“Başka söze gerek yok, gözlerinin kahvesi diyorum. Gözlerinin kahvesi olur intihar sebebim.”
Karun Kalender
Gecenin beşinde pencerenin önünde dikilip şafağı izlerken başımı çevirip yatakta uyuyan kadına baktım. Beni uykumdan uyandıran baş belasına iç çekerek bakıyordum. Gördüğü kâbuslar yüzünden uykusunda sayıkladığı için uyanmıştım. Sabah ilk işim onun için bir psikolog ayarlamak olacaktı. Gündüzleri onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapabilirim fakat hiçbir mutluluk geceleri gördüğü kâbusları dindirmeyecekti.
Bige’nin kâbuslarını dindirmenin bir yolu olmalıydı. Olmak zorundaydı. En nefret ettiğim şey benim evimde, yatağımda ve benim yanımdayken uykusunda çok korkuyor olmasıydı. İşte bu elimi kolumu bağlıyor, her anlamda kendimi yetersiz hissettiriyordu. Benimleyken hiçbir şeyden korkmamalıydı, uykusunda bile.
Bu kadın gündüzleri cesur, geceleri korkaktı. Uykusunda gördüğü şeylerden çok korkuyordu. “Kâbuslarını benim rüyalarımla takas et diyeceğim de... Benimkiler de pek iç açıcı değil.” Tek farkı uykumda nadiren gördüğüm şeyler beni korkutmuyordu. O ise neredeyse her gece kâbus görüyordu.
Şaşırtıcı olansa hep aynı şeyleri görüyormuş gibi her gece benzer şeyler sayıklamasıydı. Ya annesini sayıklayıp ağlıyordu ya ablasından özür diliyordu ya da babasına neden diyordu. Sanki üç kâbus üzerinden gidip geliyordu. Tuhaf olduğunun farkındayım ama sanki tüm kâbusları sadece üç taneyle sınırlıydı. Üç kâbus belki de üstesinden gelemediği üç anı, üç yaşanmışlıktı. Sonuçta rüyaların kaynağı bilinçaltında biriken şeylerdi.
Babasından hesap sorması 13 Haziran’la ilgili olabilirdi. Peki, ablasından neden özür diliyordu? Neden çoğu gece bilmiyordum Gazel diyordu? Ve annesi? Neden annesini rüyasında gördüğü zamanlarda ağlıyordu? Kayıtlarda annesinin bir trafik kazasından öldüğü geçiyordu. Annesi gerçekten bir kazada mı öldü? Araştırmam gereken bir şey daha. Saçındaki tokadan sonra araştırmam gereken bir şey daha çıkmıştı. Sorunun kaynağına inmedikçe ona yardım edemezdim.
Onun sırları bizim için tehlike arz ediyordu çünkü Bige sırlarını yönetmeyi bilmiyordu. Her ne saklıyorsa bu ortaya çıkmasın diye aptalca şeyler yapacak kadar şuursuzdu. Onu kaybetmek istemiyorum bu yüzden ne yapmam gerekiyorsa onu yapacağım. Onu yanımda tutmak için her şeyi yapabilirdim. Ona ihtiyacım vardı benimle kalmalıydı.
Gece lambasının loş ışığında muazzam görünüyordu. Çırılçıplak yatakta uyuduğu için çıplaklığını kapatan tek şey kalçasını örten çarşaftı. Çarşafın bir kısmı bacaklarının arasında toplandığı için bacaklarının büyük bir bölümü de açıktaydı. Kahverengi saçları yatağa dağılmış, kirpikleri kapalı ve dudakları hafif aralıklı uyuyordu. Yan yatıyordu fakat yönü bana dönük olduğu için onu her şeyiyle izleyebiliyordum.
“Büyüleyici,” diye fısıldadım. Saka çok güzel görünüyordu. Her zaman fazla güzel görünürdü. O güzeldi.
Yorulduğu için çabucak uykuya dalmıştı. Seks konusunda ipleri onun eline verince farklı birine dönüşüyordu. Yırtıcı, zarif ve sınırları zorlayan. Gözlerim kapalı kirpiklerinde oyalanınca birkaç saat öncesine dair görüntüler zihnimde canlanmaya başlamıştı. Dudaklarım kıvrıldı. Onunla sadece gündüzleri değil, geceleri de fazla büyüleyiciydi.
Yürüyüp yatağın kenarına oturdum. Sadece onu izlemek bile bana huzuru en yoğun şekilde yaşatıyordu. “Biliyor musun ortalama ömrü olan bir insanın uykuda geçirdiği süre yirmi altı yıl,” diye iç çektim.
İçim daralırken güzel yüzünü seyre daldım. “Bana geldiğinde yirmi altı yaşındaydın. Bu ne demek biliyor musun? Yirmi altı yılında yoktum ve sonraki yirmi altı yılını da uykuda geçireceksin. Uykuda geçireceğin süreyle birlikte toplamda elli iki yıl,” diyerek başımı yavaş bir hareketle salladım. “Elli iki yıllık bir sensizlik sence de çok fazla değil mi?” Çok fazlaydı, hem de çok.
Mümkün olsa uykunun hayatımızdaki yerini katleder, varlığını kaldırırdım.
Ama mümkün değildi, adı ihtiyaçtı, zorunluluktu lakin olası değildi.
Onu uyandırmamaya çalışarak usulca yatağa girdim ve sokuldum sıcaklığına. Benim aksime vücudu sıcaktı, hep sıcaktı. Omuzundan hafifçe çekerek sırtüstü yatmasını sağladım. Daha sonra biraz aşağıya kayıp başımı onun sol göğsüne yasladım. Kolumu ince beline uzatıp ona sarıldım. Bacağımla sağ bacağını hafifçe ittim ve bacağımı onun bacaklarının arasına uzattım. İşte şimdi uyuyabilirim çünkü kulağımın hemen altında onun kalbi vardı.
Kalbi atıyordu. Attıkça beni rahatlatıyor, yaşadığına ve benimle olduğuna beni daha çok ikna ediyordu.
Gün geçtikçe daha fazla ona bağlanıyordum. Onu kaybetme korkusu da ona olan sevgimle birlikte büyüyordu. İnsanoğlu işte birini ne kadar çok severse onu kaybetmekten o kadar çok korkardı. Onu kaybetme korkusu sahip olduğum güç ve paradan çok daha büyüktü. Tıpkı ona olan sevgim gibi. Hangi ara onu sevmeye başladığımı bile bilmiyorum ama artık sorgulamıyordum da.
Ona olan duygularımı oluruna bırakmıştım. Ya dibe batırırdı beni ya da yukarı çıkarırdı. Ne olacağını veya nasıl sonuçlanacağına artık o karar verecekti. Bildiğim tek şey korkularım yüzünden ondan uzak durmayacağımdı.
Kalbinin ritimleri bir annenin sesinden çıkan ninni gibi beni rahatlatırken, “Saka,” diye mırıldandım. “Gündüzlerim senin olsun sen bana gecelerini ver,” diyerek iç çektim. “Elli iki yıl çok fazla be kızım.”
Mırıltılar çıkartınca başımı göğsünden ayırıp yüzünü izledim. Tuhaf sesler çıkartarak uyanmaya başlamıştı. Araladığı kirpiklerinin arasında bana olan bakışları uykuluydu. Bir şey söylemesini beklerken dalıp gitti gözlerime. Öyle bir bakışı vardı ki kim bilir kaç iç çekişe bedeldi. Güzel bakıyordu, nadiren güzel bakardı bana. O farkında değildi ama çoğunlukla geçmişin hesabını sorar gibi nefret olurdu gözlerinde.
Bige bana gülümserken bile gözleriyle hesap sorar, bir yanı beni kabullenmeye direnirdi. Gözleriyle konuşurdu bu kadın. Farkında değildi ama en çok gözleriyle hissettirirdi bana acıyı da mutluluğu da. Özellikle sever gibi baktığında nasıl hissettirdiğini ne ben anlatabilirdim ne de o anlayabilirdi. Şimdi ise gözlerinde geçmişin hesabı ve ona yaşattıklarımın kırgınlığı yoktu. Sadece Saka vardı. Kendi dünyasından çıkıp benim gökyüzüme uçan bir Saka vardı. Biraz uykulu, çokça da sevimli bir kadın vardı.
“Yarın Kadem ile dışarı çıkacağım,” diye esnedi. “Alışveriş için kredi kartlarına ihtiyacım var. Sabah işe gitmeden önce komodinin üzerine bırakmayı unutma.” İçime hapsettiğim nefesi usulca özgür bıraktım. Nihayet beni doğru şekilde anlamıştı. Amacım onu kendime muhtaç etmek değildi, kendimden ona bir şeyler katmaktı.
Gecenin başında tamam, diyerek beni geçiştirmişti ama kolay kolay benim paramı kullanmayacağını biliyordum. Kabul etmesine rağmen buna yanaşmayacağını biliyordum. Artık çaba gösterdiğimi gördüğü için buna karşılık olarak duvarlarından birini yıktı ve bana doğru bir adım atmıştı. Hatalar yaparak evliliği birlikte öğrenecektik. Evlilik hakkında henüz bilmediğimiz çok şey vardı ve hepsini onunla öğrenmek istiyordum.
“Şimdi,” diyerek omzumdan tutup beni tekrar göğsüne çekti. “Daha fazla düşünmeyi bırakıp uyu hadi.” Gözlerini uykudan zor açık tutarken gülümsedi. “Sadece bu gece için üzerimde uyumana izin vereceğim.”
Uzanıp başımı göğsüne yaslayarak güldüm. “Sadece bu gece için değil.” Kolumu ince beline dolayıp bacağımı onun bacaklarının arasına uzattım. “Saka, uykuda geçen şu yirmi altı yılı konuşmalıyız.”
“Neyden bahsediyorsun, Sanrı?” diyen huysuz sesini duydum. “İzin ver de uyuyayım artık.”
“Yavrum yirmi altı yılın uykuda geçecek.”
“Karun sen yine Duha’yla mı konuştun? Nereden çıktı bu? Ayrıca öyle bile olsa yirmi altı yılım senin kollarında geçecek.” Başım göğsüne yaslı olduğu için kollarını bana doladı. “Ya da seninki benim kollarımda geçecek.”
“Bir ilaç şirketi satın alabilirim. Bizi birkaç saat uyutacak bir şeyler üretsinler diye onlara baskı yapabilirim.”
“Kocam bak şimdi ağlarım görürsün! Sus da uyuyayım.”
“Yirmi altı yıl çok fazla. Bu süreyi beş yıla düşürmeliyiz ya da bir.”
“Uyumama izin vermezsen son on üç yılımı susma grevi yaparak geçireceğim. On üç yıl boyunca konuşmam görürsün!”
“Tamam, yirmi altı yılını bensiz uykuda geçir!”
“Ya uyuyunca yirmi altı yıl sonra uyanmayacağız. Bunu taksite bölmüşler her gece minimum sekiz saat. Tabii sayende biz uyuyup ilk taksiti bile ödeyemiyoruz.”
“İnsanlar bana çalışıp bir şeyler öder, ben niye ödüyorum? Hem de taksitle? Siktir etsene.”
“Burada çıldırıyorum uyu artık!” dediğinde güldüm. “Uykum gelmiyor neden sevişmiyoruz?”
“Bıktım ya ne doymak bilmeyen bir adamsın. Benim de uykumun içine ettin!” Beni iterek yatakta oturunca bende yanına oturdum. Göğüsleri görünüyordu ama benden utanmadığı için bunu sorun etmiyordu. Etmemeliydi de.
Tam bir şey söyleyecekti ki bir anda yüzünü buruşturarak karnını tuttu. Telaşlanarak kolunu tuttuğumda korkudan hızlanan kalbimin farkında değildim. “İyi misin?”
Bir dakika işareti yaparak karnının üzerindeki çarşafı kaldırdı. Bacaklarının arasını kontrol ettikten sonra çarşafı hemen kendine bastırdı. Çarşafı bacaklarının arasında tutarken başını kaldırıp bana utangaç bakışları atmaya başlamıştı. Neler olduğunu anlamıyorum fakat yanakları kızarmıştı. “Odadan çıkar mısın?” Dışarı çıkmamı isterken sık sık gözlerini kaçırıyordu. Pek utanan biri değildi. Neler oluyor?
“Neden?”
“Yatağın çarşaflarını değiştirmeliyim.”
“Neden?”
Bir konuda cesaretini toplamak için derin bir nefes aldı. “Regli oluyorum,” dediğinde çok utandığı için doğrudan bana bakamıyordu. “Tam şu anda başladı.” Demek ki bu yüzden eve döndüğümüzde karnı ağrımıştı. Karnındaki o sancı yaklaşan şeyin sinyalini vermiş olabilir.
“Bu şey canını yakıyor mu?” Kısık gözlerle onu izlerken endişemden değişen bir şey olmamıştı. “Merdivende olduğu gibi karnını ağrıtıp duracak mı? Kaç gün sürecek? Hastaneye gidelim o süreyi doktor gözetiminde geçir-” demiştim ki tebessüm ederek elimi tuttu. “Benim özel günlerim sancısız geçer.”
Emin değilim merdivendeyken az kalsın düşecekti. Bunun tekrarlanmasını göze alamazdım. “Doktora gidiyoruz.”
Endişelendiğimi gördüğü için beni rahatlatmaya çalıştı. “Arada sancılar olur ama çoğu kadının yaşadığı kadar büyük sancılar değil. Dört veya beş gün sürüyor.”
“Merdivendeyken basit bir sancı gibi görünmüyordu. Doktor gözetiminde olmalısın.”
“Karun hiçbir kadın özel gününü hastanede geçirmez saçmalama. Gerçekten sancısız geçiririm ben,” dedikten sonra kapıyı gösterdi. “Şimdi çık lütfen. Senin yanında çarşafı değiştirip ped takamam.” Bu konuda benden çekinmesine gerek yoktu ama kendini daha rahat hissedecekse dışarı çıkabilirdim. Eğer sancısı olursa o istemese bile doktora gidilecekti.
Üzerimde sadece boxer olduğu için pantolonumu giyip dışarı çıktım. Ona istediği mahremiyeti sağlamak için merdiveni inmeye başlamıştım. Çalışma odama inip bir kadeh içene kadar belki odadaki işi biterdi. Aşağıya inerken, “Hamile değil,” diye fısıldadım. Bunun olma olasılığı bile beni deli ettiği için sonunda rahat bir nefes almıştım. Bundan sonra onun korunmasını beklemeden ben korunacağım. Saka asla hamile kalmamalıydı.
Defne’ye olan şeyin ona da olmasına izin veremem.
Karımı kaybedemem.
***
Şu son birkaç gün hayatımın en sinir bozucu günüydü! Bige özel gününde olduğu için onu öpüp dokunmak dışında fazla ileriye gidemiyordum. Ne zaman bitecek diye resmen gün sayıyordum. O bu haldeyken bir şey yapamayacağımı bildiği için beni kışkırtıyor ve tahrik ediyordu. Normal şartlarda olsa asla onu uyutmayacağımı bildiği için aklınca benden intikam alıyordu. Onunla birlikte olmadıkça gevşeyemiyordum. Liseli ergenler gibi banyoda mastürbasyon yapacak değildim.
İstediğim hazzı sadece o bana yaşatabilirdi. Siktir! Ne zaman normale dönecek bu kadın? Dört gün olmuştu. Üstelik Bige bu haldeyken bile dekolteli kıyafetlerinden ödün vermiyordu. Bu yüzden neresini çıplak görsem sertleşiyordum. Bu zırvalık! Kadınların neden böyle belirli günleri var ki? Biz erkekleri süründürmek için mi? Karımla aynı yataktayken hiçbir şey yapmadan uyumak tam bir saçmalıktı!
Aklımı onun nefes kesici vücudundan uzaklaştırıp başka şeyler düşünmek için kendimi zorladım. İşe gitmem gerektiği için erken kalkmak zorundayım fakat o, işe gitmese de hep erken kalkıyordu. Dolapta pardösümü çıkartıp omuzlarımın üzerine atarken, “Bitti mi hazırlığın?” diye sordum.
Gülümsedi. “Bitti.”
Ona baktığımda uzun kollu, dar ve kısa bir elbise giydiğini gördüm. Özel gününe girdiğinden beri renk seçimini hep siyahtan yana yapıyordu. Elbisenin açık yakasında göğüslerinin kıvrımı görünüyordu. Bu yüzden sol göğsünün üzerine çizdiği siyah kelebeği gördüm. Elbisesine uyumlu bir şeyleri vücuduna çizmeyi seviyordu. Onun hep geçici dövmeleri olurdu. Hepsi de ona yakışırdı.
İnce belini saran dar elbise yuvarlak ve diri kalçasını kapatacak uzunluktaydı. Fakat daha fazlasını değil. Daha yeni krem sürdüğü uzun bacakları tüm çıplaklığıyla gözlerimin önünde duruyor, soluğumu kesiyordu. Gözlerimle onu taciz etmeyi bırakıp yüzüne baktığımda kırmızı ruju yine dudaklarındaydı. Farkında mı, bilemem ama kırmızı ruju onun en güçlü silahıydı. Özellikle gözlerini süzüp alt dudağını dişlemeye başladığında.
Aklımı seksten uzaklaştırmak için derin bir nefes alıp çıplak ayaklarını işaret ettim. “Ayakkabın nerede?” Tüm kıyafetleri ve ayakkabıları benim dolabıma sığmadığı için diğer odaya yürüdü. O oda kıyafet odasıydı ama şu zamana kadar hep boştu. Sanki Saka’nın çatı katına taşınıp onu doldurmasını bekliyordu.
Bige içeri girip elinde bir çift siyah, ince topuklu ayakkabıyla geldi. Ayakkabıları bana uzatınca ne istediğini anlamadım ama onları elinden aldım. Yatağın üzerine oturdu ve ellerini yatağın iki yanına bastırdı. Sırtını biraz arkaya doğru büktükten sonra başını omzuna doğru eğmişti. Gözlerini bana diktiğinde eğer sigara içiyor olsaydım kim bilir gözlerinin kahvesine kaç sigara yakardım. Gözleri güzeldi.
Yürüyüp onun önünde bir ayağımın üzerine diz çöktüm. Elimdeki ayakkabıları yanıma bıraktıktan sonra ayağını tuttum ve dizimin üzerine koydum. Birinin önünde eğilip diz çökeceksem bu kişi sadece karım olabilirdi.
Parmaklarım ayak bileğine sürtünerek ayağını kavradı. Kırmızı ojeli ayağını avuçlarımın arasına alıp hafifçe sıkarak okşamaya başladım. Ayağına küçük dokunuşlar yaptıkça daha da gevşiyordu. Ayakkabısını giydirmek yerine ayağını kendime doğru çektim. Bileğinin iç tarafını öperek ona baktığımda dudaklarını ısırarak beni izliyordu. Sık sık alt dudağını ısıran bu kadın, bunun ne kadar baştan çıkarıcı bir hareket olduğunu bilmiyor olamazdı.
“Sanrı,” diye mırıldandı arzu dolu bir sesle. “Öpücüğünü eşitlemelisin.” Buna dünden razıydım.
“Öperim sıkıntı yok,” dediğimde diğer ayağını kaldırdı. Gözlerimin içine yakıcı bir ifadeyle bakarken ayağını onun için sertleşen aletimin üzerine bastırmıştım. Sikeyim!
Başını biraz daha omzuna doğru eğdiğinde dudaklarını yaladı. Ayağını pantolonun üzerinden gezdirip nefesimi kesmeye başlamıştı. Bunu yaparken kirpiklerinin altında gözlerini süzüp beni hepten deli ediyordu. Özellikle ayağının altındaki şişkinliğe bakıp kan kırmızısı dudaklarını aralaması beni kalpten öldürecekti. Dudaklarını ıslatıyormuş bahanesiyle dilini dudaklarının üzerinden gezdirmeye başlayınca, “Beni kışkırtma!” dedim boğuk bir sesle. Dört gündür onun için yanıp tutuşurken benimle oynamamalıydı!
Bige belini biraz daha arkaya büküp, “Hadi,” dedi ayağını aletimin üzerine sürterken. “Öpücüğünü eşitle.” Bir öpücükten daha fazlasını yapmak için çıldırıyordum!
Bacaklarımın arasında yaramazlık yapan ayağını tuttum ve bileğinin iç tarafına küçük bir öpücük kondurdum. Öpücüğümü eşitlemiştim. Bacağının her yerinde dudaklarımı gezdirmeyi isterken o baştan çıkarıcı sesiyle, “Sanrı,” diye göz süzüp yerdeki ayakkabıları gösterdi. “Giydirmeyecek misin?”
Gözlerim çıplak bacaklarında oyalanırken, “Devamında içine gireceksem neden olmasın,” dedim hınzır bir sesle. “Sertçe ve benim istediğim şekilde. İniltilerinle odayı doldurabilirim.” Gözlerim mini eteğinin altında gizlediklerini görmek istercesine bacaklarının arasına kaydı. Bu etekten kurtulman an meselesiydi.
Ayakkabıları ayağına giydirdikten sonra ayağını dizimden çekmedim. Elim bacağından yukarı doğru kaymaya başlamıştı. Elimi biraz daha yukarı kaydırıp baldırını kavradığımda kirpiklerinin altında gözlerime baktı. Gözlerimin içine bakarak bacaklarını aralayınca kocaman bir siktir çektim. Regl dönemi bitti mi? İşler bekleyebilirdi onu istiyorum!
Elim bacaklarının arasına sızmak için hareket edince dudakları kıvrıldı. Omuzlarımdan iterek ayağa kalkıp kapıya yürümesine hayret etmiştim. “Daha reglim bitmedi.” Bilerek yürürken kalçasını sallayıp beni kışkırtıyordu!
“Siktir et artık şu şeyi!” dedim sabırsızca. Kaşlarımı çatarak ayağa kalktım. “Beni bu hâlde bırakamazsın!” Önümdeki sertliğin farkında değil miydi?
Kapıyı açıp omzunun üzerinden bana baktığında sırıtıyordu. “Bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok, beklemek zorundasın.” Kahveleri aşağıya kaydı ve pantolonumu zorlayan şişkinliği görünce dudaklarını emdi. Özellikle dudaklarını emerek beni daha çok çıldırtıyordu. Özel gününe girmeden önceki gece olanları hatırlatıp kanımı kaynatıyordu. Ağzını kullanmayı çok iyi biliyordu! Siktir, siktir, siktir!
“Buraya gel!” Sabırsız bir sesle konuşup aceleyle ona doğru yürümeye başladım. “Dışarı çıkmayı unut seninle işim bitmedi.” Hiçbir zamanda bitmeyecekti.
Bige onu ne kadar çok istediğimi bilmiyormuş gibi dudaklarını büzdü. “Saatin yedi olmasına sadece beş dakika kaldı, kahvaltı masasında olmalıyım.”
“Sinir bozucu dakikliğin umurumda bile değil. Buraya gel.”
Daha ben ona yetişmeden, “Tamamen iyileşmemi bekle,” dedi ve koşarak dışarı çıktı. “Saka!” diye bağırdım sinirle. “Ulan bu hâlde nasıl dışarı çıkacağım!” Dışarıdaki gülüşünü duydum. “Senin sorunun.”
Benimle sevişmeyecekse beni kışkırtmamalıydı. Başımı eğince pantolonun ön tarafını zorlayan şişkinliğini gördüm. “Sokayım böyle işe!” Omzumdaki pardösüyü yatağın üstüne atıp banyoya yürüdüm. “Daha kaç gün var lan bu şeyin bitmesine!” Özel gününde olmasından nefret ettim.
Banyoya girecekken komodinin üzerinde duran telefonuma gelen mesaj sesini duydum. Telefonu alınca Gurur’dan gelen bir mesajdı. Gurur pek mesaj atan biri olmadığı için vakit kaybetmeden ne yazdığına baktım. ”Gitmem gerekiyor Melek sana emanet. Ben dönene kadar onu koru, kolla. Tırnağına zarar gelirse bunun hesabını senden sorarım!”
Okuduklarımla kan beynime sıçramıştı. Onu görmek istemediğimi çok iyi bilmesine rağmen onu bana emanet edemezdi! O kızı görmeye tahammülüm yoktu. Gurur’u arayıp telefonu kulağıma yasladım. Sabırsızca telefonu açmasını bekledim ama açmadı çünkü telefonuna ulaşılmıyordu. “Sikik herif!” Sırf Melek’e bakayım diye ortadan kaybolduysa geri dönmek zorundaydı. O kız için hastaneye gitmediğimi görünce dönmekten başka çaresi kalmayacaktı.
Hızlı bir duş alıp tekrar giyinmek canımı çok sıktığı için âdeta burnumdan soluyordum. Aşağıya inerken beni gören hizmetçiler tek kelime etmeden yolumdan çekiliyordu. Çıkış kapısına yürüdüğümü gören kızlardan biri, “Kahvaltı yapmayacak mısınız?” deyince, “İşlerim var, Suzan,” dedim aceleyle.
Çocuklar dışarı çıktığımı görünce arabaları hazırlamak için hemen garajın yolunu tutmuştu. Arabamı getirmelerini beklerken Nermin ve Çiçek’i gördüm. Arka bahçedeki seralarda geliyor olmalılar ki Çiçek’in elindeki sepette beyaz ve kırmızı güller vardı ve buna ek olarak karanfiller. Çiçek her sabah kafasına göre odalarımıza çiçek bırakırdı. Beyaz gülleri Levent’in odasına, kırmızı gülleri Saka’nın ve karanfilleri de Çağıl’ın odasına bırakırdı.
Kovulacağını çok iyi bildiği için benim odama herhangi bir çiçek koymaya cesaret edemezdi. Saka odama taşındığına göre acaba o kırmızı gülleri hangi odaya bırakacaktı? Ayrıca Çağıl neredeyse dört aydır Suriye’de görev yapıyordu. Evde bile değildi ama Çiçek sanki o buradaymış gibi her sabah onun odasına karanfil bırakıyordu. Anlaşılan birileri Çağıl’ın karanfillerden nefret ettiğini hâlâ ona söylememişti.
Eve girmeden önce ikisi de durup saygılı bir şekilde kendilerine çeki düzen verdiler. Aynı anda, “Günaydın, Karun Bey,” dediklerinde düz bir sesle, “Günaydın,” dedim.
Kızlar içeri girecekti ki bahçe kapısı gürültüyle açılmaya başladı. Kapılar tamamen açılınca bir elinde el çantasını tutan Çağıl görülmüştü. Geleceğini önceden bildirmediği için onu görünce şaşırdım ama sevindim de. Ondan önce şehit haberi gelecek diye ödüm kopuyordu. Ne zaman görev için evden ayrılsa duyduğum her şehit haberiyle içim burkulurdu. Çağıl eve döndüğünde ise nihayet rahat bir nefes alırdım.
Defalarca ısrar ettim artık bu işleri bırakması için ama ondaki vatan aşkı çok ileri bir düzeydeydi. Çağıl çocukken de böyleydi, hep büyüyünce asker olacağını söyleyip dururdu. Belki de içimizde çocukluk hayalini gerçekleştiren bir tek o vardı. Ayağının tozuyla buraya gelmiş gibi üzerinde bu soğukta bile haki rengindeki tişörtü ve asker pantolonu vardı.
Ayağındaki postallarındaki çamurlar bile duruyordu. Boynundaki künyesi her adımıyla göze çarparken tam karşımda durmuştu. Çantasını yere bıraktığında gözlerinde her zamanki o muzır ifade vardı. Elini kaldırıp gür bir sesle, “Üsteğmen Çağıl Kalender, emredin komutanım!” diyerek asker selamını verdiğinde dudaklarım kıvrıldı. Ne zaman eve dönse bunu bir tek benim karşımda yapardı.
“Evine hoş geldin koçum.” Onu kendime doğru çekip sertçe ona sarıldım. Bir kez daha evin yolunu bulmuştu.
“Hoş buldum.” Bana sarıldığında vücudunun gevşediğini ve rahat bir nefes aldığını hissettim. Baba ocağına dönmüş gibi bana sarılırken gevşemişti.
Birbirimizden ayrıldığımızda, “Bitti mi sonunda?” diye sordum. Artık burada kalacağını, bir daha hiç gitmeyeceğini duymak istiyordum ama o, “Suriye’deki işimiz bitti,” diyerek yine beni hüsrana uğrattı. “Yeni görev yerim belli olana kadar bir süre evde istirahat edeceğim.”
Çağıl’ın gözleri Nermin’i es geçip Çiçek’in üzerinde durmuştu. Elâ hareleri baştan ayağa bir süre Çiçek’i süzdü. Daha sonra kaşlarını alayla yukarı kaldırıp, “Hoş geldin demek yok mu, Çiçek?” diyerek ona takıldı.
Nedendir bilmem ama Çiçek gergin bir hâlde elindeki sepetin sapını sıkıyordu. “Hoş geldiniz, Çağıl Bey,” dedikten sonra hemen kapıya yürüdü. Kaçar gibiydi.
Çağıl, “Çiçek,” diye seslendi onun arkasından. Çiçek durup ona doğru dönünce gülmemeye çalışarak sepetteki çiçekleri işaret etti. “O karanfiller kim için?”
Çiçek başını eğip sepetindeki karanfillere baktı. Başını kaldırdığında gerginliği biraz daha artmıştı. “Sizin için efendim.”
Ela gözlerinin ardında anlam veremediğim bir parıltı geçmişti. “Kimseye haber vermeden geldim,” dediğinde sesi keyifliydi. “Geleceğimi bile bilmezken neden odama karanfil bırakıyorsun? Dönmeyeyim diye mi?”
“Anlamadım, Çağıl Bey?”
“Karanfiller cenaze çiçekleridir, ben öldüm mü ki odama karanfil bırakıyorsun?” Çağıl biraz eğlenmek için alay ediyordu fakat Çiçek onun sözlerini ciddiye almıştı. Bu açıdan bakınca korktu, endişelendi ve elindeki sepeti yere düşürdü. “Çağıl Bey,” dediğinde sesi titremişti. “Be-ben o amaçla toplamamıştım bu çiçekleri.”
Çağıl onu üzdüğünü görünce kısık bir sesle küfredip, “Kafa buluyordum kızım seninle,” dedi hızlıca. “Şimdi ağlayıp da keyfimi kaçırma.”
“Kafa mı buluyordunuz?” Çiçek’in az önce üzgün bakan yeşil gözlerinde şimdi öfkenin kıvılcımları oluşmaya başladı. “Anladım, Çağıl Bey,” dedi hafif sinirli bir sesle ve ona sırtını dönüp tekrar kapıya yürüdü.
Çağıl bir kez daha, “Çiçek,” diye ona seslendi. Zavallı kız tekrar durup ona doğru dönünce Çağıl yaramaz gözlerle yerdeki çiçekleri gösterdi. “Onları toplamadan mı gidiyorsun? Yürüyeceğim yolun tam üstündeler. Amacın yollarıma gül dökmekse söyle bilelim,” dediğinde Çiçek’in yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Gözlerini kaçırıp Çağıl dışında her yere bakmaya başlamıştı. “Hiç olur mu öyle şey, Çağıl Bey.” Hemen yere eğilip sepetinde dökülen çiçekleri toplamıştı.
Çiçek sepetini alıp bir köşede durarak başını eğince, Çağıl yerdeki çantasını alıp doğruldu. Eve yürürken gözleri kapıdaydı fakat Çiçek’in tam önünden geçerken, “Oy sevdam dağlara mi çıkayim? Oy sevdam yollara mi vurayim? Oy sevdam sensuz nasi durayim?” diye bir şarkı mırıldanarak içeri girdi. Çiçek’e bakarak söylememişti ama sanki ona söyler gibiydi.
Burada ne haltlar dönüyordu?
Düz bakışlarım Çiçek’i bulunca kaçar gibi hemen içeri girmişti. Başımı iki yana sallayarak arabaya yürüdüm. Çağıl askerde yaşadığı kadın yokluğunu evdeki hizmetçilerle gidermeye çalışıyorsa belasını sikerdim. Umarım böyle bir şey yapmaz çünkü durduk yere kızı kovdururdu bana. Evdeki çalışanları yatağa atmayacağını biliyor olmalı. Bu konuda katı kurallarım vardı. Evim genelevi değildi, böyle şeylere müsamaha etmezdim. İş veren adabını, çalışan da yerini bilmeliydi.
Arabamın kapısını açtığımda tüm çocuklar hemen arabalarına atladı. Fakat yaralı olduğu için istirahatte olan Furkan bir arabanın yanında dururken, “Abi, Çağıl Bey daha yeni gelmişken işe mi gidiyorsun?” diyerek beni durdurdu.
“Sana ne lan!” diye onu tersledim. “Yapılması gereken o kadar iş varken Çağıl’ın başını mı bekleyeyim?” Zaten Çağıl yol yorgunu olduğu için akşama kadar uyurdu.
“Haklısın abi,” diyerek arabasının kapısını açınca, “Sen nereye?” diye sordum.
“Seninle geliyorum abi.”
“Yaralıyken ne işime yararsın? Git dinlen ve bu sürede karımdan uzak dur. En küçük bir yanlışında bu sefer sıkarım kafana!” dedikten sonra arabaya bindim. Bu it benden çok Saka’ya sadıktı.
***
İş yerine geldikten sonra toplantımın ortasında Duha, Kenan ve Kadem gelmişti. Kumarhanedeki kasada aldığımız şeyleri bir çantaya koyup getirmişlerdi. Dördümüz bir masanın etrafında toplanmış, son üç saatimizi çantadan çıkan şeyleri inceleyerek geçirmiştik. Şu ana kadar işe yarar hiçbir şey çıkmamıştı. Borç senetleri, tarikatın zimmetine geçirdiği mallar ve birkaç ıvır zıvır dışında işe yarar pek bir şey yoktu. Masadaki haritaya uzanıp onu açtım. Tunus merakla, “Bu nedir?” diye sorduğunda tıpkı benim gibi haritanın üzerine eğilmişti.
Telefonumu çıkartıp kamerayı açtım. “Azap Tarikatının Türkiye üzerindeki yerleşim yerleri.” Haritadaki işaretli yerlerin fotoğrafını çekmeye başlamıştım. “Bunlar tarikata ait koordinatlar.” Sonunda işe yarar bir şeyler bulmuştum.
Duha haritayı incelerken düşünceli bir sesle, “Ne kadar da çok,” diye mırıldandı. “Neredeyse her şehirde ondan fazla toplanma alanları var. Eş zamanlı bir saldırı hepsinin kökünü kazırdı ama bunun için büyük bir orduya sahip olmamız gerekir.” Bu örgüt oldukça köklü ve büyüktü, üstelik yerleşim de yerleri çok dağınıktı. Örgüt bir tek Marasliyan’lardan oluşmuyordu, derine indikçe daha fazla şey çıkacağını tahmin etmek zor değildi.
Kadem önündeki kalın dosyayı kontrol ederken sıkılmış gibi esnedi. “Şu zamana kadar ona çalışan herkesin adı var bu listede.” Ağzını bir karış açıp esnerken uykusunun geldiğini saklamıyordu. “Kafamın içi isim kütüphanesine döndü ve daha yarısına bile gelmedim.”
Sayfaları karıştırıp aradığı şeyi buldu. “Şuraya bakın.” Bize gösterdiği ismin altını kalemle çizmişti. “Gazel’in ismi bile var.” Sonuçta o da onlara çalışıyordu, isminin listede olması normaldi.
Saka bilmiyordu ama ablası için gerçekten bir kafes yaptırıp içini siyah camlarla doldurmuştum. Saka’nın bir gece kaldığı kafesin içinde Gazel üç gün kalmıştı. Karıma yaşattığı şeyleri misliyle ona yaşatmıştım. Kenan kulağındaki kulaklığı çıkartıp bilgisayarı gösterdi. “İçim şişti bu kayıtları izlemekten.” İzledikleri canını sıkmış olmalı ki üzgün görünüyordu. Çantadan çıkan USB belleği inceleyen oydu. “Bu şeyin içinde onlarca dosya var ve her dosyanın üzerinde bir isim yazıyor. Carlos’un kurbanlarının dosyaları.”
“İçeriğinde neler var?” diye sordum.
“Kurbanların öncesi ve sonrasına ait görüntüleri.”
“Ne tür görüntüler?” Hepsi ilgimi çeken bir şeyler yakaladığımın farkındaydı.
Kenan masadaki kahve fincanına uzanırken, “Carlos onların hayatını becermeden önceki ve Carlos’tan sonraki yaşamları,” diyerek önünde duran dizüstü bilgisayarı işaret etti. “Yaklaşın kendiniz görün.”
Kadem ilgilendiği işten başını kaldırıp gelmedi. Çilekli sütünü pipetle höpürdeterek içerken, “O sektiğim herifin insanların hayatını nasıl bitirdiğini görmek ilgimi çekmiyor,” diyerek bir sonraki sayfaya geçti. “Peeling saatim yaklaşıyor, şu işi bitirip bir an önce yapmak istiyorum.”
“Peeling mi?” diye sordum anlamayarak. “O nedir?”
Kenan omuzlarını silkti. “Pilin afili adı falan mı?”
“Ne pili lan, peeling cahil.” Kadem bunları söylerken bir konuda Kenan’dan daha çok şey bilmenin gururunu yaşıyor gibiydi.
Sütünü masaya koyup yüzüne dokundu. “Ciltteki ölü deri hücrelerden kurtulmak için uygulanan bir bakım türü,” dedikten sonra sütünü tekrar aldı ve kaldırıp pipeti dudaklarına yaklaştırdı. Sütü içerken yine o garip sesleri çıkartıyordu. Duha’ya bakıp, “Abi bunlar da hiçbir şey bilmiyor,” dediğinde Duha’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Gülmemeye çalışarak yanaklarımın içini dişlemeye başladım. “Bizim bilmediğimiz doğru,” dedim ve alaycı bakışlarımı Duha’ya diktim. “Anlaşılan Tunus çok iyi biliyor, değil mi abisi?”
Duha önemli bir telefon bekliyormuş gibi sık sık elindeki telefonu kontrol ederken, “Sen ne bakıyorsun bu şuursuza,” diye sinirle soludu. “İleri geri konuşuyor işte.”
“Siz şimdi birlikte gün falan da yapıyorsunuzdur,” diyen Kenan sırıtıyordu. “Boyalı suratlarla yastık savaşı da yapıyor musunuz?”
Kadem sızlanarak, “Hayır,” dedi oldukça ciddi bir sesle. “Duha abi o kadar uzun süre uyanık kalmıyor, üstelik gece hep yorganı üzerimden çekiyor.”
Duha’nın sinirlerini bozan bir kahkaha kopardım. “Aynı yatakta mı uyuyorsunuz?”
Tunus’un boynundan yukarısı kızarırken bana bıkkın gözlerle bakıyordu. “Yalnız uyuyamıyor bu piç!” diyerek hemen savunmaya geçti. “Ben uyuyana kadar bekliyor daha sonra yastığını alıp odama geliyor.”
“Abi kapıyı çalınca da açmıyorsun.” Kadem şikâyet eder gibi gözlerini ona dikmişti. “Mecbur uyumanı bekliyorum.”
“Oğlum niye açayım, kazık kadar adam oldun git kendi yatağında uyu!”
“Yalnız uyuyamıyorum nesini anlamıyorsun?”
“Kız ayarlıyorum onlarla da uyumuyorsun lan!”
“Abi ben kızlarla uyumayı sevmiyorum.”
Duha’nın beti benzi atmıştı. “Kadem.” Onun adını korku dolu bir sesle mırıldanmıştı. “Erkeklerle mi uyumayı seviyorsun?”
“Hayır, erkeklerle de uyumayı sevmiyorum.”
Kravatını çekiştiren Tunus fenalık geçirir gibi koltuğa oturmuştu. Masadaki dosyalardan birini alıp kendini serinletmeye çalıştı. “Kimse değil, bu piç öldürecek beni,” diye dert yakındı. “Yönelimini de bir türlü anlamıyorum ki kendimi en kötüsüne alıştırayım. Ne kadınlardan hoşlanıyor ne erkeklerden. Arada bir yerde dolanıyor piç!” deyince Kenan ile gülmeye başladık. Kadem’in elinden çok çekiyordu.
Kenan sırıtarak gözlerini karşısında oturan çocuğa dikti. “Akşam kulübe gidelim mi, seni birkaç kadınla tanıştırabilirim.”
“Değişen bir şey olmaz.” Sebepsiz yere terlediği için çıkardığı mendille alnındaki teri silen Tunus, “Onu daha önce birçok kadınla tanıştırdım ama sonuç hüsrandı,” diyerek pencereleri kontrol etti. Oda sıcaklığını çok yüksek tuttuğum için terlemiş olabilirdo.
“Nesi hüsrandı?” Kadem başını kaldırmadan hararetli bir şekilde önündeki dosyayı inceliyordu. “O kadınların hepsini sevmiştim.”
Tunus sinirden dişlerini sıkarak ona ters ters bakmaya başladı. “Beklediğim sevme şekli onlarla dedikodu yapıp, birbirinizin yüzüne maske yapmanız değildi!” Kenan kahkaha atmıştı.
“Ne var bunda?” Kadem sakince çilekli sütünden birkaç yudum aldı. “Kadınlarla birlikte çok şey yapılabilir ama kadın denince sizin aklınıza gelen tek şey sevişmek. Onların arkadaşlıkları erkeklerden daha zevkli ve eğlenceli.” Tuhaf alışkanlıkları olan değişik biriydi.
Derin bir nefes alan Tunus, “Endişeliyim Kadem,” dedi baskın bir sesle. “Ben senin tuhaflıklarına alışkınım ama konu bu değil. Fazla hassas ve anormal birisin. İstediğin gibi ol, ben varken sana tek kelime edenin belasını sikerim,” diyerek iç çekti. “Ama ben olmadığımda sana ne olacak?” Onu asıl endişelendiren şeyin ne olduğunu anlamıştım. Kalbi yüzünden olurda ölürse Kadem’e ne olacağını düşünüyordu.
Kadem’in keyfi kaçmıştı. Gözlerindeki inatçı ifadeyle, “Sen hep olacaksın,” dedi buna inanarak.
Duha onun korkularını yatıştırmak için başını salladı. “Olacağım ama diğer ihtimali de düşünmeliyiz. Hayatta kalmayı öğrenmelisin koçum, bunun için de gereken olgunluğa ulaşmalısın. Bu haldeyken seni çok kolay harcarlar.” Kalbinden dolayı endişeliydi. Ölmekten değil, Kadem’i savunmasız bir hâlde kurtlar sofrasında tek başına bırakmaktan korkuyordu.
Duha sadece onu bir arkadaş olarak değil, kardeş hatta oğlu olarak görüyordu. Bu yüzden bir abi gibi onunla ilgileniyor, bir baba gibi onu koruyup kol kanat geriyordu. Kadem değişik ve tuhaf biriydi. Sanki hiç büyümemiş bir çocuk gibiydi. Yanında Duha olduğu için gereken olgunluğa erişmiyordu çünkü Duha onun her şeyiyle ilgilenip onu şımartıyordu.
Duha’nın yerine başka biri olsaydı Kadem’in tuhaflıkları karşısında uzun süre sabretmezdi. Fakat söz konusu Kadem olunca Duha’nın sabrının bir sonu yoktu. Çünkü onun Kadem’den başka kimsesi yoktu. Bu yüzden tüm sevgisini Kadem’e verip onun her şeyiyle ilgileniyordu. Bir insan yalnızlık çekince ilk bulduğu dala sıkıca tutunurdu. Duha’nın tutunduğu tek dal Kadem’di.
Kenan odada oluşan gerginliği dağıtmak için, “Devam edelim mi?” diye sorunca başını sallayan Tunus’un gözlerine Saka’nın çizdiği kuş ilişti. “Bunu neden hâlâ sildirmedin?”
Cam duvardaki saka kuşuna bakınca tebessüm ettim. “Çünkü karım çizdi.”
“Hanımcı,” diye alay etti ama her zamanki gibi umursamadım.
Bige şirkete ilk kez geldiğinde asistanımın odasında beklemekten sıkıldığı için bulduğu fosforlu kalemlerle çizmişti. O gün henüz tanışmamıştık ama boşanmak için geldiği bir adamın duvarına devasa bir kuş çizmişti. Önemli bir toplantının ortasındayken gözlerim sık sık ona kayıp durmuştu. Bir sandalyenin üzerine çıkıp resim yapan bir kaçık yüzünden toplantı sekiz saat sürmüştü. Onun yüzünden işlerime odaklanamadığım için birkaç saatlik toplantı sekiz saate kadar uzamıştı.
Fosforlu boyalar kullandığı için çizdiği resmi korumanın tek yolu özel kaplama yaptırmaktı. Resmin üzerine şeffaf bir duvar daha çektirdiğim için camı silseler bile saka kuşu silinmiyordu. Bunu Saka şirketten gittikten hemen sonra yaptırmıştım. O günlerde onu hiç tanımıyor, ona karşı bir şeyler hissetmiyordum. Üstelik hayatımda da Rengin vardı, yani resmi korumam için hiçbir sebep yoktu.
O zamanlar güzel bir resim olduğu için onu sildirmediğimi düşünmüştüm. Hayır, bu resmi duvarımda tutmamın asıl sebebi resmi çizerken onu izlemiş olmamdı. Ne zaman camdaki kuşa baksam Saka’nın nasıl bir sandalyeye çıktığını hatırlıyordum. Elindeki fosforlu kalemlerden birini cama sürterken diğer kalemleri diğer eliyle tutuşunu hatırlıyordum.
Ara, ara kaşlarını çatışını, istediği gibi olunca gülümsemesini, dilini ısırıp daha yukarılara ulaşmak için parmak uçlarından yükselişini hatırlıyordum. Başını omzuna doğru eğip çizdiği resmi kontrol edişi bile aklımdaydı. Duvarımdaki saka kuşu resmine ne zaman baksam gözlerimin önünde canlanan tam olarak bunlardı. Bu yüzden resmi sildirmek yerine korumuştum.
Daha fazla oyalanmak yerine bilgisayarı işaret gösterdim. “Devam edelim artık.” Yürüyüp Kenan’ın sandalyesinin arkasında durduk ve bilgisayara doğru eğildik. İşler beklemezdi.
Kenan klasördeki dosyalardan birine girdi. Umut Sönmez diye birinin dosyasına girince adamın yazılı bilgileri karşımıza çıkmıştı. Kenan, “Her dosyanın içinde kurbanların buna benzer kişisel bilgileri var,” dedikten sonra fareyi kaydırıp videoları gösterdi. “Bu kayıtlarda Umut denen adamın Carlos ile yaşadığı şeylerin görüntüleri var. Genelde ilk video kurban ve Carlos’un ilk görüşmelerini içeriyor. Carlos’un ona dayattığı şeyleri kabul etmeyip karşı çıktığını gösteren kayıt bu video.”
Fareyi ilk videonun üzerinden aşağıya kaydırıp son videonun üzerinde durdu ama videoyu açmadı. “Son videoda ise kurbanın hayatının nasıl altüst olduğunu gösteren görüntüler var. Onunla zıt düşen herkesin hayatını bitirmiş. Öldürerek değil, her birine öyle şeyler yapmış ki ilk videoda olan o dik duruşları son videoda yok. Arada gördüğünüz şu videolar Umut denen adamın başına gelen şeylerle ilgili,” dedikten sonra Umut Sönmez’in dosyasında çıktı. Videoların içeriğini görmemize gerek yoktu, neler olduğunu tahmin etmek zor değildi.
“Burada Carlos’un tüm kurbanlarının dosyaları var, değil mi?” Kenan başını sallayınca USB’yi çıkartıp cebime attım. “Bunu ben incelerim sen diğer şeyleri kontrol et.” Kenan ve Kadem neyin peşinde olduğumu anlamadı fakat Tunus için aynı şeyleri söyleyemem.
Kafasının içinde kırk tilki dolaşan bu heriften hiçbir şey kaçmazdı. Tek kaşını yukarı kaldırıp imayla bana bakması bile neyin peşinde olduğumu anladığını gösteriyordu. Evet, peşinden olduğum şey Saka’nın dosyasıydı. Carlos tüm kurbanlarının kaydını tutuyorsa o zaman Saka’nın da dosyası olmalıydı. Sonuçta o da Carlos’un kurbanlarından biriydi.
Saçından hiç çıkarmadığı o tokanın peşine düşeceğimi ona söylemiştim. Belki dosyasında tokayla ilgili de bir şeyler vardır. Ve annesinin nasıl öldüğüyle ilgili gerçekler… Carlos’un diğer kurbanlarında olduğu gibi Saka’nın da Carlos’tan öncesini ve sonrasını gösteren videoları olmalıydı. Carlos tüm kurbanlarının her şeyini kayıt altına alan bir hastaydı. Saka ile ilgili de mutlaka bir şeyler olmalıydı.
Kaldığımız yerden evrakları incelemeye devam edecektik ki Tunus’taki gariplik dikkatimi çekti. Çok fazla terlemeye başladığı için terini silmek için masadaki peçeteye elini uzattı. Ancak eli havada kaldı çünkü titriyordu. Eli titriyordu. Bunu görünce aceleyle Kadem’i kontrol etmişti. Kadem’in ona bakmak yerine önündeki dosyayla meşgul olduğunu görünce elini hemen çekip cebine koydu. Kadem görmesin diye elini saklamıştı.
Duha yüzünü düz bir ifadede tutmak için kendini zorlayıp, “Siz devam edin sigara içmeliyim,” diyerek terasa açılan kapıya yürüdü. Anlaşılan kalbi yine onu sıkıştırmaya başlamıştı.
Onun peşinden terasa çıktım. Yanında durduğumda dalgın gözlerle aşağıya bakıyordu. “Bana önceden verilmiş bir sözün vardı,” diyerek bana kulüpteki geceyi hatırlattı. “Senden istediğim bir şeyi her ne olursa olsun yerine getirecektin.”
“Ne istiyorsun?”
Aşağıya bakmayı bırakıp bana döndüğünde gözlerinde endişe vardı. “Eğer bana bir şey olursa Kadem’i himayene al. Kısacası-” dedikten sonra derinden gelen bir iç çekişle, “Yaşat onu,” dedi.
Başımı hafifçe sallamak dışında herhangi bir şey söylemedim. İstediği bir şeyi yerine getireceğime dair ona söz vermiştim. Benden her şeyi ama her şeyi isteyebilirdi ama o, bu hakkını Kadem için kullanmayı seçmişti. Eğer istediği buysa tamam, öyle olsun. “Ölmeyi çok hızlı kabullenmiş gibisin.” İlk kez bir konuda onu savaşırken görmüyordum. Onu çok uzun zamandır tanıyorum fakat ilk kez bir konuda umutsuzdu.
“Her şeyim haram olabilir.” Buruk bir şekilde tebessüm ederek elini kaldırıp sol göğsünün üzerine bastırdı. “Burada taşıyacağım şey bana helal olmalı. Sıranın başına geçmek için gücümü kullanıp kimseden bir kalp çalmayacağım ya da organ mafyalarına gitmeyeceğim.” Bu konuda kendinden taviz vermeyecek kadar kararlı ve inatçıydı. “Kaburgalarımın arasında çalıntı bir kalp taşıyamam.”
Çalıntı olduğunu bilmediği sürece sorun yoktu. Dosyasını çoktan gerekli yerlere ulaştırmıştım sadece uygun bir eşleşme bekliyordum. Onun bile kuralları olabilirdi ama benimki yoktu. Aradığım kalp bulununca gerisi çok kolaydı. Bunun vebalini o değil, ben üstleniyordum. Kalp bulunduğunda onu bayıltıp ameliyata sokmak zor değildi. Aslında bu it herif umurumda bile değildi ama ölürse çok sıkılırdım. Sonuçta dişime göre bir rakip bulmak kolay değildi.
Biraz daha kaldıktan sonra birlikte ofise girince Kenan ve Kadem panikleyerek bize döndü. İkisi de çalışmayı bırakmış, bir telefonun üzerine eğilerek bir şeyler yapıyorlardı. Fakat bizi görünce panikleyerek telefonu masanın üzerine atmışlardı. Kadem korkudan yutkunarak Duha’ya bakıp, “Abi?” dediğinde yüzü kireç gibi olmuştu.
“Kadem?” dedi Tunus sorgulayan bir ifadeyle.
“Duha abi?” dedi Kenan aynı korku dolu sesle.
Duha iğneleyici bir sesle, “Kenan?” dediğinde dökülün dercesine bakıyordu.
İkisi Duha’ya bakmayı bırakıp kapıya baktı, daha sonra birbirine baktılar ve tekrar kapıya. Anlaşmış gibi aynı anda kapıya koştuklarında şaşırmıştım. O kadar hızlı koşuyorlardı ki âdeta birbirlerini itekleyerek ofisimden çıkmışlardı. Bu ikisi yine ne işler karıştırıyordu?
Bir süre onların arkasından bakan Tunus masaya dönünce, “Benim telefonum mu o?” diyerek kaşlarını çattı. “Kadem telefonumun şifresini biliyordu!” Ve anlaşılan Kenan ile onun telefonundan bir şeyler yapmışlardı. Yoksa ikisi alelacele dışarı kaçmazdı.
Telefonu eline alıp hızlıca karıştırmaya başladı. Ne gördüyse otuz saniye içinde, “Siktir lan!” diye küfretmeye başladı. “Elay’a yazmışlar!” Onu bu kadar kızdıracak ne yazmış olabilirler ki? Yanında durup başımı eğerek onunla mesaja baktım. Tüm konuşmaları yukarı kaydırıp hepsini sırasıyla okumaya başlamıştık. Okuduklarımız Tunus’u sinir krizlerine sokarken beni kahkahalara boğabilirdi.
“Test, deneme, bir, iki. Elay orada mısın?”
“Ne istiyorsun?”
“Dondurmayı magnum seni ham hum.
“Anlamadım?”
“Kayısıyı dalında seni altımda.”
“Ne diyorsun sen be!”
“Karpuzu soymadan seni yormadan.”
“Allah senin cezanı versin, sapık herif!”
“Yazı sodasız seni molasız.”
“Herkese düz sana yokuş aşağılık pislik! Engelliyorum seni!”
Mesajların tamamını okuyunca gür bir sesle gülmeye başladım. O serserilerin bunu yaptığına inanamıyordum. Tunus sinirden yerinde duramazken, “Sikeceğim o piçleri!” diyerek telefonu kulağına yasladı. Odanın içinde deli gibi dönüp Elay’ı arıyordu. “Kadın zaten beni öptüğü geceden beri köşe bucak benden kaçıyor, bir de şu itlerin yaptığına bak!” Masanın yanındaki sandalyeye tekme atıp, “Engellemiş beni!” diyerek sandalyeyi devirdi.
“Sakin ol,” dediğimde hâlâ gülüyordum. “Senin böyle şeyler yazmayacağını bilir herhalde.”
Dik dik bana bakarken elindeki telefonu gösterdi. “Bilmiyor ki engellemiş lan!”
“Abartma,” diyerek güldüm. “Konuşup gerçeği anlatırsın.”
Yüzü seğirirken kıpkırmızı olmuştu. “Lan oğlum utandım nasıl konuşayım?” dedikten sonra hızlı adımlarla kapıya yürüdü. “Bu sefer o piçleri kurşuna dizeceğim! Ham hum falan yazmışlar, nedir lan bu!” deyince kahkaha attım. Kıza her türlü arsızlığı yaparken utanmazdı ama bir başkası onun adına yapınca yerin dibine giriyordu.
Duha diğer iki baş belasını bulmak için gidince gülerek başımı iki yana salladım.
Masanın üzerinde duran telefon açtığımda Çağıl’ın, “Sana attığım adrese gel birader,” diyen sesini duydum. “Bu çok önemli mutlaka gelmelisin.” Bunları söyledikten sonra soru sormama fırsat tanımadan telefonu kapatmıştı. Kim bilir yine ne olmuştu?
***
Çağıl ile arabanın içinde karşımızdaki hastaneye bakarken çok gergindim. Beni Melek’in kaldığı hastaneye çağırmasını beklemiyordum. Anlaşılan Gurur bana gönderdiği bir mesajın benzerini ona da atmıştı. Melek’i hiçbir şekilde himayeme almamaya kararlıydım ta ki Gurur kayıplara karışana kadar. O piçi hiçbir yerde bulamıyordum. İstediğinde izini kaybettirmeyi iyi biliyordu. Melek’i burada bırakıp gitmeyi çok istiyordum ama Gurur olmayınca Şeref Kalender onu fazla yaşatmazdı.
Babam eğer Gurur’un ortalarda olmadığını öğrenirse ilk işi Ordu’dan İstanbul’a gelmek olurdu. Kıza ulaşırsa ona neler yapacağını çok iyi bildiğim için hastaneye gelmek zorunda kalmıştım. Bir nevi buraya gelmeye mecbur kaldım çünkü Defne’den sonra babama bir kurban daha vermek istemiyordum. Bizim dışımızda kimse Şeref Kalender’in nasıl biri olduğunu bilemezdi. Bizler o ciğeri beş para etmez adamın tüm kötülüklerini tatmıştık.
Bunlar eskiden iki kardeşti Eşref ve Şeref. O zamanlar henüz Gurur doğmamıştı. Babam doğuştan kötü olduğu için daha biz doğmadan abisi Eşref’i öldürmüş ve kaza süsü vermişti. Cinayetini o kadar iyi gizlemişti ki onun yaptığı asla ortaya çıkmamıştı. Sırf büyükbabamın mirasından mahrum kalmamak için kendi abisini öldürmüştü. Babasından ona kalacak mirası kimseyle paylaşmak istememişti.
Büyükbabam onun nasıl bir canavar olduğunu çok iyi biliyordu. Büyükbabamı sadece fotoğraflarından tanıyordum çünkü ben çok küçükken ölmüştü. Onu tanımasam da babamın yaptıklarının bilincinde olduğunu biliyordum. Eğer öyle olmasaydı sahip olduğu her şey babama kalmasın diye ilerleyen yaşına rağmen bir çocuk daha yapmazdı. Büyükbabam Gurur doğduğunda her şeyini ona bıraktığına dair bir vasiyet hazırlamıştı.
O vasiyetin içeriğini Gurur altı yaşına girene kadar gizlemeyi başarmıştı. Bende o yaşlardaydım çünkü Gurur ile aynı yıl içinde doğmuştuk, tek fark ben ondan beş ay önce doğmuştum. Amcam olacak piçten beş ay büyüktüm ve ona amca dememi bekliyordu. Babam bir şekilde büyükbabamın vasiyetini öğrenmiş olmalı ki tıpkı amcam gibi büyükbabamda gizemli bir şekilde ölmüştü. Babaannem zaten çok önceden kalp krizinden ölmüştü, yani Gurur altı yaşında kimsesiz kalmıştı.
Tek yakını yirmi beş yaşındaki abisiydi. Bir canavarın ellerine kalıp evimize geldiğinde henüz altı yaşındaydı. Gurur’u hayatta tutan tek şey büyükbabamın vasiyetine eklediği bir detaydı. Vasiyete göre Gurur yirmi yaşına girmeden ona kalan mirası kullanamaz veya devredemezdi. Eğer yirmi yaşına girmeden önce ölürse sahip olduğu her şey vasiyette adı geçen vakıflara bağışlanacaktı.
Büyükbabam Gurur’u korumak için böyle bir tedbir almıştı. Babam onu da öldürmesin diye böyle bir önlem almak zorunda kalmıştı. Gurur’un büyüyüp yirmi yaşına ulaşmasını istiyordu. Abisine karşı koyacak yaşa gelip kendini ondan korumasını istiyordu. Babama bir oğul daha kurban etmek istememişti. Vasiyetteki o detay sayesinde Gurur yaşadı, tabii buna yaşamak denirse.
Babam ona öyle şeyler yapmıştı ki insanı intihara sürüklerdi. Gurur’u pısırık, korkak ve her dediğini yapacak bir kuklaya çevirmeye çalışmıştı. Belki de aklı olmayan bir akıl hastasına dönüştürmeye çalışmıştı. Böylece yirmi yaşına geldiğinde hiç itiraz etmeden sahip olduğu her şeyi tek bir imzayla babama bırakabilirdi. Babam hepimize çok şey yaptı ama Gurur’a yaptıkları insanlık dışıydı.
Eğer bana bu dünyanın en çok acı çeken insanı kim diye sorsalardı, hiç şüphesiz Gurur derdim. Onu mutlu olurken hiç görmemiştim, hem de hiç. Acısına hep tanık oldum ama mutluluğuna bir kez bile değil.
Bizler uzun yıllar Melek’in öldüğünü düşündük çünkü Gurur onun yaşadığını hepimizden saklamıştı. Defne doğum yaptığı gece ölmüştü ve babam adamlarından birine Melek’in ölüm emrini vermişti. Defne’nin bebeğini öldürmek için götüren o adamın Melek’i öldürdüğünü düşünmüştük çünkü Numan babamın sözünden dışarı çıkan biri değildi. Ancak Gurur bir şekilde onu ikna etmiş ve Melek’i yaşatmıştı.
Gurur bir süre Numan ile ne yapacaklarını çok düşünmüş olmalıydı. O süreçte Gurur, Defne ile olan son konuşmalarımızı benden dinlemişti. Bu yüzden Gurur ona Melek ismini vermişti çünkü Defne kızının ismi Melek olsun istemişti. Gurur daha sonra Melek’i bir yurda bırakmış ve on yıl onu oradan çıkarmıştı. Tabii biz tüm bunları çok sonradan öğrenmiştik.
Gurur yirmi yaşına basıp babasının mirasına kavuştuktan sonra her şey ortaya çıkmıştı. Çünkü vasiyetteki yaş şartını yerine getirdiği an evden ayrılıp Melek ile başka bir eve taşınmıştı. Yirmi yaş onun gençliğinin en güzel çağlarıydı fakat gezip tozmak yerine on yaşındaki bir çocuğun sorumluluğunu üstlenmişti. Otuz yaşındaydı ama ilk yirmi yılı babamın işkenceleriyle geçmişti, son on yılı da Melek’e bakmakla.
Aslında Gurur’un akıl sağlığının bozulması anormal bir durum değildi çünkü şöyle bir baktığımda delirmek için çok fazla sebebi vardı. Babamın ona yaptığı tek şey üzerine benzin döküp yakmaya çalışmak değildi. Öncesinde ve sonrasında da çok şey yapmıştı. Sırtındaki sigara ve kızgın şiş izlerini gizlemek için Gurur kimsenin yanında soyunmazdı. Onun sırtı uzun süre babamın kül tablası olmuştu. Gurur’un ateşten korkması için çok fazla nedeni vardı.
Başımı iki yana sallayarak geçmişin sanrılarından çıkmaya çalıştım. Unutulmayacak çok şey vardı. Kendime gelmek için derin bir nefes alıp Çağıl’a döndüm. Çağıl arabanın camından dışarı bakıp hastane bahçesindeki çocuğu izliyordu. “Defne’nin kızı bu mu?” Onu garipseyen gözlerle tek başına bankta oturan Melek’e bakıyordu.
Başımı salladığımda, “Karun,” diye mırıldandı. “Bu kız daha çocuk.” Haklıydı yirmi yaşında olmasına rağmen Melek’in görünüşü bir çocuktan farklı değildi.
Yalnız başına oturup suratını asmaktan başka hiçbir şey yapmayan çocuğa içli gözlerle bakıyordum. “Onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Gurur piçi kızı bırakıp gitti, şimdi tek başına kaldı.” Siktiğim puştu ortadan kaybolmak için tam zamanını bulmuştu. Telefonu kapalıydı ve adamlarım onu hiçbir yerde bulamıyordu.
Çağıl bir şey hatırlamış gibi gerilmişti. “Aralığa girdik.” Telefonundaki tarihi bana gösterdiğinde suratı kaskatıydı. “Gurur’un her yıl aralıkta ortadan kaybolduğunu iyi biliyorsun. Melek için canını verir ama yılın bu ayı onun için çok sancılı geçiyor.” Sikeyim babam da bu gerçeği iyi biliyordu! Gurur’un Aralık’ta ortalarda olmayacağını bildiği için İstanbul’a gelmesi an meselesiydi. Kardeşinin hayatını siktiği için yılın bu zamanında ona olanları biliyordu.
Şeref Kalender bu fırsatı kaçırmak istemeyecektir. Gurur ortalarda yokken Melek’in savunmasız olacağını bildiği için kızın peşine düşecektir. Babam bu konuda beni bir tehdit olarak görmüyordu çünkü en az onun kadar Melek’i istemediğimi biliyordu. Ancak ondan farklı olarak ben Melek’i öldüremezdim. Defne’nin kızını öldüremediğim gibi babama da veremezdim. Gurur aralık ayını atlatana kadar Melek’i himayeme almaktan başka çarem yoktu.
Çağıl, Melek’i izlemeyi bırakıp bana doğru döndü. “Ona neden Deli Gurur dediklerini unutmuş olmalısın. Uzun zamandır Melek ile meşgul olduğu için tedavisini çok aksattı. Nöbetleri sıklaştıysa Melek’i kendinden korumak için yine bir kliniğe gitmiş olabilir.” Çağıl hatırlatana kadar Aralığa girdiğimizi bile unutmuştum. Haklı olabilirdi, Gurur yine tedavi için bir kliniğe gitmiş olabilirdi.
Doktorlar onun için birçok teşhis koymuştu ama dosyasında yazan hastalıklara sahip olduğunu düşünmüyordum. Gurur’un nöbetleri tıp kitaplarında yazan hiçbir şeye benzemiyordu. Şizofren veya bipolar değildi, aslında hiçbir şeyi yoktu. Ona olan her şey geçmişte yaşadığı travmalarıyla ilgiliydi. Geçmişiyle ilgili canını yakan şeyleri hatırlayınca kontrolden çıkıyordu. Defne’nin öldüğü gece yaşananlar ise Gurur için bardağı taşıran son damlaydı.
O olaydan sonra bir daha eskisi gibi olamamıştı. Aynı evin içinde birlikte büyüdüğümüz için nöbetlerini ve geçirdiği krizleri iyi biliyordum. Yaşadıklarımız kolay şeyler değildi ne de olsa babam gibi bir canavarın ellerinde büyümüştük. Bir şekilde annem ve babama katlanarak akıl sağlığımızı korumayı başarmıştık. Ta ki Defne ölene kadar. Defne’ye olanlarla gerçek anlamda babama baş kaldırdığımızda ben ve Gurur’a kestiği ceza bizi bugün olduğumuz adamlara dönüştürmüştü.
Ben soğuktan korkarken Gurur ateşten korkardı.
Çünkü babam onun üzerine benzin döküp onu canlı canlı yakmaya kalkışmıştı.
Ve biz o yıllarda daha on yaşındaydık.
Gurur’u yanmaktan kurtaran Çağıl’dı. Beni ablamın cesediyle kapalı kaldığım soğuk hava deposunda kurtaransa Gurur’du. Levent’i o aileden uzak bir yerde büyütüp kurtaran da bendim. Hepimiz birbirimizi kurtardık ama tüm çabalarımıza rağmen kurtaramadığımız tek kişi Defne’ydi. Defne bizim pişmanlığımız, dinmeyen yürek sızımızdı.
Çağıl’da benim gibi geçmişi hatırlamış olmalı ki bakışlarını kaçırıp, “Melek’i artık koruyacak kimsesi kalmadı,” diye mırıldandı. “Biliyorum ona bakmak bile acı veriyor ama Gurur dönene kadar onu yanımıza almalıyız.”
Çağıl arabanın kapısını açarak dışarı çıktı. “Hadi birader gidelim,” diyerek beni ikna etmeye çalıştı. “Onunla tanışmalıyım daha fazla bundan kaçamam. Bige haklıydı bunu yapmak için çok geç kaldık.” Melek’i görmesi için Çağıl’ı ikna eden kişinin Saka olduğunu anlamalıydım. Ona ne söylersem söyleyeyim kendi bildiğini okuyordu.
“Daha yeni döndün Saka ile hangi ara konuştun?”
“Gurur’un mesajını aldığımda yanımdaydı.” Yüzünü buruşturdu. “Aralıksız yarım saat konuşup durdu. Karın istediğinde çok ikna edici olabiliyor.” Evet, öyle bir huyu vardı. Çenesini açınca insanın vicdanını sızlatmayı iyi biliyordu.
Endişe verici olan şeyse Bige’nin hâlâ bir vukuat çıkarmamış olmasıydı. Dört gündür onun için bulduğum psikoloğa gidiyor, daha sonra korumaları peşine takıp her gün alışveriş yapıyordu. Ona verdiğim kredi kartlarını tam da ondan istediğim gibi kullanıyor ve eve dönüp büyükbabasıyla vakit geçiriyordu. Keyfi yerindeydi, bana sorun çıkartacak hiçbir şey yapmıyordu.
Onun bu hâlinden şikâyetçi değilim ama bu kadın ne zaman uslu dursa, bir o kadar büyük bir olaya karışıyordu. Uslu durarak geçirdiği şu dört günün nasıl bir geri dönüşü olacağını kestiremiyordum. Keşke hep böyle kalsa ama bu onun tabiatına tersti. Bir süre sakin bir hayat sürerdi ama daha sonra adı gibi efil efil esecek bir şeyler mutlaka bulurdu.
Çağıl’ın beni beklediğini görünce derin bir nefes alıp arabadan indim. Bundan kaçışım yoktu. Hastanenin bahçesine girip bankta tek başına oturan çocuğa doğru yürüdük. Onu yeğenim olarak kabul etmedim ve asla etmeyeceğim. Tek yapacağım şey Gurur tekrar ortaya çıkana kadar bir süre ona göz kulak olmaktı. Bana annesinin ölümünü hatırlatan bir çocuğa daha fazlasını yapamazdım. Bir süre malikânede kalacaktı ama o süre zarfında asla gözüme görünmemeliydi.
Acımasız bir canavar olduğumu düşünebilirdi ama annesinin cesediyle iki gününü geçiren o değildi. Defne kollarımda ölmüştü. Hastaneye gitseydi kurtarılabilirdi ama doğumdan hemen sonra soğuk hava deposuna atılmıştı. Orada sadece ikimiz vardık. Başka kimse yoktu sadece ikimizdik. Biliyorum bu Melek’in suçu değildi ama Melek’in bana hatırlattığı şey bunlardı.
Yanında durduğumuzda başını eğmiş, elinde tuttuğu Gurur’un fotoğrafına bakarak ağlıyordu. Muhtemelen yanında olan tek kişi tarafından da terk edildiğini düşünüyordu. Çağıl derin bir nefes alıp, “Merhaba,” diyerek onun dikkatini çekmeye çalıştı.
Başını kaldırıp bizi görünce şaşırdı ama sevinmedi. Islak gözleri önce beni buldu, hissizleşti. Fotoğrafları dışında ilk kez gördüğü Çağıl’a baktığında ise hissizliği arttı. Bizi gördüğüne sevinmemişti çünkü bizden yana tüm umutlarını tüketmiş gibiydi. Gözyaşlarını yavaş bir hareketle silip ayağa kalktı. “Gidin buradan artık size ihtiyacım yok,” dedi naif bir sesle. Elindeki fotoğrafı gösterdi. “Amcam beni terk etmedi, gitmeye mecburdu.”
Buna inanarak kafasını hızlıca salladı. “Ağlıyorum ama terk edildiğimi düşündüğüm için değil, döndüğünde ya artık yoksam?” Babamın onun için geleceğini biliyordu.
Melek’in dudakları titrerken ıslak gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. “Bana olanlar için kendisini suçlayacak.” Şeref’in onun için geleceğini biliyordu. “Babam son anlarımda yanımda olmadığı için kendisini suçlayıp kahrolacak.” Babam derken aslında Gurur’dan bahsettiğini biliyordum çünkü Melek onu babasının yerine koymuştu. İkisinin arasında sadece on yaş olsa da baba-kız gibilerdi.
Melek’in hissiz bakışları Çağıl ile ikimizin üzerinde gidip geliyordu. “Ölüp ölmemem sizin için önemsiz bir detay olabilir ama Gurur amcam için çok şey ifade ediyor. Ona böyle bir vebal yükleyemem.” Başını iki yana salladığında dudaklarından kaçan hıçkırığa engel olamadı. “O benim sadece amcam değil aynı zamanda babam,” diye fısıldadı. Gurur’u her şeyden çok seviyordu. Öleceğine üzülmüyordu, ona yaşatacaklarına üzülüyordu.
“Ona bunu yaşatamam tekrar dönene kadar yaşamalıyım ama nasıl olacak? Büyükbabam canımın peşine düşmüşken bu nasıl olacak?” Soğukta titreyen zayıf bedenini gösterdi. “Vücudumdaki tüm hastalıkları çıkartıp bir kavanoza koymak istiyorum. Kavanozun kapağını sıkıca kapatırsam amcam dönene kadar yaşarım ama daha sonra açarım kapağını.”
“Kavanozdan kurtulmak varken neden kapağını açıyorsun?” diye sordu Çağıl.
Melek gözleri ıslak bir hâlde burukça gülümsedi. “Sizler gibi birine dönüşmemek için.”
Çağıl onun ne demek istediğini anlamamıştı. “Neyimiz varmış bizim?”
“Her şeyiniz var ama insanlığınız yok.” Haklıydı.
Melek derin bir nefes alıp başını kaldırdı. Gözlerinde ne kin vardı ne de herhangi bir duygu. Sanki nefret etmeyi bile bilmiyordu. Gözlerini annesinden almıştı çünkü Defne’nin yeşillerini taşıyordu. Boş gözlerle tarafsız biri gibi bakıyordu. “Gidin,” dedi yalvarırcasına. “Amcamı tanıyorum beni güvene almadan gidemez. Eminim buralarda bir yerdedir.”
Gözleri tekrar dolduğunda ağlamamak için kendini zorladı. “Lütfen gidin,” diyerek bu sefer açık bir şekilde bize yalvardı. “Şu zamana kadar yaptığınız gibi yine beni yok sayın. Siz giderseniz amcam dayanamayıp bana gelir.” Gözlerinden yaşlar akarken, “N’olur gidin artık,” diyerek hıçkırdı. “Ben amcamı istiyorum.”
Şimdi ne olacaktı?
Ne yapmalıydık ne yapmalıydım?
İstediğim tek şey buradan gitmekti.
En az onun kadar Gurur’u tanıyordum belki de ondan daha fazla. Buralarda bir yerdeyse bile ortaya çıkmazdı, bizi buraya kadar getirmişken bunu yapmazdı. Sırf Melek’i hayatımıza alalım diye kolay kolay ortaya çıkmazdı. Tam şu anda onu bırakıp gidebilirdim. Bunu yapabilirdim çünkü yapmayı her şeyden çok istiyordum. Peki, biz gidince ne olacaktı? Ya babamdan önce adamları çoktan hastaneye sızmışsa?
“Çağıl,” diyerek kızı işaret ettim. “Burada onunla kal doktoruyla görüşeceğim,” dedikten sonra Melek’in itiraz etmesine fırsat tanımadan hastaneye yürüdüm. Onu hastaneden çıkarmanın sorun olup olmayacağını bilmeliyim. Bakalım doktoru bu konuda ne diyecekti?
20 dakika sonra.
“Yani burada kalsa bile değişen bir şey olmayacak mı?” Duyduklarım karşısında konuşmakta güçlük çekiyordum. Melek’in durumu düşündüğümden daha kötüydü.
Volkan Bey, yani onun doktoru başını umutsuz bir ifadeyle iki yana salladı. “Burada yaptığımız tek şey Melek Hanım’ın serumlarını yenilemek, ilaçlarının takibini yapmak ve kriz esnasında ilk müdahalede bulunmak. Biz onu iyileştirmiyoruz. Bu noktadan sonra çok zor.” Sustuğunda bu suskunluğu doğru sözcükleri seçmek içindi.
“Açık konuşacağım, Karun Bey,” diyerek derin bir nefes aldı. “Melek Hanım ölüyor ve bunu engellemek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” Konuşmanın başından beri tek söylediği buydu, onun öleceği.
“Evde gerekli şartlar karşılanırsa hastanede çıkmasının mahsuru yok.” Bahsettiği şartlar hastaneyi eve taşımaktı. Bu yapılabilirdi. Gerekli cihazlar, doktor ve hemşire ayarlanabilirdi. Odasını bir hastane odasına çevirmek benim için zor değildi. Gurur dönene kadar onu hayatta tutmalıydım. Melek’in istediği buydu, amcası dönene kadar hayatta kalmak.
Volkan Bey masasından öne eğilerek üzgün gözlerle beni izlediğinde bakışları umut vermiyordu. “Bir hasta için yapabileceğimiz bir şey kalmayınca son günlerini sevdikleriyle geçirmelerini isteriz. Melek’in artık ihtiyacı olan tek şey sevdiklerinin yanında olması.”
“Kemik iliği nakli olsa bir şansı olmaz mı?” Onu umursamadığımı düşünürken bir anda böyle bir soru sormak beni şaşırtmıştı. Ona ne olduğuyla ilgilenmemeliyim ama bir yanım umursuyordu!
“Uygun bir donör bulunsa bile sonucu değiştiremez.”
“Ben onun birinci dereceden dayısıyım ve benden başka iki dayısı daha var. Eminim ki içimizden birinin iliği ona uyacaktır.”
“Anlamıyorsunuz.” Volkan Bey ellerini masada birleştirdiğinde dudaklarını sımsıkı birbirine bastırmıştı. Konuşmanın başından beri bu adam bana hiç iyi şeyler söylememişti. “Yeni bir ameliyat onun dışarıda geçireceği zamanı azaltıp hastanede kalacağı süreyi uzatır. Melek için asıl ölümcül olan şey artık lösemi değil. O da var tabii ama onun için en büyük tehdit beynindeki kitle. Ve ne yazık ki tümör beyindeki tüm sinirlere sızmış durumda.” Yani onun için değişen bir şey olmayacaktı. Kemik iliği nakli onu lösemiden kurtarırdı ama kafasındaki tümörden değil.
Her duyduğum şeyle gittikçe agresifleşirken dizimin üzerinde duran elimi sıkmaya başlamıştım. “Kafasında kötü huylu bir tümör var diye onu ölüme mi terk edeceksiniz?” Sinirden ona ters gözlerle bakıyordum. Bana artık umut verici bir şeyler söylemeliydi! “Bir ameliyatla o kitleyi almayı deneyebilirsiniz!”
Hasta yakınlarının öfkesine alışık olmalı ki ona sesimi yükseltmemi sorun etmeden soğukkanlılığını korumuştu. “Melek’i kurtarmak için her yolu denediğimizi en iyi Gurur Bey bilir.” Masasının üzerinde duran kalın hasta dosyasını bana uzattı. “Bu dosyada sadece hastanemiz değil, Melek’in daha önce kaldığı hastaneler ve ameliyatlarına katılan doktorların adı yazılı.”
İçinde hoşuma gitmeyecek birçok detayın olduğu dosyayı almadığımda Volkan Bey dosyayı tekrar masaya bıraktı. “Sandığınızın aksine yeğeniniz daha önce birçok operasyon geçirmiş. Gurur Bey onu ülkenin en iyi hastaneleri ve doktorlarına götürmüş ancak sonuç olumsuz.” Gurur’un onun için elinden gelenin fazlasını yaptığını biliyorum ama bir şeyler olmalıydı. Melek’i o illetten kurtarmanın bir yolu olmalıydı.
Volkan Bey sıkıntı içinde başını yavaşça iki yana sallayarak, “Melek’teki kanser türü daha önce eşine rastlamadığımız cinsten,” diyerek canımı sıkmaya devam etti. “Kötü huylu olduğu için neşter değdikçe tıpkı hücreler gibi bölünüp beyninin farklı yerlerini istila ediyor. O hastalıklı hücre bir sarmaşık gibi beyindeki sinirlere sızmış durumda. Bu kanser türü yumurtlama dönemindeki bir parazitten farklı değil. Her bıçak darbesiyle bölünüp çoğaldığı için yeni bir ameliyat önermiyoruz.” Tüm ciddiyetiyle gözlerimin içine bakarak, “Bu aşamada geçireceği bir ameliyat yaşayacağı günleri kısaltır,” dedi. Nefes dahi alamıyordum. Ameliyat onu yaşatmaz daha mı hızlı öldürürdü?
Bunu sormaktan nefret etsem de bilmeliydim. Yüzümü sertçe ovuştururken, “Tam olarak ne kadar zamanı kaldı?” diye sorduğumda konuşmaktan güçlük çekiyordum. Melek’e biçtikleri ömür tam olarak ne kadardı bilmek istiyordum.
Volkan Bey bu konuda bir şey söylemek istemediğini bakışlarıyla belli ediyordu. “Tam olarak bunu kimse bilemez.”
“Tümörün büyüme hızını göz önünde bulundurup bir varsayımda bulunun,” diye ısrar ettiğimde derin derin nefesler aldı. “En fazla iki yıl ve bu da en iyi ihtimalle.” En iyi ihtimalle derken? Yirmi iki yaşına girip girmeyeceği bile belli değildi.
Duymam gereken her şeyi fazlasıyla duyduğum için doktorun odasından çıkıp Melek’in taburcu işlemlerini başlattım. Burada kalsa da kalmasa da onun için değişen bir şey olmayacaktı. Gurur geri dönene kadar Melek’e göz kulak olmalıydım. Gurur nasıl dayanmıştı? Şu zamana kadar Melek’i doğru düzgün görmediğim halde doktorun söylediklerine ben bile üzülmüştüm. Peki, Melek’i kızı gibi büyüten Gurur her gün bunları duymaya nasıl dayanıyordu?
Melek’in ölümü Gurur’dan bir enkaz yaratacaktı.
Çıkış işlemlerini hızlı bir şekilde tamamladığım için Melek istemese de çantasını toplamak zorunda kalmıştı. Odasına kadar ona eşlik edip hazırlanmasına yardım eden Çağıl’dı. Bende bu süreçte gereken telefon görüşmeleri yapıp Melek’in ihtiyacı olan tüm tıbbi cihazları ayarlamıştım. Doktorun bana verdiği listedeki her şey eksiksiz bir şekilde iki gün içinde malikânede olurdu. Onun için iki doktor, iki hemşire ve bir tane de hasta bakıcı ayarlamıştım.
Hepsi yarın malikâneye gelip müştemilata taşınacaktı. Böylece Melek için ihtiyaç duyulduğunda doktor ve hemşire ona hep yakın olacaktı. Arabanın yanında durup Çağıl ve Melek’in hastaneden çıkmasını bekliyordum. Bir süre sonra ikisi dışarı çıkmıştı. Melek, Çağıl’ın yanında somurtarak yürüyordu. Yanıma geldiğinde kızgın gözlerini bana dikip, “Orada çok durmayacağım çünkü kaçıp amcamı bulacağım!” diye cırladığında yüz ifadem bıkkındı. Acaba onu eve götürmeye çok meraklı olduğumu mu düşünüyordu?
“Şimdi beni iyi dinle bücür!” dedim sert bir sesle. “Şeref Kalender her an senin için İstanbul’a gelebilir.” Babamın adını duymak bile onun korkudan irkilmesine neden olmuştu. “Kendi ayaklarınla ona gitmek istiyorsan durma şimdi git.” Arabanın kapısını kapatıp ona yolu gösterdim. “Git hadi.”
Küçücük boyuna bakmadan bana kafa tutup, “Giderim ne var!” dedi asi bir sesle. “Sizden daha kötü olamaz ya.”
“Sana ne olduğu zerre kadar umurumda değil!” Onu bırakıp kızgın adımlarla arabama doğru yürüdüm. “Çağıl arabaya bin onunla uğraşamam.”
Melek arkamdan seslendi. “Bana bir şey olursa amcam canınıza okur.” Ya sabır! Annesi de böyle değildi ki bu yer cücesi kime çekmişti! Gurur’un büyüteceği bir çocuktan ne beklenirdi ki.
Onlara doğru dönmeden arabamın kapısını açarken, “Çağıl!” diye bağırdım sinirle. “Eve götür onu!” O bacaksız yüzünden Gurur ile uğraşamazdım.
***
Rakı bardağını alıp kafama dikerek birkaç yudumda hepsini içmiştim. Deniz kenarında iskeleye yakın küçük bir yere gelmiştim. Açık havada içerken denizi izliyor, çıkardığı uğultuları dinliyordum. Saatin kaç olduğunu kestiremiyordum ama hava karanlıktı. Boğazımı yakıp geçen içkiye aldırmadan şişeye uzandım. Kafayı bulmak için sek içtiğim için bardağıma su koymadım. Normalde rakıdan hoşlanmaz, viskiyi daha çok severdim ama bu gece rakı tercih etmiştim.
Aslına bakılırsa ben bu tür küçük meyhanelerden bile hoşlanmazdım ancak bu gece için kimsenin beni tanımadığı bir yerde olmak istemiştim. Bu tür yerler Gurur’un sevdiği yerlerdi. Defne’nin kızıyla iki dakika muhatap olmak bile kendimi dağıtmama yetmişti. Onu Çağıl ile eve gönderdikten sonra soluğu burada almıştım. Saat çok geç olmuştu ama Melek’in olduğu bir eve gitmek hiç içimden gelmiyordu.
Tek başıma içerken masadaki mezeleri artık seçemiyordum. Görüşüm bulanıklaştığına göre düşündüğümden daha çok içmiş olmalıydım. Bu balıkçı restoranını bu gece için kapatmıştım. Diğer masalarda canımı sıkacak kimse yoktu. Bu gece için her anlamda yalnız kalmak istiyordum.
Masanın üzerinde duran telefona baktım. Saka çoktan uyumuş olmalı ki artık aramayı bırakmıştı. Saat gecenin ikisiydi bu saate kadar uyanık kalan biri değildi. Tek istediğim karımı alıp bir süre her şeyden uzaklaşmaktı. Bu kargaşayı arkamızda bırakıp onunla sadece ikimizin olduğu bir yerlere gitmek istiyordum. Bana iyi gelen tek kişi oydu.
Ben kaçmayı istesem bile peşimi bırakmayacak çok şey vardı.
Çok fazla içtiğim için başımı sandalyeye yaslayıp gözlerimi yumdum. İstediğim tek şey gözlerimi biraz dinlendirmekti. Fakat bir süre sonra kulaklarım aşina olduğum o tıkırtıları duydu. Burada çalan müziğe rağmen arkamda gittikçe bana doğru yaklaşan adım seslerini duyabiliyordum. Hiçbir ayakkabı tıkırtısı Saka’nınki gibi davetkar ve baştan çıkarıcı olamazdı. Evet, bu gelen oydu. O olduğunu anlamam için gözlerimi açıp arkama bakmama gerek yoktu. Karım evde bile topuklu ayakkabıyla gezen bir deliydi.
Bige muhtemelen dışarıdaki korumalardan yerimi öğrenmişti. Adımları sandalyemin tam arkasında durdu. Ellerini uzatıp omzuma koyduğunda burnuma o güzel kokusu geldi. Gözlerim hâlâ kapalıydı ve başım sandalyenin başlığına yaslıydı. Omuzlarımdaki ellerini yüzüme doğru kaydırdı. Tam arkamda dururken yüzümü ellerinin arasına almıştı. Öne doğru üzerime eğildi ve başımı yukarı kaldırıp beni öptü. İşte bunu beklemiyordum.
Saçları yüzüme dökülürken dudakları dudaklarımın üzerindeydi. Öpüşüne karşılık verdiğimde onun dudaklarında aradığım huzuru bulmuştum. Kışkırtıcı ama küçük bir öpücüktü. Daha sonra dudaklarımızın temasına son verip başını hafifçe kaldırdı ama yüzlerimiz hâlâ birbirine çok yakındı. Gözlerimi açıp ona baktığımda, “Merhaba,” diye fısıldadı.
Dudaklarının büyüsüne kapılmışken, “Merhaba,” dedim aynı fısıltıyla.
Hiç sorgulamadı ya başka bir kadın olsaydı? diye. Çünkü gözlerim kapalı olsa bile öptüğüm kadının kim olduğunu bildiğimi biliyordu. Adım seslerinin ezberimde olduğunu iyi biliyordu. Bige sandalyenin arkasından çıkıp tam karşımdaki sandalyeye oturdu. “Sen gelmeyince ben sana geldim.” Melek yüzünden canımın sıkkın olduğunu iyi biliyordu. Bu yüzden saat çok geç olmasına rağmen uyumayıp bana gelmişti.
“İyi misin?” diye sorunca başımı yorgunca salladım. “Görüldüğü üzere evet.”
Büyük ihtimalle baygın bakan uyuşuk gözlerim beni ele veriyordu çünkü yüzünü buruşturdu. “Çok sarhoşsun, değil mi?”
“Kafamdaki şeylerden kurtulacak kadar değil.” Masadaki boş içki şişelerine uykulu gözlerle baktım. “Ne kadar içersem içeyim bazı şeyler hep kafamın içinde.”
“Ne var ki kafanın içinde?”
“Katliam.”
“Anlatmak ister misin?”
Alay edercesine güldüm. “Bir şey değişmeyecekse anlattığım şeylerin ne önemi var?” Uyuşan vücudumu öne doğru hareket ettirip rakı şişesine uzandım. Bardağımı doldururken, “O kızı görmeye katlanamıyorum,” diye itiraf ettim. “Onunla aynı evde yaşayamam.”
Bige hiçbir şey söylemedi, içli gözlerle beni izlerken tek kelime etmemişti. Bana olan bakışlarında ne düşündüğünü anlayabiliyordum. Güzel şeyler düşünmüyordu çünkü benimle ilgili hiçbir şey güzel olamazdı. Ben bile kendime bakınca güzel bir şey göremiyordum ki.
Aralıksız içmeye devam ederken o içmiyordu. Bir garson onun için de servis açmıştı fakat benim gibi hızlı içmiyordu. Bardağındaki rakıdan ara sıra birkaç yudum alıyordu. “Bana anne ve babandan bahseder misin?” Neyi bilmek istediğini anlamamıştım. Neden bilmek istediğini bile sorgulayamıyordum çünkü çok hızlı içtiğim için vücudumdaki alkol bazı şeyleri kurcalamama engeldi.
Normalde asla anlatmayacağım şeyleri sarhoş bir kafayla çok kolay anlatmaya başladım. “Annem ve babam,” diye mırıldandım. “Onlar anne ve baba dışında her şeydi.”
Keyiften uzak bir şekilde güldüm. “Annem gösteriş budalası, sonradan görmenin teki. Babam ise daha fazla güç için her şeyi yapabilecek biri.” Bitirdiğim bardağı masaya koyup şişeye uzanırken, “Onlar Gurur ile ikimizi hiç sevmedi,” dedim kısık bir sesle. “Hem de hiç.”
Onlar için Gurur bir tehditti, ben ise bir asi. Çağıl’ı sevdiler, Levent’i de öyle çünkü onlar uysaldı, sorgulamazdı ama ben ve Gurur’u hiç sevmediler. Defne’yi zaten sevselerdi onu öldürmezlerdi. İçip durduğum için kafam çokça dumanlıydı. Belki de bu yüzden bu kadar rahat anlatıyordum oysaki bu anlattıklarım hiç kolay şeyler değildi.
“Saka,” dedim karımın güzel gözlerine bakarak. “Bir gün benden kurtulmak istediğinde bile,” diyerek iç çektim. “Annem gibi bakma bana.” Sadece onun gibi baktığında ondan vazgeçebilirdim. Bu yüzden asla annem gibi bakmamalıydı.
“Annen,” dedi kısık bir sesle. “Nasıl bakıyordu sana?”
“Tiksinerek.” Bige’nin sol gözünde akan gözyaşı benim solumu yakmıştı. Yanaklarından süzülen tek bir damla yüreğimin tam ortasına düşmüştü.
Konuşmadık o sustu, ben içmeye devam ettim. Sessizliğini koruyarak beni izledi ve kendimi alkolle zehirlememe karışmadı. Bir şişeyi devirmemi bekledi. Açık havada olduğumuz için üşümüş olmalı ki ürpermişti. Neden üzerinde ceketi yoktu? Üzerime bir sersemlik çöktüğü için ceketimi çıkartırken bile çok zorlanmıştım. Ceketimi çıkartıp ona uzattığımda gözlerimi belli bir noktada sabitleyemiyordum. “Giy şunu hasta olacaksın.”
“Sende öyle.” Ceketi almadı. “Sen hep üşürsün.”
“Saka,” diyerek ceketi ona uzatan kolumu işaret ettim. “Kolum yoruldu al şunu.” İnadı bırakıp ceketi almıştı. Ceketi omuzlarına attıktan sonra çantasında sigara paketini ve çakmağı çıkardı. Sigara içmesinden nefret ediyordum ama bırakması için onu zorlayamazdım. Yoksa yine onu kontrol etmeye çalıştığımı düşünürdü.
Saat ilerledikçe masadaki şişeler birbiri ardına devrildi. İçen sadece bendim, Saka sigarasını içerek bana eşlik ediyordu. Normalde içmeyi seven bir kadındı, neden benimle içmediğini anlayamıyordum. Uzun süre nedenini düşünemiyordum da çünkü son şişeye gelince beynim durma noktasına gelmişti.
Artık Bige’nin yüzünü doğru düzgün seçemiyor, uyuşan vücudumu sandalyeden kaldıramıyordum. Nereye baksam veya başımı hangi yöne çevirsem orası dönüyordu. Buna rağmen aklım hep Melek ile meşguldü. Çok içersem onu daha kolay aklımdan çıkartırım, diye düşünmüştüm ama hiç işe yaramamıştı. Melek hâlâ aklımdaydı.
Bir süre sonra kafam hepten gitmişti. Artık kaç kadeh devirdim, kaç şişenin dibini buldum, bilmiyordum. Yoğun bir uyku dört bir yanımı sarmışken Saka’nın, “Sanrı,” diyen sesini güçlükle duydum. Başımı kaldırmak için kendimi zorlayıp baygın gözlerle ona baktığımda, “Defne,” dedi temkinli ve biraz da ürkek bir sesle. “Defne nasıl öldü?”
Gerildim.
Kaskatı kesildim.
Ne söyleyeceğimi bilemedim.
Kendimi susturmak istedim bunu denedim. Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırıp onları kilitlemek istedim. Ancak kafam uçmuşken her daim sahip olduğum o sağlam irademi kendimde bulamadım. Sanki kontrolüm tamamen benden alınmış gibiydi. “Defne nasıl mı öldü?” diye mırıldandığımda bir şeyleri aklımdan bağımsız bir şekilde ifşalıyor gibiydim.
“Kollarımda.” Başımı ağır ağır sallayarak sızlayan gözlerle bunu onayladım. “Benim ablam on yaşındaki bir çocuğun kollarında öldü.”
Kanaması vardı, durduramadım.
Üşüyordu, ısıtamadım.
Ölüyordu, engel olamadım.
On yaşındaki bir çocuğun çaresizliğine sahipken hiçbir şey yapamadım.
“Hamile olduğu ortaya çıkınca dışarıya duyurmadan onu iki hizmetçiyle başka bir eve gönderdiler.” Nerede tutulduğunu bize söylemedikleri için onu doğuma kadar hiç görmemiştik.
Boş kadehi masaya koyup iç çektim. “Bir gece ansızın gelen bir telefonla annem ve babam ona gitmek için hazırlanmaya başladı. Biz çocuklar çok ısrar ettiğimiz için bizi de götürdüler. O eve gittiğimizde duyduğum tek ses Defne’nin çığlıklarıydı.” İçim öyle bir yanıyordu ki yangını sızlayan gözlerime vurunca karımın yüzünü seçemedim.
“O gece tek düşündüğüm şey ablamı görmekti. O kadar çok çığlık atıyordu ki neyi olduğunu bilmek istiyordum. Doğum yaptığını bilmiyordum çünkü o yaşta hamileliğin ne olduğunu bile bilmiyordum. Şimdiki jenerasyon on yaşındayken her haltı biliyor ama biz bilmiyorduk.” Bige’nin önündeki sigara paketine uzandım. Paketin içinde bir dal çıkartıp dudaklarımın arasına koymuştum. Çakmak için başımı kaldırdığımda Bige’nin öne eğildiğini gördüm. Yaktığı çakmağı bana uzatıyordu.
Başımı eğip sigaranın ucunu onun yaktığı çakmakla tutuşturdum. İçime çektiğim gri dumanı soğuk havaya üflerken geçmiş gözlerimin önünde canlanmaya başlamıştı. “Defne’nin odasına girmemize izin yoktu ama ben girmeliydim.” Masanın üzerinde hareketsizce duran sol elime baktım. “Elini tutmalı ve yalnız olmadığını ona hissettirmeliydim. En önemlisi nasıl olduğunu görmeliydim.”
“Onu gördün mü?” diye sorduğunda burnumun direği sızlayarak “Gördüm,” diye mırıldanıp ona o geceyi anlatmaya başladım.
***
20 yıl önce.
Merdiveni koşarak çıkarken elimdeki şurup şişesini sıkıca tutuyordum. Defne’nin çığlıkları evin her yerinde yankılandıkça adımlarımı daha da hızlandırıyordum. Bu ev bana yabancıydı, aylardır ablamı tuttukları bu evde bana tanıdık gelen hiçbir şey yoktu. Bu yüzden çocuk gözlerim ablamı bulmak için etrafına bakıp duruyordu. Üst kata çıkıp hangi odada olduğunu düşünüyordum ama bir süre sonra aramayı bırakıp tekrar koşmaya başladım. Artık Defne’nin acı dolu çığlıklarını takip ediyordum.
Sola dönünce bir odanın önündeki kalabalığı gördüm. Defne’ye atadıkları o iki hizmetçi odaya girip çıkıyordu, babamın sadık üç koruması kapıda nöbet tutuyordu. Annem kapının önünde duruyordu ve içeri girmeye çalışan Gurur’u tartaklıyordu. Çağıl ise Defne’nin odasının yakınlarında duruyor, ablam çığlık attıkça ağlayarak elleriyle kulaklarını kapatıyordu.
Benimle aynı yaşta olan Gurur, Çağıl’a göre biraz daha cesur olduğu için, “Yenge bırak beni!” diyordu. Annemin onu itekleyen ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. “İçeri gireceğim bırak beni!” diye bağırdı. “Defne ablayı görmek istiyorum!”
Annem sabrı taşmış gibi Gurur’un üzerine eğilip kolunu sertçe sıktı. “Çağıl ile aşağıda bekle!” Tırnaklarını Gurur’un koluna öyle bir geçirmişti ki Gurur ağlamaya başlamıştı. Kolunu çekmeye çalışıp, “Yenge bırak,” diye ağladıkça annem onu sindirmek için daha çok sıkıyordu.
Onlara doğru koşup annemi karnından itmeye çalıştım. “Anne bırak onu!” diye bağırdığımda Gurur’u bıraktı ama bana doğru döndüğü gibi elinin tersiyle attığı tokadı yanağımda patlamıştı. Yere düştüğümde yanağımda keskin bir acı, kulaklarımda acıyla karışık bir çınlama vardı.
Annemin tokadı canımı yakmıştı. Parmağındaki yüzüğün taşı yanağımı çizmişti ama hiçbiri elimde düşüp kırılan şurup şişesi kadar acıtmamıştı. Onu Defne’ye verecektim. Aşağıdaki mutfakta bulmuştum. Defne’nin çığlıklarını duyunca onun için bunu bulmuştum. Hastalanınca bakıcımız bize bu şuruplardan veriyordu. Kısa sürede iyileşiyorduk ablam da iyileşsin diye ona verecektim.
Kırılan şişeden zemine akan sarı sıvıya bakıyordum. Onunla Defne’yi iyileştirecektim. Ablam hâlâ bağırıyor, yardım çığlıkları atıyordu. Şurubu içince iyileşecekti artık canı yanmayacaktı. Annem yakamı kavrayıp beni ayağa kaldırdığında gözleri tiksinerek bana bakıyordu. “Sana ayağımın altında dolaşmamanı söylemiştim!” Kızgın sesi tükürürcesine çıkmıştı. Bana ne zaman baksa gözlerinde bu ifade oluşuyordu. Bir böceğe bakar gibi bakar gibiydi sanki benden midesi bulanıyordu.
Tişörtümün yakasını kavrayıp bana kızarken bir anda iniltiler çıkartarak ellerini yakamdan çekmek zorunda kalmıştı. Annem geri çekildiğinde bacağında akan kanı gördüm. Eteğinin açıkta bıraktığı bacağında küçük bir çizik vardı ve kanıyordu. Başımı çevirdiğimde Gurur’un elindeki cam parçasını gördüm. Kırılan şurup şişesinin yerdeki bir parçasını almış, beni annemden kurtarmak için onun bacağını kesmişti.
Gurur elimi tutarak beni yanına çekti. Gözleri büyük bir nefretle anneme bakıyordu. “Bir daha ona dokunma!” diye bağırdığında çocuk bedeninde çıkan ses ondan daha büyüktü.
“Dokunma, vurma artık bize!” Son sözleri sadece bu gece olanlar için değildi, annem ve babamın şiddeti çok öncesine dayanıyordu. Bunu sadece ben ve Gurur’a yaparlardı çünkü en çok bizim sesimiz çıkardı.
Gurur’un açtığı küçük çizik annemin canını çok yakmamıştı ama bunu kendisine yapılan bir saygısızlık olarak gördüğü için çıldırdı. “Seni nankör sığıntı!” Makyajla süslediği yüzü bile öfkesinin çirkinliğini gizleyemiyordu.
“Ekmek yediği eli ısıran it!” diye bağırıp Gurur’a vurmak için elini kaldırdı. Son anda Gurur’u arkama çekip annemin bileğini iki elimle yakalamıştım. Benden çok güçlü olduğu için onun bileğini iki elimle sıkıca tutuyordum. Bırakırsam Gurur’a vururdu.
Bileğini yakalayan küçük ellerime bakıp düşmanca sırıttı. “Bak sen şu küçük böceğe,” dediğinde gözlerinde yine o ifade oluştu. Midesini bulandırdığımı düşündüren o tiksinti ifadesi yine oradaydı. “Sen büyüdün de annene karşı mı geliyorsun?” diye alay etti.
“Hep çocuk kalmayacağım anne.” Sesimde bir çocuktan beklenmeyecek bir soğukluk vardı. “Ben büyüdükçe sen küçüleceksin. İşte o zaman senden ne gördüysem onu yapacağım sana!” Sözlerim onu dumura uğratırken kaskatı bir suratla bana bakıyordu.
Şaşkınlığından yararlanıp elini bıraktığım gibi Gurur’un elini tuttum. İkimiz koşarak Defne’nin odasına girdik. Bu sefer kapıdaki korumalar bile bize engel olamamıştı. Gurur ile birbirimizi hep hırpalardık hatta çoğunlukla onu döverdim ama annem ve babama karşı hep birlik olurduk. Gurur’un dövdüğü tek kişi Çağıl’dı. Ne zaman annem ve babama kızsa gidip Çağıl’ı döverdi, annem ve babam da onu.
Sebepsiz yere dayak yedikçe, yediği dayağın bir anlamı olsun diye gidip Çağıl’ı döverdi ve bunun üstüne tekrar dayak yerdi. Bu döngü hiç bozulmazı. Bu yüzden annem veya babam ne zaman Gurur’a vursa Çağıl hep bir yerlere saklanırdı. Gurur’un onun için geleceğini bilirdi.
Gurur bazense keyfi olarak Çağıl’ı döverdi. Çağıl ona amca demedikçe daha çok döverdi. Amcam olduğunu kabul etmek istemedikçe bende Gurur’u döverdim. Bir süre sonra hepimizin dengesi o kadar bozuldu ki ben Gurur’u hırpalar oldum, Gurur ise Çağıl’ı ve Çağıl’da henüz üç yaşında olan Levent’i. Artık ne zaman Gurur’dan dayak yese gidip Levent’i beşiğinden aşağıya atıyordu.
Gurur ile koşarak Defne’nin odasına girince görmeyi beklediğimiz şey hasta yatağında karnına tutarak ağlayan Defne’ydi. Ne zaman çok fazla şeker yese hep yaptığı gibi yine karnına tutarak ağlayan birini görmeyi bekliyorduk. Görmeyi beklediğimiz şeylerin bir kısmını görmüştük Defne bir yataktaydı. Ağlıyordu da hem de avaz avaz bağırarak ağlıyordu. Ancak karnına tutarak ağlamıyordu çünkü çarşafı sıkarak gözyaşı döküyordu.
Karnı da şişmişti hem de korkudan aklımı başımdan alacak kadar. Defne’nin bacaklarını dizlerinden bükmüşler ve dizlerinin üzerine beyaz bir çarşaf atmışlardı. Bir doktor arada kafasını çarşafın altına uzatıp bir şeyleri kontrol ediyordu. Doktorun ellerinde neden kan vardı?
Gurur ile koşarak Defne’nin yanına gittik. Terden sırılsıklam olan yüzüne bakıp, “Abla,” diye ona seslendim. Yatakta kendini yukarı doğru itip çığlık çığlığa haykırırken bizi ne görüyordu ne de duyuyordu. Nesi vardı?
Aylar sonra ilk kez onu gördüğüm için perişan hâline bakıp, “Abla,” diye ağlamaya başladım. O kadar zayıflamıştı ki yüzü çökmüş, gözlerindeki tüm o yaşam enerjisi çekilmişti.
Defne attığı çığlıkların içinde ağlayıp adını seslenmemi hiç duymadı ama elini tutunca başını çevirip bana baktı. Beni görünce hıçkıra hıçkıra ağlayıp, “Ka-Karun,” diye fısıldadı yardım istercesine. “Karun söyle anneme beni hastaneye götürsün,” diyerek bana yalvarmaya başladı. Canı o kadar çok yanıyordu ki birileri ona yardım etsin istiyordu.
“Ben istemedim, Karun yalan söylüyorlar ben istemedim.” Dişlerini sıkarken belini yukarı kaldırıp tekrar haykırdı. Elimi kıracakmış gibi sıkıyordu ve bunu yaptığının farkında değildi. “Çok yalvardım ama durmadı!” Sırtı tekrar yatakla buluştuğunda hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Kan çanağına dönen gözlerinde birbiri ardına yaşlar akarken dudakları titremişti. “Ben onu durduramadım.”
Neyden bahsettiğini bilmiyordum, öğrenecektim ama şu an için değil. Onu hastaneye götürsünler diye Gurur içeri giren anneme yalvarırken ben ağlayarak ablamın elini tutuyordum. Döktüğü her bir gözyaşında boğulup onunla ağlıyordum. Defne’nin çığlıkları hiç susmuyordu elimi daha çok sıkarak acısını dindirmeye çalışıyordu. Tırnakları elimin derisine geçmiş, canımı yakıyordu ama bir saniye bile elimi çekmeyi düşünmedim.
Bunu yapmak yerine yüzüne yapışan saçlarını çekiyor, çocuk gözlerinde akıttığı yaşları siliyordum. Sık sık anneme bakıp ağlayarak ablamı bir hastaneye götürmesini söylüyordum. Bu gece hiç yalvarmadığım kadar çok yalvarmıştım ve çok ağlamıştım. “Anne onu hastaneye götür!” diye bağırdıkça annem bana kulaklarını tıkadı. Ne kadar yalvarsam da hiçbiri annemin taş kalbini yumuşatamadı. Annemin vicdanı yoktu, varsa da bize yoktu.
Ben ve Gurur ne kadar yalvarsak da hep aynı şeyi söyledi. “Hastaneye gidersek bu kepazeliği herkes öğrenir!” Tek söylediği buydu. İnsanların ne düşündüğü Defne’nin hayatından daha önemliydi.
O odada yirmi dakika boyunca kalmıştım. Fakat içeride geçirdiğim yirmi dakikanın her saniyesi beynime kazınmıştı. Hayatımda hiç unutmayacağım bir sahnenin her detayı aklıma işlenmişti. Defne’nin gerilen suratı, her çığlıkta büyüyen gözleri, terle karışık döktüğü gözyaşları ilmek ilmek içime işlemişti. Doktorun, “Bu böyle olmayacak bir hastaneye gitmeli!” diyen sesi ve annemin itirazları beynimin en ücra köşelerine sızmıştı.
Hizmetçiler etrafta koşuşturuyor, Çağıl annemin bacağına yapışıp ağlayarak ablam için merhamet dileniyordu. Tüm bunlar hayatımın hep bir yerlerinde olacaktı. Bu odada olanlar Gurur, Çağıl ve benim asla unutamayacağımız şeylerin başında gelecekti. Burada olan her şey korkunçtu, üç çocuğun tanık olmaması gereken bir korkunçluktaydı. En acısı da yataktaki de bir çocuktu ve tüm bunları yaşayan sadece oydu. O daha on üç yaşındaydı sadece on üç.
Defne çektiği acının içinde bulduğu her boşlukta anneme yalvarıp ondan özür dileyen bir çocuktu. “An-anne benim suçum değildi,” diyerek gözyaşları içinde anneme yalvaran bir çocuktu. “Anne canım yanıyor, yardım et bana.”
Annem yardım etmedi.
Defne’nin çığlıkları ve yardım dilenen sesi hiç dinmedi.
Ama kimse ona yardım etmedi.
Bu odada yaşanan her şey bir katliamdı.
Bir süre sonra Defne’nin çığlıkları sustu ve onun yerini bir bebek sesi aldı. Doktorun sarıp sarmaladığı bebek ciyak ciyak ağlıyordu. Bu odada olanları anlamayan sadece üç kişi vardı, o da Gurur, Çağıl ve bendim. Doktorun ilgilendiği bebeğe bakıyor, daha sonra birbirimize bakıyorduk. Donup kalmıştık artık ne ağlıyor ne de tepki veriyorduk. Şaşkınca birbirimize bakıp bir cevap arıyorduk. Bu bebek de neyin nesiydi?
Çağıl ağlayıp duran ecüş bücüş bebeği gösterip, “Bu şey Defne’den mi çıktı?” diye sordu. Yürüyüp Defne’nin bacaklarının üzerindeki çarşafı tuttu. Çarşafı biraz kaldırıp başını eğdi. “Neresinden çıkardı onu?”
Çağıl kafasını çarşafın altına doğru eğmişti ki Gurur onun ensesine sertçe vurdu. “Bakma lan!” Çağıl’ın kafasını çekerek onu Defne’den uzaklaştırdı. Daha sonra gözlerini anneme dikip, “Yenge,” dedi hesap sorarcasına. “Defne ablanın içinde o bebeğin ne işi var? Sen mi koydun onu oraya?”
Artık ne bebekle ilgileniyordum ne de sorulan sorularla. Defne’nin elimi sıkan parmaklarının artık canımı yakmadığını fark edince ilgilendiğim tek şey Defne olmuştu. Ellerimize baktığımda elimin üzerinde iz bırakan tırnak izlerini gördüm. Defne’nin eli artık elimi tutmuyor, çarşafın üzerinde öylece duruyordu. “Abla,” diye fısıldadığımda gözleri kapalı öylece yatması beni endişelendiriyordu. “Defne!” diye bağırıp onu sarsmaya başladığımda hiç cevap alamadım. Ablam artık konuşmuyor, bağırıp yardım istemiyordu.
Annemin emriyle korumalar içeri girip biz çocukları yaka paça dışarı çıkarmaya başlamıştı. Onlara direnip, “Abla!” diye bağırdıkça beni daha çok dışarı çekiyorlardı. “Defne uyan!” Çıkardığımız hengamenin içinde doktorun anneme, “Çok kan kaybediyor, hastaneye gitmeli,” diyen sesini duymuştum. Doktor bile anneme göre daha vicdanlıydı.
Çok bağırdık, çok direndik ama bizi zorla odadan çıkartmışlardı. Bizi sürükleyerek aşağıya indirdiklerinde babam merdivenin en altında bekliyordu. Bizi babamın karşısına getirdiklerinde kolumu tutan adamdan kurtarıp, “Baba!” diye bağırdım onun karşısına dikilerek. “Ablam iyi değil!” Aklımı kaybetmiş gibi bağırıp ona vurmaya başladım. Küçük yumruklarımın onun üzerinde zerre kadar etkisi yoktu fakat onun beni sertçe yere itmesi benim için etkiliydi.
Çatık kaşlarının altında bana kızgınlıkla bakarken, “İyi değilse ne yapalım?” diye beni tersledi. Üzerime yürüyüp boğazımı sıkarak beni ayağa kaldırdığında gücünü üzerimde kullanmaktan çekinmiyordu.
Babam öfkesini çıkaracak bir kurban bulmuş gibi boğazımı sıkıp beni nefessiz bırakıyordu. “Ablan yaptığı ahlaksızlığın bedelini ödüyor!” Bana bağırdıkça ağzından çıkan tükürükler yüzüme sıçrıyor, bir gram nefes için daha çok çırpınmama neden oluyordu. Tek eliyle boğazımı sıkarken ona karşı koyamayacak kadar küçük ve zayıftım.
Ta ki Gurur yanımıza gelip babamın yüzüne tükürene kadar. Babamı aşağılayarak beni onun ellerinden kurtarmıştı. Beni kurtarmış ama kendisini hedef yapmıştı. Babam beni yere savurarak bıraktığında düştüğüm yerde boğazımı tutarak kendime gelmeye çalışıyordum. Defne için döktüğüm gözyaşları görüşümü bulanıklaştırdığı için puslu gözlerle Gurur’u gördüm.
Babamın karşısında dimdik dururken küçük yumruklarını sıkıyordu. “Babam sana yanlış bir isim koymuş abi!” Gücü yetse babamın suratını dağıtabilirdi ama o da benim gibi zayıf bir çocuktu. “Senden büyük şerefsiz yokken sen Şeref ismini hak etmiyorsun! Defne abla ölüyor!” dedi çıldırmış gibi. “Onu siz öldürüyorsunuz!”
Gurur’un ona kafa tutup bağırmasıyla babamın gözleri seğirdi. Yüzü öfkeden kıpkırmızı bir renge büründü, yanında duran ellerini sıkmaya başladı. Delici bakışları küçük kardeşinin üzerinde oyalanırken, “Sen daha şerefsizlik görmemişsin!” dedi ve Gurur’un koluna yapıştığı gibi onu dışarıya sürüklemeye başladı.
Bundan gerisi çok hızlı olmuştu. Babam Gurur’u bahçeye çıkartıp adamlarından benzin istemişti. Birkaç adam ben ve Çağıl’ı sıkıca tutup müdahale etmemizi engelliyordu. Babam eline benzin bidonunu alıp kapağını açınca Gurur’un yeşil gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir korku belirmişti. “Abi,” diye fısıldadı dehşet verici bir sesle. “Onunla ne yapacaksın?”
Babamın işaretiyle iki kişi Gurur’un kollarına yapışınca, “Baba dur!” diye bağırdım. Beni tutan adamlardan kurtulmaya çalışırken, “Yapma dur!” diye defalarca bağırdım ama durmadı. Gurur onun ayaklarına kapanıp af dilemedikçe durmayacağını biliyordum. Babamı durduracak tek şey onu yüceltip kendimizi küçültmekti. Bu hep böyle olmuştur.
Babam bidondaki benzini Gurur’un kafasından aşağıya dökmeye başladı. O döktükçe Gurur kollarını tutan adamlardan kurtulmaya çalışıp, “Abi yapma!” diye babama yalvarıyordu. Buna rağmen babam durmuyordu. Gurur çırpındıkça yüzü benzinle yıkanıyor, küçük bir kısmı da ağzına giriyordu.
Bidondaki benzinin bir kısmıyla Gurur’u yıkamıştı. Daha sonra geriye doğru biraz yürüyüp benzini yere dökmeye başladı. Babam bidondaki benzinle Gurur’un etrafında bir daire çizene kadar Gurur’u tutmaya devam ettiler. Daha sonra babam cebinden zippo çakmağını çıkartıp yakınca Gurur donup kalmıştı. Onu tutan adamlar kolunu bırakıp çemberin dışına çıktı ama Gurur çıkamadı. Öz abisinin elindeki çakmağa ıslak gözlerle bakarken çemberin dışına çıkmayı düşünemedi.
“Gurur halkanın dışına çık!” diye boğazımı yırtarcasına bağırıp öne atıldım ama beni tutan adamlar ona gitmeme izin vermiyordu. “Uzaklaş Gurur!”
Sesim onu kendine getirince kaçmak için tam bir adım atmıştı ki babam çakmağı yere attı. Gurur’un etrafındaki çember ateş alınca Gurur bağırarak geriye çekildi. Benzinle yıkandığı için ateşten çemberin üzerinde atlayamıyordu. Etrafına bakıyor, kaçacak bir yer arıyordu ama bulamıyordu. Her yanı ateşle çevrilmişti ve rüzgâr estikçe ona doğru dalgalanan ateşin alevinden ödü kopuyordu. Tüm o korku filmlerinden daha korkunç bir sahneydi bu. Gurur kapana kısılmıştı.
Yardım isteyen bakışları beni bulunca kaşları büküldü ve ağlamaklı bir sesle, “Karun,” dedi başka da hiçbir şey söylemedi. Sadece tek bir kelime söyledi o da benim adımdı. Benim adıma birçok şey yükleyen o Karun deyişi belki ah eder gibiydi, belki de yardım ister gibi.
Gurur’un bir Karun deyişi beni öylesine dağıtmıştı ki, “Baba durdur bu şeyi!” diye bağırıp dizlerimin üzerine kendimi yere bıraktım. Kollarımı tutan adamlar artık omuzlarımı tutuyordu. “Baba onun yerine ben yalvarıyorum.” Ağlayarak başımı eğdim, ellerimi yere bastırıp secdeye gider gibi babamın önünde eğildim.
“Onun bizden başka kimsesi yok çıkar onu.” Babamdan af dilenerek küçük kardeşine merhamet etmesini istedim. Gurur öksüzdü, onu koruyacak anne ve babası yoktu. Şimdi ise Gurur bir ateş çemberinin içindeydi.
Yalvarıp af dilemem bile babamın taş kalbini yumuşatmamıştı. Benimkine benzeyen mavi gözleri hırçın denizler gibi tüm hiddetiyle kıyılarımıza çarparken, “Bu hepinize ders olsun!” diye bağırıp yanındaki adamdan bir kibrit aldı.
Gurur’a doğru yürüyünce Gurur ürkek gözlerle babama bakıp başını iki yana salladı. Yeşil gözleri korkunun her rengine bürünürken, “Abi gelme,” dedi ağlayarak. Kibriti çakıp Gurur’un üzerine atacaktı. Onu cayır cayır yakacaktı. Bu onu o kadar çok korkuttu ki, “Gelme abi, gelme!” diye bağırıp yumruk yaptığı ellerini kafasına vurmaya başladı. “Abi gelme!”
Bir seferinde okulda öğretmenimiz bize bir şey anlatmıştı. Bir akrebi ateşten bir çemberin içine atarsanız iğnesini kendisine batırarak hayatına son verirmiş. Ateş gözünü öylesine korkuturmuş ki yanmamak için kendi zehriyle kendini öldürürmüş. Gurur’a bakınca gördüklerim tam olarak bunlardı. Belki kendini öldürememişti ama kafasının içinde bir şeyler ölmüştü.
Akıl sağlığıyla ilgili çok şey bu gece ölmüştü. Babam onu ateşle korkutarak deliliğin pençesine itmişti. Hep istediği gibi sonunda onu aklında kusurlu biri yapmıştı. Gurur çıldırmış gibiydi. Babamın elinde yanan kibrit çöpüne baktıkça boğazını kanatırcasına bağırıp daha sert kafasına vuruyordu. Kafasına öyle şiddetli vuruyordu ki sanki tam bu noktada hayatına son vermek istiyordu. Cayır, cayır yanmaktansa kendi yumruklarıyla ölmeyi ister gibiydi.
Gurur bu gece ateşten korktu, hem de çok korktu. Deli Gurur lakabıyla tanışacağı gecenin bu olduğunu bilmeden çok korktu. Bu geceden sonra ateş gördükçe korkup kriz geçireceğini bilmeden korktu. Ateş onu korkuttu ama en çok babam onu korkuttu. Kimsesiz bir çocuk bu gece abisinin en korkunç yüzüyle tanışmıştı.
Gurur’un çırpınışları endişe vericiydi. Ona yardım edemedim çünkü iki adam omuzlarımı sıkıca tutuyordu. Fakat yardım hiç beklemediğimiz bir yerden gelmişti. Çağıl bize göre daha sessiz bir çocuk olduğu için hiçbir zaman onlar için bir tehdit olmamıştı. Bu yüzden onu sadece bir kişi tutuyordu. Çağıl onu tutan adamın elini ısırarak öne atıldı. Kimse onu yakalamadan Gurur’a doğru koşmuştu. Yedi yaşında olmasına rağmen hiç korkmadan ateş çemberinin içine atlamıştı.
Hâlâ bağırıp kafasına vuran Gurur’u arkasına çekip, “Sen kötüsün!” diye bağırdı babama. Çağıl ilk kez babama sesini yükseltip karşı çıkıyordu. “Kötüsün baba, çok kötüsün!” diye bağıran Çağıl, Gurur için onunla yanmayı göze almıştı.
“Çağıl!” Annem en sevdiği oğlunu ateş çemberinin içinde görünce koşarak dışarı çıktı. Ağlamış gibi gözleri kıpkırmızıydı. Korumalara bakıp, “Söndürün şunu!” diye bağırıp babamı sertçe göğsünden arkaya doğru itti. “Defne öldü, Çağıl’da mı ölsün istiyorsun? Kızım öldü!” Korumalar bahçedeki su hortumunu getirip ateşi söndürmeye başladılar. Lakin ben artık ateşle ilgilenmiyordum. Ablam öldü mü?
Defne artık yok mu?
İnsanların kilitlenip kaldığı bir donma anı olduğunu tam bu noktada fark ediyordum. Donup kalmıştım artık çırpınarak korumalara zorluk çıkarmıyordum. Diz çöktüğüm yerde hareketsiz bir şekilde duruyordum, hem de hiç kıpırdamadan. Sanki benimle birlikte her şey donmuştu oysaki cansız gözlerim her şeyin hareket ettiğini görüyordu.
Ateşi söndürdüklerini, Çağıl’ın yalvararak Gurur’u durdurmaya çalıştığını görüyordum. Gurur hâlâ kafasına vurup anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu. Bunu da görüyor ve duyuyordum. Tıpkı kendisine daha fazla zarar vermesin diye Çağıl’ın onun yumruklarını tutmaya çalıştığını gördüğüm gibi. Görüyordum, duyuyordum ama tepki veremiyordum çünkü ablamın öldüğünü idrak edemiyordum.
Annemin döktüğü gözyaşlarını gördüm. Ağlayarak babamı suçluyordu ama aslında kendisine bir suçlu seçerek vicdanını rahatlamaya çalışıyordu. Eğer gerçekten iyi bir anne olsaydı kızı için bir şeyler yapardı onu ölüme terk etmezdi. Yukarıda Defne’nin yardım çığlıklarına kulaklarını tıkamak yerine küçük kızını kucaklayıp bir hastaneye götürürdü. Babama rağmen bunu yapardı. İyi bir anne olsaydı kızının acı çekmesini izlemek yerine babam şöyle dursun, tüm dünyayı karşısına alırdı.
Benim annem bunu yapmamıştı çünkü babam ona yapmamasını söylemişti. Babamın emirlerine karşı gelip ondan ayrılmayı göze alamamıştı. Sahip olduğu zenginlik ve Kalender soyadından vazgeçemezdi ama Defne’den vazgeçmişti. Onu kurtarmak yerine bu olay duyulursa elalem ne der deyip kızının hayatını tehlikeye atmıştı. Elalemin diyeceği birkaç laf Defne’nin kaderini belirlemişti. Artık o çok önem verdikleri elalem bizim hakkımızda konuşamazdı çünkü Defne yoktu. Ölmüştü. Sorun ortadan kalkmıştı.
Kilitlenip kaldığım yerde hepsini cansız gözlerle izlemiştim. Sanki vücudum şoka girmişti ve ağlayıp yas tutmayı sonraya ertelemişti. İçeriden babamın sağ kolu Numan çıktı. Kucağında beyaz çarşafa sarılı o bebeği tutuyordu. Defne’nin canını yakan, kanatan ve öldüren o bebeği tutarak babamın karşısında durdu. Sanki babam ondan bebeği istemiş gibi onu babama getirmişti.
Babam bir kez olsun bebeğe bakmadan, “Ne yapacağını biliyorsun,” dedi soğuk ve otoriter bir sesle. “Kurtul ondan.”
Babam bebek için gereken infaz emrini vermişti. Annem itiraz etmedi çünkü o hâlâ Defne için timsah gözyaşları akıtıp vicdanını rahatlatmaya çalışıyordu. Ben ve Çağıl’da itiraz etmedik. O bebek yüzünden ablamız ölmüştü. Gurur desen kafasına vurmaktan bitkin düşmüş, başını eğdiği yerde saçma sapan mırıltılar çıkartıyordu. Yeşil gözleri boş bir şekilde bakıyor, bir ruh gibi hiç yaşam belirtisi göstermiyordu. Gurur’da hareket eden tek şey garip mırıltılar çıkartan dudaklarıydı.
Fakat Numan abi aldığı infaz emriyle arabaya doğru yürürken kucağındaki bebek ağlamaya başlamıştı. Numan abi tam da Gurur’un yanından geçerken bebek ağlamıştı. O ana kadar ölü gibi duran Gurur başını kaldırdı. Bir yaşam belirtisi gösterip, “Dur,” diye fısıldadı. Bebeğin ağlayışı az da olsun onu kendine getirmişti.
Numan abi durup Gurur’a doğru dönünce Gurur sarsak adımlarla onun yanına gitti. Kolunu kaldırıp akan burnunu koluna silerek Numan abinin karşısında durdu. Başını kaldırıp ağlamaktan bitkin düşmüş gözlerle karşısındaki iri adama bakıyordu. “Ab-abi bu bebek Defne ablanın nesi oluyor?” diye sorduğunda ağlamaktan sesi titriyordu. “Onun içinden çıktı.”
Numan abi onun perişan hâline bakıp, “Gurur Bey’im-” demişti ki Gurur, “Abi nesi oluyor?” diye sorusunu tekrarladı.
“Kızı,” dedi. “Defne Hanım’ın kızı.”
Gurur, “Kızı,” diye mırıldanarak başını salladı. “Defne abla öldü.” Son kısmı söylerken titreşen gözlerinden süzülen yaşları gördüm. “Bu yüzden mi ağlıyor, annesi öldüğü için mi? Yoksa karnı mı aç ya da üşüyor mu?”
“Ne önemi var!” diyen babam onu tersledi. “Daha fazla oyalanma, Numan!”
Gurur babama hak verircesine yavaşça başını salladı. “Haklısın bir önemi yok.” Az önce yaşadıkları yüzünden ürkek gözlerle babama bakıyordu. Artık babamdan ve yapacaklarından korkuyordu.
Gurur derin bir nefes alarak gözlerini Numan’a dikti. Gözlerinden birkaç damla yaş akarken, “Numan abi,” diye fısıldadığında sesi yalvarır gibi çıkmıştı. Yeşil gözleri sık sık bebeğin üzerinde oyalanıyordu.
Biz anlamadık Gurur’un ne istediğini çünkü sesli bir şekilde hiçbir şey söylememişti. Fakat bakışlarıyla ne anlattıysa Numan abi yutkunarak, “Gurur Bey’im,” diyerek iç çekti. Numan vicdan sahibi biriydi, kimsesiz olduğu için Gurur’a dayanamazdı. Hiçbir şey söylemeden arabaya yürüdü ama aslında ikisi de bakışlarıyla konuşmuşlardı. Sadece şu an için biz bunu bilmiyorduk.
Gurur, babamın canını yirmi yıl boyunca sıkacak bir şeyin temellerini bu gece atmıştı. Kurtaracağı o bebek babama atacağı en büyük kazık olacaktı. Şu an için hiçbirimiz bunu bilmiyorduk.
Hâlâ düştüğüm yerde hareketsizce duruyordum. Olanları izliyor, sessizliğimi koruyordum. Beni kendime getiren, yaşadığım donma etkisinden çıkartan babamın, “Defne için bir ölüm senaryosu düşünmeliyiz,” diyen sesiydi. “Kimse doğum yaparken öldüğünü bilmemeli.”
Babamın endişeli yüzüne bakınca orada kızı için üzülen bir babanın acısını göremedim. Endişelendiği başka şeyler vardı. Önceliği Defne değildi, insanlardan gerçeği saklayarak Defne’nin cesedinden nasıl kurtulacağıydı. Babam Defne için bir ölüm senaryosu düşünüyordu. Ablam ölmüştü ama babam onu farklı şekilde ölü gösterecekti.
Yarına ablam belki bir kazada ölecekti. Belki bir saldırıda belki de bir patlamada. Nasıl öldüğü değişecekti ama değişmeyen tek şey ölü olacağıydı. Babam onun için ne senaryo yazarsa yazsın tüm senaryoların sonunda Defne hep ölü olacaktı. Bir ölüm donukluğuyla ayağa kalktım. Önümde duran adamın belindeki silahı gözüme ilişmişti. O ana kadar çok sakindim fakat silahı görünce üzerimdeki ölü toprağını atmıştım.
Babamın ablama yaptığı gibi bende ona bir ölüm senaryosu yazmayı düşündüm. İstediğim tek şey ablama duyduğum bu acıyı ona da yaşatmaktı. Başını ve sonunu düşünmeden ona hak ettiği dersi vermek istiyordum. Bu yüzden hızlı bir hareketle önümdeki adamın silahını çekip aldım. Hemen bana doğru dönüp, “Karun Bey,” diye telaşlanarak silahı benden almaya çalıştı. Fakat daha o bunu yapmadan silahın emniyetini açarak babama ateş ettim.
Babamı çok fazla silah kullanırken gördüğüm için ateş etmeden önce emniyetini açmam gerektiğini biliyordum. Ateş ettiğim an annem bir çığlık koparırken babam kanayan koluna bakıyordu. İkinci kez ateş etmeme izin vermeden silahı elimden almışlardı. Henüz on yaşındaydım, yani ilk kez elime bir silah aldığım için hedef almasını bilmiyordum. Buna rağmen attığım ilk kurşun babama isabet etmişti.
Babam koluna bakmayı bırakıp bana baktığında göz göze geldik. İkimizin mavileri çarpıştığında gözlerini kaçıran ben olmadım. Babam kendi oğlunun kin dolu düşmanca gözlerine bakıyordu. Kendi düşmanını yarattığını tam bu noktada anlıyordu. Önce buz gibi soğuk ama sakin bir sesle, “Götürün,” dedi fakat daha sonra gözlerimde gördüğü bir şeyler onu rahatsız etmiş gibi, “Götürün şunu!” diye bağırdı ağzından tükürükler saçarak.
Sinirden yüzü şişmişti ve kaşlarını çatmıştı. “Madem ablan için babana kurşun sıkıyorsun o zaman seni ablana doyuracağım! Bol bol onunla vakit geçirmeni sağlayacağım!” diye gürlediğinde ne demek istediğini anlamadım ama öğrenmek üzereydim.
Sadece beş dakika sonra kendimi soğuk hava deposunda bulmuştum. Yabancısı olduğum bu evin zemin katında böyle bir yer olduğunu bilmiyordum. Babam kolumu tutup beni içeri attığında dışarı çıkmak için ona yalvarmamı beklediyse bile bunu yapmadım. Düştüğüm yerde ayağa kalkıp kendiliğinden yanan ışıkların altında dik dik ona bakmaya başladım. Bugün için ona zaten birçok kez yalvarmıştım ama bunu bir daha asla yapmayacağım.
Bir daha ne onun ne de bir başkasının karşısında eğilip bükülmeyeceğim. Bu gece annem ve babamdan öğrendiğim en önemli şey nasıl acımasız olunduğuydu. Babam ile birbirimizi bakarken aslında hissediyordu. Gözlerime baktıkça saltanatı için bir tehdit olduğumu içten içe hissediyordu. Gurur’a yaptığı gibi benim de direncimi bu gece kırıp, akıl sağlığımın sınırlarını yıkmaya kararlıydı.
Şeref Kalender kendi abi ve babasını ortadan kaldıran bir canavardı. Oğlu olmam bir şeyi değiştirmezdi, yerine göz koyan herkesi ortadan kaldırabilirdi. Bu yüzden adamları onun emriyle Defne’yi buraya getirdiler. Ablamın cansız bedenini tam ayaklarımın önüne koymuşlardı. Ölüsüne bile saygı göstermiyorlardı.
Babam yerde hareketsizce duran ablamı gösterip dişlerini sıktı. “İşte çok istediğin o ablan,” dediğinde benden bir şeylerin intikamını alır gibiydi. Belki de durmaksızın kanayan kolunun intikamını alıyordu.
“Hayatının geri kalanını onunla geçirebilirsin. Endişen olmasın cesedi senin için diri tutacağım!” Bunları söyledikten sonra kapının sağ tarafındaki panele dokunarak kapattı. Şimdi içeride sadece Defne ile ikimiz vardık.
Babam gidene kadar dimdik ayakta durmayı başarmıştım fakat kapı kapanınca hemen yere diz çöktüm. “Abla,” diye fısıldadım sanki bana cevap verecekmiş gibi.
Yukarı toplanan beyaz geceliğinin eteğini tuttum. Aşağıya çekerek üzerini örttüm çünkü kanlı bacaklarını görmek beni daha çok ağlatıyordu. Evet, ağlıyordum çünkü ablam artık yaşamıyordu. Beni duymuyor, bana sarılıp beni yatıştırmıyordu. Benim ablam ölmüştü.
Bir anda motor sesini andıran uğultulu bir ses duyunca başımı kaldırıp etrafıma baktım. Burada bizden başka kimse yoktu, olmasını isterdim ama yoktu. Tavanda sarkan büyük kancalar ve boş raflar dışında hiçbir şey yoktu. Tüm bunların amacı neydi? Aslında umurumda da değildi. Defne’nin kısık iniltisini duymak etrafıma attığım korku dolu bakışlara son vermişti.
Hemen önüme dönüp ona baktığımda hiç kıpırdamıyordu hatta yüzündeki mimikleri bile oynamıyordu. Az önce bir inilti duyduğuma emindim ama o ses Defne’den gelmiş olamazdı. Defne yaşamıyordu ki. Sanki yanında hareketsizce duran elinin bir parmağı belli belirsiz kıpırdamıştı. Hemen ıslak gözlerimi silip eline tekrar baktım, baktım ve baktım ama hiç hareket yoktu. Belki de ıslak gözlerim beni yanıltmıştı.
Bir yanım hayal gördüğüme beni ikna etmeye çalışırken, umut etmekten vazgeçmeyen yanım emin olmak istiyordu. Bu yüzden başımı eğip onun göğsüne yasladım. Geceliğinin yakasındaki püsküllü ipler burnumu kaşındırdığı için soluğumu tutmuştum. Kendi nefes seslerime son vererek ablamın nefes seslerini duymayı umut ettim. İhtiyacım olan tek şey küçük bir hayat belirtisiydi.
Nefes dâhi almadan kulağımı Defne’nin göğsüne yaslayıp bekledim. Duyduğum kalp atışlarıyla, “Defne,” diyen sesim ne çok mutluluğa gebeydi. Kalbi atıyordu!
Hızlıca başımı kaldırıp ablamın yüzünü avuçlarımın içine aldım. “Defne dayan, sana yardım getireceğim,” diyen sesim titriyordu. Yaşıyordu, direniyordu ve kurtarılmayı bekliyordu. Cılız da olsa kalbi hâlâ atıyordu.
Ayağa kalkıp kapıya koştum. “Kapıyı açın!” Bağırarak kapıya vuruyordum. “Ablam yaşıyor açın kapıyı!” Defne hâlâ yaşıyordu.
“Baba!” Yumruklarımı kapıya geçirirken canımın yanmasını umursamıyordum. “Baba n’olur kapıyı aç ablam yaşıyor! Baba ona yardım et, kurtar onu!” Buraya gelip kapıyı açmalıydı. İsterse beni buradan hiç çıkarmasın ama onu bir hastaneye götürmeliydi. Çok kan kaybetmişti Defne fazla dayanmazdı. Hemen müdahale edilmeliydi.
Çok bağırdım ama babamdan en küçük bir yanıt alamayınca, “Baba bir daha sana hiç karşı çıkmam!” diye ağlamaya başladım. “Ona yardım et bir daha seni kızdırmam.” Durmaksızın kapıya vururken, “Ablam ölmesin!” diye hıçkırdım. Onun kurtulma şansı vardı.
“Anne kızın yaşıyor!” Durmaksızın bağırıp kapıya vuruyor ve sesimi dışarıdakilere duyurmaya çalışıyordum. Ancak kimse gelmiyordu, kimse Defne için gelmiyordu. “Anne o ölmedi yardım et!” Üst katta oldukları için mi gelmiyorlardı yoksa özellikle mi görmezden geliyorlardı?
O kadar çok bağırıp yardım istedim ki artık bağırmaktan sesim kısılmıştı ve kapıya vuran ellerimde güç kalmamıştı. Buna rağmen kendimi zorlayıp birilerine sesimi duyurmaya çalışıyordum. Herkesin çoktan eve döndüğünü, beni Defne’yle burada tek başına bıraktığını bilmeden yardım istiyordum. Burada bizden başka kimsenin kalmadığını bilmeden ne çok bağırıp ellerimi acıtarak kapıya vuruyordum. Oysaki terk edilmiştik, soğuk hava deposunun içine hapsedilerek terk edilmiştik. Henüz bunu bile bilmiyordum.
“Ka-Karun.” Defne’nin cılız sesini duyunca kapıya vurmayı bırakıp onun yanına koştum.
Yanına diz çöktüğümde gözleri kapalıydı, dudakları da kurumuştu. Sayıklamayı andıran sesler çıkartırken titreyerek, “Üşüyorum,” diye fısıldadı. “Ya-yardım et kardeşim çok üşüyorum.”
“Abla kimse gelmiyor.” Gözlerimden durmaksızın yaşlar akarken başımı iki yana salladım. “Ne yapacağımı bilmiyorum kimse duymuyor beni.” Bizi tek başımıza bırakmışlardı.
Defne için belki de en zoruydu gözlerini aralamak. Güçlükle hareket eden kirpikleri titreştiğinde kısık gözlerle bana baktı. “Üşüyorum,” dedi kısık bir sesle. Ondan duyana kadar burasının soğumaya başladığını anlamamıştım. Artık duyduğum o uğultulu motor sesinin nereden geldiğini biliyordum. Babam dondurucuyu çalıştırarak gitmişti. Birkaç saat sonra buradaki tüm ısı kaybolacaktı.
Onu ısıtacak bir şeyler bulmak için aceleyle etrafıma baktım. Hiçbir şey yoktu, hem de hiçbir şey. Tavandan sarkan kancalar et içindi, elbise askısı değildi. Boş raflar donmuş gıdalar içindi, ablamı ısıtacak battaniyeler için değil. Burası bir işletme veya restoran değildi ama evin zemininde devasa bir dondurucu vardı. Böyle bir yeri babam ne için kullanıyordu? Evin altında olan bu yerin amacı neydi?
Hiçbir şey bulamadım burada Defne’yi ısıtacak bir şeyler yoktu. Aralığın ilk günündeydik, yani kış mevsimindeyiz. Üzerimde bir kazak ve pantolon dışında hiçbir şey yoktu. Ceketim arabada kalmıştı. Defne üşüyordu, hastaydı ve kan kaybediyordu. Önceliğim onu sıcak tutmaktı. Siyah kazağımın eteklerini tutup yukarı çekerek kafamdan çıkardım. Beyaz bir atletle kalınca bende üşümeye başladım ama bana ne olacağıyla ilgilenmiyordum.
“Kurtulacağız buradan.” Onu buna inandırmaya çalışarak üzerine eğildim. “Dayan Defne’m n’olur dayan.”
Kazağımı yavaşça başından geçirip buz gibi olan elini tuttum. İçerideki soğuk havadan mı yoksa çok kan kaybettiği için mi, bilemem ama vücut ısısı çok hızlı düşüyordu. Elleri çok soğuktu. Ağlamamaya çalışarak avuçlarımın içindeki elini öptüm sonra da kazağı ona giydirmeye çalıştım. Ablam ölmesin. Çocukların duası kabul olur derler, Allah’ım n’olur ablam ölmesin.
Kazağım ona biraz küçük gelmişti ama sıcak tutsun diye giydirdim. Kazağın eteklerini belinden aşağıya çektikten sonra sarı saçlarını yakasından dışarı çıkardım. Saçlarının her bir teline dokunmuş, eğilip onu saçlarından öpmüştüm. İçten içe biliyordum bunun son olduğunu ve bir daha hayatımda olmayacağını. Ne acıdır ki vedalaşmaya hazır değildim.
Gözlerinin kapandığını görünce, “Defne,” diye fısıldadım. “Defne beni bırakma,” dediğimde sadece gözlerim değil, titreyen sesim, üşüyen çocuk bedenim ve çaresizlik içinde kıvranan ruhum bile ağlıyordu. “Defne beni bırakma,” dedikçe her uzvum, her hücrem ağlıyordu. Defne beni bırakmasın.
Tekrar eğildim ve bir kez daha başımı onun sol göğsüne yaslayıp kalbini dinledim. Kesik kesik ağladığım için kalbini duyamıyordum. Elimi kaldırıp dudaklarıma bastırarak ağlayan sesimi dindirdim. Nefesimi tutup hıçkırıklarımı içime hapsederek beklemeye başladım. Kalbinden çıkan o belli belirsiz hareketi duyunca rahat bir nefes almıştım. Defne’nin kalp atışlarını duyamayacağım diye ödüm kopuyordu.
Başımı kaldırıp ayaklarına doğru emekledim. Önce spor ayakkabılarımı sonra da ayağımdaki çorapları çıkardım. Ev gibi değildi ki burası çok soğuktu. Ablam üşüyordu. Çoraplarımı da ona giydirerek ayaklarını sıcak tutmaya çalıştım. Her şeyimi ona vermiştim artık ısınıp iyileşirdi, değil mi? İşe yaraması gerekiyordu, yaramalıydı.
Tekrar ona doğru emekleyip kafasını yavaşça tuttum. Başını dizlerimin üzerine koyduğum esnada baygın bakan gözlerini aralamıştı. Güçlükle araladığı kirpiklerinin arasından beni izliyordu. Acı çeken gözlerle bakarken istese de konuşacak gücü kendinden bulamıyordu. “Buradan çıkacağız,” dediğimde hangimizi buna inandırmaya çalıştığımı bilmiyordum. “Ben büyüyene kadar annem ve babama biraz daha katlanacağız.”
Yüzündeki tüm kan çekilmiş gibi suratı bembeyazdı. Dudakları ise morarmaya başlamıştı. “Sonra?” diye fısıldadı.
Küçük ellerim saçlarını okşarken, “Seni buralardan çok uzağa götüreceğim,” dedim yemin eder gibi. “Bize cehennem olan bu şehirden gideceğiz. Neresi olduğu fark etmez ama bir daha Ordu’ya dönmeyeceğiz.”
Defne’nin gözlerinden bir damla yaş süzülürken burukça gülümsedi. “İstanbul’a götür beni,” diye mırıldanmıştı. “İstanbul çok büyük bir şehir annem ve babam bi-bizi orada bulamaz.”
Dudaklarından süzülen kanı görünce hıçkırarak hemen başımı salladım. “İstanbul’a gideceğiz, Defne.” Bunun olmasını her şeyden çok istemeye başlamıştım. “Sana söz veriyorum bir gün ikimiz İstanbul’a gideceğiz.” Gidecektik de ama birimiz bir tabutun içinde.
Defne’nin titremeleri artarken kollarımın arasında çırpınmaya başlamıştı. “Bü-büyük bir evimiz olsun,” diye cılız bir sesle konuştu. “Gurur, Çağıl, Levent ve ikimizin içinde oynayacağı kocaman bir ev.” O hâlâ bizimle oyun oynamayı düşünen bir çocuktu. Defne canımdan can alırken acı çeken yeşillerini bana dikip burukça gülümsedi. “Bahçesi çok büyük olsun, Karun.” Her öksürükle dudaklarından biraz daha kan dökülürken kendini zorlayarak gözlerini açık tutmaya çalıştı. “İçinde birçok defne ağacı olsun.” Gözlerimdeki yaşlarla başımı salladım. “Söz veriyorum öyle olacak.”
Defne susunca gözleri tekrar kapanmasın diye onu konuşturmaya çalıştım. “Devam et,” diye ona yalvardım. “Bana ne düşündüğünü söyle?”
“Korku,” diye fısıldadı acı çeken bir sesle.
“Zayıflık,” dedim kendimi kastederek.
“Ölüm,” dedi.
“Zulüm,” dedim ağlayarak.
“Bebek,” dedi.
“Kız,” dedim.
“Melek,” dedi gözlerimin içine son bir kez bakarak. “Sa-sana emanet...”
Hemen sonrasında dudaklarında bir inilti döküldü ve titremeleri arttı. Göğüs kafesi son bir iç çekişle havalandığında Defne kucağıma yığılmıştı. Gözleri kapandığında başı sol omzuna düşmüştü. “Defne!” Başını göğsüme bastırıp kollarımı sımsıkı ona doladım. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, “Defne beni bırakma, bırakma abla!” diye bağırıp ona yalvarmaya başladım. Ablam ölmüştü, Defne artık yoktu.
Ablam gitti.
Son nefesinde kızının adını koyup onu bana emanet ederek gitmişti.
Sanki onu benden alan bir bebeği sevmem mümkünmüş gibi onu bana emanet etmişti. Bu geceyi bana unutturacak hiçbir güç olamazdı. Defne’nin yukarıdaki çığlıklarını, acı dolu yakarışlarını, buradaki titremelerini ve kollarımda can vermesini kimse bana unutturamazdı. Tüm bunları o bebek yüzünden yaşamıştı. O olmasaydı Defne yaşıyor olacaktı. Kızı ablama en büyük acıları yaşatmıştı.
Bir süre sonra ağlamaktan vücudumda hâl kalmayınca Defne’nin başını yere koyup yanına uzanmıştım. Başımı sol göğsüne yaslayıp kollarımı ona doladım. O kadar çok ağlıyordum ki kendimi susturup onun kalbini dinleyemiyordum. Belki kalbi atıyordur, belki de hâlâ yaşıyordur diye ümit etmeyi hiç bırakmamıştım. İki gün boyunca soğuk bir deponun içinde uzandığım yerden hiç kalkmamıştım.
Aç susuz bir hâlde hep böyle kalmıştım. Defne’ye sarılmayı, onun kalbini dinlemeyi hiç bırakmamıştım. Hiçbir kalp atışı duymadım ama yine de başımı onun sol göğsünden çekmemiştim. Belkiler sığındığım tek şey olmuştu. Belki kalbi atardı, belki Defne bana geri dönerdi.
Bazen ağladım, bazen onunla konuştum, bazen de onun göğsünde sızıp uykuya daldım fakat bir kez olsun başımı onun göğsünden ayırmamıştım. Vücudum uyuşmuştu, üşümekten donma noktasına gelmiştim ama buna rağmen onu bırakmamıştım. Belki de beni hayatta tutan umuttu, Defne’nin kalp atışlarını duyma umudu.
Burada geçirdiğim iki günde o kadar çok üşümüştüm ki soğuğu iliklerime kadar hissetmiştim. Vücudumu ele geçiren soğukluk kalbime sızıp buzdan tohumlarını ekmişti. O tohumlar artık hep orada kalacak, ben büyüdükçe benimle büyüyüp filizlenecekti. Bir daha asla ısınmayacaktım çünkü kalbim hep üşüyecek, hep soğuk ve hissiz olacaktı. Bu iki günde vücudum çok fazla artçı sarsıntılarla titremiş, dişlerim birbirine çarpıp zangırdamıştı.
Soğuğu damarlarıma kadar hissetmiştim ama ölmedim çünkü babam buna izin vermemişti. Bunun için buraya bir adam göndermişti. Belli saatlerde deponun motorlarını ya çalıştırıyordu ya da kapatıyordu. Hangi saatlerde bunu yaptığını kestiremiyordum ama her birkaç saatte motor sesleri ya kesiliyordu ya da tekrar çalışıyordu. Çalıştıklarında tüm motorlar soğuk hava yayıp içerisini buz gibi bir yere çeviriyordu. Daha sonra dışarıdaki adam motorların hepsini belli bir saatliğine durduruyordu.
İçerideki soğuk havanın kırılması hemen hemen birkaç saati buluyordu ve tekrar motorlar çalışıyordu. Yani babam ne donarak ölmeme izin vermişti ne de ısıyı hissetmeme. Devasa bir buzdolabını andıran bu yerde soğuk havayı belli bir derecede tutarak üşümeme sebep olmuştu. Defne’nin cesediyle beni böyle bir yere hapsedip vücudumdaki tüm sıcaklığı katletmişti.
Babam birine işkence ederken ona nasıl acı çektireceğini çok iyi biliyordu. İki günümü burada aç susuz bir hâlde bir cesede sarılarak geçirmiştim Defne soğuktu, bende artık soğuktum. Ben ablamın dirisine değil, ölüsüne sarılarak iki gün geçirmiştim. Ve tüm bunlar olurken sadece on yaşındaydım. Melek’e bakınca gördüğüm şeyler tam olarak bunlardı.
Onu kabul etmediğim için bir kalpsiz olduğumu düşünebilirdi ama bana bunları hatırlatırken ona yakın olmak da kolay değildi.
***
Şimdiki zaman
O geceye ait her şeyi anlattığımda Saka’ya bakıp, “Defne böyle öldü,” dedim içli bir sesle. “Soğuk hava deposunda.” Kurtarılabilirdi ama ölüme terk edilmişti.
Ben tüm hikâyeyi anlatana kadar Bige’nin kaç sigara yaktığını sayamadım ama oldukça fazlaydı. Başını yukarı kaldırıp derin derin nefesler alarak bir süre bekledi. Sanki gözlerine akın eden yaşları orada tutmaya çalışıyordu. Daha fazla soru sormamıştı çünkü sözün bittiği yerdeydik.
Sessizliğe bürünüp birbirimize izlerken benim bakışlarım yorgundu onunkiler ise hâlâ umut var der gibi. Sustuk ve çalan şarkı eşliğinde birbirimizi seyre daldık. Sanki söylenecek her şeyi bu gece için tüketmiş gibiydik. Daha fazla ne ben konuştum ne de o. Bige rakı bardağını kaldırıp bana doğru uzattı. “İçelim,” dediğinde artık o da içmek istiyordu.
Bardağı baş ve ortaparmağımla tutarken uzanıp onun bardağına hafifçe vurdum. “İçelim.” Karımla sabaha kadar içebilirdim.
Rakıdan birkaç yudum almıştım ki masanın üzerinde duran telefonumun ışığı yandı. Kenan arıyordu. Bu saatte araması hayra alamet değildi. Telefonu açıp kulağıma yasladığımda Kenan’ın söyledikleriyle kaskatı kesilmiştim. “Şeref Kalender İstanbul’a gelmiş.” Rakı bardağını sıkarken gözlerim doğrudan Bige’yi bulmuştu. Babam Melek’i benden almak için gelmişti ve bunun için her yolu deneyecekti.
Beni karımın hayatıyla tehdit etmesi de buna dahildi.
Yorumlar