Roman
  • 01/12/2025

30-KUMARHANE BASKINI

Karun kim bilir kaç yıldan sonra Defne’nin kızını görüyordu. Heybetli vücudu taş kesilirken mavi gözleri kilitlenip kalmıştı. Defne ağacının altında ona korku dolu gözlerle bakan biçare kızın üzerinde donup kalmıştı bakışları. Gözleri soğuktu, nefes alışları ise düzensiz. Göründüğü gibi duygusuz olmadığını biliyordum. Karun kaçtığı her şeye yakalanmış gibi kaskatı kesilmişti. Bu karşılaşma için kendini önceden hazırlamadığı için Melek’i görmeye hazırlıklı değildi.

Küçük yeğeni hatta tek yeğeni ansızın çıkıp gelmiş, dayısını ansızın yakalamıştı. Aslında hazırlıksız yakalanan sadece Karun değildi çünkü bahçedeki davetsiz misafir de bu karşılaşmayı beklemiyordu. Melek’in ne kadar çok korktuğunu görebiliyordum. Ne yapacağını bilmez bir halde Karun’a bakarken korkusu gözlerine yansıyordu.

Çok sonradan cesaretini toplayıp bize doğru yürümeye başladı. Attığı her adımla bahçe kapısını kontrol edince bu hali içimi acıtmıştı. Dayısının ona zarar vereceğinden çok korkuyordu. Kimse bunu yaşamamalıydı.

Gelip Karun’un karşısında durduğunda alt dudağımı dişlemeye başladım. Kapının dışında Kenan’ın söylediklerini duymasaydım bile onun hasta olduğunu anlardım. Kafasındaki altın sarısı saç aslında peruktu. Kemoterapiler yüzünden vücudundaki tüm tüylerin dökülmüştü. Kaşları bile döküldüğü için onları kalemle çizmişti. Aslında dövme kaş yaptırmıştı. Uzun ve kıvrımlı kirpikleri de yapaydı.

Melek çok zayıftı, öyle ki üflesen uçacak gibiydi. Üzerinde kazak ve pantolon vardı ama kıyafetleri bile zayıf vücudunu gizleyemiyordu. Kolları ve bacakları incecikti, bakan herkeste bir acıma hissi bırakırdı. Ürkek bakan yeşil gözlerinin altı mosmordu ve bir maske takıyordu. Soluduğu hava bile onu hasta ediyormuş gibi dudaklarını ve burnunu kapatan bir maske takmıştı. Başımı biraz eğince dirseğinin iç kısmındaki morlukları gördüm.

Kazağın kollarını yukarıya topladığı için kollarındaki izler görünüyordu. Damar yoluna takılan serumların iğne izleriydi bunlar. Ellerinin üstünde de vardı aynı izlerden. Gözlerimin değdiği her noktaya Karun’un da bakışları değmişti. Yeğeninin içler acısı hâlini büyük bir sükunetle izliyordu. Aynı zamanda şaşkındı, onu şaşkınlığa uğratan bir şeyler vardı.

Birkaç dakikanın ardından Karun sert bakışlarından ödün vermeden, “Kim olduğunu söylemeden gece kulübünde çalışmaktaki maksadın neydi?” diye sordu soğuk bir sesle. Onunla daha önce karşılaşmıştı mı? Demek bu yüzden şaşkındı.

Melek önünde birleştirdiği elleriyle oynarken güçlükle duyulan bir sesle, “Sadece sizi görmek istedim,” dedi. Bunları söylerken Karun’a attığı bakışları kırgındı. “Siz beni hiç merak etmiyor ve hiç görmek istemiyordunuz.”

Titreyen elini kaldırıp Karun’a doğru uzattı. “Ben Melek Yitik.” Dudaklarındaki maskeyi çenesinin altına çekti ve burukça tebessüm etti. “Kimsesiz çocuklar yurdunda bana verdikleri isim ve soyadı bu.” Burnumun direği sızladığında yutkunamadım. Kayıp bir kıza Yitik soyadını mı vermişlerdi? Belki de hiç kayıp değildi ama kimse onu bulmak istememişti.

Karun ona uzatılan ele soğuk gözlerle bakıyordu. Yanında duran elini yumruk yaparak sıktı ama Melek’in elini sıkmadı. “Zaten tanışmıştık.” Donuk bakışlarla ona çıkış kapısını gösterdi. “Gurur’un yanına dön çocuk ve bir daha da karşıma çıkma.”

Melek havada asılı kalan elini arkasına sakladı. Bu hareketi bile fazla can yakıcıydı. Dayısının tutmadığı elinden utanmış gibi onu arkasına saklamıştı. “Karun Bey,” dediğinde dayısına ismiyle seslenmek zorundaydı çünkü Karun onu yeğeni olarak kabul etmiyordu.

Melek, Karun’un gözlerinin içine baktı ve “Sizi anneme söyleyeceğim,” dedi. Karun kaskatı kesilirken Levent dolan gözlerini saklamak için başını eğmişti.

Karun’un alnında ve saç diplerinde ter damlacıkları oluşmaya başladı ama o hâlâ üşüyordu. Melek’in karşısında soğuk terler dökerken, “Annen burada değil!” dedi sert bir sesle. Burada olmasını her şeyden çok isterken bakışları suçlayıcıydı. “Seni doğururken öldü.”

Melek’in yeşil gözlerinde biriken yaşlar titreştiğinde yavaşça başını salladı. “Annemin katili olduğumu sizin hatırlatmanıza gerek yok çünkü ben zaten hiç unutmuyorum.” Elini kaldırıp hastalıktan solmuş vücudunu gösterdi. “Ben zaten ödüyorum cezamı.” Hayır, demek istedim. Senin bir suçun yok ki cezan olsun, demeyi çok istedim ama ikisinin konuşmasını bölemedim.

“Lösemiyim,” diye fısıldadı kısık bir sesle. “Annem hayatta değil, kemik iliği nakli için bana bir kardeş doğuramaz. Yakınlarım da zaten bunun için gereken testi yapmıyor.”

Elini kaldırıp kafasını gösterdi. “Aynı zamanda kafamda da kötü huylu bir tümör var.” Buruk bir şekilde gülümseyerek başını salladı. “İki farklı kanser aynı anda kuşattı beni. Artık yaşamak için fazladan çaba göstermiyorum bile.”

Bu sefer kazağını kaldırıp Karun’a karnını gösterdi. Karnının sol tarafına yapıştırılmış sargılar vardı. “Dört gün önce hastanede bıraktığım şey iflas eden sol böbreğimdi.”

Neden dercesine isyan eder gibi Karun’a bakarken dudakları titriyordu. “Haberiniz bile olmadı, değil mi?” Gözlerinde süzülen tek bir damla yaş kalbimi sızlatmıştı.

“Gurur amcam dışında kimse orada değildi. Kimsenin haberi olmadı çünkü kimsenin beni merak ettiği yok,” dediğinde Karun’un yutkunuşu kulaklarımı doldurdu. Güçlü görünmeye çalışıyordu ama onu ilk kez birinin karşısında bu kadar zayıf görüyordum.

Melek kazağını aşağıya çekerek karnını kapattı. Gözlerini Karun’dan ayırmadan, “Saçlarım nasıl? Güzel mi?” diye sordu. Saçlarına dokunurken gülümsemeye çalıştı oysaki gözleri ağlıyordu.

“Peruk ama aslında benim saçlarım. Kemoterapiye başlamadan önce Gurur amca beni banyoya soktu ve tüm saçlarımı tıraş etti.” Hatırladıklarıyla dudaklarını birbirine bastırdığında hıçkırmamaya çalışıyordu. O gün çok ağladım hatta amcamı acımasız biri olmakla suçladım. Bana kızdı ve tıpkı sizin gibi duygusuzca bakıp tüm saçlarımı kesti.” Yanağımda hissettiğim sıcaklık gözlerimde taşan yaşların sadece birkaçıydı.

Melek birkaç kez derin derin nefesler alarak kendini toparlamaya çalıştı ama yapamadı. Karun’un karşısında çok zayıf ve ürkekti. “Gurur amca benden saçlarımı alırken çok acımasızdı,” diyerek amcasını dayısına şikâyet etti. Dudakları titredi ve “Ama sabaha kadar ağladı,” dedi başını sallayarak.

“Banyodayken bana çok kızdı, zorla saçlarımı kesti. Sonra da kestiği saçları alarak kendisini odasına kapattı. Sabaha karşı su içmek için odamdan çıktığımda kapı aralığında onu gördüm. Odası darmadağındı çünkü her şeyi kırıp dökmüştü. Saçlarımı kesen amcam duvarın dibine yığılmış, yumruğunu ısırarak ağlıyordu,” dediğinde Melek bunun için bile kendisini suçlar gibiydi.

Islak gözlerini Karun’un mavilerine kenetledi ve “Gurur amca o gecenin sabahında kendi saçlarını da tıraş etti,” dedi. Karun’un tüm vücudu titredi, bense nefes bile alamadım.

“Gurur amcanın neden saçlarımı kestiğini birkaç ay boyunca hiç anlamadım,” diyen Melek anlatmaya devam ediyordu. “Uzamaya başlayan saçlarım kemoterapiyle dökülmeye başlayınca ve Gurur amca elinde taktığım bu perukla geldiğinde ne yaptığını anladım.” Amcası hepsini kaybetmeden önce onun saçlarını kurtarmıştı. Yeğeninin saçlarından peruk yaptırıp saçlarını yeniden ona hediye etmişti. Düşününce aslında çok hoş bir davranıştı.

Melek ince omuzlarını kaldırıp indirdi. “Gördüğünüz gibi kaybettiğim her parçamla ben bir piç olmanın cezasını ödüyorum,” dediğinde Karun yüzüne sert bir tokat yemiş gibi gözlerini yummuştu. Ona daha önce piç olduğunu söyledi, değil mi? Gözlerini yumduğunda yaşadığı utancın sebebi buydu.

Karun kendisini toplayıp tekrar onun gözlerine bakınca Melek, “Sizden hiçbir beklentim yok ve hiç olmadı,” diyerek gözyaşlarını sildi. Kalenderlere has gururlu bir ifadeyle omuzlarını dikleştirip, “Ama sizi anneme söyleyeceğim,” dedi bir kez daha.

Bunun sözünü verir gibi başını sallarken tırnaklarını avucunun içlerine geçiriyordu. “Çok değil, doktorların tahminlerine göre en fazla iki yıl içinde annemin yanına gitmiş olacağım. Bedenimi toprak alırken ben annemin yanına gideceğim. İşte o gün sizi anneme söyleyeceğim.” Titreyen dudaklarından bir hıçkırık firar ettiğinde gözlerinden birkaç damla gözyaşı dökülmüştü. “Anne kardeşin senin yetim kızını yurtlarda ve hastanelerde tek başına bıraktı diyeceğim.”

Melek tekrar ağlamamak için kendisiyle bir savaşa girerken Karun’un gözlerine baktı ve “Anne senin kardeşin benden o kadar nefret etti ki beni yabancı ülkelere sürgün etti diyeceğim,” dedi acı çeken bir sesle.

“Anne sen onu ne kadar sevdiysen kardeşin de bir o kadar benden nefret etti diyeceğim.” Gözleri dolan Karun daha fazla dayanamayıp hepimize sırtını döndü. Malikaneye doğru aceleyle birkaç adım atınca, “Karun,” diye seslendim ama durmadı. Kaçıyordu çünkü Melek’in darbeleri fazla ağır ve sarsıcıydı.

Melek acı çeken gözlerle onun arkasından bakarken, “Karun Bey,” diye titreyen ince sesiyle ona seslendi. Benim sesim Karun’u durdurmamıştı ama Melek onu durdurdu. Melek ona seslenince durdu ama bize doğru dönmedi. Melek onun sırtıyla bakışırken derin bir nefes aldı ve “Korkuyorum,” diye fısıldadı. “Anneme gitmeyi, onu görmeyi istiyorum ama korkuyorum.” Bakışları Karun’dan yardım ister gibiydi.

Melek kendini çok fazla hırpaladığı için yüzüne dağılan saçlarına doğru elini kaldırdı. “Ben yirmi yaşındayım ama annem daha çocuk, on üç yaşında. Ben bir çocuğun kızıyım, ya orada da bana annelik etmezse?” dediğinde bir şeylerle meşgul olmak için saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Ağlamamak için aklını dağıtmaya çalışıyordu.

Karun’un sırtıyla bakışırken, “Çocuklar anne olmayı bilmez ki annem bana nasıl anne olacak?” diye fısıldadığında Karun hiç kıpırdamadı. Sırtı bize dönükken hiç kıpırdamadı çünkü bunu yapamadı. Melek’in sorduğu sorular onun elini kolunu bağlamıştı.

Melek bekledi, Karun’un ona doğru dönmesini, acısını paylaşmasını ve ona bir şeyler söylemesini bekledi. Fakat Karun bunu yapmayınca derin bir iç çekişle, “Bugünden sonra bir daha sizi ziyarete gelemem çünkü tekrar hastaneye yatmam gerekiyor,” dedi. “Dışarıda olmak kalan günlerimi de kısaltıyor. Aslına bakarsanız bir an önce bunun bitmesini istiyorum ama Gurur amca hastane konusunda ısrarcı.”

Gitmek için arkaya doğru birkaç adım atarken bile hâlâ Karun’un sırtına bakıyor, belki ona doğru döner diye ümit ediyordu. “Ben artık sana gelemem ama son ana kadar senin bana gelmeni bekleyeceğim,” diyerek burukça tebessüm etti.

Melek gözlerinden taşan yaşlarla son kez konuştu. “Vedalaşmak için bile olsa bana gel dayı çünkü ben artık sana gelemem,” dediğinde Karun ile aynı anda hareket ettiği için dayısının ona doğru döndüğünü görmemişti. Melek gitmek için yönünü kapıya çevirmişti, Karun ise onu görmek için. Melek bunu görmedi.

Melek ona dayı deyince Karun ona doğru o kadar hızlı dönmüştü ki afallamıştım. Onu harekete geçiren şey Melek’in ona dayı demesiydi. Bu kelime onun tüm zincirlerini kırmıştı. Fakat ne Melek bunu gördü ne de Karun gitmekte olan kızı durdurabildi.

Melek çıkış kapısına adım adım yürüyüp ondan uzaklaşırken Karun onu durdurmak istedi. Bunu görebiliyordum çünkü öne doğru bir adım atıp konuşmak için dudaklarını aralamıştı. Lakin yapamadı, bir şeyler ona engelmiş gibi gitmekte olan küçük yeğenini durduramadı. Belki ablasının hayali ona engel oldu, belki de Defne’nin ölüm anı. Karun’un neyle cebelleştiğini bilmiyorum ama canını yakan, onu durduran bir şeyler vardı.

Tıpkı az önce Melek’in ona baktığı gibi şimdi de o Melek’in arkasından bakıyordu. Gittikçe ondan uzaklaşan hasta bir kızın arkasından bakıyor, belki de durmasını ve ona doğru dönmesini bekliyordu. Eğer Melek bir kez daha ona bakarsa bu sefer dayanamayıp onu yanında tutacağını ve gitmesine izin vermeyeceğine eminim. Fakat Melek onun yeğeniydi. Hasta bir vücuda sahip olsa da ruhunda bir Kalender’in inatçılığı vardı.

Bu yüzden bir kez olsun arkasını dönmeden bahçe kapısından çıkıp gitti. Onun arkasından kapılar kapanırken Karun bir iç çekişe binlerce ömür sığdırarak derin bir nefes aldı. Daha sonra o da sırtını döndü ve malikâneye girip hepimizin görüş açısından çıktı.

Kaçıyordu ama kaçmak çözüm değildi.

***

Karun’un nasıl olduğunu merak ediyorum. Tüm gün çalışma odasından çıkmadığı için açıkçası hepimiz çok gergindik. Melek’i gördükten sonra kendini çalışma odasına kapatmıştı. Böyle anlarda fazla kırıcı ve çekilmez biri olduğu için hiçbirimiz cesaret edip kapısını çalmamıştık. Karun akşam yemeğine bile inmeyince ne yapacağımı bilememiştim. Hava kararınca bahçeye çıkmıştı ama kimsenin yanına yaklaşmaya cesareti yoktu.

Bahçeye çıkıp onu görmek için etrafıma bakınca gördüğüm manzarayla dizlerimin bağı çözüldü, içim titredi. Karun çardakta oturup ablasının gömülü olduğu defne ağacını izliyordu. Masada içki şişesi ve kadehi vardı. Yılların yükü omuzlarına binmiş gibi omuzları hafifçe çöküktü. Oysaki onun omuzları hep dik olurdu. Benim asıl yüreğimi parçalayan, nefesimi kesen parmakları arasında tuttuğu şeydi. Karanlık olabilirdi ama çardağın ışığı onu görmem için yeterliydi. Karun sigara içiyordu.

Sigaradan nefret ederdi.

Daha önce hiç içmediğini söylemişti.

Ne ben ne de bir başkası değil, Melek’ti ona sigara içirten.

Karun duygusuz görünebilir ama Melek’in söylediklerinden çok etkilenmişti. İçtiği sigaradan artık bunu biliyordum. Yanaklarımdan süzülen birkaç yaşı hızlıca silerek ona doğru yürüdüm. Yaklaşan adım seslerimi duymadı. Gözleri ablasının ağacında oyalanırken hiçbir şey duymayacak kadar çok uzaklara dalıp gitmişti. O kadar yenik ve çaresiz görünüyordu ki bu görüntüyle ne yapacağımı bilmiyordum.

“Üşüyorum Defne,” dediğini duydum. “Öyle üşüyorum ki içim buz tutmuş gibi.” Ve ben anladım ki sevişmelerimiz dışında onu ısıtmam, yüreğindeki buzları eritmem hiç kolay olmayacaktı. Ne yaşamıştı bu adam? Kimler söndürmüştü yüreğindeki ateşi?

“Kızın sana çok benziyor,” diye mırıldandığında ablasıyla olan konuşmasını bölmemek için durdum. Parmakları arasındaki sigaradan büyük bir nefes alarak, “Beni sana şikâyet edeceğini söyledi,” diye başını salladı. “Bunu söylerken fazla cesurdu.”

Parmakları arasındaki sigara titrerken, “Defne,” diye fısıldadı ıstırap dolu bir sesle. “Onu kabul edemem. Bana seni hatırlatan ve senin gibi gidecek olan birini kabul edemem.”

Belki de ilk kez kendisine karşı bu kadar dürüst oluyordu. Karun, Melek’ten nefret etmiyordu, onun ölmesinden korkuyordu. Onu kurtaramayacağını bildiği için onu kendinden uzaklaştırıyordu. Yanında olursa ona alışır, severdi ve bu olursa Melek gittiğinde canı çok yanardı. Bunun olmasından korktuğu için kendini ondan nefret etmeye şartlamıştı. Kaçtığı Melek değildi, Melek’i sevme ihtimaliydi.

Elimde duran telefonun zamansız çalmasıyla irkilerek daldığı düşüncelerden çıktı. Duha’dan gelen çağrıyı hemen meşgule alarak başımı kaldırdım. Karun’un sert bakışlarıyla karşılaşınca tam kendimi savunacaktım ki, “Ne zamandır buradasın?” dedi buz gibi bir sesle. Gizlice onu dinleme fikri bile onu kızdırmıştı çünkü benim karşımda zayıflıklarını göstermekten kaçınıyordu.

Sıkıntıyla karışık sesli bir nefes alarak, “Kızma bana,” diyerek kamelyaya girdim. “Amacım seni dinlemek değildi.”

Onun karşısına oturduğumda gözlerimle parmakları arasındaki sigarayı işaret ettim. “Nefret ettiğini sanıyordum.”

Başını eğip kısa bir an elindeki sigaraya baktı. “Hâlâ nefret ediyorum.”

“O zaman niye içiyorsun?”

“Bir sebebi yok.” İçmek için birçok sebebi olduğunu biliyordum.

Sigarayı ahşap masaya bastırarak söndürdü. “İlk ve sondu,” dediğinde sadece başımı salladım. Devamının gelmemesi daha iyiydi çünkü sigaraya başlamasını istemiyordum.

Ona ulaşmaya çalışarak, “Konuşalım mı?” dedim yumuşak bir sesle. “Yardım etmek istiyorum.”

Yine o can sıkıcı duvarlarını çekerek önüne döndü. “Konuşarak geçmeyecek çok şey var.”

“Ben senin karınım, Karun. Birbirimizle her şeyi konuşabiliriz.”

Başını kaldırdı ve alay edercesine güldü. “Hemen sonrasında da öğrendiklerimizi birbirimizin yüzüne vurur muyuz?” Nefesim kesilmişti. Restoranda ona söylediklerimden bahsediyordu. Onu hep babama benzetirdim ama o gece bende onun annesi gibi olmuştum. Onun hakkında öğrendiğim bir gerçeği ilk fırsatta ona karşı kullanacak kadar acımasızdım.

“Anlamıyorsun değil mi?” diyerek sigara paketine uzandım ve içinden bir dal aldım.

Beni izlerken keyiften uzak bir sesle, “Neyi?” diye sordu.

“Canını herkes yakar ama canını canın yakarsa işte o zaman mevzu büyük.”

Durdu ve gözlerime baktı. “Canım mısın, Saka?”

“Değil miyim, Sanrı?”

Aramızda bir sessizlik yaşandığında biz sustuk ama birbirimize kenetlenen bakışlarımız bizim yerimize konuştu. Sessizliğimiz aslında sustuğumuz birçok şeyi bizim yerimize söylüyordu. Onu izlerken, “Doğru zamanda vazgeçmeyi ikimizde bilmiyoruz,” dedim.

“Doğru zaman neydi?”

“Benim için doğru zaman gönderdiğin eflatun elbiseydi. Senin içinse bir otelin restoranında benden duyduğun o sözlerdi.”

“Doğru zamanı kaçırdık, Saka.”

İçli bir ifadeyle gözlerine bakarken sanki ruhum bedenimden taşıp ona doğru süzülüyordu. “O zaman sıradakini yakalayana kadar birlikteyiz, Sanrı.”

Gözlerini kıstığında yüzünde gizemli bir ifade vardı. “Sıradakini ve ondan sonrakileri de kaçıralım mı?” Bunu söyleme şekli soru sorar gibi değildi. Sanki bu fikri bana aşılamak istiyordu ve bu konuda ricacıydı.

“Kaçırdığımız her trenle biraz daha tüketiriz birbirimizi,” dediğimde sesimde umutsuzluk akıyordu.

Çakmağı alıp masadan öne doğru eğildi. “Tüketelim,” dedi kısaca. “Seninle yaşadığım bu şey medcezir gibi.” Yaktığı çakmağı bana doğru uzattığında bakışları fazla anlamlıydı. “Yavaşça çekilir ama durdurulamaz.” Uzun kirpiklerinin altında bana bakarken çok gizemli görünüyordu. “Sana çekiliyorum durdurabilecek olan varsa buyursun gelsin.”

“Severiz medcezirleri,” diyerek onun konuşma şeklini taklit ettim. Omuzlarımı dikleştirip sesimi kalınlaştırdım ve yüzüme sert bir ifade ekledim. “Durduracak olanı durdururum.”

Başını geriye atıp gür bir kahkaha attı. “Racon da kesermiş Çeyrek Mafya,” dediğinde keyfi az da olsun yerine gelmişti.

Bu adamın gülüşüne hastayım.

Uzanıp benim için tekrar çakmağı yaktı. Başımı eğip sigaramın ucunu tutuşturduğumda ciğerlerimdeki dumanı onun yüzüne doğru üfledim. Kirpiklerini titreten duman dudaklarının çok az kıvrılmasına neden olmuştu. Yüzüne üflediğim dumanın anlamını bilmeyecek bir adam değildi. Beni izlerken dudaklarında çapkınca bir gülümseme meydana gelmişti.

Çakmağı masaya bırakıp sırtını arkaya yasladı ve bacaklarını hafifçe araladı. Eliyle araladığı dizlerinden birine vurdu. “Buraya gel.” Dizine oturmamı istiyordu.

Gözlerim gömleğin açık yakasında biraz oyalandı. “Bahçede birçok koruma var,” dedim alt dudağımı ısırarak. “Burada olmaz.”

Gözleri dişlediğim dudağımda oyalanırken sabırsızca, “Siktir et hepsini,” dedi. Sesi gırtlağından çıkan bir kalınlıktaydı. “Gel buraya.”

“Melek hakkında konuşmalıyız.” Bir anda açtığım konuyla tüm keyfi kaçmış gibi gözlerindeki şehvet kayboldu ve yerini sert dalgalara bıraktı. “Bu konuda konuşmanı yasaklıyorum.” Daha açılmadan konuyu kapatmıştı. “Sessiz ol.”

“Ama-”

“Aması yok.” İnadından taviz vermiyordu. “Bu konu tartışmaya açık değil,” diyerek beni uyardı. “Israr etme.”

“Tıpkı annesi gibi Melek’te senin kanayan yaran olacak.” Onun iyiliğini düşündüğüm için susmamı istese de bunu yapmadım. “Artık onu yanına alsan da almasan da bunu değiştiremezsin. Çok geç kaldın, Karun.” Bunu değiştiremezdi.

O kız en fazla iki yıl içinde hayatımızdan göçüp gidecekti. Melek öldüğünde Karun ablasından geriye kalan tek şeyi de kaybetmenin acısını yaşayacaktı. Onu yanına alıp sahiplenince de bir şey değişmeyecekti çünkü onunla geçireceği onca yılı ondan kaçarak heba etmişti. Melek, Karun’un en büyük pişmanlığı, vicdanını sızlatan ahı olacaktı. Bunu hiçbir şekilde değiştiremezdi. Onu kimsesiz bırakmanın pişmanlığı hep yakasına yapışacaktı.

Bütün bunları onun da düşündüğünü biliyorum. Kim bilir bu güçlü duruşunun altında ne acılar saklıydı. Karun benim gibi değildi ki, canı yanınca acısını gözyaşlarıyla akıtamıyordu. İçine attıklarının şiddetli bir patlayışı olacaktı. Gözlerine baktığımda bile bunu görebiliyordum. Bir gün tüm duvarları yıkılacak ve kaybettiği her şeye gözyaşı dökecekti. Bu onun en savunmasız olduğu an olacaktı. Bu yüzden, “Bana ağla,” dedim konudan alakasız olarak.

O gün geldiğinde teselliyi doğru kollarda bulması için, “Bir gün ağlamak isteyecek kadar canın çok yanarsa bana ağla,” diye fısıldadım. “Nerede olursam olayım bana gel ve omuzumda ağla.”

Gözlerinin içine en derin duygularımla bakmaya başlamıştım. “İster ölü olayım isterse de sağ ama bir tek bana gel ve yanımda ağla. İster küs olalım isterse de birbirimizden farklı hayatlar yaşayalım.” Bunun düşüncesi bile canımı yakıyordu. “Beni bul ve bana ağla.”

Karun neyden bahsettiğimi anlamadığı için kafası karışmış bir hâlde bana bakıyordu. Son söylediklerim huzursuzluğunu tetiklediği için, “Ölmeyi unut, Saka,” dediğinde bir tek bu kısma takılmıştı. Bir süre beni izledi ve acı çeken gözlerle, “Eflatun yakışmıyor sana,” dedi.

Oysaki bana en çok eflatun yakışırdı.

***

Babama geldiğimi bildirmemesi için büyükbabamı ikna etmek hiç kolay olmamıştı. Babam bir süre daha döndüğümü bilmemeliydi. Karun ile işleri tam olarak yoluna koymamışken babamın aklımı karıştırmasını istemiyordum. Döndüğümü birkaç gün daha ondan saklamaya çalışacaktım. Üç ayın yokluğunu bir nebze olsun telafi etmek için bugün büyükbabamı dışarı çıkarmıştım.

Büyükbabamla önce alışveriş yapmıştık daha sonra da lunaparka geldik. Büyükbabam çok severdi buradaki oyuncaklarla oynamayı. Burada biraz daha kaldıktan sonra onu öğle yemeğine götüreceğim. Korumalar lunaparkın gökkuşağı renklerine tezat siyah takımlarıyla çok göze çarpıyordu. Bizi takip eden yirmi adam gittiğimiz her yerde çok fazla dikkat çekiyordu. Onlardan kurtulamıyorum çünkü Karun’un sıkı emri vardı. Neyse ki bizi rahatsız etmek yerine uzaktan izliyorlardı.

Büyükbabam koşturmaktan çok yorulduğu için bir banka oturmuş pamuk şekerini yiyordu. Bir kenarda durup sigaramı içerek onu izliyordum. Telefonum çalınca Duha’nın aradığını gördüm. Dün gece de aradığına göre önemli bir şey olmalıydı. Açıp telefonu kulağıma yasladığımda, “Nihayet telefonu açtın meşgul kuş,” diyen alaycı sesini duydum.

Bu herif adımı söylemek yerine ısrarla bana kuş deyip duruyordu. Sürekli kuş diyordu ve başına mutlaka son durumu yansıtan bir şeyler ekliyordu. “Ne istiyorsun, Duha?”

“Birçok şey.”

“Anlamadım?”

“Pekâlâ, şunu âdetlere uygun bir şekilde yapalım.” Sesi her zamanki gibi alaycıydı. “Sana iki kötü haberim var önce hangisini bilmek istersin?”

“Bu haberlerden birinin iyi olması gerekmiyor muydu? Genelde böyle işliyor.”

“Haberlerimin işleyiş tarzını sana soracak değilim, bilmiş kuş,” diyerek beni azarladı. “Söyle şimdi önce hangisi?”

“Daha kötü olanı gönder gelsin.”

“Sendeki tarak aslında bir anahtar. Nerenin anahtarı olduğunu Carlos’un kumarhanesindeki kasasını patlatmadan anlayamayız. O anahtar Azap tarikatı için çok önemli, yani elinde onlara karşı büyük bir koz tutuyor olabilirsin. Nasıl bir avantaja sahip olduğumuzu öğrenmenin tek yolu kumarhaneye sızmak.” Merak ediyorum bu adamın tüm planları hep bu kadar tehlikeli miydi?

“Oraya seninle gelirsem Karun’a gerek kalmadan tarikat işimi bitirir,” dedim baygın gözlerle. “Unuttuysan hatırlatayım Carlos’u havaya uçuran şanslı kişi benim.”

“Ya kocan da bizimle gelirse?”

“Anlamadım?” Gözlerim irice açılırken az kalsın telefon elimden düşecekti. “Karun seninle iş birliği mi yapacak?” Sesim içime kaçmış gibi kısık çıkmıştı çünkü sonunda beni şoke etmeyi başarmıştı.

Güldü. “Evet ama henüz o bile bunu bilmiyor.”

“Onu nasıl ikna edeceksin? Bana bak onunla konuşurken sakın benden bahsetme!” Bunu yapma ihtimaliyle telaşa kapılmıştım. “İkimizin bunu planladığını düşünüp bu sefer bizi öldürür!”

“Kimseden korkmayacak kadar cesursun ama söz konusu kocan olunca eteklerin tutuşuyor.” Sinirlerimi bozmaya yemin etmiş gibi güldü. “Tipik Türk kadını örneği gibisin. Her haltı ye ama daha sonra aman kocam duymasın.”

“Yahu ben ne yaptım şimdi?” Burada çıldırıyordum. “Ben mi diyorum sana git ortalığı karıştır diye?”

“Evet.”

“Ne demek evet?”

“Sen bana demedin mi tarağın sırrını çöz diye? İşte bende bunu yapıyorum. Tarağın ne işe yaradığını bu gece öğrenebiliriz.” Ondan tarağın sırrını öğrenmesini isterken bizi bir kumarhaneye sürüklemesinden bahsetmiyordum.

“Kumarhaneye sızmak o kadar kolay olmayacaktır. Hepsi beni tanıyor.” Durduk yere başımızı belaya sokacaktı.

“Bir diğer kötü haberim de bununla ilgili olabilir.”

“Allah aşkına şu kötü haberleri tek seferde söyle de bende ona göre kalp krizi geçireyim.”

“Oraya kendin olarak gitmeyeceksin.”

“Kim olarak gideceğim?”

“Dansçı, escort, garson veya temizlikçi. Seçenek bol seç işte birini.”

Dalga geçerek, “Escortluk dedin kalbimi fethettin,” diyerek ona takıldım. “Şimdi kocamı arayıp ona da bundan bahsedeceğim. Eminim karısının bir kumarhanede escortluk yapacağını duyunca çok sevinecektir.”

Duha ağız dolusu küfrederken, “Gelir beni vurur ama bu olmadan önce bende seni vururum!” diyerek bana kızdı. “Tamam, şimdilik bu konuyu kapatalım. Sana iş bulmak en kolayı, zor olan Kalender’i iş birliğine ikna etmek.”

“Aslında kolay ikna ediliyor,” diyerek omuz silktim. “Kocam deyince yelkenleri hemen suya indiriyor.”

İkinci kez küfrettiğini duydum. “Kalender’i ikna etmek için ona kocam demeyeceğim!”

Kahkaha attım. “Kulağa harika geliyor.”

“Şu iğrenç fantezi dünyandan çık, rezil kuş,” diye homurdandı. “Bana gelmelisin, onunla konuşmadan önce planın üzerinden geçmeliyiz.”

“Sana derken?”

“Evime.”

“Evine mi?”

“Hep böyle aptal mıydın?”

“Sen arayana kadar hayır.”

“Oturduğun yerin tam karşısında olan şu görkemli ve ihtişamlı evime gel!”

“Oturduğum yerin tam karşısında olan şu görkemli ve ihtişamlı evine gelirsem sence Karun bana ne yapar?”

“Yakalanmazsan bir şey yapamaz.”

“Yahu iki evin arasında sadece bir yol var. Bir evden çıkıp diğerine girerken korumalar mutlaka beni görür.”

“Rengin’in iki yıl boyunca yaptığı bir şeyi sen bir seferliğine yapamıyor musun?” diyerek beni eleştirdi. “Sen bir kadınsın entrikalarla dolu olmalısın.”

“Ben Rengin değilim!”

“Hâlâ beni ayartmadığına göre tabii ki değilsin.”

“Seni ayartmamı ister misin?”

Gülüşünü duydum. “Şaşırt beni.”

“Beş dakikaya oradayım bebeğim. Aç kollarını beni bekle.”

Kahkaha attı. “Aklımı başımdan aldın!” deyince sinirden güldüm. Yaramaz bir çocuk gibiydi.

Yüzümde küçük bir gülümseme varken başımı iki yana salladım. “Önce Karun ile konuş eğer seninle çalışmayı kabul ederse onunla planını dinleriz. Ben dersimi fazlasıyla aldım artık kocamın arkasında gizli saklı işler çevirmeyeceğim,” dedikten sonra telefonu kapattım.

Manipüle uzmanı olan oydu, eminim Karun’u bir şekilde ikna edebilirdi.

***

Duha’yla telefonla konuştuktan sonra dört saat daha dışarıda kalmıştık. Büyükbabamın tüm enerjisi bitip adım atacak hâli kalmayana kadar dışarıda birçok şey yapmıştık. O kadar çok yorulmuştu ki arabaya biner binmez uykuya dalmıştı. Nihayet malikaneye geldiğimizde araba henüz yeni bahçeye girmişti. Daha arabadan inmemişken duyduğumuz silah sesiyle büyükbabam irkilerek gözlerini açtı. Korkuyla etrafına bakıp, “Bige saldırıya uğradık!” diye bağırdı ve koltuktan atlayıp yere diz çöktü.

Kafasını deve kuşu gibi yere gömen adama bakıp güldüm. “Ses malikânenin içinde geliyor ve hava çoktan karardı, yani Karun eve gelmiş olmalı.”

Büyükbabam hiçbir şey anlamadığı için kafasını sakladığı yerden kaldırıp, “Eee?” diye sordu.

“Ateş eden Karun olmalı,” dedikten sonra arabadan indim. “Onu kızdırmak için evde olmadığıma göre ya Levent’i vurmaya çalıştı ya da-” Duha’ya ait arabaları bahçede görünce güldüm. “Ya da Tunus’u vuruyor.” Sanırım Duha gün arasında bana bahsettiği şu dahiyane fikri nihayet onunla da paylaşmıştı.

Yürüyüp malikâneye girdiğimde antre Karun ve Duha’nın adamlarıyla doluydu. Karun’un adamları beni görünce hemen ellerini önlerinde birleştirerek kendilerine çeki düzen verdiler. Duha’nın adamları aynı şeyi yapmadı fakat onlar da başlarını küçük bir açıyla eğerek bana selam vermişlerdi. Sonuçta onların hanımı değilim ama yine de saygılı bir şekilde selam vermişlerdi.

Odama çıkmak için merdivene doğru bir adım atmıştım ki salonda ikinci kez bir kurşun ve kırılma sesi duyduk. Karun’un, “Kenan ve Furkan’ı evime çağırırken bana sormalıydın!” diyen kızgın sesini duydum.

“Lan oğlum indir şu silahı!” diye bağıran Duha salonda oradan oraya kaçıyor olmalı ki sesi yorgun ve kesik çıkıyordu. “O ikisi kasa açmakta uzman, yani bize gerekli!” demişti ki bir silah sesi daha geldi ve Elay’ın çığlığını duydum. Elay mı? O da mı buradaydı?

“İndir şu silahı kızı korkutuyorsun!” diyen Duha’nın sesi şimdi sinirli daha sinirli geliyordu.

Salonun kapısına doğru yürürken Karun’un, “Elay kapat çeneni,” diyen kızgın sesini duydum. “Şu piçi öldürmemi istiyorsan dikkatimi dağıtacak sesler çıkarma.”

Hızlıca, “Tamam,” dedi Elay. “Tahminen onu ne zaman öldürürsün?”

“Bana olan sevgin gözlerimi yaşattı doktor.” Duha bunları söylemişti ki yeni bir silah sesiyle küfredip, “O siktiğim şarjöründe kaç kurşun var?” diyerek beni güldürdü.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde salondaki çoğu şeyin parçalandığını gördüm. Karun sürekli ateş ettiği için burayı delik deşik etmişti. Duha büyük salon bitkisinin arkasına koşup saklandı ama Karun tekrar ateş ederek şarap fıçısı büyüklüğündeki vazoyu kırdı. Saklandığı yerde beni gören Duha sırıtarak bana doğru koştu. Karun tetiğe basmak üzereydi ki beni görünce son anda durmuştu.

Duha hemen benim arkama geçip kafasını omzumun arkasından çıkardı. “Neden durdun?” Karun’u kışkırtırken arkamdaki sesi güler gibi çıkmıştı. “Hadi ateş etsene.” Adi herif arkama saklanmasaydı acaba yine böyle konuşabilir miydi?

Karun onu vurmak için silahı sol omzumun üzerine tuttu ama Duha hemen kafasını çekip diğer omzuma doğru uzattı. “Çık lan karımın arkasından!” Kaşlarını çatan Karun beni incitmekten korktuğu için ateş edemiyordu. “Saklanacak başka yer mi kalmadı it!”

Arkamdan Duha’nın gülüşünü duyabiliyordum. “Olmam gereken en güvenli yerden çıkmamı mı istiyorsun?”

Karun’un çenesinden bir kas seğirdiğinde, “Olman gereken en tehlikeli yerdesin piç kurusu,” diye gürledi. “Saklanırken refleks olarak parmağın bile onun omzuna değse sikerim belanı!”

“Merak etme bu şaşkın kuşun dokunulmazlığını hiçbir koşulda ihlal etmiyorum.” En azından şu anda şaşkınlık geçirdiğimin farkındaydı. İki çocuk gibi salonun içinde oradan oraya koşturmaları beni şoke etmişti. Gerçek anlamda şaşkındım.

Daha fazla dayanamayıp, “Karun indir şu silahı,” dedim.

İndirmedi.

Çatık kaşlarla Duha’nın açığını yakalamak için tetikte beklerken beni duymadı bile. “Kocam,” dediğimde bakışları o kadar hızlı beni buldu ki ona gülümsedim. “İndir hadi şu silahı,” dedim yumuşak bir sesle.

Ona gülümseyen yüzümü izlerken Karun’un gergin suratı yumuşadı ve çatık kaşları düzeldi. Silahı havada tutan kolunu indirince bunu gören Duha arkamdan kısık bir sesle küfretti. “Gerçekten işe yarıyormuş!” Daha sonra başını omzumdan öne doğru uzatıp Karun’a sırıttı. “Kenan ve Furkan’ı plana dahil etmeliyiz... kocam,” deyince kahkaha attım. Bunu gerçekten söylemişti.

Karun elindeki silahla donup kalmıştı çünkü o da böyle bir şeyi duymayı beklemiyordu. Daha sonra arkamdan bir yere baktı, yani Duha’ya ve dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “Neyden bahsediyorsun?”

“Sen bir güldün sanki.” Duha kafasını omzumdan öne doğru uzatarak ona sataşmaya devam etti. “Zaafın mı var lan senin bu kelimeye?”

“Siktir git lan!” diyen Karun sinirleri bozulmuş gibi güldü. “Kendini aşmadığın bir günün bile yok.”

Karun’un yumuşadığını gören Duha arkama saklanmayı bırakarak ortaya çıktı. “Teveccühünüz Kalender Bey’ciğim.” Sanki iyi bir halt yemiş gibi konuşması insanı delirtirdi. “Sakinleştiğine göre bir kahveni alırım.” Koltuğa yürürken başını çevirip omzunun üzerinden kısa bir an Karun’a baktı. “Kahvenin yanında güllü lokum sevdiğimi biliyorsun.”

“Zıkkımın pekini ye!” Sesimi yükselttiğimde ikisinin bakışları beni bulunca ölümcül bakışlarımı Karun’a çıkardım. “Ben kahveyi nasıl seviyorum ve kahvenin yanında ne tercih ediyorum?” Duha’nın ne sevdiğini biliyorsa benimkini de bilmeliydi.

Karun dünyanın en zor sorusuyla karşılaşmış gibi başını omzuna doğru eğerek bir süre düşündü. “Kahveyi şekerli seversin ve yanında pek bir şey tercih etmezsin.” İkisi de yanlıştı. Kahveyi sade severdim ve yanında kestane şekeri isterdim.

Suratımın asıldığını gördüğünde mavi gözlerini hafifçe kısarak, “Ne oldu?” deyince yüzünü dağıtmak istedim.

“Yok bir şey!” Hızlı adımlarla koltuğa yürürken, “Sen ancak Duha’nın ne sevip sevmediğini öğren!” dedim sinirle. “Boşa beni git ona nikah kıy!” İkisi de aynı anda küfrettiğinde inanamayan gözlerle bana bakıyorlardı.

Afallayan Duha parmağıyla kendisini göstererek, “Bu piçi benden mi kıskanıyorsun?” diye sordu şaşkın bir sesle.

Yanından geçerken, “Ne kıskanacağım onu,” diyerek omzumla Duha’nın omzuna sertçe çarptım. “İyiyim ben!”

“Belli,” diye homurdandı. “Omzumu deşmenden o kadar belli ki.”

“Kapat çeneni iyiyim dedim!” Tekli koltuğa oturmak yerine koltuğun önüne yere oturdum. Bağdaş kurarak yere oturduğumu gören Duha kafası karışmış bir halde, “Ne yapıyor bu?” diye sordu.

Beni izleyen Karun gülmemek için yanaklarının içini dişliyordu. “Ağlamaya hazırlanıyor.” Kollarını göğsünde birleştirdiğinde ifadesi alaycıydı. “Gerçekten bunu burada mı yapacaksın?” Başıyla Duha ve Elay’ı gösterdi. “Onların yanında?”

“Sence bana fark eder mi?”

“Etmez.”

“O zaman sus ağlayacağım.”

“Yavrum senin aldığın o üç aylık terapi hiç mi işe yaramadı?”

“Yavrum deme bana!” diye onu tersledim. “Duha’ya yavrum de.”

“Ulan o ite niye söylüyorum?”

“O sana kocam diyor ama.”

“Onun ne kadar dengesiz olduğunu bilmiyormuş gibi konuşma.”

“O dengesizin kahveyi nasıl içtiğini ve zıkkımlandığı lokumu biliyorsun ama.”

“Düşmanını iyi tanı derler.”

“En büyük aşklar hep nefretle başlarmış.”

Karun daha fazla dayanamayıp, “Saka gözünü seveyim ağla sen,” dedi canından bezerek. “Ağlamadan normale dönmüyorsun.”

Gözlerim o kadar hızlı doldu ki Karun afallayarak panik yapmıştı. “Tamam, sakın ağlama.” Aceleyle yanıma gelip kalkmam için elini uzattı. Elini tutmadığımda sinirlenerek, “Çiçek!” diye sesini yükseltti. “Bige Hanım’a sade bir kahve yap ve yanına kestane şekeri koy.” Bir anda gözyaşlarım dağıldı, gülümsedim. Kahveyi nasıl sevdiğimi ve yanında ne tercih ettiğimi biliyordu.

Karun dudaklarımdaki tebessümü görünce kısık bir sesle homurdanıp uzattığı elini gösterdi. “Tutacak mısın?”

Ona kocaman gülümsedim. “Hiç tutmaz mıyım kocam.” Hemen elini tuttuğumda gülerek başını iki yana salladı. “Baş belası.”

Karun’un elini tutarak ayağa kalktığımda az önce gördükleri karşısında şaşıran Duha, “Sana hayatını kurtaracak bir tavsiye,” diyerek ona beni gösterdi. “Bu kadından sakın çocuk yapma. Normal hâli buysa hamile kalınca nasıl bir yaratığa dönüşeceğini kestiremiyorum.”

Duha’nın zamansız esprisi karşısında Karun ateşe dokunmuş gibi elini çekince yutkundum. Ellerimizi o kadar hızlı birbirinden ayırmıştı ki içimden bir şeyler kopmuştu. Sanki bir saniye fazladan elimi tutsa ona hamile olduğum haberini verecekmişim gibi ürkmüştü. Bir sessizlik sardı salonun dört bir yanını. Karun’un bu yaptığını herkes görmüştü. Elay benim için üzülmüş gibi bakıyordu, Duha ise son söylediklerine şimdiden pişman olmuştu.

Bazı şeyler hiç dile dökülmese de küçük bir hareketle anlaşılırdı. Karun çocuk istemiyordu. Baba olma fikri onu ölesiye korkutuyordu. Bu yüzden elimi bırakıp benden uzaklaşmıştı. Karun boş kalan elime baktığında ne bir şey söyledi ne de elimi tekrar tutmaya yeltendi.

Göz göze geldiğimizde üzüldüğümü yeteri kadar gizleyememiş olacağım ki, “Saka,” diye mırıldandı. Bir şeyleri telafi etmek istercesine tam konuşacaktı ki, “Sorun yok,” dedim aceleyle. “Merak etme bende çocuk istemiyorum.” Karun tuttuğu nefesini belli belirsiz verdi. Rahatlamıştı. Onunla aynı fikirde olmam onu mutlu etmişti ama aynı fikirde değildim, sadece o bunu anlamadı.

Koltuğa Elay’ın yanına oturup, “Merhaba,” diyerek konuyu hamilelikten uzaklaştırmak istedim. Fakat Elay buz gibi gözlerle bana bakıp kuru bir sesle, “Merhaba,” dedi. Beni görmeye tahammülü olmadığı için başını çevirip Duha’ya baktı. “Beni yaka paça neden buraya getirdiğini artık söyleyecek misin?” Beni görmezden gelip Duha’ya duvardaki guguklu saati gösterdi. “İki saat sonra katılmam gereken çok önemli bir ameliyat var.”

Duha tam ona cevap verecekti ki salonun dışında gelen seslerle sustu. Kapının diğer tarafında Kenan’ın, “Karun benden her ne istiyorsa kendisi yapmak zorunda,” diyen sesini duyduk. “Artık onun için parmağımı bile kıpırdatmam. Buraya sadece ne istediğini merak ettiğim için geldim.” Kenan’ın sesiyle Karun’un kapalı kapıya dik dik baktığını gördüm.

Gelen sadece Kenan değildi çünkü Kadem’in, “Bana dırdır yapıp durma,” diyen kızgın sesini duydum. “Duha olacak şerefsiz yüzünden bu sabah birinin daha parmağını kestim. İçim çıktı lan midem allak bullak. Bu adamdaki parmak fetişizmi artık sinirlerimi bozuyor.” Şerefsiz lafından sonra artık kapıya düşman gözlerle bakan sadece Karun değildi.

Adım sesleri kapıya yaklaştıkça, “Ne yapıyor tüm o parmakları?” diyen Furkan’ın sesini duyduk. Furkan mı?

“Nereden bileyim ben!” diye kızdı Kadem. “Münasip bir yerlerine sokuyordur herhalde!” dediğinde Duha belindeki silahı çıkarmıştı. “Bu sefer öldüreceğim bu piçi!”

“Sakin ol,” diyen Karun gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı. “Çocuk gerçekleri söylüyor.”

“Ne gerçeğinden bahsediyorsun lan!” Duha elindeki silahla kapının açılmasını bekliyordu. “Bu serseri yüzünden erken yaşta yaşlandım. Ağzına geleni söylüyor hemen ardından da affedersin abi diyor. Hangi birini affedeyim!”

Üçü içeri girdiğinde Duha, Kadem’i hedef alıp kafasının üzerine ateş etti. Bilerek ıskalamıştı ama bunu anlamayan Kadem hemen Kenan’ın arkasına saklandı. “Abi ne halt ediyorsun?” dediğinde arkadan Kenan’ın kollarına sıkı sıkı yapışmıştı.

Duha çatık kaşlarla ona silah doğrulturken kaskatıydı. “Abi deme bana!”

“Tamam, Duha.”

“Duha mı?” İyice celallendi. “İkidir bana Duha diyorsun sikeceğim artık!” Bu seferde Kenan’ın ayaklarının önüne ateş etmişti. Kenan irkilip arkaya sıçrayınca Kadem’e çarptı. İkisi de dengesini kaybettiği için Kadem yere düştü, Kenan’da sırt üstü onun üzerine.

İçeri girer girmez kendisini ateş hattında bulan Kenan’ın kaşları çatılmıştı. “Başlayacağım artık silahınıza da kurşununuza da!” Kalkmaya çalışırken Kadem’in üstünde debeleniyordu. “Bıktım lan artık!”

Kadem onu üzerinde itmeye çalışırken, “İlla bir şeylere başlayacaksan git diyete başla!” diyerek ona kızdı. “Döşümü deştin kalk üstümden!”

İkisi güç bela birbirinden ayrılıp ayağa kalkınca Kenan, her şeyin hırsını Kadem’den çıkarmak ister gibi ona döndü. “Seni son kez uyarıyorum beş metreden fazla bana yaklaşma!”

Kadem üzerindeki tozları silerken güldü. “Yoksa ne olur? Yine mahkemeye gidip uzaklaştırma kararı mı çıkarırsın?”

“O kararı çıkardığımda adliye kapısının önünde beni beklemeseydin belki bir işe yarayabilirdi!”

“Benim için uzaklaştırma kararı çıkartırken seni adliyeye bırakmamı istemeseydin belki işe yarardı.”

Ona öldürecekmiş gibi bakan Kenan çenesini sıktı. “Arabamı bozmasaydın senin arabana ihtiyaç duymazdım!”

Kadem baygınca ona göz devirdi. “Benim arabamdı lan o. Kendi arabamı bozdum seninkiyle seni adliyeye bıraktım ama bu kadarını hatırlamayacak kadar sarhoştun.”

“Kendi arabanı niye bozdun?”

“O kadarını hatırlamayacak kadar sarhoştum,” dediğinde ikisi de gülmeye başlamıştı. Bunların da Karun ve Duha’dan bir farkı yoktu. İkisi resmen Kenan ve Kadem’i çırak olarak yanında yetiştirmişti.

Kenan başını çevirip Karun ile göz göze gelince gülüşü dudaklarında asılı kaldı. Tüm keyfi kaçmış gibi dudakları düz bir çizgide buluştu ve bakışlarına yoğun bir ciddiyet yerleşti. İki eski dost belki de aylar sonra ilk kez karşı karşıya geliyordu. Biri kırgındı diğeri gergin. Karun’un gerginliği görülmeyecek gibi değildi. Aslında birbirlerini özledikleri çok açıktı fakat ikisi de bunu donuk bakışlarla gizlemeye çalışıyordu.

Yıllarını birlikte geçirmişken birbirlerini bu kadar kolay silemezlerdi. Bu sessizliği can sıkıcı bulan Karun gayet ciddi bir suratla, “Sen ve Furkan’ı buraya ben çağırmadım,” diye bu konuya küçük bir açıklık getirdi. “Hepsi Tunus’un halt yemesi.”

Kenan bozulsa da soğukkanlı davranarak ifadesizliğini korudu. “Anladım. Bana söyleyecek bir şeyin yoksa yapacak daha önemli işlerim var,” dedikten sonra Karun’a sırtını dönüp kapıya yürüdü.

Tıpkı onun gibi Kenan’da geri adım atmayınca Karun’un yanında duran elini sıktığını gördüm. Yumruğunu sıkarken, “Önemli işlerden kastın gece gündüz içmek mi?” diye sordu alayla.

Kenan durup ona döndüğünde yeşil gözlerinde öfke vardı. “Beni takip mi ettiriyorsun?”

Karun yumruğunu biraz daha sıkmıştı. “Seni takip ettirmekten daha önemli işlerim var,” dedi sakince ama gerilen parmak boğumları göründüğü kadar sakin olmadığını gösteriyordu. “Arkamdan iş çeviren birinin ne yaptığıyla ilgilenmiyorum.”

Kenan’ın kaşları çatıldı, yüz hatları kasıldı. İkisinin ters bakışlarına daha fazla dayanamayan Duha, “Bırakın birbirinizle didişmeyi yapacak daha önemli işlerimiz var,” diyerek Kenan’a boş koltuklardan birini gösterdi. “Geç otur koçum bu gece bize lazımsın.”

Kenan derin bir nefes alıp Duha’ya, “Sırf sana saygımdan kalıyorum,” diyerek Karun’u daha fazla kızdırmıştı.

Yapmak istediğim şey için daha fazla dayanamayıp hemen ayağa kalktım. “Furkan,” diyerek ona gülümsedim. Hızlı adımlarla ona doğru yürürken sarılmak için kollarımı açmıştım. “Seni çok özledim.”

Furkan’ın yüzü korkudan bembeyaz olurken gözleriyle arkamda bir yeri ya da birini işaret etti. “Bige Hanım lütfen U dönüşü yaparak Karun Bey’e doğru yönünüzü çevirir misiniz?” diye fısıldadı korku içinde. “Tabii beni canlı görmek istiyorsanız.”

“Karun bir şey demez sadece sarılacağım.”

Arkamdan Karun’un, “Sana bir şey demem,” diyen sakin fakat tehditkâr sesini duydum. “Ama sıkarım onun kafasına.” Karun’a döndüğümde tehditkâr bakışları bir tek Furkan’ın üzerindeydi. Furkan’ın gözleri önünde belindeki silahı çıkartıp şarjördeki mermileri kontrol etti. “Karıma sarılmak ister misin?”

Furkan ödü kopmuş gibi hemen arkaya birkaç adım atıp benden uzaklaşmıştı. “Estağfurullah abi,” dedi telaşlanarak. “Ne haddime.”

Sinirli bakışlarım Karun’u bulunca masumca omuz silkti. “Bak o da sana sarılmak istemiyormuş.” Furkan’ı tehdit etmemiş gibi davranıyordu. “İlla birine sarılmak istiyorsan gel bana sarıl.”

“İstemez.”

Kaşlarının kavisi büyük bir hızla çatılmıştı. “Ne demek istemez?”

“Sana sarılmayacağım.”

“Sebep?”

“İçimden gelmiyor.”

“O içini şimdi-” demişti ki yalnız olmadığımızı hatırlayıp son anda kendini susturmuştu.

Yürüyüp Kadem’in yanına oturdum. Karun’un bozduğu moralimi belki o düzeltir diye, “Selam,” dedim fakat Kadem bir kez bile yüzüme bakmadan ayağa kalktı ve gidip Elay’ın yanına oturdu. Bu da neydi şimdi? Kadem selamımı bile almadan benden uzaklaşmıştı.

“Neler oluyor, Kadem?” Israrla benden tarafa bakmayan çocuğa inanamayan gözlerle bakıyordum. “Sorun ne?”

Kadem gözlerini bana diktiğinde o kadar ifadesiz bakıyordu ki kanım çekilmişti. Hayır, onu kandırıp banka soygununa alet ettiğim için değildi bu bakışları. Kadem bana kızgın değil, kırgındı. Kahve gözlerinde gizleyemediği bir kırgınlık vardı. “Sorunumun ne olduğunu bilmen için önce beni dinlemen gerekmiyor mu?”

Tam bir şey söyleyecektim ki Kadem soğukça güldü. “Ama sen ne benimle ne de geçmişimle hiç ilgilenmedin. Önceliğin hep başkaları olmuşken artık bana sorun ne deme.” Haklılığı karşısında kendimi savunacak tek kelime edememiştim.

Kadem isyan etmekte haklıydı çünkü onun Uğur olduğunu öğrendikten sonra bile sanki o hiç geri dönmemiş, hep bir ölüymüş gibi davranmıştım. Şu zamana dek bir kez bile olsun ona o patlamada nasıl kurtulduğunu sormamıştım. Bu da yetmezmiş gibi onu bırakıp Fransa’ya gitmiştim. Ona yaptıklarıma rağmen peşimden gelmişti fakat ben onunla konuşmak yerine onu kullanmıştım.

Bir yarınımızın olup olmadığını düşünmeden onu hep yarına erteledim.

Duha birbirinden hazzetmeyen bu kadar insanı bir araya getirdiği için gerginliği önlemek amacıyla konuyu değiştirdi. “Şimdi herkes beni dinlesin planı açıklıyorum.” Duha’ya odaklanamıyordum çünkü aklım Kadem ile meşguldü. İlk fırsatta Kadem ile konuşacaktım. Geçmişte kalan hâlâ eşitlenmemiş bir öpücüğümüz vardı.

Duha hepimize tek tek bakarken bakışları uyarı niteliğindeydi. “Bir strateji dehası olarak şu zamana kadar yaptığım hiçbir plan başarısızlıkla sonuçlanmadı,” demişti ki gözleri Karun’un parmağındaki yüzükte oyalanınca yüzünü buruşturdu. “Biri dışında.” Karun’u benimle evlendirmeyi hayatının hatası olarak gördüğünü o kadar belli ediyordu ki.

“Her neyse,” diyerek derin bir nefes aldı. “Hazırlanmamız için sadece iki saatimiz var. Bu gece William Marasliyan’ın kumarhanesine giriyoruz. Kalender’in görevi mümkün olduğunca uzun William’ı masada tutmak.” Başını çevirip Karun’a baktı. “İyi bir kumarbaz olabilirsin ama bize zaman kazandırmak için bu gece hep kaybetmelisin.”

Şaşırtıcı bir şekilde Karun itiraz etmek yerine başını sallayınca, “Fakir mi kalalım, Karun?” dedim büyük bir ciddiyetle. “Neyimiz var neyimiz yok kumar masalarından mı harcayacaksın?”

Herkes tuhaf gözlerle bana bakarken fenalık geçirir gibi ellerimle kendimi serinletmeye başladım. “Çağıl’ı dinlemeliydim,” diye sızlandım. “Zamanında senden kurtulsaydık zengin bir dul olarak Çağıl ile her şeyi bölüşürdük.”

Karun’un sert çehresi yumuşadığında neredeyse sesli gülecekti.  “Benim hakkımdaki düşüncelerini şimdiden bilmem çok iyi oldu.”

“Konuyu kaynatmayın,” diyen Duha tekrar başkanlığı ele aldı. “Karun, William’ı masada tutacak ve bu sayede Bige ona ilacı içirtecek. Ne işler karıştırdığımızı anlamayacak kadar kafası güzel olmalı. Bu yüzden ona uyku ilacı vereceğiz.”

“Uyutmak yerine neden zehirleyip doğrudan öldürmüyoruz?” dedim safça. “Biri daha eksilmiş olur.”

“Sonra da liderliğe psikopat oğlu mu geçsin?” Duha’nın siyah gözleri bu fikri onaylamıyordu. “William tehlikeli görünüyor olabilir ama Carlos’a göre çok pasif biri. Eğer o ölürse yerine kafadan hasta oğlu geçer.”

Tıpkı benim gibi Elay’da merak etmiş olmalı ki öne doğru eğildi. “Kafadan hasta derken?”

Duha yerine Karun onu yanıtladı. “Siktiğim puştu ileri derecede psikopat.” Bunları söylerken küfretmeden duramıyordu. “Her şeyi saplantı haline getiriyor, özellikle de kadınları. Bir kadını istediğinde ona mutlaka sahip olur.” Ne hatırladıysa yanındaki elini sıkmıştı. “Onu reddeden kadınların hiçbiri yaşamıyor. Kafası bozuk piçin teki işte.”

“Siz ikiniz,” diyen Duha’nın bakışları ben ve Elay’ın üzerinde oyalandı. “Orada hiçbir koşulda onunla diyalog haline girmiyorsunuz. İşin ortasında bir de kalkıp onu vurmayalım.” Elay’da mı bizimle geliyordu?

Duha sessizlik içinde onu dinlediğimizi görünce bundan memnun kalarak Kadem’e döndü. “Kumarhaneye giren herkes yoğun bir güvenlikten geçtiği için üzeri aranıyor. Bige ilacı dışarıdan içeriye sokamaz ama aradığımız şeyi içerideki adamımız bize verecek.” Yani içeride bir köstebeğimiz vardı. “Kadem sen ilacı içkiye koyup Bige’ye ver gerisini o halledecek.”

Şimdi Duha’nın gözlerinin hedefinde Kenan ve Furkan vardı. “Nedim, Celil, Kadem ve Uraz sizin için yolu temizleyecek. Siz ikiniz de William’ın çalışma odasına sızıp kasayı açacaksınız.” Furkan yeniden sahalara atılmak istediği için hemen başını salladı fakat Kenan bu konuda çekimserdi. “Azap tarikatının kumarhanesine sızmaktan bahsediyorsun, anlattığın kadar basit olamaz.”

“Değil zaten.” Duha küçük bir baş hareketiyle onu onaylamıştı. “Yapacağımız en küçük hatada hiçbirimiz oradan sağ çıkamayız. Bu yüzden benim işim orada etrafı gözetlemek. Bulduğum her güvenlik açığında mümkün olduğunca çok adamı içeri sokacağım.”

Sıkılmış gibi bıkkın gözlerle Duha’ya bakan Elay, “Peki, ben bu planın neresindeyim?” dedi ama hiçbir şekilde buna dahil olmayacağını bakışlarıyla belli ediyordu.

Kalçasını koltuğun kenarına yaslayan Duha sırıttı. “İhtiyacımız olduğunda ilk müdahaleyi yapması için bir doktor gerekli.” Elay’ı oraya götürmeye kararlıydı.

Elay sinir ve alay karışımı bir şekilde gülerek inatla çenesini kaldırdı. “Senin özel doktorun değilim. Kirli işlerin için başka birini bul.”

Onu zerre kadar ciddiye almayan Duha çok rahat görünüyordu. “Fikrini sormadım doktor.” Ellerini koltuğun kenarlarına koydu. “Borcunu ödemek için bana çalışmaktan başka bir seçeneğin yok.”

“Ne borcundan bahsediyorsun?”

“Üç aydır sana verdiğim kredi kartıyla yaptığın saçma sapan bağışlardan bahsediyorum.” Her zaman alaycı bakan siyah harelerine ondan beklemediğim bir ciddiyet yerleşmişti. “O kartı beni ayartacak şeyler için kullan diye verdim. Peki, sen ne yaptın?” Kaşları çatıldığında ters ters Elay’a bakmaya başlamıştı. “İstanbul’da ne kadar yardım vakfı varsa onlara bağışta bulundun!”

Elay omuz silkerek bir bacağını diğerinin üzerine attı. Bunu yaparken Duha’yı daha fazla kızdırdığının farkındaydı. “Fena mı oldu, kirli paran en azından ihtiyacı olan birilerine gitti.”

Çıldırmanın eşiğine gelen Duha dişlerini gıcırdatarak derin derin nefesler alıyordu. “Kızım ben senin yaptığın yardımlara bir şey demiyorum ki!” Agresif bir hareketle kalçasını koltuğun kenarından ayırdı. “Ama tüm o bağışları neden benim adımı kullanarak yapıyorsun?” Sorun bu muydu yani?

Hesap sorar gibi birkaç adım Elay’a doğru yürüdü. “Üç aydır çeşitli vakıflardan evime ve iş yerime saçma sapan teşekkür kartları geliyor! Daha bu sabah yılın cömert ve örnek iş insanı diye sikik bir plakete beni aday olarak gösterdiler. Korumam gereken kötü bir şöhretim var benim!” dediğinde şoke oldum. Onu kızdıran şey herkesin onu iyi biri sanması mıydı?

Duha’nın öfkesiyle beslenen Elay’ın keyfine diyecek yoktu. Neredeyse kahkaha atacaktı. “İnsanlar artık senin iyi biri olduğunu düşünüyor, bunun nesi kötü?”

“İyi biri miyim ben, Elay?”

“Değilsin.”

“O zaman beni yanlış tanıtma!” dedikten sonra şimdi Elay’ı kızdırma sırası ona geçmiş gibi biraz sakinleşmişti. “Yaptığın tüm o yardımların parasını ödemek için artık benim şahsi doktorum olacaksın.”

Elay kızmak yerine güldü. “Çok uzun sürmeyecektir.” Bunları söylerken mavi gözleri kinayeli bir şekilde Duha’ya bakıyordu. “Öldüğünde ortada ödenecek bir borç kalmaz.” Duha’nın canını yakmak ister gibi sinsice kıvrıldı dudakları. “Uzun bir hayatın olacağını düşünüyor musun?”

Duha buz kestiğinde bunun sebebini anlayamadım. Elay varsayımlar üzerinde konuşurken söylediği hangi cümle onu böylesine strese sokmuştu? Duha’yı kolay kolay düşünce seline dalıp giderken göremezdik. O genelde mizah anlayışı yüksek, ciddiyet seviyesi sıfır ve her daim neşeli bir adamdı. Fakat şu anda bakışları durgun, yüzü tedirgin ve gergindi. Gizli bir tehdit sezmiş gibi Elay’ı izliyordu. Sanki Elay bizim bilmediğimiz bir şey biliyordu ve onunla Duha’yı köşeye sıkıştırıyordu.

Evet, Duha’nın bakışlarındaki şey Elay tarafından sırrının ifşalanacak olmasıydı. Duha’nın bir sırrı mı vardı? İkisinin sessiz ama anlamlı bakışmasını bölen Karun’un sözleri olmuştu. “Saka’nın yerine başkasını bul,” dediğinde bu konuda itiraz istemiyormuş gibi kararlı görünüyordu. “Tarikat yana döne her yerde onu ararken karımı kendi ellerimle onlara sunmayacağım.” Kolay kolay kabul etmeyeceğini tahmin ediyordum.

Duha başını çevirip omzunun üzerinden ona bezgin bakışlarını çıkardı. “Uyuşturucuyu William’a sadece bir kadın içirebilir ve tanıdığım en soğukkanlı kadın Bige.”

Gittikçe sinirlenmeye başlayan Karun oturduğu yerde ayağının birini kızgın bir şekilde sallamaya başladı. “Sikerim senin yapacağın plana!” Yine kaşlarının kavisi çok hızlı çatılmıştı. “O gelmeyecek!”

“Bige Efil Saka olarak oraya gitmeyecek.”

“Kalender!” diye onu düzeltti Karun.

Kafası karışan Duha, “Ne diyorsun oğlum sen?” diye sordu şaşkınca.

“Bige Efil Saka Kalender diyeceksin,” dedi sert bir sesle. “Eksik söyleme sikerim!” Karun bu konuda takıntılıydı.

Duha gülmemeye çalışarak ona istediğini verdi ve “Karın oraya Bige Efil Saka Kalender olarak gitmeyecek,” dedi ama bakışlarında tek bir soru vardı. Bir isim nasıl bu kadar uzun olabilir?

Karun hiçbir koşulda beni plana dahil etmemeye kararlıydı ama sırf merak ettiğinden sordu. “Kim olarak gidecek?”

“Garson.”

“Asla olmaz!” Hemen itiraz ettim. “Benim gibi elit ve birinci sınıf bir kadın rol gereği için olsa bile garson olamaz. Ben striptizci olarak oraya gidebilirim,” dediğimde salonda birçok küfür birbiriyle yarışırken Karun az kalsın kendi öksürüğünden boğulacaktı.

“Striptizci mi dedi o?” Elay şoke olmuştu.

“Bende öyle duydum sanki.” Bu Furkan’dı.

Kenan sözlerimi ciddiye almamıştı. “Bizimle kafa buluyor olmalı.”

“Bu geri zekâlının ciddi olduğunu hepimiz iyi biliyoruz!” dedi Kadem.

Ve son olarak Duha, “Böyle bir kadın düşmanımın başına demiyorum çünkü zaten öyle,” diyerek güldü.

Karun’un yüzü sinirden kıpkırmızı olurken öksürmeyi bırakıp başını yavaşça bana doğru çevirdi. Bunu insanın yüreğine korku tohumları ekecek bir yavaşlıkta yapmıştı. Sinirden zangır zangır titrerken boynundaki nabzı hızlanmıştı. “Saka.” Sakin bir sesle konuştu ama her an öfkeden patlayabilirdi. “Sen striptizci ne demek biliyor musun?” Tehditkâr gözlerle beni izlerken mavi gözlerinin ardında tehlike kol geziyordu. “Bilmediğini umuyorum aksi takdirde karşıma geçip böyle bir şey söylemek için eceline susamış olmalısın.”

Öyle bir bakıyordu ki sıkıysa ters bir şey söyle. “Bilmiyorum tabii.” Aceleyle hemen U dönüşü yaptım. “O ne ki?”

“Ha şöyle,” diyerek önüne döndü hayvan herif. “Bilme ve bilmediğin şeyler konusunda ısrarcı olma.”

“İzin ver bende geleyim.” Sesimi yumuşatarak dudaklarımı sarkıttım. “Arkandan iş çevirmek istemiyorum ama oraya bensiz gidersen bunu yaparım. Sen veya adamların beni burada tutamaz. Kaçıp peşinden geleceğimi iyi biliyorsun.” Somurtarak onu ikna etmeye çalışıyordum. “Beni orada kimse tanımayacak.” Hızlıca ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. “Kendimle işim bittiğinde yine olmaz dersen evde kalırım,” dedikten sonra itiraz etmesine fırsat tanımadan hemen dışarı çıktım. Öyle veya böyle onunla gideceğim.

Salondan çıkıp koridorda nöbet tutan korumalara döndüm. “Bana en acilinden sarı bir peruk, yeşil lensler ve siyah çerçeveli cam gözlük bulun.” Bunları söyledikten sonra merdivene yöneldim. “Yarım saat içinde istediğim her şeyi getirin lütfen.”

Şimdi değişim zamanıydı.

Yorumlar