“Adına sabır dedikleri bir tohum ekmişti yüreğime. O tohumun içimden filizlendiğini bilircesine kafasına eseni yapıyordu ve tahammül sınırlarımı zorluyordu. Kimseye göstermediğim bir sabırla ona bakıyor, hayatımın altını üstüne getirmesini izliyordum. Bu kadın fenaydı.”
Karun Kalender
Bakır bir tasın içindeki eflatun cam tozlarına bakıyordum. Her biri karımın vücudundan çıkan ve kum tanesi büyüklüğünde olan camlar. Çok fazla doktor onun ameliyatına girmişti ve cımbızla tek tek çıkarmışlardı bunları. Ona gönderdiğim elbiseden dolayı eflatun renginden nefret ediyordum ama camların renginin eflatun olması da bir bakıma iyiydi. Eğer bu şeylerin rengi şeffaf olsaydı o zaman mikroskopla bile zor bulurlardı. Onun canını yakan cam tozlarının eflatun olmasına sevinecek kadar kötü bir ruh halindeydim.
O kafesin içine tamamen savunmasız ve hazırlıksız girdiği için vücudunun açıkta kalan çoğu yerinde küçük yaralar vardı. Omuzlarında, kollarında hatta bacaklarında bile küçük yaralar vardı. Su çiçeği olmuş gibi cam tozlarının battığı yerlerde minik yaralar oluşmuştu. İyileşirdi bunu biliyorum hatta izi bile kalmazdı. Ancak bundan böyle asıl yara izini vücudunda değil kalbinde taşıyacaktı. Ablasının açtığı bir iz tıpkı kara delik gibi içinde büyüdükçe büyüyecek, asla kapanmayacaktı.
Kapı açılınca gelenin kim olduğuna bile bakmadım. Gözlerim yatakta yüzüstü uyuyan kadının üzerinde oyalanıyordu. “O nasıl?” diyen Kenan’ın sesini duydum.
“Yeni ameliyattan çıktı nasıl olmasını bekliyorsun?” Derin bir nefes alıp sargılı elleri ve ayaklarına baktım. Battaniye ayaklarını örtmüyordu çünkü sargı beziyle sarılıydı. Ayak tabanları kesiklerle dolu olduğu için yarası terlememeliydi.
“Onu ilaçla uyutmanın iyi bir fikir olmadığını söylediler, birazdan kendine gelir.” Daha az acı çekmesi için uyutmalarını istemiştim.
Kenan, “Babası da uyanmak üzere,” diyerek odanın içine yürüdü ve karşımdaki koltuğa oturdu. Duha, Asım Bey’i kolundan vurduğu için o da ameliyat olmuştu. “Büyükbabası da hâlâ yoğun bakımda,” dediğinde başımı usulca salladım. Gazel kardeşini sırtından bıçaklayınca zavallı adam dayanamayıp orada fenalık geçirmişti.
Kenan gözlerimin içine bakıp, “Ablası da elimizde,” dedi. “Saka ailesi her anlamda parçalanmış gibi.” Başını çevirip gece lambasının aydınlattığı odada Saka’ya baktı. Sabah olmak üzereydi. “Sence bunun üstesinden gelebilir mi?”
“Bir şekilde bunu yapmak zorunda.” Yüzünün yarısı yastığa gömülü olduğu için dudakları aralık uyuyordu. “Bu dünya zayıflar için değil.” Ya oyunu kurallarına göre oynayacaktı ya da arada harcanıp gidecekti. Tercihim ilkiydi.
“Dün gece yakaladığımız adamın fotoğrafını Kadem’e gösterdim.” Kaşlarımı hafifçe çatarak ona bakmaya başladım. Carlos’un kaçmış olma fikri şimdiden beni kızdırmaya başlamıştı. Tek kaşımı yukarı kaldırıp, “Sonuç?” dediğimde içimdeki asabiyet sesime yansıyordu.
“Kadem onu teyit etti, yakaladığımız adam Carlos.” Kenan göğsünü şişiren nefesini usulca havaya bıraktı. “Azap tarikatının lideri artık elimizde.” Er veya geç bunun olacağını zaten biliyordum.
Kenan ortaya çıkardığımız işten memnun kalmış gibi dudakları kıvrılmıştı. “Bu duyulduğunda bizim açımızdan büyük sükse yapacak.” Ünüme ün katmaya ihtiyacım yoktu çünkü beni bilen zaten düşmanımın tepesine bir sanrı gibi çökeceğimi iyi bilirdi. Biri radarıma girmişse mutlaka bunu canıyla öderdi. Geç olabilirdi ama asla güç olmazdı.
“Carlos’u öldüreceksin bundan şüphem yok ama ya Gazel?” Kenan başıyla her şeyden habersiz uyuyan Saka’yı işaret etti. “Ablasını öldürürsen eskisinden daha çok senden nefret eder.”
“Ablasını öldürmezsem o kardeşini öldürecek.” Gazel Saka’yı benden kurtaracak hiçbir güç yoktu. “Karımın ölmesindense onun nefretine razıyım.” Ayrıca her halükârda değişen bir şey olmazdı çünkü Bige zaten benden nefret ediyordu. Daha fazla nefret etmesi bir şeyi değiştirmezdi.
Kenan’ın yeşil gözleri gizemli bir ifadeyle üzerimde oyalanırken, “Nefreti yerine sevgisi ilgini çekmiyor mu?” diye sordu. Anlaşılan yine canımı sıkmak için elinden geleni yapacaktı.
“Hayır, sevgisiyle ilgilenmiyorum.” Beni sevip sevmemesi çok da önemli değildi. Yanımda kaldığı sürece sevmese de olurdu.
“Nefret sevgiden çok daha güçlü bir duygu. Beni severse yaptığım her şeyde kırılıp acı çeker ama nefret ederse ne yaparsam yapayım fazla umursamaz. İnsanları sevmedikleri değil sevdikleri öldürür.” Karımın sevgisiyle ilgilenmiyordum, kimsenin sevgisiyle ilgilenmiyordum. Ama gel gör ki her defasında onun kahvelerinde yoğun bir nefret görmek de hoşuma gitmiyordu. Bunun bir ortası yok muydu?
Son söylediklerimden sonra Kenan uyan artık dercesine bana bakarken yüzünde alaycı bir ifade oluştu. “O zaman bir de şu açıdan bak...” dedikten sonra bir süre susarak yüzüne ekstradan bir gizem kattı. “Bu kadın şu zamana kadar senden nefret ederken bile bir şekilde sana iyi hissettiriyor olmalı, değil mi? Bu yüzden onda bu kadar ısrarcısın.” Gözlerimin en derinine baktı ve “Nefreti bile iyi hissettiriyorsa sence sevgisi nasıl hissettirir?” diye sordu. Piç herif aklımı gereksiz meraklarla doldurmaya kararlıydı.
Nefreti iyi hissettirmiyordu, iyi dışında her şeyi hissettiriyordu.
Saka bir süre daha uyuyacağı için ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. “Söyle Duha’ya arka bahçeye gelsin.” Artık bu işi bitirmek istiyordum.
Kenan hemen arkamdan gelip, “Bu işi şimdi mi yapacaksın?” dedi endişeli bir ses tonuyla. “Burada, karın hastayken mi?”
Ona doğru hiç dönmeden asansöre yürüdüm. “Daha fazla erteleyemem!” Rengin ile düşüp kalkarken sonuçlarını düşünecekti!
Asansörün düğmesine bastığımda Kenan telaşla, “O da bilmiyordu!” diyerek beni durdurdu. “Rengin’in seninle olduğunu o da bilmiyordu.”
Kaşlarımı çatarak ona döndüm. “Ne zırvalıyorsun sen?” İki yıl boyunca benimle bir ilişkisi olan bir kadını nasıl bilemezdi?
Kenan bana doğru yürüyüp karşımda durduğunda endişeli olduğunu gizleyemiyordu. “Rengin ikinize kurulan bir tuzağın parçasıydı.” Birileri bizi dinliyor mu diye etrafını kontrol etti ama bu koridorda sadece nöbet tutan bizim çocuklar vardı. “Odaya geçelim bilmen gereken çok şey var.” Bana sırtını dönüp tekrar Saka’nın odasına yürüyünce onu takip ettim. Bir şeyler gizlediği çok açıktı.
Saka’nın odasına girdikten sonra kapıyı örttüm. Konuşacağımız şeylerin önemi Kenan’ın her halinden belliydi bu yüzden birileri bizi duysun istemiyordum. Odanın ortasına yürüyüp bana doğru döndü. “Rengin ile olan ilişkini iki yıl boyunca hep gizli tuttun, değil mi?” Öyle olduğunu çok iyi biliyordu çünkü onu düşmanlarımdan korumak istemiştim.
“Duha’da öyle yaptı.” Gözlerindeki ifade benden anlayış ister gibiydi ama bunu sadece Duha için istediğini sanmıyordum.
“Rengin ikinizi birbirine düşürmek için gönderilen bir maşaydı. Ne Duha ne de sen bunu bilmiyordunuz. Bu yüzden hayatınızdaki kadını korumak için onu saklı tuttunuz. Bu da Rengin’in ekmeğine yağ sürdü çünkü bir erkekten çıkıp diğerine gidebiliyordu. Sana gelen o fotoğraflar aslında yeni değildi, çok öncesine aitti. Duha onunla bir ilişkin olduğunu öğrenince onunla görüşmeyi bıraktı,” dediğinde tepkimi izlemek için sustu ama kapının önünde dikilirken ifadesiz gözlerle ona bakıyordum. Bir kadının iki yıl boyunca bizi aptal durumuna düşürmesine inanmamı mı bekliyordu?
“Duha’yı benden korumak için daha iyi bir yalan bulmalısın.” Bir kadının bizi oyuna getirdiğine inanmak çok güçtü. Burada küçümsediğim Rengin miydi yoksa gururuma alacağım darbe mi, emin değildim.
Kenan beni kolay kolay ikna edemeyeceğini anlayınca yüzünde sıkıntılı bir ifade oluştu. “Kadem her şeyi anlattı, inan bana Duha’da bilmiyormuş.” Bana karşı bir suç işlemiş gibi gözlerini kaçırmıştı. “Kadem bana Rengin’in iki yıldır Duha’yla olduğunu söyledi, yani onun da senden haberi yoktu.” Ne dediğinin farkında mıydı?
Son söylediklerinden sonra artık benim için konu Rengin ve Duha olmaktan çıkmıştı. Aklımı istila eden bir soru kanımı donduruyordu. Gerçek olmasına hiç ihtimal vermediğim bir soru şu anda beynimi kemirmeye başlamıştı. Kenan bunu ne zaman öğrenmişti? “Kadem ile ne zaman konuştun?” Sesimde rahatsız edici bir sakinlik vardı. Bunun uzun sürmeyeceğini biliyorum. Her şey vereceği cevaba bağlıydı.
Kenan güçlükle başını kaldırıp, “Ben-” demişti ki Saka’nın acı dolu iniltisini duydum. Tüm dikkatim karıma kayınca, “Bunu daha sonra konuşuruz ama şimdilik bilmen gereken tek şey Duha’nın da suçsuz olduğu,” dedi ve kaçar gibi hızlıca odadan çıktı. Şimdilik bu konuyu erteliyorum ama daha sonra bana bunu ne zaman öğrendiğini söyleyecekti. Kadem ile bu gece mi konuştu?
Başımı çevirdiğimde Saka uykulu gözlerini yeni aralamıştı. Yatakta yüzüstü yatarken normal bir günde karşılaşmışız gibi, “Merhaba,” diye fısıldadı.
Selamına karşılık olarak, “Günaydın,” dedim. Neredeyse sabah olacaktı.
Kıpırdamaya bile hali yokken yüzüstü uzandığı yerden yorgunca beni izliyordu.
“Hastanedeyim, değil mi?” Gözleri yüzümde ifadesizce oyalandı. “Ne zamandır buradayım?”
“Altı saat.”
Açık tutmaya zorlandığı gözlerini dinlendirmek ister gibi yumdu. “Uykum var.” İstediği kadar uyuyabilirdi.
“Uyumam gerekiyor,” diye mırıldandı. “Uyuyunca sırtımdaki yara o kadar acımıyor.” Sesi her an ağlayacakmış gibi kısık çıkarken, “13 Haziran benim için bitmiyor, Sanrı,” dedi kısık bir sesle. “Hep kâbuslarımda. Artık beni o uçurumun kenarında iten kişiyi biliyorum. Ablamdı. “ Gözlerinde sessiz yaşlar akarken dün öğle gördüğü rüyadan bahsediyordu.
“Ve arkamdan Bige diye seslenen o ses…” Gözlerini açıp ıslak kirpiklerinin arasından bana baktı. “Sendin.” Ben mi?
Kendi söylediğini doğrulamak ister gibi başını salladı. “Kafesin içindeyken kollarına yığılmadan önce bana Bige dediğini duydum.” Titreyen dudaklarını birbirine sürterek ıslatmaya çalıştı. Dudaklarıyla yaptığı şey canını yaktığı için acıyla inlemişti. Kaşlarımı çattım çünkü bunu yapması hataydı, patlayan dudağında da yara vardı.
Gözlerime bakmaya devam ederken, “İkinci kattan atladığımda da bana Bige demiştin,” diye fısıldadı. “Farkında değilsin ama adımı bir tek ben ölüme yaklaştığımda söylüyorsun.” Nefes dahi almadım. Bunu yaptığımın farkında değilim.
Bige bunun kırgınlığını taşıyormuş gibi bana bakıyordu. “Adımı ölüme bulama Sanrı, senden her adımı duyduğumda ölüm yoklamasın beni.” Kahretsin, normal şartlarda benden adını hiç duymamıştı!
Beklenti dolu gözlerle bana bakınca derin bir nefes alıp onu onayladım. Ona doğru yürüyüp bir süre yatağının yanında öylece dikildim. Saka ismi onda çok güzel duruyor olsa da onun adıyla bir sorunum yoktu. Yatağına uzanıp tıpkı onun gibi yan döndüm. Artık ikimizde birbirimize bakıyorduk ama tek kişilik bu yatak iri vücudum için yeterli bir alana sahip değildi.
Ona doğru biraz daha kayarak uykulu gözlerine baktım. Gözleri güzeldi, insanı içine çeken bir derinliğe sahipti. “Hâlâ öpücüğünü eşitlemedin... Bige.”
Bige mi?
Saka daha güzeldi.
Sanrı’nın Saka’sı çok daha güzeldi.
Umarım benden ona hep Bige dememi istemezdi.
Adını söylemem onu mutlu eder sanmıştım ama önce gözlerine yaşlar akın etti, sonra da gözlerine sığmayan yaşlar kirpiklerinin arasından taştı. Kaşlarımı çattım. “Sorun ne?” 13 Haziran’ı bir kafesin içinde geçirmişken daha fazla ağlamasını istemiyordum. “Efil mi demeliydim?” Bir tane adı yok ki hangisini duymak istediğini bilmiyordum.
Serum aparatının takılı olduğu kolunu kaldırdı ve yüzüme dokundu. Sargılı eli sakallarımın üzerinde gezinirken kaskatı kesildim. Bundan daha ateşli dokunuşlar görmüştüm ama bu kadın bana parmağının ucuyla dokunsa bile etkileniyordum. Üstelik şu anda parmakları bile sarılıydı, yani elini bile tam olarak hissetmediğim bir andayım. Buna rağmen bir şekilde beni etkiliyordu. Bu can sıkıcı bir durumdu! Yüzümdeki huzursuz ifadeyi görünce gülümsedi. “Ellerimin sarılı olması çok kötü.” İç çekti. “Seni tanımak isterdim.”
Tanımaktaki kastını anlamadım. “Beni tanıyorsun zaten.”
“Hayır,” diyerek ince ve yumuşak sesiyle itiraz etti. “Henüz seninle tanışmadım. Henüz senin yüzünü belleğime kaydetmedim ama artık bunu yapmayı istiyorum.” Tam olarak neyden bahsettiği hakkında fikrim yoktu.
“Bahsettiğin bu tanışma benim açımdan iyi bir şey mi?”
“Benim açımdan iyi.”
“Peki, benim açımdan?”
Kıkırdadı. “Bence senin açından o kadar da iyi değil. Başına benim gibi bir belayı alacağına işaret,” deyince gerilen yüzüm gevşemeye başladı. O katlanabilir bir belaydı.
Aklımdan geçenleri merak etmiş gibi, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Düz bir ifadeyle ona bakarken, “Seni ne ilgilendirir?” dedim katı bir sesle. “Düşüncelerimin bir mahremiyeti olmalı.” Aklımdan geçenleri bilmese de olurdu, özellikle şu anda aklım onunla meşgulken.
“Huysuz,” diye homurdanıp bana uzandı. “Başını çevir öpeceğim.” Bunu söylerken ki rahatlığı beni benden alıyordu.
Başımı biraz çevirip tavana bakmaya başladım, böylece ondan tarafta olan yanağımı yastıktan ayırmıştım. İlaçların karıştığı menekşe kokusu burnuma geldiğinde yatağın sol tarafında hafif bir kıpırdanma oldu. Yumuşak dudaklarını yanağımda hissettiğimde şimdi yataktaki kıpırtının bir benzeri yüreğimde oluşmaya başlamıştı. Yanağa konulan masumane bir öpücüğün etkisi böylesine büyük olmamalıydı.
Öpücüğünü eşitledikten sonra yüzünü boynuma gömüp iyice bana sokuldu. Bunu beklemediğim için donup kalmıştım. Ne yapıyordu? “Uykum var azıcık uyuyacağım.” Sesi gerçekten uykulu geliyordu.
Rahat bir şekilde uyuması için yataktan çıkmak istedim ancak serumun takılı olduğu kolunu üzerime atıp mayışmış bir sesle, “Seninle uyuyacağım,” dedi.
“Yavrum ben sığmam bu yatağa.” Küçücük yatağın nesine sığacağım?
“Böyle odun gibi uzanmak yerine sende bana sarılırsan sığarsın.”
“Nerenden tutsam kanayacak durumdasın, ne sarılması?” Her yeri yara bere içindeyken onunla uyuyamam. Uyuyunca farkında olmadan ona zarar verebilirdim.
“Böyle hiç rahat değilim,” diye sızlandım. Küçücük bir yatakta uyumamı bekliyordu.
Boynumda sıcak nefesini hissederken, “Kapat artık şu çeneni seninle uyumak istiyorum,” diye beni tersledi. “Hele bir yataktan çık bak ne yapıyorum!” Bu haldeyken bile beni tehdit mi ediyordu?
“Ne yaparsın mesela?”
“Oturur yere ağlarım,” dediğinde bunu gerçekten yapma ihtimali olduğu için güldüm. Çeyrek mafya, tehdidi bile ona özeldi.
Ona doğru iyice dönerek çenemi başının üstüne yasladım. Saçlarının kokusu burnuma gelirken elimi yavaşça uzatıp beline koydum. Parmaklarım sırtındaki yaraya değmemek için belinde emanet duruyordu. Zor bir ameliyat geçirdiği için kollarımda uyuması uzun sürmedi ama uyumadan hemen önce, “Belki seninle uyuyunca bu sefer kâbus görmem,” diye uykulu bir sesle mırıldanmıştı. “Artık uykumda da ablam beni sırtımdan bıçaklıyor.” Sertçe yutkunduğumda kâbusları konusunda ne yapacağımı bilemedim. Bu yüzden onunla uyumamı istemişti çünkü uykuda da acı çekiyordu.
Rüyasında ablası ona işkence ediyor olabilirdi ama gerçek hayatta ben ablasına işkence edeceğim. Hepsinin sırası vardı şu an için tek önceliğim hasta karımdı.
***
Bige’nin uykusu derinlik kazanana kadar yatakta hiç kıpırdamadan onu beklemiştim. O süre zarfında onu rahatsız etmemek için nefes alırken bile dikkatliydim. Bir süre sonra onu uyandırmadan yatağından çıkmıştım çünkü rahat bir uyku çekmesini istiyordum. Gece hep kâbus gördüğü için iyi bir uykuya ihtiyacı vardı. Sabaha kadar saatlerce onu izlediğim için aralıksız kâbus gördüğünü biliyordum. Evet, sabaha kadar uykusunda ağlamıştı. Kaşlarını çatıyor, yüzünü buruşturuyor ve kesik kesik hıçkırıyordu. O halini izledikçe sinirlerime hâkim olamamıştım.
Yaşadığı her şeyi tıpkı bir sünger gibi bilinçaltına çekiyordu! Her şey bilinçaltına işlediği için uykuları onun için çekilmez oluyordu. Bunu durdurmanın bir yolu yok muydu?
Hastanenin bahçesinde bir bankta tek başıma otururken biraz temiz havaya ihtiyacım vardı. Gökyüzünde oluşan kızıllık birazdan güneşin doğacağına işaretti. Sabahın çok erken saati olduğu için üzerimde ceketim olmasına rağmen yine üşüyordum. Haziran’da bile üşüyordum. Vücudumu ele geçiren bu soğuk his yıllardır peşimi bırakmamıştı.
“Bu kadın kuş olup uçmadı ya!” diyen Duha’nın sesini duyunca başımı çevirip arkaya baktım. Telefonla konuşarak hastanenin kapısından çıkmıştı. “Bana onu bul, Halit!” diyerek telefonu kapatınca Elay’ı aradığını anladım. Birkaç saat önce bizim çocuklardan biri Duha’nın yana yakıla Elay’ı aradığını söylemişti.
Sinirliydi ama beni görünce keyfi yerine gelmiş gibi dudakları kıvrıldı. “Kalender?” Merak ediyorum ben olmazsam bu piç kiminle uğraşacaktı? Hayattaki tek eğlencesi benimle yarışmaktı.
Yanıma gelip banka oturacağı esnada, “Sikerim!” dedim ters bir sesle. Karşımdaki bankı işaret ettim. “Oraya otur.” Kenan’ın odada bana anlattıkları olmasaydı şimdiye onu kurşuna dizmiştim.
Gökyüzündeki kızıllığı işaret etti. “Güneşin doğuşunu kaçırayım mı?” Sırf canımı sıkmak için bankın diğer ucuna oturdu. “Çok istiyorsan sen oraya otur.”
“Ulan ben niye seninle güneşin doğuşunu izlemek zorundayım? Ya karşıma geç ya da siktir ol git!” Katı bir sesle onu uyardığımda gülerek yerine iyice yayıldı. “Benim yerime burada bir kadın tercih ederdin, değil mi?”
“Kadınlar ilgimi çekmiyor.” Önüme dönerek derin bir nefes aldım. “Karım dışındaki kadınlar ilgimi çekmiyor,” diyerek ilk cümlemi düzelttim.
“Karına tutulmuş olamazsın, değil mi?” Ona baktığımda alay eden suratı artık ciddileşmişti. Bunun cevabını gerçekten merak eder gibi bakıyordu.
Bunu söyleyeceğim son kişi bile değildi ama son zamanlarda her şey üst üste geldiği için yanlış kişiye karşı fazla dürüst oldum. “Kafamı karıştırıyor, aklımı kurcalıyor.” Karımla ilgili çok fazla soru işareti vardı, üstelik gerçek anlamda bir belaydı.
Hayatıma girdiğinden beri yaptıklarını hatırlayınca güldüm. “Karım doğal bir felaket, yakıp yıkmak için doğmuş gibi.”
Duha kaşlarını meraklı bir ifadeyle yukarı kaldırdı. “Ve sen bundan rahatsız değilsin?”
“Yakarsa beni yakar, yıkarsa birlikte yıkarız, kim ne karışır?” dediğimde dik dik ona bakıyordum. “Benim etrafımda uçtuğu sürece rüzgârına laf edenin ceddini sikerim.” O çeyrek mafya benim karımdı, yaptıkları için kimseye hesap vermek zorunda değildi.
Son söylediklerimden sonra Duha’nın göz bebekleri irileşti, yüzünde anlam veremediğim bir şaşkınlık oluştu. Bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı lakin şaşkınlığı düşündüğümden daha büyük olmalı ki tek kelime edemedi. Bir süre aval aval yüzüme baktıktan sonra nihayet kendine gelip kaşlarını çattı. “Nerenin enayisiyim lan ben! Bunun sonucu böyle olmamalıydı!” diyerek ağzının içinde küfürle karışık bir şeyler mırıldandı. Bu yine neyden bahsediyordu?
“Açık konuş ne demek istiyorsun?” Soğuk bakışlarımı ona çıkardığımda tüm keyfi kaçmış gibi önüne döndü. “Her defasında kedi gibi dört ayak üzerine düşmen hayret verici!” Artık gerçek anlamda sinirlenmeye başlamıştım. Kısık bir sesle kendi kendine konuşması canımı sıkıyordu.
Kim bilir aklındaki tilkiler yine neyin peşindeydi.
Bir süre sonra ikimizde susarak önümüze dönmüştük. Gergindim ve onun da gergin olduğunu biliyordum. Aramızda henüz konuşulmayan, havada asılı kalan ciddi bir konu vardı. İkimizde bunu birbirimizle nasıl konuşacağımızı bilmiyorduk. Rengin’in ikimizi nasıl aptal yerine koyduğunu konuşmaya hevesli değildik. Eğer Kenan zamanında beni durdurmasaydı şimdiye yumruklarım Duha’nın suratında patlıyor olurdu.
Ancak o da oyuna getirildiği için ona yapacağım hiçbir şey yoktu. Kenan, Duha’nın haberi olmadığını söyleyince ona çok hızlı inandım çünkü bende içten içe Duha’nın böyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Bu it bana her türlü fenalığı yapardı ama bile isteye hayatımdaki kadına el sürmezdi.
Şimdilik tek önceliğim karımın iyileşmesiydi. Saka iyileştikten sonra İstanbul’a döneceğim. Önce Gazel ve Carlos’un işini bitireceğim, daha sonra da sıra Rengin’e gelecekti. Evet, Saka’nın odasından çıktıktan sonra adamlarıma Carlos ve Gazel’i İstanbul’a sevk etmelerini söylemiştim. O ikisiyle kendi çöplüğümde gerektiği gibi ilgileneceğim.
Bu sessizlik en az benim kadar Duha’yı da rahatsız ediyordu çünkü yanımda gergince oturuyordu. Tıpkı benim gibi dümdüz bir şekilde karşısına bakarken, “Nasıl bir histi,” diye sordu durgun bir sesle. “İkimizi öğrendiğinde.”
“Sen ikimizi öğrendiğinde nasıl bir hisse öyleydi,” dedim ters bir ifadeyle. “Boktan bir histi işte, kendimi aptal durumuna düşmüş gibi hissettim.” Bir süre susup o anki hislerimi kafamda tarttım. “O fotoğrafları görünce hissettiğim tek şey öfkeydi. İncinen gururumdan kaynaklanan yoğun bir öfkeydi,” diyerek ona karşı dürüst oldum. “Hepsi bu.” Darbe alan gururum ve sarsılan egom dışında pek bir şey hissettiğimi söyleyemem.
Duha acı çekiyormuş gibi burukça güldü. “Demek hepsi bu.” Sevmediğim bir kadın için neden daha fazlası olsun?
Başını çevirip bana baktığında bana kızar, hatta nefret eder gibiydi. Gülüşünün gerçek olmadığını hüzün çöken yüzüne bakarak anlıyordum. “İkinizle ilgili haberler çıktığında ben nasıl hissettim biliyor musun? Yüreğim göğsümden sökülmüş gibi!” Gözlerinde beni suçlarcasına bir ifade vardı. “Sanki birileri kalbimi elinde tutuyor, onu sıkıyor ve yetmezmiş gibi yere atıp çiğniyordu!” Bu piç belki de ilk kez bir konuda beni şaşırtmıştı. Siktir, onu sevdi mi?
Ona âşık mıydı?
“Sen-” dedim ama tam olarak bunu ona nasıl soracağımı bilemediğim için sustum. İçine çekildiğimiz bu saçma durumdan kurtulmak ister gibi yüzümü buruşturdum. “Onu sevdin mi?”
Bu it, Kadem dışında birilerini sevebiliyor muydu?
Ona küçümseyerek bakıyordum. “Gerçekten bu kadar aptal olabildin mi?” Bizim gibi adamlar bir kadına bağlanıp onu sevmez, iplerini bir kadının eline vermezdi. “Nasıl bu kadar ahmak olabildin?”
Hayatımıza birçok kadın girerdi ama hiçbiri uzun süre kalmazdı. Hepsi ya öldürülürdü ya da bizden korkup giderlerdi ama her iki ihtimalde de mutlaka giderlerdi. Bunun bilincinde olarak kadınlara karşı ölçülü olurduk. Duha bunu en iyi bilen kişilerden biriyken Rengin’i nasıl sevebildi? Üstelik sonuç yine değişmedi ve yine giden bir kadın vardı. Tabii bu sefer tüm gidişlerin en çirkiniyle karşı karşıyaydık çünkü bu sefer bir kadın ölerek veya kaçarak değil, ihanet ederek gitmişti.
“Beni yargılıyor musun?” Duha bilmiş gözlerle bana bakarken asıl yargıyı o yapıyordu. “Sen bir kadını sevmediğini mi sanıyorsun?” diyerek alay etti. “Ya karını?”
“Sevmiyorum.” Bunu söylerken hiç tereddüt etmedim. “O da beni sevmiyor, duracağımız yeri biliyoruz.”
Karşısında bir aptal varmış gibi bana bakarken şimdi o beni küçümsüyordu. “Öyleyse yakında ondan boşanacak olman seni çok üzmez.”
Boşanma kelimesini duyduğum an çatılan kaşlarıma bakıp güldü. “Buraya gelirken Kadem’i Asım Bey’in odasında gördüm. Kadem ona bu evliliğin hangi şartlarda gerçekleştiğini anlatıyordu.” İsabetli bir karar olmuş. Gerçeği bilirse kızına yüklenmeyi bırakırdı, aksi takdirde istemediğim şeyler yapacaktım.
Ben üşürken o terliyormuş gibi Duha üzerindeki ceketi çıkartmaya başladı. “Bu adam geçmişinde büyük zaferlere imza atmış emekli bir albay. Onun işi bizim gibi adamları ya mezara ya da kodese tıkmak,” dediğinde bana bilmediğim bir şey söylemiyordu.
“En az bizim kadar güçlü bağlantıları var, bunlar hâkim ve savcılardan oluşan bağlantılar.” Çıkardığı ceketi ikimizin arasına koyarak derin bir nefes aldı. “Bu evliliğin hangi şartlarda gerçekleştiğini gösteren delilleri ele geçirirse sence ne olur?” Bana sorduğu soruya kendisi cevap verdi. “Mahkemeye bile gitmenize gerek kalmadan evliliği iptal ettirir.”
Durumun ehemmiyetini anlamamı ister gibi bakarken başını salladı. “Evet, boşanma davasını beklemeden bunu yapması mümkün. Kanıtları gereken yerlere ulaştırdığı an hakim sizi bu evlilikten men eder.”
“Bu o kadar kolay değil.” Bu endişe etmem gereken bir konu değildi. “Delillere ulaşması için önce bizi evlendiren kişiyi bulmalı. Ben bile hâlâ bulamamışken o nasıl bulsun? Kadem’in yardımı olsa bile bu işin arkasındaki kişiyi bulamaz.”
Duha kibirli bir şekilde bana bakarken zevkten dört köşe olarak güldü. “Belki de ihtiyacı olan tek şey Kadem’in yardımıdır,” diyerek ayağa kalktı. “Kadem’i sakın hafife alma çünkü Bige’nin bu evlilikte mutsuz olduğunu hissettiği an Asım Bey’e yardım edecektir.” Öyle olsa bile Kadem benim bile bulamadığım delilleri kolay kolay bulamazdı. Bu evliliğin arkasındaki kişiler tüm kanıtları yok etmiş gibiydi.
Duha’nın bakışları hüzünle dolup taşarken dudaklarında buruk bir gülümseme oluştu. “Kadem yıllar önce bir depoda bıraktığı arkadaşını bir menekşe kokusunda hatırladı.”
“Menekşeler kokmaz diye biliyordum ama Kadem onlardan Bige’nin kokusunu alıyor. Arkasında bıraktığı küçük bir kız çocuğunu geçen yıl bir menekşe kokusunda hatırlayan birini hafife alma,” dediğinde istesem de uyarısını ciddiye alamıyordum.
Bende menekşelerin bir kokusu olmadığını sanıyordum ama yok denecek kadar az, yok saymayacak kadar da farklı bir kokusu vardı. Saka’nın kokusunu ne zaman içime çeksem gözlerimin önüne limon çiçekleri ve mor menekşeler geliyordu. Bu ikisinin karışımıydı kokusu.
“Kadem öncesinde geçmişini hatırlamıyor muydu?” diye sordum.
Tunus başını iki yana sallayarak, “Hayır,” dediğinde yüzünde çözmem gereken bir gizemin ipuçları vardı. “Kadem onu geçen yıl hatırladı, yani Bige ışığa kavuşmadan birkaç ay önce.” Gözlerindeki derin imayla gerilmiştim.
Giden adamın arkasından yutkunarak bakıyordum. Bu da ne demek oluyordu? Saka’nın tekrar gözlerine kavuşmasında Kadem’in parmağı olabilir miydi? Duha elime patlamak üzere olan bir bombayı bırakıp gitmişti. Özellikle Saka’nın gözlerine değinmişti çünkü bunu araştırmamı istiyordu. Kadem çocukluk arkadaşını hatırlar hatırlamaz onun için geri dönüp gözlerini açtırmış olabilir miydi?
***
Bu işlerden pek anlamam ama genelde baba ve damat arasında hep bir gerginlik olurdu. Bu normaldi ama her iki tarafın birbirini öldürmek istemesi ne kadar normaldi, bilmiyordum. Karımın babasından hoşlanmamam için birçok haklı sebeplerim vardı. Herif emekli bir albaydı ve kızının benimle olmasını istemiyordu. Üstelik karıma vurmuştu ve ona hakaret etmişti. Son kısım bile bende onun beynini dağıtma isteği uyandırıyordu.
Onun bende nefret ettiği şey ise bir albayın damadında olmayacak tüm vasıflara sahip olmamdı. Saka beni sürekli babasına benzettiğine göre bu adamla ortak yönlerimiz vardı. Bu da demek oluyordu ki her ikimizde kolay kolay geri adım atmayacaktık. O kızını benden geri almak için, bende vermemek için elimizden geleni yapacaktık. Bakalım bu işin sonu nereye gidecekti.
Doktor Saka’yı muayene ederken babasıyla yatağın iki yanında durmuş birbirimize ters ters bakıyorduk. Henüz resmi bir şekilde tanışmamıştık ama ikimizde birbirimiz hakkında gereken bilgiye sahiptik. Şimdilik aramızda duran yatak birbirimizin yakasına yapışmamıza engeldi. Bu herifi öldürüp kaza süsü vermek gibi delice şeyler aklımda dönüp duruyordu.
Doktor Saka’yı muayene edip geri çekilince hemşire onun önlüğünün arkasındaki çıt çıtları kapatmaya başladı. Yatakta güçlükle oturan kadın hastanedeki ikinci gününü yaşıyordu. “Her şey yolunda görünüyor,” diyen doktor tam olarak hangimize bakıp gereken uyarıları yapacağını bilemedi. Babasına mı yoksa kocasına mı?
Doktor nihayet kararını verip yanıma geldi. Asım Bey’in çattığı kaşlarını görmek bile keyfimi yerine getirmek için yeterliydi. “Bige Hanım’ın avuç ve ayak tabanlarında ciddi kesikler var,” dediğinde bunu zaten biliyordum. “Bir süre iyi bakılması gerekiyor. Bu konuda hassasiyet göstermenizi tavsiye ederim. Reçetesine yazdığım krem ve losyonları eksiksiz yaralarına sürmeli. Ağrıları olacaktır bunun için acıyı yatıştıracak ilaçlar yazacağım fakat ağrıları katlanılmaz bir boyuta ulaşırsa tekrar bir doktora görünmeli,” dedikten sonra hemşireyle birlikte dışarı çıkmıştı.
Doktor gidince Saka’ya dönüp, “Nasılsın?” diye sorduğumda aynı anda bu soru babası tarafından da gelmişti. İkimizde başımızı çevirip dik dik birbirimize bakınca sakinleşmek için yumruklarımı sıkıyordum. Biri şu herifi gözümün önünde alsın!
Dün gece ilk kez gözlerini açan Saka, bugün bizi görmüyormuş gibi boşluğa bakıp duruyordu. Bu sabah uyandığından beri böyleydi. Tek kelime etmiyor ve kimseyle göz kontağı kurmadan dalıp dalıp gidiyordu. Depoda olanların içinde kaybolduğunu görebiliyordum. Dün gece anestezinin etkisinde olduğu için yaşadıklarının ciddiyetini anlamamıştı ama bugün her şeyle yüzleşiyordu. Bunu atlatır mı, bilemem ama içine sürüklendiği bu buhranda kaybolmasına izin vermeyeceğim.
Asım Bey onun koluna dokunarak, “Efil,” dediğinde irkilerek başını kaldırıp babasına baktı. Sanki onu yeni görüyormuş gibi içten bir sesle, “Baba?” diye fısıldadı. Sen misin dercesine ona bakıyordu.
Duha’nın vurduğu kolu Asım Bey’in boynuna asılıydı ve Saka’nın gözleri onun kolunda oyalanıyordu. Daha sonra babasının eşofmanlı haline baktı ve gözleri tekrar onun yaralı kolunu buldu. “Çok acıdı mı baba?” derken o kadar savunmasız ve korunmaya muhtaç görünüyordu ki nasıl hissettirdiğini anlatamam.
Sendeki yaralar daha fazla acımadı mı?
Asım Bey onun bu hali karşısında tıpkı benim gibi çaresiz kalırken, “Acımadı Efil’im,” dedi onu teselli etmek isteyerek. “Acımadı babam.”
Saka babasına izlerken tebessüm ederek başını salladı. “Acımadığına sevindim baba çünkü benimki acıdı.” Dudakları titrediğinde gülüşünü korumak için kendini zorluyordu.
“Sırtımdaki bıçak yarası değil, o bıçağı tutan el acıttı.” Gülümserken dolan gözlerindeki yaşlar yanağında sessizce süzüldü. “Ablam acıttı. Ablam doğum günümde, yani 13 Haziran’da acıtmak için kardeşine geri döndü.” Eğer o kadını İstanbul’a sevk etmeseydim Allah şahidimdir ki tam şu anda hastaneden çıkmış ve tüm şarjörü üzerine boşaltmış olurdum.
Asım Bey’den hoşlanmıyor olabilirim ama bir babanın gözlerinde gördüğüm saf kederi yok sayamazdım. Yatağın kenarına oturdu ve elini uzatıp kızının gözyaşlarını titreyerek sildi. “Biliyorum onun sevgisine ihtiyacın var ama onu unutmalısın,” dediğinde adeta ona yalvarıyordu.
“Onu unut Efil çünkü seni benden almadan durmayacak. O hayatımızda olmadan da bir şekilde yaşıyorduk.” Kızlarının geldiği son durum gözlerinin dolmasına neden oluyordu. “Yine sadece üçümüz olamaz mıyız? Sen, ben ve büyükbaban.”
Saka babasına ne kadar kırgın olursa olsun bir evlat olarak onun dolan gözlerine kayıtsız kalamadı. “Ama sen büyükbabamı benden aldın.” Bu sefer kendini tutamayıp sesli ağlamaya başlamıştı. “Ben onsuz yapamam ama sen onu benden aldın.” Oyuncağını yitiren bir çocuk gibi davranıyordu. Büyükbabasını belki de babasından daha çok seviyordu.
Asım Bey pişmanlığını gizlemeden başını salladı. “Babalar da hata yapabilir.” Ondan af diler gibi bakıyordu. “Seni dinlemeliydim.” Kadem ona evliliğin iç yüzünü anlattığı için artık kızının masum olduğunu biliyordu.
Asım Bey, Saka’nın gözlerine hissettiği pişmanlık duygusuyla baktı ve “Özür dilerim,” dedi. Sanki ilk kez kızından özür diliyormuş gibi Saka’nın kaskatı kesildiğini gördüm. “Bu ihtiyarı affedebilecek misin?” diyen babasına ıslak gözlerle bakıyordu.
Karımın bazı konularda fazla duygusal ve iyi niyetli olduğunu biliyorum ama babasına cevap vermedi. Gözlerinden yaşlar süzülürken, “Önemli değil, unutalım,” dedi ama onu affettiğini söylemedi.
Neler olduğunu anlamıyorum ama sanki bu yaptığı babası için en büyük cezaymış gibi Asım Bey derin nefesler almıştı. “Yine mi, Efil?” Çektiği acıyı gizleyemiyordu. “Bir kez daha babana susacaksın? Yine içine atıp bir konuyu daha kapatacak mısın?” Bu adam onun hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmasını değil, onunla konuşmasını istiyordu. Belki de sustuğu her şeyi yüzüne karşı haykırmasını ve onu zehirleyen her şeyi dışarı akıtmasını istiyordu.
Kızı ona konuşsun istediği için, “Susma,” dedi kısık bir sesle. “Hakkın olan hesabı iste benden.”
Aralarında tam olarak ne geçtiğini bilmiyorum fakat Saka artık ağlamıyordu. Donuk gözlerle babasına bakarken, “Uykum var,” diyerek onu geçiştirdi. “Uyumak istiyorum.” Ona düşündüğümden daha çok kırgın olmalıydı.
Asım Bey derin bir nefes alıp başını salladı. “Büyükbabanı kontrol edeceğim,” diyerek ayağa kalktı. Pes etmişti. Gözleri beni bulunca yine o sert ifadesine büründü. Beni kızıyla bir odada tek başına bırakmak istemiyor olacak ki, “Dinlenmesi gerekiyor,” dedi.
İfadesiz gözlerle ona bakarken, “Evet ve bunun için artık çıkman gerekiyor,” dedim. Bizi yalnız bırakmak aklından geçmiyor olmalı.
Yaşlı kurt savaşmadan geri adım atacak biri değildi. Kaşlarını biraz daha çatarak, “Kızımın odasından çık delikanlı,” dediğinde beni uyarır gibiydi ama üzerimde zerre kadar etkisi yoktu.
Düz bir şekilde ona bakıp kapıyı işaret ettim. “Karımın odasından çık.”
“Babasıyım!”
“Kocasıyım!” diyerek onu susturdum. Karımın odasında beni atamazdı, bunu kimse yapamazdı.
Aramızda gergin bir sessizlik yaşandığında adeta sert bakışlarımızla birbirimize meydan okuyorduk. Ta ki Saka’nın, “Baba lütfen büyükbabamı kontrol eder misin?” diyen yumuşak sesini duyana kadar.
Saka kimin dışarı çıkacağını seçince Asım Bey bir şeyler homurdanıp gitti. Onu benimle yalnız bırakmaktan hoşlanmıyordu. Başımı çevirip Saka’ya baktığımda bir yabancının gözleriyle bakar gibi kahveleri duygusuz ve soğuktu. Babasına bakarken hisli olan gözleri bana karşı buz gibiydi. Dün gece onunla uyumamı isteyen o kadın gitmiş ve yerini düşmanca bakan birine bırakmıştı. Bu manyak karı bütün bunların tek suçlusu benmişim gibi bakıyordu! Ulan ben ne yaptım şimdi?
Saka kin dolu gözlerle bana baktı, baktı ve “Eğer hemen şimdi dışarı çıkmazsan...” dedikten sonra komodinin üzerinde duran yemek tepsisini gösterdi. Henüz yemek bile yememişti ama onun gözleri metal çatalda oyalanıyordu. “O şeyi alıp boğazıma saplarım,” diyerek omuz silkti. Beni tehdit mi ediyordu?
Bir akıl hastası gibi tehlikeli bir şekilde bana bakarken gülümsedi. “On üçe kadar sayıyorum ve on üçe geldiğimde gitmezsen bak nasıl dediğimi yapıyorum,” diyerek bana göz kırptı. Kendini öldürmekle beni tehdit ediyordu ve bunu yaparken sanki benden güzel bir şey istiyormuş gibi şirince gülümsüyordu!
Normalde de kafası gidik olduğu için ona karşı sabırlı olmaya çalıştım. “Sebep?” dedim ama içten içe sinirden deliriyordum. “Beni görmek istememenin bir sebebi olmalı?”
Bilmiyorum dercesine dudaklarını büzdü ama dudağındaki yara canını acıtmış olmalı ki inledi. Bunun için de beni suçlar gibi bana ters ters bakarak, “Bir! İki! Üç!” diyerek sinirli bir şekilde saymaya başladı. Ben bu kadını niye hâlâ vurmuyorum ki!
Çeyrek mafyanın sağı solu belli olmadığı için o saymaya başlayınca, “Furkan!” diye sinirden bağırdım. Kapının hemen dışında olan Furkan içeri girince tepsiyi işaret ettim. “Götür şunu dışarı ve bir dahaki sefere tepsi dahil her şey plastik olsun!”
Öfkem karşısında Furkan tek kelime etmeden hemen tepsiyi alıp dışarı çıkmıştı. Başımı çevirdiğimde ruh hastası karım sırıtarak bana bakıyordu. “On üç olduğunda vazoyu kafamda parçalayacağım,” dediğinde sesi fazla sakindi. “Dört! Beş! Altı!” diyerek tekrar saymaya başladı.
“Nedim!” diye gürledim. Nedim koşarak içeri girince odadaki çiçek vazolarını gösterdim. “Burada tek bir vazo kalmayacak!” İki dakika içinde nasıl da zıvanadan çıkardı beni!
Nedim üç vazoyu kucağına sığdırmaya çalıştığı için çiçeklerden yüzü bile görünmüyordu. Zar zor önünü görüp dışarı çıkınca Saka bana tatlı tatlı gülümsemeye devam ediyordu. “Banyodaki aynayı kırıp bileklerimi keseceğim. Yedi, sekiz, dokuz!” deyince bir küfür savurup, “Celil!” diye bağırdım. Bu gidişle odada eşya bırakmayacaktık!
Celil içeri girince, “Banyodaki aynayı sök ve orada kesici tek bir alet dâhi bırakma!” dedim.
Saka kaşlarını kaldırarak kolundaki serum aparatının plastik borusunu gösterdi. “Bununla kendimi boğacağım. On, on bir, on iki-” demişti ki on üç demeden, “Tamam!” diye bağırdım. “Gidiyorum!” Kolundaki serumu da kesemem ya! Bunu yapmak zor değil ama bir müddet daha o serumlardan almalıydı.
Sinirden adeta bastığım yeri inleterek kapıya yürüdüğümde arkamdan, “Güle güle kocam,” diyen neşeli sesini duyunca dönüp onu boğmamak için kendimi zor tuttum. Akıl hastası manyak karı! Güle güleymiş, sanki adamda gülecek yüz bıraktı! Bir de tatlı tatlı kocam diyordu. Ruh hastası!
***
Bige’nin beni odasından kovmasının üzerinde neredeyse bir gün geçmişti ama tuhaflıklarında değişen hiçbir şey yoktu. Aslında kötü yönde değişen çok şey vardı. Benden sonra onu ziyaret eden babasını da odasından kovmuştu. Odasına kimseyi kabul etmiyordu hatta büyükbabasını bile. İçeri giren herkes sinirli bir şekilde dışarı çıkıyordu. Bige sadece bu kadarıyla yetinse şükredeceğim ama yemeklerini de yemiyordu.
Elleri sarılı olduğu için kendisi yiyemiyordu lakin gurur yapıp birinin ona yedirmesine de izin vermiyordu. Yemek yemeyi reddettiği için doktorlar hâlâ onu serumla besliyordu. Bir şeyler yapılmalıydı bu uzun süre böyle gitmezdi. Şaşırtıcı bir şekilde her uyuduğunda farklı bir ruh halinde uyanıyordu. Ya fazla şirin oluyordu ya da fazla cadı ama değişmeyen tek şey her halükârda da katlanılmaz olduğuydu.
Asım Bey ile aramızdaki mesafeyi koruyarak kapının önünde dikilirken Bige’nin Kadem’e ne tepki vereceğini merakla bekliyorduk. Belki Kadem onu kendisine getirirdi çünkü şu anda içeride o vardı. Kadem içeriye gireli daha beş dakika bile olmadan kapı hızla açıldı. Burnundan soluyarak dışarı fırlayan Kadem, “Beynini bozmuşlar bunun!” diye kızıp kapıyı sertçe kapattı. “Kafası yerinde değil!” Gün içinde bize yapmadığını bırakmadığı için bu kadarını anlamıştık zaten.
Yanımda duran Duha gereksiz bir kibirle sırıttı. “Bir de ben deneyeyim.” Kapıyı açtı ama kafasına çarpan terlikle kapıyı hemen geri kapatmıştı. Tunus alnına tutarak bize döndüğünde ağır bir silahla vurulmuş gibi şaşkındı. “Oğlum elini o haldeyken bile kullanabildiğini niye bana söylemiyorsunuz?” Biz burada keyfimizden dikilmiyoruz herhalde!
Doktor ve hemşire bile doğru düzgün içeri giremiyordu. Bige bir tek Furkan’ı yanına kabul ediyordu. Kaşlarımı çatarak Furkan’a döndüm. “Senin ne özelliğin var lan it!” dediğimde ürkerek bir adım geriye çekildi. “Abi nereden bileyim ben.” O halde neden sadece o içeri girebiliyordu?
Asıl ateş hattında kalan oymuş gibi Furkan korku dolu gözlerle kapıya bakıyordu. “Her Furkan dediğinde ne kadar ürktüğümü biliyor musunuz?” Saka onu duyacak diye ödü kopuyordu. Bir kurdun inine giriyormuş gibi onun odasının kapısını gösterdi. “İçeride başıma kötü şeyler gelebilir çünkü şu anda her şeyi yapabilecek çılgınlıkta.” Piç kurusu mağduru oynamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Hepimiz kapının önünde dikilirken içeride öyle bir çığlık duyduk ki bu Saka’nın en derinlerde kopan çığlığıydı. Hepimiz koşarak içeri girdiğimizde ne görmeyi beklediğimi bilmiyorum fakat görünürde her şey yolundaydı. Yatağında oturuyordu ve yaralı değildi. Şükürler olsun ki değildi. Ancak başı önüne düşmüştü ve saçları yüzünü gizliyordu. Sarılı ellerini yatağının iki yanına bastırdıktan sonra omuzlarından destek aldı ve başını tavana kaldırıp boğazını yırtarcasına haykırdı.
Çığlığı öylesine gür ve acı doluydu ki odadaki onca adamı savaşmadan yeniyordu. Şu zamana kadar duyduğum tüm silah seslerinden daha keskin ve yakıcıydı. Yapamıyordu, direniyordu ama ablasının ihanetine yeniliyordu.
Bige başını önüne eğip omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladığında odadaki herkesin yutkunuşunu duydum. Hiç iyi değildi. Bu halini görmektense bizi tehdit edip odadan kovmasını yeğlerdim. Hıçkırıklar içinde ağlarken, “Neden beni affetmedi?” diye kısık bir sesle mırıldandı. “Benden her şeyimi alan bir adama bile onun için yalvardım.”
Başını kaldırıp ıslak gözlerle Kadem’e baktı ama gözleri ağlarken bakışları donuktu. “Sende oradaydın Carlos’un önünde diz çökmeye bile razıydım. O vakit neden beni affetmedi?” dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. O Ermeni piçine yalvarmış mıydı? Ve onun önünde diz mi çökecekti?
Delici bakışlarım Kadem’i bulduğunda, “İzin vermedim,” dedi hızlıca. “Bunu yapmak onu daha kötü etkilerdi.” Bundan daha kötü bir durum varmış gibi konuşuyordu! Andım olsun ki o it karımın ayaklarına kapanıp ona yalvaracaktı!
Az önce çığlık atıp ağlayan o değilmiş gibi Bige şimdi de bir anda gülmeye başlamıştı. Hepimiz bu durum karşısında endişemizi gizlemeden birbirimize bakarken, onun neşeli gülüşleri tüm odayı dolduruyordu. Az önce ağlarken şimdi aklını kaçırmış gibi katıla katıla gülüyordu. “Furkan doktoru çağır,” dedim kaşlarımı çatarak. “Çağır şu doktoru gelsin ve bana karımın neyi olduğunu söylesin!” Durumu gittikçe endişe verici bir hale gelirken daha fazla buna seyirci kalamazdım.
Bige gülüşlerinin arasından, “Ben iyiyim,” dedi sevimli bir ifadeyle. “İyiyim.” Kıkırdayarak başını hızlıca salladı. “Ben çok iyiyim.” Ulan nesi iyi bunun, deli gibi davranıyordu!
Ters giden bir şeyler vardı.
Kimseye söz hakkı bırakmadan yatağa yan bir şekilde uzanıp gözlerini yumdu. “Çıkın dışarı uyuyacağım,” dediğinde sesi çok yorgun geliyordu. “Uyuyunca iyileşirim ki ben.” Keşke bu kadar kolay olsaydı.
Karım gözlerimin önünde eriyip gidiyordu.
***
Koridorda deliye dönmüş bir halde ileri geri yürürken sinirden duvarları yumruklamak istiyordum. Bige’nin içerideki çığlıkları kulağıma geldikçe deliye dönüyordum. Bugün hastanedeki üçüncü günüydü ve düne göre çok daha kötü bir haldeydi! Şu üç günde hiçbir şey yememişti çünkü onu yemeye zorladığımızda çıldırıp saldırganlaşıyordu. Onu zapt etmeye çalışırken çırpındığı için dikişlerini patlatabilirdi. Bu yüzden onu yemeye zorlayamıyorduk.
Hiçbir konuda onu zorlayamıyorduk. Yalnız kalmak dışında istediği hiçbir şey yoktu. Fakat yalnız kalınca da kötü oluyordu çünkü ne zaman yalnız kalsa ağlayıp yüksek sesle çığlıklar atıyordu. Aklını yitirmiş gibi reaksiyonlar gösteriyordu.
Büyük bir psikolojik çöküşle karşı karşıyaydık.
Bige’nin acı dolu çığlığı karşısında korumalar bile savunmasız bir halde başını eğerken Furkan, “Abi bir şey yap artık,” diyerek onun odasını gösterdi. “Görmüyor musun, o ölüyor.” Furkan’ı ilk kez gözleri dolu bir halde görürken, “Sıradaki adımını biliyoruz,” dedi. Boğazım kuruduğunda nefes dahi alamadım.
İntihar.
Sıradaki adımı bu olacaktı.
Ablasının ihanetini bir türlü aşamadığı için bir süre sonra ölümle acısını dindirmek isteyecekti. Furkan hepimizi şok edici bir gerçeğe uyandırınca koridorda dikilen büyükbabası, “Bige’yi hemen Adana’dan götür,” diyerek bana baktı. “13 Haziran’ı yaşadığı bir yerden uzaklaşırsa belki biraz toparlar.” Torunu içeride acı dolu çığlıklar attıkça burada ağladığı için gözleri kan toplamıştı.
Asım Bey şiddetle karşı çıkıp, “Kızımı hiçbir yere götüremez!” dediğinde daha ben ona cevap vermeden Fehmi Bey onun karşısına dikildi. “Bir kızını kaybettin diğerini de mi kaybetmek istiyorsun?” Tüm ciddiyetiyle oğlunun karşısında dururken hepimizden daha fazla sinirli görünüyordu.
“Duracağın yeri bil artık, Asım!” diyerek ona sesini yükseltti. “İçeride ölen senin değil benim kızım çünkü ona senden daha çok babalık yaptım! Sen her gün görevdeyken ben onunla oyunlar oynuyordum! Okulunda şikâyet geldiğinde sen değil, ben okula gidiyordum. Düşüp dizini acıttığında senin yanında ağlayamazdı ama bana gelir, büyükbaba çok acıdı öp de geçsin diye ağlardı.” Oğlunun gözlerine bakıp, “Kızın sana hiç ağlamadı, Asım,” dediğinde Fehmi Bey’in ihtiyar vücudunda güç kalmamış gibi derin bir kederle titredi. “Sana hiç ağlamadı çünkü ağlamak için hep bana geliyordu.”
Asım Bey kaskatı kesildiğinde Fehmi Bey’in omuzları düştü ve nefesini sesli verdi. “Annesi öldüğünde, ablası gittiğinde hatta evli bir adam tarafından kandırıldığını öğrendiğinde bile sana ağlamadı.” Gözyaşları kırışıklıklarla dolu yüzünde süzülmeye başlamıştı. “Ama bana hep ağladı,” diyerek kafasını salladı. “Başını belaya sokunca senden korkup sana gelemiyordu ama ağlayarak büyükbaba yetiş diyordu!”
Titreyen elini kaldırıp kapıyı gösterdi. “Duyuyor musun, onun hıçkırıklarını? Sen sadece onun gözyaşlarının sesini duyuyorsun ama ben-” diyerek oğlunun gözlerinin içine baktı. “Yardım et diyen sesini duyuyorum.”
Asım Bey Alzheimer hastası babasını ilk kez bu olgunlukta ve ciddiyette görüyor olmalı ki babasının kükrediği yerde ona sesini çıkartamadı. Karşısında kızı için onunla savaşmaya hazır bir baba gördüğü için isteksizce başını salladı. “Sen olmayınca daha kötü olur sende onunla git,” diyerek İstanbul’a gitmelerine izin verdi. Daha sonra başını çevirip sinirli gözlerini bana dikti. “Buradaki işlerimi bitirip bende peşinizden geleceğim ve geldiğimde kızım sadece benim soyadımı taşıyor olacak!” Bu evliliği bitirip kızını benden almak için geleceğini söylüyordu ama bu o kadar kolay değildi.
En küçük bir korku veya endişe belirtisi göstermeden, “Bekliyor olacağım,” dedim. Ondan nefret etmeme rağmen karımın babası olduğu için sesim ölçülü ve saygı çerçevesindeydi. “Karımın babasını evimde ağırlamayı isterim.” Ama o evden asla karımı benden alarak çıkamazdı.
Asım Bey’in gözlerinin içine bakarak karım kısmına özellikle vurgu yaptığım için yumruğunu sıkarak karşımda durdu. “Oraya geldiğimde kızımın saçlarının tek bir teline dahi zeval gelirse-” diyerek son derece kararlı bir şekilde bana baktı. “Çok güvendiğin o saltanatını mezarın yaparım!”
Omzuma çarparak yanımdan geçip gitmişti. Eğer onun gençliğinde karşılaşsaydık muhtemelen şimdiye yumruklarımızı konuşturuyor olurduk. Lakin o genç değildi ve en önemlisi karımın babasıydı. Sikeyim, ona asla vurmayacağım! Bunu yapamam çünkü babasından değil kızından korkuyordum. O kız her şeyi yapacak türden bir kaçıktı!
İçerideki sesler kesilince odaya girip kapıyı arkamdan kapattım. Bige’ye ulaşabildiğimiz tek an buydu çünkü çok fazla ağlayıp çığlık attıktan sonra yorgun düşüyor ve sakinleşiyordu. Yatağına yan bir şekilde uzanıp yastığına sarılarak kısık bir sesle ağlıyordu. İç çekerek yatağın kenarına oturdum. Boşluğa bakmak ve ağlamak dışında hiçbir şey yapmıyordu. “Zor biliyorum ama şu birkaç günde yaşattıkların da kolay değil.” Kendisine bir şey yapacak diye ödüm kopuyordu.
Islak yüzüne yapışan saçları çekmek için elimi uzattım ama yine tepki verir diye ona dokunamadım. İsteksizce havada asılı kalan elimi çektim. “Nasıl hissettiğini anlat bana.” İçini yakan şeyleri birine anlatırsa belki daha iyi hissederdi.
“Nasıl bir his biliyor musun?” diye fısıldadığında ağlamaktan sesi çatlamıştı. Bomboş bir şekilde pencereye bakarken, “Allah katında affı olmayan bir günah gibi,” diye mırıldandı. “Ne tövben kabul oluyor ne de günahın peşini bırakıyor. İster tüm hayatın boyunca iyi biri ol istersen de secdeye kapanıp af dilen, faydasız.” Kahvelerinde birbiri ardına yaşlar yastığına akmaya başlamıştı. “Çünkü sen Allah katında bile kovuldun. İşte böyle bir his,” diyerek gözlerini yumdu.
Gözyaşlarından ıslanan kirpikleri titrediğinde acısına boyun eğerek onu kuşatmasına izin verdi. “Öyle bir günah var ki içimde belki sen bile benim yanımda masum kalırsın. Gazel’in hançeri o günahın sadece küçük bir cezası.” Geçmişte iki kardeşin arasında tam olarak neler yaşandı, bilmiyorum ama Bige’nin vicdanını sızlatan bir şeyler vardı. Gazel geri dönerek onda bastırdığı bir şeyleri diriltmişti.
“Her ne yapmışsan bunun için kendini suçlamak yerine neden yaptığını düşün.” İyi veya kötü yaptığımız her şey için mutlaka bir sebebimiz olurdu. İçinde kaybolduğu boşluktan onu çıkaracak tek şey o sebebi bulup ona tutunmaktı.
“Düştüğün çukur kendi başına çıkamayacağın kadar çok derinse sana uzattığım elimi tut, ben seni oradan çıkartırım.” Ona elimi uzattım. “Bundan böyle sağına soluna, önüne veya arkana bak çünkü sana elimi uzatmak için baktığın her yerde olacağım.” Bu onu asla bırakmayacağımı gösteren bir sözdü. Ben bu kadını bir daha hiç bırakmayacağım. Ona sıkı sıkı tutunan bir yanım vardı.
Bige başını yastıkta kaydırıp ona uzattığım elime baktı. Bunu yaparken o kadar boş ve hissizdi ki bekleyişime korku da eklenmişti. Ya hiç tutmazsa elimi? Onun tarafından reddedilme ihtimali endişemi arttırmaya başladı çünkü elimi tutmasının bizim için anlamı büyüktü. Bunu yaparsa onu hiç bırakmayacağımı biliyordu. Bunun tereddüdüyle elime bakıyor, beni hayatında isteyip istemediğini anlamaya çalışıyordu.
Bu bize verilmiş ikinci bir şans olacağı için benim bekleyişim, onun da tereddüdü büyüktü. Kahverengi gözleri birçok korkunun gelgitleri içinde sürüklenirken beni şaşırtmıştı. Serum aparatının takılı olduğu kolunu kaldırdı ve sargılı elini avucumun içine bıraktı. “Gidelim buradan,” dediğinde kapı önündeki konuşmalarımızı duyan karım, kendi hayatını geride bırakıp benim hayatıma gelmeyi kabul etmişti.
Benimle yeni bir başlangıç yapmayı kabul etmişti.
***
Bige benimle gelmeyi kabul edince vazgeçmesini istemediğim için hazırlıkları hemen başlatmıştım. Yolculukta bize eşlik edecek doktor ve hemşireyi ayarlamış, İstanbul’daki çocukları arayıp gereken tüm tıbbi cihazların malikaneye götürülmesini istemiştim. Bige’nin yarası henüz çok yeni olduğu için oradaki odası bir hastane odasından farklı olmamalıydı. Uçak yolculuğumuz bitene kadar malikanedeki odası onun için hazır olmalıydı.
Aile doktorumuzu da arayıp malikaneye gitmesini istemiştim. Saka iyileşene kadar doktor orada kalacaktı. Çağıl ve Levent’e telefonda her şeyi anlattığım için ikisi de Saka’nın özel durumu karşısında hassasiyet gösterecekti. Psikolojisinin iyi olmadığını artık bildikleri için Saka ne yaparsa yapsın ona karşı anlayışlı olacaklarını biliyordum. Çağıl daha biz oraya yetişmeden karım için bir tane hasta bakıcı ayarlayacağını söylemişti. Herkes onun toparlanması için elinden geleni yapacaktı.
Bige’nin doktoru bir yolculuk için çok kritik bir dönemde olduğunu söylemişti çünkü henüz yeni ameliyattan çıkmıştı. Fakat malikaneyi de onun için bir hastaneye çevireceğim için ben bunda herhangi bir tehlike görmüyordum. Elimden geldiğince sırtındaki yaraya dikkat edip uçak yolculuğunu onun için daha konforlu bir hale getirmeliydim.
Bige’nin babası beni yeteri kadar tehdit edip canımı sıktığı için onlardan uzaklaşmıştım. Uçağın yanında durarak onların vedalaşmasını bekliyordum. Asım Bey tekerlekli sandalyede olan Saka’nın üzerine eğildi ve onun yüzünü ellerinin arasına aldı. Nemli gözlerle kızına bir şeyler söyledikten sonra onu alnından öptü. İkisi için de zor bir süreçti.
Baba kız vedalaşırken Fehmi Bey’in rahatlığına diyecek söz yoktu. Bavulunu Furkan’a taşıtırken keyifli bir sesle Furkan’a bakıp, “Orada güzel kızlar var mı?” deyince yanımda dikilen Kenan’ın gülüşünü duydum. “Bu adamdaki kafadan istiyorum.”
Furkan ile uçağa binen yaşlı adamın arkasından bakıp belli belirsiz tebessüm ettim. “Ona saygı duyuyorum.” Hastalığından dolayı aklı sürekli gelip gitse de dün gece oğlunun karşısına geçip söylediklerini unutamam. “Onunla yakından ilgilen, Kenan saygıdan kusur etmeyelim.”
Kenan alayla gözlerini kısıp, “Kadın isterse de odasına göndereyim mi?” dediğinde gülerek başımı salladım. “Ne istiyorsa yapın.”
Şaşkın bir şekilde suratıma bakan Kenan kabul etmemi beklemiyordu. “Sence de kadınlar için biraz yaşlı değil mi? Beklenen performansı göstereceğini sanmıyorum.”
“Seninle burada durup karımın dedesinin performansını konuşmayacağım,” diyerek onu tersledim. “Parayla bu işi yapan kadınlar var.”
“Bu işi bana niye veriyorsun? Tek işim Fehmi dedeye kadın ayarlamak değil.”
“Ben mi yapayım?”
“Benim değil, senin karının büyükbabası senin yapman daha makul.”
“Ben zaten en önemli işi üstlendim! Torunuyla uğraşmak kolay mı sanıyorsun? Karım daha önce bana bir satır fırlattı!” dediğimde Kenan kısık bir sesle bir şeyler homurdanarak canımı sıkmaya devam ediyordu. “Iskalaması ne kötü.”
Nihayet babasıyla vedalaşan Saka yanında dikilen Nedim’e döndü. “Çağırın gelsin,” deyince Kenan beni sinirlendirerek gür bir kahkaha patlattı. Bu Bige’nin hiçbir koşulda söylemeyi asla bırakmadığı bir cümleydi. Birkaç adım uzağımdayken bile çağırın gelsin diyordu.
Nedim bana bakıp, “Abi-” demişti ki kaşlarımı çatarak onlara doğru yürüdüm. “Sağır değilim duydum!”
Onların yanına gidince babası bana son bir uyarı yapacaktı ki eğilip Saka’yı dikkatli bir şekilde kucağıma aldım. Dünden beri beni yeteri kadar tehdit etmişti daha fazlasına lüzum yoktu. Nedim Saka’nın serumunu onun kucağına bırakınca hızlı adımlarla uçağa yürüdüm. Asım Bey’in sinirden küplere binmesi bana tarifi olmayan bir haz veriyordu. Neyse ki bir süre onu görmek zorunda kalmayacağım.
Uçağa bindiğimizde Saka’yı yavaşça cam kenarındaki koltuklardan birine bıraktım. Önceden hazırladığımız yastıkları sırtına yerleştirip, “Böyle iyi mi?” diye sorduğumda sadece başını salladı. Anlaşılan bugün de suskun bir kadınla karşı karşıyaydık.
Kemerini taktıktan sonra çocuklar serumun askısını getirdi. Serumu taktıktan sonra herkes uçaktaki yerini aldığı için kapılar kapanmıştı. Bige’nin yanına oturup kemerimi takarken, “İyi misin?” diye sordum. İyi olmadığı o kadar belliydi ki.
Başını cama yaslayıp gözlerini yumdu. “Bilmiyorum.” Bu sefer rol yapmak yerine dürüst davranmıştı. “Nasıl olduğumu artık bilmiyorum.”
İyi olacaktı, iyi olmasını sağlayacağım.
***
Nihayet doğru düzgün bir banyo yaptığım için rahatlamıştım. Birkaç gündür Saka’yla ilgilenmekten kendimi unutmuştum. Tıraş olup banyo yapmak bana iyi gelmişti. Giyinip odadan çıktığımda biraz uyumaya ihtiyacım vardı ama öncesinde Rengin meselesini halletmeliydim. Sabah erken saatlerde İstanbul’a döndüğümüz için henüz kimse uyanmamıştı. Biz geldiğimizde Çağıl ve Levent hâlâ uyuyordu.
Saka’yı odasındaki yatağına yatırıp doktorun onu muayene etmesine izin vermiştim. Yaralarını kontrol etmiş ve pansumanını yapıp serumunu değiştirmişti. Doktor onun iyi olduğunu söylemişti. Yolculuk onu yorduğu için Bige kısa sürede uykuya dalmıştı. O uyuyunca odama çıkabilmiştim.
Kahvaltı bile yapmadan Rengin’i bulmak için dışarı çıkmayı planlıyordum ama yemek salonunda Saka’nın gülüşü kulağıma gelince durdum. Geleli bir saat bile olmamıştı hangi ara uyandı? Hızlı adımlarla yemek salonuna yürürken kaşlarım çatıktı çünkü bir süre uzanıp dinlenmesi gerekiyordu. Yaptığı yolculuktan sonra oturarak dikişlerini zorlaması iyi değildi!
İçeri girdiğimde Saka, Çağıl ve Levent kahvaltı masasındaki yerini almıştı. Anlaşılan kardeşlerim Saka için bugün erken kalkmıştı çünkü o gidince tekrar öğle saatlerinde uyanıyorlardı. Karımın dakikliğini çok iyi biliyorlardı. Üçü gülerek sohbet ederken beni ilk fark eden Çağıl olmuştu. Levent ile konuşan kadını gösterdiğinde herhangi bir değişiklik yok der gibiydi. Tabii bilmiyordu ki her an değişeceğini. Son zamanlarda Bige’nin ruh hali çok hızlı değişim gösteriyordu.
“Odanda olman gerekiyordu,” dediğimde Bige konuşmayı bırakıp bana döndü. Her zamankinden daha neşeli görünüyordu. “Kahvaltı yapıyoruz.”
“O ellerle mi?” Üstelik tabağına yine hiç dokunmamıştı. Bakıcı yanında duruyordu ama o, hiçbir şey yemiyordu.
Tepesinde dikilen kadına dönüp kaşlarımı hafifçe çattım. “Ona bir şeyler yedir.”
Son yaşadıklarından sonra Bige çok hızlı sinirlendiği için neşeli yüzü soldu ve ters ters bana bakmaya başladı. “Yemek istemiyorum.”
“Hayır, yiyeceksin,” dedikten sonra sırtımı dönüp kapıya yürüdüm. Acelem olmasaydı yanında kalıp ona ben yedirirdim.
Kapıdan çıkmama sadece bir adım kalmıştı ki Çağıl’ın, “Karun eğil!” diyen bağırtısını duyunca hemen başımı eğdim. Neler olduğunu anlamasam da refleks olarak Çağıl’a uymuştum. Kafamı eğdiğim an üzerimden geçen bir şey hissettim. Başımı kaldırıp doğrulduğumda üzerimden geçip antreye düşen bıçağı gördüm. Bıçak mı? “Ulan ben seni var ya!” Elimde kalacaktı!
“Ne yaparsın?” diyen sesini duyunca büyük bir hiddetle Bige’ye döndüm. Öfkem avucundaki kanı görene kadar sürmüştü. Bıçağı tutmak için elini zorlayınca avucundaki kesiklerden sızan kan sargı bezine geçmişti. “O elin ne oldu?”
Kaşlarımı çatarak ona yürüdüğümde sevimlice gülümsedi. “Tek bir adım dâhi atarsan ayağa kalkarım aynısı ayaklarıma da olur.” Beni durdurmayı başardı!
Deliydi, dediğini yapardı!
Sinirden küplere binmiş bir halde ona bakarken sakinleşmek için birkaç kez derin derin nefesler aldım. “Canını sıkan nedir?” Bir şeyler onu kızdırmış olmalı ki yine beni öldürmeye kalkışmıştı. Çağıl zamanında uyarmasaydı başarılı olacaktı.
Sakince omuzlarını silkti. “Bir süre hayır cevabını kabul etmiyorum.” Alınganlık gösterip bana baktıktan sonra küskün bir şekilde suratını astı. “Beni öpmedin,” diye somurtmaya başladı. “Diğer kadınların kocası evden çıkarken onları öpüyor.” Ne tepki vereceğimi bilmez bir halde donup kalmıştım. Normalde bunu yapıyor muyduk? Onu öpmem için mi canıma gasp etti?
Şimdi buna kızılır mı gülünür mü, bilmiyorum.
Yüz ifademin yumuşadığını gören Levent, “Abi,” diye fısıldadı. Az önce tanık olduğu şeylerden sonra yüzü korkudan bembeyaz olduğu için Saka’nın yanında kalkmanın yollarını arıyordu. Levent can güvenliği yokmuş gibi bana bakarken, “Ben acaba bir süre arkadaşlarımda mı kalsam?” diye sordu ve çaktırmadan Saka’yı gösterdi. “Normale dönene kadar.”
Levent’in ne dediğini duyan baş belası karım ağlamaklı gözlerini bana çıkartıp, “Karun,” diye sızlandı. Dokunsan ağlayacak gibi bakıyordu ve onun ağlamakla bir sorunu yoktu. İstediğinde çok kolay ağlayabiliyordu. Yavru kedi gibi bana bakıp, “Ben normal değil miyim kocam?” diye sorduğunda bu tatlı bakışlarıyla bana her şeyi kabul ettirebilirdi.
Kocam deyişine kaç sigara yakılırdı, hiç bilmiyorum.
“Sende bir sorun yok.” Ona doğru yürümeye başladım. “Normal olmayan onlar.”
Yanında durup tekerlekli sandalyesini tutarak onu kendime doğru çevirdim. Başını kaldırıp öpmem için yanağını uzatınca dudaklarım kıvrılmıştı. Beni buna alıştırırsa kafası yerine gelse bile onu öpmeden bu evden çıkmazdım. Uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurduğumda çocuk gibi mutlu oldu ve diğer yanağını da uzattı. O yanağına da bir öpücük kondurduğumda, “Tamam,” dedi neşeli bir sesle. “Artık gidebilirsin.” Emri olur.
Levent’in yüzü şaşkınlıktan renkten renge girerken bizi gösterip Çağıl’a döndü. “Az kalsın onu öldürecekti ama o, kızmak yerine onu öpüyor mu?” Levent beyni kısa devre yapmış gibi yüzünde değişik bir ifade vardı. “Bu şeyler normal bir evlilikte olan şeyler değil.”
Çayından bir yudum alan Çağıl sırıttı. “Her defasında paçayı kurtardığı için ikinci sıradayım. Bige onu öldürmeyi başarırsa tüm bu mirasın tek sahibi olurum.” Ekmeğe uzanırken, “Tarafım belli yenge hanımın destekçisiyim,” dedi. Başını kaldırıp Saka’ya göz kırptı. “Karısı olduğun için yarı yarıya bölüşürüz. Aynen böyle devam,” deyince Saka gülmeye başlamıştı.
Levent onları ciddiye aldığı için bu komplo karşısında bir şey yapmam için bana bakıyordu. Oysaki az önce beni uyarıp bıçaktan kurtaran Çağıl’dı. Levent’in bazen şakayı bile ciddiye aldığı oluyordu. Çağıl’ın ciddi olmadığını biliyorum ama karım için aynı şeyleri söyleyemem çünkü ilk kez beni öldürmeye çalışmıyordu. Siktir, beni buna alıştıracak kadar çok fazla suikast girişiminde bulunmuştu! Artık beni öldürmeye kalkışınca şaşırmıyordum bile.
Bige’nin bakıcısına dönüp, “Eline pansuman yapın,” dedikten sonra sağı solu belli olmayan huysuz karıma baktım. “Fazla oyalanmadan odana çıkıp dinlen.” Başını sallayarak beni onaylayınca salondan çıktım. Ona yemek yedirmenin bir yolunu bulmalıydım.
Evden çıkmak üzereydim ki telefonu yanıma almadığımı fark ettim. Tekrar merdiveni çıkmaya başladığımda aklım yapacaklarım konusunda fazla doluydu. Ve yapmak istediğim çoğu şey Saka’yla ilgiliydi. Duygularındaki bu hızlı geçişler kötüye işaretti. Onun için bir psikolog ayarlarsam belki bir faydası dokunurdu. Tamamen normale dönmeden onu kızdırma ihtimalini göze alamazdım. Psikolojisi bu kadar kötüyken sinirlenince her türlü çılgınlığı yapabilirdi.
Yapmam gereken en önemli şeylerden biri de bir şekilde yemek yemesini sağlamaktı. Birinin ona yemek yedirmesine yanaşmadığı için şu anda açlıktan ölüyor olmalıydı. Aldığı serumların doyurucu etkisi olamazdı. Olsa bile serumla beslenmesi sağlığını ciddi anlamda etkilerdi. Doktoruyla konuşup besin değeri yüksek serumu kesmesini söyleyeceğim. Böylece mecbur kalıp yemek yemeye yanaşacaktı.
Telefonu alıp dışarı çıktığımda bu seferde Bige’yi bahçede gördüm. Yukarı çıkıp telefonu alana kadar bahçeye çıkmıştı. İki dakika yerinde durmuyordu. Ellerini kullanamadığı için onu buraya getiren bakıcısı da yanındaydı. Bu kadınla konuşup Saka’nın her dediğini yapmaması için onu uyaracağım. Onu odasına götürüp eliyle ilgilenmek yerine buraya getirmişti.
Bahçedeki tüm korumaları karşısına diken Bige’nin sırtı bana dönüktü. Ayaklarının tabanı yara bere içinde olduğu için bir süre o tekerlekli sandalyeye mahkûmdu. Geldiğimi fark etmediği için karşısında duran çocuklara, “Anladınız mı?” dedi. “En az depodaki kafesin büyüklüğünde cam bir kafes istiyorum ve içi siyah camlarla dolu olacak!” Kaşlarımı çatarak bir an duraksadım. O sikik kafesten niye istiyordu?
“Kafesi ne yapacaksın?” Bige sesimi duyunca bana bakmaya çalıştı ama arkasında durduğum için yapamadı. Elleri bile sarılı olduğu için tekerlekli sandalyeyi kullanamıyordu.
Yürüyüp tam karşısında durduğumda beni yeni görüyormuş gibi bakıp, “Aaa kocam gelmiş,” dedi yalancı bir şaşkınlıkla. “Ne çok özlemişim.” Ulan daha az önce arkamdan bıçak fırlatıyordu, neyden bahsediyor bu? Bir an önce normale dönse iyi olacaktı.
“Bırak şimdi bunları.” Hesap soran gözlerle omuzlarımı dikleştirdim. “Kafesi ne yapacaksın?”
“Gazel’i içine atacağım,” dediğinde sanki normal bir şeyden bahseder gibi bana tatlı tatlı gülümsüyordu.
Ne hatırladıysa dudaklarındaki gülüşü kaybolmuştu. “Sırtımdaki yara tamamen kapanana kadar o kafesin içinden çıkmayacak. Ona günde sadece bir öğün yemek vereceğim ve yemeğini de kafeste ona en uzak yere koyacağım. O kadar acıkacak ki her defasında yemeği almak için çıplak ayaklarla camların üzerinde yürümek zorunda kalacak.” Ablası hakkındaki ölümcül planlarını herkesin içinde anlatacak kadar kontrolden çıkmıştı.
Gözlerini bana dikerek kaşlarını çattı. Sanki hedefinde yine ben vardım. “Bana yapılan her şeyi affederim ama sırtımdan kalleşçe beni bıçaklayan birine affım yok.” Bende de işler böyle yürüyordu. Bu konuda benzer yanlarımız vardı.
“Madem onun kardeşi yok benim de ablam yok artık,” dedikten sonra başını omzuna doğru eğdi ve tehdit eder gibi bana bakmaya başladı. “Bende ölen biri yeniden doğmaz, herkes ayağını denk alacak.” Bana posta mı koyuyordu?
Dik dik bana bakarken çenesini kaldırdı ve gider yapmaya başladı. “Bundan sonra böyle,” diyerek atar yaptı.“Bige Efil Saka denince herkes orada duracak!” Kısık bir sesle bir küfür savurdum. Zaten manyağın tekiydi şimdi iyice psikopata bağladı çeyrek mafya!
“Kalender!” dedim bir tek buna takılarak.
Anlamayan gözlerle bana çıkardı. “Ne?”
“Bige Efil Saka Kalender diyeceksin!” dedim. “Eksik söyleme.”
“Ama öyle de çok uzun oluyor.”
“Sende üç tane isim var ama bendeki bir isim mi fazla geldi? Ya hepsini söyle ya da kendi soyadını çıkartıp benimkini koy oraya.” Kimliğinde bile benim soyadımı taşırken cümle içinde çıkartamazdı.
“Haklısın tabii!” diyerek galeyana gelip başını hızlıca salladı. “Bugüne bugün Bige Efil Saka Kalender’im, kim durabilir ki karşımda.” Ha şöyle.
Bana istediğimi verdikten sonra asıl konuya dönüp hınzırca bana bakmaya başladı. “Onlardan intikam almam için bana yardım edecek misin? O kafesten istiyorum, Karun.” Bir işkence aletini isterken sanki bir buket çiçek ister gibi davranıyordu.
“Yavrum sen ne zaman kendine bir format atacaksın?” Onunla aynı boyda olmak için bir dizimin üzerinde diz çöktüm. “Kafesin içinde dayak yerken aklın neredeydi?”
“Rövanşını alacağım ki,” dedi masumca. “Kafes yapılana kadar iyileşirim nasıl olsa.” Beklenti dolu bakışlarını bana çıkardı. “Beni iyileştirirsin değil mi?” Daha ben bir şey söylemeden bu seferde kızarak kaşlarını çatmıştı. “Kocamsın iyileştireceksin tabii! Boşanmayacağım senden.” Ulan boşanmayı isteyen kimdi!
Furkan, “Abi,” dediğinde ürkmüş gözlerle Saka’ya bakıyordu. “Bir hastaneye götürmek şart sanki.” İşaret parmağıyla şakağını gösterdi. “Kafa doktoruna.”
“Kes lan sesini!” diye onu tersledim. “Karım ne istiyorsa yapın!” Deliyse benim delim kim ne karışırdı.
Bige’nin dinlenmesi gerektiği için ayağa kalktım ve üzerine eğilerek onu dikkatli bir şekilde kucağıma aldım. Sırtındaki yarayı kanatacağım diye ödüm kopuyordu. Onu malikaneye götürürken, “O kafesten istiyorum, Karun,” diye bana nazlanmaya başladı. “Carlos ve Gazel için farklı planlarım var, onları bir süre daha öldürme.” Öyle bir bakıyordu ki ona hayır demek ne mümkün.
“Sen nasıl istersen öyle olacak.” Ona göz kırptığımda bana daha önce hiç görmediğim bir sıcaklıkta gülümsedi. “Biz seninle kusursuz bir kaosuz,” diye gözlerime baktı. “Asıl bundan sonra herkes Kalender çiftinden korkacak.” Kalender çifti mi? Nasıl da yakışıyordu ağzına. Ve kusursuz kaos, sevdim bunu çünkü ikimizi bundan daha iyi anlatan bir cümle olamazdı.
“Sen diyorsan doğrudur.”
“Ama Karun sende her dediğime evet diyorsun.”
“Yavrum hayır deyince de bıçak fırlatıyorsun,” dediğimde gülerek başını salladı.
Suçunu da biliyor.
Malikaneye girip merdiveni çıkmaya başladım. Bige yarasından dolayı kucağımda huzursuzca kıpırdanıp, “Karun,” diye mırıldandı. Göğsünde duran kollarını kaldırıp boynuma sardı. “Nereye gidiyordun?”
Ne tepki vereceğini bilmediğim için Rengin’i bulmaya gittiğimi ona söylemedim. “İşlerim vardı.”
Anlayış gösterir gibi başını salladı lakin gözlerinde boncuk gibi yaşlar yuvarlanmaya başladı. “Git tabii,” diyerek burnunu çekti. “Beni bu halde bırakıp git tabii.” Nasıl beceriyor, bilmiyorum ama bir anda hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Bu kadar hızlı ağlaması müthiş bir olaydı. “Biraz ağlar uyurum ki ben.”
“Gitmemi istemiyor musun?” Odasına girdiğimde henüz onu yatağa bırakmamıştım.
Bana küsmüş gibi dudaklarını sarkıttığında gözleri sitemliydi. “Konuşmuyorum ben seninle,” dedikten sonra kollarını sımsıkı boynuma doladı. “İstediğin yere git umurumda değil.” Yüzünü göğsüme bastırıp burnunu gömleğime sildi. Bunu gerçekten yaptı. Daha sonra, “Bana ne ya senden, gidersen git!” dedi ama gitmeyeyim diye de sıkıca sarılıyordu.
Yüzünü göğsüme sakladığı için gülümsediğimi görmemişti. Çoğu zaman beni kızdırsa da bu hali de fena değildi. “Gitmiyorum.” Rengin bir süre daha bekleyebilirdi, karımın bana ihtiyacı vardı.
Gitmeyeceğimi söyleyince başını kaldırıp yüzüme baktı ve gülümsedi. “Bana banyo yaptırır mısın?”
Siktir!
Yorumlar