Roman
  • 01/12/2025

33-İSTE DÜNYALARI VEREYİM

“Son zamanlarda benim için en güzel hediye oydu fakat o, dünyaları ayaklarımın altına sermek istiyordu.”

Birbirinin tekrarı olan kötü bir kâbustan beni uyandıran şey yüzümde gezinen parmaklardı. Kapalı bilincim yüzünden kime ait olduğunu bilmediğim parmaklar hoşuma gitmeye başlamıştı. Yüzüme küçük dokunuşlar yapıyor, saçlarımı okşuyor, bazense birinin sıcak nefesi saçlarıma nüfus ediyordu. Aynı şekilde birinin dudaklarını boynumda, yüzümde hatta dudaklarımda hissediyordum. Gece boyunca biri sanki ellerini ve dudaklarını üzerimden hiç çekmemişti.

Bir süre sonra tüm dokunuşlar son bulmuştu. Kirpiklerimi güçlükle araladığımda kendimi bir yabancının tacizlerine hazırlamıştım ama Karun’un göğsümdeki başıyla karşılaşınca tebessüm ettim. Bana dokunup duran Karun’du.

Başını göğsüme yaslamıştı ve gözleri kapalıydı ama uyuduğunu sanmıyordum çünkü az önce dudaklarımı öpüyordu. Sol göğsümün üzerine kafasını yaslayıp gözlerini huzurlu bir şekilde kapatan adam uyumuyordu. İşaret parmağı köprücük kemiğimin üzerinde gezinirken kim bilir ne düşünüyordu.

Karun’un yüzünü seyretmeye o kadar dalmıştım ki onu izlerken zaman duruyor gibiydi. İlk kez onu bu kadar huzurlu görüyordum. Genelde kaşları hep çatık olurdu ama şimdi gözleri kapalı, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Hector’un kumarhanesini havaya uçurduktan sonra sabaha karşı eve dönmüştük. Arabada geçen yoğun sevişmemiz eve geldiğimizde onun odasında da devam etmişti.

Saat altıda sızıp uykuya dalmıştım. Başını göğsüme yaslayıp gözlerini yumduğunda Karun’da uyudu sanmıştım ama hiç uyumamış gibiydi. Fransa’da geçirdiğimiz o bir haftayı hatırlayınca ister istemez gülümsedim. O bir haftada da uyurken başını hep göğsümün üzerine yaslardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Her defasında kulağını sol göğsüme yaslayıp vücudunun yarısı üzerimdeyken uyuyordu. Karun sanki kalbimin atışlarını dinleyerek uyuyordu.

Şimdi uyanıktı ama uyuyor olsaydı yine bu pozisyonda olacağımızı biliyordum. Güzel bir geceyi göreceğim yeni bir kâbusla sonlandırmak istemesem de uykuya yenik düşmüştüm. Kâbuslarım için bir çözüm yoktu. Ne Karun benim yanımda ısınabiliyordu ne de ben onunlayken kâbuslardan kurtuluyordum. Bu bile aramızda henüz yoluna girmeyen çok şey olduğunu gösteriyordu. Aslında birbirimize gerçek anlamda teslim olmuyorduk, değil mi?

Geçmişimizi birbirimizden saklamamız gibi birçok sır vardı aramızda. Karşı tarafa kendimizi tüm çıplaklığıyla tanıtmıyorduk çünkü aşamadığımız duvarlarımız vardı. Benim korkularım, Karun’un ise güven problemi vardı.

Yataktaki yarı çıplak halimize baktım. Benim üzerimde onun gömleği vardı, onun üzerinde ise sadece boxer. Vücudunun yarısından fazlası üzerimde olduğu için sol tarafım uyuşmuştu. Her defasında gövdesinin yarısı üzerimde oluyor, kolları ahtapot gibi beni sarıyor ve bir bacağı hep bacaklarımın arasında oluyordu. Karun çok dağınık uyuyordu. Uyanıkken bile bu pozisyondan hiç şaşmıyordu.

Esneyerek, “Ne zaman uyandın?” diye mırıldandım. “Ya da hiç uyudun mu?”

Köprücük kemiğimin çukurunda bir şeyler çizen parmağı durmaksızın hareket ederken, “Saka,” diye mırıldandığında parmağı durdu. Başı sol göğsümdeyken eli sağ omzumun köprücük kemiğindeydi.

İşaret parmağı tekrar hareket edince aşağıya ve yukarıya doğru zikzaklar çizdiğini gördüm. “Sadece topuklu ayakkabılarının tıkırtısı değil,” diye fısıldadı. “Artık kalp ritimlerinde ezberimde.” Nefesim kesilmişti. Köprücük kemiğimin çukuruna çizdiği şey benim kalp ritimlerim miydi?

“Bende seninkileri dinlemek istiyorum,” diye ricacı olduğumda, “Hımm,” dercesine garip bir mırıltı çıkardı. “Bunun için üzerinden çekilmem gerekiyor.” Kolunu belime dolayıp zaten bacaklarımın arasında olan bacağını iyice iki bacağımın arasına yerleştirdi. “Yerimi seviyorum sen başka zaman dinle.” Huysuz bir çocuk gibiydi.

“Karun ben yatak mıyım, niye benim üzerimde yatıyorsun?”

“Yataktan daha rahat ve sıcaksın,” deyince kahkaha attım. İnanılır gibi değildi.

Açık perdeden sızan gün ışıklarını gördüm. “Saat kaç? Senin işe gitmen gerekmiyor mu?”

Belimi saran kolu hareket edip yukarıya kaydı. Eli gömleğin açık yakasından içeriye dalıp sağ göğsümü avuçladı. “Siktir et işi.” Gözleri kapalı bir şekilde bir göğsümle oynuyordu. “İkimiz de dün gece çok yorulduk bugün yataktan çıkmayalım.” Ellerini üzerimden çekemiyordu.

Başımı çevirip komodinin üzerinde duran dijital saate baktım. “Saat on iki mi?” Gözlerimi büyüttüğümde, “Yavrum şu siktiğim saati unutup sessiz olur musun?” diye mırıldandı. “Uyumaya çalışıyorum.”

Gömleğin altına sızıp göğsümü avuçlayan eline gülerek baktım. “Uyumak dışında her şeyi yapıyor gibisin.”

Kapalı kirpikleri titreşirken dudaklarında hınzır bir gülümseme belirdi. “Henüz hiçbir şey yapmadım. Bunun için uyanmanı bekliyordum.”

“Hiç enerjim kalmadı,” diye sızlandım. Arabada olanlar aklıma gelince yanaklarım kendiliğinden ısınmıştı. Arabada olan sevişmemiz müthiş derecede ateşliydi. Üstelik döndüğümüzde de şöminenin önünde devam etmiştik. “Senin için yeterli olmalıydı.”

Gözlerini usulca açıp başını kaldırdı. Mavi gözleri doyumsuzluğunu çok net hissettiriyordu. “Benim için asla yeterli değil.” Bir anda iri vücudunu hareket ettirdi ve tamamen üzerime çıktı. Beni hiç şaşırtmıyordu.

Karun bacaklarımın arasına yerleştiğinde yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözlerinin odağında dudaklarım varken, “Sen konusunda doyumsuzum,” diye fısıldadı. Belini hareket ettirip kendini bana bastırdığında iniltiler çıkartarak alt dudağımı ısırdım. Eğer üzerindeki boxerı olmasaydı şu anda içimde olurdu.

Gözleri ısırdığım dudaklarımda oyalandıkça bakışları koyulaşıyor, daha da yakıcı oluyordu. Beni öpmek için başını eğmişti ki gözleri saçlarımdaki tokada oyalandı. “Şu sikik şeyi neden hiç çıkarmıyorsun?”

Tokaya olan bakışları agresif sayılacak türdendi. “Azap Tarikatının sembolü olan bir kurdeleyi ısrarla takmanın bir sebebi var mı?”

Gerildim ve o bunu anladı. Mavileri bir dedektif edasıyla kısıldığında kaşlarını belli belirsiz çatılmıştı. “Tokayla ilgili bilmem gereken bir şey var mı?”

“Hayır.” Yalanın getirdiği tedirginlikle sesim pütürlü çıkmıştı. “Basit bir toka.”

“O basit tokayı uyurken bile koruyorsun.” Kıstığı gözleri neyi gizlediğimi öğrenmek ister gibi bakıyordu. “Sen uyurken elim birçok kez saçlarında gezindi. Parmaklarım tokanın olduğu yöne ne zaman kaysa ya elimi ittin ya da başını çevirip tokayı kaçırdın. Doğrudan onu çıkarmak istediğimde ne oldu biliyor musun?” Gerçeği yüzümde bulmak istercesine her zerremi göz hapsine almıştı. “Bileğimi yakaladın.”

“Abartma lütfen.”

“Abartmıyorum Saka.” Tanık olduğu şey onu şoke etmiş gibi mavi irisleri büyümüştü. “Tokaya uzanan elimi çevik bir hareketle yakaladın ve o sırada uyuyordun.” İri gövdesinin altındaki vücudum kaskatı kesildiğinde bunu da hissetmişti.

Göz kontağımızı keserek bakışlarımı kaçırdım. “Annemin hediyesiydi bu yüzden tokaya karşı korumacıyım,” diyerek bir kez daha ona yalan söyledim. “Acıktım çekil artık üstümden.”

“Kaçıyorsun.” Çenemi tutarak başımı kaldırdı. Çenemi iki parmağının arasına sıkıştırıp beni ona bakmaya zorlamıştı. “Annen neden sana tarikatın sembolü olan bir kurdeleyi hediye etsin?”

“Nereden bileyim ben!” Onu itmeye çalışarak sorularından kurtulmak istedim. “Git anneme sor nedenini. Ah, pardon benim annem ölmüştü, değil mi? Sana cevap veremez!”

“Saldırganlık göstererek sorularımdan kaçamazsın.” Gözleriyle bir kez daha saçımdaki tokayı gösterdi. “Sana akşama kadar süre tanıyorum. Akşam olduğunda bu tokayı neden çıkarmadığını sen söylemezsen kendim öğrenirim.” Bunları söyledikten sonra üzerimden çekilip yataktan çıkmıştı.

Karun yerdeki pantolonu alıp giydiğinde derin bir nefes alıp yataktan çıktım. Kapıya doğru yürüdüğümü görünce arkamdan, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Ona dönüp yorgunca nefesimi koyuverdim. “Odama gidip banyo yapmalıyım.” Elimi karnıma bastırıp dudaklarımı sarkıttım. “Karnım fa aç benim.”

Karun sorduğu sorular yüzünden asılan suratımı görünce derin bir nefes alarak bana doğru yürüdü. “Sana baskı uygulamak istemiyorum ama benden bir şeyler sakladığını hissediyorum.” Karşımda durup üzerime eğilerek yüzlerimizi eşitledi. “Saka,” diyen sesinde endişe vardı. “İkimizin de sırları var bunun farkındayım ancak sen kendi sırlarını yönetmeyi bilmiyorsun.”

Yüzüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken parmakları özellikle yanağıma sürtünmüştü. “Ne zaman bir şey saklasan ikimiz de zarar gördük. Bana anlattığın sürece bize yardım edebilirim.”

“Bana düşünmem için biraz zaman ver.” Kendimi hazır hissettiğimde tokayı neden çıkarmadığımı ona anlatacaktım.

Uzlaşmacı bir ifadeyle başını salladı. “Akşama kadar yeterli bir zaman mı?”

“Hayır.”

“Bunun için sana elli milyon teklif ediyorum.”

“Milyar teklif etsen bile akşama kadar yeterli bir süre değil.”

“Elli milyara ne dersin?”

Gözlerimi büyüttüm. “O kadar paran var mı?”

“Yavrum ben katrilyonlar ve üstüyle oynuyorum sen bana milyarı mı soruyorsun?” Hınzırca güldü. “Akşama kadar olan süreyi kabul ediyor musun?”

“Hayır,” diyerek ona sırtımı döndüm. “Benim için İtalya’da yüz on üç katlı bir gökdelen alsan bile olmaz.”

“Neden yüz on üç?”

“Çünkü on üç katlı olunca adı gökdelen olmaz. Mecburen bir üstüne çıkmalıyım.”

“Bir üstüne çıkınca yirmi üç olması gerekmiyor mu?”

Ona doğru dönüp bilmiş bir şekilde kaşlarımı yukarı kaldırdım. “Ama yirmi üçün içinde on üç yok.”

“Yirmi üçün içinde on üç olmadığını mı söylüyorsun?” Karun başını hafifçe öne doğru eğerek gülüşünü sakladı. “Ne mezunuydun sen? İlkokul mu?”

“Düz bir şekilde baktığında yirmi üçün içinde on üç yok,” dedim inatla.

Gözlerinin mavisi hınzırca parıldadı. “Yirmi üçe ulaşmak için on ikiden on dörde mi atlıyorsun?”

“Düz bir şekilde baktığında dedim!”

“Düzünü tersini bilmem yirmi üçün içinde on üç var.”

“O zaman düzünde on üç, tersinde on üç, önünde on üç, arkasında on üç, sağında on üç, solunda on üç, altında on üç, ortasında on üç ve üstünde dokuz katlı bir gökdelen alsan bile olmaz!” deyip ona gülümsedim. “Kaç etti? Ah, olamaz, yüz on üç mü?”

Dilini dişlerinin arasına kıstırıp hafifçe ısırdı. “Dokuzun içinde on üç yok.”

“Hayır, var.”

“Zorlama yok.”

“Bir kadın dokuz ay boyunca bir bebeği karnında taşıyor mu? O bebek doğuyor, yani on üç yaş ve üstüne kadar büyüyor. Gördüğün gibi dokuzun içinde on üç var.”

“Kendi söylediğini kabul ettirene kadar susmayacaksın, değil mi?”

“Dokuzun içinde on üç olduğunu duyana kadar mı? Hayır.”

Kaşlarını çattığında, “Dokuzun içinde on üç var!” dedi küfreder gibi.

Gülerek başımı salladım.  “Olduğunu biliyordum.” Karun’un kısık bir sesle ettiği küfürleri duymak can sıkıcıydı.

Dışarı çıkacağım esnada, “Bekle,” diyerek beni durdurdu. Yanıma geldiğinde gözleri büyük bir bölümü görünen göğüslerimde oyalanıyordu. “Bu hâlde dışarı çıkamazsın.” Üzerimdeki gömleğin düğmeleri yarısından fazlası açık olduğu için göğüslerim görünüyordu.

Karun göğüslerim görünmeyecek şekilde gömleğin birkaç düğmesini kapattı. Bir adım geriye çekildiğinde gömleğinin üzerimde nasıl göründüğüne bakıyordu. Gördüğü manzara hoşuna gitmiş gibi dudağının köşesi kıvrılmıştı. “Benim gömleklerim sana daha çok yakışıyor.” Keyifli fakat kıskanç bir sesle ekledi. “Başka heriflerinkini giyme.”

Hector’un gömleğini giydiğim için mi gece gömleğini giymem için ısrar etmişti? Dün yatarken benim için dolabından yeni bir gömlek çıkarmıştı. Bu adam bir zamanlar hiç kıskanç olmadığını savunuyordu, değil mi?

Onaylamak için başımı sallamıştım ki şöminenin üstüne asılı duran tabloyla donup kaldım. Fransa’ya kaçmadan önce ondan aldığım on üç boya kalemi ve on üç avuç toprakla yaptığım tabloydu. Bir ağaca sırtını yaslayan çiftin iki farklı dünyasını anlatan bir tabloydu. Karun onu alıp şöminenin duvarına asmıştı. En sevdiği köşesine asmıştı. Ona bir vedayı, üç aylık ayrılığı hatırlatan hediyemi oraya asmasını beklemiyordum.

Karun şöminenin önündeki koltuğuna oturup içkisini yudumlarken kim bilir kaç gece izlemişti bu tabloyu. Nereye baktığımı görünce onun da bakışları tabloya kaydı. “Hayatımda aldığım en güzel ama en kötü hissettiren tek hediye,” diye iç çekti. “Güzel çünkü senin dokunuşlarını taşıyan bir eser.” Şimdi yüz ifadesi sertleşmişti. “Kötü hissettiriyor çünkü beni terk ederken arkanda bıraktığın bir hediye.”

Kendimi berbat hissederek ona yaklaştım. “O zaman tablodan neden kurtulmadın?”

Gözleri yoğun bir derinlikte tabloda oyalanırken içli gözlerle beni yanıtladı. “Kurtulamam.” Yüzü donuktu fakat sesi kederliydi. “Kurtulamam çünkü ona baktıkça benden nasıl kaçtığını ve seni kaçırtacak kadar nasıl kötü olduğumu hatırlıyorum.”

Başını çevirip omzunun üzerinden kısa bir an bana baktı. Göğüs kafesini şişirecek büyüklükte bir nefesi içine çekti ve “Unutmazsam aynı hataları tekrarlamam,” dedi. Kalbim teklemişti.

Üç aylık bir ayrılığın onda bu kadar olumlu bir değişim yaratacağını beklemiyordum. Karun artık her anlamıyla çok daha iyi biriydi. İç çekerek onu izlemeye başladığımda artık ona nasıl bakıyorsam, “Şöyle bakma,” diye homurdandı. “Beni sevmeye başladığını düşüneceğim.”

“Bu kötü mü olurdu?”

“Bu hayatımdaki en güzel şey olurdu.”

Ona yalan söyledim. “Ama seni sevmiyorum.”

Beni izlerken başını ağır ağır salladı. “İşte bu yüzden seviyormuş gibi bakma.” Bu bir emirden çok bir rica, belki de bir yakarıştı. “Yaratacağı hayal kırıklığının büyüklüğünü kestiremiyorsan seviyormuş gibi bakma.”

“O zaman senin gözlerinde bakmasın.”

“Gözlerimin nesi var?”

“Seviyormuş gibi bakıyorlar.” Karun hareketsiz kalırken nefes dâhi alamadı. Gözlerini işaret ettim. “Çok seviyormuş gibi bakıyorlar.”

Bakışlarıyla kendini ele verdiğini düşünmek hoşuna gitmedi. Tedirgin olmaya başladığında bir kaçış yolu arayarak, “Odana gitmen gerekmiyor muydu?” diye konuşup hemen bana sırtını döndü. “Git hadi.” Böylelikle gözlerini kaçırmanın bir yolunu bulmuştu.

Sevilmek istiyorsa önce sevmeyi öğrenmeliydi. Sevdiğimi itiraf etmenin tek yolu beni sevdiğinden emin olmaktı. Bana karşı duyguları olduğunu biliyorum ama duygularının ne boyutta olduğunu bilmiyordum. Serhat’ta yaptığım hatayı kocamla yapmak istemiyordum. Bir kez daha sevgisinden şüphe duyduğum birine teslim olamazdım. Önce beni sevdiğine inandırmalıydı.

Tam gidecektim ki kapının sağında üst üste duran üç büyük koliyi görünce durdum. “Bunlar ne?”

Dizlerimin üzerine diz çöküp en üstte duran büyük kutunun kapağını açtım. İçinde gördüğüm şeylerle gözlerimi irice açarak, “Ruj mu bunlar?” dedim şaşkınca. Hem de kırmızı. Hadi canım!

Kutunun içinde o kadar çok ruj vardı ki diğer iki kutunun içinde ne olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Elimi daldırıp henüz ambalajı bile açılmamış rujları baktım. Dünyanın en iyi markalarına ait olduğunu görünce dilimi yutmuştum. Elindekileri bırakıp yenilerini alıp baktım. Benim kullandıklarımdan bile daha kaliteli ve pahalı olduklarını gördüm. Şaşkınlığım kat ve kat artarken en üstteki kutuyu alıp hemen kenara koydum. Diğer kutularda ne olduğunu merak ediyordum.

İkinci kutuyu açınca onun içinde de dünya genelinde kanıtlanmış en iyi markalara ait onlarca kırmızı ruj gördüm. Üçüncü kutuyu açınca onun da içinin kırmızı rujlarla dolu olduğunu görüp afalladım. Bütün bunlar da ne demek oluyordu? Başımı çevirip, “Karun bu ne?” dedim şoke olarak.

Düz bir şekilde bana bakarken omuzlarını kaldırıp indirdi. “Senin için.”

“Neden?”

Gözlerimi dikip ona bakmamdan rahatsız olmuş gibi başını küçük bir açıyla ayaklarına doğru eğdi. “Rujun biterse diye.” Gergin bir hâlde hafifçe öksürerek boğazını temizledi. “Biterse benden isteyebilirsin.” Hayatının en zor konuşmasını yapıyormuş gibi ensesini kaşıyıp, “Hector’dan veya başka heriflerden isteme,” deyince kahkaha attım.

Duha bu adamın ayarlarıyla nasıl oynayacağını iyi biliyordu.

Katıla katıla güldüğümü görünce bozuk bir suratla, “Gülmeyi kes,” diyerek beni tersledi. “Bir şeye ihtiyacın olduğunda başkalarından istemek yerine benden iste. Sana veremeyeceğim hiçbir şey yok.” Huysuzluğu bile o kadar tatlıydı ki.

Daha fazla gülüp onu iyice kızdırmak istemediğim için ayağa kalktım. Ona yerdeki dolu kutuları gösterdim. “Bunları hangi ara aldın?”

“Ben almadım.” Başıyla pencereyi gösterdi. “Çocuklara söyledim onlar aldı. Sabah güneş doğduğunda aşağıya inip hepsini avluya topladım. Civardaki tüm kozmetik mağazalarını gezip kırmızı ruj bulmalarını istedim,” dediğinde tekrar kahkaha attım ve o, “Gülüp durma bunda komik olan ne var?” diye homurdandı.

“Hiç.” Durumun trajedisi karşısında kendimi tutamayıp hâlâ gülüyordum. Korumalar avluya toplanınca eminim önemli bir operasyona katılacaklarını düşünmüşlerdir. Karun’un ciddi bir yüzle karşılarında durduğunu ve onlara dağılıp kırmızı ruj aramalarını emrettiğini hayal ettim de... Tekrar kahkaha attım. Bunu kaçırdığıma inanamıyordum.

Bu adam gerçek olamazdı.

Karun gülmekten gözlerimin dolduğunu görünce iyice huylanarak, “Normalde gülüşünle ilgili bir sorunum olmazdı,” deyip dik dik bana baktı. “Ama şu anda sinirlerimi bozuyorsun. Şunu kes artık. Karısına ruj alan tek erkek ben miyim?”

“Hayır ama eminim onlar üç koli ruj almıyorlardır.” Kıkırtıma engel olamadım. “Toplamda ne kadar var burada?”

“Sabahın erken saatleri olduğu için sadece on yedi bin, üç yüz kırk tane bulmuşlar.”

“Çok az değil mi?”

Ciddi bir ifadeyle başını ağır ağır salladı. “Bende öyle düşündüğüm için çocukları tekrar gönderdim. Sen uyanmadan önce İsa aradı, on bin daha gelmek üzere.” Olamaz, şaka yapmıyordu!

“Kocam saçmalama.” Yerdekileri gösterdim. “Bunlar bile çok fazla, ne yapacağım o kadar ruju? Ara İsa’yı hepsini geri iade etsin ya da bir mahalleye gidip dağıtsın oradakilere.” Sinirlerimi gerçek anlamda bozduğu için tansiyonum fırlamış gibi elimin tersini alnıma koydum. “Ayarı yok bu adamın!” Benim de fırlayıp duran bir tansiyonum yoktu!

Karun tam konuşacaktı ki, “Senden hiçbir şey istemeyeceğim!” dedim hızlıca. “Bir şeye ihtiyacım olursa kendim alabilirim.” Eğilip kutunun içinde rastgele bir tane ruj aldım. “Bir tane yeterli, bin tane ve üstüne gerek yok,” dedikten sonra kaçarcasına odasından çıktım. Elinin ayarı hiç yoktu.

Duha’dan uzak durmalıydı.

Aşağıya inip odama girdikten sonra doğruca banyoya yöneldim. Aşağıya inmeden önce duş almalıydım. “O kadar ruju ne yapacaksam.” Bu olayın şokunu uzun süre üzerimden atacağımı sanmıyordum.

Hızlı bir duş aldıktan sonra saçlarımı kurutup sımsıkı bağladım. At kuyruğu yaptığım saçlarıma siyah kurdeleli tokayı taktıktan sonra banyodan çıkmıştım. Üzerimdeki bornozu çıkartıp siyah iç çamaşırlarını giydim. Siyah tül çoraplarını bacaklarımdan yukarı çekerek jartiyerin askılarını taktım. Dolaptan çıkardığım siyah elbiseye gülümsedim. Bugün için oldukça şık ve zarif bir elbiseydi.

Elbiseyi askısından çıkardıktan sonra hızlıca giydim. Yarım kollu, bisiklet yaka elbise vücut hatlarımı sarıyordu. Dizlerimin bir karış üstünde olan dar, büzgülü eteği kalçama dolgunluk katıyordu. Bugünkü programıma henüz karar veremedim ama kimse beni böyle görünce yadırgamazdı. Ben genelde evde bile bir davete gider gibi giyinir ve hep topuklu ayakkabıyla gezerdim. Siyah stiletto ayakkabıları giydikten sonra makyaj aynasının önüne geçtim.

Duş almam ve saçımı yapmam toplamda kırk dakikamı almıştı. Giyinmem on beş dakikayı bulmuştu fakat makyajımı yapmak iki buçuk saat sürmüştü. Öyle abartılı bir makyaj da değildi ama her şeyin kusursuz olmasını istediğim için çok oyalanmıştım. Bugün siyah bir elbise giydiğim için göz makyajım siyah tonlarındaydı. Kırmızı ruju sürdükten sonra mücevher kutumu açıp içini karıştırdım. Siyah taşlardan oluşan bir kolye veya zarif bir gerdanlık işimi görürdü.

Üç aylık Fransa tatilimde hesabımdaki tüm parayı harcadığım için kendime yeni mücevherler alamazdım. Bunun için ay sonunda gelecek kira parasını bekliyordum. Konutlardan gelen para da olmasa gerçekten aç kalırdım. Aylık harcamalarım bazen bir milyonu geçiyordu. Trajik olan şeyse en tutumlu olduğum zamanlarda bu kadar harcıyordum. Kendimi kısıtlamasam bu rakamın çok daha üstüne çıkacağımı biliyordum.

Oldukça lüks ve pahalı zevklerim vardı. İstesem de parayı uzun süre hesabımda tutamıyordum. O aptal tarağa on beş milyon vermemeliydim. Pardon, on beş milyon, doksan dokuz kuruş!

Çantamı alıp cüzdanımı karıştırdım. Üç aylık tatil yüzünden hesabımdaki paralar suyunu çektiği için banka kartlarıma da çok yüklenmiştim. Bankaya bile borçlanmışken kredi kartlarım bir süre işime yaramazdı. Bu yüzden cüzdanımda hiç para var mı diye kontrol etmeye başladım. Olur da dışarıya çıkıp bir şeyler almaya kalkışırsam cüzdanımda para olup olmadığını bilmeliydim. “500 lira mı?”

Gözlerimi irice açarak elimdeki son kâğıt paralara baktım. “Bu da para mı ya, ne alınır ki bununla? Ruj bile alınmaz!” Resmen ay sonuna kadar fakirdim. Neyse ki ruj konusunda sorun yaşamayacaktım.

İyi ki babam ve Gazel, annemden kalan ev ve arsaların hepsini bana devretmiş yoksa sokaklarda dilenirmişim. Tasarruflu olmayı öğrenmeliyim ama nasıl? Bu o kadar zordu ki. Dışarıdaki tüm o elbiseler, ayakkabılar ve mücevherler gel beni al dercesine beklerken, bir ay boyunca ne yapacağım? Ben şu anda gerçekten çok müşkül bir durumdayım.

Karun’un o elli milyarlık teklifini kabul etmeliydim.

Çantamı alıp suratımı asarak odadan çıktım. Merdiveni inerken yüzümden düşen bin parçaydı. Daha önce hiç bu kadar fakir hissetmemiştim. Koca parası yemeye de alışık değilim ki, üstelik daha birkaç saat önce ondan hiçbir şey istemeyeceğimi söyledim. Artistlik taslamadan önce insan bir hesabını kontrol ederdi.

Aşağıya indiğimde hizmetçilerden biri Karun’un beni dışarıda beklediğini söyledi. Dün geceden beri hiçbir şey yemediğim için karnım çok açtı. Sadece sabah kahvaltısını değil, aynı zamanda öğle yemeğini de kaçırdım çünkü saat üç olmuştu. Malikânede kalıp bir şeyler yemem gerekirken Karun’un emirleriyle uğraşıyorum.

Dışarı çıkınca Karun’u arabanın yanında buldum. Bir yere gidecekmişiz gibi garajdaki tüm arabaları yine buraya toplamıştı. Karşısına ip gibi dizdiği korumalara bir şeyler söylüyordu. Beni görünce hemen susup, “Dağılın,” dedi hızlıca. Bu adam yine ne işler karıştırıyordu?

Ona doğru yürürken gözleriyle baştan ayağa beni süzdü. Gördükleri hoşuna gitmiş gibi mavilerindeki beğeniyi gizleyemiyordu. “Hasta ziyareti için biraz abartılı ama akşam yemeği için oldukça uygun.”

“Akşam yemeği mi?”

“Duha’yı ziyaret etmek için hastaneye uğrayacağız. Çıktığımızda muhtemelen hava kararır. Birlikte yemek yeriz diye düşündüm.” Şeytani bir ifadeyle gözlerimin içine baktı. “Kocana bir akşam yemeği ısmarlarsın, değil mi?” Bende bundan korkuyordum!

Ondan bir şey istemediğimi ve asla istemeyeceğimi söyledikten hemen sonra ona yemek ısmarlamamı istiyordu. Odasından çıkar çıkmaz hemen banka hesabımı kontrol ettirdi, değil mi? Hesabımdaki tüm parayı tükettiğimi biliyordu. Allah kahretsin, bu yüzden yemeği benim ısmarlamamı istiyordu çünkü ödeyemeyeceğimi biliyordu. Ondan bir şeyler istemem için bunu yapıyordu. Bu adam insan değil, şeytandı!

Suratım artık nasıl renkten renge girmişse Karun’un dudaklarında çarpık bir gülüş belirdi. “Bir sorun mu var?” Gözleri hınzırca bakıyordu. “Yoksa karım bana bir yemek ısmarlayamıyor mu?”

İntikam alır gibi omuzlarını dikleştirip bir elini cebine koydu. Bu açıkça bir meydan okumaydı. “Sen benden bir şey istemiyor olabilirsin ama ben senden isteyebilirim, değil mi?”

Gülümsemek için kendimi zorlayıp, “Tabii,” dedim isteksiz bir sesle. “Ne olursa.” Umarım akşam yemeği için aklında olan şey balık ekmek gibi bir şeydir.

Karun zevkten dört köşe olarak, “Bunu duyduğum iyi oldu,” dedi ve binmem için arabanın kapısını açtı. “Geç hadi.” İçimden bir ses bunun yeni bir soğuk savaş olduğunu söylüyordu.

Acaba hastayım diyerek evde mi kalsam ve ay sonuna kadar yataktan hiç çıkmasam mı? Asık bir suratla arabaya binmiştim. Karun yanıma oturduğunda birkaç dakika içinde araba malikâneden ayrılmıştı. Her zamanki gibi birçok arabadan oluşan uzun bir konvoy bizi takip ediyordu. Bizde en önde bize eskortluk yapan arabayı takip ediyorduk. Başımı cama yaslayıp akşam yemeği için kara kara düşünmeye başladım. O yemekten kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım.

Yanımda oturan adi herif beni göz hapsine almıştı. “Ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda aklımdan geçenleri biliyormuş gibi keyifliydi.

“Furkan’ı düşünüyorum.” Başımı çevirip üzgün gözlerimi ona diktim. “Furkan o haldeyken seninle nasıl yemeğe çıkabilirim?”

Yüzüme dramatize bir ifade kondurup elimi kalbime bastırdım. “Furkan’a üzüldüğüm için ne kadar bedbaht bir durumda olduğumu görmüyor musun? Yemeği başka bir güne ertelesek olmaz mı?”

Neyin peşinde olduğumu iyi bildiği için gülüşünü saklamak için başını hafifçe eğmişti. “Furkan için üzülmene gerek yok kurşun sadece bacağını sıyırmış. Bu yürümesine bile engel değil.”

Karun ilk saldırımı ustaca savuşturup aklına dahiyane bir fikir gelmiş gibi mavilerini kıstı. “Karımı üzgün görmeyi istemem bu yüzden Furkan ve diğer korumalar için de yer ayırtacağım.” Bekle, ne?

Düşünceli bir koca gibi sıcak bir ifadeyle omzuma dokunan adama inanamayan gözlerle bakıyordum. “Böylelikle karım hiçbir şey düşünmeden yemeğini yiyebilir. Onlara yemek ısmarladığın için eminim çocukların morali yerine gelecektir.” Sustu ve sinsice gözlerimin içine baktı. “Bize eşlik eden yüz elli yedi koruma olacak.” Ne? Yüz elli yedi mi? Ben daha birini doyuramazken bir de başıma yüz elli yedi kişi mi çıkardı? Burada çıldırıyordum!

Sinirlendiğimi belli etmemek için gülümsemeye çalıştım. “Düşündüm de hiç baş başa yemek yemedik,” dedim hızlıca. “Bence yalnız olmalıyız.”

Karun’un dudakları titrediğinde gülmemek için kendisiyle cebelleşiyordu. “Sen Furkan için bu kadar üzülürken nasıl onları getirmem?” Her an gür bir kahkaha patlatacak gibiydi. “Çocuklarda orada olacak, konu kapanmıştır. Ben karımın mutluluğunu düşünen bir kocayım.”

“Sağ ol,” diye homurdandım.

“Sağ mı olayım?”

“Emin değilim sus!” Başını cama doğru çevirdi ama kısık gülüşünü duymuştum.

Bu gece için beni çok zorlayacaktı.


***

Araba hastaneye yaklaştığında aklıma gelenlerle çantamı açıp içindeki ilacı çıkardım. Karun elimdeki şeyi görünce, “O da neyin nesi?” diye sordu.

Paketin içinde bir tane hap çıkartıp ağzıma attım. “Ertesi günü hapı, yani doğum kontrol hapı.” Su şişesine uzandım. Su yardımıyla hapı yuttuktan sonra şişenin kapağını kapattım. Karun gergin bir sesle, “Düzenli kullanıyor musun?” diye sorunca ona döndüm. Gözleri kucağımdaki pakette oyalanıyordu.

“Kullanmaya yeni başladım.” Duha’nın yaptığı bir şakadan ötürü çocuk istemediğini anladığımdan beri kullanıyordum, yani dün geceden beri.

Karun kaskatı kesilerek bakışlarını yüzüme çıkarmıştı. “Fransa’da geçirdiğimiz o bir haftada hiç kullanmadın mı?”

“Hayır.”

Gerginliği arttı. “Neden?”

“Çünkü kullanmayı unutmuştum.” Çünkü bambaşka bir adama dönüşerek bana geldiği için evli ve çocuklu bir aile olacağımıza dair hayallere kapılmıştım. Oysaki bizden anne ve baba olmazdı.

Zaten anne olmayı da hiçbir zaman istemedim. Fransa’daki düşüncelerim saçma bir hevesten fazlası değildi. Bir bebeği nasıl tutmam gerektiğini bile bilmiyordum. Benim neyime ki onlardan birine sahip olmak. Çocuklar daha fazla sorun çıkarmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kadem’in de dediği gibi onlar ruhumuzu emen bir parazitti. Vücudumun içinde bir parazit istemiyordum.

“Saka.” Karun’un yüzü bembeyaz olduğunda onu rahatsız eden, kanını donduran bir ihtimal doğmuş gibiydi. “Fransa’da geçirdiğimiz o bir haftada odadan hiç çıkmadık. Yedi günün her saati sevişmekten başka bir şey yapmadık.” Soluğu kesilirken soğuk bir sesle, “Nasıl korunmazsın?” diye benden hesap sordu. “Ya hamileysen?” Çocuk fikrinden ödü kopuyordu.

“Ama değilim.” Onu rahatlatmak istercesine bakışlarımı yumuşattım. “Karun o bir haftada ne kadar çok seviştiğimiz hiç önemli değil, hamile değilim. Regl günüm yaklaşıyor, yakında hamile olmadığımı sende göreceksin.” İlaç paketini ona gösterdim. “Endişen olmasın bundan sonra düzenli kullanacağım.”

Sözlerim biraz olsun korkularını yatıştırdığı için rahatlayarak nefesini vermişti. “Yine unutma ihtimaline karşı bende gereken tedbiri alacağım.” Prezervatif kullanacak olması benim açımdan herhangi bir sorun teşkil etmiyordu.

Hastane görüş açımıza girince bahçeden birbiri ardına çıkan siyah arabaları gördüm. Onlar çıktı biz girmiştik. Hastanenin bahçesinde içeri girdiğimizde gördüğüm kameralarla gözlerimi büyüttüm. Bahçede elinde kamera ve mikrofon tutan o kadar çok kişi vardı ki. Beklediğimden daha fazlasıyla karşılaşmıştım. “Neden bu kadar çok?”

Siyah filmlerin ardından dışarıyı izleyen Karun, “Bizim gibi adamların en küçük tökezlemesi bile çok ses getirir,” dediğinde haklıydı tüm gözler onların üzerindeydi. Karun dışarıyı izlerken muhabir çokluğuyla yüzünü buruşturmuştu. “Tunus ülke genelinde bilinen başarılı bir iş insanı. Hastanede olması muhabirler için iyi bir malzeme. Az önce çıkanlar da Devrim ve adamlarıydı. Ülkede ne kadar tehlikeli para babası varsa bugün hastaneye ziyarete gelecektir. Bu tür ziyaretleri diplomatik bir poz olarak düşünebilirsin.”

Başını çevirip bana baktığında gözlerinin ardında anlam veremediğim bir şeyler vardı. “Bu uyarıyı yapmaktan nefret ediyorum ama bugün hastaneden çıkana kadar şey gibi davranabilir misin?”

Merakla bakışlarım kısıldı. “Ney gibi?”

Oturuşunu bozup hafifçe öne doğru eğildi. “Şey gibi işte.” Yalandan öksürüp boğazını temizlediğinde bir konuda kıvranıyordu. “Normal.”

“O nedir?”

“Yavrum ben ciddiyim.”

“Bende ciddiyim kocam.” Sinirlerimi bozduğu için gülmeye başladım. “Ben kendimi normal biri olarak tanımlıyordum ama belli ki sen böyle düşünmüyorsun. Bana bak gerçek bir kuş olduğumu falan düşünüyorsan yok öyle bir şey. Uçamıyorum ki ben, kanatlarım yok sırtımda.”

Karun belli belirsiz gülümseyerek başını iki yana salladı. Her konuda beni eleştiriyordu ama mavi gözlerinde kıyamayan bir ifade vardı. “Demek istediğim kimseye racon kesme, kafa göz dalma ya da yere oturup ağlama. On üçle ilgili herhangi bir sayaç başlatma. Eline bir silah alıp çağırın gelsin deme. Müşkül durumlarını acaba gerçekten müşkül bir durum mu diye iki kez gözden geçir.” Dışarıdaki gazetecileri gösterdi. “Seni haber yapacakları her türlü eylemden kaçın.”

Benden çok güç şeyler istiyordu. Karun son derece ciddi bir ifadeyle beni izlerken bu sefer sıkıcı kurallarından taviz vermemeye kararlıydı. “Ve en önemlisi hastaneyi havaya uçacak her türlü komplodan kaçın. Hastaneyi patlatmak yok, anlaşıldı mı?”

Ne diyeceğimi bilmez bir halde yutkundum. “Ben niye hastaneyi havaya uçurayım, manyak mıyım ben?”

Karun yüzünü sertçe ovuştururken hayıflanır gibi sesler çıkartıyordu. “Beni korkutan da tam olarak bu ya.” Bunları söylerken tereddüt bile etmemişti. “Öylesin.”

“O kadar da değil ama.” Homurdanarak yanıma koyduğum çantamı aldım. “Ayrıca patlatmak istesem bombayı nereden bulacağım?”

“Farkında mısın, savunmanın içinde içerideki hastaların hayatıyla ilgili hiçbir şey yok. Tek sorun bulamadığın bomba mı?”

Sevimsiz bir gülümsemeyle ona karşılık verdim. “Anladığım kadarıyla sıklıkla yaptığım şeyleri yapmayacağım. Peki, yapmaktan hoşlandığım şeyleri yapmayınca tam olarak ne yapacağım? Yaptığım ama yapmamam gereken şeyleri anladım ama yapmadığım ve bugün yapmam gereken şeyleri anlamadım,” dedim tek bir nefeste.

Karun daha önce ondan hiç duymadığım bir şiddette birkaç küfür savurup, “Cümleni harfi harfine tekrarlarsan benden ne istersen alırım,” demişti ki daha ben konuşmadan beni susturdu. “Ya da unut gitsin. Yüz defa söylesen de muhtemelen seni anlamayacağım.”

Araba durduğu için gazeteciler arabanın etrafını sarmaya başlamıştı. Şoför arabadan inip arabanın etrafını dolanarak kapının yanına geldi fakat kapıyı açmadı. Korumalar arabalarından inip geçeceğimiz yolda etten duvarlar örene kadar kapı açılmamıştı. Birilerinin gazetecileri bizden uzak tutması gerekiyordu. Arabadan inmeden önce Karun kısa bir an bana bakıp, “Asla yorum yapma,” diyerek beni uyardı. “Onların işi sözlerini çarpıtıp daha büyük skandallarla kendi haberini satmak.” Bu yüzden ne sorarlarsa sorsunlar cevap vermeyecektik. Kışkırtıcı olacaklardır ama tepkisizliğimizi korumalıydık.

Kapı açılınca arabadan ilk inen Karun olmuştu. Elini bana uzatınca elini tutarak arabadan indim. Arabadan indiğimiz an kameraların flaşları yüzümüzde patlamıştı. Korumalara zorluk çıkartan muhabirler buldukları boşluktan mikrofonu bize doğru uzatıyor, üst üste soru sorup duruyorlardı. Karun ile el ele hızlı bir şekilde korumaların bizim için açtığı yolda yürüyorduk. Korumaları geçmeye çalışan basın izdiham çıkarmak üzereydi.

Her kafadan bir soru çıktığı için hepsine kulağımı tıkamam çok zordu. Birileri ya Karun’a ya da bana bir şeyler sorup duruyordu. Karun bütün bunlara alışık olduğu için sükûnetini bozmadan ilerliyordu fakat aynı şeyleri kendim için söyleyemezdim. Attığım her adımla dayanma gücüm biraz daha düşüyordu. Bazıları en küçük bir karşılık almak için gerçekten çok ileri gidiyordu. “Karun Bey, Duha Bey’in hastalığı konusunda ne düşünüyorsunuz?” diyen sorular gelmeye devam ediyordu.

“Kalp hastası olduğunu biliyor muydunuz?”

“Efendim Duha Bey’i ziyaret etmenizi zeytin dalı olarak görebilir miyiz? Aldığımız duyumlara göre son zamanlarda sık sık bir araya geliyormuşsunuz.”

“Lütfen cevap verin, Karun Bey düşmanlıktan doğan bir dostluk diyebilir miyiz?”

“İçişleri Bakanının davetinden erken ayrılmanız çok konuşuldu, Bige Hanım. Üstelik yalnız ayrıldınız söylentiler doğru mu? Bu evlilik için zorlandınız mı?”

“Karun Bey’in sizi zorla yanında tuttuğu söyleniliyor, bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı?”

“Fransa’ya kaçtığınız bilgisini aldık. Bu haberlerin gerçeklik payı var mı?”

“Dün gece William Marasliyan’ın kumarhanesinde gerçekleşen patlamayı duydunuz mu?”

“Marasliyan’lar ve Bige Hanım arasındaki husumeti bilmeyen yoktur. Karun Bey patlama hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Siz de orada mıydınız? Bu konuda dedikodular var.”

Daha bunun gibi birçok soru gelince adımlarımızı biraz daha hızlandırdık. Hastaneye girdiğimizde rahat bir nefes aldım çünkü basından kimseyi içeri almıyorlardı. Giriş katında bulunan herkes bize kaçamak bakışlar atıyordu. Buradaki kadınların ilgisi sadece Karun’un üzerindeydi. Gözleriyle âdeta onu yiyip bitiriyorlardı. Karun siyah takım elbisenin içinde her zamanki gibi çok şıktı. Omuzlarına attığı pardösüyle tehlikeli göründüğü kadar karizmatikti. Bugün her şeyiyle tam bir mafya babası gibi görünüyordu.

Bense siyah, kısa bir elbise ve zeminde ses çıkartan topuklu ayakkabılarla onun elini tutuyordum. Zengin adamların koluna taktığı o güzel ama aptal mankenlerden bir farkım yok gibiydi. Böyle düşününce çok can sıkıcıydı. Kafamdaki düşüncelerden sıyrılarak Karun ile asansöre bindik. Karun’un dört koruması da bizimle asansöre binmişti. Hepsi içeriye sığmayacağı için diğer korumalar başka asansörleri veya merdiveni kullanmak zorundaydı.

Asansörden indikten sonra korumaları takip ederek ilerlemeye başladık. Diğer korumalar da kısa süre sonra bize katılmıştı. Duha’nın bulunduğu koridora girince koridorun iki yanında duran korumaların sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Bunlar sadece Duha’nın korumaları değildi, aynı zamanda onu ziyarete gelen insanların da korumaları olmalıydı.

Duha’nın olduğunu düşündüğüm odanın kapısı açıldı ve içeriden birkaç kişi çıktı. Bu dört adamın içinde sadece Ümit Bey’i tanıyordum. Karun’un amcası Gurur yüzünden Ümit Bey malikâneyi bastığı için onu hatırlıyordum. Onun gözlerinin önünde bölge liderlerinden biri olan Korhan’ı öldürmüştüm. Bu yüzden Gurur’un kayınpederini kolay kolay unutamazdım.

Onların ziyareti bitmiş olmalı ki peşlerindeki korumalarla bize doğru yürümeye başladılar. Karun avucunun içindeki elimi hafifçe sıkarak, “Saka,” diye mırıldandı. Dümdüz bir şekilde karşısındaki adamlara bakarken, “Omuzların dik olsun güzelim,” dedi.

“Kocam bana güzelim mi dedin?”

“Karım şimdi şirinlik yapmanın zamanı değil.”

Gülmemeye çalışarak uyarısını dinledim. O söyleyene kadar omuzlarımın düşük olduğunu fark etmemiştim. Bu adamları görünce istemsizce korkmuş olmalıyım ki farkında olmadan gardımı düşürmüştüm. Derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim ve büyük bir özgüvenle yürümeye başladım. Karun’un elimi tutuyor olması bana ihtiyacım olan cesareti aşıladığı için artık yürüyüşüm dik, bakışlarım korkusuzdu.

Orta alanda buluştuğumuzda iki taraf da durdu. Dördü birden, “Kalender,” diyerek ona selam verince, Karun başını küçük bir açıyla sallayıp selamlarına karşılık vermişti.

İçlerinden biri sırf âdet yerini bulsun diye, “Son zamanlarda pek görüşemiyoruz,” diyerek ayaküstü bir sohbet başlattı. “Ama alıyoruz haberlerini.” Sesi kinayeliydi. Dün geceki patlamayı ima ettiği çok açıktı.

Aynı adam gözleriyle beni gösterdi. “Karının haberlerini de öyle.” Gözleri düşmanca bakarken sahte olduğu her halinden belli olan dostane bir ifade takındı. “Bizi karınla tanıştırmayacak mısın?”

Karun soğukkanlılığını koruyup, “Hayır,” dedi sakince. “Tanıştırmayacağım.” Bu adamın açık sözlülüğüne bitiyorum.

Adamın bozulan suratına kahkaha atabilirdim. “Bakıyorum da sende değişen hiçbir şey yok,” diyen adam hayır cevabını sindirememişti. “Dikkat et bu saldırganlığın bir gün başına ciddi sorunlar açabilir.” Gözlerimin önünde kocamı tehdit mi ediyordu?

Karun onun üstü kapalı tehdidinden zerre kadar korkmadan, “Görüyorum ki sende de değişen hiçbir şey yok, Sadri,” dedi düz bir sesle. “Hâlâ kimin karşısında nasıl konuşacağını öğrenememişsin.” Onun sözlerine misilleme yaparak, “Dikkat et,” dedi. “Hadsizliğin bir gün başına ciddi sorunlar açabilir.”

Sadri denen adama gereken uyarıyı yaptıktan sonra başıyla beni gösterdi. “Karımla tanışmana gelirsek kendi iyiliğin için onu tanımamalısın.” Dudağının köşesi tehlikeli bir yavaşlıkla kıvrıldı. “Çünkü bugüne kadar karımla tanışan kimse uzun süre hayatta kalmadı.”

Karun sindirdiği adamın gözlerinin içine bakıp buz gibi bir sesle, “Akıllı ol, Sadri,” diye onu uyardı. “Korhan, Güven ve Carlos karımla tanıştı ama hiçbiri uzun yaşamadı.” Bir kez daha beni gösterip gözlerini Sadri’ye dikti. “Hâlâ karımla tanışmak istiyor musun?” Arkasındaki korumalara rağmen Sadri’nin yutkunuşunu duymayan kalmamıştı.

Sadri düşmanca gözlerle bakmak dışında tek kelime etmeyince Karun diğer üçüne döndü. Görüşürüz anlamında başıyla küçük bir selam daha verdikten sonra elimi bırakmadan yanlarından geçti.

Önünde durduğumuz kapıyı açıp beni peşinden bir odaya çekmişti. Duha’nın korumaları diğerlerine yaptığı gibi bizi kapıda bekletip gelişimizi bildirmemişti. Duha için bizi bir tehdit olarak görmediklerini biliyorum. Odaya girince Duha’yı yatağında otururken gördüm. Sırtını duvara yaslayıp bacaklarını uzatarak oturuyordu. Üzerinde sadece pantolonu olduğu için üst kısmı çıplaktı.

Göğsüne yapıştırdıkları birkaç kablo bir monitöre bağlıydı. Kolundaki serumun bağlı olduğu aparat yatağının hemen yanındaydı. Bu yüzden Duha nedenini bilmediğim bir sebeple aparata kötü, kötü bakıyordu. “Kenan bu şey yamuk.” Çok sıkılmış olmalı ki serum aparatına takmış gibiydi. “Kalk lan düzelt şunu.”

Canından bezmiş gibi ona bakan Kenan, “Abi onda bir sorun yok,” dedi bıkkın bir sesle. “Dün geceden beri olmayacak şeylere takıyorsun.”

“Selam.” Sesimle birlikte ikisinin bakışları bizi bulmuştu. Zaten odada onlardan başka kimse yoktu.

Kenan, Duha’dan kurtulmuş gibi hemen ayağa kalktı. “Biraz hava alacağım,” dedi ve kaçarcasına odadan çıktı.

Duha alay ve kınama karışımı bir ifade takınıp Karun ile ikimize alayla bakıyordu. “Bakın kimler gelmiş.” Artık ilgilendiği şey serum aparatı değildi. “Hiç gelmeseydiniz.” Duvardaki saati gösterdi. “Saat dörde kadar neyle meşgul olduysanız benden daha değerli olmalı.” Bize trip mi atıyordu?

“Uğraştığım her şey senden daha değerli.” Karun yürüyüp yatağın yanındaki koltuğa oturdu. “Sırf âdetler yerini bulsun diye soruyorum ama aslında sana olanlar umurumda değil.” Kendini zorlayarak, “Nasılsın?” diye sordu isteksiz bir sesle.

Karun’u görmek bile Duha’nın can sıkıntısını dindirmiş olmalı ki eski hınzırlığına çok çabuk dönmüştü. “Nasıl mıyım? Bir düşüneyim nasılım?” Homurtular çıkartarak durum değerlendirmesi yapıyormuş gibi dudaklarını büktü. “Güvenlik zayiatından dolayı herkes neyim olduğunu öğrenmişken nasıl olabilirim?”

Karun yüzünü buruşturup onu susturmaya çalıştı. “Öylesine sordum nasıl olduğunu söylemek zorunda değilsin.”

“İyi değilim,” dedi Duha.

“İlgilenmiyorum,” dedi Karun.

“Benden kurtulmak isteyen siktiğim puştları dün geceden beri beni ziyaret edip duruyor. Sence nasıl olabilirim?”

“Tekrar ediyorum nasıl olduğunla ilgilenmiyorum.”

“Duvarlar üstüme üstüme gelirken nasıl olabilirim?”

“O siktiğim sorusunu hiç sormamalıydım!”

“Bu odada nefes alamazken hiç iyi değilim.”

Karun bir hışımla ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. “Henüz öleceği yok bunun.” Elimi tutarak beni peşinden çekiştirdi. “Gidelim öldüğünde tekrar geliriz.”

Gülerek eline yapışıp onu kalktığı koltuğa doğru sürükledim. “Bu kadar yabani olma.” Omuzlarından bastırarak onu yerine oturttum. “En az on dakika kalmalıyız.”

Duha sıkılmış gibi duvardaki saate bakarken gözlerinin siyahında gizleyemediği bir kırgınlık vardı. “Kadem hasta olduğumu öğrenince çekip gitti ve hâlâ dönmedi.” Bu haldeyken bile onu görmek istemeyen Kadem’i düşünüyordu. “Onun iyi olduğunu bilmeliyim.”

“Ona biraz zaman tanı,” dedikten sonra Karun’un oturduğu koltuğun kenarına kalçamı yaslayıp oturdum. “Onun için de kolay değil.”

Duha iç çekerek başını yavaşça salladı. “Sadece endişeliyim.” Kadem’i beklediği için gözleri sık sık kapıya kayıyordu. “Hâlâ gelmedi.”

Karun telefonu çıkartıp kafasını telefona gömünce bunu gören Duha’nın kaşları çatıldı. “O telefonla ne halt ediyorsun, Kalender?”

Karun başını hiç telefondan kaldırmadan düz bir sesle, “On dakikanın dolmasını bekliyorum,” dedi. “Sessiz ol dokuz dakika kaldı.”

Tabii ki Duha sessiz olmadı. “Hastalığımı biliyor muydun?”

Karun onu başından atmak ister gibi, “Evet,” diyerek geçiştirdi.

“Ne zamandan beri?”

“Çoğu zaman sol kolunu kullanamadığından beri. Eskiden sol yumrukların daha güçlüydü.”

Duha konuşmadı, Karun ise susmasını istese de onun sessizliğini rahatsız edici buldu. Başını kaldırıp derin bir nefes aldı. “Senin için bir kalp ayarlanabilir.” Umursamaz görünmeye çalışıyordu ama aslında Duha’yı önemsiyordu. “Bunu yapmanın bir yolu var, biliyorsun.”

Duha ona yakışmayan bir kederle acı acı gülümsedi. “Şu zamana kadar bulaşmadığım pislik kalmadı.” Başını eğip durgun gözlerle ellerine baktı. “Ellerim o kadar kirli ki çoğu zaman döktüğüm kanların izlerini görüyorum. Buna rağmen hiç vicdan azabı çekmiyorum çünkü öldürdüklerim benim gibi ciğeri beş para etmez adamlardı.”

Ellerine bakmayı bırakıp gözlerini Karun’a dikti. “Cinayetlerim için vicdan azabı çekmiyorsam bunun tek sebebi masum olmadıklarıdır. Senin bulduğun yol bana uymaz.” Bu konudaki kararını vermiş gibi burukça gülümsedi. “Vicdanıma ağır gelir, susturamam.”

“Ne zamandan beri bir vicdanın var?”

“Var lan işte,” diyerek önüne döndü. “Benim işime karışma. Onaylamadığım hiçbir kalp girmeyecek göğsüme.”

“Geberip git o zaman piç!” Karun onu tersleyerek kafasını tekrar telefona gömdü. “Sana ne olacağıyla ilgilenmiyorum.” İlgilendiği o kadar belliydi ki.

Odada bir sessizlik yaşanmaya başladığı esnada kapı açıldı ve yanında bir hemşireyle Elay içeri girdi. Dizlerine kadar gelen kırmızı bir elbise giyen Elay’ın üzerinde doktor önlüğü vardı. Ona eşlik eden hemşire elinde çelik bir tepsi tutuyordu ve tepsinin üzerinde birkaç ilaç vardı. Hastaneye geldiğinden beri Elay ilk kez onun odasına gelmiş olmalı ki Duha onu beyaz önlüğün içinde görünce şaşırdı. “Üzerinde neden doktor önlüğü var, doktor?” Aslında cevap sorunun içindeydi.

Elay yürüyüp onun ayak ucunda durduğunda güzel suratında iğneleyici bir ifade vardı. “Doktor olduğum için olabilir mi?”

Oturuşunu dikleştiren Duha baştan ayağa onu süzüyordu. “Ne olduğunu biliyorum ama her gittiğin hastanede doktor önlüğü mü giyiyorsun?”

Elay onun test sonuçlarını alıp kontrol ederken kısa bir an gözlerini devirmişti. “Sadece görev yaptığım hastanede doktor önlüğü giyiyorum ve bilin bakalım siz şu anda kimin çalıştığı hastanedesiniz?” Yanında hemşire olduğu için mi bu kadar resmiydi yoksa resmi bir yerde oldukları için mi? Doktor ve hasta arasındaki mesafeyi korumak istiyor olabilir.

“Beni kendi çalıştığın hastaneye mi getirdin?” Aklında haylazca şeyler geçerken Duha sırıttı. “Benden ayrılamıyorsun, değil mi?”

Elay bir sonraki sayfaya geçip karamsar bir şekilde dudaklarını büktü. “Ben değil, siz ayrılacak gibisiniz.” Başını kaldırıp mavi gözlerini Duha’ya dikti. Tam konuşacaktı ki Duha müdahale edip, “Anlayacağım şekilde anlat neyim olduğunu,” diyerek onu susturdu. “Tüm gün buraya kaç doktor geldi, haberin var mı? Hep konuştular ama hiçbir şey anlamadım. Tıbbi terimler kullanmadan bana açıkça neyim olduğunu söyle.”

“Ölmek üzeresiniz,” dedi Elay kısaca. Onun istediği gibi kısa ve açık konuşmuştu. “Bir an önce nakil ameliyatı olmazsanız korkarım ki fazla yaşamayacaksınız. Yeni bir krizi kaldıracak durumda değilsiniz. Hastaneden ayrılamazsınız giriş işlemlerinizi yapmalıyız. Bundan sonraki süreçte doktor gözetiminde olmalısınız.”

Duha sanki onu hiç duymuyormuş gibi kolundaki serumu çıkardı. “Bana siz deyip durma sinirlerimi bozuyorsun.” Burada söz konusu onun hayatı değilmiş gibi göğsündeki bantları sökmeye başladı. “Bu şeyleri kim bana yapıştırdı?”

Yüzünü buruşturarak bantların bıraktığı yuvarlak izlere bakıyordu. “Şu hâle bak sıkı ve sert kaslarımı bir ahtapot gibi vakumlamış gibi.” Duha’nın sözleri odadaki hemşirenin kıkırdamasını sağlamıştı ancak Elay’ın uyarı dolu bakışlarına maruz kalınca hemen kendine çeki düzen vermişti.

Onaylamayan gözlerle Duha’ya bakan Elay gayet resmi bir üslupla, “Ne yaptığınızı sorabilir miyim?” dedi.

Duha, “Soramazsın,” diyerek yataktan çıktı. “Önce benimle konuşurken aradaki şu sizleri çıkar.”

“Duha Bey hastaneden ayrılamazsınız. Durumunuzun ehemmiyetini anladığınızı sanmıyorum.”

“İşime karışma, Elay.”

“Elay Hanım diye hitap edin lütfen.”

Duha bir şey arar gibi etrafına bakındı. “Gömleğimi nereye koydun, Elay?”

“Yatağına dön Allah’ın cezası!”

Kendini tutamayıp güldü. “Duha Bey diye hitap edin lütfen.”

“Yatağınıza geri dönün, Duha Bey.”

“Yatakta bana eşlik edecek misin?”

“Söz konusu bile olamaz!”

“Eşlik etmeyeceksen o yatağa girmem söz konusu bile olamaz.”

Sakinleşmek için birkaç kez derin derin nefesler alan Elay, “Hastaneden ayrılamazsınız,” dedi bir kez daha. “Burada kalıp doktor gözetiminde olmalısınız.”

“Madem bu kadar çok istiyorsun eve gelip gözetle beni.” Duha’nın dudaklarında sapkınca bir sırıtış belirdi. “Yatarken veya banyo yaparken de beni gözetleyebilirsin,” dediğinde Karun gülerek başını telefondan kaldırdı. “Piç.”

Elay’ın yüzü sinirden kıpkırmızı olunca yürüyüp hemşirenin elindeki tepsiyi aldı. “Ben hallederim sen gidebilirsin.” Hemşirenin yanında rahat konuşamıyordu.

Hemşire dışarı çıkana kadar Elay onun arkasından bakmıştı. Kapanan kapıyla elindeki tepsiyi bir kenara bırakıp kaşlarını çattı. “Ne var biliyor musun, sana ne olduğu umurumda bile değil!” Sinirli adımlarla Duha’ya doğru yürüdü. “İster yaşa ister öl, umurumda değil!”

Elay ne kadar sinirliyse Duha bir o kadar rahattı. Bıyık altında gülerken Elay’ın öfkesiyle besleniyordu. “Çok yazık Duha Bey demene alışmıştım.” Kız ne diyor, bu herif neler diyordu.

Duha yataktan çıkıp birkaç adım atarak aralarındaki mesafeyi kapattı. “Ölmem umurunda değil, öyle mi?” Elay’ın üzerine eğilerek ikisinin yüzlerini eşitledi. “Gözlerinde uykusuzluk akıyor doktor. Sabaha kadar bir gram uyumadın, değil mi?” Bu durum onu keyiflendiriyordu ve bu muzır çıkan sesine yansıyordu. “Bağışçıların dosyalarını inceleyip benim için uygun bir donör aradığına bahse girebilirim.”

Kısa boyundan dolayı Elay başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Duha’nın ona bu kadar yaklaşmasını beklemediği için nefes alışları hızlanmıştı. “Oysaki dün sizin yüzünüzden ertelediğim ameliyatı gece yapıyordum.” Küstah sayılabilecek bir şekilde gülümsedi. “Kendini yükseklerde görmeyi bırak çünkü bazıları yüzünü görmeye bile katlanamıyor.”

“Bu yüzden mi onu öptün?” Konuya bodoslama daldığımda ikisinin bakışları hızla beni buldu. Duha şaşkınca bana Elay’ı gösterdi. “Beni öptü mü?”

Başımı salladım. “Sen kalp krizi geçirince öperek seni hayata döndürdü.”

Elay ürkerek Duha’dan uzaklaştığında hayretler içinde kalarak bana bakıyordu. “Onu öpmedim!” Yanında duran elini sıkarken agresif bir tutumla kendini savundu. “Yaptığım şeyin adı suni teneffüstü!”

Duha aradığı fırsatı yakalamış gibi gözleri hınzırca ışıldadı. Dudağının köşesi kıvrılmıştı. “Demek baygın olmamdan faydalanıp beni öptün?” Yalancı bir kınamayla dilini damağına vurdu. “Arsız doktor beni istismar ettiğine inanamıyorum.”

“Öpmedim!” diye hırçınlaştı Elay. “Hayatını kurtarmaya çalışıyordum!”

Duha başını çevirip bana baktı. “Bu kadın beni öptü mü öpmedi mi?”

İyi bir görgü tanığı olarak, “Üçümüz asansörde bir süre kapalı kaldık,” dedim. “Dudaklarını seninkilerle birleştirdi. Hem de birçok kez.”

Duha yalancı bir şaşkınlıkla irice açtığı gözlerini Elay’a dikti. “Birçok kez beni öptün mü? Bir sefer neyine yetmedi?”

“İkiniz kesin şunu kimseyi öpmedim!”

“Bu tacizci kadın başka bana neler yaptı, Bige?”

“Gömleğinin düğmelerini açtı sonra da-”

“İffeti ırzıma göz mü koyuldu?” Duha korkmuş gibi geriye doğru adımlar atarak Elay’dan iyice uzaklaştı. “Beni kirlettin mi?” Elleriyle göğsünü kapatmaya çalışması çok komikti. “Biri hemen avukatımı arasın bir asansörün içinde bu kadın bana sahip olmuş!” Elay şoke olmuştu.

“Olanlar için çok üzgünüm engel olamadım.” Kaşlarımı bükerek yüzüme acıklı bir ifade kondurdum. “Ama istersen mahkemede tanığın olarak gördüklerimi anlatabilirim.” Acı çeker gibi başımı hafifçe eğdim. “Büyük bir trajediydi.”

Duha beni teselli etmek ister gibi anlayışlı davrandı. “Kendini suçlama düşünceli kuş.” Bunları söylerken baştan ayağa bana kendini gösteriyordu. “Karşı konulmaz seksi vücudumun kurbanı oldum.” Tekrar Elay’a döndü. “Mahkemede seninle görüşeceğiz!”

Elay dehşete kapılmış gibi Duha ve bana bakıp duruyordu. Duyduklarını beyninin süzgecinden geçirip mantıklı bir yanıt arıyordu fakat olanların bir mantığı olmadığı için daha çok bocalıyordu. Uzun bir bekleyişten sonra konuşmak için dudaklarını araladı ama tek kelime edemedi. O kadar şaşkındı ki sözcükleri kafasında toparlayıp kendini savunamıyordu. Çok sonradan, “Siz,” diye fısıldadı fakat hemen sonra, “Siz ikiniz hastasınız!” diye bağırdı çıldırmış gibi. “Kafayı sıyırmışsınız!”

“Hasta olan benim ama kafadan değil,” dedi Duha.

“Hasta değilim ama kafa konusunda emin değilim,” dedim. “Bence oralara hiç girmeyelim,” diye homurdandığımda Duha’nın kısık gülüşünü duymuştum.

“Bir de gülüyor musun?” Elay iyice kontrolden çıkıp hızlı adımlarla Duha’nın üzerine yürüdü. Ona yaklaşıp sertçe göğsünden ittiğinde çok sinirlenmişti. “Sana dokunmadım veya tüm o zırvalıkları yapmadım. Seni öpmedim bile!”

Duha göğsündeki elleri bileklerinden yakaladı ve Elay’ı sertçe kendisine doğru çekti. Elay’a kaçma fırsatı tanımadan onun üzerine eğilip yüzünü onun yüzüne yaklaştırmıştı. “Öp o zaman,” diye fısıldadığında Elay donup kalmıştı.

İkisinin dudakları arasında yok denecek bir mesafe olduğu için ılık nefesleri birbirine karışıyordu. Duha’ya olan bu yakınlığı Elay’ı kelimenin tam anlamıyla bir aptala çevirdiği için, “Anlamadım,” diye mırıldandı şaşkınca. Gözlerini kırpıştırdı. “Seni öpmemi mi istiyorsun? Bahsi kazanmam için senin beni öpmen gerekiyor.”

Duha’nın gözleri onun dudaklarında yoğun bir şekilde takılı kalmıştı. Hadi canım. Duha onu öpmeyi istiyordu! “Doktor,” dedi kısık bir sesle. “Seni öpersem her şeyimi kaybederim.”

Elay’ın dudaklarına baktıkça onu öpmemek için kendisiyle mücadele ettiğini görebiliyordum. Gözlerinin siyahı biraz daha koyulaştığında sıkıntı içinde dişlerini sıkmıştı. “Dudaklarından çalacağım küçük bir öpücük her şeyimi kaybetmeye değer mi?” diyen sesi boğuktu. Bu soruyu Elay’a değil de kendine sorar gibiydi.

Elay kollarını çekerek bileklerini Duha’nın tutuşundan kurtardı. Onun çekim alanından çıkmak ister gibi arkaya doğru birkaç adım atmıştı. Daha sonra anlam veremediğim bir duyguyla Duha’nın gözlerinin içine baktı. “Sorduğun sorunun cevabını bulursan bana da söyle,” dedikten sonra ona sırtını dönüp odadan çıktı.

Duha uzun süre Elay’ın arkasından kapıyı bakıp durdu. Bakışları düşünceliydi. “Şu bahsin şartları onu öpmeyi isteyecek kadar seni ayartmasıydı, değil mi?” Güldüm. “Seni ayartmaya başlamış.”

Huysuzlandı. “Yok öyle bir şey.”

“Var öyle bir şey. Haksız mıyım, Karun?” İkimiz Karun’a döndüğümüzde gördüklerim karşısında dudaklarımda küçük bir gülümseme oluşmuştu. “Uyumuş.” Evet, Karun koltukta uykuya dalmıştı. Başını koltuğun arkasına yaslayıp kollarını göğsünde birleştirerek uyumuştu. Düzenli nefes alışları bile uykuda olduğunu gösteriyordu.

Duha ilk kez gündüz vakti onu uyurken görüyor olmalı ki kısık bir sesle küfretti. “Bu herifi sabaha kadar uykusuz bırakacak ne yaptın?”

“Seviştik,” dedim masumca. “Arabada başlayıp eve kadar seviştik sonra da evde devam ettik. Sabaha kadar sürdü.”

Kaşlarını çatarak gözlerini belertti. “Ben burada canımla uğraşırken mi?”

“Kumarhanede sevişmemize izin vermemek senin suçun,” dediğimde yataktaki yastığı alıp suratıma fırlattı. “Kaybol gözümün önünde utanmaz kuş! Fransızların oteli neyine yetmedi?” Taktı Fransızların oteline!

Suratıma çarparak yere düşen yastığı gösterdim. “Şimdi ağlarım görürsün!” diye ona çıkıştım. “Sordun bende söyledim ne kızıyorsun? Kocam değil mi, istediğimi yaparım!”

Karun mırıltılar çıkartınca kavga etmeye son verdik ama ters ters birbirimize bakıp duruyorduk. Çıkardığımız sesler yüzünden uykusu bölünen Karun gözlerini aralamıştı. Başını kaldırıp uykulu gözlerini bana diktiğinde çok masum görünüyordu. “On dakika doldu mu?” Tebessüm ederek başımı salladım. “Çoktan doldu.”

Karun yüzünü ovuşturarak üzerine çöken uykuyu dağıtmaya çalışıyordu. Burada kalmak istemediği için ayağa kalkıp bana kapıyı gösterdi. “Gidelim hadi.”

Gitmek için çantamı aldığımda Karun’un ayağı Duha’nın bana fırlattığı yastığa takıldı. Başını eğip yerdeki yastığa tuhaf gözlerle bakmaya başlamıştı. “Bu şey neden yerde?”

Eğilip yerdeki yastığı aldım ve Duha’ya dönüp yastığı suratına fırlattım. “Sahip çık yastığına!” dedikten sonra Karun’un koluna girdim. “Gidelim kocam öldüğünde tekrar geliriz.”

Duha bir hışımla bana dönüp kızgınlık içinde çenesini sıktı. “Nereye ölüyorum lan!”

“Lan deme lan karıma!” diye onu uyardı Karun.

“Saygı duy bana!” diyerek bende Duha’ya kızdım. “Saygı duyuyor musun bana?”

Onun sinirlerini bozuyor olmalıyım ki Duha gülmemeye çalışarak isteksizce başını salladı. “Tüm saygımla seni odamdan kovuyorum.” Kapıyı gösterdi. “Git dışarıdakilerin başına bela ol, rahat bırak beni.” Aklına ne geldiyse kaşlarını hafifçe çattı. “Bir süre daha buradayım sakın hastaneyi patlatma. Bunun için benim çıkmamı bekle.” Neden herkes bana bu uyarıyı yapıyordu?

Dışarı çıkmak için kapıyı açmıştım ki Karun duraksadı. Başını çevirdi ve omzunun üzerinden Duha’yı izlemeye başlamıştı. Karun’un mavilerinde şeytani bir parıltı vardı. “Akşam yemeğinde bize katılmak ister misin?” Ona beni gösterdi. “Saka ısmarlıyor.” Piç herif bilerek insan sayısını arttırıyordu!

Duha gömleğinin düğmelerini kapatırken Karun’un yemek teklifinin nedenini anlamadı. Anlamadı lakin bir şeyler olduğunu sezdi çünkü Karun kolay kolay onu yemeğe çağırmazdı. “Yemeği senin gibi sıkıcı biriyle geçireceksem bana eğleneceğime dair güvence vermelisin.” Gömleğinin son düğmesini de kapattı. “Benim için elinde ne var?”

Karun’un dudakları sinsice yana doğru kıvrıldı. “Hiçbir şey,” dediğinde bakışlarıyla çok şey olduğunu ona anlatıyordu. “Karım hiçbir koşulda benden bir şey istemeyeceğini söylediği için ben ondan bir şeyler istiyorum.” Hiçbir koşulda demedim.

Duha gibi zeki biri olayı çok hızlı kavramıştı. Yıllardır Karun’u tanıdığı için onun sinsi planını hemen anladığı için sırıttı. “Çocuklarda aç olmalı,” diyen adam en az Karun kadar şeytanın tekiydi. “Onlar da gelsinler mi?”

Karun omuzlarını yavaşça kaldırıp indirdi. “Benimkiler geliyor.”

“Benimkiler de geliyor o zaman,” dedi Duha.

Kan beynime sıçrarken daha fazla dayanamayıp suskunluğumu bozmuştum. “Siz yetmezmiş gibi bir de çocuklarınızı mı doyuracağım?” Her an ikisinin suratını dağıtabilirdim. “Bakamayacağınız çocuğu yapmayın arkadaş!”

Karun sahte bir şaşkınlıkla gözlerini belertti. “Neler duyuyorum?” Bana şöyle bakarken sinirlerimi nasıl bozacağını çok iyi biliyordu. “Karım birkaç korumaya yemek ısmarlayamıyor mu?” Birkaç mı? İki yüze yakın koruması vardı ve bir o kadar da Duha’nınki olsa dört yüzü geçerdi!

“Koskoca Karun Kalender’in karısı üç kuruşun hesabını mı yapıyor yoksa?” Duha’da ondan yana olarak beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı. “Kocan için çok aşağılayıcı bir durum.” Bu ikisi yan yana gelince ortaya dev gibi bir şerefsiz çıkıyordu!

İkisine öldürecekmiş gibi bakarken dişlerimi gıcırdattım. “Para umurumda değil.” Gururumdan ödün vermeden omuzlarımı dikleştirdim. “Benim endişem o kadar çok insanı içine alacak bir mekân bulmak.”

Duha’nın siyah gözlerinde sadistçe bir parıltı geçmişti. “Seni bu yükten kurtaracak bir fikrim var,” diyerek sırıttı. “Mekân kapatıyoruz.” Karun ona bir şeyler anlatmak için öksürünce Duha onun mesajını çok hızlı almıştı. “Yani senin adına mekân kapatıyoruz nasıl fikir?”

Gülmemek için başını duvara doğru çeviren Karun, “Dahiyane,” dedi. “Zekânı takdir ediyorum, Tunus.”

“Beni şımartıyorsun, Kalender Bey’ciğim. Elay’ı da davet edeceğim.”

“Belki şirketindeki çalışanları da bir yemekle şımartmak istersin?” diye küçük bir öneride bulundu Karun.

Duha yüksek sesle gülerek onu onayladı. “Aklımdan geçenleri okudun. Senin şirketindekiler de şımartılmayı hak ediyor.”

“Bu konuda çoktan harekete geçtim bile.”

“Bu devirde bizim gibi işverenler bulmak çok zor,” diyen Duha’nın suratını dağıtabilirdim.

Karun hayıflanır gibi iç çekmişti. “Sayımız çok azaldı, Tunus.”

“Hem de çok azaldı, Kalender.” Söz konusu beni çıldırtmak olunca nasıl da iyi anlaşıyorlardı!

Duha ceketini alınca Karun ile ikisi kapıya doğru yürüdü. Kapının tam önünde dikildiğim için ikisi yan yana durmak zorunda kalmıştı. Duha sırıtışına engel olamadı. “Karın sanki biraz sinirlendi, Kalender.” Biraz mı? Kulaklarımda resmen dumanlar çıkıyordu. Biraz sinirli demek az kalırdı!

Karun öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzümü eğlenen gözlerle izliyordu. “Bence değil.” Yüzünü bana doğru eğip gözlerini kısmıştı. “Sinirli misin, Saka?” Bir de soruyor mu?

Tek kelime etmemek için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Konuşursam ikisine dümdüz söveceğimi bildiğim için parmağımla onlara bir dakika işareti yaptım. Onları birbirinden ayırmak ister gibi hızlı adımlarla aralarından geçerken ikisinin de omzuna çarpmıştım. Banyoya yürüdüğümde arkamdan baktıklarını biliyordum. Banyoya girip kapıyı sertçe suratlarına kapattım.

Banyonun en uzak köşesine yürüdüm ve sinirden bağırdım. İçimde tuttuğum tüm öfkeyi bağırıp tepinerek serbest bırakınca daha iyi hissetmiştim. Yüzlerine karşı çığlık atmamak için kendimi zor tutmuştum. Öfkemden kurtulduktan sonra derin bir nefes alarak saçlarımı düzelttim. Elbisemi de düzelttikten dışarı çıktım. İkisi de gülüyordu ama beni görünce hemen buna bir son verdiler.

Ciddi görünmek için kendini zorlayan bu herifler her an kahkaha atacakmış gibi duruyorlardı. Aynı anda, “İyi misin?” diye sorduklarında, “Hiç olmadığım kadar!” dedim sıktığım dişlerimin arasında. İyi değildim! Bunlara ayrı ayrı maruz kalmak zaten insanı delirtirdi, ikisine birden maruz kalmak ise facia gibi bir şeydi.

Hiç oyalanmadan odadan çıktık. Üçümüz en önde yürürken arkamızda büyük bir koruma ordusu vardı. Yürürken ikisi kendi aralarında konuşuyordu. Duha, “Dün gece kasada aldığımız şeyleri kontrol ettin mi?” diye sorunca Karun başını iki yana salladı. “Henüz buna vaktim olmadı. Eve döndüğümüzde bakarız.”

“Bu herif evimize gelmiyor,” diye karşı çıktım. “Benimle zorla evlendin bir de kumam gibi Duha’ya tahammül etmeyeceğim.” Odada beni çileden çıkardıkları için ikisini de görmek istemiyordum.

“Zorla mı?” Karun alaycı bir ifadeyle kaşlarını yukarı kaldırdı. “Ben değil, benimle evlenen sendin. Kim olduğu fark etmez sen biriyle evlendiğinin bilincinde olarak evlendin. Ancak ben kimseyle evlenmeden evli olduğumu öğrendim,” diye homurdandı. “Şu yanımdaki piç kurusu yüzünden bir damatlık giyip nikah masasına oturmadım.” Trajikomik bir durum olduğunu inkâr edemezdim.

Karun sitem edene kadar olaylara hiç onun penceresinden bakmamıştım. Kiminle evlendiğimi bilmesem de ben evlenmiştim ama Karun bunu hiç yaşamadı. Düğünü için hiç heyecanlanmadı. Bir masaya oturup gelininin gözlerinin içine bakarak nikâh memurunun sorularını yanıtlamadı. O heyecanı, o duyguyu hiç tatmamıştı. Karun benimle evli olmasına rağmen aslında hiç evlenmemişti. Bunun nasıl bir duygu olduğunu veya nasıl hissettirdiğini hiç bilmiyordu.

Son söyledikleri canımı yakmak için değildi, Karun’un sitemiydi. İçinde ukde kalmış bir şeyi dışarıya vurmasıydı. Eskiden belki ama şimdilerde Karun benimle evli olmaktan rahatsız değildi. Fakat herkes gibi o da karısıyla evlendiğine dair anıları olsun istiyordu, değil mi? Bunu hiç dile getirmiyordu ama içten içe bunu istiyor olabilirdi.

“Benimle evli olmak kötü bir şey mi?” diye sordum. Öyle olduğunu sanmıyorum ama teyit ettirme gereği hissetmiştim.

Beni izleyen yüzü gevşerken dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi. “Hayır.” Elimi avucunun içine alarak benimle asansöre doğru yürüdü. “Seninle evli olmak başıma gelen en güzel şey.”

“Ve bunun için bana doğru düzgün teşekkür bile etmediniz,” diyen Duha bizi nankör olmakla suçlar gibiydi. “Unuttuysanız hatırlatayım sizi ben evlendirdim.”

Karun ile aynı anda ona, “Kapat çeneni!” dedik. Sanki bizi kendi intikamı için evlendirmemiş gibi konuşuyordu.

Koridorda düz bir şekilde yürüdükten sonra asansörün önünde durduk. Asansörü beklerken aklım bu akşamki yemekten kaçmakla meşguldü. Karun ve Duha hesap defterine yüklenmeye kararlıydı. Adi herifler resmen bana karşı birlik olmuşlardı. Asansörün kapısı açılınca gördüğümüz ikiliyle ben yutkundum, Karun kaskatı kesildi. Kadem’in yanında duran bu kız Melek değil miydi? Evet, Melek buradaydı. Karun’un kaçtığı yeğeni şimdi tam karşısındaydı.

Kadem bizi görünce asansörden inip yanımıza geldi fakat Melek inmedi. Gözlerim Melek’e kenetlenmişti, onun gözleri ise bir tek dayısındaydı. Hiç beklemedikleri bir anda karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyorlardı. Bu onlar için asla yaşanmaması gereken kötü bir sürprizdi. Etraflarındaki herkesten soyutlanmış gibi tek kelime etmeden birbirlerine bakıyorlardı. Sanki ilk konuşanın günahı daha büyük olacakmış gibi ikisi de hiç konuşmadı.

Dayı ve yeğeni bir sessizlik esir almışken tek kelime etmemişlerdi. Birbirlerine bakarken belki de çok şey söylediler ama biz duymadık. Melek güçlükle bakışlarını çevirip Karun’un yanında duran Duha’ya baktı. Gözleri dolunca hızlıca bakışlarını kaçırmıştı. Karun’un buraya neden geldiğini anlamıştı. Üzgündü çünkü dayısının buraya onun için gelmediğini biliyordu. Melek’te bu hastanede kalıyor olmalı ki Karun’un onun yerine Duha’yı ziyaret etmesine gönül koymuştu.

Melek aceleyle uzanıp rastgele bir düğmeye bastı. Bir an önce bizden uzaklaşmak istiyordu. Kapılar kapanmadan hemen önce eğdiği başını kaldırıp kısa bir an Karun’a bakmıştı. İçinde biriktirdiği kırgınlığı gizlemeden son kez baktı dayısının gözlerine ve sonra kapılar kapandı. İkisinin bakışları birbirinden koptuğunda Melek gitmişti.

Öylece gitti.

Kimse onu durdurmadı.


***

Melek.

Artık kış mevsimine yaklaştığımız için havalar soğumaya başlamıştı. Hava almak için bile olsa amcamdan izinsiz bahçeye çıkmam yasaktı ama hastanenin penceresinde dışarıyı izleyebilirdim. Zaten bu kılıkta dışarıya çıkamam çünkü Kasım soğuğu üşümeme neden olurdu. Üzerimde sadece dizlerimin hizasına kadar gelen bir hastane önlüğü, bir de amcamın yeni aldığı pembe kabanım vardı.

Pencereden dışarıya bakınca yine birçok koruma gördüm. Dün gece bu hastaneye önemli biri gelmiş olmalı ki hastanenin her yerinde birçok takım elbiseli adam vardı. Üst kata çıkan birçok koruma görmüştüm. Buraya gelen biri için hastane yönetimi güvenliği arttırmıştı. Önemli biri onların hastanesine gelmiş gibi güvenlik üst düzeye çıkmıştı.

Başlarda önemli hastanın kim olduğunu anlamamıştım ama daha sonra bunu öğrenmiştim. İki hemşirenin konuştuklarına kulak misafiri olduğum için dün gece buraya gelen hastanın Duha Bey olduğunu duymuştum. Kalp hastası olduğunu öğrenince ne çok şaşırmış ve üzülmüştüm. Onun gibi hayat dolu birine konduramadım hasta olmayı. İnanması güç bir olaydı.

Bu durum Gurur amcamın hiç hoşuna gitmemişti çünkü gelen kişiler yüzünden benim de burada kaldığım ortaya çıkar diye endişeleniyordu. Ben değil ama Gurur amca tanınan biriydi. Eğer basından birileri içeri sızarsa ve amcamın günlerdir hastanede kaldığını öğrenirse işler kontrolden çıkardı. Gurur Kalender’in tekrar Türkiye’ye dönmesi bile olay olmuştu. Bir de gizemli bir hastanın refakatçisi olduğu ortaya çıkarsa basın benim peşime düşerdi.

Karun Bey’in imajını sarsacak bir skandalla gündeme gelmeyi istemiyordum. Her gün beni görmeye gelecek umuduyla uyanmak, günün sonunda hayal kırıklığına dönüşüyordu. Dayım benim için hiç gelmeyecekti. Pencereden dışarıyı izlemeye son verip odamı bulmaya karar verdim. Evet, son on dakikadır hangi odada kaldığımı düşünüp duruyordum. En azından bu sefer adımı veya kim olduğumu unutmamıştım.

Başımı çevirip bileğimdeki bilekliğe bakıp gülümsedim. Sağ bileğimdeki bileklikte Melek Yitik yazıyordu ve hemen altında amcamın numarası yazılıydı. Gurur amca benim için işleri kolaylaştıracak her şeyi düşünüyordu. Sanılanın aksine o gerçekten iyi biriydi. Herkes Gurur Kalender’in yarım bıraktığı işini tamamlamak için Türkiye’ye döndüğünü konuşuyordu. Oysaki Gurur amca ben istediğim için dönmüştü. Alacağı tüm intikamları şu an için rafa kaldırmıştı çünkü önceliği bana vermişti.

Küçük adımlarla yürürken yolumu bulmaya çalışıyordum. Yine unutmuştum hangi odada kaldığımı veya nerede olmam gerektiğini. Kaybolmuştum. Bir kez daha yolunu bulamayan yitik birine dönüşmüştüm. Melek Yitik olmak böyle bir şey miydi? Her anlamda kaybolmak mıydı?

İç çekerek yorgun adımlarımı yürümeye zorladım. Hastanenin koridorundaki bir bankta tek başına oturan yabancıya yaklaştım. Odamı bulmam için belki o bana yardım ederdi. Kolumdaki serumun bağlı olduğu aparatı kendimle çekerek onun yanına gidiyordum. Serum aparatının tekerleri koridorda duyulan tek sesti. Ona yaklaşıp tam karşısında durduğumda beyaz gömleğindeki kanları yeni fark etmiştim.

Bir kazadan çok bir kavgadan çıkmış gibiydi. Açık kravatı tıpkı bir atkı gibi gevşekçe boynunun iki yanında sarkıyordu. Bacakları hafif aralıklı oturuyordu ve dizindeki sağ elinin parmak boğumları tahriş olmuştu. Gurur amca çok fazla yumruk atınca eli bu hâle gelirdi. Bu yabancının da elinde benzer hasarlar vardı.

Başını duvara yaslayıp gözlerini kapatmıştı ama uyuduğunu sanmıyordum. Daha çok düşünce seline kapılmış gibiydi. “Merhaba,” dedim kısık bir sesle. Eğer uyuyorsa onu uyandırmak istemiyordum.

Kirpikleri titreşip gözlerini açtığında kahverengi gözleriyle karşılaştım. Gözlerindeki kızarıklığı görünce ağladığını hem de çok ağladığını anlamıştım. Şu anda ağlamıyordu ama benden önce çok ağlamış olmalı ki akıttığı gözyaşların izi gözlerinde duruyordu. Kahve irisleri kafamdaki boneden biraz oyalandı. Peruğu çıkardığım için saçsız başım görünmesin diye çiçekli bir bone takmıştım.

Hastalıktan sararmış yüzüme, üzerimdeki hasta önlüğüne ve ayağımdaki terliklere boş gözlerle bakmıştı. Son olarak koluma takılı olan ve yan tarafımda tuttuğum serum aparatında durmuştu bakışları. Hasta olduğum çok açıktı. İç çekerek, “Ne istiyorsun çocuk?” dediğinde suratım asıldı. Oysaki yirmi yaşındayım. Sahip olduğum hastalıklar yüzünden vücudum yeteri kadar gelişmediği için herkes beni çocuk sanıyordu.

Yanındaki boş yeri işaret ettim. “Oturabilir miyim?”

Yalnız kalmak istiyor olmalı ki, “Hayır,” dedi ilgisiz bir sesle.

“Ama çok uzun süre ayakta kalmamam gerekiyor.”

Sert bir nefesten sonra kabaca “Otur!” dedi. Benden rahatsız olmuş gibi ayağa kalkıp asansöre yürümeye başlamıştı. Yanımdan geçerken burnuma gelen bu çilek kokusu da neyin nesiydi? Sanki çilek kokuyordu.

“Pardon,” diyerek arkasında seslendim. “Sizi rahatsız etmemin bir nedeni vardı.”

Durdu ve bana doğru dönerek bezgin gözlerle, “Ne istiyorsun?” diye sordu.

“Şey ben odamı bulamıyorum.” Bu benim suçummuş gibi utanmaya başladım. “Bazen yön duygumu tamamen yitirdiğim oluyor. Odam hangi katta ve kaç numara hatırlamıyorum.” Başımı eğip ona titreyen bacaklarımı gösterdim. “Ve ben çok yoruldum daha fazla ayakta duramam.”

Serum askısını sıkıca tutarak ayakta durmaya çalıştığımı görünce sert bakışları biraz yumuşamıştı. “Buradaki doktorlara odanı sordun mu?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Çünkü odamı kendim bulmak istiyorum.”

İlgisiz bir sesle, “O zaman bul,” dedi.

“Ama bulamıyorum.”

“Bulamıyorsan doktorlara sor.”

“Kendim bulmak istiyorum dedim ya.”

Sabrı tükenmiş gibi kaşlarını hafifçe çattı. “Kendin bul o vakit!”

“Ölümcül bir vakayım lütfen biraz anlayışlı olur musunuz?” Ona doğru yürüyüp karşısında durdum. “Doktorların müdahalesi olmadan kendi başıma bir şeyleri başarmak istiyorum ama küçük bir yardım da almalıyım.” Hasta insanlardan hoşlanmadığını çok belli eden bu kaba adamın yüzüne bakıp dudaklarımı büktüm. “Odamı bulmama yardım eder misiniz?”

Bir an önce benden kurtulmak istediği için, “Hayır,” diyerek benden uzaklaştı. “Aptallığı bırak ve doktorlara sor.” Beni tersledikten sonra bana sırtını dönüp asansöre yürüdü.

Kendimi zorlayıp adımlarımı hızlandırdım. Asansöre bindiğinde kapılar kapanmadan hemen önce kendimi içeri atmıştım. Peşinden geldiğim için bana dik dik bakınca elimi kaldırıp ona bileğimi gösterdim. “O zaman bu numarayı arayın lütfen.” Altın bilekliğimde Gurur amcanın numarası yazıyordu.

Kanserin ele geçirdiği beynim her şeyi unutmama neden olduğu için böyle bir önlem almıştık. Bazen kim olduğumu hatta amcamı bile unuttuğum oluyordu. Öyle anlarda beni bulan insanlar bileğimdeki numarayı arayıp amcama ulaşıyordu. Yaşadığım geçici hafıza kayıpları neyse ki çok uzun sürmüyordu.

Sanki uzun bir hayatım varmış gibi bu adam bana öldürecekmiş gibi bakıyordu ama acıyarak değil. Herkes hastalığımdan dolayı bana acıyıp merhamet duyarken onun bakışları çok farklıydı. Karşısında normal biri varmış gibi davranıyordu. İtiraf ediyorum sinirli de olsa bana böyle davranması hoşuma gitmişti çünkü normal biriymişim gibi hissettiriyordu.

Bileğimdeki numarayı gösterdim. “Onu arar mısınız?”

Üst katın düğmesine basarken, “Şarjı olmadığı için telefonum kapandı,” dediğinde sesi bezgin çıkıyordu. “Yukarı çıktığımızda seni bir doktora teslim edip işime bakacağım.” O öyle sanıyordu. Doktorlara sormadan odamı bulmaya kararlıydım.

Asansörün kapıları kapandığında benden en uzak köşede durması dikkatimden kaçmamıştı. “Bulaşıcı değil.”

Sabırsız bir şekilde asansörün kapısına bakarken başını bana doğru çevirdi. “Neyden bahsediyorsun?” Neden bu kadar sinirliydi?

“Hastalığım bulaşıcı değil,” diyerek bulunduğu yeri gösterdim. “O kadar uzakta durmanıza gerek yok.”

“Dibine kadar gireyim mi istiyorsun?”

“Şey hayır ama-”

“Sessiz ol çocuk.” Bana kızınca artık sinirlenmeye başladığım için kaşlarımı çattım. Kimin yeğenini terslediğinden haberi bile yoktu. Sessizlik içinde yukarı çıktık. Asansörün kapısı açılınca karşımda bulduğum kalabalık beni afallatmıştı. İçlerinde gördüğüm biri ise kelimenin tam anlamıyla beni bozguna uğratmıştı. Karun dayım buradaydı.

Onu burada, benim kaldığım bir hastanede görünce önce içimde bir mutluluk dalgası oluştu. Bir saniyeliğine benim için burada olduğunu düşünmek bile beni ne çok mutlu etmişti. Bir saman alevine benzeyen mutluluğum sadece birkaç saniye sürmüştü. İçimde tomurcuklanan çiçek henüz açmadan kurumuştu çünkü gerçekler dayımın hemen yanında duruyordu. Benim için değil, Duha Bey için buraya gelmişti, değil mi?

En bilindik düşmanı için bile hastaneye gelen Karun Kalender, bir tek yeğeni için buraya gelmemişti. Oysaki onun yolunu benden daha çok bekleyen kimseler olamazdı. Gözlerim dayımın mavileriyle buluştuğunda gözlerindeki endişeyi gördüm. Kim olduğumu açıklayacağım diye endişeleniyordu. Bunu yapmak yerine asansörün düğmesine rastgele bastım. Ona korktuğu hiçbir skandalı yaşatmayacağım.

Dayım benden nefret ediyor olabilir, ölmemi istiyor da olabilir ama ben onu seviyordum. Nefretine rağmen ona zarar verecek hiçbir şey yapmazdım. İnsan sevdiğine kıyabilir mi?

Kapılar kapanınca gözlerimde biriken yaşlar birbiri ardına aktı. Kolumdaki serumu çıkartıp sırtımı asansörün duvarına yasladım ve sessizce ağlamaya başladım. Beni suçluyordu, annemin katili olarak beni görüyordu. Doğduğum güne bile lanet ediyor olmalıydı. Oysaki ben istememiştim doğmayı. Ne annemi ne de babamı ben seçmemiştim. “O da tıpkı babası gibi,” diye fısıldadım. İkisi de ölmemi istiyordu.

Benim için ölüm çok yakındaydı, yaşam ise imkânsızdı. Bir ilik bulunsa bile yaşamam mümkün değildi. Beynimde eşine nadiren rastladığımız kötü huylu bir kitle vardı, yani kanserdim. Daha önce üç kez ameliyat olmuştum fakat her ameliyat sonrası kitlenin büyüme oranının daha da arttığı tespit edilmişti. Neşter değdikçe kafamdaki kitle tıpkı bir hücre gibi bölünüp beynimin farklı yerlerini istila ediyordu. O hastalıklı hücre bir sarmaşık gibi beynimdeki tüm sinirlere sızmıştı. Bu kanser türü yumurtlama döneminde olan bir parazit gibi bölünüp çoğalıyordu. Sıradan bir tümör değildi.

Sadece Lösemi değilim ki küçük de olsa bir yaşama umudum olsun. Kapılar açılınca gözyaşlarımı hızlıca silerek asansörden indim. Etrafıma bakıp odama dair tanıdık bir şeyler arıyordum. Gurur amca her an hastaneye dönebilirdi. O gelmeden önce odama dönmeliydim. Burada olsaydı asla beni yalnız bırakmazdı ama gelen bir telefonla çok acil dışarı çıkmak zorunda kalmıştı.

Sadece bu sebeple odama dönmek istemiyordum çünkü bacaklarımdaki güç gittikçe azalıyordu. Her geçen saniye gücüm biraz daha düşüyordu. Odama gidip dinlenmeliydim. Kendi çabalarımla odamı bulamayacağımı anlayınca doktorlara sormaya karar verdim. Resepsiyonun yanında duran doktora doğru bir adım atmıştım ki biri arkadan kolumu tutmuştu.

Omzumun üzerinden beni durduran kişiye bakınca siyah takım elbiseli bir adam gördüm. Kolumu çekerek ona döndüm. “Ne istiyorsunuz?” Ceketinin yakasında siyah kurdele taşıyan bu adamı tanımıyordum.

Orta yaşlardaki adam, “Sen Melek’sin değil mi?” diyerek bana gülümsedi. “Korkmana gerek yok beni Gurur gönderdi.” Amcam mı?

“Neden?” Amcam korumalarını asla hastaneye sokmazdı çünkü dikkat çekmek istemezdi. Herkesin sıradan bir hasta olduğumu düşünmesini isterdi.

Her şeyiyle bana yabancı olan bu adam, “Amcana sor,” diyerek ona eşlik etmemi istedi. “Dışarıda seni bekliyor arka kapıdan çıkmalıyız.” Küçük bir açıklama yaptığında bana pek güven vermemişti. “Basın ön kapıda toplandığı için amcan seni hastanenin arka kapısında bekliyor.”

“Ama bu çok mantıksız.” Bazı şeyler aklıma pek yatmamıştı. “Basından kaçtığı için arka kapıdaysa neden o kapıdan benim için gelmedi?”

Onunla gitmemi isteyen bu yabancı adam sorduğum soru karşısında yerinde rahatsızca kıpırdanmıştı. “Herkes buraya akın ederken hastanenin içinde seninle görülmeyi göze alamazdı.” Sık sık etrafını kontrol edip duruyordu. Acelesi varmış gibi kolumu tekrar tuttu. “Amcan arabanın içinde seni bekliyor gitmeliyiz.”

Kolumu tekrar çekmeye çalıştım. “Onu ara seni gönderdiğini teyit etsin öyle gidelim.” Amcam onun dışında kimseye güvenmemem gerektiğini sık sık söylerdi.

Birileri onu görecekmiş gibi tedirginlik içinde bir kez daha etrafını kontrol etti. “Numarası bende yok.”

“Neden yok? Ona çalışmıyor musun?”

“Yeni işe başladım.” Kolumu hafifçe sıktı. “Artık gitmeliyiz.”

“Hayır.” Ona direnerek kolumu çekmeye çalıştım. “Bırak beni seninle gelmiyorum,” dedim ama kolumu bırakmadı. Kolumu biraz daha sıkarsa onun için hiç iyi şeyler olmayacaktı. Hasta ve zayıf biri olabilirdim ama ben Gurur Kalender’in kızıydım, istediğimde herkesi şaşırtabilirdim.

Canına susayan bu adam beni avutmak için yeni bir yalan söyleyecekti ki, “Kızı duydun,” diyen çilek kokulu adamın sesini duydum. “Seninle gelmeyecek!”

Başımı çevirince merdivenin başında durduğunu gördüm. Kahverengi gözleri kolumu sahiplenircesine tutan elde oyalanıyordu. Ellerini rahat bir şekilde pantolonun cebine koymuş, gözlerini kolumdaki ele dikmişti. Sebepsiz yere heyecanlanmıştım. Benim için mi gelmişti?

Orada dikilmeyi bırakıp bize doğru yürüdü. Hareketleri o kadar rahat ve kendinden emindi ki ona hayran olmamak elde değildi. Yanımıza geldiğinde ellerini pantolonun cebinden çıkardı. Kolumu sıkan eli ona gösterdim. “Bırakmıyor,” diye sızlandığımda, “Hallederiz,” dedi ve kolumdaki eli bileğinden yakaladı. Adamın bileğini kırmak ister gibi sıkarken sertçe kolumdan çekmişti.

Adam sürpriz ziyaretçinin varlığıyla kaşlarını çatarak, “Bu senin meselen değil,” diyerek onu uyardı. “Başına bela almak istemiyorsan bas git!”

Onu tehdit eder gibi konuştu fakat çilek kokulu adam onu dinlemek yerine bana bakıyordu. Adamın az önce tuttuğu kolumu gösterdi. “Acıttı mı?”

Hızlıca başımı salladım. “Acıttı.”

Bunu duymayı bekliyormuş gibi iki adımda aramıza girdi ve beni arkasına aldı. Adamın karşısında durup, “Artık benim meselem çünkü acıtmışsın!” dedikten hemen sonra yumruğunu onun suratına geçirdi.

Tek bir yumrukla yere serdiği adamın üzerine yürüdü. Adam hemen belindeki silaha davrandı fakat ona izin vermemişti. Daha o silahını çıkarmadan yüzüne attığı tekmeyle onu sırtüstü yere düşürdü. Adamın saçlarına kavrayıp başını sertçe kaldırdığında sinirden çenesini sıkıyordu. “Kendi iyiliğin için bas git buradan yoksa sıradaki hareketim beynini dağıtmak olacak!” Adamın kafasını savururcasına yere bırakıp doğrulmuştu.

Kahverengi gözleri onun yakasındaki kurdeleden oyalanınca dudakları kıvrıldı. “Seni gönderenlere benden selam söylemeyi de unutma.”

Burnu kanayan adam bir hışımla yerden kalktı. Ona saldırmayı istedi fakat koridorda beliren polisleri görünce, “Bu yanına kalmayacak!” diye onu tehdit etmişti. Bize sırtını dönüp hemen buradan uzaklaşınca polislerden kaçtığını anladım.

Çilek kokulu adam onun son sözlerine göz devirerek bana döndü. “Tarikat neden senin peşinde?”

“Tarikat mı? O da nedir?” Hiçbir şey anlamadım.

“Büyük bir terör örgütü olan Azap Tarikatı neden senin peşinde?” diyerek sorusunu yeniledi. Bakışlarımda hiçbir şey bilmediğimi anlamış olacak ki düşünceli gözlerle, “Neyden bahsettiğim hakkında bir fikrin yok, değil mi?” diye sordu. “O itler senden ne istiyor olabilir?” Son soruyu bana sormamış gibiydi. Kendi kendine cevapları bulmaya çalıştığını görebiliyordum.

Tam bir şey daha söyleyecekti ki daha o konuşmadan, “Benim için mi geldiniz?” dedim heyecanlı bir sesle.

Heyecanım karşısında basitçe omuz silkti. “Şu odanı bulalım artık.” Benim için gelmişti!

“Tanışalım mı?” Gülümseyerek ona elimi uzattım. “Melek Yitik.”

Kısık bir sesle, “Neden bu kadar mutlu oldu,” diye homurdanıp elimi avuçlarının içine aldı. “Kadem Aktan.” Avucunun içinde kaybolan elimi hafifçe sıkmıştı.

Elini çektikten sonra gözlerini kısarak hafifçe üzerime eğilmişti. “Odanı hatırladın mı?” diye sorunca kızaran yanaklarla bakışlarımı kaçırdım. “Hayır.” Hatırlamıştım.

Kaçırdığım gözlerimden yalan söylediğimi anlamıştı. “Hatırlamışsın.”

“Hayır dedim ya.”

“Gözlerini kaçırıyorsun çocuk. Yalan söylediğin çok belli.”

Kaşlarımı çatarak başımı kaldırdım. “Yirmi yaşındayım.”

“Güzel bir yaş,” dedikten sonra koridoru işaret etti. “Şimdi doğrudan odana gidiyorsun.”

“Ya yine unutursam?”

“Unutmadan önce odana gidersen öyle bir sorunumuz kalmaz.”

“Odama kadar bana eşlik eder misiniz?”

“Hayır.”

Hiç kıpırdamadan somurtmaya başladım. Asık suratımı görünce bıkkın bir ifadeyle, “Senin sorunun ne?” diye beni tersledi. “Odanı hatırlamışken git işte. Neden yanında biri olsun istiyorsun?”

Dayanamayıp büyük bir sitemle, “Çünkü yanımda olan kimse yok,” dedim. “Burada hiç arkadaşım yok. Konuştuğum tek insanlar doktor ve hemşireler. Tüm hayatım hastane köşelerinde geçtiği için hiç arkadaşım olmadı. Sadece amcam var hepsi bu.” İçim acıyarak ona koridoru gösterdim. “O kadar zavallı bir durumdayım ki henüz yeni tanıştığım birinin bana eşlik etmesini istiyorum.”

Daha fazla ısrar etmeyip kendimi toparlamak için derin derin nefesler aldım.  “Neyse sorun değil,” dedim hızlıca. “Yardımlarınız için teşekkür ederim.”

Onun karşısında daha fazla acınası duruma düşmemek için hemen yanından ayrıldım. Arkamdan derin bir nefes alıp, “İçimden bir ses tam bu noktada bırakmadığım için çok pişman olacağımı söylüyor!” dediğinde küfreder gibiydi. Hemen sonrasında, “Bekle!” diyen sinirli sesini duydum. “Odana girdiğinden emin olacağım.”

Keşke tam bu noktada bıraksaydı. O da ben de...

Şu an için hiçbir şey bilmiyorduk ama zaman onu haklı çıkardığında bazı şeyler için çok geç kalmış olacaktık.

Kadem yanıma geldiğinde birlikte yürümeye başladık. “Hangi odada kalıyorsun?” diye sordu. “Tekrar unutma ihtimalini göz ardı edemem.”

“104 numaralı oda.”

Başını sallayarak elini pantolonun cebine koydu. Cebinde hışırtılar gelirken çilekli bir şeker çıkardı. Şekerin ambalajını açıp ağzına atınca ona elimi uzattım. “Bana da ver.” Gözlerim pantolonunun cebinde oyalandı. “Benim için de bir tane var mı?”

Şaşırdı. “Şeker sever misin?” Sevemem çünkü vücudumdaki şeker seviyesi yüksek olmamalıydı.

“Bilmem,” diyerek ona karşı dürüst oldum. “Tadı güzelse belki severim. Tadı pamuk şekerine benziyor mu? Daha önce amcamdan gizli bir kez pamuk şekeri yemiştim. Tadı çok güzeldi ama beni hasta etmişti.”

Kadem’in yüzündeki tüm kan çekildiğinde beti benzi atmıştı. “Daha önce hiç şeker türü bir şey yemedin mi?”

Başımı iki yana salladım. “Ne zaman yemeye kalkışsam beni hasta ediyorlar. Doktorlar vücudumdaki şeker oranını ilaçlarla dengeliyor.” Havada olan elimi gösterdim. “Bana da ver tadı nasıl bilmek istiyorum. Güzel mi?”

Ağzındaki şekeri çıkartıp yanından geçtiğimiz çöp kutusuna attı. “Tadı berbat.” Sorularımdan kaçmak için adımlarını hızlandırdı. “Yürü hadi.”

“Madem berbat neden cebinde taşıyorsun?”

“Öylesine.”

“Bana zarar verdiği için berbat demiyorsun öyle mi?”

“Neden bunu yapayım ki? Seni tanımıyorum.” Beni görmezden gelerek tam karşısına bakarak yürüyordu. “Sana ne olacağı neden umurumda olsun ki?”

Son sözleri yüzünden somurtarak önüme döndüm. Başımı eğip ayaklarıma bakarak yürümeye başladım. “O ne çocuk gibi.” Gülüşünü duydum. “Surat asmayı bırakıp kaldır şu başını.”

“Canım somurtmak istiyor.”

“Benim de canım aralıksız bir şeyleri yumruklamak istiyor.” Ensemi tutarak başımı kaldırdı. “Ama bunu yapmak için önce senden kurtulmalıyım.”

Ensemdeki eline vurarak ondan uzaklaştım. Aramıza belli bir mesafe koyup ondan uzak bir şekilde yürüyordum. “Kendim giderim geri dönüp bir şeyleri yumrukla!”

Ona bakmıyordum ama gülüşünü duyuyordum. “Küstün mü çocuk?”

“Bana bir daha çocuk dersen-”

“Ne yaparsın? Yere oturup ağlar mısın?”

Anlamaz gözlerimi ona çıkardım. “Neden böyle bir şey yapayım ki?”

Bir şey hatırlamış gibi yüzünde içten bir gülümseme belirdi. “Bige böyle yapar.”

“Karun Bey’in eşinden mi bahsediyorsun?”

Başını salladıktan sonra aramıza koyduğum mesafeyi kapattı. Yine yanımda yürüyordu. “Onları tanıyor musun?”

Yalan söylediğimi anlamasın diye bakışlarımı kaçırmak yerine gözlerine baktım. “Hayır, tanımıyorum. Televizyonda gördüğüm kadarıyla biliyorum.”

“Onlar seni tanıyor mu?”

“Sanmıyorum.”

“Çok garip.” Kahveleri şüpheli bakıyordu. “Karun ve Bige seni görünce çok gerildi. Duha abi de ’Bu o garson değil mi?’ diye bir şeyler söyledi ama peşinden gelmek için yanlarında fazla kalmadım. Bu yüzden neyden bahsettiğini anlamadım.” Gözlerini kısarak bana bakıyordu. “Duha abi seni nereden tanıyor?”

“Bilmem.” Kafamı işaret ettim. “Hatırlamıyorum. Sık sık bir şeyleri unuturum,” diyerek bir kez daha yalan söyledim. “Sen onları nereden tanıyorsun?” Ona ne zaman sen demeye başladığımı bile bilmiyordum.

“Bige çocukluk arkadaşım. Duha Tunus ise benim abim sayılır,” diyerek iç çekti. Demek ki bu yüzden üzgündü çünkü Duha Bey hastaydı. O bulduğumda gözleri kırmızıydı çünkü Duha için ağlamıştı.

Onu teselli edip acısını yatıştırmak istedim. “Eminim ki onun için bir kalp bulunur.”

Yürümeyi bırakıp elini tuttum. Elini sol göğsümün üzerine bastırdığımda Kadem ne yapmaya çalıştığımı sorguluyordu. “Vücudumda hastalığın uğramadığı tek yer kalbim.” Onu mutlu etmek istercesine gülümsedim. “Eğer istersen test yaptırabilirim. Kalbim ona uyarsa onun bağışçısı olabilirim. Nasıl olsa kalbime yakında ihtiyacım olmayacak,” dediğimde kaskatı kesilmişti. Kalbime bastırdığım eli gerildi ve o, kalakaldı.

Kadem’in rengi atarken dumura uğramış gibi bana bakıyordu. Öylesine şoke olmuştu ki ne bakışlarını çekebiliyordu ne de elini. Boğazı kurumuş gibi birkaç kez yutkunup konuşmak için kendini zorladı. “Adının hakkını bu kadar verme.” Genizden çıkan sesi pütürlüydü. “Herkes gibi biraz bencil ol çünkü bu dünya melekler için fazla kirli bir yer.” Bunları söyledikten sonra elini göğsümden çekmişti.

Beni bırakıp önde yürürken rahatsız edici kızgın sesini duyabiliyordum. “Kalbin sende kalsın çünkü ben onun için bir kalp bulacağım.” Kısa bir an duraksadıktan sonra, “Gerekirse kendi kalbimi veririm ama yine de ölmesine izin vermem,” diye fısıldadı. Kalbi ona uymazsa hiçbir şey yapamazdı.

Kadem 104 numaralı odanın önünde durup bana kapıyı gösterdi. “Küçük yolculuğumuzun sonuna geldik.” Birazdan gidecek olmasına üzülmüştüm çünkü onunla zaman geçirmeyi sevmeye başlamıştım.

“Odamı görmek ister misin?”

Bir an bile tereddüt etmeden, “Hayır,” dedi.

Yalvaran gözlerle ona bakıp ısrarımı sürdürdüm. “Sadece birkaç dakika.”

İnatla kabul etmedi. “Duha abi ve diğerleri beni dışarıda bekliyor.”

“Birkaç dakika daha bekleyebilirler.”

“Hayır,” diyerek benim için odamın kapısını açtı. “Geç hadi,” demişti ki gözleri odaya kayınca, “Sektir,” diye bir şeyler söyledi. “Bu da ne?”

Tebessüm ederek onu sırtından içeriye ittim. “Yakından gör.”

Onu içeri ittiğim için bana kızmadı çünkü odada gördüğü şeylerin şaşkınlığını yaşıyordu. Odam bir hastane odasından çok ama çok farklıydı. Yatağıma baktığında onun bakışlarını takip ettim. Yatağın etrafı tül perdelerle çevriliydi, sanki bir prensesin yatağıymış gibi görünüyordu. Yatağın hemen yanında bulunan serum aparatına taktığım kocaman, pembe bir kurdele vardı.

Kadem’in gözleri odadaki monitörlerin üzerinde duran peluş oyuncaklara kaydı. Monitörlerin kenarına kalpli ve çiçekli çıkartmalar yapıştırmıştım. Her birine tek tek bakıyordu. “Bunlar da neyin nesi?” derken kelimenin tam anlamıyla afallamıştı.

Yatağın bulunduğu duvardaki tek boynuzlu at posterini görünce güldü. “Bu atların gerçek olduğuna inanmıyorsun, değil mi?”

“Yeterince inanırsan her şey mümkün,” dediğimde sesimde umut vardı.

Duvarda sadece bir poster olmadığı için Kadem diğerlerine de baktı. Duvarın kalanında birçok aktristin posterleri daha vardı. Her birinin kafasını pembe rujla kalp içine almıştım ve yüzlerine birçok öpücük kondurmuştum. Pembe rujun bıraktığı dudak izlerine baktı. “Bu ne?”

“Onlara âşığım.”

“Hepsine birden mi?”

Gözlerimden kalpler çıkartırken başımı salladım. “Hepsine birden.”

Kadem odamın içinde gezinerek etrafına bakmayı sürdürdü. Kalp şeklindeki cam masayı, masanın etrafında duran yamalı, renkli koltukları izledi. Beyaz tül perdeye yapıştırdığım onlarca renkli kelebeklere bile bakmıştı. Kâğıttan yaptığım kelebeklerin her birini özenle perdeye yapıştırmıştım. Odanın camında bile birçok çıkartma vardı. Tek boynuzlu atlardan oluşan veya gökkuşağı şeklinde birçok çıkartma.

Tavanı işaret ettiğimde Kadem başını kaldırdı. Gördükleri karşısında tebessümü büyümüştü. Samanyolunu andıran mavi ve ışıltılı tavanı görmeyi beklemiyordu. Gezegenlerin yan yana dizilişini izliyordu. Odamda en çok sevdiğim şey tavandı çünkü amcam benim için özel yaptırmıştı. Fosforlu boya kullanıldığı için gece ışıkları kapatınca tavandaki her detay ışıldıyordu. Tavanın her yerinde altın zincirler sarkıyordu ve zincirlerin ucunda kristalden yıldızlar vardı.

“Yıldızları amcamla astık.” Ona küçük bir açıklama yaparken verdiği tepkileri izliyordum. “Çok güzeller değil mi?”

Amcamla çok sık seyahat ettiğimiz için gittiğimiz her yerde arkamızda buna benzer bir oda bırakıyorduk. Hayatım hastanelerde geçtiği için canım çok sıkılıyordu bu yüzden her defasında odamla meşgul oluyordum. Amcam otuz yaşında olmasına rağmen benimle çocuklaşıp tüm bu şeyleri yapıyordu. Bunlarla uğraşmak ikimize de ölümü unutturuyordu. Hastane yönetimi odayı değiştirmemize karışmıyordu çünkü bunun için amcam hastaneye yüklü miktarlarda bağış yapıyordu.

Kadem etkilenmiş gibi başını sallayarak, “Çok güzel olmuş,” diye mırıldandı. “Artık gitmeliyim.” Sürekli gitmeyi istiyordu.

“Bir dakika.” Karşısında durdum. “Önce beni yukarı kaldır.”

“Neden?”

“Hadi yap şunu.”

Sebebini merak etse de sorgulamayı bırakıp belimi tuttu. Üflesen uçacak kadar zayıf olduğum için hiç zorlanmadan beni yukarı kaldırmıştı. Tavanda sarkan yıldızlar kafama değerken elimi uzattım. Ağaçtan meyve koparır gibi bir tane yıldızı zincirinden çıkarmıştım. Başımı eğip ellerimi Kadem’in omuzlarına bastırmıştım. “İndir beni.”

Beni indirirken göğüslerim onun göğüs kafesine sürtündüğü için ikimiz de gerildik. Bir an önce temasımıza son vermek için beni aceleyle yere indirdi. Neden panikledim bilmiyorum ama aramıza mesame koymak için hemen geriye çekilmiştim. Fakat ayaklarım birbirine dolaştığı için arkaya doğru tökezledim. “Dikkat et!” Kadem düşmemi engellemek için kolumu tutarak beni kendisine doğru çekince onun göğüs kafesine çarpmıştım. Olamaz. Kalbim çok hızlı atmaya başlamıştı. Güm güm diye sesler çıkartıyordu.

Onun göğsündeyken başımı kaldırıp yüzüne baktığımda yutkunduğunu gördüm. Nedendir bilmiyorum ama bir şeyler onu rahatsız etmiş gibi hemen benden uzaklaşmıştı. Kaçarcasına hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyünce aceleyle yolunu kestim. “Al.” Elimdeki kristal yıldızı ona uzattım.

Avucumun içini dolduran yıldıza tuhaf bakışlar atıyordu. “Bu ne?”

“Yıldız.”

Bezmiş bir ifadeyle göz devirdi. “O kadarını anlıyorum ama bunu neden bana veriyorsun?”

“Benimle ilgilendiğin için küçük bir hediye,” diyerek ona gülümsedim. “Yıldızlar kaydığında insanlar gerçekleşsin diye dilek tutarlar. Senin için kendi gökyüzümden bir yıldız kopardım. Bir dilek dilersen belki gerçekleşir.”

Arkaya doğru bir adım atarak yıldızı almaya yanaşmamıştı. “Böyle şeylere inanmam.”

Suratım asıldı. “Ama senin için kopardım.”

Asılan suratımı görünce nefesini sertçe vermişti. Onu zorladığım şey için kızgın gözlerle bana bakıyordu. “Tamam!” Bir an önce buradan çıkmak istediği için, “Ver şunu,” diyerek yıldızı almıştı.

Kapıyı açtığında dışarı çıkmak yerine durdu ama bana doğru dönmedi. “Bir dahaki sefere tanımadığın insanlarla konuşma veya onları odana getirme.” Sıkıntılı bir sesle beni uyardı. “Gerçek hayat odandaki küçük dünyana benzemeyecek kadar karanlık. Gökyüzündeki yıldızlarını bir tek kendi dileklerin için kopar,” dedikten sonra gitti. Eğer biraz daha kalsaydı ona hiç dileğim olmadığını söyleyebilirdim.

Dilekler bu dünyada beklentileri olan insanlar içindi.

Oysaki ben sıfır beklentiyle doğmuştum.

Yorumlar