Roman
  • 01/12/2025

18-GÖNÜL SUÇU


“Kaç özür kırılan bir kalbi telafi ederdi? Bunun gerçekten bir telafisi var mıydı veya olabilir miydi?”

Karun Kalender

Bu gece hayatımın merkezine bir yıldırım gibi düşmüştü sabah olmuyordu. Saka uyanmadıkça da güneş doğmayacak gibiydi. Pişmanlığım öyle bir ıstıraba dönüşmüştü ki ne nefes aldırıyordu ne de rahat bırakıyordu. Beni affedip affetmemesi zerre kadar umurumda değildi. Tek istediğim onun iyi olması ve uyanmasıydı. Saat sabahın beşiydi ancak hâlâ gözlerini açmamıştı. Hiç uyanmayacak gibi hissettiriyordu.

Doktorun odasında rahatsızca bekliyor ve son gelişmeleri ondan duymak istiyordum. Kadın masasındaki dağınıklığı toplamaya devam ettikçe Duha ve ben sinirden göz göze geliyorduk. Başımı çevirdikçe Duha’nın suratını görmek ise beni daha çok kızdırıyordu. Kadem buradan ayrılmadıkça o da gitmeyecekti.

Doktorun masasının önünde karşılıklı otururken ara ara gözleriyle kadını işaret edip onu uyarmamı bekliyordu. Kadının oyalanması ondan daha çok beni kızdırıyordu ama karımın hayatını kurtaran birine kızacak değildim. Kim bilir her gün bizim gibi kaç tane sorunlu hasta yakınıyla uğraşıyordu, bir de ben ona sorun çıkarmayacağım. Zaten daha önce bana Saka’nın nasıl olduğunu söylemişti. Şu an için korkulacak bir şey yoktu. Aradan geçen birkaç saatte nasıl olduğunu öğrenmek için buraya gelmiştim.

Genelde sabırsız bir mizacı olan bendim ama daha fazla dayanamayan Duha, “Doktor Hanım siz bırakın bizim çocuklar toplar masanızı,” diyerek ona yakışmayan bir sahtelikte gülümsedi. “Siz artık bizim kuştan haber verin.”

“Nereden senin kuş oluyormuş lan it!” dediğimde baygınlık geçirirmiş gibi masadaki dosyalardan birini aldı. Dosyayı öne ve arkaya doğru sallayarak kendini serinletmeye başladı. “Bir lafımı da yanlış anlama piç kurusu!” dedikten sonra dosyayı biraz aşağıya kaydırıp boynunu yelpazeledi. Şu anda şekeri fırlamış teyzelerden bir farkı yoktu.

Gözlerim boş bir şekilde onun elindeki dosyaların hareketlerini takip ederken, “Ne halt ediyorsun?” diye sordum merakla.

Salladığı dosyaya klima muamelesi yaparken sırıttı. “Püfür püfür esiyor mübarek.” Gözlerini kapatıp dosyayı yüzüne yaklaştırdı ve cılız rüzgârı tekrar yüzüne yönlendirdi. “Oh çok iyi.”

“Tunus?”

“Hımm,” diye gözleri kapalı garip bir ses daha çıkardı.

“Ben karımla ilgili son gelişmeleri öğrenirken git gusül abdesti al,” dedim öylesine bir şeyden bahseder gibi. “Çıkardığın seslere bakılırsa yeteri kadar ereksiyon oldun.”

Son duyduklarıyla, “Siktir lan!” diye gözlerini hemen açtı. Başını çevirip masasında ona dik dik bakan kadın doktoru görünce esmer yüzü kızardı. “Öyle bir şey yok!” dedi hızlıca. Doktoru yeteri kadar ikna edemediğini düşündüğü için çatık kaşlarla bana döndü. “Olmadığını söylesene piç!”

Onun adına utanmış gibi yapıp mahcup bir ifadeyle doktora baktım. “Umarım bu aramızda kalır.” İğrenircesine yüzümü buruşturdum. “Nesnelere karşı ereksiyon göstermesi takdir edersiniz ki hoş karşılanmaz,” dedikten sonra kadının masasına doğru eğilip, “Ofisimdeki yazıcıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu tahmin bile edemezsiniz,” dedim. Ciddi bir yüzle kadına bakarken başımı yavaşça öne doğru salladım. “Yenisini almayı düşünüyorum.”

Kadının şaşkın yüzü bembeyaz olurken yutkunarak Duha’ya baktı. Birkaç saniye ona baktıktan sonra başını çevirip köşedeki yazıcıya baktı. Daha sonra tekrar Duha’ya dönünce Duha’da yazıcıya baktı. Kadının bakışlarından ne düşündüğünü anladığı için boğazından başlayan bir kızarıklık yüzüne kadar yayıldı. Bu durumdan nasıl kurtulacağını bilmediği için elini kaldırdı ve yüzünün yakınına doğru tuttu. Bu el hareketi doktor onu görmesin ve duymasın diyeydi. Bu şekilde kendini gizlemeye çalışmıştı.

Bana doğru eğilip dişlerinin arasından, “Şu kadına yazıcını becermediğimi söyler misin?” dedi kısık bir sesle. “Lan oğlum inanmış gibi bakıyor, utandım!”

Düz bir ifadeyle ona bakmak dışında hiçbir şey söylemedim. Daha fazla utanmak istemiyorsa canımı sıkmayı bırakmalıydı. Buraya Saka hakkında bir şeyler duymaya geldim onun dosyayla yaptığı garip sesleri dinlemeye değil. “Her neyse,” diye gergin bir sesle konuşup kadının zamanla yıpranmış yüzüne baktım. “Karım nasıl?”

Saka’nın dosyasını açıp hızlıca göz gezdirdi ama ara sıra Duha’ya kaçamak bakışlar atıyordu. Annesi yaşındaki bir kadının ayıplayan bakışlarına maruz kalmak, Tunus’un saklanacak yer aramasına neden oluyordu. Masasındaki isimlikten Şirin Niğdeli yazan kadın, “Buraya geldiğinde zehir neredeyse iç kanamaya sebep olacaktı ama zamanında müdahale etmeyi başardık,” dediğinde bunu zaten biliyordum. Yoğun bakımın koridorunda bana bunu söylemişti. Bildiğim kadarıyla durumunu kontrol altına almışlardı.

Şirin Hanım, “Ancak ciğerlerinde oldukça ciddi bir zedelenme mevcut,” dedikten sonra yüzüne gelen bir tutam saçı kulağının arkasına sıkıştırdı. “Ciğerlerindeki hasarın tamamen iyileşmesi zaman alabilir. Bu süreçte sigara, toz ve kimyasal maddelerden tamamen uzak durmalı. Bunların dışına çıkarsa nefes darlığı yaşayabilir.” Sigara içen bir kadına gel de bunları anlat. Belki de bırakması için bütün bunlar yeterli olurdu.

Başını eğip onun Saka’nın dosyasına bakarken devam etti. “Şimdi gelelim düşmeden kaynaklı sorunlara,” dedikten sonra derin bir nefes aldı. “Sol elinin iki parmağında kırıklar var ve sağ bacağının eklem yerinde zedelenme mevcut. Adım atarken zorlanabilir fakat bir süre daha az hareket ederse zamanla iyileşecektir.” Onun için bir tekerlekli sandalye ayarlayabilirim böylece yürümek zorunda kalmazdı.

Sabah ve akşam yaptığı yürüyüşleri de bir süre unutmalıydı. Elini kullanmasına zaten gerek yoktu çünkü malikanedeki çalışanlar onun istediği her şeyi yapardı. Doktor, “Alnında beş, kaşında ise iki dikiş var,” dedikten sonra kinaye barındıran gözlerini bana dikti. “Endişe etmeyin dikişlerin izi kalmayacak çünkü onun dikişlerini dalında çok iyi bir estetik cerrahı attı,” dediğinde sözlerinin altında yatan imayı çok iyi anladım.

Dikişleri için dışarıdan estetik cerrahı getirdiğim için beni kınıyordu. Karım canıyla boğuşurken onun nasıl göründüğüyle uğraştığımı düşünüyordu. Aslında onun nasıl göründüğü umurumda değildi ama Saka, görünüşüne çok değer veriyordu. Benim yüzümden yüzünde dikiş yaraları kalırsa canıma okurdu. Sırf o memnun kalsın diye bir uzmanı buraya getirtmiştim.

Bakışlarıyla beni yargılayan doktor yetmezmiş gibi Duha’da kınar gibi bana bakmaya başladı. “Hazır elin değmişken bari kırdığın burnunu da yaptırsaydın,” diyerek üzerime geldi. Az önce olanların intikamını aldığını iyi biliyorum. Doktorun yanında karıma şiddet uygulamışım gibi konuşuyordu. Gerçi benim yüzümden Saka’nın bu halde olduğunu düşünürsek haklı bile sayılırdı!

Burnunu daha önce yaptırdığını bilmiyordum. Her şey getirdiğim estetik cerrahının onu muayene etmesiyle ortaya çıkmıştı. Burnu daha önce bir işlem görmüştü. Yüzüstü düştüğü için burnunda da küçük bir hasar vardı ama abartılacak kadar ciddi bir şey değildi. Tabii uyandığında bunun için bayağı bir olay çıkartacağını biliyorum. Acaba uyuyorken burnunu da yaptırsa mıydım? Bunu düşünmedim değil ama bu sefer de sadece dış görünüşüne önem verdiğimi düşünürdü. Onunla ilgili her konuda hep çelişkiye düşüyordum.

Doktorun yüzü ciddileşince en kötüsünü sona sakladığını anladım. “Bige Hanım’ın daha önceki sağlık kayıtlarına baktık,” dedi. “Eminim Bige Hanım’ın bu yıl içinde kornea operasyonu geçirdiğini biliyorsunuzdur.” Gerilerek başımı salladım. Gözleri için geçirdiği ameliyatının konumuzla ne ilgisi vardı?

“Operasyonunun üzerinde henüz bir yıl bile geçmemiş,” dediğinde gerim gerim gerilirken sessizlik içinde onu dinlemeye başladım. “Yüzüstü düştüğü için gözlerinin korneasında bir sorun olup olmadığını o uyanmadan kestiremeyiz. Ne yazık ki Bige Hanım’ın durumundaki hastalarda karşılaştığımız bir sorun,” dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. Ne demek bir sorun olabilir? Daha yeni gözleri açılmışken tekrar kör olma ihtimalinden mi bahsediyordu? Siktir, saçmalık bu!

Gözlerini kaybetme ihtimali mi vardı?

Elim ayağım buz tutarken duyduklarımı inkâr eder gibi başımı iki yana salladım. “Atladığı yer çok yüksek değildi,” dedim paniklemiş bir halde. “Beş veya altı metreydi bu yükseklik ondan gözlerini alamaz! Siz söylediniz daha gözleri göreli bir yıl bile olmadı!” Sinirle saçlarımı dağıtırken, “Gözlerini kaybedemez!” dedim. Nefes almak için kravatımı çekiştirirken kadına bakıp, “Korkar,” diye fısıldadım. En büyük korkusunun gözleri olduğunu biliyorum. Ne yapacağımı bilmez bir halde ona bakarken sesim kısıldı. “Gözlerini kaybedemez korkar, çok korkar.”

Onu karanlığa mahkûm etmiş olamam.

Şirin Hanım, “Lütfen sakin olun,” dediğinde sanki bu mümkünmüş gibi konuşuyordu. “Bunlar sadece bir olasılık, her şey yolunda da gidebilir. Bige Hanım uyanmadan bunu anlayamayız,” dedikten sonra çağrı cihazı çaldığı için ayağa kalkıp, “İzninizle,” dedi ve odadan çıktı. Aklıma soktuğu olasılıkların beni nasıl darmadağın ettiğini bilmiyordu. Ne demek görmeyebilir?

Başımı çevirip Duha’ya baktığımda onun da tüm keyfi kaçmıştı. Siyah gözleri düşünceli bir şekilde bana bakıyordu. “Öyle olsa bile hallederiz,” diyen piç kurusu beni teselli etmeye mi çalışıyordu? Bu haberi alırken neden yanımda nefret ettiğim biri vardı ki? Kenan hangi cehennemdeydi!

Sessizlik içinde kara kara düşündüğümü görünce, “Lan oğlum hallederiz!” diyerek üsteledi. “Gerekirse buluruz birini ve alırız ondan kornealarını.” Manavdan meyve alır gibi konuşması iyice beni sinirlendiriyordu. Belki de beni asıl kızdıran şey bunu gerçekten yapma ihtimalimdi. Eğer doktorun bahsettiği gibi bir durum yaşanırsa onun için uygun bir donör arayacağımı biliyorum.

Doktorun odasından çıktıktan sonra Saka’nın kaldığı yoğun bakım katına çıktım. Hemşirelerden biri maske gibi birkaç şeyi bana verdi ve bunları taktıktan sonra onun odasına gireceğimi söyledi. Mavi bir koruma önlüğünü üzerime geçirip saçlarıma bone taktım. Ellerimdeki plastik eldivenlere kadar hepsini takarak onun yanına girdim. Onu henüz normal bir odaya almamışlardı. Yatağının kenarına oturduğumda ona olan bakışlarım içliydi.

Yüzü ona yakışmayan bir beyazlıktaydı oysaki onun teni kavruktu. Alnının köşesinde ve kaşında gazlı bezler yapıştırılmıştı. Burnunda ise tampon olduğu için biraz şişmiş görünüyordu. Bizim çocukları uyarmıştım kimse onun burnuna bakmayacak ve bu konuda ona tek kelime etmeyecekti. Rahatsız olmasını istemiyorum. Öyle abartılacak bir hasar değildi ama Saka bunu dünya meselesi haline getirebilirdi.

Dirseğine kadar alçılı eline baktım. Bir süre bu alçıya katlanmak zorunda olması beni boğuyordu. Bütün bunlara nasıl sebep oldum, aklım almıyordu. Kâbus görüyor gibiydi çünkü kaşları hafif çatıktı. Kadınlar uyurken bir meleği andırır derlerdi çünkü uyurken fazla huzurlu görünürlerdi. Fakat Saka öyle görünmüyordu çünkü uykusunda hep huzursuzdu. Uyurken bile yüzünde iç karartan bir ifade vardı. Sanki uyku onun en büyük cezasıydı. Otel odasında uykumu kaçıran şey uykusunda sık sık sayıklamasıydı.

İşkence çeker gibi o gece üst üste, ”Bilmiyordum,” diye bir şeyler sayıklamıştı. ”Anne bilmiyordum,” diye bir şeyler mırıldanıp uykusunda ağlamıştı.

Neyi bilmiyordu?

Eminim şu anda ağzından boğazına soktukları bir hortum olmasaydı aynı şeyleri tekrarlardı. Kaçırıldıktan sonra kollarıma bayıldığı o gün hasta yatağında da aynı şeyleri söylemişti. O gün baygın bir şekilde yatarken yine uykusunda ağlayıp annesinden özür dilemişti. Sanki hep aynı rüyaları görüyordu. Bilinçaltında ne saklıysa bu ona işkence ediyordu. Gündüzleri gülücükler saçan kadın uyurken cehennem ateşlerinde yanar gibi gözyaşı döküyordu.

Şu anda bile kapalı gözlerinin arasında süzülen bir damla yaş vardı. “Sakladığın bir şey var, değil mi?” Kimseye söyleyemediği bir şeyler ona vicdan azabı çektiriyor olmalı ki uykuda nüksediyordu.

Önce solgun yüzüne sonra da kapalı kirpiklerine baktım. Bu gözler bana eskisi gibi bakmak için açılmayacaktı. Neden umursuyorum bilmiyorum ama onunla ilgili çoğu şeyi görmezden gelemiyordum. “Diğer kadınlardan bir farkın yok,” dedim onu izlerken. “Onlardan farklı değilsin hatta hepsinden daha fazla kafa ütülüyorsun.” Aşırı süslüydü ve sinir bozucu derecede vücudunu teşhir etmeyi seviyordu. Saçma sapan inançları ve takıntıları vardı. Sigara içiyordu ve içkiye alışıktı. Fazla inatçı ve söz dinlemeyecek kadar asiydi, yani bir kadında nefret ettiğim her şeye sahipti.

Stresten başıma ağrılar girerken burun kemerimi sıktım. “O halde neden senden nefret edemiyorum? Neden sendeki tüm bu şeyleri sevmeye başladım?” Cevabını arayıp da bulamadığım tek soru buydu. Neden sürekli bana sorun çıkartan bu kadını önemsiyordum?

“Hazır uyuyorken ve çenen kapalıyken söylemem gereken birkaç şey daha var.” Uyanıkken söylemekten kaçındığım bir şeyler vardı. “Anneni rüyanda görürsen ona karşı mahcup olduğumu söyler misin?” Emanetini koruyamamıştım oysaki koruyacağımı söylemiştim. Bu tutamadığım bir sözüm olacaktı.

“O gün maskeli davette giydiğin elbise de sana çok yakışmıştı.” Başımı salladım. “Belki o kadar açık olmasaydı daha çok yakışırdı ama genel olarak yakışmıştı.” O kadar dekolte olmasaydı daha iyi olurdu tabii.

“Adana’ya dönmeni engelleyen bendim.” Bunu söylerken yüzüne daha dikkatli bakıp uyuduğuna emin oldum. Bu kısmı özellikle duymamalıydı. “Evet, bir süredir uçak ve otobüsler de dahil tüm seferler boş kalkıyor.”

“Ve saatler önce paylaştığın o fotoğraf,” diye kaşlarımı hafifçe çattım. “Fazla ihlal yediği için kalktı o fotoğraf.” Bunun için gereken her şeyi yapmıştım. “Hayır, fotoğrafı paylaşırken sayfanda falan değildim, yapacak daha önemli işlerim vardı.” Sayfasındaydım.

Doğru düzgün bir şeyler paylaşmadıkça Instagram’ı satın alma fikri çıkmayacaktı aklımdan.

Hemşire beş dakikadan daha fazla kalmamam için beni uyarmıştı. Onun yanında daha fazla kalmak istiyorum ama sağlığını tehlikeye atacak şeylerden kaçınıyordum. Bu yüzden içli bir ifadeyle yüzüne bakıp, “Özür dilerim,” dedim sıkıntılı bir sesle. “Böyle olmasını istememiştim.” Böyle sonuçlanacağını bilseydim daha o, beni aramadan ben ona giderdim.

Elini tuttuğumda ilk kez onun eli benim elimden daha soğuktu. Parmaklarını açarak eğildim ve dudaklarımı avucunun içine bastırdım. Avuç içleri öpülerek özür dilendiğine inanıyordu. Avuç içinden öperek ondan ikinci kez özür dilemiştim. Öpücükleri eşitlemekle ilgili takıntısı aklıma gelince gözlerim alçılı elini buldu. Bir alçıyı öpmek yerine sağlam elini ikinci kez öptüm. Böyle de sayılırdı, değil mi?

***

Bige Saka Kalender

Gözlerimi yavaş yavaş aralamaya başladığımda gördüğüm kâbustan uyanmaya başlamıştım. Sık sık gördüğüm iki kâbustan biriydi. Kirpiklerimi loş bir karanlığa açınca korktum. Bir an tekrar gözlerimi yitirdim diye ölesiye korktum ama duvardaki saati görünce rahat bir nefes aldım. Saati görebiliyordum saati görüyorsam hâlâ görme yetisine sahiptim. Saat gecenin ikisiydi.

Ben zehirlendiğimde saat gece ikiyi çoktan geçmişti. Bu da demek oluyor ki çatıdan atladığım günde değildim. Sahi neredeydim ve bana ne olmuştu? Hastane odasına benziyordu peki, buraya nasıl geldim? Her şey fazla karışık geliyordu. Kendimi zorlayarak anılarımı bir sıraya koymaya çalıştım. Zehirlendiğimi hatırlıyorum evet, birileri beni zehirlemişti. Panzehri verdiler mi? Hayır, panzehir Karun’daydı ve bana vermeye yanaşmamıştı. Bunun için ona yalvarmamı istemişti. Bir anda gerilmeye başladım. Olamaz kendi hayatım için ona yalvardım mı?

Yaptım mı yoksa bunu? Hayır, sanmıyorum. Gözlerimi irice açarak afalladım. Şimdi hatırladım çatıdan atlamıştım! Karun beni atlamaya zorlamıştı. Hatırladığım son detayla içim kıyıldı, ağlamak istedim. Karun bana eflatun bir elbise göndermişti sonra da panzehir için ona yalvarmamı istemişti. Canım o kadar çok yandı ki orada çektiğim fiziksel acı bana yaşattıklarının yanında hiçbir şeydi. Bana bunu gerçekten yaşatmıştı.

Başımı çevirince Karun’un odada olduğunu gördüm. Gece lambasının ışığı onu biraz gölgede gösteriyordu ama oradaydı. Oturduğu koltukta öne doğru bükülmüş, başını ellerinin arasına alarak kara kara düşünüyordu. Onu üzen, canını sıkan bir şeyler olduğunu her haliyle belli ediyordu. Bu saate kadar odamda kaldığına göre refakatçim oydu. Gecenin geç saatine kadar beni bekleyeceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Kolumu kaldırıp dudaklarımdaki oksijen maskesini çıkardım. Odadaki havayı soluyunca ciğerlerimdeki basınç arttığı için öksürmeye başladım. Buradaki havaya alışmam gerekiyordu. Karun sesimi duyunca irkilerek başını kaldırdı. Beni görünce yüzündeki uyku sersemliği çok hızlı dağılmıştı. Gözleri şükreder gibi bana bakıyor, gerçekten uyandığıma kendini ikna etmeye çalışıyordu. “Uyanmışsın,” dediğinde hemen ayağa kalkmıştı. O kadar rahatladı ki göğsünü şişiren havayı sesli bir şekilde verdi.

Bana doğru bir adım atmıştı ki kaşlarımı çattığımı görünce durdu. Tek bir kaş çatmasından bana yakın olmasını istemediğimi anlamıştı. Çok az olan keyfini çatık kaşlarım kaçırınca dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Diline pelesenk olan kelimeleri yutarak kapıya doğru yürüdü. Henüz ondan bir şeyler duymaya hazır olmadığımı biliyordu. Kapıyı açıp, “Nedim doktoru çağır,” dedikten sonra kapıyı kapattı. Sesindeki heyecanı gizleyemiyordu. Uyandığım için mutluydu.

Bana döndüğünde yatağıma doğru birkaç adım attı. “Nasıl hissediyorsun?” dediğinde belki de ilk kez benimle konuşurken sesi çekingen çıkıyordu. Mavileri ise fazla karamsar bakıyordu. Ters bir cevap alacağını biliyordu.

Sık sık gözlerime bakar gibiydi. Sanki aklını kurcalayan bir şeyler vardı. “Nasıl mı hissediyorum?” Konuşurken ciğerlerimdeki baskı hâlâ canımı yaktığı için tekrar öksürmeye başladım. Zehir ciğerlerimi harap etmiş olmalıydı.

Öksürük kesilince derin bir nefes alıp boş gözlerimi ona diktim. “Şu anda hiçbir şey hissetmiyorum çünkü sana bakıyorum,” dedim duygusuz bir sesle. Ruhsuz bir tebessüm kondu kurumuş dudaklarıma. “Belki görüş açımdan çıkarsan bir şeyler hissedebilirim,” dediğimde tuttuğu soluğunu sesli bir şekilde verdi, gergin bedeni gevşedi. Şükreder gibi gözlerini yumarken, “Görüyor,” diye bir şeyler mırıldandı. Görmemem mi gerekiyordu?

Kendini benden gelecek ağır sözlere hazırlamıştı ama bir yanı yeteri kadar hazır değildi. Belki de asıl hazır olmadığı şey soğuk bakışlarım ve bakışlarıma eşlik eden hissiz sesimdi. Bir şeyler söyleyip içine çekildiğimiz bu çıkmazdan bizi kurtarmak istiyordu. Ancak aralıklı dudakları bir kez daha kapanarak ona istediğini vermedi. Bizi bu durumdan kurtaracak hiçbir şey olmadığını bilerek sustu. O her zaman dimdik olan omuzları düştü ve başını sallayarak pencereye doğru ağır adımlarla yürüdü. Bu hareketiyle içim burkuldu. Evet, istediğim gibi görüş açımdan çıkmıştı.

Bir süre sonra yüzündeki tebessümle kadın doktor içeri girdi. “Hastamız uyanmış,” derken bana yaklaşıp yatağımın baş kısmını kumandayla yukarı kaldırdı. Şimdi onu daha iyi görüyordum.

Doktor boynunda asılı duran gözlüğünü taktıktan sonra serumu ayarladı. “Gözlerinizde herhangi bir sıkıntı var mı?” Kafamı gösterdi. “Çok sert çarpmışsınız beş dikiş atmak zorunda kaldık. Sağlık kayıtlarınıza bakınca geçirdiğiniz kornea operasyonunu gördük. Sizin durumunuzdaki hastalarda kafaya alınan sert darbeler nadiren de olsa gözlerdeki sinirleri tetikler.” Eğer görmüyor olsaydım zaten buranın altını üstüne getirerek bunu onlara yansıtırdım. Tekrar o karanlığa çekilmek en büyük korkumdu.

“İyi görüyorum,” dediğimde doktorun tebessümü büyüdü. “İyi de olacaksınız,” dedi. “Zehirden dolayı ciğerlerinizde küçük bir yara görünüyor ancak zamanla ilaçların yardımıyla düzelecektir. Tabii bu süreçte sigara dumanı, toz ve kimyasal maddelerden uzak durmalısınız,” dediğinde yüzümü buruşturdum. İlk söylediği şeyden uzak duracağımı sanmıyorum. Belki sigarayı biraz azaltırım ama tamamen bırakamam. Başlaması kolay bırakması zordu.

Doktor neyim olduğunu anlattıktan sonra beni muayene etti. Her şeyin yolunda olduğunu söyledikten sonra dışarı çıktı. Her şey yolunda mı? Elimde alçı varken hiçbir şey yolunda değildi. 13 Haziran’a bu kadar az kalmışken bu halde kendimi nasıl koruyabilirdim? Doktor iki parmağımda kırık olduğunu söylemişti ama kolumun dirseğine kadar alçı yapmışlardı. Bileğime kadar yapsalardı yeterdi. En azından bacağımda kırık yoktu.

Kenan, Celil ve Furkan içeri girdiğinde Furkan’ın kucağında kocaman bir çiçek buketi vardı. Buketin içinde rengarenk çiçekler olduğunu gördüm. Furkan bana bakıp, “Geçmiş olsun, Bige Hanım,” dediğinde ona tebessüm ettim. “Sağ ol.”

Bana doğru bir adım atmıştı ki Karun, “Bu ne?” diye sorarak onun kucağındaki büyük buketi işaret etti. Yabani adam ilk kez çiçek görüyormuş gibi bakıyordu.

Furkan başını eğip önce çiçeklere daha sonra Karun’a baktı. “Çiçek abi.”

Karun ciddi misin dercesine ona bakarken, “Ne olduğunu görüyorum koçum,” dedikten sonra tekrar buketi işaret etti. “Ne iş?”

Furkan ise beni gösterdi. “Bige Hanım için aldık. Dışarıdaki çocuklarla birlikte aldık ama hangi çiçeği sevdiğini bilemedik. Bizde hepsinden koydurduk.” Karun’a bir konuda yardımcı olmak ister gibi bakmaya başladı. “Nedim dedi ki kadınlar çiçekleri severmiş, onlara çiçek verince mutlu olurlarmış.” Bu sinir bozucu adamlar dışarıda beni neyin mutlu edeceğine kafa mı yormuşlardı?

Benimle uğraşmak dışında bir şey yapmadıklarını düşünüyordum.

Karun gülümsediğimi görünce bunu çiçeklere yormuş olmalı ki çiçekleri işaret edip, “Sever misin?” diye sordu. Sanki evet desem burayı çiçeklerle dolduracakmış gibiydi.

Aslında severdim ama ona hayır demek istedim. Fakat Furkan heyecanlı bir şekilde kucağındaki çiçeklerle bana bakınca, “Evet,” dedim onu kırmamak için. “Severim.”

Cevabımla birlikte Karun son derece ciddi bir suratla Furkan’a döndü. “Daha fazla çiçek getirin.” Bende bundan korkuyordum.

“Hayır, gerek yok,” dedim hızlıca. Furkan’ın tuttuğu çiçekleri gösterdim. “Bu yeterli.” Bıraksan gerçekten odayı çiçeklerle dolduracaktı.

Karun kafası karışmış gibi bana bakıp, “Neden?” diye sorduğunda gerçekten bazı şeyleri anlamadığını görebiliyordum. “Bu küçük buket seni güldürüyorsa çok daha fazlası daha çok güldürür.” Kadınların ne düşündüğünden zerre kadar anlamıyordu, değil mi? Anlamaya çalıştığını görebiliyorum ama bu konuda yeteri kadar bilgisi yoktu. Çiçekler bizi mutlu ederdi ama yaşananları bize unutturmazdı. Olanları telafi etmek istiyordu ancak bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.

Ne kadar incindiğimi gizlemeden ona bakarken, “Çiçeklerin iyileştirici gücü yok,” dedim. Keşke olsaydı ama yok. Bu her şeyin cevabı olduğu için karşımda yenilgiyle sustu.

Furkan çiçekleri komodinin üzerine bıraktıktan sonra Celil ile dışarı çıktı. Şimdi odamda sadece Kenan ve Karun vardı. Kenan bana doğru yürüyüp, “Bizi çok korkuttun,” dediğinde bunu söylerken samimi olduğu için ona tebessüm ettim.

Bana yaklaşıp yatağın yanında durdu. Yeşil gözleri ilgili bir şekilde bana bakıyordu. “Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Bana bir uçak bileti bulursan sana minnettar kalırım.” Sırtımı rahatlatmak için yatakta biraz kıpırdanmayı denedim ama canım yandığı için yapamadım. Kenan’a bakmak için kafamı kaldırıp, “Kaç gündür ne uçak bileti bulabiliyorum ne de otobüs,” diyerek alt dudağımı sarkıttım. “Gerçekten çok müşkül bir durumdayım. Bir tane bile boş yer olmaz mı?”

Kenan ağzının içinden, “Belki de tüm seferler hep boş kalkıyordur,” diye bir şeyler homurdandıktan sonra hafifçe öksürerek boğazını temizledi. “Kocana sorsana,” dediğinde bıyık altından gülüyordu. “Onun birkaç tane uçağı var, eminim seni bir tanesiyle gönderebilir.” Başını çevirip Karun’a baktığında yeşil gözleri kinayeliydi. “Değil mi, Karun?”

Kenan’ın ima dolu bakışları canını sıktığı için Karun’un kaşlarının kavisi çatıldı. “İyileşmeden hiçbir yere gidemez,” dediğinde ona göz devirmek istedim. Sanki iyiyken de çok gidebiliyordum da.

“Gerek yok,” dedim soğuk bir sesle. Delici bakışlarım onun üzerinde oyalanıyordu. “Eski kocamın uçağına falan binmem. Zehirle yapamadığını bakarsın uçakla yapmaya kalkışır ve öldürür beni.”

Başını omzuna doğru eğip bana bakarken söylediklerimden sadece tek bir şeye takılmıştı. “Eski kocan mı?” dedi hafif sinirli bir sesle. “Hâlâ benim karımsın!”

“Yakında senden kurtulmuş olacağım!”

“Ama henüz değil.”

Sinirden homurdanarak önüme döndüğümde kapı gürültüyle açıldı ve Kadem odaya girdi. Koşmuş gibi nefes nefese kalmıştı. Gözleri bir tek beni görüyordu benim dışımdaki kimseye fazla takılmamıştı. Uyandığımı görünce acı kahveyi andıran gözlerindeki ışıltı beni gülümsetti. Uyandığımdan beri bir tek onu görmek beni mutlu etmişti. “Sen benim için korktun mu?” Sağlam elimi ona doğru uzattım. “Buraya gel.”

Ona elimi uzatırken artık Karun’un ne düşüneceği zerre kadar umurumda değildi. İster bana kızsın isterse de Duha’ya çalışan biriyle görüşüyorum diye beni hain ilan etsin, hiç umurumda değildi. Bana yapacağı en büyük kötülüğü zaten yapmıştı. Kadem gülümseyerek yanıma gelip uzattığım elimi tutarak yatağın kenarına oturdu. Karun’dan hiç korkmadan elimi tutmuştu. Karun’un tepkisini görmek için ona baktığımda düz bir suratla bizi izlediğini gördüm. Birleşen ellerimize bakmak sinirlerini tepesine çıkarıyordu ama kendini buna alıştırmaya çalışıyor gibiydi.

Burnunda hızlı hızlı nefesler alarak yakınlığımıza kendini alıştırmaya çalışıyordu. Sanki yanlış bir şey yapmadığımızı o da biliyordu. Bunu bilmesine rağmen sinirlenen bir tarafı da yok değildi. Ona bakmayı bırakıp önüme döndüğümde Kadem’in sempatik yüzüyle karşılaştım, tekrar gülümsedim. “Çilek mi yiyordun sen? Her zamankinden daha yoğun çilek kokusu alıyorum.”

“Burnun büyümüş ondandır,” dediğinde mal gibi yüzüne bakıp, “Ne?” diye sordum.

Karun onu uyarır gibi yalandan öksürüp boğazını temizledi ama onu anlamayan Kadem, “Kızım burnun kocaman,” dediğinde gözlerini burnumdan ayırmıyordu. Şimdi ise Karun’un kısık bir sesle ettiği küfürleri duyuyordum.

Kadem’in parmakları arasındaki elimi çekip hemen burnuma dokundum. “Ya büyük değildir serum yüzünden ödemdir o, ödem!” Sızlanarak burnumu kontrol etmeye çalıştım.

Bu hayvan herif gözlerini dikip burnuma bakarken, “Yoo,” dedi safça. “Bükülmüş işte.”

“Yalan söyleme!” Ona kızarak başımı iki yana salladım. “Yanlış görüyorsun burnumun bir şeyi yok!”

İşaret parmağımı iki kaşımın ortasına bastırıp düz çizgi halinde aşağıya kaydırdım. Burnumun ucuna gelince parmağım hafifçe rotasını şaşırdı. “Burnum eğri mi?” Gözlerime akın eden yaşlarla Kadem’e baktım. “Eğri mi?”

Hemen hemen ağlamak üzere olduğumu görünce panikleyerek, “Yok bir şey, yok bir şey,” dedi çocuk avutur gibi. “Ödemdir o.”

Ona doğru atılıp tırnaklarımı elinin üstüne geçirdim. “Ödem şişirir bükmez!” diye kızdığımda elini çekmeye çalışırken, “Höst lan geri bas, çemkirme bana!” dedi fakat odada yalnız olmadığımızı görünce korkuyla yutkundu. Başını çevirince Karun’un delici bakışlarıyla karşılaştı, bir kez daha yutkundu. Karısını köpek yerine koyduğu için, “Affedersin abi,” dedi.

Ondan niye af diliyor ki benden dilemesi gerekiyordu.

Karun sakinliğini korumak için üstün bir çaba sarf ederken ona kapıyı gösterdi. “Dışarı çık!” dediğinde sesi görünüşünün aksine fazla sinirli çıkmıştı.

Daha fazla gerginlik yaşanmasın diye Kenan, Kadem’i de alıp dışarı çıktı. Şimdi odada bu cani adamla tek başıma kalmıştım. Pencerenin yanında put gibi hiç kıpırdamadan durup beni izliyordu. Aklım burnumun son görüntüsündeyken, “Beni Adana’ya gönder,” dedim boş bir sesle. Gözlerim ne zaman ona değse içimden bir şeyler ölüyor gibi hissiz birine dönüşüyordum. “Senin şehrinden nefret ettim.”

Durgun gözlerle bana bakarken, “Benim şehrimden mi yoksa benden mi?” diye sorduğunda cevabı zaten biliyordu ama bir kez de benden duymak istiyordu.

“İkinizden de.”

Soğukkanlı davranmaya çalışarak anladım dercesine başını salladı. “İyileştiğinde gidersin.” Neden beni bırakmak istemediğini düşünüyorum?

“Nasıl olduğumu düşünüyormuş gibi davranmayı bırak. Merhamet acımak değil.” Onun yüzünden bu hale gelen alçılı kolumu gösterdim. “Acıtmamak.”

Karun’un gözlerinin mavisini çevreleyen kirpikleri titreşti ve o, aralıklı dudaklarını birbirine bastırdı. Bir kez daha boğazına kadar tırmanan kelimeli yutarak sessizleşti. Bir konuda hatalı olunca fazla mahzunlaşıp susuyordu. Suskunluğunun sebebi söyleyecek bir şeylerinin olmaması değildi, söyleyeceği hiçbir şeyin işe yaramayacak olmasınaydı. Bakışları yaptıklarının pişmanlığını taşırken pişmanlığını bile dile dökemiyordu.

Sadece bana bakıyor, sustuğu onca şeyin arasında ne kadar pişman olduğunu görmemi istiyordu. Belki de görmem için ümit ediyordu. “Saldırıya uğradığımız o gün Carlos ile konuşmuştum. Bana dedi ki kocanı bırakıp gidersen adamlarım sana dokunmayacak.” Gözlerim dolu dolu başımı salladım. “Yaralıydın ama olmasaydın bile seni bırakamazdım çünkü yardımıma ihtiyacın vardı. Sen benden yardım istemedin ben yardım ettim.” Elimi kaldırıp sızısını almak ister gibi göğsüme vurarak kendimi gösterdim. “O süt fabrikasında sen yardım istemedin ben sana yardım ettim.”

Gözlerine bakıp burukça gülümsedim. “Saatler öncesinde kan kusuyordum, canım yanıyordu ve acı çekiyordum, yani tıpkı senin gibi yaralıydım.” Gözlerimi yumduğumda kirpiklerimin tutamadığı gözyaşım akıp gitti. Islak kirpiklerimi aralayıp ona bakmak için kendimi zorladım. “Yardımına ihtiyacım vardı ama sen yardım etmedin. Ben senden yardım istemedim ama sende etmedin. Oysaki sen istemediğinde bile ben sana yardım etmiştim.” Hatta beni koruyacak tek silahı bile ona bırakmıştım.

“Yapma,” diye fısıldadığında adeta bana yalvarıyordu. İki olayı karşılaştırınca bu muharebeden ağır yaraladı bile çıkamıyordu. Her zaman soğuk ve düz bakan gözlerinde keder vardı ve kederi milyonlara bölünmüştü. Tek bir parçası bile bana ulaşıp onu affettirmeye yetmediği için, “Biliyorum sus,” diyerek bana yalvardı. “İstemezsen hiç sesimi duymazsın ama sende sus.” Dudakları düz bir çizgi haline gelirken gözlerime baktı ve “Hiç olmazsa bu gece için,” dedi. Dilimdeki zehir beni maruz bıraktığı zehirden daha çok canını yakamazdı.

Hayır, benden istediği şeyi yapıp susmadım. Bu gece beni dinlemeliydi çünkü bu gece dilim son kez konuşacaktı ona. Yarın sabah beni bu odada hatta bu şehirde bulamayacaktı. Bu gece söyleyeceğim her şeyi dinlemeliydi. “Seninle aramızdaki fark tam olarak bu,” dedim konuşmaya devam ederken. “Yardımıma ihtiyacın olduğunda ben seni yalvartmadım, aşağılamadım ve gururunu incitmedim. Bütün bunlara dikkat ederek sana yardım ettim.” Gözlerimden taşan bir nefretle ona bakarken ne kadar da sakindim. “Senin aksine ben senin değerlerine önem vermiştim.”

“Birinden yardım istemeyi kendime yedirsem bu neden sen olasın ki? Carlos’u arasaydım o bile gelirdi!” Ağrıyan boynuma rağmen hızlıca başımı salladım. Sesim kısılırken, “Söylesene benim için Carlos’tan farklı mısın? Farklı olduğunu söyleyebilir misin?” diye sordum. “İkiniz de eflatun bir elbiseyi kefenim yapmadınız mı? O elbiseyi sen bana gönderdin.” O elbisenin benim için anlamını çok iyi bilmesine rağmen göndermişti.

Dolma raddesine gelen gözlerine baktım. “Senden nefret ettiğim kadar Serhat’tan bile nefret etmiyorum! Görmüyor musun, şu anda yüzüne bakmak için bile çabalıyorum!” dediğimde belki de canımı daha fazla yakan şeyi yaptı ve başını eğerek beni ona bakma zahmetinden kurtardı. Daha sonra da hızlı adımlarla dışarı çıktı. Susmamı her şeyden çok istemişti ama ben konuşmaya başlayınca da beni susturmamıştı. Sonuna kadar dinlemek için odada kalmıştı. Şimdi dışarı çıkmıştı çünkü aklına mıh gibi çakılan sözleri tekrar tekrar düşünecekti.

Karun’un çıktığı kapıya ıslak gözlerle bakarken, “Gönül suçu,” diye fısıldadım. “Bana karşı işlediğin şeyin adı gönül suçu.” Serhat bile kalbimi bu kadar acıtmamıştı. Onun evli olduğunu öğrendiğimde bile eflatun elbisenin yaktığı kadar yanmamıştım. Evet, gönül suçuydu bu.

Kenan ve Kadem içeri girince yalvararak Kenan’a bakmaya başladım. “Beni babama gönder,” diye ona ağladım. “Görmüyor musun halimi, illa cesedim mi bu şehirden çıkmalı? Sizin hiç vicdanınız yok mu?” diye omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. “Biliyorum hastayım ama babam beni iyileştirir. Ben babama gitmek istiyorum.” Kenan ve Kadem ne yapacaklarını bilmez bir halde birbirlerine bakmaya başladılar. Ben artık ailemin yanına dönmek istiyordum.

İçeriye Furkan girdi. Kenan’dan birkaç yaş büyük olmasına rağmen, “Abi,” diye ona baktı. “Karun Bey uçağı hazırlatmanı istedi.” Beni gösterdi. “Bige Hanım için,” deyince Karun’un dışarıda ağlayarak söylediklerimi duyduğunu anladım. Sonunda beni göndermeye ikna olmuştu. Boşanmak için bile olsa bir daha buraya hiç dönmeyeceğim. Avukata vekalet veririm o benim yerime duruşmaya katılırdı.

İstanbul defteri artık benim için tamamen kapanmıştı.

***

İki gün sonra

Karun gerçekten de beni Adana’ya göndermişti. Hiç ihtimal vermiyordum ama bunu yapmıştı. Ona söylediklerim mi onu etkiledi yoksa Kenan’a ağlamam mı, bilmiyorum ama beni göndermişti. Bir gece daha hastanede yattıktan sonra sabah taburcu işlemlerimi yapmıştı. Dün gece uyandığımda aslında hastanedeki ikinci gecemmiş. Doktorlar bir gün boyunca beni yoğun bakımda tutup uyutmuşlardı. Hastane odasındaki o konuşmadan sonra Karun tekrar çıkmadı karşıma.

Ona bakmak için çabaladığımı söyledikten sonra bir daha kendini bana göstermedi. Ama çıkış işlemlerime kadar her şeyle bizzat ilgilenmişti. Malikanede kalan bavulumu ve kiraladığım evdeki eşyalarımı bana göndermişti. Uçağa bile tekerlekli sandalyeyle beni bindirmişlerdi. Korumalar ayağa kalkmama izin vermemişti. Karun’un emri olduğunu söyleyip beni hiç yormadılar.

Koskoca uçakta tüm hostesler bir tek bana çalıştı çünkü uçağın tek yolcusu bendim. Uçak kalkarken Karun’u pistte görmüştüm. Havalanan uçağın küçük camında onu son anda görmüştüm. O ana kadar hiç ortaya çıkmamıştı. Gidişimi izlemişti.

Uçağa binmeden önce babamı arayıp beni havaalanında almasını istemiştim. Uçaktan indiğimde bile Furkan tekerlekli sandalyemi itiyor, Celil ise bavullarımı taşıyordu. Babam arayıp havaalanında olduğunu söyleyince ikisi bana veda edip gitmişlerdi. Babamın onları görmelerini istememiştim. Fakat babam yanıma gelene kadar gözden uzak bir yerde bekleyip beni gözetlediler. Beni sağ salim babama teslim etmek istiyorlardı çünkü Karun onları böyle tembihlemişti.

Babam beni yara bere içinde görünce çok endişelenmişti. Mısır’da olduğumu düşündüğü için sağlam bir yalan bulmalıydım. Ona kazı çalışmasından otele dönerken bana bir arabanın çarptığını söylemiştim. Yol boyunca dikkatsizliğim yüzünden bana kızıp durmuştu. Hatta bir ara arabanın plakasını bile istemişti. Şükürler olsun ki eve gelince susmuştu. Onun evinde kalmam için çok ısrar etmişti ama kabul etmedim. Önce iyileşene kadar kal derdi ama daha sonra hiç bırakmazdı.

Sandalyeden öne doğru eğilip masanın üstüne koyduğum domatesleri doğramaya çalışıyordum. Tabii tek elle hiç kolay olmuyordu çünkü alçıdaki sol kolum boynuma asılıydı. Parmağımdaki Serhat’ın uğursuz yüzüğü de alçının altındaydı. Babam onu göremediği için şanslıydım. Belki de alçıyı yapmadan önce yüzüğü çıkarmışlardı. Henüz bunu bilmiyordum.

Karşımda oturup güçlükle doğradığım domatesleri aşıran büyükbabam, “Bana sürekli kızıyordu,” diye son yarım saattir yaptığı gibi bana babamı şikâyet ediyordu. “Kocan çok zalim biri, Begüm.” Evet, aklı yine gittiği için beni annem sanıyordu.

“Endişe etme artık evindesin.” Doğradığım domatesleri tabağa koydum ve yıkadığım salatalıkları önüme çektim. Tahtanın üzerine bir tane salatalık koyduğumda, “Bana çok az yemek veriyordu,” diye çocuk gibi somurtmaya başladı. “Çok az veriyordu ve verdiklerinin tadı tuzu yoktu.” Elini tabağa daldırıp bir avuç domates aldı. Parmaklarının arasında domatesin suyu akarken avucundaki domatesleri ağzına bastı.

“Benim ona verdiğim listenin dışına çıkamazdı,” dedikten sonra musluğu işaret ettim. “Elini tekrar yıka lütfen.” Çoğu zaman nasıl yemek yiyeceğini unuttuğu için çok sık eliyle yemeklerin içine dalardı. Eskiden bu yaptığından tiksinirdim ama zamanla alışmıştım. Sonuçta aklı artık küçük bir çocuktan farklı değildi.

Domatesli elini beyaz masa örtüsüne bastırıp ayağa kalkınca, “Ama oluyor mu hiç bu yaptığın,” diye sitem etmeye başladım. “Bu haldeyken yeteri kadar temizlik yapamam.” Parmaklarının izini çıkardığı masa örtüsünü gösterdim. “Bak ne yaptın?”

Büyükbabam başını eğip beyaz örtüye baktı. Gördüğü el izi hoşuna gitmiş olmalı ki, “Çok güzel,” dedi heyecanlı bir sesle. Daha sonra iki elini domates tabağının içine batırdı ve ellerini çekip onları da masa örtüsünün üstene bastırdı. “Menüdeki salata iptal,” diye söylenip ayağa kalktım. Onun domatesli elini tutup musluğun önüne çektim. Suyu açıp ellerini yıkamaya başlamıştım. “Ben masayı hazırlayana kadar benim için menekşelerle konuşur musun?” Kederlenmiş gibi dudaklarımı sarkıtıp ona baktım. “Yokluğumuzda çok sıkılmış olmalılar.” Onu mutfaktan çıkarmazsam ikimiz de aç kalacağız.

Büyükbabam salondaki çiçekleri benim kadar sevdiği için hemen başını salladı. “Evet, evet, çok sıkıldı onlar.” Islak ellerini havluyla kurutmama izin vermeden, “Çok sıkıldı, Begüm, çok sıkıldı onlar,” dedi ve hızlı adımlarla mutfaktan çıktı.

Fiziksel özelliklerim anneme çok benzediği için beni gelini sanıyordu.

Büyükbabamı mutfaktan çıkarmayı başarınca burayı toplamaya başladım. Kirlettiği masa örtüsünü çıkartıp yerine renkli olanı serdim. Doğradığım domatesleri zaten çöpe atmıştım. Aksayan ayağımla küçük adımlar atarak masaya çorba tenceresini koydum. Tek elimle bunu yapmak beni çok uğraştırmıştı. Bu işler için kendime bir yardımcı ayarlamalıydım. En azından ben iyileşene kadar evi çekip çevirmeliydi.

Masaya iki kâse koyduktan sonra servis tabağında duran makarnayı masaya koydum. Tek elle bir şeyler hazırlamaya çalıştığım için ancak makarna yapabilmiştim. Bir süre beni uğraştırmayacak şeylerle idare etmeliyiz. Kaşıkları ve baharatları masaya koyduktan sonra, “Büyükbaba!” diye ona seslendim. “Hadi gel yemek hazır.”

Sandalyeme oturup ağrıyan bacağımı masanın altına uzattığım esnada büyükbabam içeri girdi. Üstü başı toprak içindeydi ve elinde reyhan çiçeklerimi tutuyordu. Hepsini saksıda yolduğu için köklerinde dökülen toprak yere düşüyordu. Anlaşıldı bana kolay kolay yemek yedirtmeyecekti. Ağlamaklı gözlerle yolduğu çiçeklerime bakıp, “Söyler misin, reyhanlarım sana ne yaptı?” diye sordum.

Yolduğu çiçekleri alıp mutfağın ortasına attığı için toprağı her yere saçıldı. Sinirden gözleri çakmak çakmak yanarken, “Bunlar menekşelere biz daha güzel kokuyoruz demiş!” diye kızmaya başladı. “Zavallı menekşeler ağlamaktan boyunları bükülmüş!” Çamurlu elini kaldırıp burnumu işaret etti. “Tıpkı senin burnun gibi bükülmüş boyunları.” Konu hangi ara benim burnuma gelmişti, anlamadım!

“Reyhanlar yüzünden bükmemişlerdir boyunlarını. Evden ayrılırken dairenin anahtarını üst komşumuz Nazife Hanım’a vermiştim. Belli ki çiçekleri sulamayı bazen unutmuş. Dün hepsini suladım birkaç güne toparlarlar.” Yerdeki çiçeklerime nemli gözlerle bakıyordum. “Keşke onları yolmadan önce bana sorsaydın.” Hunharca katletmişti güzelim çiçeklerimi. “Ayrıca benim burnum yamuk değil!” Belki birazcık.

Yaptıkları yetmezmiş gibi büyükbabam kaşlarını çatarak yerdeki reyhanlara tekme attı. “Menekşelere sordum onlar her şeyi anlattı bana. Bütün suç bunların.” Acaba Alzheimer’a ek olarak şizofren de mi oldu?

Bazen babamı o kadar iyi anlıyordum ki, büyükbabama bakmak çok zordu. Gerçekten büyük sabır istiyordu. “Ellerini yıkayıp gel hadi,” dediğimde artık yemek için ona yalvarıyordum. “Yemekten sonra ben yerleri temizleyene kadar sende üzerini değiştirirsin.” Ya da onun bakıcısını arardım ve tüm bu işleri ona yıkardım.

Büyükbabam gömleğindeki domates ve çamur lekelerini gösterdi. “Böyle mi yiyeceğim?” Asla ama asla çocuk yapmayacağım çünkü tüm annelik kotamı büyükbabamla fazlasıyla doldurmuştum!

Ayağa kalktığımda sızlayan bacağım beni öldürüyordu. İlaçlarımı kullanmam için önce bir şeyler yemeliydim. Ona yaklaşıp tek elimle zorlansam da gömleğinin tüm düğmelerini açtım. Gömleği çıkarınca atlet ve pantolonla kalmıştı. Çıkardığım gömleği sandalyenin üstüne koyduktan sonra onu musluğun önüne çektim. Suyu açıp ellerini yıkadım. Eline fırının kapısına astığım havluyu tutuşturdum. “Elini kurulayıp yerine otur lütfen.” Bir lokma yemek için artık kıvranıyordum.

Pis yerleri gösterdi. “Gözüm takılır yemek yiyemem,” deyince derin bir nefes alıp başımı salladım. “Sen yemeğe başla ben temizlerim buraları.” Onun da ilaçlarını alması için bir şeyler yemesi gerekiyordu.

Büyükbabam sandalyesine oturunca önce yere attığı çiçekleri toplayıp çöpe attım, daha sonra elektrikli süpürgeyi getirip tüm mutfağı süpürdüm. Holdeki ve salona döktüğü toprakları da süpürdüm. Fakat ıslak toprak olduğu için halıda çamur lekeleri kalmıştı. Ne yazık ki leğene su koyup hepsini tek tek sildim. Diz çöktükçe bacağım canımı daha çok yakıyordu ama eve temizliğe gelen kadını bekleyemezdim. Kadın haftada bir kez gelip dip bucak temizliyordu. Bende bir hafta boyunca sadece görünen yerleri toparlayıp temizliyordum.

Yarım saat boyunca büyükbabamın dağıttığı şeyleri toparlayıp temizledim. Yorgun argın masadaki yerimi aldığımda yemekler soğumuştu. Çorbayla karnımı doyurmaya çalışacağım. Büyükbabamın masa örtüsünün desenleriyle oynadığını gördüm. Balon patlatır gibi parmağını meyve desenlerinin üzerine bastırıyordu. Kaşığını alıp çorbaya daldırarak ona uzattım. “Büyükbaba ye şunu,” diye ona kaşığı işaret gösterdim. “Ya hasta hasta sana yemek yapıyorum ama sen hâlâ nazlanıyorsun.” Ağrılarımın dinmesi için karnımı doyurup ilaçlarımı almam gerekiyordu. Ama büyükbabam bana sorun çıkarmak için her şeyi yapıyordu.

Çorbayı içmek yerine yüzümdeki yaralara bakmaya başladı. “Geçen gün baban var diye söylediğin yalana inanmış gibi yaptım.” Kaşlarını çatarak gözlerini kıstı. “Seni kim bu hale getirdi? Geri döndüğünden beri çok garip davranıyorsun.” Gizli gizli ağlamak dışında aynıydım. Yaralarımı sorduğuna göre nihayet kim olduğumu hatırlamıştı.

Kaşığı onun tabağının içine koyarken, “Dedim ya araba çarptı,” diye yalan söylemeye devam ettim.

Gözlerinde sinir bozucu bir kinaye varken, “Nasıl bir arabaysa şaftını kaydırmış,” diyerek işaret parmağıyla burnumu gösterdi. “Burnun da bükülmüş.” Ama ben bu adamın yanına niye döndüm ki!

“Ya ama sende hep burnuma burnuma bakıyorsun!” Sinirlenerek elimle burnumu kapattım. Abarttığı kadar çok bükülmemişti ama ikinci bir operasyon da şarttı. Eski sağlığıma kavuşur kavuşmaz tekrar burun estetiği olacağım. İnsan atlarken hiç mi burnunu düşünmezdi? Zaten daha önce de bir işlem görmüştü.

Büyükbabam da inadıma hep burnuma bakıyordu!

Kaşığı çorbaya daldırıp bir yudum almıştım ki bir anda, “Kocan mı seni dövdü?” deyince ağzımdaki çorbayı püskürterek çıkarttım. Meraklı ihtiyar hiç rahat durmuyordu! Bana yemek yedirtmeyecekti.

“Anma şu adamı!” Masadaki peçeteyi alıp ağzımı sildim. “Onunla ilgisi yok.” Tüm iştahım kaçtığı için artık yemek yiyeceğimi sanmıyorum. Duruşmaya beş gün kalmıştı, beş gün sonra ondan sonsuza kadar kurtulacağım.

Kapının zili çalınca beni büyükbabamın sorularından kurtardı diye gelen kişiye şükrettim. Kendimi zorlayarak yavaşça ayağa kalktım. Bacağımın eklem yerinde zedelenme olduğu için adım atarken çok canımı yakıyordu. Bu yüzden mümkün olduğunca az hareket etmeye çalışıyordum. Kapıyı doğru yürürken arkamdan büyükbabam, “Kim gelmiş?” diye sesleniyordu. Güldüm. “Üst komşu Nazife Hanım’dır.”

“Hangisi? Güzel olan mı yoksa şişman olan mı?”

“Büyükbaba güzel olan kadının kızı ve benimle yaşıt!” Ona bağırarak kapı kolunu kavradım. “O gelmemiştir sakın gidip yine takım elbiseni giymeye kalkışma!” Ona kızarak kapıyı açmıştım ki tam karşımda gördüğüm adamla donup kaldım. İstanbul’da bıraktığım kâbusum peşimden Adana’ya kadar gelmişti. Evet, Karun buradaydı.

Peşimden mi geldi?

İki gündür onu görmüyordum ve bu iki günde onda çok şey değişmiş gibiydi. Yine jilet gibi bir takım elbisenin içinde çok şık ve yakışıklı görünüyordu ama gözleri bambaşka şeyler söylüyordu. Gözlerinin çevresinde oluşan koyu halkalar uzun zamandır doğru düzgün uyumadığını gösteriyordu. Sekiz yaşından beri peşimi bırakmayan kâbuslar sanki ona da uğramış gibiydi. O geceden beri gözünü bile kırpmadı, değil mi? Ve eskisinden daha fazla üşüyor gibiydi çünkü Adana’nın kavurucu sıcaklığına rağmen üzerinde ceketi vardı.

İçeriden büyükbabamın sesini duydum. “Bige kim gelmiş?”

Karun’un gözlerine nefretle bakarak, “Hiç kimse büyükbaba,” dedim buz gibi bir sesle. “Hiç kimse.” Yutkundu.

“Bige binanın bahçesinde bir sürü siyah araba var,” diye seslenen büyükbabam anlaşılan masadan kalkıp cama tünemişti. Karun’un korumaları olduğunu bilmiyordu. Böyle adamlar tek gezmezdi.

Daha fazla Karun’u görmek istemediğim için kapıyı kapatmaya yeltendim fakat o, bunu istemediği için, “Saka,” diye elini kapıya bastırıp bana engel oldu. Başını eğip bana baktığında mavi gözleri çektiği acının izleriyle doluydu. Yüzü gölgelendi, iç yakan bir nefesi aralıklı dudaklarında koyuverdi. “Ne zaman bitecek?” dediğinde sesinin bir yenilgisi vardı.

“Bir gün unutmayı başardığımda.”

Umutsuzluk sardı dört bir yanını ve “Yani hiç bitmeyecek,” dedi. Bana unutmamalısın da diyen oydu ve bu artık onun en büyük pişmanlığıydı.

Kapıya baskı uygulayıp tam ona buradan gitmesini söyleyecektim ki, “Bige!” diyen büyükbabamın sesini tekrar duydum. “Orada her ne halt yapıyorsan çabuk yap çünkü baban geliyor. Şimdi bahçeye girdi,” deyince gözlerimi irice açarak Karun’a baktım. Babam mı geldi?

Babam onu burada görürse beni öldürürdü!

Ya bu adam ta İstanbul’dan kalkıp niye geldi ki!

“Hemen git buradan,” dedikten sonra tekrar kapıyı kapatmaya çalıştım ama buna izin vermedi. Elini kapıya bastırıp, “Seninle konuşmam gerekiyor,” diye kapatmama engel oldu. “Şu para mevzusunu.”

Hatırlattıklarıyla iyice sinirlenerek, “Konuşacak hiçbir şey yok!” dedim sert bir sesle. “Satılık karına ederi kadar para bırakmışsın işte!” dedikten sonra kapıdan uzaklaştım ve hızlı adımlarla yatak odama doğru yürüdüm. Odama girip çantamdaki parayı hızlıca alıp dışarı çıktım. Babama yakalanacağım diye o kadar çok korkuyordum ki ağrıyan bacağıma rağmen çok hızlı adımlar atıyordum.

Kapının önünde duran Karun’a yaklaşıp parayı suratına attım. “Al paranı ve defol git buradan!” dedikten sonra kapıyı yüzüne kapattım. O paraları suratına atmak için almıştım.

Sinirle kapıya attığı yumruğu duydum ama açmadım. Onu kapının dışında bırakarak yeniden mutfağa yürüdüm. Büyükbabam camdan sarkmış aşağıya bakıyordu. Karun’a olan öfkemi ondan çıkarmak ister gibi, “Düşeceksin!” diye kızıp ensesine yapıştım ve onu içeri çektim.

Camı kapatıp sandalyeye oturduğumda, “Kim gelmiş?” diye meraklı gözlerle bana bakmaya başladı.

Tek elimle sızlayan bacağıma masaj yapmaya çalıştım. Dizimde kocaman bir morluk vardı. “Dilenci gelmiş,” diye omuz silktim.

Kapının zili tekrar çalınca canımdan bezmiş bir halde, “Büyükbaba kapıya sen bak,” dedim. Bugün bacağımı çok yorduğum için daha fazla ayağa kalkacağımı sanmıyorum. “Babam dışında kimseyi içeri alma,” dediğimde başını sallayarak mutfaktan çıktı.

Birkaç dakika sonra büyükbabam ve babam içeri girmişti. Babamı görünce hemen ayağa kalkıp kendime çeki düzen verdim. “Rahatsız olma otur,” dediğinde elindeki market poşetlerini mutfak tezgâhının üzerine bırakıyordu. Asla eli boş gelmezdi.

Masayı görünce yemek yediğimizi anladı. “Senin için de bir servis açmamı ister misin?” diye sorduğumda hep olduğu gibi onun karşısında yine fazla gergindim.

“Otur, Efil,” diye üsteleyince kalktığım yere geri oturdum. Şu zamana kadar bana bir kez bile olsun büyükbabamın koyduğu isimle seslenmemişti. Babam bana hiç Bige demezdi.

Büyükbabam da karşıma oturunca ikimiz de çıt çıkarmadan babama bakıyorduk. Onun olduğu zamanlar fazla sessizleşirdik. Babam bir sandalye çekip yanıma oturunca, “Bugün nasılsın?” diye sordu sert bir yüzle. Suratının genel hali sert olduğu için çoğu zaman beni ürkütüyordu.

“Biraz daha iyiyim.”

“Dışarıdaki adamların kim olduğunu biliyor musun?” dediğinde Karun ile karşılaşmadığını anladım. Biri merdiveni diğeri de asansörü kullanmış olmalıydı. Karşılaşsalardı babam bana onu sormazdı çünkü Karun Kalender’i tanımayan yoktu.

Bilmiyorum dercesine omuz silktiğimde babamın sorgulayan bakışlarından kaçmak için önüme dönüp çorbamı içmeye başladım. “Kapıdaki o paralar neyin nesi?” deyince kaşığı tutan elim titredi, gerildim. Attığım paraları görmüştü.

Tam ona ne söyleyeceğimi düşünürken büyükbabam, “Sık sık kapımızı çalan bir dilenci var,” diyerek imdadıma yetişti. “Bugün dördüncü kez gelince Bige kızıp çantasındaki tüm parayı ona attı,” deyince teşekkür eder gibi ona bakıyordum. Konuyu doğru düzgün bilmemesine rağmen beni kurtarmak için iyi bir yalan bulmuştu.

Babam duyduklarıyla kaşlarını biraz çatarak bana baktı. “O kadar parayı yere atacak kadar çok mu zenginsin? Sana israftan kaçınmayı öğrettiğimi sanıyordum.” Aklına ne geldiyse hayıflanır gibi başını iki yana salladı. “Gün geçtikçe o sorumsuz ablana daha çok benziyorsun,” deyince kaşık elimden kayıp kâsenin içine düştü. O kadar yanılıyordu ki.

Yemeyi bırakıp ona bakmaya başladım. Kendi babamı yabancı gözlerle izleyerek kızdığı ablamla olan benzerliğine baktım. Daha ellisine yeni girmişti ve hâlâ gücü kuvveti yerindeydi. Saçları gürdü, aradan geçen yıllarda bile saçları yaşıtları gibi çok dökülmemişti. Ancak siyah saçlarının büyük bir bölümü artık beyaz tellerden oluşuyordu. Sanki saçları normalde beyazmış da içinde ara ara siyahlar çıkmış gibiydi. Ablamın saçları siyahtı benimkiler değil.

Babamın yüzüne baktığımda bir katilin, bir canavarın yüzüne bakar gibi ürkekti bakışlarım. Oysaki bu soğuk yüzlü adam benim babamdı. Alnındaki üç çizgi halindeki düz kırışıklıklar artık kaşlarını çatmasa bile belli oluyordu. Alnında yol alan o çizgilerin arasına kim bilir kaç ceset sığdırmıştı. Kalın kaşları ben ona baktıkça biraz daha çatılıyor, ne düşündüğümü öğrenmek için aklıma sızmaya çalışıyordu. Kaşlarının gölgesinde kalan şahin bakışlarının rengi de siyahtı. Benim değil ablamın gözleri siyahtı. Bu yönden de ona benzemiyordum.

Kalın bir boynu, güçlü omuzları ve bu yaşta bile egzersiz yaptığı için yapılı bir vücudu vardı. Uzun boylu olması da onu daha bir heybetli gösteriyordu. Belki de bir tek boy yönünde ona çekmiştim çünkü daha çocukken bile ablamdan uzundum. Tabii ablam geçen bu yıllarda aradaki farkı kapattıysa bilemem. Ablama sorsam benim için babasının kızı derdi, babam ise ablama benzemeye başladığımı söylüyordu. Aslında ikisi birbirine çok benziyordu. Zaten hem fiziksel hem de karakter olarak birbirlerine çok benzedikleri için geçinemiyorlardı.

Sonuçta aynı kutuplar birbirini iterdi.

“Ben anneme çok benziyorum,” dedim safça. Zaten bu benzerlik yüzünden büyükbabam çoğu zaman beni annem sanıyordu. “O da benim gibi kahve bir Saka’ydı. Sen annemi, ablam da beni çok hırpalardı. Bizim kahvelerimiz her zaman sizin siyahlarınıza ezildi,” dediğimde mutfakta buz gibi bir atmosfer oluştu. Haklıydım.

Babam sözlerimin ağırlığıyla kaskatı kesilirken, “Neyden bahsediyorsun sen?” dediğinde sesi bakışlarından daha sertti.

Cevap vermek yerine önüme dönüp yemeğime devam ettim. “Üzgünüm konuşmak yerine tabağımdakileri bitirmeliyim.” Ona kendi kuralını hatırlatıp sustum. Neyden bahsettiğimi aslında çok iyi biliyordu. Ona olan kırgınlığımı hiç bilmiyordu. Hep sustum, bugün de susuyorum ama bir gün ona konuşacağım. O gün gelir mi, bilmiyorum ama bir gün ona konuşmayı düşünüyorum.

Yemekten sonra ilaçlarımı hemen almıştım. Ayakta güçlükle durduğum için babam evdeki işleri yapmama izin vermemişti. Büyükbabamın bakıcısını arayıp gelmesini istemişti. Ben kendimi toparlayana kadar hem büyükbabama hem de bana bakacaktı. Bunun için normalde aldığı paranın iki katını alacaktı. Canan Hanım eve gelip mutfağı hızlıca toparlayıp bizim için çay koymuştu. Babam tekli koltuğunda sessizce çayını içerken bende büyükbabama beyin egzersizi yaptırıyordum.

Onunla karşı koltuklarda oturmuş birbirimize soru soruyorduk. Bu şekilde anılarını canlı tutmaya çalışıyordum. Büyükbabam sıkılmasın diye bunu bir oyuna dönüştürdüğüm için o da bana soru soruyordu. İkimizin de önünde bir sehpa vardı ve sehpanın üstünde on tane kestane şekeri vardı. Cevabı bilemeyen karşı tarafa kendi şekerlerinden bir tane veriyordu. Oyunun sonunda en çok kimin şekeri varsa o kazanıyordu. Büyükbabamın hafızasını diri tutmak için bulduğum küçük bir oyundu.

Şu ana kadar ondan dört şekerini almıştım ve bundan memnun değildim çünkü unutkanlığı hoşuma gitmiyordu. “Büyükannem bana ne kurabiyesi yapardı?” diye anılarını yokladım.

Hiç düşünmeden sehpanın üzerinde duran kestane şekerlerini gösterdi. “Kestaneli kurabiyeler,” deyince ona gülümsedim. Bu sefer doğru bilmişti.

Sıra ona geçtiği için, “Sevdiğim ikinci meyve ne?” deyince kıkırdadım. “Ben çok seviyorum diye kestane,” dedim. “Ama aslında sen hurmayı çok seversin.”

Büyükbabam çocuk gibi inat edip, “İkinci sevdiğim meyve kestane,” diye tutturunca gülümsedim. “Benim de ikinci sevdiğim meyve hurma,” dedim ve o da gülümsedi.

Sıra bana geçtiği için, “En sevdiğim şarkı?” diye sordum.

Büyükbabam hatırlamıyor olmalı ki suratını astı ve bana vermek için bir tane kestane şekerini kenara ayırdı. Cevap hiç beklemediğimiz birinden gelmişti. “Eylem Aktaş’ın Yüreğimden Tut şarkısı,” diyen babam tıpkı Karun’un yaptığı gibi başını ağır ağır salladı. “Annesi gibi eski şarkıları seviyor,” dediğinde büyükbabama bakıyordu.

Babam eski anılara dalmış gibi iç çekti. “Begüm bana gücendiğinde kırıldığını hiç söylemez ama Fikrimin İnce Gülünü dinlerdi,” dedikten sonra başını çevirip içli gözlerle bana baktı. “Kızı ise 13 Haziran’dan sonra bana bir kere bile neden baba demedi ama hep Yüreğimden Tut şarkısını dinledi,” dediğinde içim öyle bir kıyıldı ki bir kez daha onun karşısında lal oldum ve eğdim başımı.

Bir zamanlar çocuk yüreğimden tutmasını ve beni gömüldüğüm enkazdan çıkarmasını istediğim çok olmuştu.

Oysaki beni o enkazın yangınına atan da oydu. İnsan hiç kendi katilinden yardım ister mi? Ben istedim.

Büyükbabam gerginliği dağıtmak için oyuna devam etti ve hemen bana yeni bir soru sordu. “Gazel en çok neyden korkardı?”

Güldüm. “Benden.” Ablam benden çok korkardı çünkü o yaşlarda onu çok ısırırdım. Pitbull gibi bir kez ısırınca kimse çenemi ayırıp onu dişlerimin arasından kurtaramazdı.

Büyükbabam gülerek başını sallayınca yine doğru cevap vermiştim. Isırmak deyince aklıma hemen yeni bir soru gelmişti. “Annemin hamsterını yemeye kalkıştığım günü hatırlıyor musun?” diye sordum. “Hani annem bana kızıp beni bahçeye çıkarmıştı ve yağmurun altında beni bir saat dışarıda bırakmıştı. Cezalı olan bendim ama biri daha cezam bitene kadar benimle dışarıda ıslanmıştı,” diye ona bakmaya başladım. “O kişi kimdi?”

Büyükbabam içimi ısıtacak bir güzellikte gülümsedi. “Bendim,” diye başını salladı. “Tek başına bahçede ıslanmana gönlüm razı olmadığı için yanında durmuş ve seninle ıslanmıştım,” dediğinde babam dudaklarındaki tebessümüyle ikimizi izliyordu. Doğduğum günden beri büyükbabamla hep iki arkadaş gibi olmuştuk.

“Yalnız sen o fareyi yemiştin,” deyince itiraz ederek, “Hayır,” dedim. “Sadece ısırmıştım.” Isırmakla yetindiğimi hatırlıyorum çünkü annem yememe izin vermemişti.

Büyükbabam gülerek, “Gerçekten yedin,” dedi ve üzerime gelmeye başladı. “Onu kafesinde ölü bulunca çiğ çiğ yedin çünkü Begüm sana canlı hayvanları yemeyeceğini söylemişti. Sende ölü hayvanları yemekte sorun olmadığını düşünmüştün. Seni bulduğumuzda dişlerinle onun derisini yarmıştın ve kopardığın parçayı çiğniyordun,” deyince soluğum kesilerek gözlerimi irice açtım. Yok artık daha neler! Yapmam ben öyle şeyler.

Büyükbabam güldü. “Begüm niye o kadar kızdı sanıyorsun?”

Yüzüm utançtan kızarırken, “Uydurma,” diye homurdandım. “Yaşlandığın için yanlış hatırlıyorsun.”

Hatırladıklarıyla büyükbabamın yüzünde iğreti dolu bir ifade oluşurken başını salladı. “Bir bacağı ağzındaydı ve katır kutur sesler çıkartarak onu çiğniyordun.”

Çirkefleşerek, “Yalan söyleme!” diye ona çıkıştım. “Yapmam öyle şeyler!”

Yardım ister gibi babama bakınca babam yüksek sesle gülerek başını salladı. “Gerçekten onu yedin, bir tek onu yesen iyiydi evde hangi canlı türünü yakalasan yemeye çalışıyordun.” Tamam, rezil bir insanmışım. Üzerime gelmesinler artık.

Babam elini kaldırıp dizlerinin hizasında tuttu. “İlk adımlarını attığında şu kadarcık boyun vardı. Bahçede bulduğun bir hamamböceğini ağzına sokmaya kalkışmıştın. Ablan olacak hayırsız bağırarak bize haber vermişti. Henüz iki yaşında bilmiyordur dedik ama büyümeye başladıkça daha da çığırından çıktın,” dedikten sonra büyükbabama döndü. “Baba hatırlasana dört yaşında tişörtünün eteğini topladığı tırtıllarla doldurmuştu. Ağlayarak rahmetli annemden onları pişirmesini istemişti,” dediğinde büyükbabam gür sesle kahkaha atarken benim yüzüm utançtan kıpkırmızı olmuştu.

Anladık ya rezil biriymişim ben!

“Bige sağdan soldan böcek bulup yiyecek diye evi ve bahçeyi hep ilaçlıyorduk,” dedi büyükbabam. “Ama bu seferde ilaçtan ölenlerin peşine düşüyordu,” deyince şimdi de babamın kahkahası salonu doldurdu. Söz konusu beni utandırmak olunca nasıl da iyi anlaşıyorlardı.

“Kendi çabalarımla hayatta kalmaya çalışıyormuşum,” diye homurdandım. “Demek ki eve hiç et almıyormuşsunuz.” Bu durumdan kurtulmak için onları suçlamaya başladım. “Kimse de size dememiş ki bu çocuğun proteine ihtiyacı var.”

Bıyık altından gülen babamın gözlerinin çevresi kırışırken, “Dolap et doluydu,” dedi keyifli bir sesle.

“Ne zaman annen veya ben dışarı çıksak dolapta et olmasına rağmen yine alırdık. İlaç almak için çıksam bile dönüşte mutlaka kasaba uğrardım. O kadar çok dengemizi bozmuştun ki evde et olsa bile alırdık. Begüm günün üç öğününde farklı yemekler yapardı ama yemeğin yanında masada mutlaka senin için bir tabak et olurdu.” Evet, bu kısmı hatırlıyordum. Masada et bulamayınca diğer yemekleri de yemeye yanaşmazdım. Ben yemeyince babam bana kızardı ve ben ağlamaya başlardım. Bu yüzden annem ne pişirirse pişirsin benim için küçük bir tavada et kavururdu. Önce o eti yerdim daha sonra diğer yemeklerin tadına bakardım.

Yüzünde küçük bir gülümseme olan babam, “Begüm’ü çok uğraştırırdın ama kıyamazdı sana,” deyince bir kez daha annemin yokluğu canımı yaktı. O kadar iyi bir anneydi ki onunla ilgili her şeyi çok özlüyordum. Şimdi burada olsa elini sıcak sudan soğuk suya koymazdım ama burada değildi. Bazı şeylerin değerini kaybedince daha iyi anlıyoruz.

***

Uyuşuk bir halde yataktan çıktığımda sürekli esniyordum. Tüm gece binada o kadar çok gürültü vardı ki doğru düzgün hiç uyuyamadım. En sonunda dayanamayıp uyku hapıyla uyumuştum. Karşı dairemdeki densiz aile gecenin bir yarısı taşınmaya karar vermişti. Gecenin birinde ev taşımak nedir ya! Yüzümü yıkayıp hızlıca üzerime kısa, beyaz bir elbise geçirdim. Pamuklu terliklerimi giyerek makyaj masasının önündeki yerimi aldım.

Canan Hanım kahvaltımızı hazırlarken bende makyajımı yapmalıydım. Fakat tüm gece kesilmeyen sesleri tekrar duyunca, “Daha bitmedi mi be!” diye kızarak rujumu aldım ve dudaklarımı kırmızıya boyadım. Bu seferlik makyaj yapmadan odamdan çıktım ama tabii ki kırmızı rujumu sürmüştüm.

Büyükbabam ortalarda görünmediğine göre hâlâ uyuyordu. Bu gürültüde nasıl uyuyor, aklım almıyordu! Aksayan ayağımla kapıyı açıp dışarı çıktığımda donup kaldım. Gece dairedeki eski eşyaları aşağıya indirmişlerdi ama şimdi de paketinden hiç açılmayan eşyaları buraya taşıyorlardı. Dikkatli bakınca eşyaları karşı daireme taşıyan adamları tanıdığımı fark ettim. Bunlar Karun’un korumaları değil miydi?

Neler oluyordu?

Furkan ve Nedim’in aralarına aldıkları koltuğu merdivenden çıkardığını gördüm. Diğerleri de elindeki eşyayı karşı daireme bıraktıktan sonra aşağıya inip yenisini getiriyordu. Beni gören her koruma bana kaçamak bakışlar atıyor, bıyık altından gülerek asansörün yanında duruyordu. Furkan ve Nedim ikili koltuğu yukarı çıkartıp soluklanmak için doğruldular. Onlar da beni görünce başlarını eğip kısık bir sesle gülünce, “Burada neler oluyor?” diye sordum gergin bir sesle. Kim bilir yine ne işler karıştırıyorlardı.

Hepsi saygı duruşuna geçip ellerini önlerinde birleştirerek susunca, “Bakın ben hâlâ iyileşmedim!” dedim kızgın bir sesle. “Sinirliyim, agresifim ve sabahki et ve makyaj dozumu almadığım için çıldırmanın eşiğindeyim!” Hepsine ters ters bakmaya başladım. “Beni uğraştırmadan neler olduğunu söyleyin!”

Hepsi yanındakini dürtüp güzel haberi sen ver dercesine davranınca, “Konuşun!” diye bağırdım. “Benim binamda ne işiniz var?” Bu bina ve çevresindeki tüm site bana aitti. Hepsi şu anda benim mülkümdeydi.

Kara yağız bir delikanlı olan Nedim, “Bige Hanım kocanız dün karşı dairenizdeki aileye yüklü bir çek yazdı,” diyerek konuya bodoslama daldı.

“Aile o kadar parayı görünce hemen taşındı,” dedi Celil.

“Karun Bey’de vekalet verdiğiniz emlakçıdan daireyi kiraladı,” diyen Furkan gülmemek için yanaklarının içini ısırıyordu. “Ev sahibi siz olabilirsiniz ama dairelerin kiralanması için emlakçıya vekalet verdiğiniz için Karun Bey’i buradan çıkartamazsınız.” Karşıma geçip pişkince sırıttı. “Çünkü emlakçıyla bir yıllık sözleşme yaptı,” deyince başımdan aşağıya buz gibi sular dökülmeye başladı. Karun karşı dairemi mi kiraladı?

Aklını yitirmiş olmalıydı!

Emlakçıya vekalet verdiğim doğruydu çünkü evlerimi kiralayan herkesle tek tek görüşmek istemedim. Böyle şeylerle uğraşmak istemediğim için emlakçı benim yerime kiracılara daireleri gezdiriyor ve kiralıyordu. Tabii benden belli bir komisyon ücreti aldığı için bunu yapıyordu. Ancak hangi daireyi kime kiralıyorsa bunu bana bildiriyordu. Bunu yapmak zorundaydı çünkü daireye yerleşen aile her ay bana ödeme yapıyordu. Hesap numaramı verdiği her aileden mutlaka haberim oluyordu.

Emlakçım Karun’un daireyi kiraladığını henüz bana söylememişti. Büyük ihtimalle sözleşmeyi akşam geç saatlerde yaptıkları için vakti olmamıştı. Daireyi kocama kiraladığını nereden bilsin ki! Ben ondan kaçmak için İstanbul’u terk ettim ama o, gelip karşı daireme taşındı! Kan beynime sıçrarken sinirden adeta zangır zangır titriyordum. Damarlarımda kan yerine yoğun bir öfke akarken sıktığım dişlerimin arasından, “Çağırın gelsin!” dedim. Beni delirtmeye ant içmişti bu adam!

Bu sinir bozucu adamların kısık bir sesle gülmeleri beni şaşırttı mı? Tabii ki hayır! Onların gülüşüyle iyice kontrolden çıkarak sağlam ayağımı sertçe yere vurdum. “Size çağırın gelsin dedim!” diye bağırdım. Buraya gelecek ve bana bu yaptığının hesabını verecekti!

Boşanmaya dört gün kalmışken karşı daireme taşınamazdı!


Yorumlar