Roman
  • 01/12/2025

17-EFLATUN ELBİSE

O kadar çok acıdı ki hiçlik duygusunu iliklerime kadar hissettim. “Bunu bana unutturamazsın,” dediğimde, “Unutmamalısın da,” dedi. İşte bu kadar çok acıdı.

Bige Saka Kalender

Eğer bir aile ortamında büyüdüyseniz baba nasihati diye bir gerçek olduğunu biliyorsunuzdur. Anneler hep konuşurdu, olur olmadık her şey hakkında mutlaka konuşurlardı. Erkek ve kadın arasındaki fark belki de buydu, kadınlar daha konuşkandı. Erkekler gibi her şeye düz bakmadığımız için bizim hemen hemen her şey hakkında bir fikrimiz olurdu. Benim annem de öyleydi, çok fazla konuşurdu. Komşular hakkında, bizim hakkımızda, gördüğü veya duyduğu şeyler hakkında hep konuşurdu.

Babam bir kez konuşuyorsa annem o aralıkta on kez konuşurdu. Annemin söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkarken babamın söyledikleri aklımın duvarına mıh gibi çakılırdı. Aradan geçen yıllarda o duvar eskir, boyası dökülür ve anılarım puslanırdı. Fakat babamın sözleri bir çivi gibi hep o duvara gömülü kalırdı. Belki paslanırdı lakin oradaki varlığını hep korurdu. Orada olduğunu bilirdim. Çünkü babam az konuşur ama öz konuşurdu.

Bir seferinde babam yine bahçede ben ve Gazel’i güreştiriyordu. Ne kadar yol katlettiğimizi görmek için bunu sık sık yapardı. Ve yine ben yenmek üzereyken ablam gözlerime yerdeki topraktan atmıştı. Henüz 13 Haziran yaşanmamıştı belki de son güzel anlarımızı yaşadığımız nadir günlerden biriydi. Ablam yine aynı hainliğe başvurdu diye çok sinirlenmiştim çünkü gözlerimi saf dışı bırakarak kazanmıştı. O kadar sinirlenmiştim ki yerden kalkıp onun üzerine atlamıştım.

Elimi kaldırıp onun suratına vuracağım esnada babamın, ”Efil!” diyen gür sesini duymuştum. Başımı kaldırıp ona baktığımda katı bir yüzle, ”Bir yanlışı başka bir yanlışla kapatmaya çalışma,” demişti. ”Bu seni haklıyken haksız duruma düşürür.” Şimdi anlıyordum ne demek istediğini.

Karun ve Serhat’ın arasında dururken babamın ne demek istediğini daha iyi anlıyordum. Karun’a olan öfkem yüzünden şimdi Serhat ile gidersem kendimi haklıyken haksız duruma düşürecektim. Karun’da tıpkı ablam gibi beni kızdırmıştı ama yıllar önce Gazel’e vurmamı engelleyen sözler, şimdi de Karun’a kızıp yanlış bir karar vermemi engelliyordu. Derin bir nefes alıp Serhat’ın bir zamanlar sevdiğim ela gözlerine baktım.

Şimdilerde bu gözler bana eskisi gibi hissettirmiyordu. “Sana baktıkça en büyük hatamı ve utancımı görüyorum,” dedim kederli bir sesle. “Sen bana kendimden nasıl utanacağımı öğrettin.”

Üzgün bir halde başını iki yana sallayıp konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki, “Sen ne beni ne de Elay’ı hak ediyorsun,” diye onu susturdum. “Sen güzel olan hiçbir şeyi hak etmiyorsun,” dediğimde sakinliğim en büyük kırgınlığımdan kaynaklanıyordu.

Serhat’ın pişmanlık barındıran bakışları bile midemi bulandırdığı için daha fazla ona bakmak istemedim. Bakılacak bir yüzü yoktu. Tam ona sırtımı dönecektim ki, “Sizi seviyorum,” dedi acı çeken bir sesle. Gözlerimin içine baka baka Elay ve beni kastederek, “İkinizi de,” dedi.

Sabrımla sınanıyorum, değil mi?

Ne demek ya ikimizi de!

“İkimizi seven o kalbin kurusun, Serhat!” dediğimde her an üzerine atlayıp eşek sudan gelene kadar onu dövebilirdim. “Benden sana ekmek çıkmaz git Elay’ın kapısından dilen!” Hâlâ pişkince ikinizi seviyorum diyor! Padişah hazretleri harem kuracak kendisine!

Daha fazla bu utanmaz adam yüzünden sinirlerimi bozmak istemediğim için ona bakmayı bıraktım. Başımı çevirip durduğu yerde hiç kıpırdamayan Karun’a baktım. Sert bakışlarından hiç ödün vermeden bana bakıyor, bir karar vermemi bekliyordu. Mavileri akıllara durgunluk verecek cinsten bana baktıkça içime soğuk bir ürperti yayılıyordu. Hafif çatık kaşları keskin bakan gözleriyle bütünleşince derin bir nefes aldım. “Umarım az önce söylediğin şeylerin arkasında duracak kadar sözünün erisindir,” diye onun damarına bastım. Gidersen karım olmaktan çıkarsın demişti.

Gözlerinin en derinine bakarak, “Artık ne sen benim kocamsın ne de ben senin karınım,” dedim. “Eğer gerçekten bahsettikleri o adamsan bir daha peşime düşmezsin!” Evet, çizgiyi iyice aştım ve onun adamlığını sorgulayacak kadar çirkinleştim. Peşimi bırakmasının başka bir yolu yoktu.

Sözler dudaklarımdan döküldüğü an çatık kaşları düz bir çizgi haline geldi. Gözlerindeki kızgın ifade silindi ve yumruk olan elleri gevşeyerek açıldı. Değişimi iç yakan müthiş bir hızla olmuştu. Duyduklarından sonra beni öfkesine bile layık görmüyormuş gibi kendini geri çekmişti. Artık gözlerinde bana dair nefret bile yoktu. Tam şu anda beni gerçekten silmiş gibi hissiz bakıyordu. Mavileri hissiz ama donuktu.

Karun’un yüzünde en küçük bir kas bile oynamazken, “Git,” dedi duygudan yoksun bir sesle ama kırıldığını hissediyorum. O sert kabuğunun içinde kırılan bir tarafı vardı. “İstediğin yere gitmekte özgürsün.”

Başını ağır ağır sallarken kısa bir an sesi titremişti. “Bir daha peşinden gelmediğimde adamlığımdan şüphen olmayacak,” dediğinde sesi çetin bir kıştan daha soğuktu. Donuk bakışları beni delip geçerken gözlerime baktı ve “Artık sana ne olduğuyla zerre kadar ilgilenmiyorum,” dedi ve arkasını dönüp gitti. Otele doğru hızlı adımlarla yürürken artık Serhat ile gidip gitmeyeceğimle ilgilenmiyordu. Çok ileri gittim, değil mi? Onun gibi birinin adamlığını sorgulayarak haddimi aşmıştım.

Vazgeçmesi neden beni mutlu etmiyordu?

Önüme dönüp bana sürekli korna çalan taksiye yürüdüm. Yeşil ışık çoktan yandığı için trafiği çok meşgul etmiştim. Taksici ve aldığı yolcu itiraz etmeden arabaya bindim. Şoför bana kızmak için arkasını dönünce, “Yolcunu yine yerine bırak ama beni de götür buradan,” dedim hızlıca. “Beş katı para veririm.” Parayı duyunca aldığı yolcunun fikrini sormadan gaza yüklendi. Araba hareket edince sonunda rahat bir nefes almıştım. Bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordum. Ne Karun’un olduğu tarafa doğru yürümüştüm ne de Serhat’ın. Dümdüz bir şekilde gidiyordum.

Aynadan arkaya bakınca Karun’un adamlarının Serhat’ı yakaladıklarını gördüm. Karun’un Serhat’a olan öfkesinin en büyük sebebi onun adını kullanarak başına bunca sorunu açmış olmasıydı. Bu yüzden kıskanmasa bile Serhat’ın yakasını kolay kolay bırakmazdı. Eğer Serhat’ı seçseydim sırf benim için ikimizin gitmesine izin verecekti. Yani benim sayemde Serhat bir kez daha kurtulacaktı. Fakat bu sefer onu kurtarmaya hiç niyetim yoktu. Benim tarafımdan ona gelecek hiçbir yardımı hak etmiyordu. Karun ve Duha’nın olduğu bir yere gelerek kendi sonunu hazırlamıştı.

Daha önce de hak etmemişti ama bana yaptıklarına rağmen onu korumaya çalışmıştım. Karun’un ofisinde ona tüm gerçekleri anlatmadım çünkü Serhat’ı korumak istemiştim. Onun yüzünden Karun bana metres bile demişti çünkü Serhat ile olan ilişkimin iç yüzünü ondan gizlemiştim. Evli olduğunu bilerek Serhat ile birlikte olduğumu düşünmüştü. Ama artık yetti, daha fazla değmeyecek bir adamı korumaya çalışmayacağım.

Karun onu ister öldürsün isterse de Duha’nın adını alana kadar işkence etsin, umurumda değildi. Serhat başına gelen her şeyi hak ediyordu. Elay ve bana yaptıklarından sonra onun da cezalandırılması gerekiyordu. Ben ona bir şans verip gitmesini söylemiştim. Hâlâ peşimde dolanacak kadar pişkin biriydi.

Artık ona ne olduğu umurumda bile değildi.

***

2 gün sonra.

“Bende seni çok özledim büyükbaba,” diye tebessüm ettim. Onunla konuşmak bana iyi geliyordu.

Her üç cümlesinden biri olan o meşhur sözünü tekrarlayıp, “Ne zaman döneceksin?” deyince kıkırdadım. “Dedim ya dokuz gün sonra geliyorum.” Bu sabah kapıma duruşmanın olduğu günü bildiren bir zarf gelmişti. Mahkemeden gelen yazılı bir belgeydi. Karun nasıl başardı, bilmiyorum ama boşanacağımız günü bu kadar kısa sürede kesinleştirmişti.

Davayı açarken ikamet ettiğim evin adresini vermemiştim çünkü ben bile burada oturacağımı bilmiyordum. Adres olarak malikaneyi göstermiştim. İki zarf da Karun’un evine gitmiş olmalı ki birini alıp diğerini bana göndermişti. Bu da demek oluyor ki nerede kaldığımı biliyordu. Buna rağmen bir kez bile kapımı çalmadı. Bu iki günde ne onu gördüm ne de eskiden peşime taktığı adamlarını.

Karun söylediği lafın arkasında durarak hayatımda çıkmıştı. Beni gerçekten silmiş gibiydi. Bunu yapması canımı neden yakıyor, bilmiyorum ama çok yakıyordu. Beni fahişe yerine koyan oydu ama suçlu olarak gördüğü bendim. Son iki günde hep olduğu gibi gözlerim yine dolunca, “Büyükbaba kapatmalıyım,” dedim. “Saat çok geç oldu, hadi sende uyu biraz,” dedikten sonra itiraz etmesine fırsat vermeden telefonu kapattım.

Arada geçen bu iki günde büyükbabam ve babam dışında kimsenin telefonunu açmıyordum. Zaten onların dışında bir tek Kadem arıyordu ama onun da telefonunu açmıyordum. Adana’ya dönüp bu cehennemden kurtulmak istiyordum ama iki gün boyunca hiç uçak bileti bulamadım. Rahatımdan ödün vererek otobüsle dönmeye kalkıştım ama otobüs bileti de bulamadım! Canıma tak dediği için araba kiralayıp gitmek istedim. Fakat bana araba kiralayan herkes yarım saat sonra arayıp ellerinde hiç boş araba kalmadığını söyleyip durdu!

İki gündür ne yaptıysam bir türlü Adana’ya dönemedim. Bu şehir sanki beni bırakmak istemiyordu. Kaldığım iki katlı evi de hiç sevmemiştim. Yine koskoca İstanbul’da gidip bula bula Karun veya Duha’nın otelini bulmak istemiyordum. İstanbul’daki tüm lüks mekânlar hep o ikisine ait çıktığı için bu sefer risk almak istemedim. Bu yüzden bu sefer otel yerine kiralık ev bakmıştım. Kısa kalacağım için taşınmayla uğraşmak istemedim. Dayalı döşeli bir ev seçmiştim ama içindeki eşyalar benim tercih etmeyeceğim kadar demodeydi.

Neyse dokuz gün daha bu evde idare edebilirim. Duruşmaya dokuz gün kalmışken artık bilet bulsam bile gitmeyi düşünmüyorum. Buradaki işimi bitirip sonsuza kadar İstanbul defterini kapatmak istiyordum. Duvardaki saate bakınca kısık bir sesle inledim. Gecenin ikisine kadar büyükbabamla konuştuğuma inanamıyordum. İkimizde uyku saatini kaçırmıştık ama beni yakalayınca kolay kolay telefonu kapatmamıştı.

Salondaki koltuğa uzanmıştım ve yatak odasına gitmek yerine hâlâ telefonla meşguldüm. İki gündür olduğu gibi gece olunca yine kendimi Karun’un Instagram hesabında bulmuştum. Gizlice girip önceden paylaştığı şeylere bakıyordum ancak anlamasın diye paylaştığı şeyleri asla beğenmiyordum. Parmağım sol köşedeki minik kalbe gidecek diye ödüm kopuyordu.

Bunu neden yaptığımı bile bilmiyorum ama gece olunca her zamankinden daha fazla yalnız hissediyordum. Gündüzleri en azından kendimi oyalayacak bir şeyler buluyordum ama geceleri onu aklımdan çıkartamıyorum. Ben bu adamdan hoşlanmıyorum, değil mi? “Neyinden hoşlanacağım be!” Kendimi azarlayarak kaşlarımı çattım. “Sanki hoşlanacak bir şeyi var da.” Dudak uçuklatan serveti, insanın aklını başından alan yakışıklılığı ve iç çektiren karizması dışında neyi var ki?

Benim halim hal değildi.

Instagram sayfasına girince bugün paylaştığı fotoğrafı gördüm. Keşke görmeseydim çünkü sadece fotoğrafını görmek bile içimi kıpır kıpır etmişti. Gözlerinde güneş gözlüğü olan bir fotoğraftı ve bu fotoğrafta sadece yan profili görünüyordu. Kaşları hep olduğu gibi hafif çatıktı ve gözlüğün gizlediği gözleri biraz kısılmış gibiydi. Kumral tutamlarının birazı alnına dökülmüştü ama benim gözlerim aralıklı dudaklarındaydı. O dudakları öptüğümü hatırladıkça kalbimin hızına yetişemiyordum. Onu öpmüştüm ve o da bana karşılık vermişti.

Öyle güzel bir geceyi böylesine bir kâbusa çevirdiğine inanamıyorum. Sadece fotoğrafı bile beni etkisi altına almaya yetiyordu. “Çirkin işte!” dedim fotoğrafına kaş çatarak. “Bunun neresi yakışıklı.”

Fotoğrafı paylaşırken yazdığı yazıyı daha yeni fark ediyordum. Evet, fotoğrafın altına bir şey yazmıştı. Gözlerimi kısarak ne yazdığını okumaya başladım. “Nasıl bir histi diye sorsalar, ağırdı derdim. Beni ikilemde bırakacak kadar ağır...” Kime veya ne içindi bu sözler, düşünmeye korkuyorum. Benim için demek istiyorum ama değilse büyük hayal kırıklığı yaşarım.

Okuduklarımla derin bir nefes aldığım esnada elli bin yorum görünce nefesim boğazımda kaldı. Bir fotoğrafa ve küçük bir yazıya neden bu kadar çok yorum vardı? Zaten takipçi sayısının otuz yedi milyon olduğunu gördüğümden beri moralim bozuktu. Benim sadece yirmi bin takipçim vardı ama onun otuz yedi milyon! Üstelik çoğu yabancı takipçilerdi. Uluslararası bir iş insanı olduğu için sadece Türkiye’de tanınmıyordu.

Sokakta geçen birine bu ülkedeki en zengin on kişiyi say deseler içlerinde mutlaka Karun’un adı geçerdi. Her ülkede birçok güvenlik şirketi ve farklı yatırımları vardı. Ünlü bir modelden daha çok tanınıyordu. O ve Duha her gün farklı bir habere konu oluyorlardı. Attıkları her adım yeni bir manşeti süslüyordu. Böyle bir adamla birlikte olmak da yorardı insanı.

Birçok takipçisi vardı ama Kenan dışında kimseyi takip etmiyordu hatta kardeşlerini veya Rengin’i bile. Yorumlara girince tahmin ettiğim gibi çoğunluk hep kadınlardı. Yabancı kadınların yorumları daha fazlaydı. İngilizce dahil birkaç dil bildiğim için yazdıkları övgü dolu sözleri anlayabiliyordum. Hepsi de onun egosunu daha da büyütecek şeylerle onu ilgiye boğuyordu. Fotoğrafına kalp atanlar ise sinirlerimi bozuyordu.

O kadar yorumun hepsini tek tek okumadım ama hızlıca göz gezdirirken sadece bir yoruma cevap verdiğini gördüm. O kim miydi? Duha! Evet, Duha fotoğrafın altına, ”Kimse sana nasıl bir his diye sormuyor, rahat ol,” diye yazmış. Karun ise onun yorumuna, ”Siktir git!” yazmış. Okuduklarımla kıkırdadım. Burada bile birbiriyle uğraşıyorlardı.

Duha’nın adının üzerine basınca onun profiline girdim. Vay canına takipçisi Karun’dan bir milyon fazlaydı. O da Kadem ve Elay dışında kimseyi takip etmiyordu. Evet, Karun’dan farklı olarak Elay’ı da takip ediyordu. Evinde yaşayan iki kişiyi de takip ediyordu. Duha’nın son paylaşımı boncuk ağdalar üzerineydi. Avuçladığı mavi boncuk ağdanın resmini çekip, ”Bu ne oğlum?” diye yazıp paylaşmış. ”Banyomda neden mavi mercimek var?” yazısını görünce kahkaha attım. Onun kadınların kullandığı ağda olduğunu bilmiyordu, değil mi?

Acaba kime aitti, Elay’a mı yoksa Kadem’e mi?

Evet, seçeneklerin arasında Kadem’de vardı.

İnsanların ne yazdıklarına baktığımda yorumlar yıkılıyordu. Herkes komik bir şeyler yazmış ama sadece Karun’un yorumuna cevap vermişti. Karun, ”Bir tek mercimeğin rengini boyamadığın eksikti. Kendini aştın, Tunus,” yazdığına göre o da ne olduğunu bilmiyordu. Duha ona cevap olarak, ”Lan oğlum yorumları okusana mercimek değilmiş!” yazmıştı. ”Bir süre beni rahatsız etme Elay’ı kovmakla meşgul olacağım!” Okuduklarımla gülerek başımı iki yana salladım.

Bunların düşmanlığı çok garipti.

Duha’nın sayfasından çıkıp tekrar kendi sayfamda oyalanmaya başladım. Saat geç olabilir ama galeriye girip bu öğle çektirdiğim fotoğrafı paylaştım. Bu fotoğrafta bahçedeydim ve üzerimde beyaz bir gömlek ve siyah tayt vardı. Gömlek ince tüldendi. İçine sutyen bile giymediğim için açık yakasında olmasa bile ince tülünde göğüslerim görünüyordu. Sadece fotoğraf çekmek için giyindiğim için bunu sorun etmemiştim çünkü hemen sonra çıkarmıştım.

Merdivende oturup kolumu büktüğüm dizime yaslayarak poz vermiştim. Çenemi elime yasladığım için göğüslerimden biri görünmüyordu ama sol göğsüm ince bir tülün altında bile belli oluyordu. Yoldan geçen bir kadına çektirdiğim bu fotoğraf kadının kınayan bakışlarına maruz kalmama neden olmuştu.

“Bana gülümsedin, hiçbir şey anlatarak konuştun benimle. Anladım ki buydu uzun zamandır beklediğim,” diye yazıp fotoğrafı paylaştım. Nadiren kitap okurdum ama bu cümle çok önceden okuduğum bir kitaptan aklımda kalmıştı. Karun bana nadiren gülümserdi ama gülümsediği o anlarda bana hissettirdikleri tam olarak bunlardı.

Tagore’nin Avare Kuşlar kitabından bir alıntıydı.

Acaba Karun uyudu mu? Ya da benim yaptığım gibi paylaştığım şeylere gizlice bakıyor mu?

Beni ne yapsın o ancak gitsin Rengin’e baksın!

“Ama ben çok mutsuzum,” dedim dolu dolu gözlerle. Uyumadan önce şuracıkta biraz ağlayacağım sonra gidip uyurum.

Dış kapının zilini duyunca az kalsın elimdeki telefon yere düşecekti. Karun gelmiş olabilir miydi? Telefonu koltuğun üzerine atıp hemen salondan çıktım. Holü hızlı adımlarla geçip kapının önünde durdum. Onun gelme ihtimali beni o kadar heyecanlandırmıştı ki aptallık edip kapının dürbününde kimin geldiğine bakmadım. Kapıyı açtığım an üzerime doğrultulan silahları görünce dona kaldım. Beş silahlı adam tam karşımdaydı. Yine mi ya!

İçlerinden biri, “Ellerini başının üstünde tut ve kapıdan uzaklaş!” dediğinde kapıyı sonuna kadar açtığım için kendime küfrettim. Bunlarda kimdi? Carlos’un adamları değillerdi çünkü saçımdaki kurdeleden takmıyorlardı.

Eğer Carlos’un adamları olsalardı onlardan korkmaz, karşılık verirdim çünkü 13 Haziran’dan önce Carlos’un benim için ölüm emri çıkarmayacağını bilirdim. Ama bunlar onun adamları değildi ve en küçük hatamda tetiğe basmaktan tereddüt etmezlerdi. Benden istedikleri gibi ellerimi yukarıda tutarak arkaya doğru birkaç adım attım. Hepsi içeri girip kimse görmeden kapıyı kapattı.

Boyu benden kısa olan sıska bir adam bana bakıp, “Sırtını dönüp yürümeye başla,” dediğinde elindeki silahı bir an bile yere doğru indirmiyor, aramızdaki mesafeyi koruyordu. Anlaşılan beni iyi araştırmışlardı çünkü yakından daha tehlikeli olabilirdim.

İstediklerini yapıp sırtımı dönerek yürümeye başladım. Onların istediğinden daha yavaş hareket ediyor olmalıyım ki içlerinden biri, “Hadi!” diye silahının ucuyla sırtımı dürtünce hızla ona döndüm ve yumruğumu suratına geçirdim.

Adam geriye sendeledikten sonra bana vurmak için üzerime atladı ama bileğini havada yakaladım. Bileğini bükerek arkasına geçtim ve ensesini kavrayıp yüzünü sertçe duvara çarptım. Duvarıma onun burnundan akan kanlar sıçrarken boynumda sivrisinek ısırığı gibi bir acı hissettim. Adamı yere fırlatıp arkamı dönünce sıska adamın silahı alnımın tam ortasındaydı. Namluyu alnıma bastırarak diğer elini yukarı kaldırdı. Elinde bir şırınga tutuyordu.

Kahverengi gözleri şimdiden kazanmış gibi bana bakarken, “Zehir,” dedi gözlerimin içine baka baka. “Panzehrin sadece bizde olduğu bir zehir. Şimdi uzatma ve yürümeye devam et!” Bana zehir mi enjekte etti? Beni bırak Carlos bile bunun için hepsini öldürebilirdi. Büyük güne bu kadar az kalmışken beni öldürme şerefini bir tek kendinde görüyordu.

Küçümsercesine çökmüş yüzüne baktım. “Neye bulaştığınız hakkında en ufak bir fikriniz yok,” dedikten sonra onlara sırtımı dönüp yürümeye başladım.

Salona girince benden oturmamı istediler. Tekli koltuğa oturduğumda sıska adam bana silah doğrulturken diğer dördü evi aramaya başladı. Beş adım uzaklıkta durup bana silah doğrultan adam, “Tarağın yerini söyle,” dedi uzlaşmacı bir ifadeyle. Cebinden çıkardığı küçük şişeyi bana gösterdi. “Panzehre karşılık tarağı istiyorum. Açık arttırmada aldığın tarağı bize ne kadar çabuk verirsen zehrin etkilerini o kadar az çekersin.” Tüm bu tantana basit bir tarak için miydi? Anlaşılan tarağı isteyen sadece Carlos değildi.

“Tabii ki.” Koltuğa yaslandığımda parmak uçlarımda küçük çaplı bir uyuşukluk hissettim. Adamın gözlerinin içine bakıp, “On beş milyonunuz varsa neden olmasın?” diye omuz silktim. Aklıma gelen küçük detayla, “Ah,” diye gülümsedim. “Artı olarak bana doksan dokuz kuruş daha ödemelisiniz.” Sonuçta o tarağı on beş milyon doksan dokuz kuruşa satın almıştım.

Adamlar evin altını üstüne getiriyor olmalı ki yatak odamda gelen sesleri duyuyorum. Karşımdaki çelimsiz adam onunla dalga geçtiğim için çirkin gözlerle şortun açıkta bıraktığı bacaklarıma baktı. “Belki de seni konuşturmanın farklı yollarını aramalıyız.” Çıplak bacaklarıma sinirlerimi bozacak kadar uzun bakmıştı. “Daha zevkli yollar var.”

Güldüm. “Tatlım sen kahvaltıda çok mu yürek yiyorsun?” Bunu sorarken çok ciddiydim. “Elindeki silaha çok güvenme çünkü bana yaklaştığın an aletine öyle şeyler yaparım ki kadınlığa geçiş yaparsın,” dediğimde o kadar çok kızdı ki raftaki demir bibloyu alıp tüm gücüyle bana fırlattı. Yaklaşmaya cesaret edemediği için uzaktan saldırıyordu.

Normal şartlarda bana fırlattığı bibloyu hiç zorlanmadan tutabilirdim. Tek yapmam gereken elimi kaldırıp tutmaktı ama yapamadım. Dizimde duran elimde tüm güç çekilmiş gibi kıpırdatamadım. Biblo alnıma çarpıp kaşımı yararak kucağıma düştüğünde bile hiç kıpırdayamadım. El ve ayaklarımda başlayan uyuşmayı düşünmemi engelleyen tek şey kaşımda hissettiğim yoğun acıydı. Neler oluyor?

Ellerimi oynatabiliyordum ama yukarı kaldıramıyordum. Bunu yapmaya kalkıştığımda sadece birkaç saniye onları havada tutabiliyordum daha sonra tekrar aşağıya düşüyordu. “Çok hızlı tesirini gösteriyor, değil mi?” dedi sıska adam. Alnımdan yanağıma akan kana sırıtarak bakıyordu. “Beş dakika sonra konuşamayacak hale geleceksin çünkü ağzının içindeki dilin dahi uyuşacak. Fırsatın varken tarağın yerini söyle,” dedikten sonra artık onun için bir tehlike arz etmediğim için silahını indirdi.

Yürüyüp karşımdaki koltuğa otururken şaheserinden zevk alır gibi bana bakıyordu. “Bedenindeki uyuşukluk en fazla yirmi dakika sürecek.” Kollarını koltuğun kenarlarına koyarak arkasına yaslandı. “Daha sonra felç etkisinin hiç geçmemesini isteyecek kadar yoğun bir acı seni karşılayacak.” Güldü. “Vücudunda çözülen her yer yerini katlanılmaz bir acıya bırakacak.” Sustu ve gözlerime baktı. “Tüm bunları yaşamak istemiyorsan bana tarağın yerini söyle.”

Saydıklarının hiçbirini saçma bir tarak yüzünden yaşamak istemiyorum. Tarak onlar için neden bu kadar değerli, bilmiyorum ama uğruna ölmek isteyeceğim bir şey değildi. Bu yüzden direnmeden, “Karun’un evinde,” dedim. Bahsettiği uyuşmayı artık dudaklarımda bile hissediyordum. “Onun evinde kalan bavulumun içinde,” dediğimde karşıma geçip gevrek gevrek gülen adam Karun’un adını duyunca gülüşü yok oldu. Evimi basmak en kolayıydı sıkıyorsa Karun’un evine baskın yapsın.

Diğer odaları karıştıran adamlar buraya gelip başını iki yana salladı. Bulamadıklarını daha iyi anlatamazlardı. Kaşımı bibloyla yaran herif tarağın burada olmadığını anlayınca büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Bana bakmayı bırakıp adamlardan birine döndü. “Ara Kalender’i tarağı köpeklerinden biriyle göndersin. Kendisi gelmeye kalkışırsa veya birden fazla adam gönderirse-” dedikten sonra beni işaret etti. “Karısının öleceğini söyle.”

İşim Karun’a kalmışsa ben zaten öldüm demektir.

Karun o günkü laflarını yutup bana gelmezdi. Keşke gelse ama sözünü çiğneyecek bir adam değildi.

Saçlarını kazıtan iri adam cebindeki telefonu çıkartarak salonda çıktı. O diğer odada Karun’a durumu izah ederken benim vücudum tamamen felç geçirmişti. Artık parmaklarımı kıpırdatmam şöyle dursun dudaklarımı bile oynatamıyordum. Kaskatı bir şekilde koltukta oturuyordum. Göz kapaklarım dışında hiçbir uzvum kıpırdamıyordu. Ne başımı çevirebiliyordum ne de kaşımda hâlâ süzülen kanın sıcaklığını hissediyordum.

Artık yarılan kaşımın bile acısını hissetmiyordum. Gerçek anlamda donmuş gibiydim. Birazdan göz kapaklarımın da donacağını hissediyorum. Telefon görüşmesi yapan iri adam içeri girdi. Hâlâ oturmakta olan sıska adamın karşısında durdu ve “Söylediklerimi dinledikten sonra telefonu kapattı,” dedi. “Şimdi ne yapacağız?” Sesindeki kafa karışıklığını hissediyordum.

Sıska adamın kahverengi gözleri beni buldu. “Bekleyip göreceğiz,” dedikten sonra ayağa kalktı. Gözleri hâlâ benim üzerimde oyalanırken elindeki silahı beline taktı. Sık sık bacaklarıma bakıyordu. Kanı bozuk piç!

Başını çevirip odadaki dört adama döndü. Sessizliğini koruyan üç kişiye, “Sizler bahçede nöbet tutun,” dediğinde ses tonu sabırsız ve heyecanlıydı. Saçsız iri adama özellikle bakıp, “Sende kapının önünde bekle,” dediğinde korkudan yutkunamadım. Onunla yalnız kalmak istemiyorum çünkü ne yapacağını çok iyi biliyorum.

Diğer üç adam dışarı çıktı ama iri adam çıkmadı. Sıska olan, “Sen ne bekliyorsun?” deyince diğeri kaşlarını çatarak ona doğru bir adım attı. “Bu kız harcadığın diğer kızlara benzemez,” dediğinde gri gözlerinde korkutucu bir ifade vardı. “Kimin karısı olduğunu tekrar düşün. Kalender’in karısına dokunursan seni bulur ve gözlerinin önünde sülalendeki tüm kadınları becerir! Bunu yapacak kadar gözü kara olduğunu iyi biliyorsun,” diye onu uyardı. “Patron gerekirse kadını öldürün ama el sürmeyin dedi!” Duydukları sıska adamın hoşuna gitmedi ama benim içime su serpmişti. Kendimi koruyamayacak kadar aciz bu durumdayken onun tacizlerine maruz kalmak istemiyordum.

Bundan gerisi benim için sancılı bir bekleyişten ibaretti. Gözlerimi tam karşımdaki guguklu saatten ayırmıyordum. Zaten dümdüz karşıma bakmaktan başka bir şey de yapamıyordum. On dakika geçmesine rağmen ne gelen vardı ne de giden. Salondaki iki adım sabırsız adımlarla odanın içinde dönüp duruyordu. On dakika boyunca beton yığını gibi koltukta kaskatı bekledim. Bendeki tek yaşam belirtisi dudaklarımın arasında sızan cılız nefeslerdi. Bir de donan gözlerimden akan yaşlardı. Gözlerimi kırpamadığım için sık sık sulanıp akıyordu. On beşinci dakikaya girdiğimizde ise kaşımdaki acı usul usul geri gelmeye başladı. Gözlerimi kırpmaya başladım. Birazdan başlayacak daha büyük acıların ilk adımları olduğunu biliyorum.

Evet, uyuyan vücudum zehrin ölümcül boyutunu bana tattırmak için uyanmaya başlamıştı.

Dizimdeki parmaklarımı kıpırdatmaya başladığımı hissediyorum. Adamlar yeterince beklediğini düşünmüş olmalı ki ikisi de bana doğru yürüdü. Sıska adam önümde dururken diğeri telefonla bir şeyler yaparak yanıma geldi. Arkama geçti ve ensemdeki saçlarıma asılarak başımı sertçe kaldırınca acı içinde kıvrandım. Kartal pençesi gibi parmaklarını saçlarıma daldırmıştı ve yolacakmış gibi çekiyordu. Saç diplerimdeki acıyı hissettiğime göre bana verdikleri ilacın etkisi artık geçmeye başlamıştı.

Vücudumdaki uyuşma bu seferde yerini yavaş yavaş beni çıldırtan bir acıya bırakmaya başlamıştı. Bana ne tür bir zehir verdiklerini hâlâ anlamış değilim. Saçlarıma asılan adam elindeki telefonu kulağıma yasladı. “Kocanla konuş!” Asıldığı saçlarımı daha çok çekince gerilen boynum yüzünden tavana bakıyordum. Tarağı onlara göndermesi için Karun’u ikna etmemi istiyorlardı.

Bu tarak onlar için neden bu kadar değerliydi?

Dudaklarımı sımsıkı kapatıp konuşmayı reddettiğimde karşımdaki adam, “Böyle olmayacak bırak onu,” dedi sabırsız bir sesle. Daha fazla benimle uğraşmak istemiyorlardı.

Saçlarıma asılan adam onu dinleyip beni bırakınca kafam öne doğru düştü. Başım göğsüme düştüğünde vücudumun ilaca karşı gösterdiği reaksiyonları hissetmeye başlamıştım. Bir süre uyuşmuştu fakat şimdi ölü hücreler sancılı bir şekilde hortlamış gibi bana acı salgılıyordu. Isırgan otunun içinde çırılçıplak yuvarlanmışım gibi derime küçük iğneler batıyordu. Böyle hissediyordum. Gözeneklerimde başlayan karıncalanma birazdan başlayacak sonsuz bir acının habercisiydi. Verdikleri zehir yüzünden ciğerlerime yeteri kadar hava girdiğini sanmıyorum.

Karşımdaki çelimsiz adam bana doğru yürüdü ve bıçağıyla çenemi kaldırıp üzerime eğildi. Vücudumun gösterdiği tepkileri zevk alarak izlerken, “En fazla bir saatin kaldı,” dediğinde daha sonra olacakları izlemek için her şeyini feda edebilirdi. “Bir saatin sonunda, yani kan kusmaya başladığında belki panzehir bile seni kurtaramaz.” Sarı dişlerini bana göstererek sırıttı. “Aklın varsa tarağı bir an önce göndermesi için onu ikna edersin!”

Bağlı değildim ama bana verdikleri şey yüzünden ayağa kalkıp suratına yumruğumu geçiremiyordum. Zehir yüzünden felç geçiren vücudum daha yeni yeni kendine geliyordu. Bu sıradan bir uyanış değildi. Bu ölüme uyanmaktı çünkü hemen sonrasında sonsuza kadar uyuyacağımı biliyorum. Ölmeden önce çekeceğim en sancılı bir saati tadacak, daha sonra acılar içinde kıvranarak ölecektim.

Cılız adam geriye çekilerek çeneme yasladığı bıçağı çekti. Yanımda duran arkadaşının elindeki telefonu bana gösteriyordu. “Şimdi konuş onunla!”

İkinci kez telefonu kulağıma yasladıklarında hızlı hızlı nefesler alırken kuruyan dudaklarımı araladım. Çektiğim acıyı dizginlemeye çalışırken, “Karun,” dedim kısık bir sesle. Sesim titremesin diye olağanüstü bir çaba harcıyordum. Onunla konuşurken kekelemek istemiyordum ama zehirden dolayı sesim pütürlü çıkıyordu.

“Odamdaki bavulumun içinde,” diye ona tarağın yerini söyledim. Tarak bavulla birlikte onun evinde kalmıştı. “Onlara istediklerini ver.” Eğer bunu yapmazsa bana panzehri vermeyeceklerdi. Ölüm umurumda değildi ama ablamı son bir kez daha görmeden ölmek istemiyordum.

Annem gibi veda etmeden gitmek istemiyorum.

Karun sesimi duyunca önce kısa bir süre konuşmadı. Sanki telefonun diğer ucunda değilmiş gibi davranıyordu ama verdiği nefes seslerini duyuyordum. Sonra eskisinden daha soğuk sesini duydum. “Sana bir şey gönderdiğim doğru,” dedi buz gibi bir sesle. “Çoktan gelmiş olmalı,” dediğinde mikrofon açık olduğu için buradaki iki adam birbirine baktı. Bunun ne anlama geldiğini sorguluyorlardı. Bana bunları söyledikten sonra Karun telefonu kapatmıştı. Tarağı gönderdi mi?

Onunla gitmediğim için bana kızgın olduğunu biliyorum. Bu yüzden benim hayatım karşılığında tarağı vermeye yanaşmaz sanıyordum. Ancak Serhat ile de gitmemiştim. Evet, tercihim ikisi de olmamıştı. Karşımdaki adam tam konuşmak üzereydi ki elinde siyah bir kutu tutan bir adam içeri girdi. Ayakkabı kutusundan biraz büyük bir kutuyu ellerinde tutuyordu. Bu gelen Furkan’dı. Yanında bahçede nöbet tutan o üç adamda vardı ve o, bu görev için seçilmişti.

Furkan elçi olarak seçildiği için itlerin inine tek başına girmişti. Etrafındaki silahlı adamların içinde tıpkı benim gibi tek başınaydı. Beni görünce adım atmakta zorlandı, duraksadı. Benimkiyle aynı renkte olan kahve gözleri yüzümün bir tarafını kırmızıya boyayan kana baktı. Sertçe yutkundu. O hep muzır bakan kahverengi gözleri şimdi eğlenerek bakmıyordu.

Furkan’ın sempatik yüzü bana baktıkça daha kızgın ve sert bir ifadeye bürünüyordu. Önce bana sonra da elinde tuttuğu kutuya baktı. Eflatun bir kurdeleyle sarılı siyah kutuya yutkunarak bakıyordu. Başını kaldırdı ve tekrar bana baktığında özür diler gibiydi. O kutunun içinde tarak yoktu, değil mi?

Karun bana ne göndermişti?

Furkan derin bir nefes alarak bana doğru yürüdü. Önümde durduğunda kutuyu tutan elleri titriyordu sanki içinde olan şeyin benim için anlamını biliyordu. Ciğerlerimdeki sıkışma baskısını arttırırken, “Kutuyu aç,” diye fısıldadım. İçinde olan şeyi görmek istiyordum. Kocamın bana hediyesi vardı içinde.

Ondan aldığım ilk hediye olacaktı.

Furkan gözleri dolu dolu bana bakarken iç acıtan bir ifadeyle, “Yapamam, Bige Hanım,” dediğinde sanki karşımda otuz yaşında bir adam yokmuş gibi davranıyordu. Kutunun içinde ne vardı?

Ellerimi oynatıp koltuğun kenarlarına bastırdım. Titrek kollarıma baskı uygulayarak vücudumu yukarı ittim. Ayakta durduğumda o kadar çok titriyordum ki diz kapaklarım sürekli bükülüyordu. Tekerlekli sandalyeye mahkûm birinin çaresizliği vardı üzerimde. Tekrar koltuğa yığılmaktan korktuğum için kalan son gücümle ellerimi kutuya uzattım. Eflatun kurdeleyi çekerek açtım. İpek kurdele parmaklarımın arasında kayıp yere süzülürken kutunun kapağını kavradım.

Furkan benim için kutuyu tutuyordu. Titrek parmaklarım kapağın kenarlarını tutarak onu yukarı kaldırdı. Kutunun kapağı da yere düştü ve ben başımı eğerek kutunun içindeki şeye baktım. Hayır, hayır, bunu yapmış olamazdı.

Karun bana ölüm mü gönderdi?

Gözlerim dolarken ellerimi uzatıp kutunun içindeki elbisenin askılarını tuttum. Askılarından kaldırdığım düşük omuzlu elbiseye ıslak gözlerle bakıyordum. Vücudumdaki yoğun acıdan dolayı kekelerken, “Ka-Karun,” dedim titreyerek. “Bana eflatun elbise mi gönderdi?” Evet, bana eflatun elbise göndermişti. Eflatun benim için ölümün rengiydi ve o, karısına öl diyordu. Öl diyordu ya bana, öl diyordu.

Oysaki daha önce ona ölürken üzerimde eflatun bir elbise olsun istiyorum demiştim.

Bu elbisenin benim için ne anlama geldiğini bilerek göndermişti.

Kutunun içinde çıkartıp etekleri yere değen elbiseye ıslak gözlerle baktım. “Furkan,” diye mırıldandığımda daha fazla ayakta duramadığım için kalktığım koltuğa yığıldım. Kucağımdaki elbiseyi sıkıca tutuyordum. “Ona de ki Saka elbiseyi çok sevmiş,” dedim kısık bir sesle. Öksürmeye başladığımda başımı eğerek göğsümdeki sızıya teslim oldum. Karun öl diyordu bana, öl.

Sıska adam, “Bu elbise nedir?” diye sordu.

Elbisenin eflatun rengine bakarken dolu dolu gözlerle gülümsedim. “Kocam bana 13 Haziran’ı göndermiş,” dedim ağlamaklı bir sesle. Evet, bu hediyenin tek anlamı buydu.

Ben o patlamadan sonra eflatun elbiseyi sadece yılda bir kez giydim. Her yıl 13 Haziran’da giydiğim elbisenin rengi eflatundu. O gün sekiz yaşındaki bir çocuğa dönüşürdüm ve etrafımdaki her şey cesetlere dönüşürdü. Baktığım her eşya yıkılırdı, her insan ölürdü ve gökyüzü siyaha bürünür, yeryüzü kıyamete dönüşürdü. Yılda bir kez dünyayı kimsenin göremediği gözlerle görürdüm.

Sabah ezanıyla başlayan yasım gece on iki de son bulurdu. O günü yaşarken tüm gün üzerimde eflatun rengi bir elbise olurdu. Ve ben bütün bunları bir tek doğduğum günde yaşardım. Günün bitiminde ise başımı yastığa koyduğumda ağlayarak, ”Neden doğdun, Bige?” diye sorardım kendime. Yıllardır kendi doğumum için bir kez bile olsun iyi ki diyemedim. Çünkü ben iyikilere doğmamıştım.

Karun’un bana yaptığı veya yapacağı her şeyi bir şekilde affedeceğimi biliyorum. Amma ve lakin eflatun elbiseyi affedecek kadar büyük değildi yüreğim. Bu sefer acıtmadı ki doğrudan öldürdü.

Bir erkeğin kini bu kadar büyük olabilir miydi? Benimle kalırsan seni hayatımın merkezine koyarım ama gidersen silerim seni demişti. Serhat’ı seçmediğimde bile öfkesi dinmemişti çünkü onu da seçmemiştim. Onu seçmemi, onunla kalmamı istemişti. Bu yüzden bana onu seçmezsem ölsem bile umurunda olmayacağını söylemişti. Şimdi ölmek üzereydim ve o, sözünün arkasında durup bana gelmemişti. Karun’un tersi düşündüğümden daha sert ve acımasızdı.

Bir süre sonra Furkan istemeye istemeye gitmişti. Beni bu adamların eline bırakmayı hiç istememişti ama bunu yapmaktan başka çaresi yoktu. Karun’dan aldığı emir böyleydi. Buradaki adamlarla yine tek başıma kalmıştım. İçlerinden biri, “Şimdi ne olacak?” diye sordu endişeli bir sesle. O kadar güçsüzüm ki başımı kaldırıp onların yüzüne bakamıyordum. Sadece sesleri geliyordu uğultulu kulaklarıma.

Tıpkı sıska adamın, “Patronun istediği şeyi alamadık ama Kalender’in karısının öldüğünü duymak onu mutlu edecektir,” dediğini duyduğum gibi. “Gidelim,” diyen sesini işittim. “Nasıl olsa kadının fazla zamanı kalmadı.” Hayır, aslında ölecek olan onlardı.

Karun’un dışarıda olduğunu biliyorum. Daha onlar bahçeden çıkmadan hepsinin leşi yeri boylayacaktı. Karun gece vakti silah sesleriyle insanların dikkatini çekmeyecek kadar zekiydi. Büyük ihtimalle silahlarında susturucu vardı. Onları öldürüp panzehri alacak ama bana vermeyecekti. Bunun için ona yalvarmamı istiyordu. Bu kadarını tahmin edecek kadar onu tanıyordum. Bana gönderdiği eflatun elbise onu daha iyi tanımama yardımcı olmuştu.

Kızgındı ve ona yalvarmamı istiyordu. O elbisenin anlamı buydu, ”Bana muhtaçsın çünkü ben olmazsam eflatun elbise senin tek kaderin,” demek istemişti.

Ondan başka kimsenin beni koruyamayacağını bana sekiz yaşımdaki bir travmayla hatırlatmıştı. Bu çok acımasız bir dersti. Asla unutmayacağım ve yanağımda sızısını ölene kadar hissedeceğim bir tokattı. Karun’un eli belki yanağıma değmemişti ama attığı tokadı en az babam kadar şiddetliydi.

Adamların gittiğini dış kapının sesiyle anladım. Ateşler içinde yanarken, “Ba-baba,” diye fısıldadım sessizce ağlarken. “Evlendiğim adam sana çok benziyor.”

Bir yanağımda babamın 13 Haziran’da, ”Öl veya öldür, Efil,” diye attığı tokadını taşırken artık diğer yanağımda da Karun’un eflatun elbiseyle attığı tokadı taşıyacaktım.

Sana çok benziyor baba.

Bende onun yüzünden öleceğim.

Burnum kanamaya başladığında hızlı hızlı nefesler almaya başlamıştım. Vücudumdaki savaş artık gittikçe daha şiddetlenmeye başlamıştı. Oturduğum yerde üzerimdeki atleti çıkarmak için fazladan çaba harcadım. Sutyen ve şortla kalınca elbiseyi kafamdan geçirdim. İnce askıları olan ve omuzları düşük elbise tam üzerime olmuştu. Belki çok uğraştım ama ayağa kalkmayı başarmıştım. Elbiseyi aşağıya doğru çekince ince beli karnımı sararken ipekten etekleri aşağıya doğru döküldü.

Uzun ve güzel bir elbiseydi. Sırt kısmı açık, göğüs dekoltesi bağcıklı iplerden oluşuyordu. Kefenim olamayacak kadar güzeldi ama bir kefenden farklı değildi. Koltuğun üzerindeki telefonumu alıp duvarlara tutunarak salondan çıktım. Adeta sürünerek dış kapıya doğru adımlar atmaya başladım. Eski bir ev olduğu için kapısı da eski ve ince bir ahşaptandı. Bu yüzden dışarıdaki adım seslerini duyabiliyordum. Biri dışarıdaki merdiveni çıkıyordu. Bu Karun’du biliyorum. Panzehri almıştı.

Onun attığı her adıma karşılık bende kapıya doğru bir adım attım. Saçlarım terden sırılsıklam olduğu için su içinde kalmıştım. Adım sesleri kapının önünde durdu tıpkı benim de durduğum gibi. Artık aramızda sadece bir kapı vardı. Burada olduğumu biliyordu çünkü ince kapıdan o da benim adım seslerimi duymuş olmalıydı. Artık gücümün sonuna geldiğim için sırtımı kapıya yaslayıp yere doğru kaydım. Kapıda sırtımın olduğu yerde hafif bir hareketlilik hissedince onun da oturduğunu anladım.

Aramızdaki kapı olmasaydı sırtımız birbirine yaslı olurdu. Onu çağırmamı, ona gel dememi istiyordu. Ondan giden ben olduğum için ben gel demedikçe bana gelmeyecekti. Ölsem bile ben gel demedikçe bu kapıdan içeri girmeyecekti. Dedim ya tersi çok pisti ama ölümcül boyutta olmasını beklemiyordum.

Yeni bir öksürük dalgası ciğerlerimi sökerken acılar içinde inledim. Hepsini duyuyor, buna rağmen bana gelmiyordu. Önce gururumu ayakları altına serip ona yalvarmalıydım. Ezip geçmeliydi beni ben yapan bir gururu. Beni ondan uzak tutan her şeyi ezip geçmeliydi. Ona muhtaç olduğumu anlayana kadar, o muhtaçlık duygusunu bana empoze edene kadar durmayacağını artık biliyordum.

Beni Bige Efil yapan her şeyden vazgeçmemi istiyordu.

Elimdeki damarlar bile şişmeye başladığında onu aradım. Telefonu kulağımda tutan elim titriyordu, ben titriyordum ve yüreğim titriyordu. O kazanmıştı. Yaşamak istiyordum çünkü henüz ablamı son bir kez görmemiştim. Henüz Gazel bana gelmemişti. Bunun bir affı olsun istiyorum ama yoktu. Onu affetmek istiyorum ama nasıl unutacağım bu yaptığını?

Ben üzerimdeki eflatun elbiseyi nasıl unutacağımı bilmiyorum.

Kapının hemen diğer tarafında telefonundan gelen melodiyi duyuyordum. Birkaç saniye sonra müzik sesi kesildi çünkü telefonu açmıştı. İkimiz de konuşmadık, ikimiz de fazla sessizdik. Kulağımda onun nefes sesleri vardı ve gözlerimin önü gittikçe kararıyordu. Burnum kanadığı için dudaklarımın arasına sızan kanı yutuyordum. Tükürmek istiyorum ama iflasın eşiğinde olan vücudumda bunu yapacak hiç güç kalmamıştı.

Ara ara midem bulanıyordu ama göğsümdeki şiddetli basınç kusmama bile izin vermiyordu. Bu acıyı tarif et deseler hiç şüphesiz onlara kör bir testereyle canlı canlı kesilmek gibi derdim. Testerenin tırtıklı uçları etimi yarıp kaburgalarıma sürtünüyormuş gibiydi. Ve bana panzehri vermeyen kocam artık testerenin sahibiydi.

Gözlerimden yaşlar süzülürken kulağımdaki telefonu daha sıkı tuttum. “Merhametinin bir sınırı var mı, bilemem ama vicdansızlığının bir sınırı olmadığını artık biliyorum,” dedim kısık bir sesle. Olmadığını bu gece bana öğretmişti.

“Anla artık,” dedi soğuk, katı ve gaddar bir sesle. “Ben olmayınca seni bekleyen tek son bu.”

Hıçkırıklarımı engellemek için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Sessiz sessiz ağlarken beni zorladığı şey çok kanıma dokunuyordu. Sırf ablamı son kez görmek için ona yalvarmak istemiyorum. Kendi hayatım için ona yalvarmak istemiyorum. Yaşamak umurumda değildi ama Gazel’in beni affettiğini görmeden ölmek istemiyordum. Kesik kesik nefesler alırken, “Bunu asla unutmam,” diye fısıldadım. Bu geceyi bana unutturamazdı.

Sıkıntıyla aldığı bir nefesten sonra, “Unutmayacağını biliyorum,” dedi duygusuzca. “Bazı şeyleri daha iyi anlaman için unutmamalısın da.” Bununla yaşamayı öğreneceğim öyle mi?

“Sende unutmayacaksın,” dedikten sonra kendimi zorlayarak ayağa kalktım. “Sana yemin ederim bu geceyi sende hiç unutmayacaksın.” Bu geceyi onun için de unutulmaz kılacağım.

Hayır, Gazel için olsa bile hayatım için ona yalvarmayacağım.

Tekrar duvarlara tutunarak kapıdan uzaklaştım. Çatı katının merdivenine yetiştiğimde elimdeki telefon yere düşmüştü. Eğilip telefonu almak yerine basamakları çıkmaya başladım. Dördüncü basamakta gücümün sınırlarını zorladığım için daha fazla ayakta duramadım. Merdiven korkuluklarının diplerini tutarak kendimi yukarı çekmeye başladım. Basamaklar göğüslerime ve karnıma sürtündükçe acım katlanıyordu.

Burnumda durmaksızın kanlar akarken ve kendi kanımda boğulurken durmadım ve kendimi yukarı çekmeye devam ettim. Elimi uzatıp kol mesafemdeki korkuluğu dibinden kavrıyor ve tüm gücümle asılarak kendimi birkaç basamak yukarı taşıyordum. Daha sonra tekrar elimi uzatıyor ve aynı işlemi yine yapıyordum. Gazel’i görmek veya ailemle vedalaşmak artık umurumda değildi.

Yaşamak için Karun’a yalvarmayacağım, kimseye yalvarmadım. Ben babamın kızıyım ve babam, insanlara boyun eğip yalvarmayı bana yasaklamıştı. Ölümse ölüm ama beni daha fazla aşağılamasına izin vermeyeceğim. Kabul ediyorum Karun’un tersi fenaydı ama benim tersimde öyleydi. Henüz bilmiyordu ama istediğimde ondan daha fazla acımasız olabilirdim. Ben kendi anneme kıyıp kendimi yetim bırakmıştım. Kendime bile eyvallah dememişken ona mı diyeceğim?

Bana gönderdiği eflatun elbiseyi bu gece en büyük kâbusu yaparak öleceğim. Evet, artık ondan gelecek merhemi istemiyorum panzehir onun olsun. En üst basamağa gelince tırnaklarımı fayansa geçirerek kendimi yukarı çektim. Yukarı çıkınca ellerimi yere bastırıp öğürerek kan kusmaya başladım. O sıska adamın dediği gibi ağzımdan da kan gelmeye başlamıştı. Yere bastırdığım kollarım dirseklerimden titrerken dudaklarımdaki kanı silmedim.

İstesem bile ayağa kalkamadığım için kollarımın üzerinde sürünmeye başladım. Kollarımı öne uzatıyor, daha sonra kendimi ileriye doğru itiyordum. Gözyaşları içinde ağlarken devam etmek için kendimi zorluyordum. Uyan, Begüm Hanım uyan. Uyan ve kızını düşürdükleri şu hale bak. Uyan, anne uyan. Uyan ve telefonlarını açmadığın kızının nasıl kendi kanında boğulduğunu gör.

İnsanların kızına affı merhameti yoktu.

Çok zor olmuştu ama ecel terleri dökerek çatı katının terasına çıkmayı başarmıştım. Sürünerek de olsa bunu yapmıştım. Terasın ucuna gelince yüzüstü yerde uzanırken birkaç dakika soluklanmaya çalıştım. Fakat içime çektiğim cılız nefesler boğazımda hırıltılı sesler çıkartarak canımı yakıyordu. Az kaldı birazdan bitecekti bu işkence. Başımı kaldırıp terasın mermer korkuluklarını diplerinden kavradım. Kendimi biraz daha öne doğru çekerek dizlerimin üzerinde durdum. Korkulukları en üstünde tutup ayağa kalkabildim. Acımayan hiçbir uzvum yoktu.

Mermeri sıkıca tutarken önce bir bacağımı sonra da diğer bacağımı korkulukların üstünden geçirdim. Şimdi yönüm tamamen boşluğa bakıyordu. Kollarımı iki yanımdan uzatıp yaslandığım mermeri sıkıca tutarken yönüm boşluğa bakıyordu.

Birazdan her şey bitecekti.

Bahçede duran korumalardan biri telefonla konuşurken başını kaldırınca beni gördü. Diğer evlerin ışıkları ve sokak lambaları iki tarafında birbirini görmesini sağlıyordu. Korumanın elindeki telefon yere düşünce korku dolu bir sesle, “Bige Hanım,” dediğini duymuştum. Diğer korumalar da duymuştu. Hepsi merak edip başlarını kaldırınca gördükleri karşısında şaşkına dönmüşlerdi.

Aralarında duran Furkan’ın, “Bige Hanım yapmayın!” diyen bağırtısını duydum. Artık çok geçti.

İkinci katın terasında boşluğa bakarken tekrar kan kusmadan hemen önce, “Çağırın gelsin!” demeyi başardım. Gelsin ve görsün eserini.

Karun zaten kapımın önünde durduğu için sesimi duyunca hızlı adımlarla merdiveni indi ve korumaların yanına geldi. Kenan koşarak onun yanına gelirken Karun başını yukarı kaldırınca beni gördü. Kaskatı kesilmişti. Dudaklarından korkuyla çıkan, “Saka,” adı kısıktı ama onu duymuştum. Bu uzaklıkta yüzünü net göremiyordum, yakın olsak bile göremezdim çünkü görüşüm ağlamaktan bulanıktı. Ne çok ağlatmıştı bu gece beni.

Yüzünü göremiyorum ama artık onun da korktuğunu biliyorum. Beni kanlar içinde bir çatıda görmek bu gece onun da bende alacağı bir dersti. Ben dersimi ondan almıştım şimdi sıra ondaydı. Rüzgâr estikçe üzerimdeki eflatun rengi elbisenin etekleri uçuşurken Karun şaşkınlığı üzerinden atıp, “Sakın!” diye bağırıp adeta gürledi. “Sakın bunu yapmaya kalkışma!” diye bana engel olmaya çalıştı. Sanki beni durdurması mümkünmüş gibi.

Hayatım için o beni yalvartamazdı.

Ama yaşamam için o bana yalvaracaktı.

Karun eve doğru hızlı bir adım atmıştı ki kendimi boşluğa bıraktım. İkinci kattan düşerken, “Bige!” diyen haykırışı duyduğum en şiddetli gök gürültüsünden daha baskın ve yüksekti. Kırk yıl düşünse gözlerinin önünde atlayacağıma ihtimal vermezdi. Evet, bunu yapmıştım.

Karun artık üzerimdeki eflatun elbisenin anlamını benim için daha iyi biliyordu. Çünkü ben bu elbiseyi sadece 13 Haziranlarda giyerdim, yani ölmeyi istediğim zamanlarda. Yıllardır ölmeyi her şeyden çok isterken gerçekten yaşamak için ona yalvaracağımı mı düşündü? Kimse beni ölümle sınamasın çünkü sekiz yaşından beri tarafım belliydi. Ölüm uzun zamandır hayalini kurduğum tek şeydi. O patlamadan sonra ben zaten yaşamayı hiç istemedim ki.

Hissettiğim boşluk duygusu sadece birkaç saniye sürmüştü. Daha sonra zavallı bedenim hepsinin gözleri önünde yere çakılmıştı. Gözlerimi açmakta bile acizken artık vücudumda sayısız acı vardı. Bu gece yoğun acılar peşimi bırakmadığı için vücudumun neresi daha çok ağrıyor, bilmiyorum çünkü acı her yerimdeydi. Birinin bana doğru koştuğunu ve yanımda diz çöktüğünü duydum. Titreyen iki el beni yavaşça çevirirken, “İyi değil!” diyen Kenan’ın bağırtısını duydum. Beni sırtüstü çeviren Kenan olmalıydı. “İyi değil lan, hiç iyi değil!” diye bağırırken sanki bana baktıkça korkusu daha çok büyüyordu. Kim bilir nasıl görünüyordum.

Kenan, “Karun panzehri ver,” dedi aceleyle. Yanımda diz çökmüş bir halde, “Karun kendine gel!” diye bağırdı. “Ölüyor, lan ölüyor!” dediğinde bu sözler her şeyi açıklıyordu.

Karun eflatun rengi elbiseyi gönderirken bana zaten öl dememiş miydi?

***

Karun Kalender

Ölüyor, ölüyor, ölüyor! Kenan’ın son söyledikleri beni kendime getirmiş olmalı ki yerde yatan kadına doğru koştum. Yapmıştı, bunu gerçekten yapmıştı! Yanı başında durduğumda güzel yüzü tamamen kanla kaplıydı. Alnında oluşan yaradan yüzüne oluk oluk kan akıyordu. Siktir, ağzından ve burnundan da kan geliyordu! İlk kez ona bakarken gördüklerimden nefret ediyordum. Kendi eserimden nefret etmiştim çünkü onu buna ben zorlamıştım!

Zehrin etkisindeyken bile o elbiseyi giyeceğini bilemezdim! Sınırları bu kadar zorlayacağını bilemezdim! Hemen yanına diz çöküp boynuna dikkat ederek başını dizimin üstüne koydum. Yüzündeki saçları çektiğimde gözlerini daha yeni yeni aralıyordu. Kaybedecek fazla zamanı olmadığı için avucumda sıkıca tuttuğum şişenin kapağını açtım. Şişeyi kanlı dudaklarına yaklaştırdığımda ölümün eşiğindeyken bile dudaklarını sımsıkı kapattı. Kalbim kasıldı. Panzehri içmek istemiyordu.

Saka kalan son gücünü dudaklarını kapatmak için kullanıyordu. Hâlâ bana direniyordu! Öfkem kime veya ne içindi, bilmiyorum ama son nefesini verirken bile bana karşı koyması şuurumu yitirmeme neden olmuştu. “Bana karşı koymayı kes!” diye bağırıp zorla ilacı ona içirmeye çalıştım ancak siktiğim inadından vazgeçmiyordu!

“Saka!” dedim gür bir sesle beni duydu ve gözlerime baktı. Çektiği acının şiddeti gözlerine yansırken, “Yapma,” diye fısıldadım. Artık yapmasın, ikimiz de yapmayalım. Durmanın zamanı gelmişti çünkü daha fazla onunla savaşmak istemiyordum.

Gözlerine bakınca öfkem yerini derin bir ıstıraba bırakmıştı. Canı çok yanıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlara bakarken, “Benimle savaşmayı bırak,” dedim sefil bir sesle. “İç şunu,” diye ona yalvardım. Gittikçe daha fazla solan yüzüne içim acıyarak bakarken, “Sana yalvarıyorum ölme,” dedim. Yaşamak için bana yalvarmasını isterken o, yaşaması için tüm adamlarımın gözleri önünde beni yalvartmıştı. Ben bunu yapana kadar dudaklarını açmamıştı. Bir tek ona yalvardığımda dudaklarını araladı.

Ölümün eşiğindeyken bile benimle savaşmayı bırakmamıştı.

Otuz yıllık hayatımda ilk kez biri bana geri adım attırmıştı ve bunu yapan kişi bir kadındı. Onca tehlikeli adamın yapamadığını bir kadın yapmıştı. Daha fenası ise o kadın benim karımdı. Şimdi sor kendine Karun Kalender, nasıl bir kadınla evlisin sen? Karım bana hayatımın dersini vermişti! Ben yenilgiyi kabul edene kadar ilacı almaya yanaşmamıştı.

Panzehri araladığı dudaklarından akıttığımda hepsini içmesi için onu zorladım. Nefes alamadığı için başını çekmeye çalıştı ama buna izin vermedim. Hepsini içmeliydi. Şişedeki ilacın tamamını ona içirdiğimde öğürmeye başlayınca korkum iki kat arttı. İlacı geri çıkarırsa elimde başka panzehir yoktu. Neyse ki kusmadı ancak daha kötüsü yaşanmaya başladı.

Elektrik akımına kapılmış gibi titremeye başlayınca, “Neler oluyor?” dedim kendimden beklemediğim korku ve panik olmuş bir sesle. Sudan çıkmış bir balık gibi çırpınıyordu. Gözleri kayıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Allah kahretsin, ölüyor gibiydi!

Ölmesin, ölmemeli.

“Araba!” diye bağırarak hemen onu kucağıma aldım. Düştüğü için kalıcı bir hasar bırakmak istemedim bu yüzden onu sarsmamaya çalışıyordum. “Nöbet geçiriyor hemen arabayı hazırlayın!”

Kollarımın arasında camdan bir şey tutar gibi dikkatliydim fakat adımlarım koşar gibiydi. Kenan önümden koşarak benden önce arabaya bindi. Kenan hemen arabayı çalıştırırken çocuklardan biri aceleyle benim için arka kapıyı açmıştı. Saka’yı kollarımdan indirmeden arabaya bindiğimde Kenan gaza yüklendi. Karım kollarımda çırpındıkça şuursuzca, “Daha hızlı, Kenan!” diye bağırmaya başladım. “Daha hızlı canı çok yanıyor!” Ve buna sebep olan bendim! Allah kahretsin ki bendim!

Saka acılar içinde kıvranırken, “Ka-Karun,” diye fısıldayan cılız sesini duyunca başımı hemen eğdim.

Başı göğsüme yaslıyken kollarımda titriyordu. “Ef-eflatun elbise,” diye kekeleyip gözlerime baktı. Gözlerinden yaşlar süzülürken, “13 Haziran’da, yani son doğum günümde babamın bana hediye ettiği elbiseydi,” dediğinde sertçe yutkundum. Babasının hediyesi mi? 13 Haziran’da giydiği elbisenin renginin eflatun olduğunu biliyordum ama babasının hediyesi olduğunu bilmiyordum. Sikeyim, babasından hiçbir farkım kalmamıştı! Ona verdiğim ilk hediye o sikik elbise olmuştu!

“Benim annem babam yüzünden öldü. Söylesene annemin kaderi kızının çeyizi olur mu?” dediğini hatırlayınca kaskatı kesildim, nefes dahi alamadım. Ben ona bütün bunları gerçekten yaşattım mı?

Benimle gelmemesi beni nasıl bir adama dönüştürmüştü? Günler sonra ne kadar ileri gittiğimi yeni yeni fark ediyordum. Onu kanlar içinde görmek öfkemi silip götürmüştü. Ona olan öfkem kaybolunca ancak görebilmiştim ne kadar ileri gittiğimi. Kendimi tanıyamıyordum!

Saka’nın acıdan kasılan yüzüne bakarken pişmanlıktan kendini kaybeden bir adamın kollarında olduğunu bilmiyordu. Döktüğü her damla kan ve gözyaşının sebebi olduğumu bilmek beni deliye çeviriyordu. Baygın bakan gözlerine bir saniyeden daha uzun bakmak bile kalbimi sıkıştırıyordu. “Affetme ama gitme de,” dediğimde sesimdeki muhtaçlığın ne o farkındaydı ne de ben.

Kalsın, kalmalıydı zaten ne yaptıysam hep kalmadığı, gittiği için yapmadım mı?

Onu nasıl yanımda tutacağımı bilmiyorum. Bu olanlardan sonra artık hiç durmazdı.

Islak gözlerle bana bakarken hâlâ çok titriyordu. Üşüdüğünü düşünüp onu kollarımla daha sıkı sardım ama kuş gibi titriyordu. Titremeleri hiç kesilmiyordu. Veda eder gibi bana bakıp canını yakan cılız bir nefesi içine çekti. “Be-ben,” dediğinde sesini güçlükle duyacağım kadar kısıktı. Gözlerime son kez baktı ve “Anneme gidiyorum,” dediğinde gözleri kapanıp başı göğsümden kollarıma doğru düştü.

Artık hiç kıpırdamıyordu ve gözleri kapanmıştı.

Kollarımda hiç hareket etmediğini görünce, “Kenan bir şey oldu!” diye bağırıp onu sarsmaya başladım. “Kıpırdamıyor, lan kıpırdamıyor!”

Ölmüş olamazdı, değil mi?

Kenan arabaların arasından son sürat geçerken, “Nabzını yokla!” dediğinde sesindeki korku benim hissettiklerimle kıyaslanamazdı. “Sana çok ileri gittiğini söylemiştim. Sana dur dedim, Karun dur dedim!” diye bağırdığında onu zerre kadar dinlemiyordum. Duymak istediğim tek kişinin sesi kulaklarımda silinmişken diğer tüm sesler anlamını yitirmişti.

Bu kadın tek bir gecede bana feleğimi şaşırtmıştı.

Nabzını kontrol etmeye bile korkuyordum.

Ya öldüyse?

***

Hayatımın en uzun bekleyişini bir hastane koridorunda yaşamaya başladım. Saka uolun yarısında kollarımda bayıldığında öldü sandığım için yaşadığım o korkunun bir tarifi yoktu. O an anladım ki bu kadının ölümü beni her şeyden çok korkutmaya başlamıştı. Bu korkulara neden olan sikik duyguları düşünecek durumda değildim. İstediğim tek şey karımdan gelecek iyi bir haberdi!

Koridorda sabırsızca dönüp dururken buradaki çocuklardan biri, “Abi,” diye dikkatimi çekti. Durup ona baktığımda Nedim gözleriyle arkamda bir yeri işaret etti. “Gelenler var.”

Başımı çevirdiğimde Duha ve Kadem’in bu yöne doğru geldiğini gördüm. Kesin talimatım vardı dışarıya haber sızmayacaktı. Malikanedekiler bile olanları bilmezken Duha itinin nereden haberi oldu? Başımı çevirip Kenan’a baktığımda sıkıntıyla yüzünü ovuşturup, “Kadem, Bige’den bir türlü haber alamayınca onun kaldığı eve gitmiş,” dedi sıkkın bir sesle. “Evdeki kanları görünce beni arayıp durdu.” Omuz silkti. “Bende olanları anlattım.” Kadem karımla mı görüşüyordu? Ne sıfatla?

Kaşlarımı çattığımda Kenan, “Sebebini bende bilmiyorum,” diye gelenleri işaret etti. “Ona sorarsın.” Öyle de yapacağım.

Bize yaklaştıklarında Duha konuşmak için tam dudaklarını aralamıştı ki, Kadem hızlı adımlarla aramızdaki mesafeyi kapattı ve yumruk yaptığı elini suratıma geçirdi. Arkaya doğru bir adım sendelediğimde bizim çocuklar hemen silahlarına davrandı. Ancak elimi kaldırıp hepsini durdurdum. Bunu yapmamı sağlayan tek şey Kadem’i yıllardır tanıyor olmamdı. Önümde her daim saygıyla eğilen çocuk eğer bugün bana el kaldıracak kadar ileri gidiyorsa çok önemli bir sebebi olmalıydı.

Duha afallayarak Kadem’e bakıp, “Lan oğlum sen yine neler yapıyorsun?” dediğinde sinirden ne yapacağını bilmez bir haldeydi. “Hastaneye gidelim diye ısrar etmenin sebebi Kalender’e yumruk atmak mı?” Tunus hayırsız bir evlada sahip babalar gibi hayıflanarak başını iki yana salladı. “Kahvemi bile içirmedin.” Bazen bu piçin nasıl strateji dehası olduğunu sorguluyordum.

“Kapat artık çeneni, Tunus!” Sert bir sesle onu tersledikten sonra sinirli bakışlarımı Kadem’e diktim. “Umarım bana vurmanın altında çok geçerli bir sebebin vardır,” diyerek karşısına dikildim. “Aksi takdirde bugün gideceğin tek yer morg olacak!”

Kaşlarını çatan Duha, “Haddini aşma, Kalender!” diye Kadem’i kenara çekip karşımda durdu. “Benim yanımda kardeşimi tehdit edecek adamı sikerim!” dediği an suratına yumruğumu geçirdim. “Senin uzayan dilini koparmak farz oldu!” dedikten sonra ikinci kez ona yumruk atacağım sırada başını eğerek kurtuldu. Hemen sonra, “Sen neyi kesiyorsun lan piç!” diye o da bana yumruk attı. Bu itle ilk kez yumruk yumruğa birbirimize girmiyorduk.

Birbirimize doğru atıldığımızda, “Bige benim kardeşim!” diyen Kadem’in sesi ikimizi de durdurdu. Kardeşim mi? Neyden bahsediyordu?

Kavga etmeyi bırakıp ona doğru döndüğümüzde başını salladı. “Belki aramızda kan bağı yok ama hayatta kalan tek kardeşim.” Bunları söylerken kızgın gözlerle bana bakıyordu. “13 Haziran katliamında Bige dışında kurtulmayı başaran bir çocuk daha vardı.” İşaret parmağıyla kendisini gösterdi. “General Yusuf’un on yaşındaki oğlu Uğur Aktan,” dediğinde koridordaki herkes sustu, herkesin bakışları onu buldu. Bu çocuk düşündüğüm şeyleri söylemeye çalışmıyordu, değil mi?

Gözleri dolarken bir kez daha başını salladı. “Evet, önceki adım Uğur’du. O dönem gazetelerde Bige’nin enkazın içindeki fotoğrafı boy boy paylaşılmıştı,” dediğinde sesi kısıldı, ağlamamak için başını eğdi. “O fotoğrafta kucağında ölü bir bebek tutuyordu. Babasının bile kucağında kolay kolay alamadığı o bebek, doktorların yalvar yakar ondan aldığı o bebek-” dedi ve sustu. Sesi titrerken başını kaldırıp bana baktı. “Abi,” diye fısıldadı. “O bebek benim üç aylık kız kardeşim Oya Aktan’dı.”

Siktir, ne diyor bu çocuk?

Tıpkı Bige gibi Kadem’de mi asker çocuklarından biriydi? Carlos’un soykırımında harcanan o ailelerden biri de Kadem’in ailesi miydi? Bige dışında o patlamada hiç kurtulan olmadı sanıyordum. Ne düşüneceğimi bilmez bir halde Duha’ya baktığımda derin bir nefes alarak başını salladı. “Bende yakın zamanda öğrendim,” diyerek Kadem’in sözlerini doğruladı. “Onu Carlos’tan korumak için bu bilgiyi gizli tutmaya çalışıyorum.”

Tunus uyarır gibi bana ve adamlarıma bakmaya başladı. “O it Kadem’in kim olduğunu öğrenirse onun da peşine düşecektir.” Bunu sır olarak saklamamızı istiyordu. Carlos 13 Haziran çocuklarına kinliydi. Geriye kalan son iki çocuktan biri benim yanımdayken diğeri Duha’nın yanındaydı. Her şeyim bu piçle eşit olmak zorunda değildi. Boktan bir durum!

Kadem tekrar bana baktığında artık gözlerindeki öfkenin sebebini anlıyordum. “Sen bugün sana muhtaç bir kadına ilacı zamanında vermeyerek yanlış yaptın,” dediğinde Kenan’ın benden en sağlamından yiyeceği birkaç yumruk vardı. Her şeyi anlatmıştı! Bunların arasında ne zamandan beri su sızmıyordu?

Kadem kendini yatıştırmak için derin derin nefesler alırken, “Affedersin ama bir yumruktan daha fazlasını hak ediyorsun!” dedikten sonra sırtını dönerek bizden uzaklaştı. Haklıydı, bir yumruktan daha fazlasını hak ediyordum.

Kadem’i izlerken Duha bana bakıp burnundan derin bir nefes aldı. “Koyuyor değil mi? İnsanın damarına bastıktan sonra affedersin abi demesi koyuyor, değil mi?” Buradaki tek mağdur oymuş gibi kendisini gösterip, “Bir de beni düşün, piç kurusu bunu bana her gün yapıyor!” dediğinde karım içeride canıyla boğuşurken onu teselli etmemi falan mı bekliyordu?

“Kafam zaten bozuk siktirme belanı, Tunus! Bana niye anlatıyorsun lan bunları!” Banklardan birine oturup beklemeye başladım. “Hâlâ ses soluk yok!” Bu ıssız bekleyiş canımı sıkmaya başlamıştı. Saka yoğun bakıma alınmıştı.

Duha karşıma oturunca ikimizin de adamları bizden biraz uzaklaştı. Ancak her an birbirimize saldıracağımızı bildikleri için hepsi de tetikteydi. Cebinden bir mendil çıkartıp attığım yumruk yüzünden dudağındaki kanı silmeye başladı. Onun yumruğunun sızısı da benim yanağımdaydı. Siyah gözlerini bana diktiğinde içini kemiren merak duygusuna direnemedi. “Neden ona panzehri vermedin?”

Bir cevabı yoktu, varsa da ben bilmiyorum. O gün tarafsız olmayı seçtiğinden beri öfkem dinmemişti. Ofisime geldiği ilk günden beri ona karşı hep iyi niyetli olmaya çalışmıştım. Bu konuda ne kadar başarılı oldum, bilmiyorum ama anlayışlı taraf olmak için kendimi zorlamıştım. Benimle geçirdiği güzel bir geceden sonra sabah bambaşka birine dönüşmüştü.

Bu değişiminin nedeni aynı odada kalmamız veya onu öpmem miydi? Onu zorlamamıştım! Gecenin tamamını hatırlamıyorum ama kesik kesik hatırladığım anıların içinde onu zorladığıma dair hiçbir şey yoktu. Yatağına bile girmemiştim. Gece uyku tutmayınca onu uyandıracak bir şeyler yapmaktan çekinmiştim. Bu yüzden sabaha kadar balkonda oyalanmıştım. Zaten sabaha karşı da balkonda sızmıştım ama Bige Hanım sorun çıkartacak bir şeyler bulmuştu!

Serhat ile gitmemesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu çünkü onun yanında bana söyledikleri de kabul edilemezdi! İstediği benden kaçmak değil miydi? Ona istediğini verdim, her ne kadar bana ihtiyacı olduğunu bilsem de gitmesine izin vermiştim. Ben olmayınca iki günden fazla onu yaşatmazlardı, bunu ben biliyordum lakin o bilmiyordu. Bu gece bana ihtiyacı olduğunda yanında olmamamın tek sebebi buydu artık bunu anlamasını istiyordum.

Bunu anlamalı hatta o kafasına sokmalıydı. Ona gönderdiğim elbise de bunun içindi, ben olmayınca ölümün kaçınılmaz olduğunu anlatmak içindi. Bunu 13 Haziran’da giydiği elbisenin rengiyle yapmak istemezdim ama beni bunu yapmaya mecbur bırakmıştı. Bazı şeyleri güzellikle anlamıyorsa zor yoldan anlatmak bildiğim tek şeydi. Kadınların kafasının nasıl çalıştığını pek bilmediğim için bunun işe yarayacağını düşünmüştüm.

Beni çok pis ters köşe yapmıştı!

Son ana kadar panzehri vermemiş olmamın da sebebi buydu, gel dememesiydi. Benden giden oydu, bana gelmek isteyen de o olmalıydı. Benden yardım istemeli, bana ihtiyacı olduğunu kabul etmeliydi. Bunu anlasın diye ileri gidip en büyük travmasını bir kutuda ona göndermiştim. Evet, bunu yapacak kadar ileri gitmiştim. Tek yapması gereken benden yardım istemesiydi fakat o, bunu yapmaktansa ölmeyi yeğlemişti! Düşündükçe kan beynime sıçrıyordu.

Bir kadının kocasından yardım istemesi bu kadar zor olmamalıydı. O elbiseyi göndermek büyük hataydı. Kendi beynimin de belasını sikeceğim şimdi! Kapıyı kırıp karımı almak varken benim neyime ona ders vermeye çalışmak!

Duha’nın hâlâ benden cevap beklediğini görünce derin bir nefes aldım. “Karımla olan sorunumu seninle konuşmayacağım.” Burada olması bile tahammül sınırlarımı zorluyordu.

Dudağına bastırdığı mendili çekerken, “Zaten biliyorum,” dedi. Gözleriyle Saka’nın kapısını işaret etti. “Bige henüz onun Uğur olduğunu bilmiyor ama Kadem’i hissediyor. Geçmişteki bağları gerçekten çok güçlü olmalı ki yıllar sonra birbirini bulunca kopamıyorlar,” dediğinde bu durumdan rahatsız olduğunu görebiliyordum. Beni de rahatsız ediyordu. Duha’ya çalışan biri dışında herkes onun çocukluk arkadaşı çıkabilirdi.

Kapıya bakmayı bırakıp bana döndü. “İçtiğimiz o gecenin sabahında ikisi telefonla konuşmuş. Yaptığın çok büyük ayıp.”

“Ne yapmışım lan, ne?” Ne yaptığımı benim dışımda herkesin bilmesi beni çıldırtacaktı!

“Paradan bahsediyorum, ikimizde o paranın ne anlama geldiğini iyi biliyoruz. Kadem bana her şeyi anlattı,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Ne parası?” Bu siktiğimin yerinde ne oyunlar döndüğünü anlamıyorum!

“Oğlum para işte.” Korumalar duymasın diye onları kontrol ettikten sonra ellerini dizlerine bastırdı ve bana doğru eğildi. Kısık bir sesle, “Geceyi seninle geçirdi diye komodinin üzerine bıraktığın para,” dedi.

Başta ne söylediğini anlamadım ama daha sonra yapbozun tüm kayıp parçaları kafamdaki yerine oturunca, “Siktir!” diye bir hışımla ayağa kalktım. O sabah apar topar otelden ayrılmasının sebebi bu muydu? Sikeyim, her şeyi yanlış anlamıştı!

Gece otel personelinden içecek bir şeyler istemiştim. Kafam güzel olduğu için bahşiş verirken cüzdandaki paraların bir kısmı yere dökülmüştü. Onları alıp cüzdana koymaya üşendiğim için yerden toplamaya tenezzül bile etmemiştim. İçkimi getiren kişi onları benim için toplamıştı ve komodinin üzerine koyduktan sonra gitmişti. Bütün bu yaygaranın sebebi bir avuç para mıydı? Ona fahişe muamelesi yaptığımı mı düşünüyordu?

Siktir! Böyle bir şeyi ne yaparım ne de başka birinin yapmasına izin veririm!

Duha değişen yüzüme bakınca hiçbir şey bilmediğimi anladı. “Aslında o paranın amacı düşündüğümüz gibi değil, değil mi?”

“Sence piç kurusu?” Çıldırmak üzereydim. “Ben öyle bir adam mıyım?”

“Evet,” dediğinde kaşlarımı çattığımı görünce uykusu gelmiş gibi esnedi. “Karın ebeni belleyecek farkında mısın?” Bir kez daha onun kapısını işaret etti. “Bu gece ona her ne yaptıysan geri dönüşü çok ağır olacak.” Bunu görmek için her şeyini ortaya koyacakmış gibi bakıyordu. “Oğlum karın Adana’lı sen kime posta koyuyorsun? Kadınlı erkekli manyak olur bunlar. Bu adamlar güneşe bile ateş ediyor lan.” Bu piç daha fazla canımı sıkmaktan başka bir işe yaramıyordu.

“Sen onun Adana’lı olduğunu nereden biliyorsun?” Tekrar sinirlendiğimde gözlerini devirdi. “Kadem’in kütüğünde doğum yeri Adana yazıyor.” İkisi çocukluk arkadaşı olduğu için haliyle aynı şehirde doğdular.

Doktorlar nihayet dışarı çıkınca hemen onlara doğru yürüdüm. Bu gece artık iyi bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı. “O nasıl?” dediğimde olumsuz bir şeyler duyacağım diye ödüm kopuyordu.

Benim için akıl durmuş, dil susmuşken ondan gelecek iyi bir habere ihtiyacım vardı.


Yorumlar