Roman
  • 01/12/2025

19-KIRILMIŞSA KANATLARI

“Beni usul usul terk et dediğinde ne demek istediğini anlamadım ama hızlıydı ondaki gidişim.”

Elimde sıkıca tuttuğum kasap bıçağını kaldırıp tüm gücümle ete vururken sinirden deliye dönmüştüm. Karun Bey hazır buraya gelmişken Adana’daki dostlarını ziyaret etmeye gitmiş. Evet, korumalarından onu çağırmasını istediğimde bana aynen bunları söylemişlerdi! Dün bana ait evlerden birine taşıdığından beri apartmana giren çıkan belli değildi. Ne zaman pencereden kafamı uzatsam birileri kek ve börekle bizim binaya giriyordu. Sitedeki tüm kadınlar mı bekar Allah aşkına, neyin merakıydı bu?

Karşı dairedeki zil sesleri dünden beri hiç susmadı. Sırf onun yüzünü görmemek için dışarı bile çıkmıyordum. Artık buraya taşındığı için ondan ne hesap sorarım ne de gitmesini isterim. Nasıl olsa ben ne söylersem söyleyeyim yine kendi bildiğini yapacaktı. Bu yüzden duruşmaya kalan dört günü sabırsızlıkla bekleyip duracağım. Onu boşadığımda bakalım yine karşı dairemde kalabilecek miydi?

“Kiraya zam yapayım da çıksın diyeceğim ama adam milyon dolarlık biri!” Satırı kaldırıp parçalamak ister gibi ete geçirdim. “O emlakçıya vekalet veren kafamı silkelesinler!”

“Bige,” diyen büyükbabamın sesini duyunca kaşlarımı çatarak, “Sen hâlâ burada mısın?” diye elimdeki satırla üzerine yürüdüm. Biraz daha mutfakta ayağımın altında dolanırsa Karun’a olan öfkemi ondan çıkaracaktım. “Seni ekmek almaya göndermedim mi ben?”

Pencerenin yanına sinerek bana sırtını döndü ve kafasını perdenin altına soktu. “Beni kesersen babana evli olduğunu söylerim!” dediğinde sırtıyla bakışırken donup kaldım. Kesmek mi? Onu kesmek istediğimi de nereden çıkardı?

Onu daha fazla korkutmamak için durduğum yerde hiç kıpırdamadım. “Çıkar kafanı oradan devekuşu,” diye sabırsızca onu beklemeye başladım. “Neden seni keseceğimi düşünüyorsun?”

Sırtıyla bakışırken inatla kafasını perdenin altından çıkarmadı. “Elinde bir satır var ve dünden beri birini öldürmekten bahsediyorsun,” dediğinde başımı eğip üzerimde mutfak önlüğüne baktım. Önlüğe kan sıçramıştı. Sağ elimde tuttuğum kanlı satırı da görünce gülmeye başladım. “Büyükbaba kocamı öldürmek varken seni ne yapayım? Çıkar hadi şu kafanı.” Bu adam inanılır gibi değildi.

Nihayet kafasını perdenin altından çıkartıp bana doğru döndüğünde şaşkındı. “Yani bana kızgın değil misin?”

Fazla saf olduğu için göz devirir gibi ona bakmaya başladım. “Yapacağın hiçbir şey seni öldürmem için yeterli olmaz.”

Suçlu çocuklar gibi gözlerini kaçırdı. “Balkondaki sandalyeyi kırmış olsam bile mi?” Çoktan kırdı, değil mi?

Omuz silktim. “Yenisini alırız.”

“Menekşelerini de tokatladım,” dediğinde ağzım bir karış açıldı. Bunu görünce hemen savunmaya geçti. “Bana yaşlı dediler, gözlerimin önünde dedikodumu yapıyorlardı.” Bu çiçek katili adam yüzünden kafamı duvardan duvara vurmak istiyordum.

Sinirden deliye dönmüş bir haldeyken ona gülümsemek için kendimi zorladım. “Ben konuşurum onlarla bir daha senin hakkında ileri geri konuşmazlar.” Sakinleşmek için derin derin nefesler alıp içimden birden on üçe kadar sayıyordum. Çiçeklerimi öldürdü değil mi?

Sanki buradaki tek haklı oymuş gibi hızlıca başını salladı. “Konuş tabii menekşelerin dili çok uzadı.” Hâlâ yaşıyorlarsa konuşurum tabii!

Bir, iki, üç, dört, beş, saymaya devam et, Bige.

Kaşlarımı sorgularcasına yukarı kaldırıp, “Başka bilmem gereken bir şey var mı?” diye sorduğumda duyacaklarımdan korkuyordum. Belki de elimdeki satırdan kurtularak onu dinlemeliydim. Pekâlâ, sakinleşmek için saymaya devam! Sanki işe yaramıyor gibiydi.

Büyükbabam bana bakarken yüzünün kızardığını gördüm. Yüzündeki bu sıkıntılı ifade mahcubiyet mi yoksa utanç mı, anlamadım. Bir şeyler onu rahatsız ediyor gibiydi. Sanki söylemek istiyordu ama bunu nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Gözlerini kaçırıp başını eğdi ve kısık bir sesle, “Başka bir şey yok,” diyerek parmaklarıyla oynamaya başladı. Sanırım sorunun ne olduğunu anlamıştım.

Bu sabah yine saat altıda uyanmıştım. Odasında sesler duyunca merak ederek odaya girmiştim ama büyükbabam odada değildi. Üstelik battaniyesi yerdeydi ve yatağına serdiğim koruyucu çarşafta yatakta değildi. Banyodan sesler gelince ses çıkarmadan yürüyüp kapı aralığında bakmıştım. Lavabonun musluğunda aceleyle çarşafını yıkamaya çalışıyordu çünkü gece yine yatağını ıslatmıştı. Bazen bunu yapardı ama hep benden saklamaya çalışırdı çünkü utanırdı.

Büyükbabam çocukluğumun kahramanı, en iyi arkadaşım ve tek sırdaşımdı. Onu böyle bir durumda görmemi istemiyordu çünkü gözümdeki profilinin sarsılacağından korkuyordu. Çok utandığı için her defasında bunu benden saklardı. Ya da sakladığını düşünürdü çünkü her şeyi bilirdim. Onu utandırıp gururunu incitmemek için ona hiçbir şey söylemezdim. Bu yüzden aynı çarşaftan dolabına bir sürü koymuştum. Kanıtları benden rahatça saklayıp çarşafları istediği gibi değiştirsin diye dolabında çok fazla yedek çarşaf vardı.

Beceriksizce yıkayıp odasının balkonuna astığı o çarşafları gizlice değiştirdiğimi bile bilmiyordu. Yeterince temiz yıkayamadığı için çarşafları sık sık değiştiriyordum. Dolaptaki çarşaflardan birisini çamaşır teline asıyor ve onun astığı çarşafı alıp gizlice kendim yıkıyordum. Daha doğrusu çamaşır makinesinden yıkayıp sonra kurutucuya atıyordum. İkimizde bu konuda birbirimizin arkasından iş çeviriyorduk.

Artık bu konuda benden utanmasını istemediğim için bu sabah farklı bir çözüm bulmuştum. “Madem senin söyleyeceğin bir şey yok o zaman beni dinle çünkü benim var,” dedikten sonra satırı tezgâhın üzerine bırakıp musluğu açtım.

Sol elim alçıda olduğu için suyun altında sağ elimi beceriksizce yıkadım. Suyu kapatıp ona bakarken utanmış gibi yaptığım için sık sık bakışlarımı kaçırıyordum. “Şey… Büyükbaba benim bir sorunum var ama sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum,” dediğimde sesimi mümkün olduğunca utangaç çıkarmaya çalışıyordum.

Yüzümü şekilden şekle sokup ona baktım. “Büyükbaba,” dediğimde sesimi bilerek kısık çıkartıp başımı eğdim. “Bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama birine söylemeliyim.”

Onu endişelendirmiş olmalıyım ki, “Bige’m,” diye hemen yanıma geldi. Kırışıklıkların sardığı ellerini yüzüme koyup başımı kaldırdı. “N’oldu kızım?” dediğinde benim için çok korkmuştu.

Gözlerim dolduğunda bir anda ağlamaya başladım. “Söyleyemem büyükbaba,” diye hıçkırdığımda bildiğin salya sümük ağlıyordum. İstediğimde çok kolay ağlardım. Islak gözlerimi kırpıştırıp ona bakarken, “Anlamıyorsun, çok müşkül bir durumdayım,” dedim ve yere diz çöküp omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. “Çok müşkül durumdayım büyükbaba çoook!” Yalnız ben harbiden ağlıyorum ya, biri beni durdursun hemen.

Zavallı adamı öyle böyle korkutmadığım için hemen diz çöküp bana baktı. “Bige ne oldu?” dediğinde eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Islak gözlerimi gördükçe daha çok panik yapıyordu. “Kızım söylesene ne oldu?” dediğinde birazdan her şeyi bırakıp benimle ağlayacak gibiydi.

Kesik kesik ağlarken, “Söyleyemem,” diyerek başımı iki yana salladım. “Söyleyemem çok utanıyorum.”

Artık bana yalvarma noktasına gelirken, “O nasıl söz öyle,” diye acı çeken gözlerle bana bakmaya başladı. “Bizim seninle aramızda hiç sır olmaz,” dediğinde yavaş yavaş istediğim kıvama geliyordu.

Gözlerimi bir kez daha ondan kaçırıp, “Odama gidip yatağıma bak o zaman,” dedim ağlamaklı bir sesle. “Git kendin gör sorunun ne olduğunu.”

Beni böyle hüngür hüngür ağlatan şeyi merak ettiği için hemen ayağa kalktı. Hızlı adımlarla mutfaktan çıkınca ağlamayı bırakıp kısık sesle homurdanmaya başladım. “Eğer ileride çocuk yapmaya kalkışırsam vursunlar beni!” Sırf onunla sağlıklı bir iletişim kurmak için sabah yatağıma su dökmüştüm.

Benim de yatağımı ıslattığımı düşünürse, o zaman yatağını ıslattığı günlerde benden çok utanmazdı. Bunu çarşaflarını yıkamak için kendisini yormasın diye yapıyordum. Yemin ederim annesi bile benim ona baktığım gibi büyükbabama bakmamıştır. Ben çocukken o bana bakıyordu şimdi ben büyüdüm, o çocuklaştı ve ben ona bakıyordum.

Zamanında ektiği fidanın meyvesini toplamak onun hakkıydı.

Ayağa kalktığımda büyükbabam mutfağa dönmüştü. “Bige,” diye afallamış bir halde elindeki ıslak çarşafımı gösterdi. “Sen yatağını mı ıslattın?” Şaşkındı.

Mahcup olmuş bir ifadeyle başımı eğip, “Sık sık yapıyorum bunu,” dedim. Her şey plana uygun gidiyordu. Birazdan yanıma gelip bana iyi hissettirmek için aynı şeyi onun da yaptığını söyleyecekti. Bundan sonra da yatağını ıslattığı zamanlar nasıl olsa Bige’de ıslatıyor diye düşünecek ve benden saklamaya çalışmayacaktı.

Büyükbabamın yanıma gelmesini beklerken, “Sidikli, Bige!” diye yüksek sesle gülmeye başlayınca başımı hızla yerden kaldırdım. Ne? Sidikli, Bige mi? Bu plana dahil değildi!

Kendimi tam bir aptal gibi hissederek ona baktığımda büyükbabam, “Bige sidikli, Bige sidikli,” deyip katıla katıla gülmeye başladı. Yahu ne diyordu bu adam! Beni teselli etmesi gerekmiyor muydu? Bu işte bir terslik vardı!

“Büyükbaba bak getirtme beni oraya!” Hemen tezgâhın üzerinde duran satırı aldım. “Sidikli falan değilim ben!” Sürekli sidikli deyince utandım haliyle.

Öz ve öz büyükbabam gözlerinden yaşlar gelene kadar gülerken, “Sidiklisin işte,” deyip çarşafı bana doğru fırlattı. “Ekmek alırken bakkal Remzi’ye diyeceğim seni,” dedikten sonra hemen mutfaktan çıktı. Bakkal Remzi mi? Ona niye diyor ki!

“Büyükbaba buraya gel!” Aceleyle peşinden yürüdüm. “Bana bak birine bir şey dersen valla doğrarım seni!” diye bağırıp aksayan ayağımla ona yetişmeye çalıştım, ama daha ben holü geçmeden dış kapının kapanan sesini duydum. Allah kahretsin dışarı çıktı bile!

“Büyükbaba!” Bağırarak güç bela dışarı çıktığımda asansörden iniyordu. Bu ayakla merdiven inemem ki. “Nankör ihtiyar!” Cinnet geçirerek satırın sapıyla sertçe asansörün kapısına vurdum. “Nasıl olsa eve geleceksin, bak gör ben sana ne yapıyorum!” En sonunda delirtti işte beni. Ya ben onun için yatağıma su döktüm ama o ne yaptı? Sidikli diyerek güldü bana!

Bana bunu yaptığına inanamıyorum!

Asansörün kapısına sağlam bacağımla tekme atarken, “Hele bir millete söyle bak neler yapıyorum sana!” diye bağırdım. “Yüzme havuzunda çıplak kadınlara askıntılık yaptığında bir daha seni korumayacağım. Bana ne ya o kadınların kocaları ağzını burnunu kırsın!” Ben niye koruyorum ki bu hain adamı, ne hali varsa görsün. Gözümün içine baka baka nasıl da sidikli dedi bana. “Boyun posun devrilmesin inşallah! Ömrümü çürüttün, ömrümü!”

“Sabah sabah ne halt etmeye bağırıyorsun?” diyen uykulu bir ses duyduğumda başımı çevirdim. Karun yarı uykulu gözlerle bana bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir eliyle araladığı kapıyı tutarken diğer eliyle sık sık esnediği için ağzını kapatıyordu. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Ben şimdi büyükbabama olan sinirimi bu adamdan çıkarmaz mıyım?

Üzerimdeki kanlı önlüğü ve elimdeki satırı görünce uykulu halinden çok hızlı çıktı. “Bu halin ne?” diye sordu anlamaya çalışarak. “Birini falan mı doğradın?”

Büyükbabamın yaptıklarından sonra onu karşı dairemde görmek tüm devrelerimi yaktığı için dişlerimi sıktım. “Daha değil!” Sinirden zangır zangır titrerken, “Ama birazdan o da olacak!” deyip satırı ona doğru fırlattığımda yemin ederim ışık hızıyla kapıyı kapattı. Satır kapıya saplanırken içeriden, “Ulan kafayı mı yedin manyak karı!” diye kızgınlıkla bağırdığında sesindeki korkuyu yeteri kadar gizleyememişti.

Hızlı refleksleri olmasaydı şu anda ölmüştü.

“Bende işleyen bir kafa mı bıraktınız be!” Yürüyüp kapıya saplanan satırı asılarak çıkardım. “Yüzsüz herif, derhal gidiyorsun evimden!”

İçeriden, “Bir yıllık kirasını ödedim hiçbir yere gitmiyorum!” diyen sinirli sesini duyunca elimdeki satırı tüm gücümle kapıya geçirdim. “Çık dışarı!” Bağırarak satırı sapladığım kapıdan çıkardım. “Çık dışarı da yüzüme söyle bunları sıkıysa!” dediğimde kapının diğer tarafında gülen sesini duydum. “Elinde satır var manyak karı, nereye çıkıyorum?” Yüzsüz adam bir de eğleniyor mu?

Sinirden bağırarak kapıya tekme attığımda, “Yavaş!” diye o da bana bağırdı. “O ayağın ne oluyor senin!”

“Sana ne be! Sanki çok umurunda!” diye ona kızıp kendi daireme doğru yürüdüm. Arkamdan açılan kapıyla hemen ona döndüm ve satırı kafasına fırlattım. Fakat daha satır kafasını yarmadan hemen kapıyı yeniden kapattı. “Siktir, çıldırmış bu!” Kendi kendine konuştuğu şeyleri bile duyuyordum!

Yürüyüp satırı tekrar kapısından sökmek zorunda kaldım. Tek kolumla bunu yapmak beni çok uğraştırmıştı. Kapıdaki hasarı görünce, “Akşama bu kapıyı bir değiştirme bak nasıl atıyorum seni evimden!” diye bağırıp kapıya tekrar vurdum. “Yüzsüz herif evimdeki her hasarı karşılayacaksın!”

İçeriden, “Düşünürüz,” diyen sesini duyunca satırı tekrar kapıya geçirdim ve “Tamam!” diye bağırdı. “Kapıyı değiştireceğim!” Sıkıysa değiştirmesin.

Ters ters kapıya bakıp kendi daireme doğru yürürken merdivenlerde donup kalan Kenan’ı gördüm. Tuttuğu poşetlerle basamakta duruyor, elimdeki satıra baktıkça çıkmak ve kaçmak arasında gidip geliyordu. Önlüğümdeki kanları da görünce irkilip Karun’un kapısındaki izlere baktı. Daha sonra başını çevirip tekrar kanlı önlüğe ve satıra baktı. Artık aklında neler geçiyorsa bembeyaz bir suratla Karun’un kapısını işaret edip, “Yaşıyor mu?” diye yutkundu. Korkmuş gibiydi.

Satırın sapını sıkıca tutarak dişlerimi sıktım. “Öldü ne yapacaksın?” diye üzerine yürüdüğümde hemen bir basamak indi. “Başımız sağ olsun o zaman!” dedikten sonra arkasını döndü ve koşar adım çıktığı merdiveni geri inmeye başladı. Vefalı dost dedikleri bu olsa gerek.

Hepsi birbirinden beterdi!

İçeri girip kapıyı sertçe kapattıktan sonra salona geçtim. Canan Hanım mutfakta kahvaltıyı hazırladığı için dışarıda olanlardan haberi yoktu. Başımı koltuğa yaslayıp sakinleşmek için derin derin nefesler aldım. Karun’u Adana’dan göndermenin bir yolu olmalıydı. Babam onu görmeden geldiği cehenneme geri dönmeliydi.

Uzun süre koltukta oturup ne yapacağımı kara kara düşünmüştüm. Gerçekten çok müşkül bir durumdaydım. Telefonumdaki saati kontrol ettiğimde kaşlarımı çattım. Büyükbabam gideli yarım saat olmuştu ama hâlâ eve dönmedi. Alt tarafı bir ekmek alacaktı nerede kaldı bu adam?

Balkona çıkıp aşağıya baktığımda onu bahçede gördüm. Elindeki ekmek poşetini tutan adam Karun’un korumalarıyla konuşuyordu. Neden onlarla konuşuyordu ki! Aşağıya sarkıp, “Büyükbaba!” diye bağırdım. “Sana kaç kere yabancılarla konuşma dedim!” Sabah sabah çenesi düşük teyzeler gibi beni bağırtıyordu.

Sesimi duyunca hepsi başını kaldırıp yukarıya baktı. Altıncı katın balkonunda sarkarken Celil’in, “Biz yabancı mıyız, Bige Hanım?” dediğini duydum. “Yine düşeceksiniz içeri girin,” dediğinde kaşlarımı çattım. İlkinde düşmedim çatıdan atlamıştım. Neden atladığımı çok iyi bilmelerine rağmen hepsi hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.

Hepsine çok kızgın olduğum için, “Celil,” dedim buz gibi bir sesle. “Büyükbabamı yukarı gönder!”

Büyükbabam, “Merak etme, Bige!” diye başını yukarı kaldırıp bağırdı. “Onlara yatağını ıslattığını söylemedim!” dediğinde donup kaldım. Bu söylememiş hali mi?

Atlayacağım ya, atlayayım da kurtulayım bu adamdan!

Korumaların kısık gülüşünü duyduğumda içlerinden en alaycı olanı, yani Furkan, “Kafamdaki patroniçe profilinin içine ettiniz, pardon siz yatağa etmişsiniz,” dediğinde hepsinden gür bir kahkaha kopunca ciddi ciddi balkondan atlamayı düşündüm. Rezil oldum!

Eğilip balkondaki terliklerden birini alıp Furkan’ın fırlattım. “Adam Alzheimer be, Alzheimer!” dediğimde attığım terlik onun yakınlarına bile ulaşmadan yere düşmüştü. “Hasta bir adamın söylediklerine ne bakıyorsunuz!”

“Bige Hanım ben size inanıyorum,” dedi Nedim.

Sırıtan Furkan, “Ben yeteri kadar ikna olmadım, Bige Hanım,” dedi.

Yerdeki terliği alan Celil, “Kırk üç numara mı giyiyorsunuz?” dediğinde büyükbabamın terliğine baktığını iyi biliyordu.

Hepsinin adını bildiğim için Celil’in yanında duran İsa’nın başını kaldırdığını gördüm. “Ayakkabı dışında bizden her şeyi isteyebilirsiniz,” dedi. “Kırk üç numara kadın ayakkabısı bulmak çok zor.”

“Densiz herifler!” Burada durmuş onlara laf yetiştirdiğime inanamıyorum. “Dört gün sonra hepinizden kurtuluyorum!” dedikten sonra büyükbabamın apartmana girdiğini görünce balkondan çıktım. Kırk üç numara bulmak zormuş!

Salona girince, “Bir, iki, üç, dört,” diye yine içimden saymaya başladım. Acilen sakinleşmem gerekiyordu.

Masadaki mor menekşelerimi görünce kendiliğinden tebessüm ettim. Beni bir tek çiçeklerim sakinleştirirdi. Büyükbabam onları tokatladığı için biraz yıpranmış görünüyorlardı. En sevdiğim çiçeklere yaptığı bu zulme bir dur demek gerekiyordu. Saksıyı kucağıma alıp iç çektim. “Sizi daha güvenli bir bölgeye götürmek şart oldu.”

Menekşeleri yatak odama koyduktan sonra dış kapıyı açıp büyükbabamı kontrol ettim. Kahvaltı soğuyacaktı ama o hâlâ yukarı çıkmamıştı. Kapıyı tam kapatacaktım ki merdivenden inen Asuman’ı gördüm. Zarife Hanım’ın kızı elinde bir tabak kek tutarak aşağıya iniyordu. Beni görünce gülümseyip, “Merhaba, Bige,” diye yanıma geldi. Büyükbabam hastaydı bu kıza, aslında kilo almadığı zamanlarda annesine de yürüyordu. Tabii Asuman’a olan aşkı bir başkaydı çünkü Asuman daha genç ve güzeldi. Asuman’dan yüz bulamadığı zamanlarda kızı terk edip annesini sevmeye karar veriyordu.

Asuman yanımda durup karşı dairemin kapısını gösterdi. “Karun Kalender ile komşu olduğumuza inanabiliyor musun?” dediğinde gözlerinde adeta dolar işareti çıkartıyordu. Karun’a acımaya başladım çünkü sitede ne kadar bekar kız varsa hepsi onun kapısında bitiyordu. Hatta haberi alan teyzeler bile ona hoş geldin demeye geliyor ve bol bol kızlarını överek onu damatları yapmaya çalışıyordu.

“Onun evlendiğiyle ilgili çıkan haberleri hiç okumadın mı?” dediğimde Asuman güldü. “Yalan haberdir o,” diyen kadın benden daha iyi biliyormuş gibi davranıyordu. Ha ben zaten bostan korkuluğuyum burada. Etiyle kanıyla gerçeğim.

Asuman bilmiş bilmiş sırıtıp, “Hem evli olsaydı parmağında yüzük olmaz mıydı?” diye konuşup canımı sıktı. “Ayrıca karısıyla birlikte tek bir fotoğrafı bile yok.” Hem Karun hem de Duha benimle ilgili tüm haberleri anında yayından kaldırıyorlardı. Beni bir sır gibi medyadan saklıyorlardı. Ülkenin en güçlü iki adamının himayesi altındayken medya kolay kolay beni ifşa edemezdi. Karun bunu yapanın sadece kendisi olduğunu sanıyordu ama aslında Duha’da boş durmuyordu.

Asuman tek eliyle saçlarını kabartırken, “Bana şans dile,” diye göz kırpıp Karun’un kapısına doğru yürüdü. Ne diyebilirim ki Allah bir yastıkta kocatsın. Kıskançlık şöyle dursun gönlünü buradaki kızlardan birine kaptırsın diye dua ediyordum. Peşimi bırakacaksa ona kız bile ayarlayabilirim.

Asuman zile bastıktan sonra ikimizde beklemeye başladık. Aslında onu değil büyükbabamın yukarı çıkmasını bekliyordum. Umarım yine merdiveni kullanmaya kalkışmamıştır. Camdan bağırıp eve gelmesini söylediğimde apartmana girdiğini görmüştüm. Karun kapıyı açınca Asuman ile aynı anda gözlerimizi irice açtık. Yok artık be, bu kılıkta mı kapıyı açıyordu? Yeni duş almış olmalı ki beline sardığı havlu dışında üzerinde hiçbir şey yoktu.

Siyah bir havlu da boynunda atkı gibi duruyordu. Islak saçlarından akan sular boynundaki havluya düşüyordu. Sıkı ve biçimli kaslarının üzerinde süzülen su damlacıkları ise insanın nefesini kesiyordu. Ondan nefret etmeme rağmen güneşin kavurduğu kasları beni bile etkisi altına almışken Asuman’ın ne halde olduğunu düşünemiyorum. Bu kılıkta kapıyı açarsa tabii kızlar kapısından hiç eksik olmazdı.

Karun’un gözleri bir kez bile Asuman’a değmeden doğruca bana bakınca, “Büyükbabamı bekliyorum,” dedim hızlıca. “Ekmek almaya göndermiştim.” Burada durup Asuman ile ikisini dikizlediğimi düşünmesini istemiyorum.

İnanmamış gibi kaşlarını yukarı kaldırınca ona ters ters bakmaya başladım. Birazdan büyükbabam yukarı çıkınca yalan söylemediğimi anlardı. Ayrıca büyükbabam nerede kalmıştı? Kesin merdiveni kullanıyor bu adam!

Karun başını çevirip ağzı bir karış açık bir halde onu izleyen Asuman’a düz bir şekilde baktı. “Sizi dinliyorum, Asuman Hanım?” dediğinde az kalsın kahkaha atacaktım. Kapısına gelen misafire söylenecek söz mü bu? Sanki ofisine iş görüşmesine gelen biriyle konuşur gibi mesafeliydi. Artık dünden beri Asuman kapısını kaç kez çaldıysa kızın adını öğrenmişti.

Asuman nihayet onun kaslarından gözlerini ayırıp, “Rahatsız etmedim umarım,” diyerek kendisine çeki düzen verdi. “Taşınma telaşında olduğunuz için bir şeyler hazırlayacak vaktiniz olmuyordur.” Elinde tuttuğu keki ona gösterdi. “Yeni kek yapmıştım size de getireyim dedim. Burada benim limonlu kekim meşhurdur.” Öyle mi? Ben niye onun kekinin ününü daha önce hiç duymadım? Ayrıca bu adam niye kendi yemeğini kendisi yapsın ki? Dışarıdan yemek sipariş edebilirdi.

Karun tabağa kısaca bakıp kuru ve ilgisiz bir sesle, “Teşekkür ederim,” dedikten sonra başını kaldırıp bana baktı. “Bu kokular senin dairenden mi geliyor?” diye havayı kokladı. İçine çektiği koku hoşuna gitmiş olmalı ki, “Kahvaltıda ne var?” deyince Asuman çok pis bozuldu. Düşüncesiz hayvan, bari kızın elindeki tabağı alsaydı.

Onu tanıdığım ortaya çıkmasın diye mesafemi korudum. “Sizi ne ilgilendirir.”

Beni zerre kadar takmayan densizin dudağının köşesi kıvrıldı. “Giyinip kahvaltı için geliyorum,” dedi ve kapıyı hem Asuman’ın hem de benim suratıma kapattı. Giyinip geliyor mu? Ne sıfatla!

Satırım mutfaktaydı, değil mi?

Asuman’ın hayal kırıklığıyla bana baktığını görünce kapının önünden çekildim. “Kahvaltıda bize eşlik etmek ister misin?” Onu neşelendirmek için bulduğum tek çözüm buydu. Asuman ile bir derdim yoktu çünkü iyi bir kızdı. Her ne kadar fazla paragöz olsa da.

Karun’un kapısına kısaca baktıktan sonra bana gülümseyerek, “Çok isterim,” dedi. Karun’un geleceğini duydu ya tabii çok isterdi.

Asuman içeri girdiğinde büyükbabam nefes nefese daha yeni merdiveni çıkıyordu. “Sana kullanma şu merdiveni diyorum!” Kızarak ona doğru yürüdüm. Düşecekti sonra al başına belayı. Asuman’ın içeride olduğunu duyunca çok sevinecektir.

Dizimdeki hasar merdivenleri inmeme engel oluyordu çünkü dizimi büktükçe canım yanıyordu. Bu yüzden son basamağın üstünde durup onu beklemeye başladım. Nefes nefese yukarı çıkınca elindeki ekmekleri alıp, “Asuman burada,” dedim. Gözlerimle kapısı açık daireyi gösterdim. “Kız içeride gözünü seveyim yine ona  askıntılık yapma, kız torunun yaşında.”

Beni zerre kadar dinlemeyen baş belası ihtiyar, “Ne var benden bir yaş küçük,” dediğinde gözlerinde kırmızı kalpler çıkartarak daireye bakıyordu.

“Büyükbaba sen kaç yaşındasın?”

“Yirmi yedi,” deyince bir küfür savurdum. “Yahu ben yirmi altıyım nasıl oluyor o iş?”

Afallayarak bana baktı. “Bige aramızda bir yaş varmış,” dediğinde hayretler içinde kaldım. Saçımı başımı yolacağım artık.

İçimden tekrar saymaya başlarken dişlerimin arasından, “Yetmiş beş!” dedim ona yaşını hatırlatmak için.

Şaşkınlığı iyice artarak gözlerini kırpıştırdı. “Yaşlanmışsın, Bige.”

“Ben değil sen yetmiş beş yaşındasın!”

“İftira atma bana!” Beni tersleyerek eve doğru yürüdü. “Yirmi yedi yaşındayım ben,” diyerek kapıda ayakkabılarını çıkarmaya başladı. “Burnun bükülmüş senin!” dedikten sonra eve girip kapıyı sertçe kapattı. Burnum ne alaka şimdi!

Şaşkınlık içinde arkasından aval aval bakıyordum. İnsan der ki beynin yanmış, kafan durmuş veya ezberin yok ama burnun bükülmüş demek nedir? Konuyu sürekli burnuma getiriyordu!

Yaptıracağız dedik işte!

Yürüyüp kapının ziline bastım. Kapıyı niye kapattı ki! “Büyükbaba açar mısın şunu?” dedim son derece sakin bir sesle. “Büyükbaba lütfen aç şu kapıyı.” Sabah sabah çirkeflik kotamı doldurduğum için kibar biri olmaya çalıştım. Ancak kapıyı açmayınca, “Büyükbaba!” diye bağırarak kapıya tekme attım. “Aç diyorum şunu!” Bugün sesimle tüm apartman halkını rahatsız edip durmuştum!

“Çılgın çıkacağım ben bu adamın yanında! Bana bak kıza bir şey yapmaya kalkışma valla bu sefer kimse alamaz seni elimden!” Asuman ne amaçlarla girdi bu eve ama hayaller Karun Kalender, hayatlar Fehmi dede!

“Büyükbaba kendi torununu da evden atmazsın!” Gerçekten aklımı kaçıracaktım. “Ev benim kimi kimin evinde kovuyorsun!” diye homurdandığımda arkamda birinin gülen sesini duydum.

Başımı çevirdiğimde karşı dairemdeki yeni komşumu gördüm. Gömlek yerine üzerinde bu sefer beyaz bir tişört ve pantolon vardı ama tişörtün üzerine yine siyah bir ceket giymişti. Ciddi ciddi üşüyordu bu adam. Omzunu kapının pervazına yaslamıştı ve yan bir duruş sergilerken dudağındaki gülümsemeyle bana bakıyordu. “Kahvaltı iptal mi?” Ciddi miydi bu?

Canımdan bezdiğim için, “Ne haliniz varsa görün be!” dedikten sonra yürüyüp asansörün düğmesine bastım.

“Nereye?” diye sordu sakince.

Asansörün gelmesini beklerken aynı sakinlikle cevap verdim. “Tımarhaneye.”

Karun gülerek yanıma gelip bir anda beni kucağına alarak dairesine yürüdü. Gözlerim büyüdü. “Ne halt ettiğini sorabilir miyim?” dediğimde içeri girip kapıyı ayağıyla kapatmıştı. Başını eğip kızgın suratıma baktığında kendini masum biri gibi göstermeye çalıştı. “Bana kızma doktor fazla yürümemen gerektiğini söyledi,” dediğinde düşünceli kocayı oynamaya kararlıydı.

Dudaklarındaki o çarpık gülüş sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Mavi gözlerinin ardında hınzırlık vardı. “Ev sahibime kahvaltı hazırlayacak kadar iyi bir kiracıyımdır,” dediğinde bunun nasıl olacağını merak ettim. Daha önce yumurta bile kırmadığına eminim.

Mutfağa girdiğimizde Karun beni yavaşça sandalyeye bıraktı. Doğrulup kenara çekildiğinde mutfak tezgâhına yürüdü. Tezgâhın üzerinde hiç boş yer kalmamıştı çünkü kadınların getirdiği yiyeceklerle doluydu. Kısır, kek, börek ve tatlılara bakıyordum. Karun çay için suyu çaydanlığa koyup fişi taktığında, “Burası açık büfeye döndü,” diye sitem etti. “Sürekli kadınlar kapıyı çalıp yiyecek bir şey getiriyor,” dedikten sonra dolabı karıştırıp bardakları aramaya başladı. “Acaba iflas ettiğimi falan mı düşünüyorlar? Söyler misin, senin insanların sadaka verir gibi neden sürekli bana yemek veriyor?” deyince kıkırdadım. O yemeklerin amacı düşündüğü gibi değildi.

“Seni damadı yapmaya çalışıyorlar.”

Bardakları alıp bana doğru döndü. “Yasalar karşısında babanın damadıyım,” deyince başımı salladım. “Ama onlar bunu bilmiyor çünkü parmağında içinde adım yazan bir alyans taşımıyorsun.”

İri avuçlarında iki bardak tutarken gözleri alçılı elimde oyalandı. “Senin de parmağında benim yüzüğüm yok,” dediğinde bu konuda canını sıkan bir şeyler var gibiydi.

“Yüzüğüm nerede?”

Aptalı oynayarak, “Hangi yüzükten bahsediyorsun?” diye sordu.

Alçılı elimi kaldırıp ona gösterdim. “Alçıyı yaparken yüzüğü çıkarmış olmalılar.”

Karun bu detayı yeni fark etmiş olmalı ki kısık gözlerle alçılı elime baktı. “Eşyalarını Furkan almıştı ona sormalısın.” Bunu söylerken ifadesi hoşnutsuzdu. Benden önce Furkan’dan o yüzüğü alıp yok edeceğini düşünmeye başladım çünkü taktığım o yüzük Serhat’ındı.

Karun bardakları masaya bıraktıktan sonra kadınların getirdiği tüm yiyecekleri masaya dizdi. “Bunlardan yiyebildiğin kadar ye,” dedi. “Kalanlar çöpe gidecek.” Hepsini yiyeceğimi sanmıyorum.

Çay kaynayana kadar yanımda oturup durgun suratımı izlemeye başladı. Onun yanındayken artık eski neşemi kaybettiğimi görebiliyordu. Belki de canını sıkan tam olarak buydu. “Seni Adana’ya getiren sebep nedir?” diye sordum. Onca yolu aşıp neden benim şehrime geldiğini bilmek istiyordum.

Masadaki poğaçalardan birini alıp küçük bir parça kopartarak bana uzattı. “Beni buraya getiren sebep hırçın bir kuş,” dedi sakince. Karnımı doyurmamı istediği için kopardığı parçayı yememi bekliyordu. “Yapmamam gereken bir şey yaptım ve kırdım onun kanatlarını,” dediğinde sesi durgundu. “Tekrar uçar mı bana bilmiyorum.”

Uzattığı poğaçayı aldım. “Kanatlarını kırmışsan nasıl uçsun?” dediğimde içimde kopardığı fırtınalara inat sesim soğuktu.

Karun beni izlerken dudaklarında hazin bir gerçek döküldü. “Zaten kırık değil miydi kanatları?” dediğinde kısacası bana geldiğinde zaten birileri kırmamış mıydı kanatlarını diyordu. Bir adamın ihanetini tadarak ona gittiğimi ne güzel hatırlatıyordu.

Gözlerime akın etmekte olan yaşlara direnerek, “Ruhun simgesi nedir?” diye sordum konudan alakasız olarak. Bunun cevabını bilirse zaten kırılan kanatlarımın asıl sebebi kendiliğinden ortaya çıkardı.

Cevap vermeden bir süre düşündü. Bilgi haznesini iyice beyninin merceğinden geçirirken doğru cevap üzerine bir hayli düşündü. Mavileri yoğun bir şekilde beni izlerken dudaklarını araladı ve “Saka kuşu,” dedi. Doğru bilmişti.

Garip bir merak ve biraz da çocukça bir saflıkla sordum ona, “Neden?” diye.

Gözlerimin en derinine bakarken boğazındaki adem elması hareket ederek sertçe yutkundu. Evet, artık cevabını biliyordu. Öyle bir baktı ki bana sanki ona dünyanın en zor sorusunu sormuşum gibi. Sonra iç yakan nefesini koyuverdi ve “Çünkü devedikenlerinin tohumlarıyla beslenir,” dedi. Sesinin bir ıstırabı vardı. “Yani acıyla,” dediğinde dudaklarımda hüznün can kırıklarıyla acı bir tebessüm oluştu. Önce 13 Haziran’ı hatırladım, sonra devamında olanları ve en sonunda da eflatun elbiseyi. İşte o zaman anladım ki ben gerçekten bir saka kuşuydum.

“İşte bu yüzden sana geldiğinde kanatları kırıktı,” diye içli bir ifadeyle başımı salladım. “O bir saka kuşu, yani acı hayatında hiç eksik olmaz. Sen veya bir başkası ona fark etmez çünkü kanatlarını kıran hep birileri çıkacaktır. Saka kuşunu yaralamak en kolayı, zor olan yaralarına merhem olabilmek,” dedikten sonra ona bakmayı bırakıp önüme döndüm.

“Oteldeki o paralar senin için değildi,” dediğinde ona bakmadım ama onu dinliyordum. “Cüzdanımda dökülen paralardı. Sandığın gibi gece için sana para bırakıp otelden ayrılmadım çünkü sen odadan çıkarken hâlâ balkonda uyuyordum.” Duyduklarımdan sonra Kadem’e içimden küfretmeye başladım. O paranın çirkin bir amacı olduğunu aklıma sokan oydu! Ne yani bunca şeyi aptalca bir yanlış anlaşılma yüzünden mi yaşadım?

Kalıp dinleseydim belki de her şey farklı olacaktı.

“Artık bir önemi yok.” Hissiz bir sesle konuşup elimdeki küçük poğaça parçasına baktım. Ondan gelecek hiçbir şey artık boğazımda geçmezdi. Bana verdiği poğaçayı masaya bıraktım. “O paranın gerçek amacı bana yaşattıklarını değiştirmeyecek.”

Uzun ve gergin bir sessizlikten sonra Karun, “Bir seferinde küçük bir kelebek yakalamıştım,” dediğinde ona doğru döndüm ama bana bakmıyordu. Masada duran ellerine bakıyordu. “Ordu’daydım ve sanırım on yaşlarındaydım.”

Dudağının köşesinde küçük bir gülümseme oluştu. “Kelebek gerçekten çok güzeldi.” Bunu bana neden anlattığını bilmiyorum ama ses çıkarmadan onu dinlemeye başladım. “Onu bir kavanozun içine hapsettim çünkü benim olmasını istedim.”

“Daha sonra ne oldu?”

“Ablam kavanozu görünce kelebeği özgür bırakmamı söyledi ama onu dinlemedim. Defne bana kelebeğin havasız kalacağını ve öleceğini söylemişti. Lakin ona inanmadım çünkü inanmak istemiyordum. Kelebek çok güzeldi ve benim olmalıydı.” Başını çevirip bana baktı. “Onu bırakırsam benden giderdi,” diye fısıldadı. “Gitmesini istemiyordum,” dediğinde mavi hareleri büyük bir karmaşanın içinde sürüklenir gibi bakıyordu.

“Sonra babam geldi yanımıza,” dediğinde şimdi gözlerinde sert bir ifade vardı. “Eğer onu istiyorsan o zaman almasını bilmelisin diyen sesini hâlâ hatırlıyorum. Bir şeyi istiyorsan onu almasını bil demişti bana.” Gözlerimin içine bakarak başını ağır ağır salladı. “Önce o kelebek öldü ve daha sonra da ablam Defne,” dediğinde boğazımda bir düğüm oluştu, yutkunamadım. Bana ilk kez geçmişiyle ilgili bir şeyler anlatıyordu ve anlattığı şeyin içinde ölen ablası vardı.

Karun bana karşı tüm duvarlarını yıkarak onu görmemi istedi. Bu sert kabuğunun içinde hâlâ acı çeken birinin olduğunu görmemi ister gibi bakıyordu. “Ablam, babam yüzünden öldü ama annem babamı bize savundu. Gurur aynı şeyi yaşamamızdan korktuğu için evden ayrılmamıza yardım etti. Evden ayrıldığımızda henüz bıyığı bile çıkmayan ergenlerdik. En küçüğümüz Levent’ti ve o da neler olduğunu anlayacak yaşta değildi. Onu da yanımızda getirdik çünkü ne Çağıl ne de ben, annem ve babama bir kardeş daha kurban etmeye hazır değildik. Levent, Defne’nin ölümünün arkasındaki gerçeği bilmiyor çünkü ondan hep gizledik. Bu yüzden annem ve babamla görüşmesine izin vermedik diye bizi hep suçladı ve hâlâ da suçlamaya devam ediyor,” dediğinde Defne’nin nasıl öldüğünü merak ettim ama sormamam gereken yasaklı bir soru olduğunu biliyordum.

“Evden ayrılırken babama benzemeyeceğime yemin etmiştim,” dediğinde bu konuyu konuşmak onu gerçekten çok yaralıyor olmalı ki dudaklarını birbirine sımsıkı bastırdı.

Gözlerime baktı ve “Ama sana yaptıklarımdan sonra o adamın oğlu olduğumu bir kez daha anladım,” diye fısıldadı. “Kapının diğer tarafında senin acı çeken iniltilerini duyarken o ev çocukken sahip olduğum kavanoza dönüştü. Sen kavanozun içindeki kelebeğe ve bende on yaşında bir çocuğa dönüştüm. Kulağımda babamın, ’Bir şeyi istiyorsan onu almasını bil,’ diyen sesiyle orada kilitlenip kaldım. Ta ki sen atlayana kadar.” Kendinden nefret ediyormuş gibi yüzü gölgelendi. “Kabul etmek istemesem de ben o babanın oğluyum.” Masadaki ellerini tüm gücüyle sıktığı için parmak boğumları gerilmişti. Babasına benzemek aslında onu kızdırmıyordu, incitiyordu. Belki de en büyük korkusuydu babasına benzemek.

En küçük bir duygu kırıntısı göstermeden düz bir şekilde ona baktığımı görünce, “Bilmiyorum,” diye itiraf etti. Yüzünü sertçe ovuşturarak başını iki yana salladı. “Nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum. Rengin veya hayatımdaki diğer kadınlarda asla böyle bir şey yaşamadım.”

Karun nefesini sesli bir şekilde verirken başını küçük bir açıyla omzuna doğru eğip gözlerime baktı. “Onların benden gitmeyecek kadar bana muhtaç olmalarını hiç istemedim.” Gözlerimin içine baka baka başını salladı. “Sana yaptığım tam olarak buydu, yanımda kalacak kadar bana muhtaç olman isteği,” dediğinde buz kestim. Beni yanında tutmak için ona muhtaç olmamı mı istemişti? Midem kasıldı. Karun beni bırakmak istemiyordu.

Ne düşüneceğimi bilmez bir halde ona baktığımı görünce başını eğip burnunun direğini sıktı. “Benim için bu kadar zor olmasını beklemiyordum!” dediğinde bir şeyler onu içten içe yiyip bitiriyormuş gibi sıkkındı.

“Kapının diğer tarafında senin kısık iniltilerini duydukça o kapıyı kırıp içeri girmek istedim. Keşke bunu yapsaydım ama yapmadım çünkü aklımda olan tek şey gidecek olma ihtimalindi!” Sesi kontrolü dışında yüksek çıkmıştı ama mavileri ateşler içinde yanıyor gibi bakıyordu. “Bana ihtiyacın olduğunu anlarsan benden kaçmazsın diye düşündüm.” Şimdi sesi daha kısıktı. “İlk günden beri yaptığın tek şey benden kaçmaktı.” Canını yakan şeyler boğazına gem vurmuş gibi güçlü bedeninden çıkan sesi cılızdı.

Bana doğru eğilerek biçare bir nefesten sonra, “Özür dilerim,” dedi. “Özür dilerim hata yaptım.” Dudaklarını birbirine sımsıkı bastırıp başını iki yana salladı. “Bilmiyorum bana öğretmelisin, bunu nasıl telafi edeceğimi öğretmelisin.” Yaşattığı her şeyi unutturmak ister gibi bakarken bu konuda benden yardım istiyordu. “Bir telafisi olmalı.”

Artık ne kadar çok kırıldıysam söyledikleri merhametime bile dokunamadı. O gece benden nasıl merhametini esirgediyse şimdi bende aynısını ona yapıyordum. Çırpınışları soğuk duvarlarımı yıkıp bana ulaşamıyordu. “Böyle soğuk ve sakin bakınca bir affı olmayacağına inanıyorum. Böyle bakma çünkü telafisi olmayacağına inanıyorum,” dediğinde bakışları yalvarır gibiydi. “Bana bunu nasıl düzelteceğimi öğret.”

O gece bir koza örmüştü sanki bana. Her katmanı saf acıdan oluşan bir kozayı ince ince sarmıştı vücuduma. İçinde boğuluyorum ama çıkamıyorum da. Ben hâlâ o kozanın içinde çırpınırken ne unutabilirim ne de affedebilirim. Gitmek için ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüğümde arkamdan, “N’olur böyle yapma,” diye bana yalvardı. “Beni affetmenin bir yolu olmalı.”

“Hiçbir yolu yok.” Dümdüz bir şekilde karşıma bakarken gözlerimden süzülen bir damla yaşa engel olamadım. “Sen beni davet etmedin ben senin hayatına ansızın ve hızlı girdim. En az geldiğim hızda olmalı gidişim.” Derin bir nefes aldım ve “Artık senin etrafında uçamam çünkü sen konduğum dalı kırdın,” dedikten sonra bir kez bile arkama bakmadan onun evinden çıktım.

Yakında bir mahkeme salonunda onunla ilgili her şey son bulacaktı.

***

Üç gün sonra.

“Babanın hâlâ Karun’u öğrenmemesi büyük mucize,” diyen Sibel’e iç çekerek başımı salladım. Neredeyse iki aydır evliydim ve iki ay boyunca bunu babamdan gizlemenin bir yolunu bulmuştum.

Sibel benim buradaki arkadaşlarımdan biriydi. Adana’ya dönmek için havaalanına gittiğimde bana mesaj atıp Rengin’in röportajını haber veren kişi Sibel’di. Hep onunki gibi mutlu bir evliliğim olmasını istemiştim ama geldiğim nokta tam bir fiyaskoydu. Neyse ki yarın boşanıp bu evlilikten kurtulacaktım. Tabii aynı zamanda 13 Haziran’a da sadece altı gün kalmıştı.

Karun ile yaptığımız o konuşmadan sonra onu tekrar görmemek için üç gün boyunca evden hiç çıkmamıştım. Bugün Sibel arayıp buluşmak için ısrar edince büyükbabamın bakıcısıyla bırakıp evden çıkmıştım. Sibel kucağındaki dokuz aylık bebeğine masadaki çorbayı içirmeye çalışırken, “Serhat’ın yaptıklarına hâlâ inanamıyorum,” diye homurdandı. “Adının Serhat olmasına da inanamıyorum. Irz düşmanı nasıl da kandırdı bizi!”

Bu can sıkıcı konuyu kapatmak için, “Karnı doydu gibi rahat bırak bebeği,” dedim. Bir çocuk doğurarak kendini ne kadar saldığına bakıyordum. Kumral saçları dağınık topuz yaptığı tutamında çok bakımsız görünüyordu. Çok fazla uykusuz kalıyor olmalı ki gözlerinin altında mor halkalar oluşmuştu. Üstelik üzerindeki tişörtü kırışıktı ve omuz kısmında bebek salyası gibi lekeler vardı.

Sibel bana restorandaki insanları gösterdi. “Onlar gibi eğlenmeyi bende isterdim ama artık bir anneyim,” dedikten sonra peçeteyle oğlunun ağzını sildi.

“Bırak artık peşimi!” diyen Kadem’in kızgın sesini duyunca afallayarak başımı kaldırdım. Kenan ile ikisinin tartışarak bu tarafa doğru geldiğini görünce şaşkınlığım iyice arttı. Kadem’in Adana’da ne işi vardı?

Neden İstanbul’daki herkes peşimden buraya geliyor ki!

Beni görünce sırıtıp, “Strawberry adamın geldi bebeğim,” deyince yüzümü buruşturdum. Bari adam kısmını da İngilizce söyleseydi de tam olsaydı.

Yanımıza gelip tepemizde dikilince daha onlar konuşmadan, “Burada ne işiniz var?” diye hesap sordum.

Kadem üzülmüş gibi yapıp yüzüne acıklı bir ifade kondurdu. “Onca yoldan şu bükük burnunu görmek için gelmedim herhalde. Kalk bana sarıl,” deyince ağız dolusu bir küfür savurdum. Bu hayvan büyükbabamın ruh öküzü olmalı çünkü ikisi de burnuma takmıştı! Ben unutmaya çalıştıkça bana burnumu hatırlatıyorlardı.

Kenan yanındaki densizi göstererek yüzünü buruşturdu. “Seni görmek için Karun’u ikna etmesi hiç kolay olmadı. Gördüğün gibi Karun bu şeyin peşine beni de taktı çünkü Duha’ya çalışan birine hâlâ güvenmiyor.” Böylece Kenan’ın neden burada olduğunu da anladım ama Kadem’in neden geldiğini hâlâ öğrenemedim.

Kadem soru dolu bakışlarımı görmezden gelerek yanımda oturan Sibel’e doğru eğildi. “Bayan kalkar mısın oraya ben oturmak istiyorum,” dediğinde daha ilk dakikada biz kadınların duymaktan nefret ettiği bir şeyi söylemişti.

Sibel kaşlarını çatarak, “Bayan ne be!” diye burnundan soludu. “Tuvalete mi giriyorsun, üzerimizde bayan mı yazıyor?”

“Tamam, bacım, kızım, kardeşim, ne diyeyim? Lan hanımefendi olan dişi kadın, kalkar mısın?” deyince ben kıkırdarken Kenan gülüşünü saklamak için başını çevirdi. Kadem rezilin tekiydi.

Sibel sinirden tir tir titreyerek Umut’u kucağıma tutuşturup ayağa kalktı. “Tuvalete gidip geliyorum ve ben gelene kadar kurtul şunlardan!” Kızgınlıkla konuştuktan sonra hızlı adımlarla masadan uzaklaştı.

Umut’u tek kolumla dizlerimin üzerinde sabit tutmaya çalışırken Kenan karşıma, Kadem ise yanıma oturdu. Sibel keşke bebeği masanın yanında duran bebek arabasına koysaydı. Alçılı kolum yüzünden onu yeteri kadar iyi tutamıyordum. Sinirli bir şekilde Kadem’e bakarken, “Burada ne işin var?” diye sordum ters bir sesle.

Omuz silkti. “Seni özledim.”

Homurdanarak önüme döndüğümde Umut’u doğru düzgün tutamadığım için huysuzlanmaya başlamıştı. Kadem, “Versene şunu,” dedikten sonra uzanıp Umut’un koltuk altlarından tutarak onu benden aldı. El kadar bebeği havada tutup küçük vücuduna baktı. “Bu şimdi büyüyünce insan mı olacak?” dediğinde bir insanlık mucizesini inceler gibi bebeğe bakıyordu.

“Onun şimdi ne olduğunu düşünüyorsun?” diyen Kenan daha şimdiden bu soruyu sorduğuna pişman olmuştu.

Kadem ayaklarını havada çırpan Umut’u incelerken ifadesi çok komikti. “İnsanlardan türeyen küçük bir canlı.” Bir bilim insanı gibi kısık gözlerle Umut’u süzüyordu. “İnsanların cinsel birlikteliğinden meydana gelen bir çeşit parazit gibi düşünebiliriz. Ecüş bücüş çirkin bir şey olarak doğuyor, altına kaçırıyor ve kadınların memesini sömürüyor. Evrimini tamamlayıp insana dönüşene kadar bir parazit gibi insanların iliğini sömürüyor,” dediğinde duyduklarımızla Kenan ile aynı anda küfrettik. Bebeklere olan bakış açısı muazzamdı.

Umut’u Kenan’a uzattı. “Biraz da sen gözlemlemek ister misin? İleride kendi parazitini yapmak isterken belki iki kez düşünürsün.”

Kenan irkilerek sandalyeden arkaya çekildi. “O şeyi benden uzak tut, ağlamaya başlayınca çok ürkütücü oluyorlar.”

“Onun adı parazit veya o şey değil!” diye ikisini azarladım. “Umut’u bebek arabasına koy!”

Kadem ayağa kalktığında kollarını öne doğru uzatarak Umut’u kendinden uzak tutuyordu. Elleri arasında tehlikeli bir canlı türünü tutuyormuş gibi davranıyordu. Bebeği arabasına koyarken gözlerim içeri giren adamları buldu. Takım elbiseli dokuz adam birilerini bulmak ister gibi etrafına bakıyordu. “Sizin çocuklar mı?” dediğimde Kadem bebeği arabaya koyarak doğruldu.

Kenan ile ikisi bakışlarımı takip edince, “Hayır!” dediler ama ikisinin de sesi gergin çıkmıştı. İçeri giren adamlar bizi görünce hemen silahlarını çıkartınca, “Bige çık buradan!” diyen Kenan belindeki silahı çıkartıp onlardan önce davrandı ve içlerinden birine ateş etti.

Silah sesiyle buradaki insanlar bağırarak kaçarken hemen Umut’un yanına koştum. Kenan ve Kadem yan taraftaki masayı devirip bize siper edince, “Kadem!” diye bağırdım. “Silahı bana verip Umut’u al ve arka kapıdan çık.” Tam itiraz ediyordu ki, “Bacağım koşarken bana sorun çıkartıyor ve kolum hâlâ alçıda! Koşarken Umut’u düşürebilir veya incitebilirim! Hadi ben korurum sizi!” dediğimde hemen elindeki silahı bana uzatıp arabadaki Umut’u aldı. O adamlar canımı yakmak için kundaktaki bebeğe bile kurşun sıkabilirdi.

Kadem bebeği alınca ona arka kapının olduğu yeri işaret ettim. Ayağa kalkıp gösterdiğim yöne doğru koşmaya başlayınca Kenan ile ikimizde ayağa kalktık ve ateş etmeye başladık. Masaların arkasına saklanan adamlara ateş ederken bir yandan da Kadem’in arkasından ilerliyorduk. Çıkan çatışmada kurşunlardan biri Kenan’ın koluna saplanmıştı ama üçümüzde yemek bölümünden çıkmayı başardık. Koridoru geçip hemen arka kapıdan çıktığımızda şimdilik rahat bir nefes almıştım.

Sevinmek için çok erkendi çünkü içerideki adamlar her an peşimizden gelebilirdi. Müşterilerden biri içeriden kaçıp arabasına binmek üzereyken, “Anahtarı ver!” diyen Kenan adama silah çekince onu takip ettik.

Silah zoruyla anahtarı alıp hemen adamın arabasına bindik. Kenan arabayı çalıştırmıştı ki içeridekiler çıkıp ateş etmeye başladı. Neyse ki Kenan gaza basarak bizi kurşunların içinden çıkardı. Birazdan peşimize takılacaklarını biliyorum. Araba son sürat giderken başımı çevirip Kenan’a baktım. “İyi misin?” Beyaz gömleğinden kan akarken dişlerini sıkarak başını salladı. “Şimdilik evet.”

Arka koltukta oturan Kadem, “Ona değil bana sor iyi miyim diye! Ben bu parazitle hiç iyi değilim,” dediğinde başımı arkaya doğru çevirdim. Umut ile cebelleşirken onu nasıl tutacağını çözmeye çalışıyordu. Doğru tutuş şeklinin ayaklarından tutup baş aşağı sarkıtmak olduğunu sanmıyordum.

“Sanki ters tutuyorsun,” dedim kafam karışmış bir halde. “Bence kafası yukarı gelmeli.”

Kadem, “Keyfi yerinde gibi,” dediğinde kollarını öne doğru uzatmış, baş aşağı sallandırdığı bebekle arasına mesafe koymuştu. “Baksana hiç ağlamıyor.”

“Haklısın ağlamıyorsa sorun yok,” dediğimde Kenan, “Siz iki salak yüzünden bebek ya ölecek ya da sakat kalacak!” diyerek bize kızdı. “Düzgün tut lan şu çocuğu ani bir fren yapsam camdan uçacak!”

Kadem ile ikimiz aynı anda, “Ani bir fren yapma sende!” diye ona bağırdığımızda dişlerini sıkarak, “Siktir olun gidin!” dedi. Arabanın içinde sanki gidecek çok var gibi konuşuyordu.

Umut ağlamaya başlayınca Kadem onu susturmak için koltuğun üzerine yatırdı ama Umut hâlâ ağlıyordu. Peşimizdeki arabalar bize yetişmek üzereyken Kadem, “Bige bu susmuyor!” diye cırladı.

“Tekrar ayaklarından sallandır belki yine susar,” dedim çünkü bebek bakımı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

“Böyle bir şeyi tekrar yaparsan ikinizi de arabadan atarım!” diye bizi tehdit eden Kenan terlemeye ve hızlı hızlı nefesler almaya başlamıştı. Yarasının boyutunu bilmiyoruz.

“Belki de karnı acıktı.” Kadem ürkmüş gözlerle avaz avaz ağlayan Umut’a bakıyordu. “Bige senin memen vardı, değil mi?”

“Seni gebertirim hayvan!” diye bağırdığımda arka koltuktan, “Ne var kızım,” dedi masumca. “İki tane yok mu, birini ver şu parazite!”

“Sütüm yok benim!”

Kadem bana kızarak, “Bir inek kadar da olamıyorsun!” dediğinde Kenan gür bir kahkaha patlattı. “Haklı.”

“Ama sen bir öküz kadar olabiliyorsun!” Başımı çevirip hâlâ gülen Kenan’a ters ters baktım. “Sende öyle!”

Önüme dönüp aynadan gittikçe bize daha çok yaklaşan arabaları kontrol ettim. Bize yetişmeleri an meselesiydi. Bebeğini bulamayınca kim bilir Sibel ne kadar çok korkmuştur. Çantam ve telefonum restoranda kaldığı için beni arayamazdı. “Kadem telefonunu versene,” diye elimi arkaya doğru uzattım. “Bebeğin annesini aramalıyım.”

Telefonu çıkartıp bana uzatacaktı ki telefon çalınca, “Bir dakika bekle Duha arıyor,” dedi ve telefonu açtı. Ancak Umut’un ağlayan sesinden onu duyamadığı için hoparlörü açtı. Duha’nın, “Kadem sen hangi cehennemdesin?” diyen kızgın sesini duyduk. “Adana’ya gittiğini söylüyorlar doğru mu? Benim niye bundan haberim yok! Ayrıca o bebek sesi de neyin nesi?”

“Abi ben Adana’dayım ama birilerinin saldırısına uğradık ve hâlâ peşimizdeler. Kenan yaralı, Bige’nin zaten kendine hayrı yok ve arka koltukta sürekli ağlayan bir canlı türü var,” dediğinde Duha’nın ettiği yaratıcı küfürleri duyma şerefine nail olduk. Ettiği tüm o küfürlerin arasında, “Kimin o bebek?” diye sorduğunu duymuştum.

Kadem başını eğip katıla katıla ağlayan Umut’a baktı. “Kimin olduğunu nereden bileyim abi sürekli ağlıyor zaten.”

“Ulan piç kurusu ne demek kimin olduğunu bilmiyorum? Siz üçümüz bebek mi kaçırdınız?”

İhtimali bile Kadem’i ürkütmüştü. “Yok abi ne kaçırması,” dedi. “Sadece annesine sormadan onu almak zorunda kaldık,” dediğinde Duha’nın savurduğu küfürlere yine maruz kaldık. “Bu tam olarak bebek kaçırmak lan!” Hak etmediğimiz halde çok fazla küfür yiyorduk.

Duha hiçbir şey söylemeden telefonu Kadem’in suratına kapattığı esnada yan taraftaki bir araba bize çarptı. Araba sarsılınca hepimiz sol tarafa doğru savrulup tekrar yerimize oturduk. “Kadem dikkat et Umut düşmesin!” dediğimde bize yetişen araba bizi durdurmak için sürekli çarpıyordu.

Kucağımdaki silahı alıp kaşlarımı çattım. “Camı aç, Kenan!” Yarasından dolayı gittikçe daha fazla terleyen Kenan benim için camı araladı. Kafamı camdan çıkartıp hemen yanımızda hareket eden arabanın tekerlerine ateş ettim. Tekerleri patlayınca kontrolsüzce sağa sola gitmeye başladığı için Kenan biraz daha gaza yüklendi. Böylelikle bize çarpmasına engel oldu.

Kenan’ın telefonu çalınca güçlükle telefonu çıkartıp bana uzattı. Gözlerini yoldan ayırmaya korkuyordu. Karun’un aradığını görünce telefonu açıp sesi dışarıya verdim. “Az önce Duha aradı saldırıya mı uğradınız? Konum paylaş derhal! Karım nasıl, Kenan? O iyi mi?” dediğinde Karun’un sesi çok kızgın ve endişeli geliyordu.

“Ben iyiyim,” dediğimde sesimi duyunca rahat bir nefes almış olmalı ki soluk alışlarını duydum. “Ama Kenan iyi değil, yaralı ve adamlar hâlâ peşimizde.”

Karun kendimi güvende hissettirmek ister gibi, “Yola çıktık geliyoruz!” dedi aceleyle. “Konum at bana ve camlardan uzak dur.” Hızlı bir şekilde Karun’a bulunduğumuz yerin konumunu gönderdim. Ancak arabanın arka camı bir anda paramparça olunca istemsizce çığlık attım. Sıradan bir araba olduğu için camlar kurşuna dayanıklı değildi.

Çığlığımı duyan Karun, “Saka!” diye korkuyla bağırdı. “Neler oluyor o siktiğimin yerinde!” diyen öfkeli sesi dikkatimi dağıttığı için telefonu kapatıp arkaya döndüm. Olamaz arka cam paramparça olmuştu! Allah’a şükürler olsun ki Kadem tam zamanında Umut’un üzerine eğilerek onu camlardan korumuştu. Şu an için tek endişem Umut’tu.

Koltukta arkaya doğru dönerek dizlerimin üzerinde durdum. “Kadem sakın ayağa kalkma,” dedikten sonra silahı hemen arkamızdaki arabaya doğrulttum. Kadem eğildiği yerden, “Nereye kalkıyorum cam paramparça oldu lan!” diye sızlandı. “Bu ciyaklayan şeyle attınız beni arkaya ne oluyorsa bana oluyor!”

Arkadaki arabanın ön camına birkaç el ateş ettim ama camlar kurşun geçirmez olduğu için hiçbir şey olmadı. “Siktir!” Söylenerek önüme döndüğümde Kenan’ın, “Bige,” diyen kısık iniltisini duydum. “Direksiyona geçebilir misin?”

Başımı çevirdiğimde kan ter içinde kaldığını gördüm. Gözlerini güçlükle açık tutuyordu ve öndeki arabaları seçmeye çalışıyordu. Üstelik bu hızda giderken her an direksiyon kontrolünü yitirebilirdi. Durumu gittikçe kötüye gidiyordu! “Tamam, ben hallederim.” Hemen kemerimi çıkardım. Kadem bebeği korumakla sorumlu olduğu için arabayı kullanacak tek kişi bendim.

Peşimizdeki arabaları kontrol ettikten sonra yerimden eğilerek kalktım. Biraz zor olsa da Kenan ile yer değiştirebildik. Kenan ön koltuğa geçerken artık direksiyon başında ben vardım. Adana’yı avucumun içi gibi bildiğim için bir anda direksiyonu çevirerek ana yoldan çıktım. Peşimizdeki adamları trafiğin işlek olduğu bir yerden uzaklaştırmalıydım. İnsanların zarar görmesini istemediğim için ana yoldan çıkmıştım.

On dakika boyunca arabayı ustaca kullanıp gözden uzak bir araziye geldim. Eğer silahlar patlarsa etrafta bizi polislerin radarına sokacak kameralar olmamalıydı. Bu yüzden arabayı ıssız bir araziye kadar sürmüştüm. Burada ne kamera vardı ne de bir Allah’ın kulu. Bir anda frene bastığımda hepimiz öne doğru savrulurken Kadem’in, “Silkelerim lan senin araba kullanmanı!” diyen kızgın sesini duydum. “Burada hiç susmayan bu şeye bakmak kolay değil!”

Ön cama çarpan kafama tutup acıyla inlerken, “Kadem bebeği Kenan’a ver biz inelim!” diye güçlükle konuştum. Kucağımdan yere düşen silahı alıp tişörtümün arkasına taktım. “Hadi biraz eğlenelim.”

Kadem, Umut’u ayaklarından tutarak öne doğru uzattığında Kenan acı çekerken bile kaşlarını çattı. “Balığın kuyruğundan tutar gibi tutma şunu!” Ona kızarak arkaya doğru döndü ve Umut’u kucağına aldı. Bunu yapmak bile canını çok yaktığı için boğazından çıkan iniltisi içimi yakmıştı.

Kenan, Umut’u alıp nefes nefese önüne döndü ve Umut’un başını boynuna yasladı. Omzundan kanlar akan elini Umut’un beline koyduktan sonra sağlam eliyle Umut’un boynunu kavradı. Umut hâlâ ağlıyordu ama şimdi eskisi gibi bağırmıyordu. Sanki gittikçe sakinleşiyordu. Doğru tutuş şekli bu muydu?

Kadem ile aval aval birbirimize bakarken, “Ayaklardan tutulmuyormuş,” dedi.

“Görüyorum sus!” diye homurdandım.

İkimiz arabadan indiğimizde bize doğru gelen arabalara baktık. Bu dağın başına bile peşimizden gelmişlerdi. Adamlar arabadan inip hemen silahlarını bize doğrulttu. Yan yana dururken Kadem ile omzumuzun üzerinde birbirimize baktık. Yüzünü buruşturdu. “Bu sefer çok fena silkeleyecekler bize.”

Güldüm. “Kabul et uğursuzsun.” O Adana’ya gelene kadar başıma böyle bir şey gelmemişti.

Bize silah çeken adamlardan biri sert bir sesle bağırdı. “Ellerinizi ensenizde birleştirip bu tarafa doğru yürüyün!”

Kadem, “Tek el olur mu çünkü kızın kolu alçıda,” dediğinde alay ettiği bariz ortadaydı.

“Evet, bu büyük bir sorun,” dediğimde neden bu kadar sakin olduğumuzu anlamıyordum. “Bence ben tek elimi kaldırmalıyım.”

İkimizin tam arasından geçen kurşunla kısık bir sesle küfredip onlara doğru yürüdük. Ellerini kaldıran Kadem’di çünkü ben tek elle onlar için zararsızdım. Adamlara doğru yürürken Kadem fısıltıyla, “Beş kişi sayıyorum,” dedi. Diğer dördü aynı arabaya bindiği için tekerlerini patlattığımda yolda kalmışlardı.

“Kişi başına iki buçuk,” dediğimde güldü. “İkisini halletsen yeter senin buçuk payını alırım.”

“Sana minnettar kalırım çünkü alçılı bir kolla gerçekten çok müşkül bir durumdayım.”

Adamlara yetiştiğimizde bizim için arabanın kapısını açtılar. Kadem arabanın diğer tarafındaydı ve bende bu tarafında. Adamlar ensemize silah bastırıp bizi arabanın içine doğru itince Kadem ile göz göze geldik. Aynı anda, “Şimdi!” dediğimiz an arkamızı dönüp saldırıya geçtik.

Arkamı döndüm ve enseme silah bastıran adamın bileğini yakaladım. Tetiğe basacağını anlayınca bileğini yukarı kaldırarak kurşunu kendimden uzaklaştırmıştım. Arkasındaki adam silahını bana doğrulttuğu an bileğini tuttuğum adamı kendime doğru çektim. Kurşun kendime siper ettiğim adama gelince hızla onu arkasındaki kişiye ittim. Arkadaşı üzerine düşmesin diye irkilerek geriye çekilince hemen aramızdaki mesafeyi kapattım.

Ona kendini savunma fırsatı vermeden yumruğumu onun suratına geçirdim. Birkaç adım sendelediği an eline tekme atarak silahı yere düşürdüm. Hemen silaha doğru eğildi ama ondan önce davrandım ve yerdeki silaha ayakkabımım ucuyla vurarak bizden uzağa gönderdim. Doğrulup çatık kaşlarla bana bakınca ona şirin bir şekilde gülümsedim. “Silahsız oynamaya ne dersin?” Babamın içinde olduğu bir şehirde birini silahla vurup gözaltına alınmak istemiyordum.

Onu küçük düşürecek hareketlerde bulunduğum için, “Sen nasıl istersen sürtük!” diye adeta böğürerek üzerime atıldı. Gerçekten çok korkunç bir ses çıkarmıştı.

Üzerime atılıp üst üste yumruklarını savurunca bir yandan arkaya doğru adımlar atıyordum, bir yandan da başımı sağa sola çekerek onun yumruklarından kurtulmaya çalışıyordum. Sırtım arabaya değene kadar bu böyle devam etti. Tüm gücüyle sıktığı yumruğu kaldırıp yüzüme doğru savurunca son anda bileğini yakaladım. Fakat hareketleri gerçekten çok hızlıydı.

Diğer elini kaldırıp boğazımı sıkarak beni boğmaya çalışınca dizimi kaldırdım ve bacak arasına geçirdim. “Baş belası kaltak!” deyip öne doğru büküldüğü an üzerine atıldım ve suratına tekme atarak onu sırtüstü yere düşürdüm.

Düştüğünde hemen kalkmak için ellerini yere bastırdı ama güçlükle elde ettiğim avantajı kaybetmek istemedim. Bu yüzden daha o yerden kalkmadan tüm gücümle hayalarına ikinci bir tekme attım. Yerde iki büklüm olunca tükürükler saçıp bana küfretmeye başlamıştı. Ayağımı kaldırıp ağzından kanlar gelene kadar suratını tekmelemeye başladım. Bayılana kadar durmamıştım. Payıma düşen diğer adamı zaten o vurmuştu. Aslında beni vurmak istemişti ama ben onu önüme çekince aptal herif arkadaşını vurmuştu.

Attığım tekmelerle adamın suratını kanlar içinde bırakarak geri çekildim. Henüz tam iyileşmediğim için bu küçücük eylem beni nefes nefese bırakmıştı. Payıma düşen iki adamın icabına baktığım için Kadem ne alemde diye arkamı döndüm. İki adamı haklamayı başarmıştı ama üçüncüsünde çok pis dayak yiyordu. Arkadaş kurşununa kurban giden adamın üzerini arayıp sigara paketi ve çakmağı aldım.

Göbeğimi açıkta bırakan siyah bir atlet ve ekoseli mini etekle adım attıkça topuklu ayakkabılarım ses çıkartıyordu. Buradaki arabalardan birinin üzerine zıplayarak arabanın kaportasının üzerine oturdum. Biraz soluklanmalıydım. Kadem hâlâ dayak yiyordu. Ayaklarımı yere sarkıtarak yaktığım sigaramı içerken, “Hey Çilek adam,” diye Kadem’e seslendim. “Yardıma ihtiyacın var mı?”

Kadem yediği yumrukla geriye doğru birkaç adım sendelerken, “Sen keyfine bak ben hallediyorum,” dedi ve ikinci bir yumrukla arkaya doğru savruldu. Kesinlikle çok iyi hallediyordu.

İçime çektiğim sigara bir yerden sonra öksürmeme neden oldu çünkü ciğerlerimdeki hasar henüz iyileşmemişti. Adam ciddi anlamda Kadem’i terletmeye başlayınca, “Adana’ya neden geldiğini hâlâ söylemedin?” diye sordum sakince.

Rakibi Kadem’i ensesinden tutup yüzünü arabanın kapısına çarpınca acıyla inleyip, “Bence bu konuşmayı daha müsait bir zamanda yapalım,” dedi. “Suratımla kapının fotokopisinin çekilmediği bir anda!” Ve yüzü ikinci kez arabanın kapısıyla buluştu.

“Tamam,” diye başımı salladım. “Benim acelem yok bekleyebilirim. Bu arada Umut artık ağlamıyor sanırım uyudu.”

Karnına yediği yumrukla sırtüstü yere düşerken, “Gün içinde aldığım en güzel haber,” diyerek ağzındaki kanı tükürdü. “Gözlerimin önünde küçük yıldızların yanıp sönmesi normal mi?”

Adam Kadem’in üzerine eğilip yakasını kavradı ve üst üste yumruklarını onun suratına geçirmeye başladı. Dudaklarımı büzerek, “Normal,” dedim. “Kafaya çok darbe alınca öyle oluyor.”

“Bige.”

“Efendim Kadem’ciğim?”

“Gel ve kendi payına düşen buçuğu al lan!” deyince kıkırdayıp aşağıya atladım. Buçuk fena çıkmıştı.

Sigaramdan son bir nefes alıp sigarayı yere attım ve onlara doğru yürüdüm. Adam bilmem kaçıncı yumruğu Kadem’in yüzüne atmak üzereydi ki bileğini havada yakaladım. Başını kaldırıp bana bakınca sırıtarak, “Ce-ee!” dedim ve alçılı kolumu kaldırıp dirsek kısmını suratına geçirdim.

Adam hemen kalkmaya yeltendi ama onun da suratına tekme atarak onu yere düşürdüm. Böylelikle Kadem adamın üzerine atlayıp onu yumruklayacak fırsatı yakalamıştı. Şimdi altta can çekişen adamdı ve üst üste ona yumruklarını geçiren Kadem’di. Buçuğa o kadar çok kızmıştı ki yumruklarının şiddeti çok güçlüydü. Onu kanlar içinde bırakıp bayıltana kadar vurmaya devam etmişti.

Adam nihayet kendinden geçince Kadem nefes nefese ayağa kalktı. “Bu nasıl bir buçuktur ulan,” diye sızlanıp ağzındaki kanı yere tükürdü. “Diğer tarafa gidip gidip geldim!”

Dudağı patlamıştı ve yüzünün farklı yerlerinde yumruk izleri vardı. Üstelik burnu da durmaksızın kanıyordu. Beyaz tişörtünün önü ağzından ve burnundan akan kanlarla doluydu. İki adamın hakkından çok iyi gelmişti ama üçüncüsü fazla çetin ceviz çıkmıştı. Bunlar Carlos’un adamları değildi çünkü siyah kurdele takmıyorlardı. Büyük ihtimalle bunlar da bir tarak için beni zehirleten o adama çalışıyordu.

Üç gündür evden çıkmadığım için Karun’un adamları evi korurken eve giremiyordu. Bu yüzden beni dışarıda tek yakalayınca hemen saldırıya geçmişlerdi. Burada bizden başka kimse olmadığı için meraklı insanlarla veya polislerle uğraşmak zorunda değildik. Sürücü koltuğunun kapısını açtığımda Umut’un Kenan’ın kucağında uyuduğunu gördüm. İkisinin de gözleri kapalıydı.

Her ihtimale karşı elimi uzatıp Umut’un nabzını kontrol ettim. Düzenli bir şekilde nefes aldığını görünce rahatlayarak elimi çektim. Küçük afacan çok fazla ağladığı için uykuya dalmıştı. Kenan’ın nabzını kontrol edince onun da hâlâ yaşadığını görüp rahatladım. Çok kan kaybettiği için bayılmış olmalıydı.

Kadem onlara bakarken bebeği gösterdi. “Kenan’dan akan kanlarla yıkandı bu parazit. Sence onu Kenan’dan almalı mıyız?” Çocuğa ısrarla parazit deyip duruyordu!

“Bence bizimle olmaktansa Kenan’ın kanlı göğsünü tercih eder.” Aklıma gelenlerle yüzümü buruşturdum. “Her bebek baş aşağı sallanmaktan hoşlanmıyor olabilir.”

“Doğru tuttuğuma emindim oysaki.”

“İşin trajik yanı bende doğru tuttuğuna emindim.”

“Ama yanlışmış.”

“Kenan’ı öldürürsek bence bu sonsuza kadar aramızda bir sır olarak kalabilir,” dediğimde Kadem yüksek sesle gülmeye başladı.

Bence kabul edilebilir bir teklifti.

Karun ve adamlarının arabalarını görünce nihayet gelebildikleri için sevindim. Onunla canlı konumumuzu paylaştığım için bizi bulmuşlardı. Karun arabasının kapısını açıp dışarı çıktığında hızlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Adımları o kadar hızlıydı ki adeta tozu dumana katarak bana doğru geliyordu. Yanıma gelip belimden tuttuğu gibi bana sımsıkı sarılınca neye uğradığımı anlayamadım.

Kolları arasında kaybolduğumda, “İyi misin?” diyen endişeli sesi hızlı atan kalbiyle yarışırdı. Benim için bu kadar çok korkmasını beklemiyordum. Sarılan sadece oydu çünkü ben donmuş bir şekilde kolları arasında duruyordum. Eflatun bir elbiseyle ölüme terk ettiği bir kadın için bu kadar korkması normal değildi.

Karun korkusunu yatıştırana kadar bir süre beni bırakmadı. Sanki bu yakınlığa benim değil onun ihtiyacı var gibiydi. Benden biraz uzaklaşıp yüzümü ellerinin arasına alıp üzerime eğildi. “Bir şey söyle,” dediğinde mavi harelerindeki korku hâlâ oradaki yerini koruyordu. “İyi misin?” diye tekrar sorunca bu endişesi karşısında afallayarak, “Evet,” diye mırıldandım. “Ben iyiyim.” Rahat bir nefes alarak tekrar beni göğsüne çekti ve kaburgalarımda hissedeceğim bir sertlikte sarıldı. Kendi gibi davranmıyordu.

Sanırım Kenan’ın nasıl olduğunu sonra da ona söyleyebiliriz.

***

“Hadi ama biz bir şey yapmadık!” diye bağırarak demir parmaklıklara tekme attım. “Bize saldıran onlardı, biz niye nezaretteyiz? Biri artık babamı arasın!” dediğimde sinirden çıldırmak üzereydim. Beş kişiyi yaralamaktan ve bir bebeği kaçırmaktan gözaltına alınmıştık.

Benim yüzümden bebeği küçük bir aksiyon yaşadığı için Sibel aptalı benden şikâyetçi olmuştu. Sibel bizden şikayetçi olduğu için polisler işin içine girmişti. Restorandaki saldırının arkasında kimler olduğunu öğrenmek için bizi sorguya almışlardı. Kadem hayvanı sorguda konuştuğu için arazideki beş yaralı adamı da bulmuşlardı. Neyse ki hiçbirini öldürmemiştik. Önüme çekip kalkan olarak kullandığım o adam bile sırtından vurulmasına rağmen ölmemişti. Hepsi ağır yaralı bir şekilde hastanedeydi.

Defalarca saldırıya uğradığımızı ve bunun nefsi müdafaa olduğunu söylemiştim. Saldırganların kim olduğunu bilmediğimizi söylerken yalan söylemiyorduk. Sürekli bağırdığım için yan hücremde olan Kadem, “Bağırma artık Asım amca bizi burada bırakmaz,” dediğinde o kadar rahattı ki bir tek kalkıp göbek atmadığı kalmıştı.

Sırtını duvara yaslayarak rahatça oturan dengesize baktım. “Sen babamın adını nereden biliyorsun?”

Yan hücresinde bir aptal varmış gibi alaycı gözlerle bana bakmaya başladı. “Seni evlendirmeden önce detaylıca araştırdığımı ne çabuk unuttun?” deyince yüzümü buruşturdum. İyi halt etmişti.

“Karun istese iki dakikada bizi çıkartırdı, neden yapmadı?” dediğinde şimdi bir aptala bakar gibi ben ona bakıyordum. “Babam buralarda çok iyi tanınan emekli bir albay. Karun bağlantılarını kullanarak bizi çıkartsaydı bu hemen babamın kulağına giderdi. Babama kızını nasıl evlendirdiğini açıklamak istemiyorsan kapat çeneni.” Karun’dan bu olayın dışında kalmasını ben istemiştim.

Babam iki memurla içeri girince Kadem hemen ayağa kalktı. Babamın karşısında tıpkı benim gibi duruşunu dikleştirip hazır ola geçmişti. Babam yürüyüp benim hücremin karşısında durunca suratındaki sert ifade korkudan aklımı alıyordu. Buz gibi gözlerle bana bakıyordu. “Beş kişiyi yaralarken ve Sibel’in oğlunu kaçırırken ne düşünüyordun?” dediğinde aramızdaki demir parmaklıkların varlığına şükrettim.

“Baba sen hep demiyor muydun evlilik yaşın geldi diye.” Masumca ona gülümsedim. “Önüme çıkan tüm engelleri aşarak senin için en uygun torunu getirmeye çalışıyordum,” dediğimde yanındaki memurlar gülerken babam sinirden küplere binmişti. Bu parmaklıklar umarım yeterince sağlamdır.

Babam öldürecekmiş gibi bana bakarken burnundan nefesini sertçe verdi. “Mehmet aç şu kapıyı!”

“Ölümü gör açma Mehmet abi,” diye başımı iki yana salladım ve kısık bir sesle, “Açarsan gerçekten ölümü görme ihtimalin var,” dedim.

Babam sayesinde neredeyse karakoldaki herkesi tanıdığım için Mehmet abi bana acıyarak, “Asım amca,” diye babama döndü. “İstersen sen sakinleşene kadar bu geveze kuşu bir süre daha burada tutabiliriz.”

“Bana uyar valla.” Bu teklife balıklama atladım. “İçinde dört kişinin olduğu bir arabanın tekerlerini patlattım. Hızımı alamadım iki buçuk kişiyi dövdüm ve bir bebek kaçırdım. Atın beni içeri.” Babamın gazabına uğramaktansa hapis yatardım daha iyiydi.

Onun olduğu ortamlarda her daim ciddiyetimi korumam gerektiğini babam sert bir sesle, “Efil Saka!” diye tam adımı söyleyince hatırladım.

Yanında duran ellerini sıkarken yüzündeki her kas sinirden seğiriyordu. “Tek kelime dahi etme!” diye beni uyardı. “Bugün beni yeteri kadar utandırmışken sus artık!” deyince dudaklarım düz bir çizgi haline geldi ve gözlerimi kaçırarak sustum.

Onu utandırmak en kolayıydı ama zor olan onu gururlandırmaktı. Babam sadece benimle bir kez gurur duydu ve o da 13 Haziran’daydı. O gün ilk kez kızıyla gurur duymuştu ama ben sandığım gibi hiç mutlu olmamıştım. Arkadaşlarımın cenazesini bulanık gözlerle izlerken kafamda kurduğum gibi babamın benimle gurur duyması beni mutlu etmemişti.

“Bige’nin bir suçu yok o adamlar bir anda ortaya çıktı. Arabadaki o minik yaratığı da silahlı adamların olduğu bir yerde bırakamazdık,” diyen Kadem beni korumak için daha fazla bekleyemedi.

Babam başını çevirip yan hücreye bakınca benden birkaç yaş büyük olan Mehmet abi, “Bige ile aynı olaya karışan iki gençten biri,” dedi. “Kadem Aktan.”

Babamın gözleri Kadem’i bulunca Mehmet abiyi hiç duymamış gibi, “Yusuf,” diye fısıldadı. Kadem duyduğu isimle kaskatı olurken babamın yüzü bembeyaz olmuştu. Sanki karşısında bir hortlak varmış gibi Kadem’e bakıyordu. Kelimenin tam anlamıyla şaşkına dönmüştü ve onu her zaman bir şeye şaşırırken göremezdik. Normalde hep soğukkanlı biri olduğu için bir konuda onu sarsılmış görmek çok zordu. Fakat Kadem’a baktıkça kirpikleri titreşiyor, gözlerinin siyahı buğulu bir karanlığa bürünüyordu. Gözleri mi doldu?

Kadem bunun sebebini biliyormuş gibi gerildi. “Yusuf değil,” dediğinde bu ismi telaffuz etmek bile canını yakıyormuş gibiydi. “Adım Kadem.” Babamın Yusuf adında birkaç tane tanıdığı vardı, acaba Kadem’i hangisine benzetmişti?

Kadem ona adını hatırlatınca derin bir nefes alıp başını ağır ağır salladı. “Öyledir muhakkak,” dediğinde sesi üzgün ve hayal kırıklığına uğramış gibi çıkmıştı. “Bir arkadaşımın gençliğine çok benziyorsun.”

Babam geçmişe dalmış gibi Kadem’e bakınca Mehmet abiye hücremin kapısını işaret ettim. Babamı kontrol ettikten sonra kapıya yaklaşıp kapının kilidini açtı. Babamdan kaçmak için parmak uçlarıma basarak küçük hücremden çıktım. Kapıya doğru bir adım atmıştım ki babamın, “Cüret dahi etme, Efil!” diyen kızgın sesini duyunca durmak zorunda kaldım. Arkasında gözü varmış gibi beni durdurmuştu.

Babam çatık kaşlarla bana bakarken Kadem’i gösterdi. “Mehmet kızımın suç ortağını da çıkar ikisiyle konuşacağım,” deyince Mehmet abi Kadem’in de kapısını açtı.

Üçümüz önce nezaretten sonra da karakoldan çıkınca rahat bir nefes aldım. Babamın arabasına doğru yürürken Mehmet abi, “Bige,” diye bana seslendi. Karakolun kapısının önünde durmuş, elindeki bir belgeyle bana bakıyordu. “İmzalaman gereken birkaç evrak var,” deyince babam ve Kadem arabaya binerken Mehmet abiye doğru yürüdüm.

Yanına gittiğimde elindeki belgeyi alınca boş sayfalardan oluştuğunu gördüm. Endişeli gözlerle bana bakarken neye bulaştığımı sorgular gibiydi. “Bugün ifadeni hazırlarken bir şeye rastladık.” Benimle konuşmak için boş bir dosyayı bahane ettiğini anladım. Babamı şüphelendirmek istemediği için böyle bir yola başvurmuştu. Kehribar hareleri üzerimde oyalanırken, “İsmini aratınca Bige Saka Kalender diye bir isim çıktı,” deyince sertçe yutkundum. Bunun olmasından korkuyordum.

“Bugün olay yerine Karun Kalender’de gelmiş ve üçüncü suç ortağın onun sağ kolu Kenan Mirza.” Mehmet abi hesap sorar gibi bana bakarken, “Bütün bunları babandan gizlememin tek nedeni neler olduğunu anlamak,” dediğinde kaşları hafifçe çatılmıştı. “Kayıtlarda neden Karun Kalender ile evli görünüyorsun?”

Paniğe kapıldığım için, “Babama söyleme,” dedim aceleyle. Başımı çevirip arabadakileri kontrol ettikten sonra tekrar ona döndüm. “Hiçbir şey göründüğü gibi değil, her şeyi açıklayacağım ama lütfen bir süre daha babama söyleme.” Yarın boşanıp bu evlilikten kurtulacakken şimdi babama söyleyemezdi.

Mehmet abi sıkıntıyla yüzüme bakarken nefesini sesli bir şekilde verdi. “Yarın karakolu gelip ne işler karıştırdığını bana doğru düzgün anlatacaksın,” dediğinde bana başka bir yol bırakmıyordu. “Ne tür adamlara bulaştığın hakkında zerre kadar fikrin yok!” Bana kızmakta haklıydı ama aslında sandığı gibi bu evlilik benim isteğimle olmamıştı.

Başımı salladıktan sonra boş sayfaları imzalar gibi yapıp ona uzattım. Babam arabada bizi izlediği için her şey usulüne göre olmalıydı. Yürüyüp arabanın ön koltuğuna bindiğimde hiç vakit kaybetmeden yola çıktık. Tabii babam bizi sorguya çekmek için fazla beklememişti. Arabayı kullanırken, “Konuşmaya başla, Efil,” dediğinde otoriter sesi emir niteliğindeydi.

“Sibel ile yemekteydik,” diyerek camdan dışarıya bakmaya başladım. “Daha sonra arka koltukta oturan şu serseri içeri girdi ve peşinden de diğer adamlar girdi. Sibel o esnada lavaboda olduğu için Umut ile yalnızdık. Hedefte ben yoktum ama silahlar patlayınca kendimi olayların içinde buldum,” diye yalan söyledim. O adamlar Carlos’un adamları olmadığı için böyle söylemek zorunda kaldım çünkü benim Carlos’tan başka düşmanım yoktu. Belalı kocamın düşmanlarından biri diyemezdim.

“Sanırım onların derdi şu anda bizimle yolculuk yapan bu serseriyle ilgiliydi. Silahlar patlayınca Umut’u korumak için dışarı çıkarmak zorunda kaldım. Oradaki birinden bizi de arabasına almasını rica etmiştim. Ancak arka koltuktaki şu hayvan ve Kenan adında biri içeriden çıkana kadar her şey kontrolüm altındaydı. İkisi adamı silahla tehdit edip arabayı alınca dördümüz birlikte yolculuk yapmak zorunda kaldık. O adamlar peşimize takılınca devamında olan her şeyi kendimizi korumak için yaptık. Baba valla bunları tanımıyorum,” dediğimde Kadem’i iki dakikada sattığım için arka koltukta homurdanan sesi geliyordu.

Babam aynadan ona bakıp, “Efil’in anlattıkları doğru mu?” deyince Kadem mecburen başını salladı. Babamın gözleri şüpheyle kısıldı. “Kızımı tanıyor musun?” Nedendir bilmem ama Kadem’e her baktığında tanıdık bir yüz görüyormuş gibi geriliyordu.

Kadem beni yalancı çıkarmamak için, “Kızınızı tanımıyorum,” demek zorunda kaldı.

“O adamlar kimdi?”

“Kumar borcum var,” diyen Kadem kendi yalanına yüzünü buruşturdu. “Borçlarını tahsis etmek için oradaydılar.”

“Bir kumarbazsın yani?” Babamın eleştiren bakışlarıyla karşılaşınca, “Hayır,” dedi çünkü babamın aklında bir kumarbaz olarak kalmak istemedi. “Bir arkadaşımın borcu üzerime kaldı.”

“Doğum yerin neresi?” diyen babam garip bir şekilde onun hakkında her şeyi bilmek istiyordu.

Kadem, “Asım amca ben çok yorgunum,” diye sızlandı. “Daha kendime kalacak bir otel bulmalıyım. Soruların için başka bir gün sözleşsek olur mu?” Kadem’in hiç yabancılık çekmeden ona amca demesi babamı güldürdü. Sanki Kadem’i sevmiş gibiydi.

Arabaya yakıt almak için benzincide durduğumuzda babam, “Kadem,” dediğinde sesi bir şeylerin peşindeymiş gibi gizemli çıkmıştı. “Arka koltukta Efil’in daha önce unuttuğu hırkası olmalıydı onu bana uzatır mısın?” Neden bir işler karıştırdığını düşünüyorum?

Babam başını arka tarafa çevirip beklemeye başlayınca Kadem beyaz hırkamı aldı. Öne doğru uzatınca babam hırkayı almadı çünkü onun bileğine bakıyordu. Kadem tişört giydiği için kolları açıktaydı. Babam onun sağ bileğinin iç tarafındaki yara izine bakınca sertçe yutkundu. Evet, Kadem’in bileğinde bıçak yarası gibi bir yara izi vardı. Nezaretteki garip tepkileri yine vermeye başlayan babam, “Bu-bu iz nasıl oldu?” dediğinde sesi titrediği için konuşmakta güçlük çekiyordu.

Kadem neler olduğunu öğrenmek ister gibi bana bakınca bilmiyorum dercesine omuz silktim. Bugün babamın ne işler karıştırdığını bende bilmiyordum. Hırkayı bırakıp elini çekmek istedi ancak babam onun bileğini yakalayıp sertçe sıkarak ona sesini yükseltti. “Konuş çocuk!” dediğinde kaşları çatıktı. “Bu iz nasıl oldu?”

Tıpkı benim gibi Kadem’de ürkmeye başladığı için, “Hatırlamıyorum,” diyerek elini çekmeye çalıştı. “Bu ize bakınca aklıma gelen tek şey siyah saçlı bir kız çocuğu ve elinde tuttuğu kırık bir cam bardağı,” dediğinde babamın yutkunuşu arabada duyduğumuz tek şeydi. Yirmi altı yıl boyunca gördüğüm o güçlü adam gözleri dolarak Kadem’e baktı. Öyle bir bakıyordu ki bakışlarındaki hasret her an gözyaşına dönüşüp oluk oluk yaşlı yüzüne akabilirdi. Babam Kadem’le karşılaştığından beri kendi gibi davranmıyordu.

En az beş dakika boyunca hiç kıpırdamadan nemli gözlerle Kadem’i izledi. “Ne kadar da ona benziyorsun,” diye fısıldadığında onun her zerresini aklına kazımak ister gibi bakıyordu. Daha sonra gözleri ben ve Kadem’in üzerinde oyalanırken, “Hey gidi koca Yusuf, hey,” diye mırıldandı acı çeken bir sesle. Önüne döndüğünde gözlerinden süzülen yaşları gördüm. Sanki biz burada olmasak hüngür hüngür ağlayacakmış gibi kederliydi.

Artık ciddi anlamda endişelenmeye başladığım için, “Baba sen iyi misin?” diye koluna dokundum. “Yusuf derken hangi arkadaşından bahsediyorsun?”

Tam konuşacaktı ki aynadan Kadem’e bakınca başımı arkaya doğru çevirdim. Kadem yalvaran gözlerle ona bakıp başını iki yana sallayınca babam, “Gidelim,” diyerek camı açıp aldığımız yakıtın parasını ödedi ve arabayı çalıştırdı. Neler olduğunu anlamıyorum ama Kadem bir konuda babamı susturmuştu.

Burada gözden kaçırdığım bir şeyler vardı.

***

Gecenin üçü olmasına rağmen balkonda oturmuş kara kara düşünüyordum. Kadem arayıp bu gece babamda kalacağını söylediğinden beri çok tedirgindim. Karakolda ve arabada olan gariplikler yetmezmiş gibi babam beni eve bırakırken hâlâ çok garipti. Kadem’i bir otele bırakacağını söylemişti ama onu otele bırakmak yerine evine götürmüştü. Ne işler karıştırıyordu? “Beni burada meraktan çıldırtacak!” İçki şişesini kafama diktiğimde yine çok içmiştim.

Siteye giriş yapan arabaları gördüm. Bir tek Karun peşinde bir konvoyla hareket ettiği için onun olduğunu anladım. Arabadan indiğinde apartmana doğru yürürken adamın yürüyüşünün bile bir karizması vardı. Hızlı adımlarla yürürken bu herif fazla havalı görünüyordu. Başını kısa bir an kaldırıp benim daireme bakınca balkonun ışığının açık olduğunu gördü. Beni görünce kısa bir an durdu ama önüne dönüp tekrar yürümeye başladı.

Karun apartmana girdiğinde elimdeki şişeyi masaya bıraktım. Kenan’ın durumunu öğrenmek istediğim için ayağa kalktım ama başım çok dönüyordu. Ben tam olarak kaç şişeyi devirdim? Duvarlara tutuna tutuna balkondan çıkıp kapıya yürüdüm. Her şeyi çift görüyordum ve başım felaket ötesi dönüyordu. Kapıya ulaşmak için artık ne kadar oyalandıysam Karun çoktan yukarı çıkmıştı.

Kapıyı açtığımda Karun benim daireme doğru yürüyordu. “Kenan nasıl?”

“Yeni kendine geldi,” demişti ki baygın bakan bakışlarım dikkatini çekti. Baştan ayağa beni süzerken kapının kirişinden destek aldığımı gördü. “Sarhoş musun sen?”

“Hayır,” dediğimde kelimeler ağzımdan sünerek çıkıyordu. “Sadece birazcık içtim.” Baş ve işaret parmağımı birbirine yaklaştırarak iki parmağımın arasında çok az mesafe bıraktım. “Şu kadarcık içtim sanırım birkaç şişecik.”

Karun’un mavi gözleri kızgınlıkla bana bakarken çenesinden bir kas seğirdi. “Körkütük sarhoşsun yani?” dediğinde yine burnundan soluyordu.

İtiraz etmeye hazırlanıyordum ki dizlerim bükülünce daha ben yere düşmeden belimi yakaladı. Beni kucağına alıp eve girdiğinde, “Şu haline bak ayakta bile duramıyorsun!” diyerek ayağıyla kapıyı kapattı. “Odan hangi tarafta?”

Uykum olduğu için onun göğsüne sokulurken esneyerek, “Holü dönünce ikinci oda,” diye mırıldandım.

Beni göğsüne bastırıp odamın kapısını açınca yine ayağıyla kapıyı kapatmıştı. Yatağıma doğru yürürken başımı kaldırıp uykulu gözlerle ona baktım. “Yarın senden kurtuluyor olmamı kutlamak için içtim,” dedim. “Sabah ilk uçakla İstanbul’a gidip boşa beni.”

Başını eğip yüzüme bakınca mavi harelerinde şeytani bir ifade vardı. “En yakın arkadaşım hastanede yaralıyken hiçbir yere gitmiyorum.” Kenan’ın durumu iyi olmasaydı şu anda benim odamda değil onun yanında olurdu.

“O zaman avukatına vekalet ver senin yerine o katılsın duruşmaya,” dediğimde Karun beni izlerken gülmemek için yanaklarının içini ısırmaya başladı. Yüzündeki eğlenen ifadeyi gizlemeden, “Bakarız,” dedi ve eğilip beni yavaşça yatağa bıraktı. Neden boşanmak istemediğini düşünmeye başladım?

Sırtım yumuşak yatakla buluştuğunda bile Karun hâlâ üzerime eğilmiş bir vaziyetteydi. “Saka,” diye fısıldadığında yüzü kalp atışlarımı hızlandıracak kadar yakınımdaydı. Gözlerime bakarken, “Oteldeki o geceden sonra yapmak için çıldırdığım bir şey var,” diye fısıldadı. Mavileri gözlerimden dudaklarıma kayarken, “Sana her baktığımda bunu yapmaya can atıyorum,” dediğinde mavinin en koyu tonuna bürünen gözleri yakıcı bir arzuyla dudaklarımda oyalanıyordu.

Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp, “Yapmak istediğin o şey neydi?” diye sorduğumda Karun bunu söylememi bekler gibi, “Seni delicesine öpmek!” dedikten sonra aceleyle boynumu kavradı ve başımı yukarı kaldırıp beni öpmeye başladı.

Bu adam boşanma arifesinde beni öptü mü?

Yorumlar