“Gidişine kızgınım ama öfkemin asıl sebebi döndüğünde bile seni affedecek olmam.”
Karun Kalender
Rol yapmak belki de sahip olduğum en iyi meziyetlerin içindeydi. Canımı yakan, aklımı kurcalayan ve içimi bir kurt gibi kemiren derin bir yaraya sahip değilmiş gibi yaşamaya devam ediyordum. Bunu yapmak zorundaydım çünkü diğer türlü içinde bulunduğum boktan hayat daha da çekilmez oluyordu. Her zamankinden daha soğuk ve daha mesafeli olmak benliğimin bir parçası olmaya başlamıştı. Büyük bir parçam benden alınmış gibi hissederken onun bıraktığı boşluğu bir şeylerle doldurmalıydım.
Başka kadınlarla mı? Hayır, bu kadarını içim almıyordu ama daha fazla işe gömülmek aklımı az da olsa dağıtıyordu. Giden birini düşünüp kendime işkence etmek istemediğim için beni meşgul edecek işlerin içine gömülmüştüm. Şimdilerde tek bekleyişim iki ay sonraki duruşmaydı. Bir çırpıda boşanıp eski sıkıcı hayatıma geri dönmek istiyordum. Bige’nin gidişinin üzerinden bir ay geçmişti. Otuz gün, dokuz saat ve bilmem kaç dakika, kaç salise. Hayatımda açtığı derin boşluğun sikik sayılarından başka elimde bir şey kalmamıştı.
Gitti, bu kadar kısa ve netti. Gitti.
Onu yanımda tutmak için her şeyi yapmama rağmen yine de gitmişti. İçimde hissettiğim bu acının tek sebebi geceleri yumrukladığım kum torbasının açtığı izler olamazdı. Ellerimdeki yara içimdeki yaradan daha büyük değildi. Biliyorum ona karşı birçok hatam olmuştu ama gidişi bana vereceği en büyük cezaydı. Aslında anlamalıydım gitmeye hazırlandığını. Köşe bucak kaçmasından, kaçırdığı gözlerinden ve silinen gamzelerinden anlamalıydım.
En önemlisi de on üçü takıntı haline getiren bir kadının on iki günlük suskunluğundan anlamalıydım. Beni terk etmeye hazırlandığını dargın geçirdiğimiz o on iki günde anlamalıydım. Anlamadım ve o, çekip giderek anlattı bana terk edildiğimi. Belki de on iki gün boyunca onu anlamamı bekledi, son seçeneğiydi gitmek. Her şeyi bırakıp gidecek kadar ona çok şey yaşattım, değil mi?
Haklıydı Saka benden gelen acıya doymuştu.
Her yönden berbat bir adamdım. Gidişiyle artık bunu daha iyi anlıyordum. Belki de gitmekle en doğrusunu yapmıştı. Bir kadını mutlu edecek hiçbir vasfım yoktu. Onları anlamıyor, fazla karışık ve duygusal buluyordum. Bir kadına vereceğim tek şey daha fazla acı ve daha fazla ölüm olurdu. Şu zamana kadar hayatıma giren tüm kadınların başına gelen buydu. Daha önce Duha’ya da dediğim gibi bizim gibi adamların hayatına giren kadınları sadece üç son beklerdi. Acı, ölüm ve kaçıp gitmek.
Hiçbiri uzun süre dayanmazdı. Saka’nın gidişiyle bu gerçeği bir kez daha anlamıştım. Kendimi kandırmanın lüzumu yoktu, bu evlilik zaten yürümezdi. Onu zorla yanımda tutarak hak etmediği şeyleri daha fazla yaşamasına izin vermeyeceğim. Benden uzakta daha mutlu olurdu, zaten şu anda öyleydi de. Fransa’da iyi bir otelde kalıyordu. Gidişinin ilk haftasında burun estetiği olmuştu. Bunun için hiç vakit kaybetmemişti. Beni her yönden parçalarıma ayırmışken kendini yenilemek için fazla beklememişti.
Şimdilerde ameliyattan kalan izler çoktan kapanmaya başlamıştır. Haftanın iki günü iyi bir psikologdan terapi görüyordu ve geri kalan günlerini Fransa’daki turistik yerleri gezerek geçiriyordu. Müzeler, sanat galerileri ve resim atölyeleri en sevdiği yerlerdi. Elimde onun birçok fotoğrafı vardı. O gülümseyerek bir şeylerin fotoğrafını çekerken adamlarım gizlice onu çekiyor, fotoğraflarını bana atıyor ve tüm gün ne yaptığıyla ilgili bana rapor veriyorlardı.
Ondan vazgeçmiş olabilirim ama yokluğuna tamamen alışana kadar fotoğrafları beni avutuyordu. İki ay daha böyle süreceğini, onu uzaktan takip ettireceğimi biliyordum. Bu iki ayda kendimi iyice onun yokluğuna alıştırmalıydım. Böylelikle tek bir duruşmayla aramızdaki evlilik bağını da koparabilirdim. Deli gibi istememe rağmen eğer ona gitmiyorsam, bunun tek sebebi ondan vazgeçmeye çalışmamdı.
“Siz ne düşünüyorsunuz, Karun Bey?” Toplantı salonunda bana yöneltilen soruyla aklımı Bige’den kurtarıp masadakilere baktım. “Hangi konuda?” diye sorduğumda CEO’larımızdan biri olan Ceyda Hanım, “Müsteşar Zeki Bey’in dosyasından bahsediyoruz,” diye beni yanıtladı. Her ay bir kez bu toplantıyı yapar, güvenlik için başvuran insanların dosyalarını kontrol eder ve içlerinden kimler korunmaya değerse onu seçerdik.
Masada duran kalemi parmaklarımın arasından çevirirken, “O ayyaşın alkol dışında düşmanları mı varmış?” dedim ilgisiz bir sesle.
“Adamlarımın zamanını ve ücretini karşılayacak parası yok. Yakın zamanda iflasını duyuracak birine güvenlik sağlayamayız çünkü dibi boyladığında zaten kendi kafasına sıkacaktır. Ölü bir adamdan borç tahsis edecek değiliz.” Bir zamanlar bok gibi parası vardı ama şimdi iflasın eşiğindeydi. Onları korumak için onlara adadığım ekip canlarını ortaya koyuyordu. Müşterilerimiz her anlamda buna değmeliydi.
Bu ekibin içinde hackerler, dedektifler ve keskin nişancılar da vardı. Ekibin kullandığı araçları, silahları, içinde görüntü ve dinleme cihazlarının olduğu minibüsleri biz tahsis ediyorduk. Şirketimiz onlara en iyi teknolojiyi sunuyordu böylece müşterimiz için tehdit olan sorunu bulup ortadan kaldırıyorlardı. Bir müşteriye sağladığımız güvenlik paketi oldukça maliyetliydi ve bunun beş katını kazandırmayan müşterileri kabul etmek akıllıca olmazdı.
Sahip oldukları servetin tadını çıkarmak için yaşamaları gerekiyordu. Bunun için bize bir servet ödeyip canlarını koruyorlardı. Güvenlik konusunda başarısızlık oranımız çok düşük olduğu için uluslararası tanınan bir şirkettik. Ülkenin her yerinde su gibi müşteri ve para akıyordu. Benden sonra kırk kuşağı bolluk ve lüks içinde yaşatacak bir mirasa sahiptim. Belki de daha fazla. Hesabını tutamadığım kadar çok param vardı ama bir kuruşu bile bir gram huzuru satın almaya yetmiyordu.
Masada duran müşterilerin yığınla dosyalarına bakınca yüzümü buruşturdum. “Neden bu kadar çok?” Hepsini karşılayacak adamım ve teçhizatım vardı ama tüm bu dosyalara tek tek bakacak olmak can sıkıcıydı.
Müşteri alımlarından sorumlu uzmanımız Ünsal Bey, “Aslında bunlar sadece onda biri,” diyerek gülümsedi. “Bir ay boyunca ekibimiz tüm başvuruları kontrol ediyor ve sadece seçili müşterilerin dosyalarını ayırıp size gönderiyor.” Anlamadığım şey bu insanlar kendilerini korumayı bilmiyor muydu?
Yemedikleri halt kalmıyordu ama başları en küçük bir belaya girince hemen bize geliyorlardı. Aslında bu artan talepler finansal bakımdan beni mutlu etmeliydi ama son zamanlarda hiçbir şeyden zevk alamıyordum. Severek yaptığım işim bile sıkıcı gelmeye başlamıştı. “Devam edelim.” Arkama yaslanıp asistanımın getirdiği kahveyi aldım. “Sıradaki?”
Elindeki ajandayla yanımda dikilen asistanım, “Efendim başlamadan önce Ümit Bey’in sizinle görüşmek istediğini tekrar hatırlatmalıyım,” deyince başımı salladım. Boş olduğum bir zamanda onunla görüşmek için bir şeyler ayarlayacaktım. Gurur piçi bu herifi başıma bela etmişti. Memlekette onca kız varken bir bölge liderinin kızını kaçırıp onunla evlenmek zorunda mıydı?
Toplantının devamında üç saat boyunca bu ay kabul edeceğimiz müşteriler üzerine konuşmuş ve bizim için kârlı olacak müşterilerin başvurularını onaylamıştık. Toplantı nihayet bitince herkes çok yorulduğu için hiç vakit kaybetmeden kendi ofislerine dağılmışlardı. Toplantı salonunda kimse kalmayınca ofisime gitmek yerine telefonu çıkartıp Gurur’u aradım. Bu itin kayınpederi benimle görüşmek istediğine göre Gurur kesin canımı sıkacak bir şeyler yapmıştı.
Bir zamanlar bu şirketi Gurur yönetiyordu çünkü şirketin yarısı onundu. Kendi liderlik döneminde birçok düşman kazanması can sıkıcıydı ama şirketi büyüttüğünü de inkâr edemezdim. Liderliği ondan alıp şirketin genel müdürü olduğumda ise onun bıraktığı yerde her şeyi daha da ileriye taşımıştım. Çağıl ve Levent’in şirkette çok az hissesi vardı ama Gurur ile hisselerimiz eşitti. Ondan hoşlanmıyor olabilirim ama sahip olduğu her şeyin yarısını benimle paylaştığını inkâr edemezdim.
Babadan kalan tüm bu miras bir zamanlar sadece Gurur’undu çünkü büyükbabam her şeyini bir tek ona bırakmıştı. Büyükbabam babamın nasıl bir soysuz olduğunu iyi bildiği için mirasından onu mahrum etmiş ve her şeyi en küçük oğluna, yani Gurur’a bırakmıştı. Gurur ise babasının izinden gitmiş ve babama tek kuruş vermezken sahip olduğu her şeyin yarısını yeğenleriyle paylaşmıştı.
Bu paranın temelinde Gurur olduğunu inkâr edemem ama şu anda bulunduğum konuma kendi çabam ve azmimle gelmiştim. Gurur bana sadece gereken kaynağı sunmuştu, diğer her şey kendi emeğim ve yıllardır süren çabamla olmuştu. Gurur’un eline bakmaktansa ondan aldıklarımla akıllıca yatırımlar yapıp kendimi hep daha ileriye taşımış ve adımı ülkenin tanınan iş insanlarının arasına yazdırmayı başarmıştım.
Telefonu kulağıma yaslayıp ofisin içinde yürürken Gurur’un telefonu açmasını bekliyordum. Karşı taraftan biri telefonu açtı ama bu Gurur değildi. “Geleysun da biri seni arayi!” diye bağıran ince bir kadın sesi duydum. Bizim oranın ağzıyla konuşan biri Gurur’un telefonunu onun yerine açmıştı. “Amca! Ha buraya geleysun.” Amca mı? Kalbimdeki kasılmaları hissetmiştim. Gurur’a amca diyecek sadece bir kişi vardı o da Defne’nin kızıydı.
Adımlarım durduğunda neredeyse telefon elimden düşecekti. Telefonun diğer ucunda Defne’nin kızı mı vardı? Garip olan şu ki bu ses bir yerden tanıdık geliyordu. Onun sesini daha önce nerede duymuş olabilirdim? “Kim arayi oni de hele,” diyen Gurur’un sesi çok uzaklarda geliyordu.
“Bilmeyim da yazmiyi isim.”
“Ula ne niye açaysin o zaman?”
Kız gülerek, “Çalduği için,” deyince Gurur’un arkadan ettiği küfürleri duyabiliyordum.
Gurur her nereden bağırıyorsa daha kızın yanına gelmemiş olmalı ki, “Amca geleysun artık!” diyerek tekrar ona sesini duyurdu. “Ağaç ettun beni buraya, ha bu ettuğun iş midur!” diye ona bağırdıktan sonra kısık bir sesle öksürdü. “Bir dakika bekleyin lütfen.” Bunları bana söylerken Karadeniz ağzıyla konuşmayı kesmişti ama hâlâ öksürüyordu. “Amcam bir dakika içinde burada olacak.” Sesinde yirmi yaşındaki genç bir kızın asiliği ve kibarlığı vardı. Telefonu neden kapatmadığımı anlayamıyordum.
Koltuğa oturup telefonun Gurur’a geçmesini bekledim. On saniye sonra kızın öksürükleri artınca sertçe yutkundum. Çok şiddetli öksürüyordu. Kontrol edemediği öksürüklerinin arasında acıyla inleyip, “Amca yetişeysun,” diye fısıldadı. “Am-amca bi şey oliy, amca kan!” dediğinde sanki Gurur’dan değil de benden yardım istiyormuş gibi koltuktan nasıl kalktığımı bilemedim. Yaşadığım korku ve dehşet hissi karşısında kendime inanamadım. Bu duygu da neyin nesiydi?
Bir şeylerin kırılma sesini duyduğumda telefonun diğer ucunda büyük bir gürültü kopmuştu. Artık kızın nefes sesleri kulağıma gelmiyordu. “Hayır, hayır!” diye bağıran Gurur’un korku dolu sesini duydum. “Gözlerini aç, kurban olurum gözlerini aç! Hadi güzelim aç şu gözlerini. Araba, arabayı hazırlayın hemen! Melek bana bak, bana bak meleğim!” diye veryansın edince daha fazla dayanamayıp telefonu kapattım. Kahretsin!
Odanın içinde dört dönerken yanımdaki sandalyeye tekme atıp onu devirdim. Parmaklarımı sinirle saçlarımdan geçirirken neyle mücadele ettiğimi bilmiyordum. “Sikerim böyle işi!”
Ölüyordu.
Defne’nin kızı gerçekten ölüyordu.
Başından beri onun ölmesini hep istemişken bu hissettiğim sikik duyguya anlam veremiyordum!
***
Bir hafta önce o kızın hasta sesini duyduktan sonra tekrar Gurur’u aramaya cesaret edememiştim. Kendimi daha çok işlere verdim ve bir şeyleri düşünmemek için kendime daha az zaman ayırmaya başladım. Siktiğim hayatında her şey daha kötüye gidiyordu çünkü bugün de Bige’nin babası çıkıp gelmişti. Akşamüstü eve geldiği için Levent beni arayıp eve çağırmıştı. Bige gittiğinden beri ilk kez eve saat sekizde gelmiştim.
Normalde ya sabaha karşı eve gelirdim ya da hiç gelmez otelde kalırdım. Özellikle odama girmek bile istemiyordum. Bige’nin odamda bıraktığı güzel anılar yokluğuyla bir cehenneme dönüştüğü için onun izinin olduğu her yerden kaçıyordum. Kızı beni evden soğutmuşken babası bu akşam zoraki bir şekilde beni eve getirtmişti.
Çalışma odama geçtiğimde masanın önündeki koltukta huzursuzca oturan Asım Bey’in delici bakışları dakikasında beni bulmuştu. “Kızımı kaçırtacak ne yaptın?” diye hesap sorunca her an gırtlağıma yapışacak gibiydi.
Masanın başındaki yerime geçip rahatça oturdum. “Karım ile olan sorunlarımız sizi ilgilendirmez.”
Asım Bey her şeyin kontrolü altında olmasına alışkın olduğu için istemediği ve kontrol edemediği bir damatla öfkelenip yumruğunu masaya geçirdi. “O benim kızım!”
Kaşlarımı çattığımda masadaki eline ters gözlerle bakıyordum. “Benim de karım!”
Masanın iki farklı yönünde dururken birbirimize ölümcül bakışlar atıyorduk. İkimizin aynı odanın içinde olması her açıdan tehlike arz ediyordu. Her an iki taraftan birinin elinden bir kaza çıkabilirdi. Babasını öldürsem Bige çok kızar mıydı? Peki, ya yaralamak veya komaya sokmakta seçeneklerin içinde mi?
İkimiz tahammülsüz gözlerle birbirimizi izlerken Asım Bey çenesini sıkarak bana gözdağı vermeye başladı. “Şimdi beni iyi dinle genç adam.” Sakinleşmek için hızlı hızlı nefesler alıyordu ama zerre kadar işe yaramıyordu. “Kızım uzun süre senin karın olarak kalmayacak.” Siyah gözleri delice bakarken masanın üzerinde duran elini sinirden sıkıyordu. “Efil senin gibi biriyle yapamaz!”
“Acaba ben onun gibi bir kaçıkla yapabiliyor muyum?” dediğimde benden böyle bir şey duymayı beklemediği için şaşırdı.
“Kızınız bir deli hem de en fenasından.” Sinirden yüzümü sertçe ovuşturdum. “Biliyor musunuz, isim konusunda çok doğru bir karar vermişsiniz çünkü adı gibi efil efil esmediği bir günü bile yok! Bana satır fırlatıyor, silahla kovalıyor, kaçırıyor, arkamdan bıçak fırlatıyor ve eline geçen her fırsatta beni yaralıyor.” Hâlâ izinin kapanmadığı kolumu işaret ettim. “Giderken bile beni vurdu! Kızınızı çok masum mu sanıyorsunuz? O manyak karı dışarıdaki herkese melek ama bana gelince en temizinden bir şeytana dönüşüyor!” Akıl hastası kızının nasıl fena bir şey olduğunu hiç bilmiyordu.
Asım Bey’in dudakları sinirlerimi bozacak bir şekilde kıvrılınca yumruğumu sıktım. Kızının bana yaptıklarını duymak keyfini az da olsun yerine getirmişti. “Hak etmediğin hiçbir şey yapmamış.” Kızının böyle olmasıyla gurur mu duyuyordu? Onun sorunları olduğunu gerçekten görmüyordu.
Ruhumdaki izleri çok iyi gizleyen alaycı bir hissi yüzümde taşıdım. “Hak etmediğim çok şey yaşadım ve yaşıyorum.” Sert ifademden ödün vermeden duygusuz gözlerle onu izliyordum. “Bunların içinde kızınız da var. Onu da hak etmiyorum zaten iki ay sonra ondan boşanacağım.” Asım Bey boşanmaya yanaşmayacağımı düşündüğü için gözleri hafifçe irileşmişti. Şaşırdığını görebiliyordum.
Masanın üzerinde yumruk olan parmaklarını gevşeterek açtı. Gür kaşlarının altında küçük çaplı bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Fikrini değiştiren ne oldu? Ondan boşanmamaya kararlıydın.” Kıstığı gözleriyle bana bakıyor, kafasındaki soru işaretlerine cevap istiyordu.
“Ona kızgınım.” Birazdan küplere bineceğini çok iyi bildiğim için dilimi ısırarak ciddiyetimi korudum. “Beni bırakıp gitti. Beni bırakıp gittiğine inanabiliyor musunuz? Karun Kalender’i bırakmak için aptal olmak gerekir!” Karım bir aptaldı.
Tam da tahmin ettiğim gibi Asım Bey’in kaşları hızlı bir şekilde çatıldı ve gevşeyen parmakları tekrar avucunun içindeki yerini aldı. “Bu da ne demek!” diyerek iyice celallendi. “Gönlünü alsa onu boşamayacaksın öyle mi?”
Gülmemeye çalışarak başımı salladım. “Bir tek kocam diyerek bana yılışırsa onu boşamam,” dediğimde dürüstlüğümü takdir etmeliydi. “Kızınız çok güzel kocam diyor.” Onun tarafından kandırılmaya hazırdım.
Kızının tek bir lafıyla ondan ayrılmayacağımı anlayınca hiddetlenerek ayağa kalkmıştı ki, “Siz nasıl başardınız?” diyerek üzerime saldırmaya hazırlanan adamı tek bir cümleyle durdurdum. “Begüm Hanım ile uzun süre evli kalmayı nasıl başardınız?” Bunu bana da söylemeliydi.
Artık alay etmiyordum zaten ciddiyetim onu durdurmuştu. “Bige bana ne zaman kızsa her defasında babam gibisin diyor.” Gözlerinin içine mesafeli bir şekilde bakıp aradığım yanıtları bulmaya çalıştım. “Bunu övünerek veya babasıyla gurur duyarak söylemiyor.” Geçmişte ona neler yaptığını tam olarak bilmediğim için Asım Bey’e olan bakışlarım sertti. “Nefret eder gibi söylüyor.”
Asım Bey’in eli masadan destek alırken öfkesi söndü ve iç çekerek kalktığı koltuğa oturdu. “Efil benim tarafımdan büyük bir yara aldı. Hâlâ beni affetmiş değil.” 13 Haziran gecesi Bige’nin bana babamı öldür, diye haykırmasından anlaşılıyordu babasına duyduğu derin yarası.
“Gazel’in tabiatı benim gibi hırçın ve asi.” Büyük kızından kendi yansımasını görmekten hoşlanmadığını biliyordum. “Ama Efil annesinin bir kopyası, inatçı ve savaşçı.”
Kızlarından birinin ona karısını hatırlatmasından memnunmuş gibi yüzünde küçük bir gülümseme oluşmuştu. “Uzun evliliğimin sırrı ben değil, Begüm’dü çünkü kaçmak yerine savaşmayı tercih ederdi.” Başını çevirip yargılayan gözlerle bana baktı. “Annesine bu kadar çok benzeyen bir kadın senden kaçıyorsa, sen benden de kötüsün demektir.” Bana bu akşamın ilk darbesini geçirmişti.
“Begüm’ün kızı kaçmayı bilmezdi. Gazel ilk fırtınaya yenik düşüp kaçtı ama Efil hep kalan taraftı. Arkadaşları, annesi hatta gözleri gittiğinde bile Efil hep kalan taraftı.” Gözlerimin içine baktığında siyah hareleri canımı sıkan bir gerçeği tokat gibi yüzüme vuruyordu. “İşte bu yüzden onu hak etmiyorsun çünkü benim kızım ilk kez birinden kaçtı.”
İçime dert gibi çöken sözlerine karşılık hiçbir şey söyleyemedim. İkimiz için katlanılmaz bir hâle gelen küçük bir sessizlikten sonra, “Benden boşandığında iyi olacağını mı sanıyorsunuz?” diye sordum karamsar bir sesle.
“Belki mutlu olur ama iyi olmayacak. Azap tarikatı bir tek Carlos’tan mı ibaret sanıyorsunuz? Biri gider yerine hep daha kötüsü gelir, bu hep böyle olmuştur.” Ben bunun canlı bir örneğiydim. Bölge liderleri babamı parmağında oynatıp onu kuklaları yapmışlardı. Gurur abisini devirip hepsine büyük bir darbe vurmuştu. Gurur’un bileğini bükemediklerinde Ümit Bey onun nişanlısını öldürtmüştü. Buna karşılık olarak Gurur’un onun kızını kaçırmış ve onunla zorla evlenmişti. Ümit Bey’e vereceği en büyük ceza buydu.
Gurur, Farah’ı bir hafta yanında tutmuştu. O bir haftada nişanlısını öldüren bir adamın kızına dokunmadığına eminim çünkü midesi bu kadarını kaldırmazdı. Fakat kıza işkence etmişti. Ölen nişanlısının kaybıyla gözlerini o kadar karartmıştı ki babasının günahını kızından çıkarmıştı. O bir haftada ikisi arasında neler geçtiğini bilmiyoruz ama Farah’ı Gurur’dan kurtardığımda tanınmaz haldeydi. Lakabı bile deli olan bir adamın yanında geçirdiği bir hafta zavallı kızı perişan etmişti.
Adamlarımla kaldıkları kulübeyi basıp Farah’ı bulduğumda ayak bileğinden doğalgaz peteğine zincirliydi. Üzerinde onun kanıyla kirlenen kıyafeti vardı ve ölmek üzereydi. Farah’ı o kulübeden çıkardığımda kollarımda ölecek diye çok korkmuştum çünkü durumu kritikti. Üç ay boyunca komada kalarak ciddi bir yaşam savaşı vermişti.
Farah’a olanlardan sonra bölge liderleriyle iş birliği yapıp Gurur’un saltanatını yıkmış ve yerine geçmiştim. Benim de babam gibi onların dalkavuğu olacağımı sanmışlardı. Fakat ne babam gibi onların önünde bükülmüştüm ne de Gurur gibi kirli oyunlara başvurmuştum. Canımı yakanların canını yakmak için onların kadınlarını hedef almak yerine bizzat onları hedef almıştım.
Şimdilerde herkesin asıl kurtulmak istediği bendim çünkü boynuz kulağı geçmişti. Bu yüzden Carlos’un ölmesiyle tehlikenin Bige için geçtiğini sanmıyordum. Gidenlerin yerine hep daha kötüsü gelirdi ve Carlos’un ölmesi koskoca bir tarikatı yıkamazdı. Carlos’un boş kalan koltuğuna henüz kimin oturduğunu bilmiyoruz.
Asım Bey kibrinden gerçekleri göremeyerek oturduğu koltukta kasıldı. “Kızımı koruyabilirim.”
Alay ederek güldüm. “Eşinizi koruduğunuz gibi mi?” diye sorduğumda gerilen yüz hatları zerre kadar umurumda değildi. Karısını düşmanlarından koruyamayan, en büyük kızını evinde tutamayan biri Bige’yi koruyamazdı.
“Bige ikimizi birbirine benzetebilir ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum.” Sinirleriyle oynayarak katı gözlerle başımı iki yana salladım. “Siz tüm hayatınız boyunca Carlos ile mücadele ettiniz ve bu uğurda karınızı, kızlarınızı ve dostlarınızı kaybettiniz. Bense tüm hayatımı Carlos gibi adamların arasında geçirdim. Sizin yıllarca yapamadığınızı tek bir gecede yaptım. Carlos’u yakalayan, kızınızı kurtaran ve onu öldürmesi için Bige’ye veren bendim. İkimiz arasındaki fark bu işte,” diyerek küstah sayılacak bir şekilde güldüm. “Siz bir cephede savaşmayı biliyorsunuz bense aynı anda birçok cephede.”
Asım Bey beni küçümseyerek yüzüne iğreti dolu bir ifade kondurdu. “Bunun sebebi sahip olduğun para ve kapındaki köpekler. Onlar olmadan bir hiçsin!”
“Sahip olduklarım sayesinde kızınız hâlâ nefes alıyor.” En küçük bir alınganlık belirtisi göstermeyecek kadar sakindim. “Ayrıca hiçbir şeyim olmasaydı bile ben yine kadınımı korumasını bilirdim.”
Ellerimi masaya bastırarak öne doğru eğildim. “Kabul etmek istemeseniz de sahip olduklarım sayesinde aileniz hâlâ yaşıyor. 13 Haziran’da gelmeseydim Saka ailesinden şimdiye kimse kalmamış olacaktı.”
Onları bulduğumda ailenin erkekleri zincirli, kadınları ise bir kafesin içindeydi. Carlos’un kazanmasına çok az kalmışken ortaya çıkmıştım. Bunu ona hatırlatmaktan zevk almıyordum ama nefret ettiği gücüm sayesinde büyük bir beladan kurtulduklarını bilmeliydi. Ondan teşekkür veya minnet beklemiyordum hiç olmazsa canımı sıkmayı bırakmalıydı.
Söyleyeceğim hiçbir şey bu inatçı adamın bana karşı olan tutumunu değiştirmeyecekti. Yoğun bir nefretin olduğu gözlerine bakınca bile bunu görebiliyordum. “Sen bir babanın kızı için isteyeceği biri değilsin. Onu sana bırakmayacağım!”
“Sizce ben emekli bir Albayın damadı olmaktan çok mu memnunum?” Bu adamın yaşam tarzı her şeyiyle bana tersti. “Bunu kabullenin veya etmeyin, umurumda değil. Kızınız benim karım ve onu benden almak için hiçbir şey yapamazsınız.” Açıkçası benim hakkımda ne düşündüğüyle ilgilenmiyordum. Kendimi insanların düşüncelerine göre biçimlendirmiyorum.
Bir süre sonra Asım Bey, Fehmi Bey’i görmek için çalışma odasından çıkmıştı. Bige’nin büyükbabasının onunla gideceğini sanmıyordum. Baba ve oğul iyi geçinemiyordu. Bige’nin gitmesi ve Furkan’ı kovmamla Fehmi Bey odasından çıkmaz olmuştu. Yaşlı bir adamın kaprisleriyle ilgilenmeyi sadece Bige biliyordu. Açıkçası büyükbabasının keyfini ne yerine getirir, bilmiyordum. Uğraşacak bir şeyleri olsun diye onun için bir program oluşturmaya çalışacağım.
Asım Bey gittikten sonra akşam yemeğinden önce bir saat daha işlerle meşgul olmuştum. Kendimi işlere o kadar çok kaptırmıştım ki akşam yemeğinin saati geçtiğini bile anlamamıştım. Ta ki çalışma odamın kapısında sesler gelene kadar. “Kalender bil bakalım kim geldi?” Daha kapı açılmadan kapının dışında Tunus’un sesini duymuştum. Bunun evimde ne işi vardı?
Duha kapıyı açarak içeri girdiğinde yanında avukatı ve Levent vardı. Duha beni dosyalara gömülmüş bir halde görünce bir şeyi kanıtlamak ister gibi avukatına beni gösterdi. “Sana Kalender’in karısından şiddet gördüğünü söylediğimde bana inanmıyordun.” Haklı olduğunu avukata kanıtlamaya çalışıyordu. “Gördün mü zavallı adamı ne hâle getirmiş?” Bu it kime zavallı dediğini sanıyordu? Ayrıca ne şiddeti lan!
Evimde bile beni rahat bırakmayan herife öldürecekmiş gibi bakarken sinirden dişlerimi sıkıyordum. “Canım yeteri kadar sıkkın siktir olup git evimden!”
Beni hiç duymuyormuş gibi hâlâ avukata bakan piç, “En yakın düşmanım karısından şiddet görüyor, buna daha fazla seyirci kalamam avukat,” diyerek iyice asabımı bozdu. “Derhal darp raporu al ve o cani kuşu mahkemeye ver. Her gün bu zavallıyı dövdüğü yeter.” Bana bir kez daha zavallı derse buradan sağ çıkacağını garanti edemem.
Levent kıs kıs gülerken kan beynime sıçramıştı. “Ulan sen kimin karısını mahkemeye veriyorsun!” Bir hışımla ayağa kalkıp elimi sertçe masaya vurdum. “Senin o ağzın ne diyor! Bir kadından şiddet görecek adam mıyım!”
Duha başını çevirip kısa bir an koluma baktı. Gitmeden önce Saka’nın vurduğu koluma bakınca kendini tutamayıp güldü. “Öylesin.”
“Senin ceddini sikerim!” Sinirli adımlarla ona doğru yürüdüğümde yaşlı kadınlar gibi abartılı bir ifadeyle dert yakındı. “Bana gelince hep bir sinir, hep bir öfke.” Siyah gözlerinin ardında muzırlık varken yaralı kolumu gösterdi. “Karın seni kurşuna diziyor gıkın bile çıkmıyor. En azından darp raporu aldın mı, onu söyle?”
“Canın mı sıkıldı lan senin, ne diye evime geliyorsun!”
“Nasıl da tanıyor beni.” Gülerek Levent’e bakıp başıyla beni gösterdi. “Beni görünce nasıl da mutlu oldu görüyor musun?”
Levent gülmemek için yanaklarının içini dişlerken başını iki yana salladı. “Abi sanki sinirlendi.”
“Yok oğlum o öyle mutlu oluyor sen bilmezsin.”
Bu beyinden orantısız puştun yapım aşamasına inmek istiyordum. Keşke zamandan geriye gitmek mümkün olsaydı o zaman babasını kısırlaştırarak kendime büyük bir iyilik yapabilirdim! “Bu kadarı yeterli.” Tahammülsüz bir şekilde ona kapıyı gösterdim. “Çık git evimden!”
“Sen beni kovamazsın, Kalender.” Sırıtarak onun otelinde kaldığımda ona söylediğim sözlerle beni vurdu. “Buraya gelerek seni onurlandırıyorum.”
“Verdiğin onuru da al git!”
“Seni yeterince onurlandırmadan mı?”
“Bir daha onur dersen sikerim, Tunus.”
“Zatı-halinizi şereflendirmeye geldim Kalender Beyciğim.” Ben sinirden küplere binerken Levent kahkaha atmıştı.
O istemediği sürece bu yüzsüz herifi gönderemeyeceğimi bildiğim için çatık kaşlarla Levent ve avukata baktım. “Dışarı çıkın!” Piç herif bir de avukatını getirmişti.
Levent ve avukat dışarı çıkınca Duha masamın önündeki koltuğa yayıldı. Kapıya doğru yürüyüp, “İki dakikaya geliyorum sakın odamı karıştırma!” diyerek onu uyardım. Rakip şirketlerde iş yaparken masamdaki evrakları kurcalamasını istemiyordum. Gerçi beni yenmek için böyle küçük hilelere başvuracak biri değildi.
Lavaboya gitmek için çalışma odasından çıktım. Uzun zamandır o koltuğa gömülüp kaldığım için elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmeliydim. Saka’nın odasının önünden geçerken istemsizce durdum. Gideli otuz yedi gün olmuştu ve onu unutmak için bir kez bile odasına girmemiştim. Onu hatırlatacak her şeyden ısrarla kaçarken şimdi adımlarım kendiliğinden durmuş, gözlerim onun kapısında oyalanıyordu.
“Evim sensiz fazla ıssız ve soğuk.” İç çekerek kısık bir sesle mırıldandım. Her zamankinden daha fazla üşüyordum. Oysaki yanımda olması vücudumu olmasa da içimi ısıtıyordu.
Aklımı dağıtacak birileri etrafımda olmayınca Saka’nın yokluğu yine koymaya başlamıştı. Onu daha şimdiden deliler gibi özlemeye başlamıştım. Gideli sadece otuz yedi gün olmuştu. Neden aradan yıllar geçmiş gibi geliyordu? İçeride beni bekleyen bir kadının sıcaklığı olmadığını bilerek kapı koluna uzandım. Odasında olmadığını bile bile kapının kolunu kavramıştım. O yoktu ama belki menekşe kokusu kalmıştır uyuduğu yatakta.
Saçlarının değdiği yastığa belki kokusu sinmiştir. Otuz yedi gün olmuştu, kalmış mıdır kokusu? En çok da kokusunu özledim. Yakından koklamadıkça belli olmayan o menekşe kokusunu özlemiştim. Aslında ben onunla ilgili her şeyi çok özlüyordum. Onun bir parçasını değil, tamamını isterken onu her şeyiyle kaybetmiştim.
Kapısını aralarken bile içimde kontrol edemediğim bir heyecan vardı. Sanki o on iki günde yaptığım gibi yine kapıyı açınca onu odasında, yatağında uyurken bulacaktım. Beni terk etmeye hazırlandığı o günlerde her gece kapıyı açıp burada mı, diye kontrol ederdim. On üçüncü gün kapısını açamadım çünkü o günün gecesinde gitmişti. O günden sonra bu odaya hiç girmemiştim.
Burada olmasını her şeyden çok istediğimi inkâr etmiyordum. Bige’nin gidişinin bir kâbustan ibaret olmasını ve onu burada görerek o kâbustan uyanmak istiyordum. Bana ait bir evde davetsiz bir misafirin çekingenliğiyle onun odasına girdim. Onun olmadığı bir oda hiç olmadığı kadar ıssız, sessiz ve kimsesizdi. Belki de asıl kimsesiz kalan bendim. Odasında ayak sesleri silinmişti, soluduğu nefesler duyulmuyordu ve yatağı boştu. Gerçekten gitmişti.
Göz ucuyla etrafıma şöyle bir baktığımda dikkatimi ilk çeken şey masasının üstündeki dağınıklık olmuştu. Dizüstü bilgisayarı ve resim defteri açık duruyordu. Kapakları açık boya şişeleri, dağılan fırçalar ve bir şeyler çizdiği kâğıtlar öylece duruyordu. Biraz daha yaklaştığımda masanın büyük bir bölümünü kaplayan çerçeveyi gördüm. Eğilip baktığımda gördüğüm muazzam eser karşısında tek kelimeyle büyülenmiştim.
Yaptığı bu çalışma en usta zanaatkarları bile kıskandırabilirdi. Bige bu konuda eşsiz bir yeteneğe sahipti. Bu sıradan bir resim değildi çünkü sadece boya ve mürekkeple yapılmış bir şey değildi. Sert karton kalıbın üzerinde yaptığı bu çalışmanın içinde her şey vardı. Çerçevenin tam ortasında bir ağaç vardı. Ağacın bir yanı farklı şekillenmişken diğer yanı daha da farklıydı. Saka benim hep solumda dururdu ve ağacın sol tarafındaki yaprakların rengi eflatundu.
Sağ taraftaki yapraklar ise siyah rengindeydi. Bir cetvelle ikiye ayırdığı ağaç baktığında bir bütündü ama iki farklı renkle bölünmüştü. Ağacın gövdesini ve dallarını boya kalemleriyle çizmiş ve boyamıştı. Gitmeden bir gün önce masasında duran boya kalemleri ve toprağı hatırlayınca benim verdiğim boya ve topraklarla bunu yaptığını anladım. Düz çizgiler için boya kalemleri kullanmıştı ama canlılık katmak için boyadığı toprağı kullanmıştı.
Ağacın ondan tarafındaki kısım için eflatuna boyadığı toprağı kullanmıştı. Çizdiği içi boş yapraklara tutkal dökmüş ve içlerini eflatun toprakla doldurmuştu. Bunu yaparken tek bir yaprağı bile taşırmamıştı. Sprey boyayla boyadığı toprağı önce bir elekten geçirip öyle kullandığı çok belli oluyordu. Kendi tarafındaki yapraklar göz alıcı bir güzellikte eflatundu. Benim tarafımdaki yapraklar ise simsiyahtı.
Ağacın altında biz vardık. Her ikimizde kendi bölgemizde durarak sırtımızı ağaca yaslıyorduk. Beni o kadar gerçekçi çizmişti ki kara kalemle yaptığı bu çalışma en küçük detayı içinde barındırıyordu. Siyah takım elbisem üzerimdeydi ve elimi cebime koyduğum için ceketin önü açılıyordu. Taktığım kravat iğnesini hatta kol düğmelerine kadar her şeyi ustaca çizmişti.
Sırtım ağaca yaslıydı ve bir bacağım önde dururken diğeri dizimde bükülerek hafifçe arkadaydı. Başımı ayaklarıma doğru biraz eğmiş, matemli bir şekilde boşluğa bakıyordum. Yüz ifademe kattığı çizgilerle bunu çok güzel yansıtmıştı. Kendisi ise rengârenkti. Beni kara kalemle çizerken kendine çok fazla renk katmıştı.
Tıpkı benim gibi o da sırtını ağaca yaslıyordu ve eli ağacın gövdesinden bana doğru uzanıyordu fakat ben elim onun elini tutmak için uzatmamıştım. Benim elim cebimdeydi. Bu detayı öylesine koymuş olamazdı, bir şeyler anlatmak istediğine emindim. Belki de uzattığı eli tutmadığıma dair bir sitemdi bu. Peki, bana hiç elini uzatmış mıydı?
Onun tarafından rüzgâr esiyormuş gibi kahverengi saçları yüzüne doğru hafifçe dalgalanmıştı. Ağaca yaslandığımız için ikimizin de yan profilini çizdiği için yüzünün sadece bir kısmını görebiliyordum. Dudaklarında eksik etmediği kırmızı ruju burada da vardı. Üzerindeki eflatun elbise ise zehirlendiği gece benim ona gönderdiğim o sikik elbiseydi! O elbiseyi bir türlü aşamıyorduk.
Ona aldığım elbise olduğunu elbisenin detaylarından anlıyordum. Elbisenin etekleri uçuşurken Bige’nin başı yukarıya bakıyordu. Beni başı önde çizmişken o, kafasını kaldırmış ve üzerine düşen eflatun yapraklara hüzünlü gözlerle bakıyordu. Evet, kar yağdırır gibi birkaç kopuk yaprak üzerine düşüyordu.
Benim tarafımdaki tek renk siyahken o, benden aldığı eflatun rengiyle kendi tarafını bir cennete dönüştürmüştü. Sadece eflatun değil farklı renklerde kullanmıştı. Saçına taktığı siyah kurdeleli toka, mavi gökyüzü, kızıl ve sarı karışımı güneş, yeşil çimler ve rengarenk çiçekler bir tek onun tarafında vardı. Çerçevelettiği tablonun bir kısmı rengarenkti ama diğer kısmı soluk ve fazla kasvetliydi. Kasvetli olan taraf benim olduğum kısımdı.
Bir zamanlar on üç gün boyunca benden aldığı on üç boya kalemi ve bir avuç toprakla böylesine bir eser yapmasını beklemiyordum. Geçmişinde uzun vadeli körlük yaşamasına rağmen resim ve tasarım konusunda Bige’nin doğuştan bir kabiliyeti vardı. Tablonun köşesine bu resmi yaptığı tarihi eklemiş ve bu çalışmanın kime ait olduğunu göstermek istercesine Bige Efil Saka yazmıştı.
Kaşlarımı çatarak masadaki siyah kaleme uzandım ve adının yanına Kalender yazdım. Benim el yazım daha keskin çizgilere sahip olduğu için yazdığım şeyin sonradan oraya yazıldığı çok belli oluyordu. Onun el yazısı daha yumuşak ve yuvarlak çizgilerden oluşuyordu. Bu yüzden iki yazı arasındaki fark bariz bir şekilde belli ediyordu.
Çerçevenin hemen yanında duran küçük zarfı görünce elime alıp içindeki mektubu çıkardım. Onun mürekkebinden dökülen satırları okudukça portre daha çok anlam kazanıyordu.
Merhaba Sanrı.
Seninle yüz yüze konuşmak her zaman fazla zor olduğu için bir mektupla veda etmeliydim. Üzgünüm ama evet, bir zamanlar Rengin’in yaptığı gibi bende bir mektupla aramızdaki şeyi sonlandırıyorum.
Denedim biliyor musun, ikimize aynı renklerle hayat vermeyi denedim ama benim renklerim kaldıramadı sendeki siyahı. Sen fazla siyahtın bense gereksiz renklerle kuşatılmış biriydim. Senin dünyana adım attıkça duvarlarından birine çarptım, düştüm ve kırıldı cesaretim. Sana ulaşmaya çalıştıkça bendeki renklerden biri solmaya başladı. Bunu sen yapıyordun, sen ve senin karanlığın solduruyordu canlılığımı.
Ölüyordum, sen öldürüyordun hem de birçok kez.
Şu sözünü hiç unutmuyorum daha doğrusu unutamıyorum. “İki yanlış bir doğruyu götürür.” O gün bana üç soru sordun ve ikisi sana yanlış geldiği için önemli olan tek doğruyu götürdü.
Neden birazda senin yanlışlarını konuşmuyoruz? Bakalım kaç doğruyu götürecek?
Sen karına metres demiş bir adamsın.
Sen karına eflatun bir elbise göndererek onun acı çekmesine göz yuman bir adamsın.
Sen kendi karını intihara zorlayan bir adamsın.
Şimdi sen söyle üç yanlış kaç doğruyu götürdü? Veya hangimizin yanlışları bir diğerine göre daha aşağılayıcı, daha travmatik ve daha ölümcül?
Sen Karun Kalender kimseyi sevemezsin. Kimseyi yaşatamazsın ve kimseyi uzun soluklu yanında tutamazsın. Sen yalnızlıkla lânetlenmiş bir adamsın ve ben, daha fazla senin lânetinin bir parçası olmayacağım.
Senden aldıklarımla senin için hazırladığım portreye iyi bak. Senin tarafın tamamen soluk, cansız ve yaslı çünkü sana biraz ben lazımdım.
Bense hemen arkandayım, elimi uzatmışım tutmuyorsun. Uzattığım eli görmüyor, beni duymuyor, dinlemiyor ve bana güvenmiyorsun. Yeni yeni fark ediyorum ki sorun bende değil, hep sendeydi. Sen henüz bir kadına teslim olmaya hazır değilsin. O yüzden gidiyorum hayatından çünkü bana ait değilsin.
Sana hoşça kal demek isterdim ama hoş bir şekilde olmadı bu ayrılık.
O yüzden veda sözcüğüm senin başından beri olduğun ve olmak için ısrar ettiğin bir şeyle ilgili olmalı.
Yalnız kal, sonsuza dek hem de.
Her bir satırı, her bir kelimesi ve her harfi içime işleyen mektubun sonuna gelmiştim. Bu kâğıt parçası benliğimi paramparça edip beni olmadığım bir adama dönüştürmüştü. Bu mektup parkta yapılan bir yürüyüş, taze bir esinti veya içine çektiğin güzel bir koku değildi. Bu mektup karanlık ruhların hilelerine sahip bir kadının kaleminden dökülen zehriydi. Her kelimesi öyle bir içime işledi ki panzehri bulmak ne mümkündü. Panzehir oydu ve o gitmişti. Hoşça kal yerine yalnız kal diyerek gitmişti.
Mektubunu katlayıp gömleğimin ön cebine koydum. Canımı yakan bir mektubu kalbimin tam üstünde saklamıştım. Derin bir iç çekişle başımı çevirdim. Masanın kenarında gördüğüm pırlanta yüzüğü ve alyansıyla donup kalmıştım. Bu kadarını yapmış olamazsın. “Yapmadım de.” Bige alyansını çıkartarak gitmişti. Karım olmayı bıraktığında alyansını çıkartacağını söylemişti ve giderken parmağındaki yüzüğü çıkarmıştı. Bunun anlamı artık karım değildi.
Yüzükleri masada görünce vücudum öyle bir titremişti ki terk edilmek iliklerime kadar işlemişti. Sanki otuz yedi gün önce değil, tam şu anda, onun yüzüğünü masanın üstünde gördüğüm anda beni terk etmişti. Kulaklarımda gidişinin bıraktığı rahatsız edici uğultu varken masaya tutunup güçlükle sandalyeye oturdum. Yüzüklere baktıkça iri vücudumdaki tüm güç çekiliyor, kendimi hiç hissetmediğim kadar zayıf hissediyordum.
“Nasıl yaparsın? Ulan hiç mi vicdanın yok!” Serhat’ın yüzüğünü bile parmağında daha uzun taşımıştı. Evli olduğunu gizleyip onu metresi yapmaya çalışan bir adamın yüzüğünü bile bu kadar erken çıkarmamıştı.
Serhat’ın yüzüğünü çıkarmayı istememişti ama bilinci kapalıyken onu parmağından ben çıkarmıştım. Uyanık olsa buna asla izin vermeyeceğini bildiğim için o kendinde değilken bunu yapmıştım. Kanayan elinden yüzüğü ben çıkarmıştım. Ben onun kanayan elinden başka bir adamın yüzüğünü çıkartırken tek düşündüğüm şey elindeki yaraydı. O benim yüzüğümü parmağından çıkartırken tek düşündüğü şey benden açacağı yaraydı.
Elim parmağımdaki yüzüğe gitti ve bende onun yüzüğünü çıkarmak istedim. İçinde adı yazan yüzüğü çıkarmayı her şeyden çok istedim ama yapamadım. Sanki bu yüzüğü çıkarttığım an aramızdaki her şey gerçek anlamda bitecekti. Böyle hissettiğim için çok istesem de içinde onun adının yazdığı bir yüzüğü çıkartamamıştım. Bu yüzüğü onun kocası olmadığımda çıkaracağımı söylemiştim. Bu yüzden çıkartamıyorum çünkü kendimi hâlâ onun kocası olarak görüyordum.
Yüzükleri alıp cebime koyduktan sonra ayağa kalktım. Omuzlarım çökmüş bir hâlde onun odasından çıkmıştım. Çalışma odasına girdiğimde Duha’nın yine rahat durmadığını gördüm. Masanın üstünde duran her şeyi kaldırmış ve masanın üstünü içki şişeleri ve çerezlerle doldurmuştu. Ben Bige’nin odasında oyalanırken o da boş durmamıştı.
Duha başını çevirip kısa bir an bana baktı. Şimdi o kadar da vurdumduymaz ve alaycı görünmüyordu. “İçelim mi?” diye sordu keyifsiz bir sesle. “Birlikte?”
Bir derdi olduğu çok belli olduğu için başımı salladım. “İçelim.” Derdi olan sadece o değildi.
***
Saat ilerledikçe daha fazla içmeye başlamıştık. Kadehler birbiri ardına boşalıyor ve yeniden doluyordu. Bazen iş bazense gidenleri konuşup duruyorduk ama çoğunlukla gidenleri konuşuyorduk. “Kadem’in beni bırakıp öylece gittiğine inanamıyorum.” Tunus bu gerçeği bir türlü kabul edemiyordu. Bige gider gitmez ertesi gün Kadem’de ilk uçakla onun peşinden gitmişti.
Kadem Fransa’daydı ama şu zamana kadar bir kez bile Bige’nin karşısına çıkmamıştı. Adamlarımın zaten Bige’yi koruduğundan habersiz onu uzaktan izliyor, istediği yalnız hayatı ona sunuyor ve güvende olduğundan emin oluyordu. Duha baygın gözlerle bana bakarken soğukça gülmeye başladı. “Doktorlardan nefret ediyorum.” İki parmağıyla tuttuğu kadehi dudaklarına güçlükle yaklaştıracak kadar sarhoştu. “Nasıl birine öleceğini söylerler!”
“Neyden bahsediyorsun?” Kafam bir milyon olmuşken ne demek istediğini anlayamıyordum.
“Biliyor musun ben yirmi üç yıldır doğduğum yere, yani Isparta’ya hiç gitmedim.” Bir konudan diğerine geçiş yapmakta üstüne yoktu. En son doktorlar ve ölümden bahsederken şimdi bu nereden çıkmıştı?
“Ispartalı mısın?”
“Oğlum ben niye gül seviyorum sanıyorsun?”
“Güllerden nefret ediyorum diye, değil miydi?” diye sorduğumda başını koltuğun arkasına doğru atıp gülmeye başladı. “O da var tabii.”
Kayıtlarda doğum yerini İstanbul yaptığına göre Isparta’da pek güzel anıları yoktu. “Güller şehrinde tam olarak ne oldu?”
Dudakları düz bir çizgide buluşurken gözlerinde derin bir ıstırap yer edindi. “Babam annemi gözlerimin önünde öldürdü.” Nedense bu duyduklarıma hiç şaşırmamıştım. Şu zamana kadar ailesinden bir kez bile bahsetmediği için altından böyle bir şey çıkacağını bekliyordum. İnsan canını yakan şeylerden kaçardı.
Tunus sırtını koltuktan ayırıp öne doğru uzandı. İçki şişesini eline alırken başı hafifçe yere doğru eğilmişti. “Babam maden ocağında çalışan bir işçiydi. Yerin yedi kat altında kömür çıkaran o insanlardan sadece biriydi.” Kadehini içkiyle doldururken, “Sen hiç o tünellere indin mi?” diye sordu. Büyük bir zenginliğin içine doğduğum için hayır.
“Babamı severdim.” Duha ona duyduğu özlemle başını yavaşça salladı. “Çok ısrar ettiğim için nadiren de olsa beni yanında götürürdü. Tünellerde ışık yok, yaşam veya bitkiler yok. Orada olan tek şey tavandaki ampullerin dağıtamadığı karanlık, ciğerlerini bitirecek zehirli bir hava ve her an küçük bir göçükle sonlanacak olan hayatlar. İnsanlar iki kuruş için orada çalışıyor çünkü başka çareleri yok.” Bu benim hiçbir zaman anlayamayacağım bir şeydi ne demek istediğini yaşamayan biri anlayamazdı.
Doldurduğu kadehiyle tekrar koltuğa yaslandığında gözleri yerdeki halıda dalgınca oyalanıyordu. “Babam eve geldiğinde üstü başı hep siyah bir kirle kaplı olurdu. Kapıyı ona ben açardım ama çoğu zaman bana sarılmak istemezdi çünkü bunu yaparsa üzerindeki kömür kiri bana da geçer diye endişelenirdi. Annemin homurtusunu duymak istemediği için oğluna sarılmak için önce banyo yapmalıydı.”
Duha derin derin nefesler aldığında kaburgalarının arasındaki kalbi sıkışmış gibi yüzü acıyla kasılmıştı. “Babam ne kadar yıkanırsa yıkansın üzerine sinen kömür kokusu gitmez, avuçlarındaki çizgileri boyayan kömür karası çıkmazdı. Ben ondaki her şeyi severdim ama annem iğrenirdi.” Bazı kadınlar sahip olduklarıyla yetinmeyi bilmezdi, bazı kadınlar ise sahip olduklarına tapardı. Öyle bir tapardı ki dini imanı gösteriş ve para olurdu. Böyle kadınlar annelik vasfından yoksundu.
Duha’nın gözleri hâlâ halıda oyalanırken içkinin verdiği rehavetle başını eğdi. “Babam yerin altında çalışarak annemin para hırsını tatmin etmeye çalışırken, annem başka adamların altında kendini tatmin ediyordu,” dediğinde istemsizce kaşlarımı çattım. Bu gece için duymayı beklediğim son şey bile bu değildi.
“Şimdi anlıyorum ama o yıllarda anlamıyordum. Yedi yaşında olduğum için eve gelip giden erkeklerin amacını bilmiyordum.” Kirpiklerini araladığında puslu bakan gözlerini bana dikmişti. “Ne annemin beni odaya kilitlemesini anlıyordum ne de kapının dışında duyduğum sesleri.” Sikeyim, boktan bir durumdu!
“Bir gün kaçınılmaz olan yaşandı ve babam onları yakaladı.” Dişlerini sıkarken kaşlarını belli belirsiz çatmıştı. “Annemi defalarca bıçaklayıp öldürmek zorunda mıydı? Onu boşasaydı olmuyor muydu?” Normal şartlarda bana asla anlatmayacağı şeyleri içkinin tesiriyle çok kolay anlatıyordu. “Annemin yaptığı şeyler kabul edilemezdi evet, bende bunu biliyorum ama annemdi işte. Ondan başka annem yoktu ki biri ölünce diğerine gideyim.”
“Babam da öyle,” dedikten sonra kadehi masaya bırakıp yüzünü ovuşturdu. “Annemi öldürdükten hemen sonra kendini asmak zorunda mıydı? Salonda ölü bir anne, yatak odasında kendini asan bir babanın görüntüsü çıkmıyor aklımdan. Her yıl Eylül’ün yedisinde bunu yaşamak zorunda mıyım lan ben!” Gerginlik içinde donup kalmıştım. Bugün Eylül’ün yedisiydi.
Bugün Duha’nın anne ve babasının öldüğü gündü. Bu yüzden çıkıp bana gelmişti çünkü konuşacak kimsesi kalmamıştı. Kadem olmadığı için bana gelmişti. Açıkçası en az kadınları anlamadığım kadar insanları teselli etmekten de anlamazdım. Sonuçta her gün birileri gelip bana içini dökmüyordu. Duha’nın yaşadıkları karşısında ne demem gerektiğini bilmiyordum. Böylesine berbat bir durum karşısında ne diyebilirim ki?
Bir şeyler söylemem için bana bakınca, “Eğer geçmişi değiştiremiyorsan siktir et gitsin,” dedim huzursuz bir sesle. “Anne ve babalarımızın yaptıklarından biz sorumlu değiliz.” Kaygısızca omuz silktim. “Onlar sadece bizi dünyaya getiriyor, hepsi bu. Ne emziriyorlar ne de gece üstümüzü örtüyorlar.”
“Benim annem beni emzirdi lan.”
“Çünkü yoksuldu ama zengin olsaydı dayardı mamayı.”
Gülmeye başladı. “Annen sana böyle mi yaptı?” Bende güldüm. “Hayır, buna bile tenezzül etmezdi bunun için dadılar vardı.”
Ortada komik bir şey yoktu ama ikimizde bazı şeyleri aşamadığımız için gülmeye başlamıştık. Onu teselli edecek şeylerde kötüydüm ama gülmeye başladığına göre en azından kafası dağılmıştı. Aklı artık geçmişinde değildi. Bu it herifi neden umursadığımı bile bilmiyordum. Çok fazla içmiş olmalıydım.
Meraklı bir ifadeyle öne eğilip geçmişimi kurcalamaya başladı. “Ailen nasıl insanlar?” diye sorunca yüzümü buruşturdum. “Herkes gibi.” Belki biraz daha kötü.
Annem bir davetten diğerine koşan, saçma sapan derneklere üye olan ve evde sık sık kokteyl partileri düzenleyen sonradan görme bir kadındı. Alt sınıftan gelen, zenginlik hırsları olan ve hedeflerine babam vasıtasıyla ulaşan bir kadındı. Babam ise iş ve metreslerinden başka hiçbir şey düşünmeyen rezil herifin tekiydi. O evde güzel olan tek şey ablam Defne, kendisini amcam sanan Gurur ve kardeşlerimdi.
Biri dışında hepimiz o aileyi geride bırakmıştık ama Defne bunu yapamamıştı çünkü o, onların kurbanı olmuştu. Duha başını omzuna doğru eğdiğinde gözlerini güçlükle açık tutuyordu. “Sarhoşken bile fazla ketumsun. Anlat işte.”
“Onlar ablamı öldürdü.” Bir anda söylediğim şeyle Duha irkilerek oturuşunu dikleştirdi. “Onlardan kastın annen ve baban mı?”
Başımı ağır ağır salladım. “Bizzat olmasa da ölmesine göz yumdular.” Aradan yirmi yıl geçmesine rağmen bunu bir türlü aşamıyordum.
Defne benim kanadıkça kanayan derin bir yaramdı. Babamın yakın arkadaşlarından birinin tecavüzüne uğrayan, henüz çocuk olmasına rağmen bir çocuk doğuran küçük bir kızdı. En çok canımı yakan şeyse hiç birimizin bunu anlamamış olmasıydı. Evimize girip çıkan bir soysuzun ona yaptıklarını hiç anlamamıştık. Defne cinsel istismarın en beterini yaşadığında hamile kalmıştı.
Defne’nin hamile olduğu ortaya çıkınca babam buna sebep olan kansızı öldürmüştü. Gözünü bile kırpmadan arkadaşını öldürmüştü ama Defne’yi de yaşatmamıştı. Sanki olanlarda Defne’nin de suçu varmış gibi onu ölüme terk etmişti. Hamileliği boyunca onu bir eve kapatmış, doğumu yaptırması için bir doktor bile çağırmamış ve doğumdan hemen sonra kan kaybederek ölmesine izin vermişti.
Annem ise babamın yaptıklarına göz yummuş ve kızını kurtarmak için hiç sesini çıkarmamıştı. O dönem buna ses çıkaran, bir şeyler yapmaya çalışan sadece Gurur, Çağıl ve bendim. Yedi ve on yaş arası üç çocuğu farklı ceza taktikleriyle susturmak babam için hiç zor değildi. Babaannem ve dedem Gurur’a ilerleyen yaşlarda sahip oldukları için birkaç yıl arayla ölmüşlerdi. Gurur altı yaşlarında yetim kalmıştı.
Babam küçük kardeşini yanına aldığında böylece Gurur için acı ve elem dolu günler başlamıştı. Babama en çok sorun çıkartan Gurur ile ikimizdik. İkimizde ele avuca sığmayan asi ve hırçın çocuklardık. Babamın ceza yöntemleri insanlık dışı olduğu için bu cezalara sık sık maruz kalıyorduk. Defne’ye olanlardan sonra da bu cezaların boyutu daha da büyümüştü. Hayatımın kalanını etkileyecek soğuk bir cezaydı payıma düşen.
Bebeği kurtardı diye Gurur’un cezası da hafife alınacak türden değildi. Babam şimdilerde Gurur ve benden çok korkuyordu çünkü geçmişte yaptıklarıyla kendisine iki düşman yaratan oydu. Şimdi dönüştüğümüz acımasız adamlar, geçmişte babamdan gördüklerimizin eseriydi.
Telefonuma gelen mesajla kadehi masanın üzerine bıraktım. Alkol beni o kadar çok uyuşturmuştu ki telefonu cebimden çıkartırken bile zorlanmıştım. Mesaj Fransa’da Bige’yi takip eden adamlarımdan birinden gelmişti. Bugünün kısa özeti olarak Bige’nin fotoğraflarını atmıştı. İlk fotoğraf Bige’nin hasır şapkası ve beyaz elbisesiyle Fransa sokaklarında çekilen bir fotoğrafıydı.
Elinde bir harita tutuyordu ve yaşlı bir adamla haritanın üzerine eğilmişti. Gideceği yerin adresini soruyor olmalıydı. İkinci fotoğrafında kafasındaki şapkası yoktu ama üzerinde aynı beyaz yazlık elbisesi vardı. Durduğu yeri biliyordum. Notre Dame Katedrali’ndeydi. Kemerli payandalar arasında duruyor ve elinde fotoğraf makinesini tutarak gülümsüyordu.
Burnu düzelmişti ve saçları çok olmasa da biraz kısalmıştı. Üzerinde ince, uçuş uçuş beyaz bir elbise vardı. Elbisenin ince kumaşına Katedrali’n neon ışıkları vurunca içine giydiği beyaz iç çamaşırı belli oluyordu. Eski cüretkâr tarzına geri döndüğünü gösteren bir elbiseydi. Kaşlarım çatılmıştı. Elbisesi içini gösterecek kadar inceydi. Elindeki fotoğraf makinesiyle orada duruyor, başını kaldırıp tavana bakıyor ve dünyanın sekizinci harikasıymış gibi gülümsüyordu.
Dün Eyfel Kulesini ziyaret eden kadın bugün Notre Dame Katedrali’ndeydi. Her gününü Fransa’nın farklı bir yerini ziyaret ederek geçiriyordu. Yaptırdığı estetik ameliyat ve almaya devam ettiği psikolojik tedaviler işe yarıyor olmalı ki aradan geçen her günle gülüşü biraz daha içten oluyordu. İşte bu yüzden çok istememe rağmen onun peşinden gitmiyordum çünkü tek başına çıktığı bu seyahatte kimseye ihtiyacı yoktu.
Bige’nin istediği tek şey yalnız kalmaktı ama benim değil. Bu ayrılık birimize iyi gelirken diğerini içten içe kahrediyordu. Bana azap olan bir şey onu mutlu ettiği için kendimi tutuyor ve tatilini varlığımla zehretmiyordum. Saka’nın benim ekvatorumdan çıkıp çok uzaklara uçmaya ihtiyacı vardı. Bunu kabul etmek ne denli bir işkenceydi, tahmin bile edemezdi. Karım benim olmadığım bir yerde mutluydu ama ben değildim. Onun olmadığı bir yerde mutlu değildim.
İçkinin verdiği rahatlıkla yüreğimi yakanları orada tutamadım. “Nasıl mutlu olabiliyor?” diye sordum Duha’ya bakarak. “Ben burada gittiği günleri, saatleri hatta dakikaları bile sayarken o, nasıl bensiz mutlu olabiliyor?” Sarhoş olduğum için çektiğim acıyı gizlemeyen bir sesle, “Nasıl beni özlemez?” dedim.
“İçim yanıyor lan! Çalan her telefona o arıyor diye aceleyle bakıyorum ama hiç aramıyor.” Küfreder gibi konuşup çenemi biraz daha sıktım. “Gelen mesaj ondan mı, diye yüreğim ağzımda bakıyorum ama hiç mesaj atmıyor!” Telefonu masaya atıp parmaklarımı sinirle saçlarımdan geçirdim. “Niye aramıyor bu kadın beni? Niye aramıyor, niye sormuyor, niye özlemiyor beni?” Sonlara doğru sesim kısılırken, “Hiç mi özlemiyor?” dedim fısıltıyla.
Duha kaskatı kesilerek bana bakarken kahrolmuş bir halde başımı salladım. “Bir selamına bile hasret kalacak kadar çok özledim.”
Duydukları karşısında Duha şaşırmıştı hatta büyük bir bozguna uğramıştı. Hiç ihtimalini vermediği bir durumla karşılaşmış gibi tek kelime etmeden bana bakıyordu. Yüzü biraz solmuştu, tıpkı dudakları gibi gözleri de hafifçe açılmıştı. Vücudunun yönü karşısındaki boş koltuğa bakıyordu fakat o, başını çevirmiş garip bir dehşet ifadesiyle omzunun üzerinden bana bakıyordu. “Karun,” dediğinde bir gerçeği ikimize de kabul ettirmek ister gibi sesi kısıktı. “Seviyorsun sen bu kızı.”
Ani ve fevri bir hareketle dudaklarımı araladım ama hayır kelimesi dökülmedi dudaklarımdan. İnkârımın tek kelimelik kısa sözcüğü dilime dolanınca bunu yapamadım. Kaburgalarımı kırıp geçen, kalbime en sarsıcı darbeyi vuran bir yumruğun şiddetiyle nefesim kesilmişti. Duha’nın söyledikleriyle korkuyu her uzvumdan hissetmeye başlamıştım. Sevgi muhtaçlıktı, sevgi zayıflık ve seni birisine köle yapacak en acımasız duygulardan biriydi.
Herkesin korktuğu gücün ve kudretin sevdiğin kişiye işlemezdi çünkü onun tek bir sözüyle yerle yeksan olurdun. Bu benim başıma gelmiş olamazdı. Bu uğursuz duygunun pençesinde kıvranıyor olamazdım. Bu yüzden mi yokluğu bana azap veriyordu? Benden cevap bekleyen Tunus’un gözlerine içli bir ifadeyle bakıp, “Onu sevmek istemiyorum,” dedim yorgunluktan bitap düşmüş bir sesle.
Keyfi yerine gelmiş gibi gülmeye başladı. “Ama seviyorsun.”
“Bilmiyorum lan!” Fevri çıkışım onu daha da keyiflendirdiği için bir hışımla ayağa kalkıp pencereye yürüdüm. “Bilmekte istemiyorum çünkü o kadın kusursuz bir kaos! Benden daha deli, benden daha asi ve daha gözü kara!” Fazla içmekten başım döndüğünde düşmeden pencereye ulaşmıştım. “Açığımı yakaladığı an oradan saldırır çünkü bana kini var. O bile bunun farkında değil ama bana düşmanlık besliyor!”
İçeriye temiz hava girsin diye pencereyi açarak yönümü Duha’ya çevirdim. “Hayatıma çok fazla kadın girip çıktı ama hiçbirinin tesiri bu kadar büyük değildi.” Sırtımı pencere pervazına yaslayıp serin havayı içime çektim. Beni ısıtan alkol müydü yoksa içime çekemediğim nefesler mi, bilmiyorum ama terliyordum.
“Onu düşünmediğim tek bir anım olmuyor!” dediğimde kaşlarım çatık, kızgın sesim küfreder gibiydi. “Nerede, ne yapıyor ve kiminle görüşüyor hepsini bilmek istiyorum ama bildiklerim bile bana yetmiyor. Onunla ilgili her şeyin daha fazlasını istiyorum.”
Yüzümü sertçe ovuşturup ellerimi şakaklarıma bastırdım. Sızlayan başıma masaj yaparken ağrıyan tek şey başım değildi. “En acısı da çıktığı seyahatte birini bulacak diye ödüm kopuyor!” Bu kadarını da yapmazdı, değil mi?
Ellerimi kafamdan çekip başımı kaldırdım ve seğiren bir yüzle gözlerimi Tunus’un siyahlarına diktim. “Bu olursa neler yapacağımı kestiremiyorum. Siktir lan ben hiç iyi değilim!” Onun başka bir erkeği sevme ihtimaline bile katlanamıyordum.
Ondan bahsedince bile kalbimi sıkan bir el beliriyordu. “O gitti, Tunus,” dedim ne yapacağımı bilmez bir halde. “Gitmemesi için her şeyi yapmama rağmen gitti.”
“Hep gitmiyorlar mı?” dediğinde bana olan bakışları benden daha kederliydi. “Sonu diğerlerinden farklı olmadı. Belki de tek farkı hayatında en kısa kalan kadın olmasıydı.” Haklıydı. Oysaki en uzun onu hayatımda tutmak istemiştim.
“Peşinden gitmeyeceğim.” Kendi kafesimin kapılarını onun için açmıştım. Artık benden uzakta istediği her yere uçabilirdi.
Tunus sırıtarak başını iki yana salladı. “Uzun süre dayanacağını sanmıyorum ama bakalım kaç gün onsuz durabileceksin.” Bu sefer farklıydı çünkü bu sefer bizden olmayacağını anlamıştım.
Duha içkiyle mayışan vücudunu güçlükle koltuktan ayırıp ayağa kalktı. “Geç oldu artık bana müsaade.”
Yarın şirkette çok işim olduğu için onu onayladım. Çalışma odasında çıkıp merdivene geldiğimizde ikimizde trabzanlara tutunarak iniyorduk. Ayakta duracak halimiz yoktu. “Eğer onu istiyorsan gurur yapmak yerine peşinden git,” dediğinde doğru düzgün bastığı yeri bile görmüyordu. “Kadınlar ilgiyi sever, gereksiz gururu değil.”
“Bunun gururla ilgisi yok zaten şu zamana kadar gururun iyisiyle de karşılaşmadım.”
Duha önce ne demek istediğimi anlamadı ama daha sonra yüksek sesle gülmeye başladı. “Sen amcan olan Gurur’dan bahsediyorsun.”
“O it benim amcam değil.”
Merdiveni indiğimizde başını çevirip omzunun üzerinden bana baktı. “Gurur döndü diyorlar ama sence de ortalık fazla sessiz değil mi?” Bu konuda şaşkın olduğunu saklamıyordu. “Gurur’un lakabı bile deli, yani rahat durmak o herifin kanında yok. Şimdiye kadar çoktan birilerinin damarına basması gerekmiyor muydu?”
Beni de endişelendiren tam olarak buydu, Gurur uzun süre sessiz kalacak biri değildi. Deli Gurur’un döndüğünü İstanbul’daki tüm bölge liderlerine gösterecek biriydi. Bunu yapmaması benim için daha iyiydi ama sessizliği beni endişelendiriyordu. Bu suskunluğu canımı sıkacak çok büyük bir şeylerin habercisiydi. Bir şeyler planlıyor olabilirdi.
“Yakında çıkar kokusu,” diyerek dışarı çıktım. “Şimdilik suskunluğunu koruyor.” Telefonunu Defne’nin kızı açtığı günden beri bir daha onu aramamıştım.
Duha’nın gözleri öç almak isteyen bir yılanın sinsiliğiyle bana bakmaya başladı. “En çok dikkat etmesi gereken sensin,” dediğinde sesinde gereksiz bir neşe vardı. “Onu sürgün ettiğin için sana daha fazla kızgın.”
Birlikte onun arabasına yürürken keyifsiz bir şekilde güldüm. “Bence sen daha çok dikkat et çünkü oylamada senin oyun onun infaz edilmesinden yanaydı.”
Kolumu tutarak beni durdurduğunda şimdi kaşları hafif çatıktı. “Bunu ona söylemedin, değil mi?” Gurur hakkındaki ölüm kalım oylamasına sadece bölge liderleri katılmıştı. Yani kimin ne oy verdiğini sadece o masadakiler biliyordu.
“Ben söylemedim ama bahsi geçen kişi Gurur, kimin ne oy verdiğini elbet öğrenir.” Tabii şimdiye kadar çoktan öğrenmemişse.
Aklına ne geldiyse Duha bir anda gülmeye başladı. “O zaman bize iki mezar ayarla çünkü sende fazla yaşamazsın.”
“Neden?”
“Oyunu amcanın ölümünden yana kullandığın için olabilir mi?”
“Siktir lan, bu kadar şerefsiz olamam.”
“Oğlum eşitlik vardı ve son oy senindi.”
Hatırladıklarımla kısık bir sesle küfredip yüzümü buruşturdum. “Nereye gömülmek istediğini bana mesaj olarak at mezarlarımızı ayarlayacağım,” diye homurdandığımda kahkaha attı.
Gurur’un ölüm kararı benim oyumla kesinleşmiş olabilirdi ama onu kurtaran da bendim. Duha’yı bizim çocuklardan biriyle eve gönderdikten sonra içeri girdim. Bu hâldeyken merdiveni tekrar çıkmak işkence gibi bir şeydi. Güç bela çatı katındaki odama gelince yalnızlık iliklerime kadar işlemişti. Bu odada onunla sevişmiş, bu odada onunla gerçek anlamda evli bir çift olmuştuk. Şimdilerde onun anıları olan bir odanın içinde boğuluyordum. Her şeyi berbat etmiştim.
Ceketimi çıkartıp rastgele odanın içine fırlattıktan sonra boynumdaki kravatı gevşettim. Yanan şöminenin önündeki koltuğa sarhoş vücudumu gürültüyle bırakmıştım. Cebimdeki telefonu çıkartıp rehbere girdim. Saka yazan ismin üzerinde gözlerim oyalandı. İçimde onu aramak isteyen delici bir his vardı. Uyudu mu acaba? Çoktan uyumuştur çünkü saat gecenin üçüydü.
WhatsApp’a girdiğimde üç dakika önce çevrimiçi olduğunu görünce kaşlarımı çattım. Bu saatte kiminle yazışmıştı? Orada ne halt yiyordu bu kadın? Peşine taktığım adamlar bana yalnız olduğunu söylemişti peki, gerçekten öyle miydi? Sikerim böyle işi şimdi bir de bunu düşünüp çıldıracaktım!
WhatsApp’tan çıkmak üzereyken Bige çevrimiçi oldu. Üç dakika önce çevrimiçiyken şimdi neden tekrar WhatsApp’a girdi? Birinden mesaj mı gelmişti? Telefon görüşmelerini bile takip ettirdiğim için arayıp bu gecenin belgelerini adamlarımdan istemeyi düşündüm. Evet, bunu düşündüm ama yapmaktan vazgeçtim. Bu hâle gelmemizin en büyük sebebi ona olan güvensizliğim değil miydi?
Eğer o gün kendini bana açıklamaya çalıştığında onu dinleseydim bütün bunlar olmayacaktı. Onu geri kazanmak istiyorsam karıma güvenmeyi öğrenmeliydim. Bunu yapmanın bir yolunu bulmalıydım. WhatsApp’tan çıkıp bu iş için görevlendirdiğim ekibin başındaki çocuğu aradım. Onu uyandırana kadar aramaya devam etmiştim. “Efendim Karun Bey?” diyen uykulu sesini duyunca, “Karımın telefonlarını takip etmeyi bırakıyorsunuz,” dedim kararlı bir sesle.
“Bundan sonra telefon görüşmeleri dinlenmeyecek ve mesajları takip edilmeyecek.” Karşı taraftaki adam beni onaylayınca telefonu kapatmıştım. Ona güvenmeyi öğreneceğim. Bunu yapmam gerektiğini zor yollarla bana göstermişti.
Telefonu kapatıp tekrar WhatsApp’a girdiğimde artık çevrimiçi değildi. İki saniye içinde tekrar çevrimiçi olunca dişlerimi sıktım. Birinden mesaj mı bekliyordu? Ne diye sık sık girip duruyordu! Çevrimdışı olana kadar bekledim. Nihayet WhatsApp’tan çıkınca dayanamayıp onu aradım ama telefonu meşguldü. Bu saatte kiminle konuşuyordu?
“Güvenmeliyim diyorum ama bu manyak karı böyle yaparken çok zor!” Sövesim vardı bu kadına ama çipil çipil bakan gözleri aklıma geliyordu, kıyamıyordum!
Aramayı sonlandırıp ona yazmak için WhatsApp’a girdiğimde o da çevrimiçi olmuştu. “N’oluyor lan bu siktiğimin yerinde!” Telefon görüşmesi çok kısa sürmüştü.
WhatsApp’tan çıkıp tekrar onu aradığımda telefonu yine meşguldü. “Hay sikeyim!” Kontrol etmek için mesajlara girdiğimde bu seferde üç saniye sonra çevrimiçi olmuştu.
Ona yazmak için klavyeye bastığım an yukarıda Saka yazıyor yazısı çıkınca durdum. Adının baş harfini yazmışken onu silip mesajını beklemeye başladım ama o da yazmayı bıraktı. “Yemin ederim tam dayaklıksın!” Pekâlâ, ilk ben yazacağım!
“Neden hâlâ uyanıksın?”
Mesajım gittiği an hiç vakit kaybetmeden yazmaya başladı. “Seni ne ilgilendirir?”
“Düzgün cevap ver, asabımı bozma benim!”
Biraz bekledikten sonra beni daha da kızdıracak can sıkıcı mesajı geldi. “Yoksa ne olur?”
“Bu konuşma burada sonlanır.”
“O zaman engelliyorum seni.”
“Keyfin bilir engelle.”
Son yazdığım şeyden sonra bir süre hiçbir şey yazmadı, daha sonra da çevrimdışı oldu. “İşte bunu yapma!” Cevap bile yazmadan bir korkak gibi kaçmamalıydı.
Rehbere girdikten sonra onu arayıp telefonu kulağıma yasladım. Telefonu açmadıkça daha çok sinirlenmeye başlamıştım. Kapatmak üzereydim ki, “Bana bak eğer dışarıdayım aç kapıyı falan dersen bu sefer seni kalbinden vururum!” diyen şirret sesini duyunca yüzümü buruşturdum. Belki de peşinden gitmemek hayatımda verdiğim en doğru karardı.
“Ulan benim neyime senin için ta Fransa’ya kadar gelmek!” Kaşlarımı çatarak ayağa kalkıp odanın içinde dönmeye başladım. “Senin gibi bir manyaktan kurtulduğum için her gün keyfime bakıyorum.”
“Bende öyle yapıyorum.” Neşeli gülüşünü duydum. “Belki kendime yeni birini bulurum.”
“Sikerim!”
Kahkaha attı. “Hiçbir şey yapamazsın çünkü seni terk ettim.”
“Peşinden gelmeyerek asıl ben seni terk ettim!”
“Geleceksin ki.” Bunu söylerken sesi öylesine çocuksu çıkmıştı ki burada olsa ve kocam diyerek göğsüme sokulsa ne öfkem kalırdı ne de aklım.
“Gelmeyeceğimi göreceksin,” dedim çok da emin olmayan bir sesle. Çağırsa hemen giderdim.
Şimdilerde o meşhur repliği olan, “Çağırın gelsin,” için her şeyi yapardım.
“Geleceksin biliyorum ama ben istemediğim sürece gelme.”
“Neden?” diye sorduğumda sesim fazla agresif çıkmıştı.
“Çünkü kendimi bulmaya ihtiyacım var.”
“Ben seni bulduktan sonra bulamaz mısın kendini?”
Gülmeye başladığında gülüşünü ne kadar çok özlediğimi bir kez daha anlamıştım. “Ben istemediğim sürece gelme.”
“Ya sen istediğinde ben artık sana gelmek istemezsem?”
“Çağırdığımda öyle bir gelirsin ki kocam, aklın şaşar ama ben çağırmıyorum.” Kocam deyişine kaç kurşun yiyeceğimden haberi bile yoktu. Ben bu kadının kocam deyişine ölürüm de öldürürüm de. Yeter ki dilinden eksik etmesin.
“Kati suretle gelmeyi düşünmüyorum ama-” dedikten sonra öksürerek boğazımı temizledim. “Tahminen ne zaman çağırmayı düşünüyorsun?”
Gülmeye başladığında gülüşünün tatlı kıkırtısı odamdaki kasvetli havayı dağıtan bir müzik gibiydi. “Çok mu özledin?”
“Yorum yok,” dedim düz bir sesle.
İçini çekerek, “Kolun nasıl oldu?” diye vurduğu kolumu sordu.
“Dert etme iyileşmeye başladı.”
“Ama izi kalacak.” Sesi üzgün geliyordu hayır, üzülmemeliydi. Bende açtığı izleri bile sevmek beni mazoşist mi yapardı?
“Daha iyi misin?” diyerek konuyu değiştirdim.
“Burnumu yaptırdım, terapi de görüyorum.” Bunları hatta daha fazlasını bildiğimden haberi yoktu. “Günün çoğunu geziyor, fotoğraflar çekiyor ve bir turist olmanın hakkını veriyorum ama yeteri kadar mutlu değilim. Bir şeyler eksik gibi.”
“Eksikliğini hissettiğin şey uzun boylu, kaslı, yakışıklı, kumral ve mavi gözlü biri olabilir mi?” dedim eğlenen bir sesle.
“Kahretsin, o garsonun numarasını almalıydım!”
“Garson mu?”
“Tarif ettiğin kişi işte.”
“Getirtme beni oraya Allah’ın cezası!” diye sesimi yükselttiğimde kahkahalarla gülmeye başladı. “Gelince bana ne yapacaksın?” dedi şımararak. Bir sözüyle sinirlerimi tepeme çıkartırken aynı şekilde tek bir sözüyle de sinirlerimi yatıştırıyordu. Bu kadın bambaşka bir şeydi.
“Ne yapmamı istersin?” Bunu söylerken gülümsüyordum. Gittiğinden beri ilk kez gerçek anlamda bir gülümseme dudaklarıma konmuştu. Onunla konuşana kadar yaşadığımın bile farkında değildim.
Odanın içinde volta atmaktan başım döndüğü için masanın üzerindeki şarap şişesini aldım ve şöminenin önünde duran koltuğa geçtim. Yarım şişeyi kafama dikmiştim ki, “Telefonda seks yapalım mı?” deyince içtiğim içkiyi püskürterek çıkardım. Doğru mu duydum?
Uzaktayken bile beni nasıl deli edeceğini iyi biliyordu!
Şişeyi koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bıraktığımda şoke olmuştum. “Daha az saçmalar mısın?” Elimin tersiyle çeneme bulaşan içkiyi sildim. “Ergen miyiz biz, neden telefonda seks yapıyoruz? Geleyim oraya gerçeğini yapalım.” Benim olduğu o gecenin tekrarı için adeta gün sayıyordum.
“Üzerimde ne olduğunu bilmek ister misin?”
“Saka hayır dedim. Yavrum bak beni azdırırsan uçağa atlar oraya gelirim!” Bu konuda beni ciddiye alsa iyi ederdi çünkü onsuz geçirdiğim her gün işkenceden farklı değildi.
Aklımı başımdan alan kışkırtıcı bir sesle, “Siyah, mini bir gecelik,” dedi şuh ve kısık bir sesle.
“Bir kere de söz dinle be kadın!”
“İçime hiçbir şey giymedim.” Beni hiç duymuyordu, değil mi?
“Saka tam şu anda susman gereken bir noktadasın.”
“Kendime dokunuyorum.”
Onu kısa bir gecelikle yatağa uzanmış hayal edince sertçe yutkundum. İnce parmaklarının vücudunda gezindiğini hayal etmek ise beni şimdiden sertleştirmişti. “Ben gelene kadar bu gece sakın uyuma!” Sikerim aramıza koyduğu mesafeyi, karıma gidiyordum!
Yerimden kalkıp hızlı adımlarla kapıya yürüdüğümde gülerek, “Tamam, tamam, susuyorum lütfen gelme,” diyerek beni durdurdu. “N’olur gelme gerçekten biraz daha zamana ihtiyacım var.”
“Şunu yapma!” Bağırarak kapıya sinirle bir tekme attım. “Bana hem yakın hem de uzak olup ayarlarımla oynama!” Kendimi ne varlığına alıştırabiliyordum ne de yokluğuna çünkü ikisine de izin vermiyordu! Benimle nasıl oynayacağını iyi biliyordu.
“Gelme dediysem gelme.”
Yokluğu artık canıma tak ettiği için, “Eğer şimdi gelmezsem bir daha asla gelmem!” dedim kızgın bir sesle.
“Eğer şimdi beni durdurursan bu iş burada biter. Ona göre iyi düşün ve bana bir cevap ver!” Onun oyuncağı olmayacağım. Bana net bir cevap vermeliydi.
Gel dediğinde gidecek, git dediğinde defolup hayatından çıkacak biri değildim. Bu siktiğim git gellerden kurtulup beni isteyip istemediğine karar vermeliydi. Ben artık ne istediğimi çok iyi biliyordum ve onu istediğimi inkâr etmiyordum. Şimdi o ne istediğini bana söylemeliydi. Ya devam ederiz ya da tam bu noktada biterdi her şey. Daha fazla ona inisiyatif tanımayacağım.
Birkaç dakikadan daha uzun sürmeyen bir sessizlikten sonra, “Gelme,” deyince cevabımı almıştım. Bu konuda ona daha fazla taviz vermeyeceğim. “Sende gelme, orada kal,” dedikten sonra telefonu yüzüne kapattım.
Aşmaması gereken keskin çizgilerim olduğunu bilmesine rağmen eğer hâlâ bana gelme diyorsa zaten gitmenin bir anlamı yoktu. Benden uzakta mutlu olan bir kadınla şansımı zorlamak büyük aptallıktı. Aramızda elle tutulur bir şeyler olsaydı benim olmadığım hiçbir yerde mutlu olamazdı. Tıpkı benim yaptığım gibi çalan her telefona o arıyordur diye aceleyle bakar, gördüğü en küçük şeyde beni hatırlardı.
Sabah uyandığında aklına gelen ilk yüz benim yüzüm olurdu ve gece uykuya dalmadan hemen önce düşündüğü son kişi ben olurdum. Otuz yedi günde benim yaşadığım tam olarak bunlardı. Eğer aynı şeyleri o da yaşamıyorsa zaten bu iş yürümezdi.
Saka’dan önce aradığım numarayı tekrar aradım. Bu çocuğu bu gece ikinci kez uykusundan edip, “Yasin, Bige’nin peşine taktığımız tüm adamları geri çek!” dedim sinirli bir sesle. “Artık nerede ve ne yaptığını bilmek istemiyorum.”
Şimdi istediği kadar bensiz yaşayabilirdi.
***
Haftalar sonra
Bileğimdeki saate baktıktan sonra başımı koltuğa yasladım. Geç saatlere kadar şirkette çalışmışken yorgunluktan gözlerimi açık tutamıyordum. Vera’daki locamda otururken biraz kestirmek istedim fakat, “Merhaba,” diyen bir kadın sesiyle planlarımda küçük bir değişiklik oldu.
Başımı kaldırınca Sanem Kadırga denen kadını masamın hemen önünde buldum. Elinde içki kadehini tutarak masanın önünde dikilen kadın gülümsedi. “Yine karşılaştık ne güzel bir tesadüf.”
Kaşlarım yukarı kalkarken, “Bir düşünelim,” dedim alay eden bir ses tonuyla. “Benim kulübüm, benim locam ve benim masamdasınız ve buna tesadüf mü diyorsunuz?”
Üç aydır olur olmadık her yerde sık sık karşıma çıkmaya başlamıştı, yani Bige gittiğinden beri. Evet, gidişinin üzerinden tam olarak iki ay, yirmi sekiz gün geçmişti. İki gün sonra duruşmamız vardı. O gelmese bile boşanmak için ben adliyede olacaktım. Eğer duruşmaya gelmezse evliliğin iptalini isteyecek ve mahkemeye bu evliliğin hangi şartlarda yapıldığını gösteren belgeleri sunacaktım. Bige adliyeye gelse de gelmese de bu evlilik bitecekti. Üç aydır beni yok sayan bir kadınla olan evliliğimi daha fazla uzatmanın lüzumu yoktu. İlk bir ayı saymazsak son iki aydır nerede, ne yaptığını bilmiyordum. Öğrenmek de istemiyordum.
Sanem masanın önündeki boş koltuğu gösterip, “Oturabilir miyim?” diye sordu cilveli bir sesle. Bana bakıyor, cevabım onun için hayati önem taşıyormuş gibi alt dudağını ısırıyordu. Beni etkilemek için yaptığı bir hareket olduğunu biliyordum.
Ne kadar içtiğimi bilmiyorum ama körkütük sarhoş olsam bile ona evet demezdim. “Hayır,” diyerek ona gitmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattım. “Yalnız bırak beni.”
Beni duymazdan gelerek karşımdaki koltuğa oturdu. “Seni istemeyen bir kadına sadık kalmak için neden bu kadar ısrarcısın?” Resmiyeti çok hızlı bırakmıştı.
Boş gözlerle onu izlerken, “Seni istemeyen bir adamı elde etmek için neden bu kadar ısrarcısın?” diye onu taklit ettim.
Şuh bir gülümseme kondurdu dudaklarına. “Uğruna savaşmaya değersin.”
“O da öyle.” En azından bir zamanlar öyleydi.
“Senin çabana değseydi burada yalnız içiyor olmazdın.” Sanem’in açık yakasına düşen saç tutamını parmağına dolayışı bile fazla flörtüzdü. “Senin gibi adamları onun gibi kadınlar anlayamaz.” Konuşurken özellikle gözlerime bakıyor, gururumu okşayacak cümleler kuruyordu.
Güler gibi bir ses çıkartıp şişeye uzandım. “Sen mi anlarsın?” Kadehi doldurup koltuğa yaslandım. “İkinci kez uyarıyorum rahat bırak beni.”
Gitmek yerine bir bacağını diğerinin üzerine atarak çıplak bacağını iyice açığa çıkardı. Çantasındaki sigara paketini çıkartırken başını eğdi ve göz ucuyla bana beni süzdü. “Seni anladığım için buradayım.” Birilerinin beni anlamasına ihtiyacım yoktu. Ayrıca aptal bir adamda değildim. Son kocasından ona kalan paralar suyunu çektiği için zengin koca avına çıkmıştı. Gözüne kestirdiği yeni kurbanı bendim.
Kadehi indirdim ve ellerimi masaya bastırarak ona doğru eğildim. “Bana kendimi üçüncü kez tekrarlatmak senin açından iyi sonuçlanmaz.” Sakince konuştum ama bakışlarım sertti. “Siktir git masamdan! Evliyim ulan evli, ne midesiz bir kadınsın! Kendine biraz saygı duy ve kaybol!” Sert çıkışım karşısında irkilerek korku içinde yutkundu. Kibarlıktan anlamıyorsa anladığı dilden konuşmak benim için zor değildi.
Aceleyle masadaki çantasını alıp ayağa kalktığında bozulduğunu gizleyemiyordu. “Bu tutumunla daha çok yalnız kalırsın!” dedikten sonra sırtını dönüp hızlı adımlarla masamdan uzaklaştı. Bige’yle anlaşmış gibi o da yalnızlık deyip duruyordu!
Sanem gittikten kısa süre sonra kulüpte çalan müzik bir anda durmuştu. Neler olduğunu anlamak için başımı eğip aşağıya baktım. İnsanlar dans etmeyi bırakmış merakla birbirlerine bakmaya başlamıştı. Hepsi fısıldayarak birbirine bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çok geçmeden sağ kolu Ali ile Gurur içeri girdi. Gurur efendi nihayet ortaya çıkmaya karar vermişti.
Bulunduğum karanlık locada başımı çevirerek aşağıda olanlara baktım. Kulüpteki neon ışıklar saçlarının sarısına vuruyor, gözlerinin yeşili her zamanki gibi küstahça bakıyordu. Bu uzaklıkta bile gözlerinde eksik etmediği kibri görebiliyordum. Bu piç adı gibi tam bir gurur abidesi olduğu için burnu yere düşse eğilip almazdı. Gurur Kalender hayatımda gördüğüm en egoist insanlardan biriydi.
Aradan geçen onca zamana rağmen bu it hâlâ kadınları büyüleyecek kadar iyi görünüyordu. Çıkarttığı ceketini bir omzuna atmış, işaret parmağıyla ceketi omzunun üstünde tutuyordu. Duha’dan sonra tanıdığım en rahat insandı. Adım attıkça insanlar ikiye ayrılarak ona yol veriyordu ve yanındakine onu göstererek bir şeyler konuşuyorlardı. Gurur Kalender’in dönüşü daha şimdiden konuşulmaya başlanmıştı.
Kibrinden etrafındaki insanlara bir kere bile göz ucuyla bakmadan yukarı çıkmaya başlamıştı. Gözden kaybolduktan kısa süre sonra benim locama tek başına girmişti. Karşıma adamlarıyla çıkmaya cesaret edemezdi ama tek başına çıkacak kadar da cesaretliydi. Yürüyüşünde bile ona özgü bir asalet, kaynağının nereden geldiğini anlamadığım bir cesaret vardı. Gelip masamın tam önünde durmuştu. Onca zaman onu yurtdışında tutmama kızgın olduğunu biliyordum ama bunu çok iyi gizliyordu.
Uzun zamandır birbirimizi görmediğimiz için bir süre baştan ayağa beni izlemişti. Daha sonra başını omzuna doğru eğip beni küçümseyen bir ses tonuyla, “Hoş geldun demek yok midur?” diye sordu alayla.
Bacaklarım aralıklı bir şekilde otururken umursamaz bir ifadeyle karşımdaki boş koltuğu işaret ettim. “Geç otur.”
Oturmadı dik dik bana bakmak dışında bir şey yapmayınca, “Tamam, ula hoş geldun!” dedim bezgin bir sesle. “Anladuk kızaysun, kanin kaynayi ama bende de işler karişuktur!”
Sinirlerimi bozan bir kinayeyle, “Yeduğun haltlar bir tarafuni tırmalayi tabii!” dedikten sonra karşımdaki koltuğa oturdu. “Anlataysun hele neyi kaçirdum?”
Elimi kaldırıp garsonu çağırdım. “Yeni kadehler ve içki getir.” Garson başını sallayarak gözden kaybolunca meraklı gözlerle bana bakan herife döndüm. “Evlendum.”
Ceketini yanındaki boş koltuğun üzerine atarken güldü. “O kadaruni biliyim da karin nereyedur sen oni de bağa?”
“Cehennemun dibundedur!” dedim küfreder gibi. “Nereden bileyim nereyedur. Akluna esenu yapayi!”
Gurur durum değerlendirmesi yapar gibi elini çenesine koydu. Yeni çıkmakta olan sakalını sıvazlarken, “Hımm,” diye tuhaf bir ses çıkardı. “Asi bir kadin midur? Sağa gelmez boşayasun sen oni.”
Başımı salladım. “Boşanacağum iki gün kalmiştur duruşmaya.”
“Oni istemeduğun için midur bu boşanma yoksa o seni istemeduğu için midur?”
“O istemiyi.”
Gözleri kısıldığında elini çenesinden çekerek koltuktan öne doğru eğildi. “Ama sen isteyesun oni, değul mi? Neler olayi, Karun?”
“Bilmeyim da bilmeyim!” Bige’den bahsetmek bile sinirlerimi tepeme çıkartıyordu. “Ne onunla oliy ne de onsuz.” Elimi kaldırıp sol göğsüme bastırdım. “Bilduğum bir şey varsa o da ha burasinun yandiğudur. Akluma gelduğunda bile sinirleneyim ama bir sesi, bir gülüşi eriteyi içimi.” Elimi göğsümden çekip bir yenilginin kabullenişiyle ona baktım. “Sevdaluk böyle midur?” Onu seviyor olabilir miydim?
Bunları Gurur’a anlatmak en kolayıydı çünkü bir tek onunla konuşurken gerilmiyordum. Söylediklerimi sindirmek için bir süre sessizliği korudu ama daha sonra kendini tutamayıp güldü. “Seveysun ama inadundan boşanacaksun öyle mi?”
“Sevduğumi söylemedum.”
“Sevdalanmuşsun daha ne kaniti isteysun?”
Garson masamıza yaklaşınca Karadeniz ağzıyla konuşmayı bırakıp nefesimi sertçe verdim. “Ne yapacağımı bilmiyorum.” Garsonun önüme koyduğu dolu kadehi aldım. “Daha ne hissettiğimi anlamadan öylece çekip gitti.” İçkimi yudumlarken daha fazla içip kendimi kaybetmek istiyordum çünkü gidişinin üstesinden gelemiyordum.
Gurur’un yeşil gözlerinin ardında alelade bir ima belirdi. “İsteseydin o uçağı indirirdin.” Kısık gözlerle beni izlerken neyin peşinde olduğumu anlamaya çalışıyordu. “Neden yapmadın?” Uçaktan bahsettiğine göre zaten neler olduğunu biliyordu. Her yerde casusları vardı.
“Çünkü benden ve diğer her şeyden uzaklaşmaya ihtiyacı vardı.” Havaalanındayken bindiği uçağı yeniden pistte indirmeyi düşündüm ama telefonda onunla konuşunca yapamadım. Sesindeki o kısık acı bırak beni der gibiydi.
Gurur’un bana olan bakışları canımı sıkacak kadar tuhaflaşmaya başlamıştı. “Acı çekeceğini bilmene rağmen gitmesine izin verdin çünkü gitmek onu mutlu edecekti.” Bir şeyler sinirine dokunuyormuş gibi güldü. “Sevda böyle bir şey bencillik yapamazsın.” Kıs kıs gülerken asabımı bozmaya yemin etmiş gibiydi. “Değişiyorsun yeğenim.”
Elimdeki kadehi sertçe masaya bırakarak ona ters bir şekilde bakmaya başladım. “Bana bir daha yeğenim dersen beynini dağıtırım!”
Bu konuda beni kızdırmayı çok sevdiği için kahkaha attı. “Sen ve Çağıl inkâr etseniz de ben sizin amcanızım.”
“O zaman erken doğaydın lan! Kimin amcası kendisiyle aynı yaşta olur!” diye kızdığımda sinir bozucu gülüşünü artık durduramıyordu.
Gülüşlerinin arasından, “Git bunu rahmetli büyükannene söyle,” dedi eğlenerek. “Ben mi dedim ona gelininle aynı yılın içinde hamile kal diye?” Rahmetli yaşına başına bakmadan büyükbabama son dakika golü atıp karşımdaki bu gereksizi yapmıştı. Gurur benden sadece beş ay küçüktü.
Çocukluğum amcam olacak piçle kavga etmekle geçmişti. Aynı yaşlarda olduğumuz için haliyle aynı sınıfa gidiyorduk. Okuldakilere amcam olduğunu söyledikçe birbirimize giriyorduk. Tuhaf bir şekilde ona vurduğumda bile el kaldırmazdı. Ancak gider hırsını Çağıl’dan çıkartır ve Çağıl’ı döverdi. Çağıl bana bile abi demez, sanki ondan küçükmüşüm gibi hep birader derdi. Bu yüzden işine gelmediği sürece Gurur’a da kolay kolay amca demezdi.
Gurur yeğenleri konusunda bir tek Defne ve Levent’ten yana şansı yaver gitmişti çünkü sadece onlar Gurur’a amca diyordu. Defne on üç yaşında olmasına rağmen kendinden üç yaş küçük Gurur’a amca diyerek onu şımartırdı. Defne her konuda çok iyi ve düşünceliydi. Defne bizden büyük olmasına rağmen Gurur ile ikimiz otuz yaşına girmiştik ancak Defne hep on üç yaşında kaldı. Ne yazık ki ablam hiç büyüyemedi.
“O,” dediğimde gerildiğim için sesim kısık çıkmıştı. “Annesine benziyor mu?” Ayık kafayla umurumda olmayacak bir çocuğu sarhoşken merak etmiştim. Belki de annesi aklıma geldiği içindir.
Gurur’un gülüşü solarken içini yakan nefesi koyuverdi. Kimden bahsettiğimi anladığı için başını kederli bir şekilde salladı. “Melek her şeyiyle annesi gibi. Kimse hakkında kötü bir düşüncesi olmayan, her daim mutlu olmasını bilen genç bir kız.” Melek’ten bahsederken yeşil gözleri ışıldıyor, dudağının köşesi istemsizce gerçek bir mutluluğa kıvrılıyordu.
“Karıncaya bassa bile üzülüp ağlayacak kadar iyi bir kızım var.” Melek’i o büyüttüğü için onu öz kızı gibi gördüğünü saklamıyordu.” İçli bir ifadeyle, “O fazla iyi Karun,” diyerek gözlerime baktı. “Bu dünyaya ait olmayacak kadar saf ve temiz.” Gurur’da nadiren gördüğüm nem gözlerinde yer edindi, başını eğdi ve bakışlarını benden kaçırdı. “Zaten yakında buraya da ait olmayacak çünkü bir avuç toprak alacak onu.”
“Ona bağlanmış gibisin.”
“Neden şaşırıyorsun?” Başını kaldırıp sinirli gözlerini bana dikti. “Hepiniz ona sırt çevirdiniz lan! Onu baban olacak itin adamlarından kaçırdığımda daha on yaşındaydım!” Masanın üstünde duran elini sıktığında Melek konusunda ona hiç destek olmadığım için beni suçluyordu.
“Engel olmasaydım meleğimin infazı gerçekleşecekti. Sen ablan için yas tutarken ben onun kızını babandan korumak için bir yurda bırakmak zorunda kaldım. Onu Kalender soyadından muaf tutarak yaşatmaya çalıştım.” Bu konuda kendisini asla affetmeyecekti ama asıl affetmediği bizlerdik. Bebeğin yaşaması için kimse ona destek olmamıştı.
Gurur, Defne’nin kızını infazdan kurtarıp bir yurda bırakmıştı. Gurur yirmi yaşına geldiğinde artık kendi ayakları üzerinde duran biri olmuştu. Kimsesiz çocukların kaldığı yurda gitmiş ve oradaki on yaşındaki çocuğu himayesi altına almıştı. Babam Ordu’nun altını üstüne getirse de Defne’nin kızının hangi yurtta olduğunu bulamamıştı. Gurur yurdun müdürüyle konuşup bebeğin kim olduğunu ve bulunduğunda başına neler geleceğini anlatmış olmalıydı.
Tam olarak ne yaptı, bilmiyorum ama birileri on yaşındaki çocuğun sözlerine kulak vermiş ve onun emaneti olan bir bebeğe sahip çıkmıştı. Melek’i bıraktığı yurdun sorumluları yeni doğan bir bebeği babamdan çok iyi gizlemişlerdi. Onu evlatlık da veremezlerdi çünkü Kalender gibi köklü bir ailenin kanını taşıyordu. Bu yüzden Gurur tekrar onun için gelene kadar bebeğe en iyi şekilde bakmışlardı.
Gurur manidar gözlerle bana bakıp, “Onu gerçekten hiç merak etmiyor musun?” diye sordu. “Şu zamana kadar onunla ilgili hiçbir şey sormadın. Sırf sen gör diye bana zorla Instagram açtırdı ve oraya onun fotoğraflarını atmam için beni zorladı.” Nefret dolu gözleri kalbimi sıkıştırırken kısık bir sesle, “Merak edip hiç mi bakmadın onun fotoğraflarına?” diye sordu. Bir kez bile bakmamıştım. Onu görmemek için hiçbir sosyal hesabımda Gurur’u takip etmiyordum.
Bu konunun kapanmasını isteyerek çatık kaşlarla onu susturmaya çalıştım. “Daha önce de dediğim gibi o piçle ilgili hiçbir şey bilmek istemiyorum.” Tam arkamda duyduğum kırılma sesiyle başımı çevirdim ve garson kız Melek ile karşılaştım. Elindeki tepsiyi yere düşüren kız benimle göz göze gelince hemen başını eğdi ve yaşlarla dolu gözlerini gizledi. Düşürdüğü bir tepsi için ağlayacak mıydı?
Kırdığı şeyleri toplamak için eğilince Gurur hemen onu durdurdu. “Sen bırak elini kesersin,” diyerek bize servis yapan garsona döndü. “Sen topla.”
“Sebep olduğu şeyi kendi toplayacak,” dediğimde Gurur’un masadaki eli yumruk olmuştu. Çatık kaşlarının altından bana bakarken her an bu masayı kafama geçirebilirdi. “Elini keserse belanı sikerim!” deyince kan beynime sıçramıştı. Bir garson için bana kafa mı tutuyordu?
Masada gözle görülecek bir gerginlik yaşanmaya başladığında sıktığım dişlerimin arasından, “Aradan geçen zaman sana kim olduğumu unutturduysa zevkle hatırlatırım!” dedim sert bir sesle.
Bir hışımla ayağa kalktı. “Dene!” Ellerini sertçe masaya bastırdığında masadaki her şey sallanmıştı. Gurur kararan yeşil gözlerini bana diktiğinde yüzündeki her kas seğiriyordu. “Değil sen, kimse bana posta koyamaz! Yeğenim olmana çok güvenme çünkü seni yukarı çıkardığım gibi tekrar yere indirmesini de iyi bilirim!”
Tırnaklarını masanın örtüsüne geçirip örtüyü avucunun içinde sıktığında şakaklarındaki damarlar belirginleşmişti. “Şimdi.” Arkamdan bir yeri işaret etti. “O kızdan özür dilemen için sadece beş saniyen var.” Belindeki silahı çıkartıp sertçe masaya vurdu. “Yapmazsan silahına davran çünkü beş saniye içinde kan gövdeyi götürecek!” dediği an ağız dolusu bir küfür savurup hemen arkamdaki küçük garsona döndüm. “Özür dilerim!” Bu piç şakaya gelmezdi!
Gurur çok fevri biri olduğu için öfkelendiğinde mantıklı düşünemez, bir garson için bile olsa karşısındakini harcamaktan çekinmezdi. Burası benim mekanımdı ve içeride sürüyle adamım olmasına rağmen Gurur buraya tek başına gelmişti. Ancak bu ona kafa tutacağım anlamına gelmezdi çünkü Gurur’un tuzakları ve hileleri meşhurdu. Yalnız geldiğinde bile birileri kolay kolay onu karşına almaya cesaret edemezdi.
Babamdan bile korkmazdım ama bu piçten ödüm kopuyordu çünkü on yedi raporu olan bir akıl hastasıydı! Deli lakabını öylesine almamıştı. Yoğun bir klinik geçmişi olan bir hastaydı. Gözünü kararttığında yapmayacağı şey yoktu. Zaten bu yüzden tüm bölge liderlerinin düşmanlığını kazanmış ve Ümit gibi bir adamın kızına zorla nikahı basmıştı.
Tehdit altında ondan özür dilediğim için Melek hemen masamıza gelip suçluluk dolu gözlerini bana çıkardı. “Özür dilerim.” Aceleyle konuşup masadaki gerginliği dağıtmaya çalıştı. Göz göze geldiğimizde sert bakışlarımı görünce korkusu iyice arttığı için benden uzaklaşmak istedi. Panikleyerek bir adım arkaya atınca kendi ayağına takılıp tökezlemişti. Düşmesini istemediğim için refleks olarak elimi uzattım ve belini tutarak onu göğsüme çektim. Bu tamamen anlık gelişen bir hareketti.
Melek göğüs kafesime çarparak durunca başını kaldırıp ürkek gözlerini bana dikti. Kollarımın arasına girince kuş gibi titremeye başlamıştı. Şimdi eskisinden daha çok korkuyordu. Titreşen kirpiklerinin arasından bana baktığında gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü. “Endişe etmeyin daha fazla size sorun çıkarmayacağım.” Belini benim temasımdan kurtararak benden uzaklaştı. Bakışlarında anlam veremediğim bir kırgınlık varken, “İşi bırakıyorum,” dedi.
Gurur az önce onu savunurken şimdi rahatlayarak nefesini vermişti. “Çok yerinde bir karar.”
Melek, Gurur’a ters ters bakarken küçük ellerini sıktı. “Kına yak!” diye ona bağırıp sinirli adımlarla locadan çıkmıştı.
Ben ona kızmıştım, Gurur ise onu savunmuştu ama o korkak kız bana değil de Gurur’a mı kızıyordu? Gurur onun arkasından bakarken gülmeye başladı. “Bu küçük sıçan bir tek bana gelince kaplan kesiliyor. Çok mu yüz verdim ne?”
“Onu tanıyor musun?”
Melek’in arkasından bakmayı bırakıp yerine oturdu. “Tanımıyorum ama dışarıda birkaç kez tesadüfen karşılaşmıştık.” Demek bu yüzden onu savunmuştu.
İçimdeki huzursuzlukla uyaran bakışlarımı ona çıkardım. “Kız yirmi yaşında bir çocuk umarım onun için farklı düşüncelerin yoktur.”
İğrenç bir şey söylemişim gibi Gurur’un yüzünde tiksinti dolu bir ifade oluşmuştu. Yüzünü buruştururken, “O soktuğum aklına ne geldiyse beynini resetle!” diye beni tersledi. “Kızım yaşındaki biriyle ne işim olur.”
“Kızın yok senin olsa da yirmi yaşında olmazdı.”
“On yıldır Defne’nin kızına babalık yapıyorum.” Bunları söylerken bakışları iğneleyiciydi. “Onu yurttan aldığımda ben yirmi o da on yaşındaki bir çocuktu. Sen bir kez bile onu ziyarete gelmediğin için ona verdiğim değeri bilmiyorsun.” Sinirden şakaklarındaki damarlar seğirirken, “O uzun zamandır benim kızım ve onu korumak için her şeyi yaparım!” dedi sertçe. Bunun benim için bir uyarı hatta bir tehdit olduğunu anlamayacak kadar aptal değildim.
Daha fazla Defne’yi bana hatırlatacak bir konuda konuşmak istemediğim için derin bir nefes aldım. “O kızla birlikte burada uzun süre kalmak istiyorsan rahat dur,” dedim. “Ümit ile uğraşmayı bırakacak ve onun kızını boşayacaksın!” Artık bu konuda daha fazla şikâyet almak istemiyordum.
Gözlerinin yeşilinde inatçı parıltılar oluştuğunda sadistçe sırıttı. “O itten geriye bir şey kalmayana dek durmayacağım.”
Sakinleşmek için üstün bir çaba harcadığım için burnumdan derin derin nefesler alıyordum. “Kan davasına çevirme bu işi, söz verdim Gurur!” Durumun ehemmiyetini artık anlamalıydı. “Senin yüzünden bir kez daha Farah’a zarar gelirse seni ben öldürmek zorunda kalacağım. Beni buna zorlama!”
“Benimle ilgili bir konuda söz verirken nasıl biri olduğumu çok iyi biliyordun.” Geri adım atmayan inatçı bir tutumla kaşlarını çattı. “O it benim nişanlımı öldürdü! On yedi yaşında gönül verdiğim ve düğün için gün saydığım kızı gözlerimin önünde öldürdü!”
Yine kontrolünü kaybettiği için elinin tersiyle masadaki çoğu şeyi yere devirmişti. “Beni kalleşçe pusuya düşürdü ve gözlerimin önünde nişanlımı öldürdü! Hiçbir şey yapamadım çünkü her şey çok hızlı gelişmişti.” Bir konuda yemin eder gibi son derece kararlı ve ciddi bir şekilde gözlerini gözlerime kenetledi. “Duramam Karun beni durdurmanın tek yolu öldürmekse o zaman gerekeni yapacaksın!” Son söyledikleri bana istemsizce Bige’yi hatırlatmıştı. Bir seferinde o da buna benzer bir şeyler söylemişti.
Hepsi elbirliğiyle işimi o kadar çok zorlaştırıyordu ki hangisine yetişeceğimi şaşırmıştım. Düşmanlarım bir yandan saldırıyor ailem diğer yandan. Bezmiş durumdaydım. Gurur sinirlerimi bozan bir kararlılıkla omuzlarını dikleştirdi. “Ümit benden bir kız aldı karşılığında bende onun kızını alacağım,” dediğinde sesi iğrenircesine çıkmıştı. Yeşil gözleri adeta Farah’a duyduğu nefreti haykırıyordu. Nefret ettiği bir adamın nefret ettiği kızıyla evlenecek kadar şuursuzdu.
Onunla ne yapacağımı bilmez bir halde önüme döndüğümde kulüpteki hareketli müzik bir anda durmuştu. Daha önce burada hiç çalmayan bir şarkı doğrudan nakarat kısmından giriş yapınca şaşırdım. Şarkının başı değil, nakarat kısmı çalmaya başlamıştı. Varlığını unuttuğum kalbim önce küçük ritimlerle hâlâ orada olduğunu bana hatırlattı, daha sonra da şahlandı. Heyecanımın büyüklüğü kalbimin hızıyla yarışırdı.
Dudaklarım kıvrıldığında gülümsedim. Karım nerede olursa olsun, ”Çağırın gelsin,” demeyi çok iyi biliyordu. Evet, bu şarkının anlamı buydu. Sessizliğimi koruyarak şarkının sözlerini dinlemeye başladım çünkü üst üste bir tek nakarat kısmı çalıyordu.
“Ne zaman bitti sevdiğimiz şarkı?
Çal bi daha çal bi daha geldiğim bilsin.
Onsuzluk yok artık söz verdim kendime.
Niye hâlâ yok hâlâ yok çağırın gelsin!”
Gurur etrafına bakarak şaşkınca, “Bu şarkı da neyin nesi?” deyince uzun zamandır ilk kez keyfim yerine geldiği için güldüm. “Karımdan bir mesaj bu. Kendi tarzıyla beni çağırıyor.”
Bunu yaptırmak için Nedim veya Celil’i araması yeterliydi. Peşinden gideceğime veya dayanamayıp onu arayacağıma çok emindi. Fakat işkence gibi geçen üç aya katlanarak bunu yapmamıştım. Peşinden gitmeyince o da inat edip bana gel dememişti. Böylelikle aramızda soğuk bir savaş başlamıştı. Duruşmaya sadece iki gün kaldığı için bir şey yapmazsa boşanacağımızı anlamıştı. Bu yüzden inadı bırakıp bir şarkıyla bana gel diyordu.
Gurur meraklı bir ifadeyle kaşlarını yukarı kaldırdı. “Gidecek misin?”
Keyfim yerine gelmiş bir şekilde arkama yaslanıp bacak bacak üstüne attım. “O gelecek.”
Gittiği gibi gelecekti. Bunun için sadece iki günü vardı.
Yorumlar