“Gel başım belada, bu yüzden eşitlenmedi son öpücük.”
18 yıl önce.
Birkaç saat önce doğum günümü kutluyor, bir dilek dileyip pastadaki mumları üflüyordum ama birkaç saat sonra daha önce hiç görmediğim bir yere yaka paça getirilmiştim. Bugün benim doğum günümdü ama babam gelememişti çünkü işleri vardı. Babam son günlerde bir adamı fena kafaya taktığı için yine onun peşine düşmüştü. Pastayı üflerken dilediğim dilek babamın bu geceyi benimle geçirmesiydi. Bana bir gün öncesinde doğum günü hediyesi olarak eflatun bir elbise göndermişti.
Bir prensesin elbisesi gibi kabarık etekli elbiseyi giymiştim ama babam henüz görmemişti. Bana aldığı elbiseyi üzerimde görmesini çok istiyordum. Bir dilek dilemiştim bu yüzden babam bu gece gelecekti. Annem hep çocukların dilekleri kabul olur derdi, yani babam bana gelecekti. Gelmesini istiyordum çünkü çok müşkül bir durumdaydım.
Tanımadığınız adamlar evimize baskın yapıp bizi kaçırmışlardı. Bizi bir depoya götürdüklerinde orada Cemal amcanın karısını ve çocuklarını da görmüştüm. Sadece onlar değil Nazım, Yusuf ve Mahir amcanın eşleri ve çocukları da oradaydı. Bu adamlar hepimizi kaçırmışlardı. Daha sonra da her anneye bir çocuk bırakıp diğer tüm çocukları oradan çıkarmışlardı. Bir tek Yusuf amcanın karısına hiç çocuk bırakmayıp onun iki çocuğunu birden almışlardı.
Sadece Uğur’u değil, kardeşi Oya’yı da annesinin kucağından almışlardı. Bu da bana Yusuf amcadan daha çok nefret ettiklerini düşündürtmüştü. Dışarı çıkardıkları çocukların arasında bende vardım. Annem beni vermemek için çok uğraşmıştı ama iki adam annemi döverek beni ondan almıştı. Gazel’i anneme bırakıp beni almışlardı. Bizi bir arabaya bindirip başka bir yere getirdiler ama nerede olduğumuzu bilmiyordum.
Ben ve Uğur kaçmıştık. Bunu nasıl yaptığımızı bizde bilmiyoruz ama adamların küçük bir boşluğundan yararlanıp kaçmayı başarmıştık. Bu devasa depodan içeri girdiğimiz an kaçacak küçük bir boşluk aramıştım. Adamlar bizi zorla üst kata çıkarmaya çalışınca ellerinden kurtulup bodrum kata inmiştim. Tabii Uğur’da her konuda gözü kapalı peşimden geldiği için o da durmamıştı. Onu tutan adamın elini ısırıp benimle aşağıya doğru koşmaya başlamıştı. Bize neler yapacaklarını bilmiyordum ve bilmekte istemiyordum.
Hızlı bir şekilde bodrum katına inip hemen bir odaya girdik ve kapının sürgüsünü çektik. Demir sürgü onları bir süre dışarıda tutardı. İkimiz nefes nefese bulunduğumuz yere bakınca onlarca sandık ve kapalı kasa gördük. “Bunlar ne?” diye sorduğumda Uğur korkarak etrafına baktı. “Bilmiyorum Efil.” Çilekli süt ve çilek dışında ne halt bilirdi ki.
“Babamı arayalım gelsin bizi kurtarsın.” Uğur cebinden telefonunu çıkartınca rahatlayarak nefesimi verdim. Şükürler olsun ki Uğur’un telefonu vardı. Henüz on yaşında olmasına eve dönüş yolunu sık sık unuttuğu için Yusuf amca ona telefon almıştı. Böylece onları arayıp kaybolduğunu söyleyebiliyordu. Dışarıdaki adamların hiçbiri küçük bir çocuğun telefonu olacağını tahmin edemezdi.
Kapının dışından, “Depoya girdiler!” diyen bir ses geldi. “Teçhizat deposundalar!” Nedense burada olmamız onları telaşlandırmıştı.
Uğur babasını arayacağı sırada hemen telefonu ondan alıp babamın kayıtlı numarasını buldum. İyi ki de annem okumayı çözmem için geçen yıl bana hayatı dar etmişti. Babamı arayıp telefonu kulağıma yasladığımda, “Uğur?” diyen şaşkın sesini duydum. Babam nerede olduğunu bilmiyorum ama çok fazla silah sesi geliyordu. “Neredesiniz evlat?” Babamın sesi telefonu kapatmamdan korkar gibi telaşlı çıkmıştı.
“Baba benim, Efil,” dedim aceleyle. “Baba çok korkuyorum yanıma gel.” Sık sık arkamdaki kapıya bakıp ağlıyordum. “Kapı onları uzun süre dışarıda tutamaz baba buraya gel.” Sesim dışarıya çıkmasın diye kısık bir sesle konuşuyordum.
Ben olduğumu anlayınca babamın telaşı iki kat artmıştı. “Geliyorum kızım, oraya geliyorum babam.” Telefonun diğer ucundaki silah sesleri arttığı için babamı güçlükle duyuyordum. Babam koşuyormuş gibi sesi nefes nefese çıkıyordu. “Yolumuzun üzerinde çok fazla engel var, Efil. Biliyorum anlamıyorsun ama sana gelmem biraz zaman alacak. Bana nerede olduğunu tarif et,” dediğinde aynı zamanda, “Mahir’i arayın çocukların sinyalini takip etsinler!” diye bağırıyordu.
“Baba bir depodayız.” Başımı çevirip etrafıma baktım. “Burada çok fazla sandık, kasa ve palet var.”
Yürüyüp sandıklardan birinin kapağını açtım. “Baba sandıkların içinde silah var.” Bu seferde bir kasanın üzerindeki örtüyü çektim. “Koli bandıyla sarılı saatli bir şeyler de var,” dedikten sonra köşedeki paletlerin üzerinde duran şeyleri elimle ona gösterdim. Sanki beni görecekmiş gibi, “Baba bak orada da roket veya füze gibi bir şeyler var ama tam adını bilmiyorum. Hani filmde izlemiştik ya onlara benziyor.”
Arkamdaki fıçının kapağını açıp, “Baba siyah kum da var,” dediğimde babam sertçe yutkunup, “Barut,” diye mırıldanmıştı. Barut mu? O nedir?
“Efil siz şu anda günlerdir peşinde olduğumuz teçhizat depodasınız.” Tüm o yaygaranın içinde babam aceleyle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. “Tüm o şeylerin bu gece patlama noktalarına ulaşacağı bilgisini aldık. Biz bu itlerden kurtulup gelene kadar onlar tüm teçhizatı dışarı çıkartır. Efil ne demek istediğimi anlıyor musun?” Hayır, anlamıyordum çünkü babam sekiz yaşındaki bir çocuğun kolay kolay anlamayacağı şeylerden bahsediyordu.
Kapıdan gelen silah ve tekme sesleriyle daha fazla ağlamaya başladım. “Baba içeri girecekler.” Uğur ile birbirimize sokulup gözlerimizi kapıya dikerek ağlıyorduk. Bu kapının açılmasından çok korkuyorduk. “Baba artık gel çok korkuyorum,” diye hıçkırdım. “Ne zaman geleceksin?”
Ağlamaya başladığımda babamın acı çeken sesini duydum. “Şimdi ağlayamazsın yapman gereken son bir şey var!” Bunları söylerken küçük bir çocukla konuştuğunun farkında değildi. “O teçhizat asla dışarı çıkmamalı.” Ona ihtiyacı olduğu için ağlayan bir çocuğa söylediği şeyler bunlardı. Oysaki geliyorum demesini beklemiştim.
Gözyaşlarım birbiri ardına akarken, “Baba çok korkuyorum,” dedim çünkü kapı artık menteşelerinden oynuyordu. Dışarıdakiler her an içeri girebilirdi. “Baba n’olur gel.”
Onu dinlemek yerine sürekli ağladığım için babam bu sefer daha katı ve sert bir sesle, “Ağlamayı bırak, Bige Efil Saka!” deyince irkilerek hazır ol konumuna geçtim. Babam ne zaman tam adımı söylese bende böyle bir etki bırakıyordu. “Bulunduğun yerde bir ateş, bir kıvılcım çıkarmalısın!”
“Sonra ne olacak?” Bunu sorarken duymak istediğim tek şey hemen sonrasında burada olacağıydı.
Babam hayatının en zor konuşmasını gerçekleştiriyormuş gibi suçluluk çeken bir sesle, “Her şey sona erecek,” diye fısıldadı. “Ben bir baba olarak bu gece kızımdan vazgeçiyorum o yüzden cesur ol ve yapman gerekeni yap,” diyen sesi bile titriyordu. “Öl veya öldür, Efil.” İçli bir nefesten sonra sözlerini tekrarladı. “Öl veya öldür.”
Benden vazgeçtiğini söylediği kısımdan sonra ne yapacağımı bilmez bir halde, “Baba,” dedim ama sesimde büyük bir muhtaçlık vardı, babama olan muhtaçlığım. “Ölüm ne demek?”
Bekledim ama babam bana cevap vermedi.
Ben bekledim babam sustu.
Çok bekledim ama babam bana cevap vermek yerine telefonu kapattı.
Elimdeki telefona öylece bakarken Uğur kolumu tuttu. Kahverengi gözleri ağlamaktan kızarmış bir halde bana bakıyordu. “Asım amca sana ne dedi?”
“Babam bana öl dedi, Uğur.” Ölüm kelimesinin sözlükteki anlamını sorgularken içli bir ifadeyle başımı salladım. “Öl veya öldür dedi ama ölümün ne olduğunu söylemedi. Sordum ama söylemedi sen biliyor musun, ölüm ne demek?” Babamın bu gece tek bir cümleyle hayatımı kökünden sarsacağını henüz bilmiyordum.
Uğur ıslak kirpiklerini kırpıştırarak kolumu sıvazladı. “Bende ölümün ne olduğunu bilmiyorum ama seninle öğrenirim.” Beni neşelendirmek için gülmeye çalışırken bir anlaşma yapmak ister gibi bana elini uzattı. “Birlikte ölelim mi, Efil?”
Kabul ettim, neyi kabul ettiğimi bile bilmeden ince parmaklarım onun küçük elini sardı ve “Ölelim Uğur,” dedim. “Birlikte ölelim.” Bu iki çocuğun konuşmaması gereken bir şeydi, burada olanlar iki çocuğun yaşamaması gereken her şeydi. Birlikte ölme kararı aldığımızda kimse bize ölümün ne olduğunu ve çocuk kalplerimizde nasıl bir iz bırakacağını söylememişti. Babam bize kıymıştı.
“Babam burada ateş yakarsak yeterli olacağını söyledi.” Avucumu açarak ona elimi uzattım. “Kibriti ver.” Uğur karanlıktan çok korktuğu için yanında mutlaka kibrit kutusu taşırdı. Benim olur olmadık anlarda döktüğüm gözyaşlarım, onun da kibritleri meşhurdu.
Uğur kısa pantolonun arka cebinden çıkardığı kibrit kutusunu bana verince hemen üst üste dizili kasalara doğru koştum. Deponun en arka kısmına geldikten sonra kasaların arkasına geçtim. Önümde dağ gibi duran kasalar beni gizlerken diz çöktüm ve en alttaki kasanın üzerindeki siyah örtüyü biraz çektim. Örtünün ucunu kibritle yaktıktan sonra saklandığım yerden çıkıp Uğur’a doğru koştum.
Babam küçük bir kıvılcım her şeyi sonlandırmaya yeter demişti. Kasanın üzerinde duran örtünün ucunu yakmıştım ama değişen hiçbir şey olmamıştı. Babamın istediği şeyi yapınca burada olacağını sanmıştım ama babam hâlâ yoktu. Aslında babam haklıydı çok şey bu gece son bulacaktı ama ben henüz bunu bilmiyordum.
Tam Uğur’un yanına gelmiştim ki kapı gürültüyle açılmıştı. Dört adam içeri girdiğinde Uğur ile ağlayarak birbirimizin ellerini sıkıca tuttuk. Uğur, “Efil korkuyorum,” diye ağlamaya başlayınca, “Biliyorum,” diye akan burnumu içime çektim. “Görmüyor musun, bende çok müşkül bir durumdayım.”
Adamlar sinirli bir şekilde üzerimize yürürken arkama saklanan Uğur, “Ama sen hep müşkül bir durumdasın,” dedi salya sümük ağlarken. “Bitmiyor ki müşküliyetlerin.”
“Ne diyorsun sen Uğur ya!” Ona kızmak istiyordum ama beni bir kalkan gibi önüne çektiği için bunu yapamıyordum. “Bunlar şimdi beni dövecek, izin ver de olsun o kadar müşküliyetim!” dedikten sonra başımı çevirip arkaya bakmaya çalıştım. “Sen öne geçsene, ben azıcık korkuyorum.”
Uğur elbisemin sırt kısmına sıkıca tuttu. “Ben daha çok korkuyorum!” Bu adamlar ikimizin de gözünün yaşına bakmadan bizi zorla depodan çıkardılar. Ciyak ciyak bağırarak kurtulmaya çalışıyorduk ama kollarımızı öyle bir sıkıyorlardı ki sanki kırmak istiyorlardı.
Merdiveni çıkarken yanında adamlarla inen birini gördüm. “Her şey yolunda baba, şimdi nakliyeye başlıyoruz,” diyerek telefonla konuşuyordu. Yirmili yaşların ortasındaki adam aşağıya inerken bir adam kolumdan çekerek beni yukarı çıkartıyordu. Aynı hizaya geldiğimizde onunla kısa bir an göz göze gelmiştik. Yıllar sonra onun Carlos’un oğlu David olduğunu öğrenecektim ama şu an için ikimizde birbirimizi tanımıyorduk.
Ne ben kollarımdan sürüklenirken aslında ölümden kaçtığımı biliyordum ne de o, kendi ayaklarıyla aşağıya inerken patlamanın göbeğine gittiğini biliyordu. Hayatımız tam bu noktada birkaç saniyeliğine kesişmişti. Babasının kopyası olan gözleri benim ıslak kahvelerimle sadece beş saniyeliğine buluşmuştu. Çocuk katil ve kurbanı arasındaki bu sessiz bakışma sadece beş saniye sürmüştü. Daha sonra birbirimizin yanından geçerek kısa bakışmamız son bulmuştu.
Hayat işte böyle garipti, kimin gözlerine baktığını bilmeden yanından öylece geçiyordun.
David kendi katilinin çocuk gözlerine baktığını o an hiç bilemedi.
Bizi ikinci kata çıkardıklarında, “Arkadaşlarım nerede?” diye bağırıp beni sürükleyen adama zorluk çıkardım. “Bırak beni kardeşlerimi görmek istiyorum!”
Kolumu sertçe sıkan adam sırf beni susturmak için, “Birazdan onları da yukarı çıkartacaklar!” dedi ama onlara çok zorluk çıkardığım için bunu söylerken tırnaklarını koluma geçiriyordu.
“Çağırın gelsinler!” Bağırarak ona direnmeye devam ettim. “Arkadaşlarım aşağıda kalamaz onları buraya getirin! Aşağıda yangın çıkardım orası yanacak,” dediğimde bizi tutan adamların yüzü bembeyaz olmuştu. Kollarımızdaki elleri gevşerken birbirlerinin gözlerine kısa bir an baktılar. Onların sessiz bakışması aslında birçok şey söylüyordu fakat biz anlamıyorduk.
Hepsi bir ağızdan, “Siktir!” dediler ve bizi bırakıp aşağıya koştular. “Depo patlayacak, herkes dışarı çıksın!” diye bağırıp hızlıca aşağıya iniyorlardı. Neler oluyordu? Ne patlamasından bahsediyorlardı?
Uğur ile üst katın koridorunda tek başımıza kalınca şaşkın bir şekilde birbirimize baktık. “Neler olduğunu bilmiyorum ama bizim de buradan çıkmamız lazım!” dedim. Adamlar bizi bırakıp gitmişken bu fırsatı değerlendirip kaçmalıydık.
Koridorun tam ortasında durduğumuz için ona koridorun sonunu gösterdim. “Uğur sen bu taraftan git bende diğer taraftan. Ayrılırsak bizi bulmaları uzun sürer.”
“Ayrılmayalım, Efil.” Dudaklarını sarkıtıp üzgün gözlerle bana bakıyordu. “Biz hiç ayrılmayalım.”
“Ayrılmayacağız şapşal.” Koluna hafifçe vururken ona bunun sözünü veriyordum. “İçimizden biri kurtulmayı başarırsa diğerinin de kurtulma şansı olur.” Uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Hadi çok oyalandık.”
Uğur her konuda beni dinlediği için söylediğim yöne koşarken durup kısa bir an bana baktı. “Öpücüğünü eşitlemeyecek misin, Efil?” dediğinde bunun ikimiz için bir veda olduğunu bilmiyorduk ama içten içe hissediyorduk.
Islak gözlerle ona burukça gülümsedim. “Birbirimizi tekrar bulduğumuzda eşitleyeceğim.” Biz birbirimizi hiç bulamadık.
Sabaha birbirimizi bulacağımızı düşündüğümüz için Uğur son bir kez daha bana baktı ve söylediğim yöne koşmaya başladı. Koridordan dönüp gözden kaybolana kadar arkasından bakıp gidişini izlemiştim. O hiç duymadı ama arkasından, “Beni bulmayı unutma,” diye fısıldadım. Ben onu arayacağım umarım o da beni aramayı unutmazdı.
Saklanmak için bir ofisin camına yaklaşıp içeriyi gözetledim. İçeride kimse yoksa buraya girip saklanacaktım. Birileri var mı diye bakarken yüzümü cama çok yaklaştırmıştım. Ne olduysa tam bu esnada olmuştu. En büyük kâbusumun başladığı nokta tam olarak burasıydı. Yüzümü cama yaklaştırıp içeriye baktığım esnada büyük bir patlama yaşandı. Hayatımın en şiddetli depremine tanık oluyordum.
Önce her yer zemininde zangırdadı daha sonra da cam patlayıp bir bıçak gibi yüzümün her yerine saplandı. Çocuk vücudum arkamdaki duvara doğru savrulduğunda kulaklarımda bir basınç oluşmuştu. Duvara çarpıp yere yuvarlandığımda birbiri ardına patlayan havai fişekler gibi depodaki patlama durmaksızın devam etti. Her bir patlama bir diğerinden daha büyük oluyordu. Her yer şiddetli bir şekilde sallanıyor, zemin beşik gibi hareket ediyor ve duvarlar yıkılıyordu.
Patlamanın sesi kulaklarımı kanatacak kadar şiddetli ve beni sağır edecek kadar sarsıcıydı. Baba artık gel. Biliyorum bunu duymaktan hiç hoşlanmıyorsun ama çok korkuyorum. Tüm patlamalardan daha büyük bir patlama meydana geldiğinde arkamdaki duvar üzerime yıkılmaya başlamıştı. Fakat zeminden açılan göçük beni yutarak duvardan korumuştu.
Yukarıdan alt kata düştüğümde sırtüstü yere çakılmıştım. Üstelik tavandan kopan moloz taşları üzerime düşmeye başlamıştı. Kopan moloz taşları üzerime düştükçe boğuk çığlığım, ağzıma dolan toprak yüzünden dışarıda duyulmuyordu. Gözlerimin bulanık görmesini yüzümdeki topraklara yormuştum çünkü henüz gözlerimdeki hasarı bilmiyordum. Her yerim müthiş bir şekilde acıyordu lakin acının tam olarak hangi uzvumda olduğunu kestiremiyordum.
Bulanık gözlerle tavanın olduğu gibi yere yıkılmak üzere olduğunu görmüştüm. Yıllar sonra bile kırık bir ayakla ayağa kalkıp nasıl bu yerden kaçtığımı sorgulayacaktım ama yapmıştım. Üzerime düşen, kaburgalarımı kıran taşları çığlık çığlığa ağlayarak üzerimden atmıştım. Bacağıma saplı büyük bir demir parçası varken o anki adrenalinle ayağa kalkmayı başarmıştım. Tavan üzerime yıkılmadan hemen önce kendimi odanın köşesine nasıl attığımı bilmiyordum.
Okulda deprem tatbikatı yaparken öğretmenim hep köşelere kaçmamızı söylemişti. Böyle bir günde öğretmenimin sözleri hayatımı kurtarmıştı. Odanın köşesine kendimi attıktan kısa süre sonra tavan büyük bir sarsıntıyla çökmüştü. Yıkılan tavanla ikinci bir sarsıntı hissederken artık hiçbir şey duymuyordum. Kulaklarımdaki keskin çınlama ve yoğun basınç dışarıdaki tüm seslere karşı beni sağır etmişti.
Burası artık tamamen toz ve duman altındaydı. Zehirli bir havayı soluduğumdan habersiz öksürmeye başladım. Bir sisin içinde kalmıştım. Gözlerim yeteri kadar iyi göremediği için küçük ellerim bacağımdaki demire asıldı. Vücudumda ölmem gereken o kadar çok hasar vardı ki adrenalin patlaması yaşadığım için henüz hiçbirini hissetmiyordum. Çocuk vücudum çökmeden önce son bir kez daha direniyordu.
Demiri çekip bacağımdan çıkartırken hiç acımadı, camların kanattığı yüzüm de acımadı. Yarılan kafam, kırılan bacağım veya çatlayan kaburgalarım hiç acımamıştı. Belki de yaşadığım şoktan dolayı acı hissetmiyordum ama şu an için kan revan içinde kalan vücudum hiç acımıyordu. Tamamen acıya uyuşmuş gibiydim ancak acıyacaktı. Yarın gözlerimi bir hastanede açtığımda her yaranın acısı ölümcül boyutlarda olacaktı.
Bu gece ölümle yarın sabah da acıyla tanışacağımı henüz bilmiyordum.
Deprem adı verdiğim sarsıntının durduğunu hissedince nihayet ayağa kalkabildim. Topallayan ve hâlâ kanayan bacağım yüzünden duvardan destek alarak yürümeye başladım. Her yer fazla sessizdi ya da ben artık sesleri duymuyordum. Yürüdükçe yerdeki kanlı cesetleri, kopmuş uzuvları görüyordum. Bakışlarım artık buğulu bir camın arkasından bakar gibiydi. Çok fazla ceset vardı ama acı hissetmediğim gibi artık korku da hissetmiyordum.
Sadece acım değil duygularımda uyuşmuştu. Normal şartlarda beni korkutacak ezilmiş ve parçalanmış insan cesetleri artık beni korkutmuyordu çünkü içten içe tüm bu enkazın tek sorumlusu olduğumu biliyordum. Suçluluk duygusu korkmama engel oluyordu. Artık bir katil olduğum gerçeğiyle yüzleşmek beni buradaki her şeye karşı hissizleştirmişti.
Arkadaşlarımın cesetleri bile bana bir şeyler hissettirmek için yeterli olmamıştı.
Yarın çok fazla şey hissedeceğim ama bu gece değil.
Geçtim, tüm o cesetlerin içinde ruhsuzca geçtim. Ta ki Uğur’un kız kardeşini Turgut abinin kucağında görene kadar. Turgut abi de kaçırılan asker çocuklarından biriydi ve henüz on beş yaşındaydı. Patlama olunca Oya’yı korumak için onun üzerine eğilmişti çünkü sırtına düşen koca moloz taşının altında ezilmişti. Oya ise ikisinin altında ezildiği için sadece kafası görünüyordu. İşte bu görüntü gözlerimden yaşlar süzülmesine neden olmuştu. Üzerimdeki hissizlik bir anda yok oldu ve dizlerimin üzerine sertçe düştüm.
Sadece duygularım değil vücudumda uyuşan acı da geri gelmişti ancak içimin yangını vücuduma oranla daha fazlaydı. Dizlerimin üzerindeki ellerimi sıkıp başımı yukarı kaldırdım ve boğazım yırtılırcasına haykırdım. Ölümü öğrendim baba, artık öğrendim. Ölüm Turgut abiydi, ölüm Oya, Uğur, Ferit, Neslihan, Yahya, Emel, Gündüz ve Efil demekti. Evet, bende ölen dokuz çocuğun arasındaydım çünkü bu yaptığımla nasıl yaşanılırdı, hiç bilmiyordum.
“Neden baba?” Omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladığımda aklımı kaçırmanın sınırındaydım. “Baba neden, neden, neden!” diye bağırıp küçük yumruklarımı kafamın iki yanına vuruyordum.
Ben arkadaşlarımı öldürdüm.
Ben kendime dair her şeyi öldürdüm.
Ben bu gece çok hızlı bir şekilde büyüdüm.
Babam büyütmüştü beni.
Bir kıvılcımdan sonra her şey son bulacak derken bunu kastettiği aklıma bile gelmemişti. Ben bugün babama küstüm ve son nefesimde bile kalbim onunla barışmayacaktı. “Bana ne yaptırdın baba?” Kesik kesik ağlarken kanlı gözlerimin ardında Turgut abi ve Oya’nın cesediyle bakışıyordum. “Baba ben ne yaptım!”
Çok zor olsa da Oya’yı Turgut abinin altından çıkarmıştım. Topallayarak dışarı çıkarken Oya kucağımdaydı. Depodan çıkınca kapının önünde durdum ve etrafıma baktım. Üstüm başım toz toprak ve kan içindeydi ama gözlerimin gördüğü şeyler daha fena şeylerdi. Baktığım her yerde insanlık ölüyordu, insanlığım ölüyordu. Çok uzaklarda gelen siren seslerini belli belirsiz duyuyordum çünkü kulaklarımda hâlâ patlamanın bıraktığı uğultular vardı. Başımı eğip kucağımdaki bebeğin solgun yüzüne baktım ama onun yüzünü bile doğru düzgün göremiyordum.
“Ben şimdi Yusuf amca ve Hülya teyzeye ne diyeceğim?” Ağlamaya başlayarak onu göğsüme sımsıkı bastırdım. “Oya ben senin annen ve babana ne diyeceğim? Oğlun ve kızını öldürdüm diyemem Oya, diyemem.”
“Bugün doğum günümdü baba.” Dizlerimin üzerine düşerek kucağıma bastırdığım bebeğe sarıldım ve omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. “Dileğim yanımda olmandı ama artık bunu istemiyorum, değiştiriyorum dileğimi.” Gözlerimden kanlı yaşlar akarken, “Allah bile seni affetmesin baba, Allah bile,” diyerek 13 Haziran gecesinde yeni bir dilek diledim. Annem çocukların dilekleri kabul olur demişti, o zaman Allah, babamı hiç affetmesin, bende etmeyeceğim.
Affetme Allah’ım, sende affetme.
***
Şimdiki Zaman.
Kadem’in aslında Uğur olduğunu anlamak beni geçmişe sürüklemişti. 13 Haziran’a geri dönmek beni ağlatırken Kadem soluğunu tutarak bir şeyler söylememi bekliyordu. Belki de hayatının en zor bekleyişiydi fakat ben hiç konuşmadım. Ona söyleyecek çok şeyim vardı ama bu gece için fazlasıyla kırılan kalbim buna izin vermiyordu. Sekiz yaşındaki çocuk Bige’nin hayaleti etrafımı sarıp, ”Allah bile affetmesin,” derken benim artık kimseye diyecek bir sözüm kalmamıştı.
Nasıl dayandı? Ben onun yokluğuna yıllarca alışamamışken Uğur bensizliğe nasıl dayanmıştı? Ben ona gidemiyordum çünkü yerini bilmiyordum, onun da öldüğünü sanıyordum. Gittiğim tek yer onun anısına yaptırdığımız mezarlıktı. Ben bilmediğim için ona gidemedim ama Uğur yerimi biliyordu lakin bana gelmedi. İşte bu öyle bir şeydi ki acısı ablamın ihanetiyle yarışırdı.
Aslında anlamalıydım, değil mi? Uğur’da çileği çok severdi ve hep çilek kokardı. Anlayamadım çünkü yaşıyor olmasına ihtimal dahi vermemiştim. Kadem’in Uğur olduğunu anlamam mümkün değildi. Anlamadım çünkü benim Uğur’um yaşasaydı mutlaka bana gelirdi. Bana gelmek için yıllarca beklemezdi. Mezarı başında saatlerce gözyaşı dökmeme izin vermezdi. Benim Uğur’um beni korurdu, karşıma Serhat’ı veya Karun’u çıkartmazdı.
Aşkımı kirleten evli adamlara beni metres yapmaz, bana kan kusturan adamlara beni eş yapmazdı. Hayır, bu benim Uğur’um değildi, tıpkı ablam gibi artık o da bana yabancıydı. İkisini de tanımıyorum, ikisi de artık benim tanıdığım insanlar değildi. Büyüyünce çok değişmişlerdi, bunlar benim sevdiğim insanlar değildi. Büyümek onları değiştirmişti, büyümek onları kirletmişti.
Uğur öldü, Gazel’de gittiği yerden hiç geri dönmedi, hepsi bu. Bunlar benim tek gerçeğimdi artık. Sessizliğim onu kahrettiği için Kadem bana yaklaşıp, “Efil-” demişti ki arkaya adımlar atarak ondan uzaklaştım. “Bana bu isimle seslenme,” dedim buz gibi bir sesle. “Sadece ailemden olanlar için Efil’im ben.” Gazel ve ona bakarak başımı iki yana salladım. “Sizin için Bige’den başka bir şey değilim.”
Kahverengi gözleri dolarken yalvaran bir ifadeyle, “Yapma Efil,” dediğinde sesinin bir acısı, kahroluşu vardı. “Belki bu gece son gecemiz, böyle bitirmeyelim.” Gözlerine biriken yaşları orada tutmaya çalışırken, “Benim Uğur,” diye fısıldadı. “Çocukluk arkadaşın.”
“Böyle deme!” diye ona sesimi yükselttim. “Uğur olduğunu söyleme çünkü Uğur öldü!” Elimi kaldırıp sertçe göğsüme vurdum. “Ben öldürdüm onu, ben! Seni tanımıyorum ki kimsin sen?”
Kendimi toparlamak için ellerimi saçlarımdan geçirip gülmeye başladım. Aklı başında bir insanın vermesi gereken tepkileri vermiyordum. Derin bir nefes alıp gözlerinin içine baktığımda artık gülmüyordum. “Teşekkür ederim yaşadığın için ve üzgünüm bende öldüğün için.” Bu sözlerim onu susturmaya yetmişti. Sertçe yutkunduğunda gözlerinde süzülen bir damla yaşı içim acıyarak izledim. O öldü, Gazel’de hiç geri gelmedi.
Çocukken her şey daha kolaydı ama artık ikimizde o masum çocuklar değildik, kirletmiştik birbirimizi. Ben bir patlamayla onu kirlettim o da bir evlilik oyunuyla beni. Farkında değildi ama o da herkes gibi benden intikamını almıştı. Hep derim ya insan yaşattığını yaşamadan ölmezmiş diye, işte bunlar benim yaşattıklarımın bana geri dönüşüydü.
Kırgınım ama yine de yaşadığı için mutluydum. Belki de gözyaşları içinde geçen doğum günümde beni mutlu eden tek şey onun yaşıyor olmasıydı. Yüzüne karşı diyemiyorum ama bana yaptıklarına rağmen hayatta olmasına çok sevindim. Bu nasıl oldu, bilmiyorum ama iyi ki de olmuş.
Her ne kadar yıllarca hayatımda olmamayı tercih etsen de iyi ki hayattasın.
Doğum günümde fazlasıyla kırıldığım için yenik bir şekilde kafese yürüdüm. Herkese sırtımı döndüm ve kulaklarımı kapattım. Daha fazla ne bir şey duymak istiyordum ne de kendime acıyıp ağlamak. Sadece bu kâbusun artık bitmesini istiyordum ve bunu bitirmenin tek yolu bu kafese girmekten geçiyordu. Diyemiyorum ama ben bugün herkese çok küstüm.
Kafesin içine gireceğim sırada Gazel’in acımdan zevk alan sesini duydum. “Ayakkabılarını çıkar.” Ona baktığımda silahını büyükbabama doğrultarak bana gözdağı veriyordu. “Yoksa çok sevdiğin büyükbaban ölür.” Bu yaptığından sonra büyükbabam zaten artık yaşıyor gibiydi. Büyükbabam da bir zamanlar onu severdi. Beni kendi büyükbabasının hayatıyla tehdit ediyordu.
Babam hiddetlenerek kendini zincirlerden kurtarmaya çalışırken, “Sen benim kızım olamazsın!” diye bağırdı. Onu tutan zincirlere asıldıkça sinirden kızaran yüzü seğirmeye başlamıştı. “Doğduğun güne yazıklar olsun, senin gibi kanı bozuk birini tanımıyorum!” Gazel belki bu sözleri duymayı hak etti ama şöyle bir gerçek vardı ki babam için bizi reddetmek hep fazla kolaydı.
Babamın sözleri karşısında Gazel ne kadar etkilendi, bilemem ama babama olan bakışları fazla duygusuzdu. “Ne sanıyorsun, senin kızın olmaktan mutlu olduğumu mu?”
Kömür karası gözleri hissiz bir şekilde babamın gözlerine kenetlenmişti. “Sen kendine gerçekten baba mı diyorsun?” Ortada komik bir şey varmış gibi gülmeye başladı. “Sen baba dışında her şey oldun Asım Saka ama olmayı başaramadığın tek şey babalıktı.” Yanılmasını ne çok isterdim ama yalan değildi bu sözler.
“Sorun değil çıkartırım.” Hissiz bir şekilde ayağımdaki topuklu ayakkabıları çıkardım. Aslında burada olan her şey büyük bir sorundu ama bugün darbe üstüne darbe aldığım için hissizleşmiştim.
Gazel yanıma gelip şifreyi girerek kafesin kapısını açınca içeri girdim. Peşimden kafesin içine girerek kapıyı kapatınca kapı otomatikman kilitlendi. Cam tozlarının üzerine basarak acımı dizginlemeye çalıştım. Ablam ve kafesin dışında içkisini içerek beni izleyen Carlos bir tepki vermemi bekliyordu ama fazla hissizdim. Tüm gözyaşlarımı ve duygularımı kafesin dışında bırakarak içeri girdiğim için suskun ve hissizdim. Ayaklarımın tabanına batıp kanatan cam tozlarına direnecek kadar duygularım körelmişti.
Ben gerçek anlamda acı çekince kolay kolay şikâyet edip ağlayamazdım ki. Evet, elime diken batsa oturup saatlerce ağlayan biriydim ama saf acıya karşı her zaman daha güçlüydüm. Zaten tüm bu acıların gözyaşları içimde birikiyordu sonra da en küçük şeyde patlak verip beni ağlatıyordu. Ben aslında gözyaşlarımı doğru zamanlarda saklıyor ve hiç olmayacak anlarda dışarı çıkartıyordum.
Ablam karşımdaki yerini aldığında gözleri fazla boş bakıyordu. “Eskisi gibi son bir müsabaka,” dediğinde nasıl böyle duygusuz olduğunu anlamıyordum.
Kadem’in de kendi kafesine girdiğini gördüm. “Hiçbir şey eskisi gibi değil,” diyerek Gazel’e içinde bulunduğumuz cam kafesi gösterdim. “Eskiden bir kafesin içinde dövüşmezdik.” Ayaklarımı kanatan cam tozlarına baktım. “Yerdeki kumlar cam değildi.” Sanki canım hiç yanmıyormuş gibi omuz silktim. “Biz eskisi gibi değiliz.” Çok değişmiştik. Bu kafesten çıkamayacağımı biliyordum çünkü ne yaparsa yapsın ona karşılık vermeyi düşünmüyordum.
İstese bile damarıma basamazdı.
“Bırak artık bu beylik sözleri.” Gazel ayağını biraz arkaya atarak savunma pozisyonunu aldı. “Başlayalım artık.” Ablam beni öldürmeye fazla hevesliydi.
Öyle olsun bakalım.
***
Gazel’in karnıma attığı tekmeyle sırtüstü yere düşünce cam tozlarına bastırdığım avuç içlerim kanamaya başlamıştı. Her defasında o kadar sert vuruyordu ki ayağa kalkmak için mecburen yerden destek alıyordum. Durum böyle olunca da yerdeki cam tozları hep elime batıyor, battığı yerleri kanatıyordu. Avuçlarımın içi bir kirpinin sırtı gibiydi, minik ve sivri camlar avuçlarımın her yerindeydi. Hani zaten yapmam ama yumruk atmaya kalkışsam bile camlardan diken diken olan avuçlarımı sıkamazdım. Ona atacağım yumruk bile en çok benim canımı yakardı.
Kanımla kırmızıya boyanan ellerle ayağa kalkmıştım. Acıyan vücudum mu yoksa ruhum mu, bilmiyorum ama çok acıyordum. Ablam düşmanca gözlerle bana bakıp, “Karşılık ver!” dediğinde gittikçe daha fazla sinirleniyordu. Ben ona karşılık vermedikçe beni buna zorlamak için saldırıları daha sert ve hırçınlaşıyordu.
“Bence bunu istemezsin.” Elimin tersiyle dudaklarımdan sızan kanı sildim. Ona karşılık vermemi istemezdi.
Gazel’in sinirleneceğini çok iyi bilmeme rağmen gözlerinin içine bakıp, “Bana karşı hiç şansın yok bunu çok iyi biliyorsun,” dedim kendimden emin bir sesle. Teke tek bir dövüşte hile yapmadan bana karşı bir şansı olamazdı. Bu yüzden ben izin veriyorken ne yapacaksa çabuk yapsındı.
Aslında tam da bu sebeple ona karşılık vermiyordum çünkü köşeye sıkışınca gözlerime yerdeki cam tozlarını atabilirdi. Gazel bana karşı yenilgiyi hiçbir zaman kabul etmediği için beni kör etmeye yeltenebilirdi. Tekrar o karanlık dünyaya dönmek istemediğim için bu gece onun sınırlarını zorlamayı düşünmüyordum.
Gazel hırçınlaşıp eskisinden daha sert yumruklarını bana atmaya başlayınca sadece bileklerimle hareketlerini savuşturdum. Ellerimi kullanamadığım için yumruklarına bileklerimi siper edip savunmada kalıyordum. Sert yumrukları bileklerime çarptıkça canım eskisinden daha çok yanıyordu ama şimdilik direniyordum. Karun veya Duha yerimizi bulana kadar babam ve büyükbabama zaman kazandırmaya çalışıyordum. Her ne kadar ellerim ve çıplak ayaklarım cam tozları yüzünden kanasa da dayanmaya çalışıyordum.
Hiçbir yönden adil bir dövüş değildi.
Savunmada kalıyordum tabii bunu yaparken aynı zamanda Kadem’in müsabakasını takip ediyor, onu da hayatta tutmaya çalışıyordum. Rakibinin onu çok zorladığını görünce, “Karnına değil sol omzuna yüklen!” dedikten sonra başımı eğip Gazel’in yumruğundan kendimi kurtardım. “Omuzunda açtığın yarayı deşmeye devam et!” diye ona komut verdiğimde Kadem tüm gücüyle onun sol omzuna yumruk atarak rakibini yere devirdi. İşte böyle Çilek Adam.
Hayatta kalmalısın.
Kadem’i kurtarmak için verdiğim taktiği Gazel havada kaptı ve o da beni zayıf yerimden vurdu. Bacağımda açtığı yaraya çok sert bir tekme atınca sonunda beni yere devirmişti. Cam tozlarının üzerine düştüğümde artık yırtmaçtan kurtulan dizimde kanıyordu. Ablam gerçekten benimle ölümüne dövüşüyordu. Oysaki ölümüne bir dövüşte ona karşılık vermeyeceğimi bilmiyordu. Belki de biliyordu ve buna rağmen canımı yakıyordu.
Kalkmak üzereydim ki dışarıdan gelen kurşun seslerini duyunca durdum. Nabzım hızlanmıştı. Karun gelmişti, Karun benim için gelmişti. İçeri girip babam ve büyükbabamı kurtarana kadar Gazel’i biraz daha oyalamalıydım. Karun’un gelişi bana dayanma gücü verdiği için ayağa kalkmayı başardım. Fakat ayağa kalkar kalkmaz ablamın yüzüme doğru gelen yumruğuyla karşılaştım.
Ona karşılık vermeyi düşünmüyordum ama refleks olarak yumruk yaptığı elini bileğinden yakaladım. Avuçlarımdaki camlar sıktığım bileğine batınca acıyla inlemişti. “Ciddi misin sen?” Onu küçümsedim çünkü o camlardan onlarcası vücudumun çıplak olan her yerindeydi.
Yan taraftaki kafesin içinde olan Kadem’in sesini duydum. Ona Uğur demek içimden gelmiyordu. “Neden onu yere serip o cam tozlarının tadına baktırmıyorsun?” dediğinde Gazel’e karşı ölümcül bir kini varmış gibi konuşuyordu. “O camların onun fikri olduğuna eminim!”
Gazel’in elini iterek geriye çekildim. “Şu adamı indir artık, Kadem.” Rakibini çoktan alt etmeliydi. “Buçuk bile değil,” dedikten sonra belimi arkaya doğru yay gibi bükerek Gazel’in yumruğundan kendimi kurtardım.
Doğrulduğumda Gazel’in hırçın darbelerini yine bileklerimle savuşturmaya başlamıştım. Kadem’in cam duvara savrulup yere düştüğünü görmek dikkatimi dağıttığı için Gazel’in yumruğu dudağımı patlatmıştı. Kadem düştüğü yerden kalkmaya çalışırken, “Benim için zor bir rakip değil!” diyerek ağzındaki kanı yere tükürdüğünde ters ters bana bakıyordu. “Ama sürekli dayak yemen dikkatimi dağıtıyor!” O da benim dikkatimi dağıttığı için bu haldeydim. Birbirimizi görmezden gelmenin bir yolunu bulmalıydık!
Gazel tekrar bir atakta bulunmak üzereydi ki ondan önce davranıp suratına yumruğumu geçirdim. Bunu kendim için değil Kadem için yaptım çünkü ben yenildikçe o da yeniliyordu. En azından rakibini yenene kadar Gazel’e biraz karşılık verebilirdim. Ablam ona vurduğum için kaşlarını çatarak tekrar bana vurmaya yeltenince karnına attığım tekmeyle onu yere serdim. Neyse ki ellerinde eldivenler olduğu için düşünce cam tozları ona batmıyordu.
“Güzel,” dediğinde ona vurmamdan memnun kalmış gibi sırıttı. “Nihayet kendine gelebildin.”
“Henüz değil.” Bunları söylerken bakışlarımla yine onu küçümsüyordum. “Bence kendime gelmemi de istemezsin.” Sık sık Kadem’i kontrol ettiğim için ona karşılık vermemin sebebini anlamıştı.
Gazel’e karşılık veriyor ama bunu yaparken sert hareketlerden kaçıyordum. Mümkün olsa olduğum yerde hiç kıpırdamadan durmak isterdim çünkü adım attıkça öğüttükleri camlar daha çok ayaklarıma batıyor ve kanatıyordu. Gazel’e karşılık vermem Kadem’i az da olsun motive ettiği için rakibine ölümcül darbeler geçirmeye başlamıştı. Kadem altına aldığı adamın suratını dağıtmak ister gibi üst üste ona yumruklarını geçiriyordu.
Kadem’in rakibinden kurtulmasına bu kadar az kalmışken bir anda kafesindeki hoparlörden sesler gelmeye başladı. “Uğur dur,” diyen bir kadın sesi onu durdurmuştu. Kadem’in yumruk olan eli havada kalırken buz kestim. Bu Hülya teyzenin yani annesinin sesiydi.
Kadem yutkunarak, “Anne,” dediğinde gözlerim dolarak başımı iki yana salladım. “Tuzak bu, Kadem çok az kaldı duramazsın,” dedim ama beni duymadı. Başını kaldırıp kafesteki hoparlörlere bakarken beni hiç duymuyordu. “Hülya teyze durmanı istemezdi, devamında mutlaka bir şeyler söylemiştir. Belki de Uğur dur düşeceksin dedi, hatırlasana çocukken de çok düşerdin.” Ağlayarak, “Kadem kendine gel, şimdi duramazsın!” diye bağırdım. Durursa ölecekti.
Kadem başını eğip yerdeki adama tam vuracaktı ki bu sefer de hoparlörden ağlayan bir bebek sesi geldi. Kadem’in gözleri dolarken başını kaldırıp tavandaki hoparlöre baktı. “Efil kardeşim ağlıyor,” dediğinde ikimizde ağlıyorduk. “Oya ağlıyor ,Efil.” Oya öldü Uğur, öldü.
Neden yaptı, bilmiyorum ama Carlos’un öfkesini üzerine çekeceğini bilmesine rağmen Gazel bana saldırmayı bırakmıştı. Sanki Kadem’e yardım etmeme izin veriyordu. Gazel sadece benim duyacağım bir fısıltıyla, “Onun bıçağı var,” dedi.
Diğer kafese baktığımda yerdeki adamın bıçağını çıkardığını gördüm. “Kadem bıçağı var!” diye bağırıp onun kafesine doğru koştum. Ona bir şey olacak diye o kadar çok korkuyordum ki ayaklarıma batan cam tozları bile beni durdurmuyordu. Kadem kendini ağlayan bebek sesine kaptırdığı için beni duymuyordu. Bu yüzden, “Uğur dikkat et!” diye bağırıp elimi kafesin cam duvarına vurdum. “Uğur kendine gel onun bıçağı var!”
Ona Uğur dediğim an Kadem irkilerek kendine gelmişti. Göğsüne doğru savrulan bıçağı son anda gördü ve adamın bileğini tutarak suratına yumruğunu geçirdi. Adamın bileğini büküp kırarak bıçağı almıştı. Kadem çevik bir hareketle bıçağı alıp onun boğazına saplayarak onu öldürmüştü. Nihayet ondan kurtulduğu için ellerimi cama bastırdım ve başımı eğip rahat bir nefes aldım. O iyiydi, ona bir şey olmadı ama neredeyse olacaktı.
Ölüme bu kadar yaklaşması beni çok korkuttuğu için gözyaşlarımı tutamadım. “Hey, ben iyiyim ağlak kuş.” Kadem güçlükle ayağa kalkıp bana doğru yürüdü. Tam karşımda durduğunda aramızda iki kafesi birbirinden ayıran cam duvar vardı. Kadem ellerini kaldırarak kanlı ellerimin olduğu yere bastırmıştı. “Şimdi sıra sende,” diyerek beni cesaretlendirmeye çalıştı. Gazel’in olduğu yere bakıp, “Git bitir şunun işini,” dedi. Çocukken Gazel’i severdi şimdi ise ondan nefret ediyordu.
Silah sesleri durmaksızın devam ederken içeri koşarak bir adam girdi. Carlos’un karşısında durduğunda çok telaşlı görünüyordu. “Efendim Karun Bey yanında elli arabadan oluşan bir konvoyla geldiği için adamlarımız uzun süre dayanamaz.” Carlos’un beti benzi attığında kötü haberler bundan ibaret değildi. “Üstelik Duha’da burada, ikisi aynı cephedeyken bir şansımız olamaz.” Ürkmüş gözlerle Carlos’un kaskatı kesilen suratına baktı. “Adamlarımız onları daha fazla oyalayamayız, gitmeliyiz.”
Kadem ile göz göze geldiğimizde aramızda sessiz bir bakışma geçmişti. Karun ve Duha aynı cephede mi savaşıyordu? Sanırım farkında olmadan onları bir araya getirmiştik. Hayatta kalan son 13 Haziran çocuklarından biri Karun’un karısıydı, diğeri ise Duha’nın sağ kolu. Bu da ister istemez Karun ve Duha gibi iki güçlü ismi bir araya getiriyordu. Carlos iyice telaşlanarak kafese bakıp hiddetli bakışlarını Gazel’i dikti. “Çok fazla vakit kaybettin!” Ayağa kalkıp kafese doğru yürüdü. “Açın şu kapıyı bu işi bizzat kendim bitireceğim!”
Carlos belindeki silahı çıkarttığında yanındaki adamı öne atılıp, “Efendim her an içeri girebilirler,” dedi hızlıca. “Kaybedecek bir saniyemiz bile yok.” Carlos sinirden dişlerini sıkarak durmak zorunda kalmıştı.
Gözleri fıldır fıldır dönerken kaçmak ve kafese girip beni öldürmek arasında kararsız kalmıştı. Kafesin kapısındaki şifreyi açmak bile onun için yakalanma tehlikesi arz ettiği için bağırarak yanındaki varile bir tekme attı. Sinirden deliye dönmüş bir halde bana bakıp, “Şansın varsa bu gece ablan seni öldürür çünkü tekrar karşılaştığımızda ölmek için bana yalvaracaksın!” dedi. “Benim ahımı aldın sana yaşam yok!”
“Sektir git lan!” diyen Kadem yine sansür kullanmıştı. “Ne ahından bahsediyorsun sen? Senin ne ahım tutar ne de duan!” Sonuna kadar haklıydı.
Carlos onunla vakit kaybetmek istemediği için Gazel’e baktı. “Bitir onun işini!” Beni göstererek Gazel’e gözdağı vermişti. “O yaşarsa neler olacağını sana anlatmama gerek yok.” Daha sonra da bir saniye bile oyalanmadan koşarak dışarı çıkmıştı. Yine kaçmayı başarmıştı.
Gazel’e döndüğümde karnıma öyle bir tekme attı ki arkamdaki cam duvara çarptım. Ağır adımlarla üzerime yürürken, “Kocana iyi bir görüntü bırakalım, değil mi?” dedi ve yaklaşıp karnıma tekrar tüm gücüyle vurdu. Acıdan çığlık atarak iki büklüm oldum. Bu müsabaka asla bitmeyecek gibiydi. Karşılık vermediğim her saniye daha fazla ölüyordum ama ona gerektiği gibi karşılık vermek de içimden gelmiyordu.
Eflatun camlar çok yakıcıydı, en az eflatun elbise kadar...
Karşılık veremem çünkü gözlerime cam tozları atacak potansiyeli vardı.
Ama karşılık vermeyi de hiç olmadığı kadar istiyordum!
Karnıma tutarak dizlerimin üzerine düştüğümde nefes almaya çalışıyordum. Soluğumu kesecek kadar sert vurmuştu. Kadem’in ona kızan sesi bile artık çok uzaklarda geliyordu. Carlos’ta gittiğine göre artık babam ve büyükbabam için bir tehlike yoktu. Hem silah sesleri de kesilmişti, yani Karun birazdan burada olurdu. Babam ve büyükbabamı bura cehennemden çıkartırdı. Artık ölüm gibi gelen bu azap bitmeliydi, direnmeme gerek yoktu.
Dudaklarımdan kanlar süzülürken başımı kaldırıp dağınık saçlarımın arasından ablama baktım. “Sana karşılık verseydim şimdi yerdeki sen olacaktın.” Kendi kanımın tadını alırken onu kızdırmak için gülmeye başladım. “Yıllar geçse de hâlâ çok zayıfsın.”
“Yapma!” diye bağıran babamın sesini işittim. Onun olduğu tarafa bakmıyordum ama sesi ağlar gibiydi. Babam benim için ağlıyordu. “Onu kışkırtma ,Efil,” diyerek bana yalvardı çünkü ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Kendimi öldürtmeye çalıştığımı anlamıştı.
Babam anladı ama ablam anlamadı. Gazel arkama geçip saçlarıma asılarak başımı kaldırdı. Çıkardığı bıçağı boğazıma yaslayınca hıçkırıklarla ağlayan büyükbabamı gördüm. Göz göze geldiğimizde yanaklarında süzülen yaşlar içime ilmek ilmek işlemişti. Bu gece onu ne çok ağlatmıştık. Yanaklarımdan bir damla yaş süzülüp kanlı dudaklarıma akarken, “Bakma,” diye fısıldadım. “Eğ başını bakma n’olur.” Bunu görmesini istemiyordum.
Gazel’in bıçağı boynuma baskı uyguladığı esnada kapıdan büyük bir gürültü koptu. Menteşelerinden oynayan kapı içeri düştüğünde Karun ve Duha’yı içeri girerken gördüm. Gelmişti, Karun artık buradaydı.
***
İlahi bakış açısı.
Adana’nın yollarında trafiği kapatan ve elli arabadan oluşan uzun bir konvoy görenleri şaşkınlığa düşürüyordu. Çakarlı arabaların ışığı yanıp söndükçe insanlar içindekileri daha çok merak ediyordu. En öndeki araba onlara eskortluk yaparken Karun Kalender onun hemen arkasındaydı. Sadece elli arabadan oluşan bir konvoy değildi çünkü Karun’un keskin nişancıları motosikletlerle konvoyun her iki yanında hareket ediyordu.
İstanbul’dan Adana’ya yanında yirmi korumayla gelmesi buradaki düşmanlarını yanıltmıştı. Karun gittiği her şehirde ve her ülkede sadece bir telefonla bir ordu dolusu adamı etrafına toplayabilirdi. O ülke çapında bir güvenlik şirketinin iki sahibinden biriydi. Neredeyse her şehirde güvenlik tesisleri vardı. Uzun bir konvoyla karısını almaya giderken çok dikkat çekiyordu. Karısının yıllar önce 13 Haziran’da başlattığı düşmanlığı başka bir 13 Haziran’da Carlos’u öldürerek sonlandıracaktı.
Bu gece Carlos başta olmak üzere herkese Sanrı’nın Saka’sına dokunulmayacağını gösterecekti! Yanında oturan Kenan, “Çok hızlı gidiyoruz biraz yavaşla,” dedi ama Karun onu duymuyordu. Böyle anlarda Kenan hiç olmadığı kadar endişelenirdi çünkü Karun’un suskunluğu genelde bir katliam yapmadan hemen önce başlardı. Böyle anlarda sessizleşir, içine kapanarak zihninde birçok ölüm başlatırdı. Eline silahı aldığında ise zihnindeki tüm o ölümler gerçekle yıkanırdı.
Henüz yeni hastanede çıkan Kenan, “Ona bir şey olmayacak biliyorsun, değil mi?” diye sırtını rahat ettirmeye çalıştı. Küçük bir kurşun yarası yüzünden hastanede çok fazla vakit kaybettiği için çok şey kaçırmıştı.
Uzun bir sessizliğin ardından Karun’dan duyduğu ilk şey, “Beni kaçırdı,” oldu. Gözlerini yoldan ayırmayan adamın sert bakışları koyu bir renge büründü. “Beni benim adamlarımla kaçırdı, bağladı ve gitti. Onun gidişini izledim, Kenan.”
Karun nefes alamadığını hissettiği için bir eli direksiyonun üzerindeyken diğer eliyle kravatını sertçe çekiştirdi. Sanki boğuluyordu. “Ben belki de bu gece karımın ölüme gidişini izledim.”
“Öyle olsa bile bu senin suçun olmaz,” dedi Kenan. “Gitmek onun tercihiydi.”
“Ama durdurmak benim elimdeydi!” Kızgınlıkla avuç içini sertçe direksiyona geçirdi. “Öfkeme yenilip bugünün onun için anlamını unutmasaydım böyle olmazdı! Rengin’den hesap sormak yerine onun yanında kalsaydım o da benim yanımda kalırdı. Kalırdı biliyorum çünkü benim karım hâlâ şefkate aç bir çocuk!” Babasının ona kalkan elini, zehir saçan dilini ağlayarak kocasına şikâyet eden, ilgiye aç çocuk bir yanı vardı.
Bige aslında söylüyordu canını yakan şeyleri ama Karun başta olmak üzere kimse onu yeteri kadar iyi duyamıyordu. Saka içine attığı kadar diliyle de söylerdi birçok şeyi ama buna rağmen onu yeteri kadar duyamıyorlardı. Karun’un onu duyduğu nadir anlardan biriydi bu gece çünkü giderken öpücüğünü eşitlememişti. Onun takıntılarının içinde en çok bunu sevmeye başlamıştı çünkü bir tek böyle durumlarda ona yakın oluyordu.
Eşitlenmeyen bir öpücük onları yakınlaştırıyordu evet, yakınlaştırıyordu çünkü eşitlemek için tekrar bir araya geliyorlardı. Bu gece eşitlenmeyen bir öpücükle karısının ona söyleyemediği her şeyi duymuştu. Gel başım belada demek yerine Karun’un ona gitmesi için yanağına küçük bir öpücük kondurarak gitmişti.
Şimdi ise ona gidiyordu.
Belki öpücüğünü eşitlemek için belki de asla eşitlenmeyeceğini görmek için.
“Duha’da orada olacak biliyorsun, değil mi?” diyen Kenan’ın bu konudaki endişesi sesine yansıyordu. “Depoya doğru yola çıktığı bilgisini aldık. Kadem için oraya gidiyor.”
Aklı Saka’yla meşgulken Karun’un dudaklarından tek bir cümle çıktı. “Umurumda değil.” Şu an için ne Duha ne Rengin ne de bir başkası umurunda değildi. Umursadığı tek kişiyi almaya gidiyordu, onun dışındakiler Karun’un gazabı için yarın sabahı bekleyebilirdi. Karısını bulmadan kaybedecek bir saniyesi yoktu.
Kenan yeşil gözlerini hafifçe irileştirdiğinde yüzünde şaşkın bir ifade vardı. “Onu orada görünce ona saldırmayacağını mı söylüyorsun?” Rengin ile yaşadığı ilişkiden sonra çok daha fazlasını yapacağına emindi.
“Hayır,” dedi Karun kısaca.
“Neden?”
“Çünkü karımı kaybetmekten ödüm kopuyor!” Gecenin başından beri ilk kez içinde kopan fırtınaları sesli bir şekilde itiraf etmişti. Yolu kontrol ettikten sonra başını çevirip Kenan’ın yüzüne kısa bir an baktı. “Damdan düşer gibi hayatıma girmiş olabilir ama aynı hızda çıkmasını istemiyorum,” dediğinde genizden çıkan sesi kısık ve yakıcıydı.
Yüzündeki her kas umutsuzluk içinde gölgelenirken derin derin nefesler aldı. “Onun fazladan bir saniyesi bile olmayabilir, bunu Duha’yla harcayamam!”
“Onu önemsiyorsun, değil mi?” Kenan bildiği bir gerçeği ona itiraf ettirmenin peşine düşmüştü.
Karun düz bir şekilde yola bakarken, “Bile isteye ölüme gitti!” diye konuyu değiştirdiğinde içinde bulundukları duruma rağmen Kenan gülmek istedi. Bige’den hoşlandığını kendine bile itiraf edemiyordu. “Ele avuca sığmayan manyağın tekiyle ne yapacağımı bilmiyorum!”
Kenan onun sinirli yüzüme bakıp, “Karın özgür ruhlu bir asi,” diyerek onun göz ardı ettiği bir gerçeği ona hatırlattı. “Onu bir kafese koyamazsın çünkü hep uçmak isteyecektir.” Henüz ikisi de Saka’nın çoktan bir kafese konulduğunu bilmiyordu.
“Şu anda kim bilir ne haldedir.” Karun onlara eskortluk yapan arabanın yavaşlamasıyla hızını düşürmeye başladı. Gelmişlerdi.
Kenan silahının şarjörünü kontrol ederken onu rahatlatmak için, “Karın henüz çocukken bu yerde bir destan yazdı,” dedi kinayeyle. “Hâlâ kiminle evli olduğunu anlamadın mı?” Durup kısa bir an Karun’un yüzüne baktı. “Bige Efil Saka denince senin aklına ne geliyor?”
Kenan’ın sorduğu sorunun cevabı Kalender değildi ama bir yanlışı düzeltmek ister gibi ciddi bir ses tonuyla, “Kalender,” dedi.
“Kalender ne?”
Kenan’a ters ters bakarken arabayı durdurdu. “O artık Bige Efil Saka Kalender. Eksik söyleme!”
Kenan içinden ona küfrederken gülmek istiyordu ama Karun’un öfkesinden korktuğu için bunu yapamıyordu. “Pekâlâ,” diyerek Karun’un peşinden o da arabadan indi. “Bige Efil Saka Kalender denince aklına ne geliyor?” Merak ettiği bir diğer soru da bir ismin nasıl bu kadar uzun olduğuydu.
Karun arabalardan inen adamlarına bakarken, “Karım olduğu,” dedi düz bir sesle.
“Karın olması dışında aklına ne geliyor?”
“Karımın karım olması dışında aklına bir halt gelmiyor!” diye bağırdığında Kenan gülmemek için dudaklarının içini ısırmaya başladı. İnanılır gibi değildi.
Depoda yükselen kurşun seslerini duyduklarında Karun ve Kenan kısa bir an göz göze gelmişti. Etraflarına bakınca Duha’ya ait arabaların plakasını görünce Duha’nın daha önce geldiğini anladılar. Hiç vakit kaybetmiyordu. Karun tetikçilerine bakıp, “Deponun etrafını sarın!” diye sert sesiyle ilk emrini verdi. “Carlos köşeye sıkıştığını anlayınca kaçmaya çalışacaktır, bu gece depodan çıkan her adamı indirin! O it ve adamları dışarı çıkmayacak.” Carlos’a bu kadar yaklaşmışken onu elinden kaçırmayacaktı.
Keskin nişancıları içinde uzun namlulu tüfekleri olan çantalarını alıp hemen işe koyuldular. Karun diğerlerine döndüğünde karşısında üç yüze yakın adam vardı. “Dağılın!” dedikten sonra hızlı adımlarla depoya yürüdü. “Dağılın ve bitirin şunların işini!” Adamların bir kısmı önden depoya girerek Karun için yolu temizlerken diğerleri onun etrafında adeta etten bir duvar örmüşlerdi. Gördükleri herkesi tek bir kurşunla indirirken hepsinin önceliği Karun’u korumaktı.
Duha bir adamın boynunu kırıp onu yere savurduğunda az kalsın vuruluyordu fakat Uraz’ın sıktığı kurşun onu korumuştu. Uraz, Duha’ya ateş etmek üzere olan birini vurarak ona kaçma fırsatı tanımıştı. Duha ona en yakın olan duvarın arkasına saklanarak dişlerini sıktı. “Lan oğlum bu itler neden bitmiyor!” Silah tutan bileği ağrımaya başlamıştı. “Vurdukça daha fazlası aşağıya iniyor!” Carlos buraya o kadar çok adam yığmıştı ki henüz giriş katını bile adamlardan temizleyememişlerdi.
Saklandığı molozların arkasından ateş etmeye devam eden Uraz’ın sesi sıkıntıyla çıkmıştı. “Çok fazla kayıp verdik.” Bu savaşta çıkamayacaklarını fazla belli ediyordu. “Abi sayıca çok üstünler fazla dayanamayız.”
Uraz’ın haklı olmasından daha boktan bir şey yoktu. Duha tam bu işten nasıl çıkacaklarını düşünüyordu ki telefonu çaldı. Kulağındaki kablosuz kulaklığa dokunarak telefonu açtığında dışarıdaki adamının sesini duydu. “Abi Karun Kalender mekâna giriş yaptı.” Duha kurşun seslerinden onu zor duyarken, “Yanında tetikçileri ve üç yüze yakın adamla geldi,” diyen sesi duyunca Duha rahatlayarak nefesini koyuverdi. O piçin gelişine bu kadar sevineceğini tahmin bile edemezdi.
Bunu itiraf etmekten hoşlanmıyordu ama Karun’un tek bir adamı bile buradaki birçok adama bedeldi. Onun işi güvenlik olduğu için tesisindeki tüm adamları henüz çocukken seçiyor ve sıkı bir eğitimle onları yetiştiriyordu. Üç yüze yakın tetikçi ve korumayla geldiyse bu gece kimse Karun Kalender’in karşısında duramazdı. Rengin’i öğrendiği aklına gelince Duha yüz kızartıcı bir küfür savurdu. Umarım buraya sadece Carlos için gelmiştir çünkü Duha buraya çok az adamla gelmek gibi bir aptallık yapmıştı.
“Siktir, neden onun gibi her yerde tesislerim yok ki!” Acaba güvenlik sektörüne atılsam mı diye ciddi anlamda düşünmeye başlamıştı. Tüm adamları İstanbul’da kalmıştı çünkü Kadem ve Elay’la uğraşmaktan yanına yeteri kadar adam almayı akıl edememişti. Buraya sadece altmış adamla gelmek verdiği en kötü karardı! En az üç yüz adam da o getirmeliydi. Karun ile aralarındaki yarışı düşünürsek belki de üç yüz bir adam!
Karun ve adamlarının depoya girmesiyle adeta yer yerinde oynamıştı. Yollarına çıkan her adamı acımasızca öldürürken bir tek Duha’nın adamlarına dokunmuyorlardı. Bu durum Karun’un hiç hoşuna gitmiyordu ama bu gece için Duha’yla ilgili her şeyi görmezden gelmeliydi. İkisi aynı noktada buluşmuşken birbirleriyle savaşmak yerine silahlarını ortak düşmanlarına doğrultmalılardı.
Depoda bir kaos yaşanırken Duha’nın yapamadığını Karun ve adamları yapmış ve kısa sürede giriş katını Carlos’un adamlarından temizlemişlerdi. Şimdi yukarıdakiler alt kata inmek yerine farklı yerlere kaçıyordu. Karun tüm bu kalabalığın içinde Duha’nın olduğu yeri kısa sürede buldu. Kurşunu bitmiş olmalı ki doğrudan ateş etmek yerine iki kişiyle birebir dövüşüyordu.
Duha birini yere serdiğinde arkasındaki adamın bıçağını çıkardığını görmedi ama Karun bunu görmüştü. Karun bekledi, hiçbir şey yapmadan o adamın Duha’yı öldürmesini bekledi çünkü o yapmazsa yarın sabah bunu Karun yapacaktı. Fakat Duha’yı öldürme işini kimseye bırakmak istemediği için, “Ona yardım eden beynimi siksinler!” diye bir şeyler söyleyip Duha’nın arkasındaki adamı kafasından vurdu. Bunu yaptığına inanamıyordu.
Duha duyduğu gürültüyle arkasını dönünce yerde kan içinde yatan adamı gördü. Başını kaldırınca Karun’la göz göze geldi, dudağının köşesi kıvrıldı. “Beni şaşırtıyorsun, Kalender.” İtiraf etmekten nefret ediyordu ama tek eğlence anlayışı Karun’la uğraşmaktı.
Karun öldürmek ister gibi ona bakarken yanında duran elini sıktı. “Karımı aldıktan sonra ecdadını itinayla sikerken seni bolca şaşırtacağım, Tunus!” dedikten sonra hızlı adımlarla üst kata çıkmaya başladı.
Duha’da ona yetişip onunla merdiveni çıkarken, “Bekleyecek kadar sabırlı olduğunu bilmiyordum,” dedi ve Karun’a elini uzattı. “Kurşunum bitti bana silahlarından birini ver.”
Karun merdiveni çıkarak onu duymazdan geldi. Kolonlardan birinin arkasına saklanan adama doğru ateş ederek onu geri püskürtmüştü. “Yalvarırsan belki bunu düşünebilirim.” Hemen ardından koridorda beliren birini daha vurmuştu.
Duha, “Siktir lan piç!” dedikten sonra yerdeki cesetlerden birine ait silahı aldı. Kafasını kaldırdığı an üzerinde hareket eden kırmızı noktaları gördü. Biri lazerli silahı ona doğrultmuştu ama adamı görmesiyle adamın boynundan fışkıran kanlar bir olmuştu. Evet, Karun onu yine kurtarmıştı! Karun tarafından ikinci kez kurtarılmak onun için ölmekle eşdeğerdi. Sırf Duha’yı kızdırmak için onu kurtardığını iyi biliyordu.
İkisinin adamları üst kata çıkıp her yere dağılırken ikisi saklandıkları duvarın arkasından kafasını uzattı. Ancak kafalarını dışarı çıkardıkları an kurşun yağmuruna tutulunca hemen geri çekildiler. Bir süre sonra Duha kafasını uzatıp koridoru kontrol etmek istedi ancak Karun onun ensesinden tutup başını geriye çekti. “Üzerimden eğilip bakma belanı sikerim.” Ona koridoru işaret etti. “Çık oradan bak!”
“Sonra da vurulayım, değil mi?” Duha daha şimdiden ondan bıkmıştı. “Madem öyle gel yer değiştirelim.” Karun koridora yakın olan yerde duruyordu, sırf şikâyet etmeyi bıraksın diye onunla yer değiştirebilirdi.
İkisi sırtını duvara yaslamış bir vaziyette dururken Karun, “Aynı anda çıkıyoruz,” dedi hızlıca. “On üçe kadar saymaya başla.”
Duha sinirden ne yapacağını bilmez bir halde ona bakıyordu. Bu herif ciddiydi! “Neden on üç? Üçe kadar saymanın nesi var?”
“Karım on üçe kadar sayar.”
“Ben karın değilim piç kurusu, bana niye on üçe kadar saydırıyorsun?”
“Zaten onun gibi de sayamazsın!” Karun saklandığı yerden çıkınca Duha, “Bu da ne demek oluyor şimdi?” diyerek onu takip etti. “İlkokulda bine kadar sayabilen bir çocuktum!” Bunu şimdi niye söyledi ki, konuştukları şeylere bak!
O sınıfta bine kadar sayabilen tek çocuk Duha’ydı!
İkisi koşarak ilk buldukları kapıyı açtılar fakat kapıyı açar açmaz karşılarında üç kişi daha bulunca aynı anda, “Siktir!” deyip adamların üzerine atladılar.
Karun bir adamın karnına tekme atarak onu arkaya doğru itti ve hemen yanındaki adamın yüzüne yumruk attı. Yumruk attığı kişiye fazladan düşünme şansı vermeden silahını çıkartıp hem onu hem de tekme attığı adamı vurmuştu. Başını çevirdiğinde Duha’nın odadaki üçüncü adamın boynunu kırdığını gördü. Boynunu kırdığı adamın yanına diz çöküp cebinden bir bıçak çıkartınca Karun bir küfür savurdu. “O sikik koleksiyonun için parmak koparmayı başka güne bırak!”
Duha diz çöktüğü yerden başını kaldırıp tuhaf gözlerle baktı. “Anı olarak almayalım mı, bir parmak?”
“O parmakları münasip bir yerine sokmadan kalk ayağa!” Birileri bu piçi onun yanında bir an önce almazsa sabahı beklemeden hemen şimdi onun işini bitirebilirdi! Duha’nın her konudaki ciddiyetsizliği Karun’un tahammül sınırlarını zorluyordu.
Duha ayağa kalktıktan sonra bıçağı kapatarak yeniden cebine koydu. “Eğlence anlayışına ne oldu senin?” dediğinde Karun tarafından yüzüne bir yumruk yiyerek birkaç adım arkaya sendeledi. Daha fazlasını yapmamak için kendini zor tutan Karun, “Gördüğün gibi hâlâ duruyor,” dedi. Şu an için tek eğlence anlayışı Duha’nın yüzünü dağıtmaktı.
Patlayan dudağına dokunan Duha dişlerinin arasından adeta hırladı. “Kadem’i bulduktan sonra bu yumruğun bir geri dönüşü olacak!” Karun’un omzuna çarparak dışarı çıkmıştı. Fakat odadan çıkmasıyla tekrar odaya girmesi aynı hızda olmuştu. Arkasını döndüğünde Karun yüzündeki alaycı ifadeyle ona bakıyordu. Duha aceleyle, “Korktuğumdan değil lan,” diye yalandan öksürüp boğazını temizledi. “Dışarıda birisi buraya bomba atmaya hazırlanıyordu. El bombası gördüğüme eminim.”
“Ve sen onu vurmadan buraya kaçtın öyle mi?” Karun alaycı bir sesle konuşup ona açık kapıyı gösterdi. “Üstelik kapıyı da kapatmadın.”
Duha birkaç saniye Karun’un yüzüne baktıktan sonra nihayet ne yaptığını anlayınca bir küfür savurdu. “Bu konuda tek kelime duymak istemiyorum!” Uzun zamandır böyle bir operasyona katılmadığı için biraz paslanmıştı.
Duha daha sözlerini yeni bitirmişti ki odaya düşen el bombası zeminde yuvarlanmaya başlamıştı. İkisi önce yerde yuvarlanan bombaya daha sonra birbirine baktı. Duha, “Eğer on üçe kadar saydıktan sonra kaçıyoruz dersen belanı sikerim!” dediğinde bu konuda şaka yapmıyordu.
Karun onun sözlerine yanıt olarak, “Üç kâfi,” deyince Duha hemen, “Üç!” dedi ve ikisi koşarak odadan çıktı. Üç kâfi diyene kadar Duha bu sayma işini kendisi de yapabilirdi! Neden sürekli ona saydırıyordu!
İkisi koşarak dışarı çıktıkları an patlayan bombayla koridora savrulup yerde yuvarlandılar. Her yerde patlayan kurşunlar olduğu için ateş çemberinin tam ortasında kalmışlardı. Duha zamanında ayağa kalkıp bir duvarın arkasına saklanmayı başardı fakat kolundan yaralanan Karun’un ayağa kalkması biraz zaman almıştı. Kurşunlardan biri kolunu sıyırıp geçmişti.
Duha tüm silahların ona doğrultulduğunu görünce bir an bile tereddüt etmeden saklandığı yerden çıktı. Koşarak Karun’un arkasına geçip üst üste ateş etmeye başlamıştı. İkisi sırt sırta vererek hem birbirinin arkasını korumaya başladılar hem de birbirlerini. Adamları ise her ikisini koruyor, onlar koridordan çekilene kadar onlara zaman kazandırmaya çalışıyorlardı. Şu anda her ikisi de bir çatışmanın tam ortasındaydı.
Adamlarının yardımıyla açık alandan çekilip molozların arkasına saklandılar. Nefes nefese soluklanırken Karun yedek şarjörü çıkartıp silahına taktı. Belindeki diğer silahı da çıkartıp Duha’ya uzattı. “Dolu.” Duha bu silahın az önce onun hayatını kurtardığı için verildiğini biliyordu ama bu konuda tek kelime etmemişti. Nasıl ki Karun onu kurtardığında bununla böbürlenmediyse Duha’da yapmadı.
Üst kattaki adamlardan kurtulmak tahmin ettiklerinden daha uzun sürmüştü. Yarım saatten fazla bir zamanı bu katta harcamışlardı. Bir süre sonra her iki tarafın da kurşunları bitince bu sefer fiziksel güçlerini konuşturmak zorunda kalmışlardı. Neredeyse bitmek üzereydi ama burada kaybettikleri her saniye Karun’un öfkesini arttırıyordu. Üstelik dışarıdaki adamlarından biri aramış ve Carlos’un kaçtığını söylemişti!
Neyse ki hemen peşinde olduklarını söyleyerek Karun’u bir nebze olsun yatıştırmışlardı. Adamları bu gece ne yaşanırsa yaşansın Carlos’u ona getirmeliydi! Yere düşürdüğü adamın suratını dağıtana kadar yumruklarken bunun sonuncusu olduğunu biliyordu. Karun nefes nefese ayağa kalkıp elindeki kana baktı. Yumruk atmaktan parmak boğumları kanamaya başlamıştı.
Kafasını kaldırdığında adamlarının yerdekilerin ölüp ölmediğini kontrol ettiğini gördü. Hâlâ yaşayanları öldürüyorlardı. Karun bu gece hepsini öldürmelerini emretmişti, onlarda aldıkları emri yerine getiriyordu. Çok fazla yorulmuşlardı ve bir o kadar da kayıp vermişlerdi ama hepsine değmişti. Bu gece depoda bulunan Carlos’un tüm adamları ait oldukları cehennemi boylamıştı.
Karun ve Duha önde yürürken adamları onların hemen arkasındaydı. Bu katta bakmadıkları son bir oda kalmıştı ve şimdi hepsi hızlı adımlarla o odaya gidiyordu. Çöken zeminin etrafından geçerek yürümeye devam ettiler. Kapıyla aralarında çok az bir mesafe kalmıştı ki acı dolu bir çığlık hepsinin kulağını delip geçmişti. Karun adım atmayı bıraktı çünkü karısının çığlığını nerede duysa tanırdı. İçten gelen o acı dolu feryat her zaman ortaya çıkmazdı ama çıktığında insanın içini yakardı.
Eli ayağı buz tutmuş bir şekilde donup kalmıştı. Karısı bu kapının hemen ötesindeydi, artık bunu biliyordu çünkü onun çığlığını duymuştu ama içeri girmeye cesaret edemiyordu. Duyduğu sesin karısına ait son ses olmasından ödü kopuyordu. Felç geçiren vücuduna söz geçiremiyor, baktıkça korkusuyla birlikte büyüyen kapıdan içeri giremiyordu. Onu ne halde bulacağını bilmemek onu korkutuyordu ve korku Karun gibi birinin her zaman hayatında olmazdı. Bu gece Saka ona yeni bir korku kazandırmıştı, kaybetme korkusu.
Adın gibi efil efil es ki içeri girecek cesaretim olsun.
Omzuna dokunan bir el onu içine çekildiği kâbuslardan uyandırmıştı. Başını çevirdiğinde Duha’yı hemen yanında gördü ve onun da gözlerinde aynı korku vardı. Duha’nın korkusu tanıdıktı çünkü benzer korkuları Karun’da yaşıyordu. İkisi için çok değerli iki kişi bu kapının arkasındaydı ama onların cesetleriyle karşılaşacak olma ihtimalleri onları ürkütüyordu. “Bundan kaçamayız.” Duha derin bir nefes alarak ona önünde durdukları kapıyı gösterdi. “Onlar içeride.”
Duha, Kadem’e olanlarla yüzleşmek için ilk adımı atınca Karun’da onunla yürümeye başladı. Haklıydı bundan kaçış yoktu. Adamları kapıya yüklenince kapı kırılarak içeri düşmüştü. Karun, Duha’yla birlikte içeri girdiğinde hiç girmemiş olmayı diledi. Gördükleri karşısında serseme dönmüş gibi sertçe yutkunmuştu. Adamları koşarak zincire asılı iki kişiyi çözerken Karun’un gözleri devasa kafeste takılıp kalmıştı. Onun karısı bir kafesin içindeydi.
Kadem kafesin bir yanındaydı, Saka diğer yanında. Kadem öldürdüğü adamın yanında ayakta duruyordu ama Saka yerdeydi. Dizlerinin üzerine düşmüş, öylece orada duruyordu. Kafesin içi boğucu olmalı ki terlemekten Saka’nın cildi parlıyordu. Karun onun yüzüne yapışan saçlarına baktı, daha sonra da kanaması duran burnuna ve hâlâ kanayan dudağına.
Yumruklarını sıkmaya başladığında Bige’nin ince askılı elbisesinde görünen omuzlarına bakıyordu. Omuzları kanıyordu, kolları, elleri hatta açılan elbisenin ön kısmında görünen dizleri bile kanıyordu. Karısı kan revan içindeydi. Yerdeki o parıldayan şeyler cam tozları mıydı? Onun Saka’sını içi camlarla dolu bir kafesin içine mi atmışlardı?
Bige’nin boynuna yaslı bıçağı gördüğünde nevri dönmüştü. Kan beynine sıçrarken yakıcı bir hücre kemiklerine kadar nüksetmişti. “Bunu yaparsan seni öldürmem ama yaşatmam da!” Hızlı adımlarla yürüyüp Gazel’in tam karşısında durdu. “Karımı bırak!”
Saka neden ölümü kabullenmiş gibi hiçbir şey yapmıyordu!
Gazel onun gözlerinin içine bakarak alayla güldü. “Gel ve al çok istediğin karını.” Gazel ona meydan okuduğunda Karun kapıdaki şifre sistemini gördü. “Celil açın şu kapıyı!” Celil başını sallayıp hemen dışarı çıktı. Dışarıdaki minibüslerden birinde bu şifreyi kıracak cihazlar vardı. Adamlarından bazıları hackerdi, sisteme girip şifreyi çökertmeleri fazla zamanlarını almazdı. O zamana kadar bu kadını durdurmalıydı!
Gazel bıçağını biraz daha Bige’nin boynuna bastırınca Karun bir saniye bile tereddüt etmeden silahını Gazel’e doğrulttu ve tüm şarjörü boşalttı. Fakat kurşunların hepsi camdan sekince, “Ona dokunayım deme!” diye bağırıp yumruğunu cam kafesin duvarına geçirdi. Kafes kurşun geçirmezdi!
Bıçak Bige’nin boğazında küçük bir kesik açınca onu kaybetmekten korkan Karun, “Ayağa kalk!” diye bağırıp cama sertçe vurdu. “Onu durdurabilirsin!” Bige neden hiçbir şey yapmıyordu?
Asım Bey’in zincirlerini kırdıklarında koşarak kafesin yanına gelmişti. “Ona karşılık vermez çünkü o Gazel, yani onun ablası!” dediğinde Karun kaskatı kesilmişti.
Ablası mı?
Ona bunu yapan öz ablası mıydı?
Karun’un aklına kendi babası gelince, Gazel’in Bige’ye yaptıklarına uzun süre şaşırmadı çünkü aile içi ihaneti çok iyi biliyordu. Aynı şekilde Bige’yi nasıl harekete geçireceğini de çok iyi biliyordu. “Nedim silahını ver!” dediğinde Nedim koşarak onun yanına gelmişti.
Kendi silahının tüm mermileri bittiği için Karun, Nedim’in silahını aldı. Bige’nin gözlerinin içine bakarak, “Bu gece sana ölüm yok!” dediğinde kendi canından bu kadar kolay vazgeçtiği için ona kızgındı. Silahı karısının babasına doğrultup sert bir sesle, “Seç!” diye bağırdı. “Ya ayağa kalkarsın ya da baban ölür!” Bunu yapmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Saka’nın babasına olan bakışları görünce şaşırdı çünkü babasına doğrultulan bir silah varken fazla hissiz bakıyordu. Sanki bütün bunlar senin suçun der gibi babasına olan bakışları suçlayıcıydı. Bige önce cılız bir sesle, “Öldür,” diye fısıldadı ama daha sonra, “Öldür onu!” diye boğazını yırtarcasına bağırdı. “Öldür onu, öldür, öldür, öldür!”
Herkes afallarken Bige boğazına yaslı bir bıçak varken ve dizleri üzerinde dururken nefretle babasına bakıyordu. “Bas o tetiğe!” Karun’a kızarken gözlerini Asım’dan ayırmıyordu. “O beni sekiz yaşında öldürürken hiç acımadı sende ona acıma!” diye ağlayarak Karun’a yalvarınca Karun bir an gerçekten tetiğe basmayı düşündü. Başlarda blöf yapmıştı ama bir an bu işi gerçekten bir ölümle sonlandırmak istedi.
Bige’nin canını bu kadar çok yakan bir adamı hemen burada öldürmek istedi ama Duha’nın, “Sakın!” diyen sesini duydu. Duha, Karun’un bunu gerçekten yapacağını anlayınca hemen onun yanına gelip ona engel olmuştu. “Senden nefret eder. Bige bu gece çok şey yaşadığı için psikolojisi altüst olmuş durumda. Ne istediğini o bile bilmiyor ama bunu yaparsan kendine geldiğinde ilk nefret edeceği kişi sen olacaksın.”
Karun başını çevirip Duha’ya baktığında Duha onun koluna dokundu. “Yapmayı ne kadar çok istediğini görebiliyorum.” Onu anlıyormuş gibi bakışları dostçaydı. “Ama bu kendi topuğuna sıkmak olur.” Karun ondan akılcı bir tavsiye aldığı için karmaşık duygular içerisindeydi. Bu gece dost mu yoksa düşman mı oldukları hiç belli değildi.
Karun sadece ikisinin duyacağı kısık bir sesle, “Ne yapmamı öneriyorsun?” diye sordu. Bu durumdayken bile Duha’dan yardım almayı kendine yediremiyordu.
Duha esner gibi yapıp eliyle dudaklarını kapatırken, “Büyük olan afetin eli titriyor,” diye fısıldadı. “Karın belki babasına acımıyor ama siyah Saka korkuyor.” Duha’nın bu sözleriyle Karun, Gazel’i daha dikkatli izledi. Gazel’in gözleri babasına doğrultulan silahta oyalanırken kardeşinin boğazına bıçak dayadığı eli titriyordu. Siktir, bu kız babasını kardeşinden daha çok düşünüyordu! Belli etmiyordu ama onun için endişeleniyordu.
Duha sırıtarak yönünü Gazel’e çevirdi. “Hey, kara melek,” diye ona seslendi. “Hadi seninle bir anlaşma yapalım.” Karun’un elindeki silahı alıp onun yerine Duha silahı Asım Bey’e doğrulttu. Bu adamı Karun vurursa Bige onun canına okurdu ama Duha için herhangi bir sorun yoktu. Duha zaten herkesin hikâyesindeki kötü adam olduğu için istediğini yapmakta özgürdü.
Gazel’in gözlerine meydan okur gibi bakarak güldü. “Babana karşılık bizim kuş. İki tarafında çıkarına bir anlaşma.”
Gazel karşısındaki ukala herife bakarken kaşları çatılmıştı. “O benim babam değil.” Bıçağı daha çok Bige’nin boğazına bastırdı. “İstediğini yap!”
“Öyle olsun.” Duha tetiğe basıp Asım Bey’i kolundan vurunca Gazel’in yutkunuşunu gördü. Kontrolünü sağlamaya çalışıyordu ama babasının kanayan koluna baktıkça sert ifadesi biraz daha kırılıyordu.
Duha kaşlarını alaycı bir ifadeyle yukarı kaldırıp, “İyi izle şimdiki kurşun onun tam kalbine,” diyerek namluyu Asım Bey’in göğsüne kaydırınca Gazel, “Dur!” diye haykırdı. Bıçağı Bige’nin boğazından çekti ve Bige’yi öne itti. “Kız sizin olsun indir şu silahı!” Duha’ya olan bakışlarında büyük bir nefret vardı.
Asım Bey vurulduğuna zerre kadar üzülmüyordu çünkü bu sayede Efil kurtulmuştu. Karun sabırsız adımlarla kapıya yaklaşıp, “Şifreyi söyle!” dediğinde Gazel, “Annemin adı,” dedi korkusuzca. Karun veya diğerlerinin ona ne yapacağını zerre kadar umursamıyordu çünkü gece onun için henüz bitmemişti.
Karun hızlıca şifreyi girerken, “Abi!” diyen Furkan elindeki telefonla koşarak içeri girdi. “Bizimkiler Carlos’u yakalamış.” Karun’un keyfi az da olsa yerine gelmişti. Sonunda o piçten kurtulacaktı.
Bige ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken çok hissiz görünüyordu. Ablasının ihanetinden sonra yıkılmış gibiydi. Karun kapıyı açıp hızlı adımlarla ona doğru yürürken, “Dur!” dedi çünkü daha fazla cam tozlarının üzerine basmasını istemiyordu. Carlos’un yakalandığını duyan Bige sessiz gözyaşları döküyordu. “Carlos yakalandı,” diyen Bige hiçbir şey düşünecek durumda değildi. Artık canı bile eskisi gibi yanmıyordu.
“Bitti Sanrı.” Karun’un gözlerinin içine bakarak ona doğru sarsakça bir adım attı. “Nihayet yıllar süren bir kâbus bitti.” Bige ikinci adımını atamamıştı çünkü sırtında hissettiği keskin bir acıyla durmak zorunda kalmıştı. Karun’un irileşen gözlerini, aralanan dudaklarını ve onun gür sesinden çıkan, “Bige!” ismini duyduğunda önce küçük ama daha sonra şiddetli bir şekilde öksürüp kan kusmaya başlamıştı. Karun’un kollarına yığıldığında onu sırtından bıçaklayan ablası hemen arkasında duruyordu.
Evet, Gazel onu sırtından bıçaklamıştı.
Yorumlar