
***
Sırf diğerlerine gösteriş olsun diye sahneye konulan her şeyi almak için birbirleriyle kapışan insanlar uykumu getirmişti. Tamam, bazı şeyler almaya değerdi ama çoğu şey gerçekten işe yaramayacak şeylerdi. Biri masamdaki sandalyeyi çekince irkilerek başımı kaldırdım. Gelen Kadem’di. Kaba ve gürültücü bir şekilde sandalyeye oturup gözleriyle sahneyi işaret etti. “Ne kaçırdım?”
“Az önce tahta kurusu bir kadın bir tane ibrikliyi sekiz milyona aldı,” dediğimde yüzünü buruşturdu. “Anlaşıldı işe yarar pek bir şey kaçırmamışım.”
“Bu insanlar çıldırmış olmalı,” derken şaşkınlığımı gizleyemiyordum. “Saçma sapan şeylere para yağdırıyorlar. Bir tane ninenin eski bir seyis kırbacına verdiği paraya inanamazsın.”
Kadem bu seferde güldü. “Neler geçiyor aklımdan tövbe,” deyince kıkırdadım. Aklından geçenleri tahmin edebiliyorum ama muhtemelen o yaşlı kadın sıkı bir koleksiyoncuydu. Bazı insanların antika eşyalara ilgisi olurdu.
“Karun burada değil, değil mi?” dediğimde başını sallayarak elini kaldırdı ve garsonu buraya çağırdı. Garson masamıza doğru gelirken Kadem, “Kocan aşağıda,” diye bana küçük bir açıklama yapmıştı. “Duha’yla uğraşmakla meşgul. Sırf Karun salondan çıkmasın diye Duha ona bahçesine giren tilkilerden bahsediyordu.” Az kalsın kahkaha atacaktım. Yine mi bahçe ve tilki? Sanırım Duha başka yalan bilmiyordu.
Garson yanımıza gelince Kadem ondan bizim için iki kadeh içki aldı. Şu zamana kadar zaten dört kadeh içmiştim ama beşinciye de hayır demem. İçkiye uzanırken, “Buraya gelirken iki kişinin konuşmalarını duy-” demiştim ki, “Seni burada gördüğüme neden hiç şaşırmadım?” diyen Kenan’ın kızgın sesi beni böldü.
Kadehteki elimi yavaşça çekip başımı kaldırdım. Tepemde dikilen adamın sinirli gözleriyle karşılaşınca güçlükle, “Aaa, sende mi buradaydın?” dedim yalancı bir şaşkınlıkla. “Ne güzel bir tesadüf.”
Kenan üzerime eğilerek ellerini masaya bastırdı ve delici bakan yeşil gözlerini bana dikti. “Ne işin var senin burada?” dedikten sonra başını küçük bir açıyla çevirip Kadem’i gösterdi. “Bununla mı geldin?”
“Onunla gelmedim,” dedim hızlıca. “Burada karşılaştık.” Onun bana hesap sorması gerekirken ben ondan hesap sordum. “Burada olduğumu nasıl anladın?”
Kolumdan tutarak beni ayağa kaldırdı. “Duha’nın aşağıdaki garip hareketlerinden,” diye zoraki bir şekilde bana cevap verdi. “Fazla tuhaf davranınca bunun Kadem ile bir ilgisi olduğunu tahmin etmek zor değildi,” dedikten sonra kolumu hafifçe sıktı. “Onu ararken seni bulmak bana da sürpriz oldu!” Kızgın gözlerle bana kapıyı işaret etti. “Karun anlamadan seni bizim çocuklarla eve göndereceğim!” Ama henüz buradaki işim bitmemişti ki.
Tam ona Carlos’un çok istediği şeyden bahsedecektim ki, sahneye getirdikleri yeni doğa harikasını görünce, “Aman Allah’ım,” diye fısıldadım. Büyülenmiş gibi cansız mankenin üzerindeki elbiseye bakarken nefes alamadım. “Bu benim olsun mu?” Bu nasıl bir güzelliktir böyle.
Mini elbisenin tamamı kâğıttandı. Müzik notalarını içinde barındıran sayfaları kesip eteği kabarık bir elbise yapmışlardı. Sağ omzundaki kâğıttan çiçekleri muazzamdı. “Onu istiyorum,” dediğimde ne kadar etkilendiğim sesime yansıyordu. Elbiseyle resmen aşk yaşadığım için kalktığım sandalyeye geri oturup iç çektim. “Neden bu kadar güzel?”
Kadem ve Kenan verdiğim tepkilerden sonra aynı anda sahneye baktılar. Mankenin üzerindeki kâğıttan elbiseyi görünce aynı anda küfredip bana döndüler. “Kâğıt lan bu!” Evet, bunu da aynı anda söylemişlerdi.
“Bu kâğıt parçasını güzel mi görüyor?” diyen Kadem’in sesi şaşkındı.
“Geçmişinde çok fazla görme bozukluğu var üzerine gitme,” diyen Kenan’dı. “Belli ki gözleri tam iyileşmemiş.”
Buradaki konuklar elbiseye fiyat biçerken, “Benim olmalı,” diye masamdaki sayıya elimi uzattım. Fakat, “Hayır!” diyen Kenan fiyat arttıracağım şeyi benden uzağa kaçırdı.
“Onu istiyorum,” diye inat ettim.
“Kızım saka yapmayı bırak!” dedi Kadem hayvanı. “Giyilmez bu.”
“Seni kademe kademe döverim bak!” diye onu tehdit ettim. “Derinde kendime kıyafet yaptığımda görürsün saka yapmayı! Bu elbiseyi istiyorum dedim!”
Kenan inatçı bir tutumla çenesini dikleştirdi. “Başka elbise alırım sana.” Bana elbiseyi aldırmamaya kararlıydı. “Bu olmaz.”
“Hayır, bunu istiyorum!”
“Bana bak giyemezsin bunu diyorum!” Kızgın bakan yeşilleri sabrının sonuna gelmek üzereydi. “Kâğıt da mı giyilirmiş? Yağmur yağsa üzerinde erir!”
“Umurumda değil onu istiyorum.”
“Onu giyersen kibrit çakıp üzerine atarak yakarım seni!”
“Görmüyor musun, gözlerimin önünde onu alıyorlar.” Burnumun direği sızladığında gözlerim doldu. “Bir başkasının olacak.”
“Az dayan bitecek birazdan.”
“Yapamam Kenan, çok müşkül bir durumdayım.”
“Hay ben senin müşküliyetine!” diye kızdığında nemli gözlerimi görünce, “Siktir!” diye küfredip hemen Kadem’e döndü. “Çok ciddi bu bir şey yap!”
“Gözlerini kapat,” dedi Kadem. “Görmezse daha az acı çeker.”
“Herkesin içinde mi?” diyen Kenan çıldırmanın eşiğindeydi.
Kadem bilmiş bakışlarını ona çıkardı. “Herkesin içinde ağlamasından daha iyi değil mi?”
“Haklısın!” Kenan maskenin üzerinde ellerini gözlerime bastırdı. “Bakma, bakma, birazdan bitecek.” Bu ikisinden nefret ediyorum!
“Çek elini!” diye çemkirip ellerine vurdum. “Dayanabilirim.”
Ellerini tuttum ve burnumun üzerine doğru kaydırıp elbiseye baktım. “Beni etkisi altına alıyor dayanamam!” Tuttuğum ellerini yeniden gözlerimin üstüne çektiğimde ikisinin gülüşünü duydum. Komik değildi burada acı çekiyordum.
Güzelim elbise satılıp sahneden kaldırılana kadar Kenan ellerini gözlerimden çekmemişti. Gergin bir sesle, “Nihayet bitti,” diyerek ellerini gözlerimden çekti. Çok fazla strese girmiş olmalı ki iri bedenini sandalyeye bıraktı ve rahat bir nefes almak için kravatını çekiştirdi.
Kenan boş sahneye nemli gözlerle baktığımı görünce gülmemek için yanaklarının içini ısırmaya başladı. “İyi misin?”
İçli bir şekilde başımı sallayıp, “İyi olacağım,” dedim ağlamaklı bir sesle. “Ben şimdi biraz ağlayayım sonra iyi olacağım, tamam mı?”
“Hayır!” diye ikisi yine aynı anda karşı çıktı. “Evde ağlarsın.” Ne kadar bedbaht bir durumda olduğumu görmüyorlardı. Derin kaybımın ardından yasımı tutmama bile izin vermiyorlardı.
Birkaç dakika sonra sahneye cam bir fanusun içinde muhafaza edilen bir tarak getirdiler. Görevliler tarağı masanın üzerine koyduktan sonra kenara çekildi. Camın içindeydi ve çok değerli bir şeymiş gibi kırmızı kadife kumaşın üstünde duruyordu. Bildiğimiz ince uçlu taraktı işte. Gümüş tarağın ince sapının ucu anahtar şeklindeydi. Tarağın ne taşları vardı ne de göz kamaştıran motifleri. Eski, sıradan bir taraktı. Daha güzellerini görmüştüm. Bu çirkin şeyi bir de bize satmaya çalışıyorlardı. Sapının uç kısmının bir anahtar kafası olmasının dışında hiçbir özelliği yoktu.
Sahnedeki görevli kadın kürsüdeki mikrofona yaklaşıp tarağın ne kadar eskiye dayandığına dair birçok şey söyledi. Basit bir tarağı bize pazarlamak için tarak hakkında doğru veya yanlış birçok şey anlattı. Osmanlı zamanında bir çeribaşının zevcesine kendi elleriyle yaptığı bir tarak olduğundan çok emindi. Bu konuda bize sağlam kanıtlar sunmadığı için yeterince ikna olmamıştım. Tarağın fiyatını yüz binden başlatıp salondaki insanlardan teklifler almaya başladı.
Sessizlik içinde beş dakika boyunca tarak için fiyat veren insanları izledim. Lakin aklım hâlâ ellerimde kayıp giden elbisedeydi. Başlarda küçük bir rakamla başlamıştı tarağın fiyatı ancak daha sonra artmıştı. İnsanlar birbirini geçmek için elli bin gibi küçük rakamlarla sayıyı arttırmaya çalışıyordu. Tarağın fiyatı üç yüz bini bulmuşken salonun diğer ucunda oturan bir adam birdenbire, “Bir milyon,” diye rakamı kimsenin alamayacağı kadar çok arttırdı. Adam an itibariyle hedefime girmişti çünkü o, Carlos’tu. Sesinden tanımıştım.
Süt fabrikasındayken onunla telefonda görüşmüştüm.
Gözlerimi kısarak tarağa bir milyon teklif eden adamın olduğu yere baktım. Yüzünde Batman maskesi olan garip bir adam gibi görünüyordu ama aslında aradığımız kişiydi. Bu gece buradaki çok az erkek maske takmıştı ve o da onlardan biriydi. Suskunluğumu koruyup izlemeye başladım. Genç bir kadınla tarak için nasıl kapıştıklarını sessizlik içinde izledim. Fiyat gittikçe daha da artıyordu.
Maskeli adam yani Carlos elindeki sayıyı kaldırıp, “Beş milyon,” deyince salonda bir sessizlik olmuştu. Küçük bir tarak için değerinin çok üstünde bir fiyat biçmişti. Bir anda fiyatı dört katı arttırarak tüm bakışları üzerine çekmişti.
Sunucu kadın şaşkınlığını gizlemeye çalışarak, “Evet, son rakam beş milyonu buldu,” dediğinde salonu gözleriyle tarıyordu. “Yok mu yeni bir teklif sunan?” derken o da şaşkındı. Yüz binden arttırdığı küçük bir tarağın beş milyonu bulmasını beklemiyordu.
Yanımda oturan Kadem kısık bir sesle güldü. “Bu zenginler kahvaltıda yemek diye kendi beyinlerini yiyor olmalı,” diye fısıldadı. Gözleriyle cam fanusun içinde muhafaza edilen tarağı gösterdi. “Aynısının tıpkısı pazarda on liraya satılıyordur.” Güldü. “Bazı insanlar çok geri zekâlı oluyor.” Haklıydı.
Salondaki herkese bakan kadın başka teklif gelmediğini görünce, “Satıyorum, satıyorum ve sat-” demişti ki elimde tuttuğum sayıyı havaya kaldırdım. “Altı milyon!” dediğim an ışık hızıyla bana dönen Kadem, “Beynini kahvaltıda yemeyi bırak geri zekâlı!” dedi.
Almayı düşünmüyorum ki. Fiyatı iyice arttırıp Carlos’u kızdırmak varken neden alayım?
Teklifi bir milyon birden arttırmamla şimdi herkes bana doğru dönmüştü. Bir anda meraklı bakışların hedefi olmak beni germişti ama bunu büyük bir ustalıkla savuşturdum. Başımı çevirip tarağı çok isteyen Carlos’un gözlerine baktım. Yüzündeki maske onu gizliyor olabilir ama kahverengi gözlerindeki o meydan okumayı çok iyi görebiliyordum. Gözlerimin içine bakarken elindeki sayıyı havaya kaldırdı ve “Yedi milyon!” dedi. İşler kızışıyordu.
Kırmızı rujun süslediği dudaklarım kıvrıldı ve gözlerimi gözlerinden ayırmadan, “Sekiz milyon!” diye yelpaze gibi elimde duran sayıyı kaldırdım. Onu ne kadar zarara sokarsam yanıma kâr kalırdı.
Daha sunucu kadın konuşmadan Carlos, “On!” deyince kaşlarımı biraz çatarak, “On üç!” dedim ve kıvrıldı dudakları. Gözleri önce saçlarımdaki tokaya kaydı, daha sonra da gözlerimde oyalandı bakışları. Daha fazla yükseltmeyeceğimi bilir gibi bakıyordu bana. Sanki on üçün sınırım olduğunu ve bu sayıyı asla geçmeyeceğimi biliyormuş gibi bakıyordu. Evet, on üç son teklifimdi.
Ve evet, bu sayının kırmızı çizgim olduğunu ondan başka kimse bilemezdi.
Kadem yanımda çıldırırken salonun diğer ucunda oturan Carlos sınırlarımı zorlamak ister gibi, “On beş!” deyince sinirlenmeye başladım ama yüzümdeki maske bunu gizlememe yardımcı oluyordu. Ermeni piçi gözlerimin içine baka baka beni düelloya davet ediyordu ama ben, on üçü geçemiyordum!
“Arttır,” diye fısıldadım Kadem’e. “Benim yerime sen arttır.” Nasıl olsa satın almayacağız o yüzden istediğimiz gibi arttırabiliriz.
Kadem hayretler içinde bana bakarken gözleri irileşmişti. “Silkeleseler yapmam!” diye kısık bir sesle beni azarladı. “Kahvaltıda menemen yiyorum ben!”
Bizde beyin yemiyoruz herhalde!
Sunucu kadın ezbere bildiğimiz kışkırtıcı sözleri söylerken dişlerimin arasından, “Ben ödeyeceğim!” dedim onu ikna etmek için. Hayır, ödemeyi düşünmüyordum. “Arttır şu fiyatı.” On üç takıntım olmasaydı ben zaten çoktan bunu yapmıştım.
Kadem küçük çocuklar gibi inat ederek omuz silkti. “Kimse bana iki kuruşluk bir tarağa milyonlar verdiremez,” diye işi yokuşa sürdü. “Kahvaltıda menemen yiyorum ben.” Başlayacağım ama bunun kahvaltısına!
Sunucu kadın, “Evet, yok mu arttıran?” diye geri sayımı başlatınca, “Kadem!” dedim bacağına tırnaklarımı sertçe geçirerek. “Bir şey yap çok müşkül bir durumdayım!”
“On kuruşluk bir tarağa on beş milyon teklif etmek bir müşküliyet olamaz!”
Kimse duymasın diye kısık bir sesle, “On altı teklif et, ben vereceğim parasını!” dedim.
“Hayır, kahvaltıda menemen yiyorum ben.” Taktı kahvaltıya!
“Lütfen,” diye ona yalvardım. Elini tutup, “Çok müşkül bir durumdayım,” diye fısıldadım. “Ya bir tarak istiyorum, çok mu şey istiyorum?”
Koluma sertçe vururken kaşları çatıktı. “Ulan on beş milyonluk bir tarak istiyorsun,” dedi şaşkın bir sesle. “Bunun neresi az?”
“Ya hiç mi hatırım yok?”
“Yok.” Bu kadar dürüst olmasın!
Kadın yine tokmağı kaldırıp, “Satıyorum, satıyorum ve-” demişti ki Kadem ısrarlarıma dayanamayıp, “On beş milyon, doksan dokuz kuruş!” deyince ağzım bir karış açık bir şekilde donup kaldım. Bu rezil herif o kadar insanın içinde sadece doksan dokuz kuruş mu arttırdı? Bir lira bile değil!
Herkes bize bakınca yüzüm kıpkırmızı olmuştu. İnsanların bakışlarından kaçmak için başımı eğip, “Rezil!” diye fısıldadım saklanacak yer ararken. “Kalk yanımda utanıyorum senden!”
Doksan dokuz kuruş nedir ya!
Carlos olduğundan şüphelendiğim adam küçümser gibi bizim olduğumuz tarafa baktı. Alay eden bakışları bana kötü hissettiriyordu çünkü herkes öyle bakıyordu. Carlos gözlerimin içine baktı ve tam yeni teklifini sunacaktı ki, “Sattım!” diyen sunucu kadın tokmağı kürsüye vurdu. Bir dakika, ne? Sattı mı?
İki kuruşluk şeyi bana on beş milyon doksan dokuz kuruşa sattı mı?
Niye acele etti ki belki almayacaktım!
Başımı çevirip şaşkın gözlerle kadına baktığımda sanki bana büyük bir iyilik yapmış gibi belli belirsiz gülümsedi. Tarağı çok istediğimi düşünmüş olmalı ki kadın dayanışması göstermişti. Oysaki benim tek amacım fiyatı iyice yükseltip Carlos’a ucuz bir şeyi pahalıya aldırmaktı. Kendi kazdığım tuzağa düştüğüm için kendimi enayi gibi hissediyordum. Bir tarak için on beş milyon ödemek nedir ya! Pardon ek olarak doksan dokuz kuruş daha vardı, değil mi?
Tüm birikimimi ucuz bir tarağa verdiğime göre kalan hayatımda ay sonunu bekleyecektim. Her ay artık kiralarda gelecek olan paranın gözüne bakarım. Neyse bundan sonra kiralardan gelen parayı farklı kurumlarına bağışlamak yerine kendime harcarım. Kiralarda aylık gelen bir milyonla bir ay boyunca idare etmesini öğrenirim. Zaten babamdan da hâlâ her ay para alıyorum. Tamam ya, endişelenecek bir durum yoktu. Bir milyon gibi bir parayla bir ay nasıl geçinirim!
Carlos’un ayağa kalkıp hızlı adımlarla salondan ayrıldığını görmek az da olsa keyfimi yerine getirmişti. Kenan’a bakıp elimi uzattım. “Bir liran var mı?” Şimdi gelelim bir diğer mevzuya.
Kenan neden istediğimi anlamasa da ceplerini karıştırmaya başladı. Bunu yaparken hâlâ şaşkın gözlerle bana bakıyor, o tarağa verdiğim parayı sorguluyordu. Nihayet avucumun içine metal parayı bırakınca Kadem’e döndüm. Elini tutup dilenciye sadaka verir gibi, “Al,” dedim ve bozuk parayı sertçe avucuna koydum. Gözlerinin içine sinirle bakarak, “Üstü kalsın canım,” dedim.
Sonuçta bir kuruş kalıyordu.
Kadem başını eğip avucundaki bozuk paraya baktı, daha sonra da sinirli bakışlarını bana dikti. “Benim doksan dokuz kuruşum olmasaydı zor alırdın o tarağı!” diye bana kızınca sinirden dudaklarımı birbirine bastırdım. Hâlâ doksan dokuz kuruş demiyor mu, çıldırma sebebim!
Carlos’un maskesini artık aklıma kazıdığım için onu bulmak istiyordum. Bu yüzden ayağa kalktım fakat Kadem ve Kenan’ın sorgulayan bakışlarını görünce bıkkınlıkla, “Lavaboya gidiyorum,” dedim.
Kenan tam itiraz edecekti ki onu konuşturmadım. “Birazdan hemen dönerim sonra beni eve gönderirsin olur mu?” dedim ama bu ikisi bana hiç güvenmediği için ayağa kalktılar. Kadem, Kenan’ı bana doğru itti. “Sende onunla git.”
Bazı konularda en az Kadem kadar bana güvenmeyen Kenan, “Öyle yapacağım zaten,” deyince sinirden her an çığlık atabilirdim.
“Söz konusu benim canımı sıkmak olunca bakıyorum da ne güzel anlaşıyorsunuz!” Çantamı sertçe masadan alıp uyarırcasına ikisine baktım. “Lavaboya giderken yanımda bir erkek istemiyorum. Beni takip ederseniz üzerinizde kontrolsüz güç uygularım.” Kolumu kaldırıp olmayan pazılarımı onlara gösterdim. “İstediğimde bir Hulk’a dönüşebilirim. Daha güzel, daha seksi ve yeşil olmayanından.”
Kenan sıkıntıyla yüzünü ovuşturduğunda yorulmuş gibi bana bakıyordu. “Bazen harbi saçmalıyorsun.” Bana dayanamıyordu.
“Aynen,” diyen Kadem onunla aynı fikirdeydi. “Hulk yerine çilek kadına dönüşmediği için çok kırıldım.”
“Çilek kadın diye bir şey yok ki,” dedim safça.
Kadem iç çekerek bedbaht bir şekilde başını salladı. “Kedinin bile kadınını yaptılar ama çileğinkini yapmıyorlar. Kadını geçtim çilek adam bile yok.” Senaristleri kınar gibi bir ifade vardı yüzünde. “Artık sahnelerde Strawberry adam görmek istiyorum,” dediğinde kahkaha attım. O neydi ya, çilek adam mı?
Var bir hayalimiz.
Ben gülerken Kenan’ın yüzü şekilden şekle giriyordu. Bu konuşmanın ana konusunu anlamaya çalışıyordu ama anladıkları onu iyice kızdırıyordu. “İçmeden sarhoş olmuş gibisiniz, kafanız hep güzel!” dediğinde söver gibiydi.
Kenan sıkıldığını gizlemeden bana kapıyı gösterdi. “Lavaboya mı gidiyorsun yoksa cehennemin dibine ne mi, bilemem ama iki dakika içinde burada oluyorsun,” dedikten sonra başını çevirip kızgın gözlerle Kadem’e baktı. “Sende kaybol yanımda. Uzun süre sana maruz kalmak bana iyi gelmiyor!” Ona maruz kalmak aslında bana da iyi gelmiyordu.
Kenan izin vermişken tekrar vazgeçmeden hemen kapıya yürüdüm. İkisinden uzaklaşıp salondan çıkınca rahat bir nefes almıştım. Bir an peşimi hiç bırakmayacaklar diye ödüm kopmuştu. Carlos’u bulmak istiyorum ama öncesinde bir sigara içmeliydim. Bu gece hiç içmemiştim. Bu yüzden önceliği kendi nefsime verdim. Sigara içeceğim uygun bir alan ararken tam karşımda gelen adamı görünce donup kaldım. Kahretsin, Karun değil miydi o?
Smokinin içinde o kadar göz kamaştırıcı görünüyordu ki bakan herkesin nefesini kesiyordu. Tabii benim nefesimi kesen şey birazdan beni öldürme ihtimaliydi. Gözlerinin rengini hırçın bir gökyüzünde alan adam ödümü kopartıyordu. Diğer anlamlarını bilemem ama sanrı demek bana hep korku ve kâbus kelimesini çağrıştırıyordu. Şimdi ise Sanrı tüm korkutuculuğuyla tam karşımdaydı. Dudak ısırtacak kadar karizmatik ama ürkütecek kadar da korkunç. Evet, garip bir çelişki. Karun elindeki telefonu cebine koyup başını kaldırınca beni gördü. Bana baktıktan bir saniye sonra başını hafifçe eğmişti. Ancak ne olduysa başını hızla kaldırıp tekrar bana baktı. Gözleri anında saçlarımdaki tokayı bulunca hemen ona sırtımı döndüm. Kahretsin, az kalsın yakalanıyordum! Belki de yakalandım emin değilim. Acaba ben olduğumu anladı mı?
Ona sırtımı döner dönmez merdivenden inmeye başladım. Dikkat çekmeyecek kadar yavaş ama bana yetişmesine izin vermeyecek kadar da hızlı iniyordum. Hatta takılıp düşmeyeyim diye elbisemin eteklerini tutuyordum. Karun peşimden gelmediğine göre ben olduğumu anlamadı, değil mi? Göğüs kafesimi şişirecek kadar rahat bir nefes alıp verdim. Anlamamıştı.
Alt kata inip konukların olduğu salona girdim. Kendi aralarında gülüp eğlenen insanları umursamadan bir kadeh içki aldım. Terasa çıktığımda kapı açık olduğu için salondakilerin kahkahaları kulağıma geliyordu. Birbirinin her dediğine gülen yapmacık insanlarla doluydu burası. Kadehimi mermer korkulukların üstüne bırakıp çantamda sigara paketini çıkardım. İçinden bir dal aldıktan sonra paketi tekrar çantaya koymuştum.
Sigarayı dudaklarımın arasına sıkıştırıp çantadan çakmağı çıkartacaktım ki bir el yüzüme doğru uzandı. Biri çakmağını yakıp bana doğru uzatmıştı. “Teşekkür ederim.” Ateş sönmesin diye elimle çakmağa gölge yapıp sigaramı yaktım.
Bir nefes içime çekip başımı kaldırınca karşımda beyaz saçlı bir adam gördüm. Yüzünde maske olmadığı için ellili yaşların başında olduğunu söyleyebilirim. Boyu benden kısaydı, omzumun hizasına gelirdi. Topuklu ayakkabılarım ise beni ondan daha da uzun gösteriyordu. Hafif kilolu tıknaz bir adamdı. İyi giyinmiş kibar bir beyefendiye benziyordu ama gerçek kişiliğini bilemezdim. Zümrüt yeşili gözleri hissiz bir şekilde bana bakarken, “Sizinle daha önce karşılaşmış olabilir miyiz?” diye sordum. “Sanki sizi daha önce gördüm.” Evet, yüzü bir yerlerden tanıdık geliyordu.
“Sanmıyorum,” dediğinde nedense yalan söylediğini düşündüm çünkü bu yüzü daha önce görmüş gibiydim. Acaba onu nerede gördüm?
Bana bakarken ne düşündüğünü anlayamıyordum çünkü hislerini çok iyi gizliyordu. Gözleri saçlarımdaki tokayı bulunca gerildim ama ona yansıtmamaya çalıştım. Öylesine bir şeyden bahseder gibi bir tavır takınıp, “Eski bir tokaya benziyor,” dedi. “Böyle şık bir elbisenin üzerine taktığınıza göre sizin için derin bir hatırası olmalı.” Nedendir bilmem ama sanki ağzımdan laf almaya çalışıyordu.
Kibarlığımdan ödün vermeden tebessüm ettim. “Eski şeyler daima değerlidir.” Mermerin üzerine koyduğum kadehimi alıp hafifçe salladım. İçinde çalkalanan beyaz şarabı işaret ettim. “Bazı şeyler yıllandıkça değer kazanır, farklı bir anlam katmaya gerek yok.” Alıştığım insanların yanında çoğu zaman çirkef biri olabilirdim ama böyle nezih ortamlarda nasıl davranacağımı çoğu zaman bilirdim. Tabii her zaman değil.
Adamın açtığı konuyu kapatmaya çalıştım ama o, ısrarla bu konuyu deşmek istiyordu. “Bazı şeyler de yıllandıkça değerini kaybedip bozulur. Et gibi mesela.” Gözlerimin içine kinayeyle bakarak beni huzursuz etti. “Ya da ceset gibi.” Derdi neydi bunun?
Tam o esnada, “Bozulmak istemiyorsan karımdan uzak dur!” diye bir ses duyduk. Karun’un sesi miydi o?
Hadi ama ya!
Karşımdaki adamla aynı anda sesin geldiği yöne doğru dönünce Karun’u gördüm. Terasa açılan kapının önünde duruyordu ve düz bir şekilde karşımdaki adama bakıyordu. Bakıldığında ne kadar da sakin görünüyordu ama insanın kanını donduracak türden tehlikeli bir enerji yayıyordu. Düz bakışları kim bilir ne tür tehlikelere gebeydi. Sakin gibi görünebilir ama gerginliğini soluyordum. Bir şeyler ters gidiyor olmalı ki sinirden aldığı hızlı nefeslerin sesini bile duyuyordum.
Bir şeyler yolunda gitmiyordu, değil mi? Ortada benim anlamadığım bir pürüz vardı ve bu, yanımdaki adamla ilgiliydi. Belki de benimle ilgiliydi, emin değilim. Sonuçta Karun beni tanımıştı. Acaba tam olarak nerede açık verdim? Peşimden geldiğine göre bir yerlerde hata yapmış olmalıydım.
Karşımdaki adam onu görünce kendini zorlayarak gülmeye çalıştı. “Karın mıydı, buraya yalnız geldiğini sanıyordum?” dediğinde sanki bunu yeni öğrenmiş gibi davranıyordu ama içimden bir ses benim kim olduğumu zaten bildiğini söylüyordu. Taktığım toka beni ele veriyordu.
Karun’un düz bakışlarını gördükçe iyice gerildiği için, “Beni karınla tanıştırmayacak mısın?” diye ortamı yumuşatmaya çalıştı.
Peki, Karun ne mi yaptı? Bana doğru yürüyerek yanımda durdu ve sahiplenir gibi elini belime koydu. Daha sonra boş gözlerle buradaki adama bakıp, “Hayır,” deyince az kalsın kahkaha atacaktım. Beni onunla tanıştırmaya niyeti yoktu.
Adamın sinirden renkten renge giren yüzüne bakıp yumuşak bir sesle, “Kocamı duydunuz sanırım tanışmamızın lüzumu yok,” dedim. Terasın kapısını işaret ettim. “Bizi yalnız bırakma nezaketini gösterir misiniz?” dediğimde Karun’un belimdeki parmakları tutuşunu sertleştirmişti. Yanlış bir şey mi söyledim acaba?
Adam homurdanarak terastan çıkınca hemen Karun’dan uzaklaştım. Panik halinde tam ona açıklama yapacaktım ki, “O siktiğim piçine karşı bu kadar kibar olmak zorunda değildin!” deyince donup kaldım. Anlamadım?
Böyle bir çıkışa ne denir, bilemedim. Zaten o da bir şey söylememi beklemeden delici bakışlarını bana dikti. “Burada ne halt ediyorsun, Saka?” diye benden hesap sordu. Gözlerinin çevresindeki kırışıklıklar belirgin bir hale gelecek kadar kaşlarını çatmıştı. “Rahat duracağını söylemenin üzerinde bir gün bile geçmedi!”
“Ama açıklayabilirim.”
“Açıkla!”
“Bağırma bana,” diye somurtup ondan uzaklaşmak için arkaya doğru birkaç adım attım. “Çalışma odanda çıktığımda Kenan ile konuşmalarınızı duydum. Hayır, sizi dinlemedim siz çok yüksek sesle konuşuyordunuz. Ne yapmamı bekliyordun, kulaklarımı tıkayamazdım ki,” diyerek kendimi savundum.
Karun yanında duran elini sinirden sıkıp açarken hayrete düştüğünü gizlemiyordu. “Sende çıkıp geldin, öyle mi?” Her an beni terastan aşağıya atacakmış gibi bakıyordu.
İyi bir halt yemişim gibi hızlıca başımı salladım. “Biraz öyle oldu.”
Kontrolünü yitirip öfkeyle üzerime yürüdüğünde dişlerinin arasından, “Sürekli bana sorun çıkarmandan bıktım!” diye sesini yükseltince korkuyu iliklerime kadar hissettim. Gerçek anlamda korkunca bunu karşımdaki kişiden gizlemek için cesaretli biri gibi rol yapardım. Şimdi de öyle oldu, çok korkunca geriye çekilmek yerine hareketsizce durdum. “Babam gibisin,” dedim birdenbire. Ona bakarken bir anda karşımda babamın gençliğini görür gibi olmuştum.
Karun durdu çünkü söylediğim tek bir cümle onu durdurmuştu. “Anlamadım?” dediğinde benden böyle bir şey duymayı beklemediğini görebiliyordum.
“Babam gibisin,” dedim ikinci kez. “O da böyle kızınca annemin üzerine yürürdü. Annemi severdi ama kızınca kontrolünü kaybedip sert çıkardı. Benim annem babam yüzünden öldü,” dediğimde boğazındaki çıkıntı hareket etti, yutkundu. Beklemediği şeyler duyuyordu.
Burnumun direği sızlayınca acıyla kıvranan vücudumu dizginlemeye çalıştım. “Çoğu hareketin bana babamı hatırlatıyor.” Derin bir nefes alarak başımı kaldırdım. “Söylesene annemin kaderi kızının çeyizi olur mu?” Gözlerinin içine bakıp burukça tebessüm ettim. “Bende senin yüzünden ölür müyüm?” dediğimde Karun’un yüzü kaskatı kesildi.
Bir sessizlik yaşandığında artık ikimizde içeride çalan müziği duymuyorduk. Mavi gözleri üzerimde donup kalmışken uzun süre konuşamadı. Bunun için önce söylediklerimle yüzleşmeliydi. Annesinin kaderini kızına yaşatacak o adam olup olmadığını anlamalıydı. Bir süre sonra omuzları hafifçe düştü ve nefesini sesli bir şekilde verdi. “Seni korumaya çalışıyorum ama bana hiç yardımcı olmuyorsun.” Beni koruyamazdı, kimse beni Carlos’tan koruyamazdı. Karun bunu henüz bilmiyordu.
Doğum günüme sadece üç hafta kalmıştı.
Çantamdan yeni bir sigara çıkartıp yaktım. Bu tatsız konuyu kapatmak istediğim için ona bakıp sigarayı gösterdim. “İster misin?”
Tiksinerek parmaklarımın arasındaki sigaraya bakıyordu. “Hayır.” Sigara içmiyordu.
Tebessüm ettim. “Buna sevindim.” Elimdeki sigaranın dumanını içime çekip sırtımı korkuluklara yasladım. Ciğerlerime hapsettiğim sigarayı havaya üflerken Karun hoşnutsuz bir suratla beni izliyordu. Sigara içmemden hoşlanmadığımı biliyorum.
“Sence ben kötü biri miyim?” diye sordum birdenbire. Açık giyiniyordum, sigara içiyor ve ara sıra alkol tüketiyordum. Belki de bunlar onun gözünde beni kötü biri yapıyordu. “Bana bakınca ne görüyorsun?”
Karun düşünceli gözlerle beni izlerken, “Kaybolmuş birini,” dedi durgun bir sesle. Bu birçok şeyin cevabıydı.
“Hepimiz biraz kayıp değil miyiz?”
“Ben değil.” Bunu söylerken tereddüt bile etmemişti.
“Belki de en çok sen,” dediğimde soru sorar gibi kaşlarını yukarı kaldırınca birçok şey söylemek istedim ama sustum. Herkes arkasında bir şeyler karıştırırken belki de hepimizden daha kayıptı. Rengin’in çevirdiği işleri bile bilmiyordu.
“Beni nasıl tanıdın?” diye sorduğumda saçlarımdaki tokayı işaret etmişti ki giydiğim elbiseyi yeni fark etti. Sanki ne giydiğime daha yeni bakıyordu. Gözleri baştan ayağa beni izlerken ne düşündüğünü bilmeyi çok isterdim. Soğuk bakan bu gözlerde onu ele verecek bir şeyler aradım fakat bu konuda fazla ketumdu. Duygularını benden gizlemeyi iyi biliyordu.
“Beğendin mi?”
Karun’un bana karşılık olarak verdiği cevapta tıpkı bakışları gibi alaycıydı. “Beğenmemi mi isterdin?”
Küçük bir iltifatı bile benden esirgeyecek kadar bana karşı fazla temkinliydi. Neden bilmiyorum ama beni kendisine karşı bir tehdit olarak gördüğünü düşünmeye başladım. Kendini benden korumak ister gibi sert kalkanlarını hep çekiyordu. Oysaki ben Rengin değildim, onu kandıran ben değildim. Biliyorum bir gün Rengin’in yaptıklarını da öğrenecekti ve öğrendiğinde belki o da kaybolacaktı. “Ben seni korurum biliyorsun, değil mi?” dedim ansızın. En azından bir süreliğine.
Mavi gözlerinin ardında beliren küçümsemeyi gizleme gereğine girmedi. “Korunmaya mı ihtiyacım var?”
“Olursa eğer benden yardım istemekten çekinme,” diye ona göz kırptım. “Seni korkutan bir şey olursa bana söyle ben seni korurum.”
Karun beni zerre kadar ciddiye almıyordu ama gönlüm olsun diye gülerek başını salladı. “Öyle olsun bakalım.”
Bana güldüğünü fark edince yine eski haline dönüp ciddileşince iç çektim. Artık gülmüyordu. Sanırım bunu kolay kolay aşamayacağız. “Bu gece bilmem gereken başka bir şey var mı?” Yine sorgulayıcı birine dönüşmüştü.
Suçlu çocuklar gibi yanaklarımın içini dişlemeye başladım. “Açık artırmada on beş milyon, doksan dokuz kuruşa bir tarak satın almış olabilirim.”
“Doksan dokuz kuruş mu?” On beş milyona hiç takılmamıştı. Zengin adamın hali başka oluyordu tabii.
Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “Açık artırmaya katıldığım için kızmadın mı?” Sinirlenir diye düşünmüştüm.
Karun komik bir şeyden bahsetmişim gibi ciddiyetsiz gözlerle beni izliyordu. “İstediğini alabilirsin sıkıntı değil.”
Sanırım beni yanlış anladı. “Hayır, kendi paramla aldım.” Bunu duyar duymaz kaşlarını çatınca, “Karun senin paranı istemiyorum,” dedim hızlıca. “Yasalar önünde karı koca olabiliriz ama gerçek bir çift değiliz,” dediğimde bu gerçeği ikimize de hatırlatmak istiyordum ama en çok da kendime.
Bu konuda hassasiyet göstermesini isteyerek, “Sakın ödemeyi sen yapma,” diye rica ettim. “Senin bir kuruşunu bile istemiyorum.” Zaten yeteri kadar kendimden utanacak şeyler yapmıştım daha fazlasına lüzum yoktu.
Karun sessizlik içinde beni izlerken içkimden bir yudum aldım. “Bundan sonra beni öpme de,” dediğimde utanç duygusunu günün sonunda ve tam şu anda yaşamaya başlamıştım. Sabah kahvaltıda onu öpmek için yaptıklarımın boyutunu sanki daha yeni yeni idrak ediyordum.
Son olarak, “Özür dilerim,” dedim kısık bir sesle. “Sabah olanlar için özür dilerim. Tekrar aynı şeyler yaşanmayacağına söz veriyorum,” dediğimde nedense bu onu kızdırmış gibi bakıyordu. Dudaklarımdan çıkan her kelime Karun’u kızdırıyormuş gibi bana olan bakışları sertti. “Özrünü istemiyorum.” Sesi bakışlarından daha soğuktu. “Geç bunları!”
Bunlar kolayca üstünden geçeceğim şeyler değildi. Beni anladığını sanmıyorum. Ona baktıkça şu zamana kadar görmezden geldiğim her şey dirilip karşıma çıkmaya başlamıştı. Gün geçtikçe onlara benziyordum hatta artık onlardan farklı değildim. Belki eskiden öyleydim ama şimdilerde hiçbirinden bir farkım kalmamıştı. Sahi ben buraya neden gelmiştim? Şehrimi terk edip İstanbul’a neden gelmiştim? Boşanmak için değil mi? O zaman neden hâlâ evliydim? Neden hâlâ açmadım o davayı?
Neden Karun’u beklemek yerine ben açmıyorum davayı? Hangi ara amacımdan bu kadar şaşmıştım? Burada olan şeylerin hiçbiri doğru değildi, yaşananlar gerçek değildi. Uyanmalıyım artık. Onu gerçeklere uyandırırken kendim de uyanmalıydım. Gururuma ne olmuştu benim? Hangi ara bu kadar alçalmıştım? Kendimi hangi ara bu kadar düşürdüğümü bilmiyorum ama artık bu son bulmalıydı.
Elay bir gün kalıp gitmişti, o halde hâlâ Karun’un evinde ne işim vardı? Allah kahretsin, tüm seçeneklerim hangi ara müştemilat ve malikâne olmuştu? Kalacak başka yer mi yoktu, ben neden onun evinde kalmayı bu kadar kolay kabul etmiştim? Beni evinde barındırmayıp müştemilata atan bir adamın evinde kalacak kadar gurursuz birine dönüşmüştüm. Bana metres dediğini ne çabuk unutmuştum. Ben kendime neler yapmıştım böyle. Bütün bunları daha yeni fark ettiğime inanamıyorum.
Gerçekten onlardan bir farkım kalmamıştı. Rengin aynı anda iki adamı idare etmişti. Karun’da hem onu hem de beni idare ediyordu. Tıpkı Serhat’ın da hem beni hem de Elay’ı aynı anda idare ettiği gibi. Ve bende farkında olmadan artık bunu yapmaya başlamıştım. Evli bir adama âşıktım ama daha bu sabah Karun’u öpmüş, onu tahrik etmiştim. Benim onlardan ne farkım kalmıştı! Onlar gibi olmadığımı söyleyemiyordum. Artık kendime bir çeki düzen vermeliydim.
Sürekli hata yapıp duruyordum. Her bir hata bir diğerini doğuruyordu. Serhat’ın başlattığı bir hatanın üzerine yenilerini ekler olmuştum. İstanbul’a geldiğimden beri belki de ilk kez kendimle yüzleşiyordum. Kaçtığım tüm gerçekler hiç olmayacak bir yerde ve olmayacak insanların içinde beni yakalamıştı. Kendimi toparlamalıydım, bunu hemen şimdi yapmalıydım. Göz ardı ettiğim gerçeklerle yüzleşince artık nasıl görünüyorsam Karun, “İyi misin?” diye sordu. “Titriyorsun.”
Bitmek üzere olan sigarayı terastan aşağıya attım. Elimi uzatıp saçlarımın arkasındaki maskenin iplerini çözdüm. Maskeyi çıkartıp mermer korkulukların üstüne bırakınca artık yüzümü daha iyi görüyordu. Gözlerimin çevresine yaptığım minik yıldızlar dikkatini çekmiş olmalı ki uzun uzun onlara bakıyordu.
“Karun ben ciddiyim,” dediğimde kendi içimde aldığım karara sadık kalmak istiyordum. “Yarın sabah evden ayrılıp davayı açacağım ve bir daha evine dönmeyeceğim. Bence artık aramızdaki mesafeyi korumanın zamanı geldi.” Yarın sabah erkenden onun evinden ayrılıp kendi yoluma bakacağım.
Bu konuda kararlı olduğumu görünce kızarak beni vazgeçiremeyeceğini anladı. Bu yüzden derin bir nefes alıp bana yaklaştı. “Bu iyi bir fikir değil. Günlerdir Carlos’un damarına basıp duruyorum. İntikam almak için seni yalnız yakaladığı an işini bitirir.” Beni mantıklı düşünmeye zorlar gibi soğukkanlı bir şekilde bakıyordu. “Boşanmak için yarın davayı açabilirsin ama Carlos ölmeden evden ayrılman iyi bir fikir değil,” deyince hatırladıklarımla gözlerimi irice açtım. Tabii ya Carlos! Ben bunu nasıl unuttum!
“Carlos burada,” dedim aceleyle. “Batman maskesine benzer siyah ve kulaklı bir maske takıyor. Tarağı çok isteyen oydu, ben ondan aldım,” dediğimde duyduklarıyla Karun’un nevri döndü. Yüzündeki her kas seğirmeye başlayınca saklanacak yer aradım. Sıktığı dişlerini gıcırdatırken sinirden deliye dönerek, “Bunu bana şimdi mi söylüyorsun?” diye kızınca derin bir nefes aldım. Biliyorum büyük aptallık ettim ama söylemeyi unutmuştum.
Karun bana bulunduğum yeri gösterdi. “Ben yanına birkaç adam göndereceğim, burada kal!” dediğinde itiraz istemeyecek kadar buyurgandı. “Sakın bir yere ayrılma!” Bunları söyledikten sonra hızlı adımlarla terastan çıktı. Tamam, hatalıydım ama bende keyfimden unutmadım herhalde. Sanırım bu sefer kızmakta haklıydı.
Onu dinlemeyip peşinden gittiğimde içeri girip, “Kenan!” diye sesini yükseltince müzik durdu, herkes ona bakmaya başladı. Kenan kalabalığın içinde sıyrılınca Karun’un hiddeti arttı. “Tüm kapıları kapatın kimse içeri girmeyecek ve dışarı çıkmayacak!” Salondaki tüm konuklara delici gözlerle baktı. “Ne kadar erkek varsa hepsini dizin buraya!” diye bağırınca insanlar korku içinde birbirine bakmaya başladı, özellikle de erkekler.
Kenan hiç sorgulamadan cebindeki telefonu çıkartıp bir yeri aradı. “Furkan kapıları tutun koçum,” dedikten sonra telefonu kapattı. Daha sonra kalabalığın içindeki adamlarına döndü. “Evi arayın ne kadar erkek varsa hepsini toplayıp buraya getirin.” Kenan sanki sürekli bu tür komutlar veriyormuş gibi sakindi. Gözleriyle küçük bir işaret yapıp bir tane korumayı da benim yanıma göndermişti. Birazdan burası karışacak gibiydi.
Korumalar hızlı adımlarla salondan çıkınca terasta sigaramı yakan adam, “Sen iyice haddini aştın, Kalender!” diye öne çıktı. Arkasında beş koruma vardı ve onu korumak için tetikte duruyorlardı.
Onları izlerken yanımdaki korumaya doğru elimi uzattım. “Silahını ver ihtiyacım olabilir,” diye kısık bir sesle konuştuğumda hiç zorluk çıkarmadan elini beline attı. Belindeki iki silahtan birini çıkartıp masanın altında bana vermişti.
Terasta canımı sıkan yaşlı adam Karun’a bakıp hadsiz bir şekilde, “Her ne yapıyorsan buna bir son ver, dünkü veletten emir alacak değilim!” dediği an Karun belindeki silahı çıkardığı gibi onu bacağından vurdu. Bunu yaparken bir an bile tereddüt etmemişti.
Silah sesiyle salondaki kadınlar çığlık atarak geriye çekilirken yaşlı adam dizlerinin üzerine düşmüştü. Acı içinde kısık bir sesle inleyip kanayan bacağını tutuyordu. Karun onu vurduğu an yaşlı adamın arkasındaki korumalar silahlarını çıkartıp ona doğrulttu. Ateş edecekleri an, “Bunu tavsiye etmem!” diyen Kenan onların sağında durmuş bir halde onlara silah çekmişti.
“Bende tavsiye etmem!” diyen bir ses adamların tam arkasında geliyordu. Evet, Kadem’de onların arkasında durmuş, silahının namlusunu adamlara doğrultmuştu. Duha’nın yüz ifadesini merak ediyorum.
“Akıllı olun beyler,” dediğimde bu sefer tüm gözler bana dönmüştü. Evet, Karun o adamı vurduğu an bende silahımı çekmiştim. Şaka gibi ama bende adamların sol tarafında duruyorum. Karşılarında da Karun olduğuna göre dördümüz farkında olmadan onları çemberin içine almıştık.
Karun kısa bir an bana bakınca masumca omuz silktim. “Sen bana aldırma devam et lütfen,” dediğimde yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşarak önüne döndü.
Karun elindeki silahı yan tarafında tutarak yerdeki adama yürüdü. Adamın korumaları mecbur kaldıkları için silahlarını indirmek zorunda kaldılar çünkü salonda Karun’un diğer adamları da vardı ve hepsi bulundukları yerde silahlarını bu beş korumaya doğrultmuştu. Karun yerde acı çeken yaşlı adamın tepesinde dikilip başını eğerek ona baktı. “Eceli gelmiş it gibisin, Güven!” dedi buz gibi bir sesle. “İlla da cami duvarı diyorsun ama dikkat et sabrım kalmadı!”
Karun, Güven denen adamın üzerine eğilip silahın ucunu onun çenesinin altına bastırdı. Fazladan güç uygulamadan Güven’in başını sertçe yukarı kaldırmıştı. “Unutma bazı şeyler yıllandıkça bozulur.” Karun terasta onun bana söylediği sözleri hatırlatarak gözlerini onun acı çeken gözlerine dikti. “Ceset gibi mesela!” deyince Güven’in yüzü korkudan bembeyaz olmuştu.
Bu adam bana söylenilen ve yapılan her şeyin hesabını mutlaka soruyordu.
Karun üzerine kan bulaşmasını istemez bir halde geriye çekilip Güven’in adamlarına döndü. “Götürün şunu gözümün önünden.”
Güven’in adamları patronlarını sırtlayıp hemen dışarı çıkarmışlardı. Duha’nın, “Kadem!” diyen kızgın sesini duyunca başımı çevirip onun olduğu tarafa baktım. Buradaki konuklar korkudan çıt çıkaramazken Duha, bacak bacak üstüne atarak tekli koltukta oturuyordu. Bir elinde içki kadehi tutarken sinirli bakışları Kadem’in üzerindeydi. “Ne halt ettiğini sorabilir miyim?”
Güven’in adamları gittiği için çoktan silahını indiren Kadem, “Ayakta duruyorum abi,” diye aptalı oynadı.
Başını ağır ağır sallayan Duha, “Az önce ne yapıyordun?” diye sordu.
Kadem, “Az önce de ayakta duruyordum abi,” deyince kıkırdadım. Bunu uzun süre sürdürebilirdi.
Duha burnundan sertçe nefesini vererek elindeki kadehi biraz sıktı. “Peki, ben ne görmüş olabilirim?”
“Halüsinasyon olabilir abi.”
“Kadem!” diye bağırınca Kadem hemen kendine çeki düzen verip, “Affedersin abi,” deyince Duha artık sinirden zangır zangır titriyordu. Elindeki kadehi tüm gücüyle kıracakmış gibi sıkarken, “Affetmeyeceğim, Kadem affetmeyeceğim!” diye burnunda soludu.
Ama hep affediyordu.
Belki de bir tek Kadem’e karşı bu kadar bağışlayıcıydı.
Bir süre sonra Karun’un adamları diğer odalarda ne kadar erkek varsa hepsini buraya getirdi. İnsanları yaka paça toplayıp buraya getirdikleri için içlerinden biri boxerla duruyordu. Zavallı adam utanmış gibi kucağındaki gömlek ve pantolonu göğsüne bastırıyordu. Duha onu görünce, “Kalender,” dedi yine sakince. “Haldun neden donla duruyor?”
Başını çevirip dik dik ona bakan Karun, “Sence?” dediğinde kapat artık çeneni der gibi ona bakıyordu.
Karun’un sinirli çıkışı Duha’nın keyfini yerine getirmiş gibi dudakları kıvrıldı. “İnsanların yatak odasına kadar sızmaya başladın. Söylesene uyumadan önce yatak odamın kapısını kilitlemeli miyim?”
Karun sakinliğini korumak için derin derin nefesler alırken, “Yatak odanda ne işim var piç kurusu!” diye hırladığında Duha güldü. “Ben yine de kapımı kilitleyeceğim.” Kahkaha attım. Adi herifin tekiydi.
Haldun’da içlerinde olmak üzere Karun’un adamları buradaki tüm erkekleri salonun ortasına toplamıştı. Duha dışında tüm adamlar salonun ortasında ayakta duruyordu. Duha’yı zaten tanıdığımız için Carlos o olamazdı. Karun onlara bakıp hepsinin karşısına dikildi. “Maske takanlar maskesini çıkarsın ve sırasıyla konuşmaya başlayın.” Buradaki davetlilerden biriydi ama ev sahibine bile emir veriyordu.
Kendi aralarında kızgın homurtular çıkartan erkekler Karun’un istediği şeyi yaptılar. Karun hepsinin sesini bana dinlettikten sonra başını çevirip bana baktı. “Burada mı?” Hayır, hiçbiri Carlos’un sesi değildi.
Başımı olumsuz anlamda salladığımda canı sıkkın bir halde buraya topladığı insanları rahat bıraktı. “Gidelim,” deyince ona doğru yürüdüm ama bir konuda çenemi tutamadım. “Tarağı aldıktan sonra gidelim.” O tarağa dünyanın parasını vermiştim burada bırakacak değilim.
Sadece on dakika içinde tarağın satış işlemlerini üzerime almıştım. Bugün bir açık arttırma olduğu için noter dahil her şey hazırdı. Bu yüzden ödemeyi yapıp tarağı satın aldım. Yalıdan çıktığımızda Karun’un ödemesine izin vermediğim için hâlâ çok kızgındı. Israr etse de buna izin vermemiştim. Ondan para alamam.
Korumalar hızlıca arabalarına binerken Kenan benim için Karun’un arabasının kapısını açtı. Elimdeki tarak kutusuyla arka koltuğa geçtiğimde Karun yanıma oturdu. Kenan ise tam karşımıza oturmuştu. Şoför arabayı sürmeye başlayınca Kenan aradaki paravanı çekti. Artık şoför bizi göremiyordu. Dizlerimin üstüne koyduğum kutuya bakan Kenan, “Bu şeye verecek o kadar parayı nereden getirdin?” diye sordu. “Babanın her ay emekli maaşından sana gönderdiği para üç bin,” dediğinde gözlerini sorgular gibi kısmıştı. “Çalışmıyorsun ve kiralardan gelen parayı şu zamana kadar hep bağışlamışsın. O halde nasıl on beş milyonun oldu?” Bazı şeyleri Karun’dan daha çok sorguluyordu. Üstelik benim hakkımda bilmedikleri şey yoktu!
“Daha biz çocukken annem, ablam ve bana ortak bir hesap açmıştı.” Bu yalan değildi.
Kenan tek kaşını yukarı kaldırdı. “O hesaptan kalan para mı?” diye sorunca başımı salladım. Paranın neredeyse hepsi tarağa gittiği için hesabımda sadece birkaç milyon kalmış olmalı.
“Peki, ablan?” diye soran Kenan canımı sıkmaya devam ediyordu.
Gerildim. “Ne olmuş ablama?”
“Nerede olduğunu hiç merak etmiyor musun?”
Karun başını çevirip bana baktığında düşünceli görünüyordu. Artık o da bu konuya dahil olmuştu. Karşımda otururken öne doğru hafifçe eğildi. “Gazel’i bulmam bir günümü almaz bunu biliyorsun, değil mi?” İstediğimde ablamı benim için bulacağını söylüyordu ama bunu istemiyordum. Ablam benden uzakta olduğu sürece mutlu olma şansı vardı. Zoraki bir şekilde onun hayatına dahil olup onu kendi bataklığıma çekmek istemiyordum.
Karun, ablamın adını bilecek kadar beni araştırmıştı. “İstemiyorum,” diye fısıldayıp başımı cama yasladım. “Üç hafta sonra doğum günümde Gazel zaten bana gelecek.” O gün depoda o da vardı. Carlos’un söylediklerini duymuştu. Yirmi altıncı doğum günümde öleceğimi bildiği için belki veda etmek için beni görmeye gelirdi. Böyle olmasını umuyorum.
Ölmeden önce son bir kez onu görmek istiyordum.
***
Bavulumu kapatıp kapının arkasına indirdim. Evet, dün geceki kararımın arkasındayım. Bugün ne olursa olsun bu evden ayrılacağım. Daha fazla bir yanlışı sürdüremem bu kadarını kendime borçluydum. Biraz geç olmuştu ama sonunda aklım başıma gelmişti. Karun evdeyken buradan çıkmama izin vermezdi. Bu yüzden ayrılmak için onun işe gitmesini bekleyeceğim. Dün gece beni pek ciddiye almamıştı ama bugün evden ayrıldığımda ne kadar kararlı olduğumu görecekti.
Aynadan kendime bakıp tebessüm ettim. Bugün için askılı, beyaz bir elbise giymiştim. Aksesuar olarak küçük bir inci kolye takmıştım ve bir işe yarasın diye saçlarımı dün gece satın aldığım tarakla taramıştım. On beş milyon doksan dokuz kuruşluk bir tarakla saçlarımı taramıştım. “Allah’ın belası, Kadem!” diye söylendim. Doksan dokuz kuruşu atlatacağımı sanmıyordum!
Rezil herif!
Saçlarımdaki siyah kurdeleli tokaya bakıp iç çektim. “Senden nefret ediyorum.” Eminim Carlos dün gece çok istediği tarağı çalmayı düşünmüştü ama bunun için ekstradan bir planı olmadığı için gafil avlanmıştı.
Ne de olsa tarağı alacağına çok emindi. Bu yüzden parasına güvenip yedek bir plan yapmamıştı. Orada plan yapmaya da vakti yoktu çünkü onu tanıdığımı anladığı için ben Karun’a söylemeden hemen kaçmalıydı. Bu tarağın hiçbir meziyeti yoktu ama Carlos bu kadar çok istediğine göre onun için anlamı büyüktü. Bu yüzden ne olursa olsun tarağı ona vermeyeceğim.
Saat yedi olmasına iki dakika kalmıştı. Bu yüzden kahvaltı masasında olmak için odamdan çıktım. Aşağıya indiğimde hâlâ otuz saniyem vardı. Yemek salonuna girdiğimde afalladım çünkü herkes masadaki yerini almıştı. Çağıl bile buradaydı ve Çağıl normalde hep öğlenleri kalkardı. Ev halkını saat yedide kahvaltı masasında görünce küçük çaplı bir şok geçirdiğimi itiraf ediyorum. Masadaki herkes uykulu gözlerle esneyerek kahvaltısını yapıyordu.
Fakat masanın en başında oturan Karun, henüz kahvaltıya başlamamıştı. Sessizlik içinde gazetesini okuyordu. Kolunu kaldırıp bileğindeki saati kontrol ettiğini görünce sertçe yutkundum. Tam yedide kahvaltıda olacağımı biliyordu. Başlamak için beni mi bekliyordu?
“Günaydın,” dedim şaşkın bir sesle ve Karun’un sol tarafındaki sandalyeye oturdum. Masadaki uykulu ev halkına bakıp, “Hayırdır?” diye sordum. “Bugün erkencisiniz. Korkmalı mıyım? Salgın falan mı var? Virüs mü kaptınız? Evlerden ırak savaş falan mı çıktı? Ülke kırmızı alarma geçti de benden mi saklıyorsunuz?” Telaşlanarak gözlerimi irice açtım. “Ay darbe oldu dimi?”
Çağıl’ın içindeki asker hemen kendini belli etti. “Sıkar o biraz, kimin ne haddine benim ülkeme darbe yapmak!” dedikten sonra sinirli bir şekilde Karun’u işaret etti. “Bir darbe olacaksa bu gidişle ben yapacağım ama ülkeye değil kocana!” diye kızdı ve o sinirle sıcak çaydan büyük bir yudum aldı. Ağzı yandığı için çayı püskürterek dışarı çıkartırken, “Çiçek!” diye bağırdı. “Bu çay neden bu kadar sıcak?” Neyse ki Çiçek burada değil.
“Çağıl abime aldırma.” Levent ılımlı bir sesle konuşup gergin ortamı yumuşatmaya çalıştı. “İzindeyken öğlenden önce kalkmaktan nefret ediyor.” Ağzını kocaman açarak esnedi. “Karun abim bundan sonra saat tam yedide hepimizi kahvaltı masasında göreceğini söyledi.” Yok artık.
Afallayarak Karun’a döndüğümde masadaki isyanları zerre kadar takmadan elindeki gazeteyi katladı. Gazeteyi kenara koydu ve benim gelişimle kahvaltısına başladı. Bunu gören Kenan’ın dudaklarının kıvrıldığını gördüm. Manidar bir ifadeyle, “Bige erken kahvaltı yapıyordu, değil mi?” diye sordu. “Belki de karısının düzenine uymamızı istiyordur,” dediği an Çağıl, Rengin ve Levent’in kızgın bakışları beni buldu. Kenan’dan nefret ettiğimi söylemiş miydim?
Masadakilerin kızgın bakışlarını görünce, “Karun,” diye fısıldayıp kolunu dürttüm. “Masadakiler beni öldürmeden bir şey söylemeyi düşünüyor musun?”
Çayına şeker atıp karıştırdıktan sonra başını sakince kaldırdı. “Ne söylememi istiyorsun?” dediğinde sakin ama her zamanki gibi fazla ciddiydi.
“Benimle bir ilgisi olmadığını söyle.”
Düz bir şekilde yüzüme baktı ve bana sataşarak, “Benden onlara yalan söylememi mi istiyorsun?” diye sordu.
Ne?
Şaşkına dönmüş bir halde ona bakıyordum. Kenan haklı mıydı? Yani herkesi benim için mi erkenden masaya topladı? Dün gece ona bugün evden ayrılacağımı söylemiştim ve o, sabah herkesin kahvaltı masasında olmasını sağlamıştı. Acaba alışık olduğum düzeni burada bulamadığım için gitmek istediğimi düşünmüş olabilir miydi? Sırf ben gitmeyeyim diye böyle bir şey yapmış olamazdı, değil mi? Burayı benim seveceğim bir hale getirmeye çalıştığını düşünmek istemiyorum.
Neyi neden yaptığını artık anlamakta güçlük çekiyordum.
Başımı çevirince Rengin’in buz gibi bakışlarıyla karşılaşınca kalan keyfim de kaçtı. Sorunun ben olduğumu sanıyordu. Gerçeği görmek istemediği için suçlayacak birini bulmak en kolayıydı. Evet, benim bir suçum vardı, bunu kabul ediyorum. Suçum da dün sabah bu salonda Karun’u öpmem ve öpücüğümü eşitlemek için onu kışkırtmamdı. Fakat o olayın üzerinden bir gün bile geçmeden hatamı anladım ve gitme kararı almıştım.
Ben kendi yaptıklarımı fark edince hatalarımdan ders almayı biliyordum. Hata olarak gördüğüm bir şeyi sürdürmeye yanaşmıyordum. Fakat Rengin aynı şeyleri yapamıyordu. Tek suçlu olarak beni görmesi bir hataydı ve o, bunu anlamak istemiyordu. Karun’un yaptıklarından ben sorumlu tutulamam. Gün geçtikçe Rengin’i istemediğini daha çok belli ediyordu lakin Rengin bunu görmek istemiyordu. Bilmediğim bir nedenle gururunu ayaklar altına alıyor ve ısrarla onun yanında kalmaya çalışıyordu.
Önüme döneceğim esnada Çağıl’ın karşısında oturan Levent’e bir şeyler anlatmaya çalıştığını gördüm. Elindeki telefonla bir şeyler yaptı daha sonra telefonu masaya koydu. Başını çevirip kahvaltısını yapan Karun’u kontrol ettikten sonra yeniden Levent’e döndü. Sağ elini kaldırıp boynunu kaşır gibi yaptıktan sonra ortadaki üç parmağını kapattı. Baş ve serçe parmağını açık tutarak elini bir telefon gibi yaptı ve kulağının yakınına tuttu. Levent’e bakıp ara beni der gibi dudaklarını oynatmıştı.
Yine ne işler karıştırıyordu bu?
Levent kısa bir an her şeyden habersiz bir şekilde kahvaltısını yapan Karun’a baktı. Çağıl’ın ne işler karıştırdığını bilmediği için Karun’un gazabına uğramak istemiyordu. Bu yüzden Çağıl’a bakıp başını iki yana salladı. Fakat Levent’ten olumlu cevap gelmeyince Çağıl masadaki ekmek bıçağını aldı. Levent’in gözlerinin içine bakıp bıçağı boynuna yaklaştırdı ve Levent’i işaret edip boynunu keser gibi yaptı. Mesaj çok açıktı eğer Levent onu aramazsa bıçakla gösterdiği şeyi Levent’in üzerinden deneyecekti.
Tehdit edilince Levent homurdanarak masadaki telefonunu alıp masanın altına koydu. Daha sonra bir kez daha Karun’u kontrol ettikten sonra masanın altında telefonuyla bir şeyler yaptı. Levent onu arayınca Çağıl’ın telefonundan yükselen şarkı masaya bomba gibi düşmüştü. Karadeniz yöresine ait bir şarkıydı ve şarkının sözleri resmen ateş ediyordu.
“Uzaktan sevda etmek,
girsin yerun dibina.
Yakından seven yarum,
gelsin girsin koynuma,” diyen şarkıyla tüm gözler Çağıl’a döndü. Çağıl telefona kısaca bakıp ekranı ters çevirerek masaya koydu. Ne yapmaya çalışıyordu?
Sinirli gözlerini kardeşine diken Karun, “Açmayacak mısın?” deyince Çağıl omuz silkerek ağzına bir tane zeytin attı. “Masada telefonla konuşup karının canını sıkmayı istemem.” Ela gözlerindeki sinsilik onu bu saatte uyandırdığı için Karun’dan intikam alır gibiydi. “Karının kurallarına uymalıyız, değil mi?”
Karun’un çenesinden bir kas seğirdiğinde mavi gözleri ürkütücü bakıyordu. “Açmıyorsan sesi kıs!”
“Kısamam çünkü kahvaltı yapıyorum.” Çağıl küçük bir çocuk gibi inat ederek abisine sırıtarak bakmaya başladı. “Sabahın köründe uyandım ve kahvaltı yapıyorum. Kahvaltımla o kadar meşgulüm ki elimi uzatıp telefonun sesini kısamam. Neden? Çünkü kahvaltı yapmak için uyandım. Kenan ekmeği uzat,” deyince Karun sinirden deliye dönerken Kenan, gülmemek için yanaklarının içini dişliyordu.
Kendime not: Sakın Çağıl’ın izin günlerinde onu uykuyla sınama.
Karun sabah sabah Çağıl’ın huysuzluklarıyla uğraşmak istemediği için kısık bir sesle söylenip önüne döndü. Tabii akabinde Levent hâlâ aradığı için şarkı çalmaya devam ediyordu.
“Kar yağar sine sine.
Yarun elbisesine.
Eski yarun ömrünü.
Ver Allah yenisine,” dediğinde Karun’un çay fincanına uzanan eli hareketsizce kaldı, gerildi. Başını benim olduğum tarafa çevirince göz göze geldik. Bu da neydi şimdi? Şarkının tam bu kısmında bana bakması fazla dikkat çekiyordu ama o, bunu umursamıyor gibiydi.
Rengin renk değiştirip dururken bana bakmayı bırakmalıydı.
“Aha koy sevduğum.
Başuni omuzuma.
Olmasa demezuk
Denemedik boşina,” diyen şarkı devam ediyordu ve Karun, düşüncelere dalmış gibi beni izliyordu. Sanki bu şarkıyla masadaki herkesin varlığını unutup gözlerime dalmıştı. Şarkının sözlerine bir anlam katmalı mıyım?
Ama çok pis huylandım ben şimdi!
“Gözler şelale olmiş.
Akar akar durulmaz
Bi insan bi yürekten.
İki defa vurulmaz.”
“Dere akar aşağa.
Suyu vurmasun sana.
Yar eder miyim seni.
Benden başka uşağa,” diyen şarkıyla Karun’un gözlerinde oluşan o meydan okuma da neyin nesiydi? Pekâlâ, sanırım korkmaya başladım. Derhal kaç buradan Bige!
Bir anda masadan kalkıp, “Doydum ben,” dediğimde Karun bıyık altında gülerek tabağımı işaret etti. “Hiçbir şey yemedin.”
Vücuduma bir sıcaklık bastığı için telaşla, “Yemiş kadar oldum Allah razı olsun!” deyip hemen masadan uzaklaştım. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme gördüğüme yemin edebilirdim. Hoşuna mı gitti?
Adi herif!
Yemek salonundan çıktığımda elimle kendimi serinletmeye çalışıyordum. “Başlayacağım şimdi Çağıl’ın uykusuna da o şarkıya da!” diye söylendim. “Bana niye bakıyorsun ki, bakma bana dön önüne işte!” Ben niye bu kadar utandım, onu bile bilmiyordum.
Odama girdikten sonra saat dokuza kadar iki saat boyunca resim yapmakla kendimi oyalamıştım. Büyük boy resim defterine bir şeyler çizerek zamanın geçmesini beklemiştim. Karun her zaman saat sekizde işe gittiği için çoktan evden çıkmış olmalıydı. Yeteri kadar odada beklediğim için artık gitmenin zamanı gelmişti. Malikaneden ayrılıp hemen adliyeye gideceğim. Boşanma davasını açtıktan sonra da hiç vakit kaybetmeden Adana’ya döneceğim. Duruşma gününe kadar bir daha bu belalı şehre gelmeyi düşünmüyordum!
Çantamı koluma taktıktan sonra kapının arkasında duran bavulumu aldım. Bavulu peşimden çekerek odadan çıkmıştım. Bavulu merdivenden indirmek beni biraz uğraştırdı ama alt kata inmeyi başardım. Koridorda elindeki kahve fincanıyla bu tarafa doğru gelen Rengin’i görünce durdum. Beni bavulla görünce keyfi yerine gelmiş gibi gözleri ışıldadı. “Gidiyor musun?” Bu çok açık değil miydi?
“Evet,” dediğimde kahvaltıdaki suratsızlığı bir anda dağıldı, yüzü mutlulukla aydınlandı. Gidişime ne kadar çok sevindiğini istese de gizleyemiyordu. Gün içinde aldığı en güzel haber bu olabilirdi. “Nihayet.” Öyle de pişkindi. “Zamanı gelmişti.”
“Rengin senin olayın ne?” dedim agresif bir sesle. “Ne işler karıştırdığın zerre kadar umurumda değil. Eğer öyle olsaydı çoktan Karun’a Duha’yla ilgili olan şüphelerimden bahsederdim. Bunu yapmamış olmam bile Karun ile ilgilenmediğimin bir kanıtı.” Canımdan bezmiş bir halde ona bakıyordum. “Anlamıyor musun, sorun hiçbir zaman ben değildim. Eminim ben yokken de Karun sana karşı ilgisizdi.”
Artık bazı şeyleri anlamasını istediğim için büyük bir sabırla ona bakıyordum. “Kabul et, Rengin o seni sevmiyor, belki de hiç sevmedi. Duha belki ama Karun seni sevemedi,” dediğimde sertçe yutkunan kadının elindeki fincan az kalsın yere düşecekti. Evet, fincanı tutan eli titremeye başlamıştı.
Kaskatı olan kadına iç çekerek baktım. “Ben kendim için en doğru olanı yapmak için gidiyorum. Umarım bir gün sende kendin için doğru olanı yaparsın.” Bavulumun sapını sıkıca tutarak son kez ona baktım. “Bu eve tekrar dönüp başına bela olmamı istemiyorsan canımı sıkacak şeyler yapma,” diye onu uyardım. “Her ne planlıyorsan beni planlarının dışında tut çünkü daha fazla sizinle uğraşmak istemiyorum,” dedikten sonra bavulumu çekerek yanından ayrıldım. Gidiyorum diye istediği kadar mutlu olup kutlama yapabilirdi ama kendimle ilgili ikinci bir skandal istemiyordum.
Mümkünse bu sefer o uçağa binmek istiyorum.
Dışarı çıktığımda karşımda gördüğüm korumaların sayısıyla afalladım. Avlunun ön tarafında her zamankinden daha fazla koruma vardı. Neredeyse normalin iki katı adam buradaydı. Tüm bu adamlar ne içindi? Bavulumu çekerek birkaç adım atmıştım ki korumalar önüme geçti. Daha ben konuşmadan içlerinden biri, “Eve girin, Bige Hanım,” dedi. “Karun Bey’in kesin emri var dışarı çıkamazsınız,” deyince başımdan aşağıya buz gibi sular dökülmeye başladı. Ne demek dışarı çıkamam?
Bu adam ciddi miydi?
Allah’ın cezası canımı sıkmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Dün gece ona gideceğimi söyledim peki, o ne yaptı? Gitmeme izin vermek yerine korumaların sayısını ikiye çıkardı! Beni burada zorla tutacağını sanıyorsa büyük yanılıyordu. “Çağırın gelsin!” dedim sinirden duvarları yumruklamak isterken. İşte olup olmaması umurumda değil, buraya gelip bana bir açıklama yapacaktı!
Korumalar bunu söylememi bekler gibi birbirine bakıp bıyık altından gülünce, “Size çağırın gelsin dedim!” diye bağırdım. Her defasında beni bu kahrolası cümleyi söylemeye mecbur bırakıp sonra da gülüyorlardı!
Kocam olacak diktatör buraya gelecek ve bana doğru düzgün bir açıklama yapacaktı!
Yorumlar