“Sonunda haklı çıkman başında bana çektirdiğin acıyı unutturmuyor. Yapma dur artık bunun bir geri dönüşü yok.”
Dün geceden beri kendime gelemiyordum. Karun’un sarhoşken anlattıkları kendime gelmeme engel oluyordu. Hep babamı acımasız biri olmakla suçlardım fakat anladım ki benim babam aslında acımasız biri değildi. Sertti, otoriterdi lakin acımasız değildi. Her şeyden önce babam bizi severdi, belki katı kuralları vardı ama severdi. Babamın Cezaları hiçbir zaman fiziksel şiddet boyutuna ulaşmamıştı. Karun’un anne ve babasının küçücük çocuklara yaptıklarını öğrendikten sonra babamın aslında düşündüğüm kadar acımasız olmadığını fark etmiştim.
Karun kafasının içindekilere katliam dediğinde abarttığını düşünmüştüm ama onu dinleyince az bile söylediğini anlamıştım. Karun’un çocukluğu vahşetti, yıkımdı, kıyımdı ve zulümdü. Aynı anda birçok şeydi fakat tek bir şey değildi. Öyle bir anne ve babayla büyümek zorunda kalsaydım çoktan ya intihar etmiştim ya da tımarhanelik olmuştum. Onca işkenceden sonra Karun gibi dimdik ayakta olur muydum, bilmiyordum. O düşündüğümden daha güçlüydü.
Bu sabah çok erken kalkmıştım, aslında doğru düzgün hiç uyumamıştım. Dün gece duyduklarımdan sonra uyku tutmamıştı. Karun’un geçmişini öğrenmek için sarhoş olmasından faydalanmıştım. Hiçbir yönden yaptığım doğru değildi ama kafasının içinde nasıl bir dünya olduğunu merak etmiştim. Kafasının içinde bir dünya yoktu, o dünya on yaşında yıkılmıştı.
Karun için de 13 sayısının kötü bir anısı vardı çünkü ablası on üç yaşında ölmüştü. O bu sayıyı unutmaya çalışıyordu, bense canımı yakan bir sayıyı hayatımın her alanına yaymıştım. Karun’un artık neden başını göğsüme yaslayıp uyuduğunu daha iyi anlıyordum. Defne gibi benim de kalp atışlarımı duyamayacak diye ödü kopuyordu.
Uyandığımda yatakta yoktu belki de işe gitmiştir. Aşağıya indiğimde karnım açlıktan zil çalıyordu. Holde yürürken hizmetçi kızlardan birini görünce, “Bana yiyecek bir şeyler hazırlar mısın?” dedim. “Bu arada büyükbabam nerede?”
“Bahçedeler efendim,” dedi saygılı bir ifadeyle.
Dışarı çıktığımda soğuk hava tenimi ısırdı çünkü hafiften kar çiseliyordu ve benim üzerimde çiçekli bir elbise vardı. Ayağımda ise beyaz spor ayakkabılar. Soğuk havalara yeni girmişken resmen kışı protesto ediyor ve yaza geri dön çağrısı yapıyordum.
Büyükbabamı bulmak için etrafıma bakarak yürürken kamelyada tek başına oturan Melek’i gördüm. Başındaki beyaz, yün berenin üzerine taktığı tavşan kulaklı tacı bu uzaklıkta bile görebiliyordum. Üzerinde kırmızı kabanı vardı ve iki eliyle tuttuğu bardaktan yükselen buhar yüzünü yalıyordu. Dalgın ve üzgün gözlerle annesinin gömülü olduğu defne ağacını izliyordu.
Onun yanına gidip karşısına oturdum. “Günaydın,” diyen sesim onu daldığı sulardan çıkarmıştı. “Neden burada tek başına oturuyorsun?”
“Tek başıma değilim.” Gözleri tekrar annesinin ağacını buldu. “Annem de burada.” Derin bir nefes aldığında canını yakan bir şeyler olduğunu görebiliyordum. “Annemin yakınlarındayken bile yalnız hissediyorum.”
“Daha iyi hissetmek istiyorsan onunla konuşmayı dene. Ona her şeyi anlatabilirsin.”
Onunla dalga geçtiğimi düşündüğü için bakışları hırçınlaşmıştı. “Annem bana cevap veremez.”
“Benimki de hiç cevap vermiyor.” Burukça gülümsedim. “Ama iyi bir dinleyici. Ne zaman canım yansa onu arayıp uzun uzun konuşurum onunla ama hiç cevap vermez.” İçim kıyılmıştı, annemin sesine olan özlemim burnumda tütüyordu. “Bazen yalvarırım anne cevap ver diye ama o, sessizliğini hiç bozmaz.”
“Küs mü sana?” diye sordu safça. “Neden seninle konuşmuyor, çok mu kızgın sana?”
İçli bir ifadeyle başımı salladım. “Belki de küs bana ya da artık beni sevmiyordur.”
Melek inanamıyormuş gibi gözlerini belertmişti. “Anneler çocuklarını sevmez mi?”
“İnsan katilini sever mi?” dediğimde hiçbir şey anlamadı.
Merakı iyice artarak, “Telefonla olmaz ki o iş.” Bunları söylerken gözleri fazla masum bakıyordu. “Çık karşısına özür dile, belki affeder.”
“Çok kez özür diledim. Yalvarıp af diledim hatta ağlayıp dizlerimin üzerine bile çöktüm ama yine de Efil diyen sesini duyamadım.”
“Çok mu inatçı?”
“Hayır,” dedim iç çekerek. “Sadece bulunduğu yer bana sesini duyurmasına engel.”
Başımla defne ağacını işaret ettim. “Tıpkı senin annen gibi benim annem de benimle konuşamaz.” Ama konuşmasını isterdim. Öyle uzun cümleler değil, bir kelime söylese bile bana yeterdi. Kızım diyen sesini son bir kez duymak için neler yapmazdım. Ben annemin sesini bile hatırlamıyordum. Ses tonu nasıldı? İnce, kalın, melodik veya pürüzlü mü, bilmiyordum. Hatırlamıyorum ki.
Melek nihayet annemle ilgili gerçeği fark edince gözlerini kaçırmıştı. Kısık bir sesle, “Üzgünüm,” dedi. “Bilmiyordum.”
“Sorun değil.”
Bir süre sessizleşti ama daha sonra başını kaldırıp bana baktı. “Fotoğrafı varsa bana gösterebilir misin?”
“Neden?”
“Onu görünce tanımak için.” Dudaklarındaki hüzünlü gülümsemeyi ona hiç yakıştıramadım. “Yakın zamanda burada olmayacağım. Öldüğümde anneni görürsem onu ne kadar çok özlediğini söyleyebilirim,” dediğinde şimdi bakışlarını kaçıran bendim. Ortada Melek’in akıbetiyle ilgili bir gerçek vardı ama kabullenmesi zor bir gerçekti. Acıtan, can yakan ve yürek burkan bir gerçekti.
“Üşüyeceksin,” diyerek ayağa kalkıp ona malikâneyi işaret gösterdim. “Hadi içeri girelim.”
Bana zorluk çıkarmadan ayağa kalkınca birlikte eve doğru yürümeye başladık. Nedendir bilmiyorum ama garip bir hisle başımı yukarı kaldırıp malikâneye baktım. Çalışma odasının penceresinde gördüğüm süliet Karun’a aitti. Onun da elinde bir fincan vardı ve pencerenin önünde dikilip bizi izliyordu. Dün gece duyduklarımdan sonra Melek’ten uzak durduğu için artık ona kızamıyordum. On yaşında yaşadıkları hiç de kolay bir şey değildi. Defne’nin tüm o doğum sürecine tanık olmuştu.
Onun çığlıklarını, yardım isteyen çırpınışlarına ve acı çekişine bizzat tanık olmuştu. Karun o odada on yaşında bir çocuğun görmemesi gereken birçok şey görmüştü. Üstelik ablası onun kollarında ölmüştü. O soğuk hava deposunda bir cesetle iki gününü geçiren Karun’du. Bütün bunları o yaşamışken ona kızamam veya onu yargılayamazdım. Aksine onu anlıyor ve içine düştüğü duruma üzülüyordum.
Evet, Defne ona kızını emanet etmişti ama Defne şu anda evli olduğum adama değil, on yaşındaki bir çocuğa Melek’i emanet etmişti. O çocuğun o gece yaşadıklarını ve psikolojisinin ne durumda olduğunu bilmeden bunu yapmıştı. Ben bile geçmişte yaşadıklarımın hâlâ üstesinden gelemiyor ve her gece kâbus görüyorsam, Karun’a Melek’e bakmadığı için kızamazdım. Çocuk yaşta edindiğimiz travmalar hayatımızın her alanına yansıyordu.
Büyükbabamın, “Hey moruk,” diyen sesini duyunca sol tarafa döndüm. Moruk mu?
Ona doğru dönünce şaşkınlıktan ağzım bir karış açılmıştı. Üzerindekiler de neyin nesiydi? Bu soğukta kuru kafa baskılı siyah bir tişört giymişti, neyse ki üzerinde bir ceket vardı. Tabii cafcaflı deri bir ceket olması biraz şaşırtıcıydı. Ceketin yakasında ve kollarında metal zımbalar vardı. Kot pantolonun dizleri yırtıktı ve ayağındaki kovboy ayakkabıları çok garip görüyordu. Kafasındaki o şey peruk muydu?
Evet, kendini daha genç göstermek için siyah bir peruk takmıştı. Gözlerindeki güneş gözlüklerine değinmiyordum bile. Boynunda asılı duran zincirin ucunda dolar işareti vardı. Bileğindeki siyah, deri bilekliklere bakıp sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Ne bu? Şimdi de Rapçı veya metalci mi olmuştu?
Melek’in, “O kim?” diyen sesini duydum. Doğru ya henüz büyükbabamla tanışmamıştı.
“Gördüğün o bozuk kromozom büyükbabam oluyor,” diye homurdandım. “İnan bana tanışmak isteyeceğin biri değil.”
Büyükbabam yanımıza gelmek yerine kapıya yöneldi. İçeri girmeden önce bana bakıp, “Moruk evdekileri topla herkese güzel bir haberim var,” deyince donup kaldım. İkidir moruk diye bana mı söylüyordu? Büyükbaba olan oydu ama moruk olan ben miyim?
“Ya sabır!” dedikten sonra malikâneye doğru yürüdüm. Allah bilir yine canımı sıkacak ne söyleyecekti!
Beş dakikanın sonunda büyükbabamın isteği üzerine herkes salonda toplanmıştı. Levent hiç yadırgamadan büyükbabama bakıyor, Çağıl onun yeni tarzına gülmemek için kendiyle mücadele ediyordu. Melek ise meraklı gözlerle yanımda duruyordu. Dayılarına gücendiği için onlarla konuşmuyordu ama benimle bir sorunu yoktu.
Burada bir tek Karun eksikti. Bir süre sonra büyükbabam bize bakıp sırıttı. “Evleniyorum.” Ne yapıyorum dedi o? Evleniyorum mu?
Ne diyor yahu bu!
Tıpkı benim gibi afallayan Melek, “İyi haber bu mu?” dediğinde onunla benzer duyguları paylaşıyorduk. Bu iyi bir haber değildi.
Sırıtan Levent, “Haberin güzelliği hangi açıdan baktığına göre değişir,” dedi. “Gelinle ne zaman tanışacağız?”
“Çocukken seni sık sık kafa üstü düşürmemin geri dönüşü mü bu?” diyen Çağıl, Levent’in aksine bu habere sevinmemişti.
“Abi niye tüm çocukluk anılarımda beni dövdüğünle ilgili şeyler var?”
Çağıl güldü. “Çünkü seni hep döverdim.”
Levent tam olarak hatırlamıyor olmalı ki kaşlarını hafifçe çattı. “Neden?”
Omuz silkti. “Zincirin son halkasındaydın.” Gücü yeten yetene desene.
Büyükbabam, “Konuyu kaynatmayın,” diyerek ikisine de çıkıştı. “Yakında müstakbel karım Alev ile tanışacaksınız.”
Sinirden yüzüm kızarmaya başladığında sakin olmak için kendimi zorluyordum. “Büyükbaba,” dedim sıktığım dişlerimin arasından. “Seninle iki dakika yalnız konuşabilir miyiz?”
“Burada konuş moruk.” baygın bir sesle konuştuğunda bir tek gözlerini devirmediği kalmıştı. “Senin zırvalıklarınla harcayacak zamanım yok.” Bana bir daha moruk derse o ağzını kırarım görürdü!
Terapistimin benden istediği gibi öfke anında sakinleşmek için birkaç kez derin derin nefesler aldım. Hatta bu konuda bonkör davranıp tam on üç kez nefes alışverişi yapmıştım. İşe yaradı mı, hayır! Karşımda büyükbabam gibi bir faktör varken hiçbir teknik işe yaramazdı. “Peki, o zaman burada konuşalım.” Başımı agresif bir hareketle sallarken her an üzerine atlayabilirdim. “Kim bu kadın?”
Tutkulu bir sesle, “Adı Alev,” dedi.
“Onu anladık ama kim bu Alev?
Oflayarak, “Sana ne moru-”
“Moruk dersen beynini dağıtırım.” Sıktığım dişlerimin arasında zoraki bir şekilde ona gülümsedim. “Şimdi kim bu kadın onu söyle? Nerede ve nasıl tanıştınız?”
“Karun’cuğum tanıştırdı bizi,” dediğinde daha fazla dayanamayıp, “Çağırın gelsin!” diye bağırdım sinirli bir sesle. Büyükbabama kadın ayarlamak neymiş bir de bana açıklasın!
Levent ve Çağıl sen git dercesine birbirine bakınca, “Levent gidip abini çağırır mısın?” dedim sabırsızca.
Levent’in üşengeçliği tuttuğu için, “O gitsin,” diyerek kafasıyla Çağıl’ı işaret etti. “Ben niye gidiyorum?”
“Çünkü zincirin son halkasındasın,” dediğimde Çağıl kahkaha attı. “Hızlı öğreniyorsun.”
Levent, Çağıl ve bana ters ters bakıp Melek’i gösterdi. “Zincirin son halkasında o var.”
Melek ruhsuzca göz devirip, “Ben bir Kalender değilim,” dedi her ne kadar öyle olsa da. “Zincirin bir halkası olsaydım halkanın kalanıyla yirmi yaşında tanışmazdım.” Sonuna kadar haklıydı. Hepsine karşı fazla öfkeliydi. Gurur’un yokluğu ise Kalender kardeşlere olan öfkesini harlıyordu.
Levent kısık seslerle homurdanarak salondan çıkmıştı. O Karun’u buraya getirene kadar bende gözümü dikmiş büyükbabama bakıyordum. “Alev denen bu kadın kaç yaşında?”
Aptallığın dibini bulmuş gibi gülümsedi. “Onu seviyorum.” Çocuk bile inanmazdı buna.
“Kaç yaşında dedim!”
“Yirmi beş.” Şaşırdım mı? Hayır!
Çıldırmanın eşiğine gelerek gözlerimi büyüttüm. “Benden bile küçük biriyle evlenmek istiyorsun, öyle mi?”
Göz devirip omuzlarını yavaşça silkti. “Aşkın yaşı olmaz.”
“Bir ayağın buradaysa diğeri öteki tarafta,” dedim sert bir sesle. “Ne aşkından bahsediyorsun?”
“Alınıyorum artık.” Sanki çok hakkı varmış gibi bir de kırılgan davranıyordu.
“Alın Allah’ın cezası,” dedim kontrolümü kaybederek. “Karşıma bir tek evlilik haberiyle çıkmadığın kalmıştı. Azıcık alın da sende elalemin dedeleri gibi ol.”
“Kim dede?” Gözlerini belerterek kendisini gösterdi. “Ben mi?” İnkâr edercesine kaşlarını çatmıştı. “Yirmi beş yaşındayım sensin dede!” Çıldıracağım!
“Çok rahat yetmiş veya seksen varsın!”
Tıpkı rapçılar gibi ellerini kaldırıp, “Yirmi beş yaşındayım moruk,” diyerek ellerini tuhaf bir hareketle sallamaya başladı. “Kıskançlığını da al, git odanda ağla.” Ne diyor yahu bu!
Büyükbabam bana moruk deyip diyordu. Oysaki moruk olan oydu. “Bana bak getirtme beni oraya!” diye ona çemkirdim. “En son yirmi yediydin, üç aylık yokluğumda iki yaş birden küçülmüşsün. Yaşlısın sen!”
“Sensin yaşlı!” diye o da bana bağırdı. “Kafan bükülmüş senin, git tedavi ol!”
Çağıl ve Melek bir komedi izliyormuş gibi gülerken ben öfkeden renk değiştiriyordum. “Burnun bükülmüş diye diye gittim yaptırdım, şimdi bir de konuya kafadan girme!” Sürekli başıma bir şeyler çıkartıyordu.
Sıkılmış gözlerle bana bakıp, “Off baydın moruk,” diyerek yine göz devirdi. “Kafam seni kaldırmıyore.” Ne yore? Türkçe’de böyle bir kelime mi vardı?
“Döverim ama seni!” Üzerine yürüdüğümde Çağıl gülerek kolumu yakalayıp bana engel olmuştu. “Çağıl bırak!” Kolumu kurtarmaya çalışırken sinirli bakışlarımı büyükbabamdan ayırmıyordum. “Bir tek büyükbabamın ergenliğini görmediğim kalmıştı. Benjamin Button gibi adam mübarek,” dedim çıldırarak. “Gittikçe küçülüyor!”
Hayvan herif çok eğlendiği için aralıksız gülerken, “Sen yine de sakin ol,” dedi. Tabii tüm bu deliliği yapan onun dedesi değildi.
“Burada neler oluyor?” Karun’un sesini duyunca kolumu Çağıl’dan kurtarıp ona doğru döndüm. Kapının önünde Levent ile dikilip neler olduğunu anlamak istercesine bakıyordu.
“Neler olduğunu sen söyleyeceksin?” Agresif bir sesle konuşurken her an suratını dağıtabilirdim. “Kim bu Alev?”
Hiçbir şey anlamadığı için mavi gözleri hafifçe kısılmıştı. “Alev’de kim?” diyerek soruya soruyla karşılık verdi.
“Demek tanımıyorsun?” Alay ederek sinirden güldüm. “Tanımadığın bir kadını nasıl büyükbabamla tanıştırırsın?”
“Neyden bahsediyorsun sen?”
Dik dik ona bakıyor, gözlerimle hesap soruyordum. “Alev kim?”
Düz bir sesle, “Hiçbir fikrim yok,” dedi.
“Onu nereden tanıyorsun?”
“Bu isimde kimseyi tanımıyorum.”
“Benden önce mi vardı?”
“Biraz mantık yürütür müsün? Tanımadığım biri nasıl senden önce olabilir?”
“Eskilerini artık büyükbabama mı ayarlıyorsun?”
Kaşlarını belli belirsiz çattı. “Sözlerini tartarak konuşmanı tavsiye ederim,” dediğinde sesi otoriter ve baskındı. “Neyden bahsettiğini anlamıyorum.”
İyice sinirlenerek ona doğru bir adım attığımda artık yumruklarımı sıkıyordum. “Büyükbabam Alev diye bir kadınla evlenme kararı almış ve onları sen tanıştırmışsın!”
Ben çok fazla yükselmişken Karun soğukkanlılığını koruyup alttan aldı. “Fehmi Bey’i herhangi bir kadınla tanıştırmadım.” Bunları söylerken sinir bozucu bir derecede sakindi.
Herkesin içinde kontrolümü kaybetmek istemediğim için on üç nefes alışverişine tekrar başladım. Bu süreçte kafamdaki tüm şiddet teorilerini yok etmeye çalışıyordum. “Büyükbaba onunla nasıl tanıştın?” Karun’un tanıştırmadığı çok açıktı.
Bu sefer suçu kocama yıkmak yerine, “Bir arkadaşlık sitesinde,” diyerek doğruyu söylemişti.
Öyle saçma sitelere girdiği için telefonunu daha sık kontrol etmeyi aklımın bir kenarına yazmıştım. “Benim onayım olmadan zor evlenirsin.”
“Senin onayına ihtiyacım yok.”
“Sen olmadığını düşün.” Bunları söylerken bir çocuğa laf anlatır gibi sesimi yumuşak bir tonda çıkarmaya çalışıyordum. “Senin vasin olduğum için onaylı imzam olmadan evlilik gibi yasal birçok şeyi yapamazsın.” Aslında yapabilirdi ama o bunu bilmese de olurdu.
Akli dengesi bozuk olmasına rağmen hâlâ dışarıda olması bile ben istediğim içindi. Onun durumundakiler huzur evinde gözetim altında tutuluyordu fakat ben buna izin vermeyip tüm sorumluluğunu üstlenmiştim. Evlilik için onayımın gerektiğine inandığı için kaşlarını huzursuzluk içinde çatmıştı. “Dini nikâhla evlenirim bende!” dediğinde güldüm. “Buna izin verir miyim sanıyorsun?” Saçma sapan sitelerde bulduğu kadınlarla evlenemezdi. Aslında bu yaşta kimseyle evlenemezdi.
Büyükbabam sinirlendiği için kırışıklıklarla dolu yüzü gerilmişti. “Sen sevmeyi nereden bileceksin?” diyerek beni suçlamaya başladı. “Yatağını ıslatan bir sidikli saadetime engel oluyor! Git bez tak sidikli!” diye bağırıp hızlı adımlarla kapıya yürüdü.
Odadakilerin gülmesiyle çıldırarak ona doğru döndüm. “Bir gün gerçekten ayağımın altına alacağım o olacak!” Koltuğun üzerindeki yastığı alıp arkasından fırlattım. “İyilik bilmez nankör!”
Büyükbabam gereken tripi bana atıp gitmişti! Başımı çevirip buradakilere baktığımda Levent ve Çağıl açık açık gülüyor, Melek şaşkınca bana bakıyor ve Karun’da gülmemek için yanaklarının içini ısırıyordu. Çağıl eğlenen bir ifadeyle, “Sidikli ha?” deyince utançtan kıpkırmızı olmuştum. “Doğru değil bu.”
Levent gülerek Karun’a döndü. “Tedbir olarak yatak koruyucu tavsiye ederim,” dediğinde Çağıl kahkaha attı.
“Yok öyle bir şey!” dedim savunmaya geçerek. “Büyükbabam ne dediğini bilmiyor.”
Beni delirtmeye ant içmiş gibi Çağıl, “Utanmana gerek yok,” dediğinde güya bana destek oluyordu. “Tutamıyorsan evde bulduğun her köşeye sıç.” Ama çok utandım şimdi.
Melek altıma kaçırdığıma gerçekten inanmış olmalı ki benim adıma üzülmüş gibi dudaklarını büktü. “Eminim bir tedavisi vardır.”
Levent beni iyice kızdırarak artık yüksek sesle gülüyordu. “Tedavi olana kadar eve mi işeyecek?”
Bir kahkaha patlatan Çağıl, “Benim odam dışında her yere yapabilir,” diyerek sinirlerimi bozdu. “Evden çıkarken odamın kapısını kilitleyeceğim.”
“Ama çok üzerime geliyorsunuz.” Somurtarak yere çöküp bağdaş kurarak oturdum. “Büyükbabam yalan söylüyor.” Çok utandığım için sesim ağlamaklı çıkıyordu. “Herkes ona inanıyor,” dedim burnumu çekerek. “Görmüyor musunuz, çok müşkül bir durumdayım.”
Karun gülümseyerek bana doğru yürüdü. “Tamam, kalk hadi.” Kalkmadığımı görünce yanıma gelip bana elini uzattı. “Bu itlerin her zamanki zevzekliği işte.”
“Çok üzerime geliyorlar kocam,” diyerek kardeşlerini ona şikâyet ettim. “Bilerek yapıyorlar.”
Dudağındaki gülümseme büyüdü. “İkisinin de suratını dağıtmamı ister misin?”
Hevesli bir şekilde, “Yapar mısın?” diye sordum.
“İstemen yeterli,” diyerek bana göz kırptı.
Abisinin gazabından kurtulmak için Levent, “Arkadaşlarımla buluşmam gerekiyordu!” diye bir şeyler uydurup koşarak dışarı çıkmıştı. Hemen arkasında onu takip eden Çağıl kısa bir an iğneleyici gözlerle bana bakmıştı. “Benim de işemem gerekiyordu,” deyip odadan çıkınca, “Bak hâlâ işemek diyor!” diye bağırdım. Kapının dışında Çağıl’ın gülüşünü duymuştum. Hayvan herif!
Karun’un elini tutarak ayağa kalktığımda Melek’in olduğu yöne bir kez bile bakmadan beni dışarı çıkardı. Üst kata çıkıp çalışma odasına girene kadar elimi bırakmamıştı. Daha sonra elimi bırakıp masanın önündeki koltuğu gösterdi. “Otur hadi.”
Gerginliğini soluyunca neler olduğunu anlamak için gösterdiği koltuğa oturdum. Yürüyüp masanın yanında durdu ama oturmadı. “Saka,” dediğinde bir şeyler onu rahatsız ediyor olmalı ki sesi soğuktu. “Dün gece ne oldu?” Olamaz!
“Dün gece ne oldu ki?” Aptalı oynamaya başladım. “Bir şey mi oldu?”
Artık onun bir parçası haline gelen soğuk ifadesi yine yüzündeydi. Buna rağmen beni ürkütmemek için sesini yumuşak tutuyordu. “Çok fazla içtiğim için pek bir şey hatırladığım söylenemez.” Sakin çıkan sesinin aksine agresif bakan mavileri kanımı donduruyordu.
“Ne kadarını hatırlıyorsun?” Sesim benden beklenilmeyecek bir ürkeklikteydi. Sarhoş olmasından faydalanıp onu konuşturmuştum.
“Senden öncesini az çok hatırlıyorum senden sonrası ise fazla puslu. Emin olduğum tek şey benimle içmediğin ve bana sormaman gereken sorular sorduğun.” Onu konuşturmaya çalıştığımı anlamıştı.
“Üzgünüm.” Kısık bir sesle konuştuğumda omuzlarım düşmüştü. “Gerçekten üzgünüm.”
“Ne için?” Sesi soğuktu. Bu ses tonuyla ne zaman benimle konuşsa istemsizce korkuyor ve geriliyordum.
“Geçmişini öğrenmek için sarhoş olmanı kullandım.”
Suçluluktan başımı eğdiğim için yüzünü göremiyordum ama aldığı sıkıntılı nefesi duydum. “Yaptığın yanlıştı,” dediğinde canını asıl sıkan şey bunun için bana kızamıyor olmasıydı. “Ama ne sakladığını öğrenmek için aynı yanlışı hatta daha fazlasını bende yapardım.” Bu konuda bana karşı dürüst olduktan sonra asıl merak ettiği şeyi sordu. “Sana tam olarak ne anlattım?”
“Defne’nin öldüğü gece olanları.”
Baskın bir sesle, “Ne kadarını?” diye sordu.
“Hepsini.”
“Demek hepsini.” İç çekişini duydum. “Nasıl hissediyorsun?”
“Suçlu, üzgün ve öfkeli.”
Karşımdaki koltuğa oturunca gerginliğim iyice artmıştı. “Neden suçlu?”
Kendimi sorguda gibi hissetmeye başlamıştım ve bu his berbattı. “Hazır olmanı beklemeden anılarını işgal ettim.” Gerçi aynısını o da bana yaparmış ama konu onun yapacakları değil, benim yaptıklarımdı.
Süt dökmüş kedi gibi koltuğa sinmiştim. Ona bakmak yerine yere baktığım için çenemi tutarak başımı kaldırdı. “Neden üzgünsün?” dediğinde saydığım üç şeyden ikincisine değinmişti.
“Yaşamak zorunda kaldıkların için.”
“Hımm,” diye mırıltılar çıkartırken çenemdeki parmağı soğuktu fakat etkisi sıcaktı. “Peki, neden öfkeli?”
Elimde olmadan kaşlarımı çattım. “Orada olup anne ve babana haddini bildiremediğim için!” dedim sinirli bir sesle. “Sen hiç merak etme kocam artık ben varım. Bundan sonra yapabiliyorlarsa canını sıksınlar, onlar da sıkılacak can bırakmam.” Yapmam sanmasın tersim çok pistir yaparım.
Karun’un bana kızmasını bekliyordum fakat bunu yapmadı. Sert çehresi kırılırken dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluşmuştu. Çocuk sever gibi çenemi okşarken, “Kocasını da korurmuş Çeyrek Mafya,” dedi. Sesi kulağa alaycı ve keyifli geliyordu. Gözlerinde ise muzır parıltılar vardı. “Biz bırakalım bu işleri sen devral istersen?” Açık açık dalga geçiyordu.
“Hâlâ çeyrek konumundayken mi?” diye homurdandığımda gülerek başını geriye attı. “Senin için bir üstü yok.” Bir gülüşü var ki kalbe zarardı.
“Bugün işe gitmeyecek misin,” diye sorduğumda başını iki yana salladı. “Evde çalışacağım.”
“Sana kolay gelsin.” Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Karun günün kalanında çalışma odasında olacaktı. Bu yüzden onu oyalayıp işlerine engel olmak istemiyordum.
Dışarı çıkmak için kapıyı tam açmıştım ki kulağımın yanında uzanan bir kol kapıyı kapattı. İrkilerek arkamı dönünce Karun’u tam karşımda bulmuştum. Bir anda onu dibimde bulunca ürpermiştim. “Korktum,” dediğimde dudağının köşesi belli belirsiz kıvrıldı. Çocuk sever gibi, “Korkmuş mu, benim karım?” deyince kıkırdadım. Adi herif.
Elini uzatıp arkamdaki kapıyı kilitleyince neyin peşinde olduğunu anlamamıştım. Elini başımın üstünde kapıya bastırıp biraz daha bana yaklaştı. Beni kendi ve kapı arasına sıkıştırınca heyecanlanmaya başlamıştım. “Ne yapıyorsun, Sanrı?”
Elini elbisemin yırtmacına daldırdığında parmaklarının tersi bacağıma sürtünerek yukarı çıkıyordu. “Bitti mi özel günün?”
Gülmemek için yanaklarımın içini ısırırken, “Hayır,” dedim. “Daha birkaç gün var.” Dün bitmişti.
Tüm keyfinin içine etmişim gibi kaşlarını çatmıştı. “Sen bu sikik dönemi uzatmalı mı yapıyorsun?”
“Bedelli mi yapayım?”
“Yap ulan,” dedi sabırsızca. “Bedelli yap hatta hiç yapma! Her ay kısıtlama mı gelecek?” Kendimi tutamayıp kahkaha attım.
Benimle sevişmediği şu birkaç günde çıldırmanın eşiğine gelmişti. “Karun sen seks bağımlısı mısın?” dediğimde komik bir şey söylemişim gibi güldü. “Öyle olsaydım tek gecelik ilişkilerim olurdu. Şu zamana kadar hayatıma giren kadınların sayısı bir elin parmaklarını geçmez.” Yüzünü boynuma yaklaştırıp uzun bir nefesi içine çekti. Burnunu boynuma sürterken, “Bağımlısı olduğum şey senin tenin,” diye mırıldandı.
Dudaklarını boynuma bastırınca inleyerek başımı omzuma doğru eğdim. Boynuma kondurduğu küçük bir öpücük bile beni titretmeye yetiyordu. Boynumu eğerek ona daha çok alan açtığımda dudaklarını boynuma sürttü. “Bana çekici gelen, tahrik edip kıvrandıran bir tek senin tenin.” Dilinin ıslaklığını boynumda hissettim. “Arzuladığım tek şey karımın teni.”
Önce boynumu öptü, sonra dilini gezdirdi ve son olarak hafifçe ısırmaya başladı. “Saka.” Sesi boğuk ve yakıcıydı. Boynumdaki saçlarımı koklayarak omzumun arkasına attı. “Bu sabah banyo yaparken benim şampuanımı mı kullandın? Saçlarının kokusu değişmiş.”
“Benimki bitmişti.”
“Kendi şampuanını kullan.” Sesi emreder gibiydi. “Saçlarında alıştığım menekşe kokusunu yok etme.”
Kısık mırıltılarla onu onayladığımda gözlerini gözlerime kenetledi. “Bittiğini söyle.” Sesi yalvarırcasına çıkmıştı. Başını eğip dişlerini boynuma geçirince dudaklarımdan çıkan iniltilere engel olamadım. “Bittiğini söyle daha fazla sabrım kalmadı.” Özel günümün bu kadar uzaması onu çıldırtıyordu.
Boynumda yaptığı şeyler yüzünden mayışmış bir sesle, “Bitti,” diye fısıldadım. Bu yalan değildi.
Başını kaldırıp koyulaşan gözlerle bana baktı. “Yani sana istediğim her şeyi yapabilir miyim?”
Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. “Belki de ben sana.”
Gözleri dudaklarıma kaydığında sertçe yutkundu. “Sıranı bekle,” dedi hırıltılı bir sesle. “Kaç günün yokluğundan sonra bugün bir şeyler yapan sadece ben olacağım.” Bunları söyler söylemez daha fazla dayanamayıp beni öpmüştü.
Birleşen dudaklarımız aklımı başımdan aldığı için ona karşılık verip öpücüğüne teslim oldum. Tutkunun ortaya çıkardığı büyük bir açlıkla birbirimizi soluksuz bir şekilde öpüyorduk. Ellerimi omuzlarına koyup ensesini kavradım. Dudaklarımı aceleci ve hoyratça öperken, “Sanrı,” diye fısıldadım öpüşlerinin arasından. “Dört öpücük, yedi ısırık ve bir de dilinle az önce yaptığın o şeyleri boynumun sağ tarafına da yapıp eşitlemelisin.” Bunları söylediğimde beni öpmeyi bırakıp başını hafifçe geriye çekmişti. Mavi gözlerinde gizleyemediği bir şaşkınlık vardı. “Her birini saydın mı?”
Öpüşünün etkisiyle hızlı hızlı nefesler alırken başımı salladığımda kahkaha attı. “Sen bir delisin.” Buna kalpten inanarak söylüyordu.
Gözlerimi kırpıştırdım. “Deli miyim, kocam?”
Kahkahası yerini sıcacık bir tebessüme bırakmıştı. “Evet ama benim delim, kim ne karışır?” Gülümsediğimde boynumun sağ tarafına uzanmıştı.
Hiç acele etmeden tüm öpücüklerini ve dokunuşlarını olması gerektiği gibi eşitlemeye başladı. Bunu yaparken eli elbisemin yırtmacından içeriye sızıp bacağımı kavradı. Parmakları bacağımın iç tarafına sürtünerek yukarı tırmandığında bedenim beklenti içindeydi. Karun’un her teması ayaklarımı yerden kestiği için dudaklarımı ısırarak kısık iniltiler çıkartıyordum. Beni nasıl ayartacağını çok iyi biliyordu.
Boynumun sağ tarafına değen dudakları saydığımı çok iyi bildiği için tüm dokunuşlarını eşitlemişti. Başını geriye çekti ve gözlerime bakarken elbisenin askısını tuttu. Heyecanım doruklara yükselirken bacağımdaki eli daha da yukarı çıkıp iç çamaşırı aradı. Aradığını bulamayınca gırtlağından çıkan kalın bir sesle, “İçine bir şey giymemişsin!” dedi. Bu onu daha da azdırmış gibiydi.
Aldığım hızlı nefeslerden dolayı göğüs kafesim şiddetle alçalıp yükselirken bacaklarımın arasındaki parmakları rahat durmuyordu. İri parmakları en mahrem yerimdeydi. Onun bacaklarımın arasındaki parmaklarını yoğun bir şekilde hissetmeye başlamıştı. Daha şimdiden zevkin doruklarına çıkartıyordu. Bunu yaparken aynı zamanda elbisemin askısını omuzumdan kaydırıp düşürmüştü.
Gittikçe kararan bakışları sutyenden taşan göğüslerimin kıvrımındaydı. Elbisenin diğer askısını da ben omzumdan sıyırmıştım. Böylece ona daha çok çıplaklık sundum. Karun göğüslerimden birini sutyenden dışarı çıkartıp dudaklarının arasına alınca kısık iniltilerim çoğalmıştı. Önümde biraz eğilmişti ve bir eli bacaklarımın arasında oyalanırken diğer eli henüz sutyenin içinde olan göğsümü sıkıyordu.
Fakat yüzü sutyenden çıkardığı göğsümün hizasındaydı. Uzanıp sol göğsümü dudaklarının arasına aldığında tüm vücudum titremişti. Onun sıcak dudaklarını hissetmek nefes kesiciydi. Karun arada dilini göğsümün ucunda gezdirip hafifçe ısırıyordu. Daha şimdiden yoğun bir şehvetin kollarına çekilmiştim. Bu müthiş bir hazdı.
Kapıyla onun arasına sıkışmışken başımı kapıya yaslayıp gözlerimi yumdum. Kendimi tamamen Karun’un dokunuşlarına bırakarak ona teslim olmuştum. Elbisenin askılarını kollarımdan çıkartıp elbiseyi belime kadar çekti. Eli sırtımın arkasına uzanıp sutyenin kopçasını hiç zorlanmadan açmıştı. Gözlerimi araladığımda çıkardığı sutyeni yere atıp göğüslerimi izlediğini gördüm. Diri göğüslerime baktıkça gözlerinin mavisi daha da koyulaşıyordu.
Ellerimi uzatıp ceketini omuzlarından sıyırdım. Bacağımın arasındaki elini çekerek ceketini aceleyle çıkartıp yere attı. Sabırsız bir şekilde boynundaki kravatı da çekiştirerek çıkarmıştı. Tüm bunları yaparken gözlerini bir saniye olsun göğüslerimden ayırmıyordu.
Gömleğinin ilk birkaç düğmesini açtı ama daha fazlasını açamadı. Oyalanmak yerine daha fazla dayanamayıp sağ göğsüme yumulmuştu. Ağzı göğsümle buluşurken eli bir kez daha bacaklarımın arasına kaydı. Belimi kavrayıp beni kendisine çekince başımı geriye atıp kendimi onun kollarına bıraktım. Parmakları içime girdikçe, göğsümü emip ısırdıkça daha fazla titremeye başlamıştım. Bu yüzden ona tutunarak ayakta durmaya çalışıyordum.
Bir parmağını daha içime itince odada duyulan tek ses aldığımız hızlı nefesler ve benim iniltilerimdi. Sağ göğsümdeki öpüşlerini ve ısırıklarını eşitleyerek dudaklarını karnıma kaydırdı. Eğilerek dudaklarını düz karnımdan aşağıya gezdirerek öpüyordu. Dili göbeğime sürtünüp biraz daha aşağıya kaymıştı. Karşımda dizlerinin üzerinde diz çöktüğünde elbiseyi aşağıya çekerek ayaklarımın önüne düşürdü. Şimdi onun karşısında çırılçıplaktım.
Bacağımı tutup ayak bileğimden başlayarak öpmeye başlayınca nefes alışlarım hızlanmıştı. Ayağımdaki ayakkabılar duruyordu ama onları sorun etmemişti. Karun bacağımın iç tarafını öperek yukarıya çıktığında dudaklarının dizlerinin üzerinde durmuştu. Bir bacağım omzundayken başı artık bacaklarımın arasındaydı. Olamaz, ağzını iyi kullanan sadece ben değildim!
Bu iyiydi, fazlasıyla iyiydi. Burnunu en mahrem yerime sürtüp kokumu içine çekerken dilinin darbeleri beni çıldırtıyordu. Eğer odada ses yalıtımı yoksa iniltilerim dışarıdan bile duyuluyor olmalıydı. Sırtımı kapıya yaslayıp parmaklarımı Karun’un kumral saçlarının arasına daldırdım. Başını bacaklarımın arasına bastırıp inleyerek hızlı hızlı nefesler alıyordum. Bana yaptığı bu şeyin hazzı anlatılmazdı.
Kalbim çıldırmış gibi göğsümü tekmelerken terlemeye başlamıştım. Sanki cayır cayır yanıyordum. Beni yoğun bir şekilde yakan bir ateşin pençesinde kıvranıyordum. Dilinin darbeleri vücudumda başlayan bu ateşi harlıyor, hemen ardından nefesimi kesiyordu. Karun elleriyle bacaklarımın iç kısmını kavrayarak hafifçe bacaklarımı aralayıp en mahrem yerlerime sızmıştı. Dilini içime ittiğinde çığlık atarak boştaki elimi omzuna geçirdim. İçimde başlayan sarsıcı etkiyi kontrol edemiyordum.
Şiddetli bir titremenin eşiğinde kıvranırken ayak parmaklarım ayakkabının içinde bükülmüştü. Vücudum kasılınca Karun’un saçlarına daha çok asıldım. Sadece ağzımdan değil burnumdan da hızlı nefesler alırken sarsılarak rahatlamaya başladım. Yüksek bir sesle orgazm olduğumda vücudum gevşediği için haddinden fazla titriyordum. Ayakta zor durduğum için Karun ayağa kalkıp beni kollarının arasına almıştı.
Kollarımı onun beline sarıp başımı göğsüne yasladım. O kadar çok titriyordum ki kendime gelmek için biraz onun göğsünde soluklanmaya ihtiyacım vardı. Saçlarımı okşayarak saçlarımın tepesine bir öpücük kondurdu. “İyi misin?” Yaşadığım zevkin uyuşukluğuyla, “Hı hı,” dediğimde gülüşünü duydum.
Çenemi onun göğsüne yaslayıp başımı kaldırdığımda beni izliyordu. Terli yüzüme yapışan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Beni izleyen gözleri mayışmış yüzüme bakınca ne görüyordu, bilmiyorum ama büyülenmiş gibi bakıyordu. “Çok güzelsin,” diye fısıldadı. “Gördüğüm en güzel varlıksın.”
Tebessüm ederek, “Beni hep güzel bulacak mısın?” diye ona şımardım.
Bir saniye bile tereddüt etmeden, “Her zaman,” dedi.
Gömleğinin kalan düğmelerini açmaya başladım. Belimdeki elleri nasıl olsa düşmeyeyim diye beni tutuyordu. “Yaşlandığımda bile mi?”
Gözlerinin mavisindeki tüm sanrılar dağıldığında ruhunun tüm çıplaklığını yansıtırcasına bana baktı. “Seninle yaşlanma fikri bile fazla güzel.” Küçük bir tebessümle başını yavaşça salladı. “Ve evet, yaşlandığımızda bile gördüğüm en güzel kadın sen olacaksın. Yüzündeki kırışıklıkları, saçlarındaki akları bile çok seveceğim.” Kalbim teklemişti çünkü son söyledikleri seni seviyorum demekle eşdeğerdi.
Sebepsiz yere gözlerim dolmuştu belki de mutluluktandı çünkü beni sevmeseydi öyle bir şey söylemezdi. “Sanrı,” diye mırıldandım onun gözlerinde kaybolurken. “Korkuyorum.”
“Seni korkutan nedir?”
“Seni kaybetmek.” Bu konuda ona karşı dürüst olmuştum. “Seninle her şey fazla güzel,” diye itiraf ettim. “Bu büyünün bozulmasından çok korkuyorum. Seni kaybetmek istemiyorum.”
Sert çehresi yumuşarken belli belirsiz tebessüm etmişti. “Böyle bir şey asla olmayacak.” Bunu söylerken yemin eder gibiydi. “Buna asla izin vermeyeceğim, sen hep benim olacaksın.” Biliyorum ama benim mutluluğum hiçbir zaman uzun sürmediği için ister istemez endişeleniyordum.
Gömleğinin tüm düğmelerini açıp gömleği omuzlarından ittim. Fakat gördüğüm şeyle donup kalmıştım çünkü bir dövmesi vardı. Daha önce onunla defalarca seviştiğim için bir dövmesi olmadığına emindim ama şimdi vardı. “Bu-bunu ne zaman yaptırdın?” Şaşırdığım için sesim titremişti. Gerçekten bir dövmesi vardı.
Basit bir şeyden bahseder gibi omuzlarını hafifçe kaldırıp indirmişti. “Birkaç gün önce.”
Eğer çok önceden yaptırsaydı kesin görürdüm. Özel günüme girdiğimde hiç sevişmediğimiz için onu çıplakken görmemiştim. Üstelik uyurken benden sonra yatağa geliyor ve benden önce yataktan çıkmaya başlamıştı. Özel günümdeyim diye kendini bu şekilde benden uzak tutmaya çalışmıştı. Bu yüzden son günlerde yaptırdığı dövmeyi görme şansım olmamıştı.
Sol göğsünün tam üstünde kalp ritimlerinden oluşan bir dövmesi vardı. Parmaklarımı dövmenin üzerinde gezdirmeye başladım. Kalp ritimlerinin zikzaklarından oluşan çizgilerine dokunup, “Peki, neden göğsüne kalp ritmi kazıttın?” diye sordum. “Bir hikâyesi var mı?”
Başını eğip parmaklarımın altındaki siyah çizgilere baktı. “Sıradan birinin kalp ritmi değil onlar,” dedi iç çekerek. “Senin kalp atışların artık kalbimin üzerinde atacak.” Duyduklarımın sarsıcı etkisiyle sertçe yutkunmuştum. Göğsüne kazıttığı şey benim kalbimin ritmi miydi?
Karun her gece başını göğsüme yaslayarak uyurdu.
Kalbimin ritimlerini ezberlemişti.
Ve onları sol göğsünün üzerine kazıtmıştı.
“Sen-” dedim ama ne diyeceğimi bilemedim. Bu yaptığı tarifi olmayan bir şeydi. Kalbimin ritimleri artık onun kalbinin üzerindeydi. İkimizin kalbini tek bir vücutta birleştirmiş gibiydi. Bana beni sevdiğini söylemesine gerek yoktu, yaptığı her şey beni ne kadar çok sevdiğini gösteriyordu. Kimse sevmediği birinin kalp atışlarını göğsüne kazıtmazdı. Onu seviyorum, onu çok ama çok seviyordum.
Bir şeyler söylemek yerine parmak uçlarımdan yükselip onu öptüm. Şu anda bir şeyler söyleyecek durumda değildim. Göğsüne yaptırdığı dövme beni konuşamayacak bir hâle getirmişti. Bu yüzden onu öperek ne kadar çok sevdiğimi ona hissettirmek istedim. Kalbimde taşıdığım yoğun aşk dudaklarımdan onun dudaklarına akıyordu. Bu adamı bir tek kendime ait kılmak istercesine onu öpüyordum.
Karun ensemdeki saçlarımı yumruğuna dolayıp başımı kaldırdı. Başını omzuna doğru eğip öpüşüme karşılık vermeye başladığında ellerim pantolonunun kemerini bulmuştu. Kemerini hızlıca açtıktan sonra geriye kalan kısmı ona bıraktım. Karun pantolonunun fermuarını açarken benim ellerim onun sıkı kaslarına dokunup omuzlarını kavrıyordu. Ona dokunmayı seviyordum.
Tabii tüm bunları yaparken soluksuz bir şekilde birbirimizi öpüyorduk. Bir bacağımı kavrayıp beline koydu ve önceden hiçbir işaret vermeden sertçe içime girince acıdan haykırdım. Dudaklarımı ondan kurtararak, “Bir kez olsun insan gibi yap şunu!” diyerek ona kızdım.
Koyulaşan gözlerle güldü. “Bu elimde değil.” İçime girip çıktıkça sırtım arkamdaki kapıyla buluşuyordu.
“Önce beni alıştırman gerekiyordu,” diye homurdandığımda etli dudaklarını emdi. “Öyle yaptığımı sanıyordum.” Bir kez daha sertçe içime girince neredeyse gülecektim. Bu adam yavaş olmayı bilmiyordu.
Hiçbir sevişmemiz kısa sürmezdi ve henüz yeni başlamıştık ta ki kapının dışında Çağıl’ın, “Melek kolumu bırakır mısın?” diyen sesini duyana kadar.
Melek, “Sana Bige yengenin çığlığını duydum diyorum!” dediğinde sesi korkmuş gibi çıkıyordu. “Canı yanıyor gibi bağırıyordu. Abiniz olacak canavar kızı dövüyor olabilir!” Karun kısık sesle bir küfür savurmuştu.
“Karun mu Bige’yi dövecek?” Çağıl’ın gülüşünü duydum. “Tam tersi olmasın?”
Yaslandığım kapının kolu hareket etti ama kilitli olduğu için kapı açılmamıştı. Melek kapıyı zorlayarak, “Kapı neden kilitli?” dedi telaşla. “Artık içeriden ses de gelmiyor, kızı öldürmüş olabilir!” diye bağırınca Karun sinirden deliye dönerken kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum.
Melek, Çağıl’ı da korkutmuş olmalı ki Çağıl, “Abi,” diyerek birkaç kez kapıya vurdu. “Her şey yolunda mı?”
Keyfinin içine ettikleri için Karun kaşlarını çatarak, “Yanındaki bacaksızı da alıp siktir git!” diyerek kendini tekrar içime itince dudaklarımdan kaçan iniltiye engel olamadım. Kahretsin!
İniltimi duymuş olmalılar ki Çağıl’ın, “Gördüğün gibi yengen çok iyi,” diyen imalı sesini duyunca çok utanmıştım.
Kapının diğer tarafında Melek’in şaşkın sesini işittim. “Duyduğum o sesler işkence sesi değil miydi?”
Çağıl’ın kahkaha attı. “Bence değil.”
“Çok utandım,” dedi Melek.
“Sayenizde bende çok utandım!” diye bağırdım. “Evliyiz ya biz, kendi evimde bile kocamla doğru düzgün vakit geçiremiyorum!” diye bağırdığımda Karun başta olmak üzere diğer ikisinin gülüşünü duymuştum. Bu nedir ya, hiçbir yerde rahat yoktu. Duha Tunus’lar ölmüyordu, şekil değiştiriyordu!
Onların uzaklaşan adım seslerini duyunca Karun hâlâ gülüyordu. “Gülme!” diyerek ona da kızdım. “Daha fazla insan gelmeden hızlı ol.” Biri daha kapıya gelirse giyinip odadan çıkardım.
Karun tam bir şey söyleyecekti ki öperek onu susturdum. O kadar azmış durumdayım ki tek istediğim kimse bizi bölmeden içimdeki bu açlığı onunla doyurmaktı. Ellerimi omuzlarına bastırarak kucağına zıplayıp bacaklarımı beline doladım. Kalçamı sıkarak içimi doldurduğunda boğazında hırlamayı andıran bir ses çıkmıştı. Dudaklarımı hoyratça öperken hızlanarak içimde gidip gelmeye başladı. Kaç gündür bana sahip olamadığı için bu sefer erken boşalmıştı ama onunla bende gelmiştim.
Başımı boynuna yaslayıp kendime gelmeyi bekledim. Çok hızlı nefes aldığım için kalbim duracak gibiydi. Onun kucağında dinlenirken, “Çalışma odanda neden ses yalıtımı yok?” diye homurdandım.
Bacaklarım beline dolanmıştı ve o, beni yere indirmek yerine onun kollarının arasında dinlenmeme izin verdi. Bir eliyle belimi tutarak beni kucağında sabitlerken diğer eli masaj yapar gibi sırtımda geziniyordu. “Çalışma odası dışında malikânedeki her odada ses yalıtımı var.”
“Peki, burada neden yok?”
“Çalışma odam benim özel alanım. Burayı yaptırırken bir kadınla burada sevişmeyi isteyecek kadar kontrolümü yitireceğimi hiç düşünmemiştim,” dediğinde gülümsedim. Asla yapmam dediği her şeyi benimle yapmasını seviyordum.
“Prezervatif kullanmadın.” Karun genelde prezervatif kullandığı için son günlerde doğum kontrol haplarını kullanmayı bırakmıştım.
“Hepsi yatak odasında.” Beni kucağından indirmeden bu odadaki kapıya doğru yürüdü. “Dışarı çıktığında sen gereken hapları kullan.” Onu onaylayarak başımı salladım. Çocuk istemediğimiz için birimiz korunmayı unutursa diğeri bunu yapmalıydı.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde burada da banyo olduğunu gördüm. Karun gözlerime hınzırca bakıp, “Birlikte duş alalım,” dediğinde sadece duş almakla yetinmeyeceğimizi ikimizde biliyorduk.
Bugün çalışma odasında çıkacağımızı sanmıyordum.
***
Kırmızı ruju dudaklarıma sürdükten sonra rujun kapağını kapatıp boy aynasından kendime baktım. Üzerimdeki bordo elbisenin uzun, derin yırtmaç detayını sevmiştim. Saçlarımı açık bıraktığım için büyük küpeler dışında herhangi bir aksesuar takmamıştım. Tabii bileğime Fransa’dan aldığım yakut bilekliği takmayı unutmamıştım. Öğle yemeğine geç kalmak istemiyordum.
Odadan çıkıp bir alt kata indiğimde aklıma gelenlerle durdum. Doğum kontrol hapı kullanmayı unutmuştum! Dün çalışma odasında olanlardan sonra gereken hapı almamıştım. Pekâlâ, sakin olmalıyım sonuçta ertesi günü hapları bunun için vardı. Odama çıkıp çekmecedeki hapı almak için üst katın merdivenine yönelmiştim ki odasından çıkan Çağıl’ı gördüm. Genelde hep rahat şeyler giydiği için onu daha önce hiç takım elbisenin içinde görmemiştim. Siyah smokinin içinde göz kamaştırıyordu.
Baştan ayağa beni süzünce gözleri elbisemin derin yırtmacını buldu. Kaşları belli belirsiz çatılmıştı. “Elbise seçimlerin neden bu kadar cüretkâr?”
“Kocam bile karışmıyor sana ne oluyor?”
“Sendeki bu dil pabuç kadar olduktan sonra tabii karışmaz.”
“Çağıl sinirlerimi bozma benim,” diyerek ona kızdım. “İleride evlendiğinde karını da görürüz artık!”
“Bak şu laflara.” Alaycı bir şekilde güldü. “Daha şimdiden eltisini de çekemezmiş.” Sinirlerimi bozuyordu.
“Neden böyle giyindin?” diye sordum. “Bir yere mi gidiyorsun?”
Başını salladı. “Bir arkadaşımın düğünü var.” Benim üzerimdeki şık elbiseyi işaret etti. “Sen neden böyle hazırlandın? Sende mi dışarı çıkıyorsun?”
“Hayır, öğle yemeği için hazırlandım.”
“Dışarıda olan bir yemek için mi?”
“Malikânede olan öğle yemeği için.”
Kendini tutamayıp güldü. “Evdeki bir yemek için bunca hazırlığa üşenmiyor musun? Pijamalarınla insen bile kimse sana bir şey demez.”
“Biliyorum ama öyle rahat edemem.”
“Senin hayatının büyük bir bölümü görme sorunuyla geçmedi mi?” Bu konuda bir şeyi çok merak ediyor gibi bakıyordu.
Başımı salladığımda kafasını kurcalayan bir şeyler olduğunu görebiliyordum. “Daha bir yıl öncesine kadar görmüyordun bile.” Gözleri yüzümde oyalandı. “Kör biri nasıl böylesine iyi makyaj yapabilir ya da resim yapmakta nasıl bu kadar yetenekli olabilir?”
Herkes buna şaşırıyordu ama el becerisi doğuştan gelen bir yeteneğimdi. “Hep kör değildim. Sekiz yaşına kadar gözlerimde herhangi bir sorun yoktu. Ondan sonraki yıllarda ise geçici körlükler yaşıyordum ama çoğunlukla bulanık görürdüm. Gözlerimi tamamen kaybetmeden el becerimi geliştirecek çok zamanım olmuştu.” Üniversiteye bile gitmiş, bulanık gören gözlerimle fakülteyi bitirmeye çalışmıştım.
“Fakültenin son günlerine kadar gözlerim bir şekilde beni idare etti. Zaten son yılımda tamamen kör olmuştum. O dönemlerde kabartmalı harflerle birçok yabancı dil dersi de aldım. Arkeoloji ilgi alanım olduğu için seyahatlerimde birden fazla dil öğrenmek işimi kolaylaştırırdı. Evde de bana ders veren özel hocalarım vardı çünkü babam eğitimimle yakından ilgileniyordu.” Hiçbir engel kendimi geliştirmem için beni durduramazdı. Babam körüm diye kendime acıyıp eğitimimden vazgeçmeme izin vermemişti.
Duyduklarından sonra Çağıl hayranlıkla bana gülümsedi. “Şimdi seni daha çok takdir ettim.”
Birlikte merdiveni inerken, “Peki, var mı benim için bir elti adayı?” diyerek ona takıldım.
“Yok.” Benimle aşağıya inerken basamakları çıkan Çiçek’i görünce iç çekti. “Hiçbir şey olduğu yok.”
“Bu ne demek şimdi?”
Omuz silkti. “Öylesine dediğim bir şeydi.” Gözlerini bir saniye olsun Çiçek’ten ayırmıyordu.
Çiçek merdiveni çıkarken bizi görünce geçmemiz için kenara çekildi. Şaşırtıcı olansa Çağıl’da önceliği ona vererek kenara çekilmişti. Çiçek iyice trabzana yaklaşıp aşağıyı gösterdi. “Buyurun efendim,” diyerek yolu bize verdi.
Fakat Çağıl yukarıyı gösterip, “Sen buyur, Çiçek,” diyerek geçiş hakkını ona verdi.
“Hiç olur mu öyle şey efendim,” dedi Çiçek. “Lütfen geçin.”
Çağıl inat edip onun geçmesini beklerken ne kadar şaşkın göründüğünün farkında değildi. “İşimiz gücümüz var, Çiçek geç hadi.”
Çiçek başını sallayıp yukarıdaki basamağa bir adım attı. Ancak Çağıl yana doğru bir adım atarak kızın önüne geçince Çiçek irkilerek geriye çekilmek istedi. Bilinçsizce arkaya doğru attığı adımı boşluğa gelince vücudu geriye düşerken dudaklarında küçük bir çığlık kopmuştu. Çağıl onun düşmesine izin vermeden belinden yakaladığı gibi onu göğsüne çekmişti. Onu tutmak için bilerek kızı düşürmeye kalkışmıştı.
Çiçek refleksle onun omuzlarına sıkıca tutunup, “Çağıl Bey,” dedi korku dolu bir sesle. O kadar korkmuştu ki başı Çağıl’ın göğsüne yaslıydı. “Az kalsın düşüyordum.”
Uzun boyundan dolayı Çağıl’ın çenesi Çiçek’in kafasının hizasına geliyordu. Bu durumdan çok memnundu ama sesini düz çıkarmaya çalışarak, “Kusura bakma benim hatam,” dediğinde Çiçek onun gülümsediğini görmemişti. “Sen geçmiyorsun diye ben geçecektim.” Onunla yakınlaşmak için planlı bir şekilde kızın yolunu kesmişti!
“Ne kusuru, Çağıl Bey.” Çiçek kafasını onun göğsünden çekip safça ona baktı. “Siz olmasaydınız düşecektim,” demişti ki ikisinin birbirine çok yakın durduğunu yeni fark etti. Elleri Çağıl’ın omuzlarındaydı ve Çağıl’ın elleri de onun belini sıkıca tutuyordu. Çiçek mahcup olmuş gibi aceleyle, “Çok özür dilerim,” deyip tekrar arkaya doğru bir adım atmaya kalkıştı fakat Çağıl onun belini bırakmadı.
Başını eğip belindeki ellere baktıktan sonra şaşkın bakışlarını Çağıl’a çıkardı. “Şey efendim beni bırakır mısınız?”
Çağıl’ın gözlerinin ardında hınzırca bir parıltı geçmişti. “Bırakırsam düşersin.”
“Ama beni tutmanızda hiç doğru değil.”
“Doğru olan düşmene izin vermem mi?” Kızı bırakmak istemediği o kadar belli oluyordu ki.
Çiçek, “Hayır ama,” diye bir şeyler geveledikten sonra, “Böyle de olmuyor,” dedi kısık bir sesle.
Çağıl onu daha fazla kıvrandırmamak için belinden tuttuğu gibi onu yukarı kaldırınca Çiçek’in ayaklarını yerden kesmişti. Bir anda kendini yukarıda bulunca Çiçek’in dudaklarından kısık bir inilti dökülmüştü. Çağıl onu yukarı kaldırıp arkasındaki basamağa döndü ve Çiçek’i o basamağa bıraktı. Ellerini kızın belinden çekip, “Şimdi oldu mu?” dediğinde Çiçek’in yanakları kıpkırmızı olmuştu. “Ev-evet,” diye kekeleyip kaçarcasına yukarı çıkmaya başladı.
Çağıl onun arkasından gülümseyerek bakarken kısık bir sesle mırıldandı. “Olacak bu iş.”
“Hangi iş olacakmış?” Gözlerimi kısarak ona baktığımı görünce güldü. “Öylesine dedim.”
“Çiçek’ten hoşlanıyorsun.”
“Uydurma abimin karısı.”
“Herkese söyleyeceğim.”
“Kocan için yaptığım tüm cinayet planlarını üzerinde denerim.”
“Kocama da söyleyeceğim.”
“Yok öyle bir şey diyorum!”
“Büyükbabama söylersem zaten duymayan kalmaz.” Omuz silkerek merdiveni inmeye başladım. “Hemen şimdi söyleyeceğim.”
Koşarak peşimden gelip kolumu tutarak beni durdurdu. “Kimseye söyleyemezsin!” Telaşlı bir ifadesi vardı. “Özellikle Karun bilmemeli.”
Sırıttım. “Yani gerçekten ondan hoşlanıyorsun?”
“Sana ne bundan?”
“Ne demek bana ne?” Bu çocuk ne söylediğinin farkında mıydı?
“Sen ve Levent’in hoşlanacağı kadınlar en çok beni ilgilendirir. Ben her anlamda kusursuz bir elti adayıyım ama her elti de bana layık mı, ölçüp tartmalıyım. Siz sabah çıkıp akşam eve geliyorsunuz, eşlerinizle tüm gününü geçirecek olan kişi benim. Bana sorun çıkartacak, arkamda kuyumu kazacak ve olağanüstü bir kadın olmamı kaldıramayacak bir elti istemiyorum. Bu yüzden bana bir elti getirirken iki kez düşün,” dediğimde Çağıl dünya dışı bir yaratık görmüş gibi bana bakıyordu.
Önce şaşkın şaşkın bana baktı fakat daha sonra bir küfür savurup, “Akıl hastası!” dedi. “Sana değil, seninle aynı evi paylaşacak kadınlara üzülmek gerek!”
“Daha evlenmeden bana karını mı savunuyorsun?” İnanamayan gözlerle ona bakıyordum. “Nankör sana verdiğim emeklere yazıklar olsun!”
“Sen daha buraya geleli ne kadar oldu ki. Ne emeğinden bahsediyorsun?”
“Şu anda aklıma gelmiyor ama mutlaka vardır emeğim!”
Tartışmayı bırakıp aşağıya indiğimizde Çağıl dışarı çıkmıştı bende salona geçip bir kahve eşliğinde magazin dergilerini karıştırmaya başlamıştım. Karşımdaki koltukta oturan Melek sıkıntıdan yanaklarının içini havayla doldurup duruyordu. Bir kez daha sesli bir şekilde nefesini verince elimdeki dergiyi kapatıp bir kenara koydum. “Canını sıkan bir şey mi var?”
“Yenge canımın tamamı çok sıkılıyor.” Buraya geldiği ilk gün bana Bige Hanım deyip durmuştu ama ertesi gün yenge demeye başlamıştı. Aslında bu evde bana yenge diyen tek kişi Melek’ti. Çağıl ve Levent’in boyu posu devrilsin.
“Alışverişe çıkmak ister misin?”
Melek somurtarak başını iki yana salladı. “Hava soğuk üstelik Karun Bey’in bana tahsis ettiği şu yeni doktor bir saat sonra tekrar bir serum takacak.” Odası için gereken tüm cihazlar geldiği için odası şu anda bir hastane odasından farklı değildi. Bir doktor ve iki hemşire de müştemilata taşınmıştı. Karun kızın yüzüne bile bakmıyordu ama onun için gereken her şeyi temin etmişti.
“Malikânenin içinde sinema salonu var, film izleyelim mi?” Can sıkıntısını gidermek istiyordum.
Somurtarak, “Film izlemek istemiyorum,” dedi.
“Burada kapalı havuz, spor salonu ve sauna da var. İçlerinden birini deneyebiliriz.”
Çöp gibi olan zayıf vücudunu gösterdi. “Spora ihtiyacım yok, havuzda iki kulaç atmadan boğulurum çünkü yüzme bilmiyorum. Sauna ise benim durumumdaki bir hasta için ölümcül olabilir.” Böyle düşününce haklıydı.
Hastalığı eğleneceği her şeyi kısıtladığı için can sıkıntısını nasıl gidereceğimi bilemedim. Sessizlik içinde onunla eğleneceğimiz birkaç aktivite düşünürken kapının dışında Kadem ve Kenan’ın seslerini duyduk. Kadem, “Senin aklına uyan beynimi sekeyim!” diyordu. “Evsizler gibi iki gündür Duha abiden kaçıyoruz lan! Her yerde bizi bulup bir posta dövüyor!”
“Elay’ın suçu!” dedi Kenan. “Elay onu affetmedikçe abin daha çok bizi siker!”
“Oğlum kıza gidip anlatmadık mı? Mesajı yazan bizdik demedik mi? Daha neyin tripini atıyor lan bu? Affetsin artık biz gariplere de yazık. Kırılmadık kemiğim kalmadı benim!” Kadem’in isyanıyla gülmeye başladım. Bu ikisi Allah bilir yine ne haltlar yemişti.
İki dakika içinde içeri girdiklerinde gördüklerimle kahkaha attım. İkisinin de yüzü gözü morluklarla doluydu. “N’oldu size?” Bunu sorarken bile hâlâ gülüyordum.
Kenan pespayeye dönen kıyafetlerine yüzünü buruşturarak baktı. “Üzerimizde tır geçti.”
“Tunus tırı,” diye homurdandı Kadem.
“Kıyamam,” dediğimde Kadem ters ters bana bakıp dişlerini sıktı. “Kıyamadığın için mi gülüp duruyorsun?”
Kadem başını çevirince salonun diğer ucunda oturan Melek’i görüp dondu kalmıştı. Bedeninden yayılan gerginlik dört bir yanımı sarmıştı. Bir türlü gözlerini Melek’ten ayırmıyordu. Kadem gerildi hatta buz kesti. Burada görmeyi beklediği son kişi Melek’miş gibi ona bakıyordu. İrileşen kahverengi gözleri, afallayan yüz hatları ve aralanan dudakları ortada bir şeyler döndüğünü gösteriyordu. Kadem sanki tanıdığı birini hiç olmayacak bir yerde görmenin şaşkınlığını yaşıyordu. Melek’le tanışıyorlar mıydı?
Duha hastaneye kaldırıldığında Kadem ve Melek’i asansörde gördüğümü hatırladım. O gün gördüklerim bana birbirini tanımayan iki insanın aynı asansörü kullanması gibi gelmişti ama belli ki tanışmışlardı. Kadem’i görünce aynı şaşkın ifade Melek’in de yüzünde oluşmuştu. Göz bebekleri büyümüştü ve nefes alışları hızlanmıştı. Gözlerini kırpıştırarak Kadem’e bakarken doğru görüp görmediğine emin olmak ister gibiydi.
Asansörde olan küçük bir karşılaşma için ikisi de büyük tepkiler veriyordu. İkisi de suspus olmuş birbirine bakıyordu. Birbirine olan bakışları fazla mı anlamlıydı yoksa bana mı öyle geliyordu? Aralarındaki sessizliği bölen Kenan olmuştu. “Melek?” dedi şaşkınca. “Sen burada ne yapıyorsun?”
Melek ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. “Kenan abi.” Heyecanlı bir sesle konuşup adımlarını hızlandırdı. “Seni çok özledim.”
Kenan gülümseyerek ona kollarını açıp, “Bende ufaklık,” deyince Melek koşarak onun kollarının arasına girmişti.
Anlaşılan Kenan onu sık sık ziyaret ediyordu. Kenan kollarını sımsıkı ona dolayıp sarılırken, “Gurur’da buralarda mı?” diye sordu.
Melek onun kollarının arasında küçücük kalmıştı. Çenesini Kenan’ın göğsüne yaslayarak başını kaldırdı. “Amcam yok.” Gurur’dan bahsedince bile yeşil gözlerinde büyük bir özlem oluşuyordu. “Beni Karun Bey’in insafına bırakıp gitmek zorunda kaldı.”
Kenan ona gülümsedi. “Gurur uzun süre sensiz duramaz.” Elini uzatıp Melek’in yüzündeki saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Karun piçin teki olabilir ama sandığın kadar kötü biri değil. Sana iyi bakacaktır.”
Kadem onların sarmaş dolaş hâline baktıkça canı sıkılıyormuş gibi ifadesi sertleşiyordu. Bir süre sonra daha fazla dayanamayıp, “Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz?” dedi hesap sorarcasına. Evet, ses tonu hesap sorar gibiydi.
Melek, Kenan’ın kollarının arasından çıkıp ona doğru döndü. Sadece Kadem’e bakmak bile göğüs kafesinin daha hızlı hareket etmesine neden olmuştu. “Gurur amcam onu iyi tanıdığı için Kenan abinin beni ziyaret etmesine izin veriyordu.” Bunları söyledikten sonra, “Merhaba,” diyerek Kadem’e elini uzattı. “Ben Melek,” dediğinde Kadem sertçe yutkunmuştu. Melek onu tanımıyormuş gibi davranıyordu ama aslında tanıyordu, değil mi?
Melek’in uzattığı eline keyifsiz gözlerle bakıyordu. “Beni hatırlamıyor musun?” Bunu sorarken sesinde onu rahatsız eden bir şeyler vardı.
Melek onun yüzündeki morluklara bakıp gülümsedi. “Son gördüğümde yüzün bu hâlde değildi.”
Kadem tuttuğu nefesini sessizce dışarı verdi. “Hatırlıyorsun yani?”
“Evet.”
“O zaman neden kendini tanıtıp elini uzatıyorsun?”
“Belki sen hatırlamıyorsundur diye,” dediğinde Kadem ona göz devirdi. “Hafızamda bir sorun yok.”
Ayağa kalkıp, “Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz?” diye sordum.
İkisi aynı anda, “Hastaneden,” dedi ve Kadem konuya biraz daha açıklık getirdi. “Duha abi hastaneye kaldırıldığında onunla tanışmıştık.” Başıyla Melek’i işaret etti. “Neden burada?”
Bu gizli bir bilgi olsa da Kadem’den hiçbir şey saklamadığım için, “Melek’te bir Kalender,” dedim. Bu hayatta güvenirliğini sorgulamayacağım tek kişi Kadem’di.
Tek bir cümleyle onun aklını başından almayı başarmıştım. Beti benzi atmış bir şekilde bana bakıyordu. “Ne demek bir Kalender?” Sesindeki şaşkınlığın haddi hesabı yoktu. “Karun’un Defne’den başka bir kız kardeşi daha mı var?” Diğer ihtimali düşünmediği için haklı olarak aklına ilk bu gelmişti.
Kenan derin bir nefes alıp, “Hayır,” dedi. “Kız kardeşi değil.”
Kadem anlamaya çalışarak, “Kuzeni falan mı?” diye sordu.
“Değil,” dedim anlamasına yardımcı olmaya çalışarak.
“Kim o zaman bu kız?”
Daha biz konuşmadan Melek, “Gurur Kalender’in yeğeniyim,” diyerek dayılarını yok saydı.
Bunu duyan Kadem’in yüz ifadesi çok komikti. Yüzü bembeyaz olduğunda gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüştü. Gurur’un yeğeni olduğunu söylediği için ilk akla gelen şey çok çılgın bir düşünceydi. Bu yüzden bir küfür savurup bana döndü. “Karun’un kızı mı?” Yok artık.
“Bu nasıl olur, Melek yirmi yaşında.” Buna akıl sır erdiremiyormuş gibi yüzünü sertçe ovuşturmuştu. “İkisinin arasında sadece on yaş var.” Afallamış bir suratla bana baktığında şoke olmuştu. “O herif on yaşında baba mı olmuş? O yaşta nasıl becermiş birini hamile bırakmayı?” dediğinde gülmeye başladım. Tahminleri de onun gibi fazla sıra dışıydı.
“Karun’un kızı değil,” dedim.
“Çağıl’ın mı?” diye sordu.
“Değil.”
“Kızım Levent’e kadar çıtayı düşürtme çünkü Levent ve Melek arasında üç yaş var!” deyince kıkırdadım. “Levent de değil.”
Sabırsız bir sesle, “Kimin kızı o zaman?” diye sordu.
Derin bir nefes alıp can alıcı bir ifadeyle gözlerinin içine baktım. “Kalender kardeşlerden geriye saymadığın kim kaldı?” Kadem başta hiçbir şey anlamamıştı fakat aklında beliren isimle sertçe yutkunmuştu. Soluğu kesildiğinde sessizliğin içinde acı bir gerçek gün yüzüne çıkmıştı. “Saçmalama!” Beti benzi attığında nefes alamamıştı. “O olamaz,” dediğinde onun olmamasını ister gibiydi.
“Saçmalama Efil,” diyerek aklına gelen isimden kurtulmaya çalıştı. “Defne olamaz çünkü o, on üç yaşında öldü.” On üç yaşındaki bir çocuğun çocuk doğurmasını ona konduramıyor ve kabul edemiyordu.
Kadem bana bakıp Defne olmadığını söylememi bekliyordu fakat ben bunu yapmayınca kaskatı kesilerek, “Defne mi?” diye fısıldadı. “Melek’in annesi Defne mi?”
Üzgün bir ifadeyle başımı sallayınca, “Hassiktir lan!” diyerek sinirden sansür kullanmayı unuttu. Tüm cevaplar bendeymiş gibi kaşlarını çatarak bana bakıyordu. “Bir çocuk nasıl çocuk doğurabilir?” Çocuklara göz koyacak kadar zihniyeti bozuk insanlar var olduğu sürece çocuk anneler de çocuk kadınlar da hayatımızda eksik olmayacaktı.
Melek bu konuşmadan rahatsız olmuş gibi gözlerini kaçırıp hemen kapıya yürüdü. “Ben biraz temiz hava alacağım.” Böylesine hassas bir konuyu onun yanında açmamalıydık.
Kadem üzgün gözlerle onun arkasından bakarken hâlâ duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. “Kalender’ler bunca yıl onu nasıl saklamış, inanılır gibi değil.”
“Kimse bilmemeli.” Kenan uyarı dolu gözlerle onu izliyordu. “Karun ve kardeşleri Defne’nin ölümünden onu sorumlu tuttukları için Melek’i hiç kabul etmediler. Karun’un babası Melek’ten kurtulmak için yıllardır kızın peşinde. Ona sahip çıkan tek kişi Gurur’du,” diyerek hızlıca bilmesi gereken önemli detayları ona söyledi. “Eğer birileri onun kim olduğunu öğrenirse kızın kalan hayatı da mahvolur. En azından kalan hayatını huzur içinde yaşamalı.”
Daha Kadem bir şey söylemeden dışarıda Melek’in, “Bige yenge!” diyen sesini duyunca üçümüz hemen kapıya yürüdük. Kim bilir yine ne olmuştu.
Dışarı çıktığımızda soğuk hava tenimi ısırıyordu. Sadece sert bir rüzgâr yoktu aynı zamanda kar çiseliyordu. Melek, Celil’in yanında dururken gözlerini dahi kırpmadan bahçe kapısına bakıyordu. Bana doğru dönüp, “Yenge,” diyerek Celil’i gösterdi. “Bu dev seni çağırmamı istedi, sanırım birileri gelmiş.” Henüz Celil’in adını bilmediği için ona dev diyordu.
“Kim geldi, Celil?”
Celil yönünü bana doğru çevirip ceketinin önünü kapattı. “Efendim Güzin Hanım geldi.”
“Güzin Hanım kim?”
“Karun Bey’in annesi. Karun Bey’in çok önceden verdiği kesin talimatı vardı. Anne ve babası bu eve alınmayacak.”
“Karun Bey’in talimatı varsa o zaman içeri almayın,” dedim sakince.
Celil sıkıntılı bir sesle bana kapıyı gösterdi. “Güzin Hanım’a bunu ilettik fakat çok ısrarcı,” deyince derin bir nefes alıp başımı salladım. “Kapıları açın bakalım derdi neymiş.”
Celil kulaklığına dokunup, “Kapıları açın,” deyince birkaç dakika içinde malikânenin çift kanatlı kapıları gürültüyle açılmıştı.
Birbiri ardına bahçeye giren arabalarla Melek hemen yanıma geldi. Annesinin eteğinin altına saklanan çocuklar gibi arkama saklanınca güldüm. “Sakin ol ufaklık.” Omzumun üzerinden korku dolu yüzüne baktım. “Kendin için veya benim için korkma ama onun için korkmalısın,” diyerek sırıttım. “Çünkü ben daha fenayım.” Kocasının ailesine yaranmaya çalışan o gelinlerden değildim. Güzün Hanım haddini bilirse haddimi bilirdim fakat haddini aşarsa, işte o zaman işler değişirdi.
Döverim net.
Duran arabalarda birçok koruma indi fakat bir arabanın kapısını şoförü açmadan kimse o arabadan inmemişti. Şoför koşarak arabanın kapısını açınca bir kadın dışarı çıktı. Kafasında kenarları on dört santim genişliğinde olan siyah bir fötr şapka vardı ve gözlerindeki siyah güneş gözlüğü ise beni şaşırtan ayrı bir detaydı. Kışın başındayken bu şapka ve güneş gözlüğünün tek amacı havalı ve zengin görünmekti. Omuzlarına attığı pardösünün içinde çok şık bir kadın olduğunu inkâr edemezdim. Vücudunu saran krem rengi elbise ona yakışmıştı.
Şapka ve gözlükten yüzünü detaylı göremiyordum. Çağıl gibi onun da saçları sarıydı ama tıpkı Çağıl gibi o da ela gözlü mü, henüz bilmiyordum. Sağ koluna küçük bir çanta takmıştı ve kolunu dirseğinden büküp hafif yana doğru tutarak yürüyordu. Tam karşımda durup kibrini ifade eden mesafeli bir sesle, “Karun evde mi?” diye sordu. Benimle tanışma gereğinde bile bulunmadan oğlunu sormuştu. Tanışmayı istemesi şöyle dursun, merhaba bile dememişti.
“Karun evde değil,” dedim düz bir sesle. “Şimdi gidin ve onun olduğu bir zamanda tekrar gelin.”
“Peki, sen kimsin?” Beni tanımazlıktan geliyordu ama kim olduğumu bildiğine yemin edebilirdim. “Oğlumun evinde beni göndermeye kalkışan kişinin kim olduğunu öğrenebilir miyim?” Kadındaki usta oyunculuk kimsede yoktu.
Konuşmak için dudaklarımı aralamıştım ki burnunu kırıştırarak, “Tabii ya sen de oğlumun şu tek gecelik ucuz oyuncaklarından biri olmalısın,” dediğinde kan beynime sıçramıştı. Oğluyla ne şartlar altında evlendiğimizi düşünürsek beni sevmemesi normaldi fakat ilk karşılaşma için bu kadar aşağılama fazla değil miydi?
Sabırlı olmaya çalışarak, “Hanımefendi oğlunuz burada değil,” dedim bir kez daha. Israrla beni tanımazlıktan gelse de kim olduğumu bildiği için kendimi ona tanıtma gereği duymadım. “Daha fazla sinirlerimle oynamadan lütfen burayı terk edin.”
Güzin Hanım tam konuşacaktı ki arkama saklanan Melek, “Biraz saygılı olun,” diyerek onu uyardı. “Konuştuğunuz kadın oğlunuzun karısı.” O bunu zaten biliyordu.
Güzin Hanım düşmanca bir tavırla Melek’i görmek için arkamdan bir yerlere bakıp, “Sen kapat çeneni,” dedikten sonra yönünü tekrar bana çevirdi. “Demek o kadın sensin. Karun’u tuzağa düşürerek evlenen o uyanık,” dediğinde beni para avcısı olmakla suçluyordu.
“Neydi adın, ımm...”Adımı düşünüyormuş gibi garip sesler çıkartmaya başlamıştı. Adımı çok iyi bildiğine emindim ama hatırlamamış gibi dudak büküp, “Kusura bakma hayatım,” dedi küstah bir sesle. “Kısa süreliğine hayatımıza giren kadınların ucuz isimleri pek akılda kalmıyor.”
Vay canına tanımadığı bir kadın için bu kadar hakaret çok fazla değil miydi? Beni bir servet avcısı olarak gördüğü için acımadan yağdırıyordu. Eminim bir milyonerin kızı olsaydım ilk tanışma için durum tam tersi olurdu. Yalnız ben bu kadını döverim net. Tertemiz döverdim. İstediği gibi alınıp gereksiz triplere girmek yerine tebessüm ettim. “Peki, ben şu anda kiminle görüşüyorum?”
Saçlarını omzundan arkaya savurarak, “Güzin Kalender,” dediğinde Kalender kısmına özellikle vurgu yapmıştı. “Duymamış olamazsın.”
“Kalender soyadı için her şeyi yapan, annelik gibi kutsal bir şeyi kirleten, insanların takdiri için partiler düzenleyip onlara yaltaklanan o kadın siz misiniz?” diye sordum sakince. “Peki, neydi adınız?” Tıpkı onun bana az önce yaptığı gibi dudaklarımı büzdüm. “Kusura bakma hayatım,” diyerek onu taklit ettim. “Sonradan görme kadınların ucuz isimleri pek akılda kalıcı değil.” Ve böylece durumu eşitlemiştim. Daha ilk dakikada bana saldırmayı biliyorsa, karşı saldırıya da hazırlıklı olmalıydı.
Beni kendisiyle karıştırdığı için verdiğim karşılık onu bozguna uğratmıştı. Kalender soyadını kaybetmemek için sadece kocasına değil, onun ailesine ve çevresine de yaranmaya çalıştığına emindim. Bu yüzden bir zamanlar kendisinin yaptığı gibi benim de her şeyi sineye çekeceğimi düşünmüştü. Kalender soyadını elimde tutmak için kendimden ödün vereceğimi düşünmüş olmalıydı. Ne de olsa kişi herkesi kendisi gibi sanırmış.
O para için çocuklarını bile gözden çıkarmıştı. Beni de kendisi gibi bir servet avcısı olarak gördüğü için doğal olarak saygıyı hak etmediğimi düşünüyordu. Ona göre yaptığı her şey doğruydu ve kutsal bir amaca hizmet ediyordu. Fakat onun yaptıklarını bir başkası yapmaya kalkışınca hemen koruyucu anne kesiliyordu.
Şapkayı ve gözlüğü çıkartıp yanındaki adama verdi ve daha sonra Çağıl’ın gözlerine benzeyen elâ gözlerini bana dikti. “Yaptığın saygısızlıktan dolayı derhal özür dile!” dediğinde sesi haddinden fazla yüksek çıkmıştı.
“Siz tarafıma gereken özrü ilettikten sonra mı?”
Hah dercesine bir ses çıkartıp alay edercesine güldü. “Kiminle konuştuğun hakkında zerre kadar fikrin yok, değil mi?”
“Açıkçası çok da umurumda değil.”
Sabrı taşmış gibi tersçe bana bakıp, “Bu kadar yeter!” diyerek eve doğru bir adım attı. “Daha fazla seviyemin altındaki biriyle konuşup kendimi küçültmeyeceğim. Karun geldiğinde bu hadsizliğinin hesabını ona vereceksin.”
Bir adım yana kayarak yolunu kestim. “Nereye gittiğinizi sanıyorsunuz? Evime girmeniz için size gereken izni vermedim.”
“Burası oğlumun evi!” Bir oğlu olduğu şimdi mi aklına gelmişti?
“Size kötü bir haberim var, Güzin Hanım.” Sinirlerini daha fazla bozmak istercesine sırıttım. “Oğlunuzla evlilik sözleşmesi yapmadık. Bu ne demek biliyor musunuz? Evet, bu ev de olmak üzere sahip olduğu her şeyin yarısı benim.” Dış kapıyı işaret ettim. “Şimdi lütfen evimi terk edin.”
Kan beynine sıçramış gibi kaşlarını çatarak, “Senin gibi bir fırsatçı Kalenderlere ait hiçbir şeyin üzerinde hak iddia edemez!” diyerek beni tersledi. “Şimdi çekil yolumdan yoksa ben çekmesini bilirim.” Bunu söylerken arkasındaki adamlara güvendiği çok açıktı.
Sinirli gözlerimi ondan ayırmadan, “Furkan!” diye sesimi yükselttim. Birazdan yapacağım şey yüzünden ortalığın karışmasını istemiyordum. “Eğer Güzin Hanım’ın adamlarından biri bile bana karşı zor kullanmaya kalkışırsa ya da silahlarına davranırsa hepsini indirin!” diyerek gereken uyarıyı yaptım.
Furkan’ın, “Emredersiniz, Bige Hanım!” diyen gür sesini duyunca yanımda duran Melek, “Yenge,” diyerek endişeyle kolumu tuttu. “İçeri girelim lütfen.” Bu kadının bana bir şey yapmasından korkuyordu oysaki bir şeyler yapacak olan o değildi.
Karun’un annesi kısa bir an Melek’e bakınca tıpkı bir zamanlar Karun’a yaptığı gibi iğrenerek, “Şu piçi dinle ve çekil yolumdan!” dedi. Melek’e piç dediği an kolumu kaldırıp elimin tersiyle ona öyle bir tokat attım ki tokadın şiddetiyle yeri boylamıştı. Hep derim tersim çok pistir.
Herkes susunca geriye sadece dudaklarından kaçan hayret verici nidaların sesleri kalmıştı. Bölge üstünlüğü bende olduğu için Güzin Hanım’ın adamları istese de silahını çıkartıp bana doğrultamadı. Bunu yaptıkları an adamlarımın ateş edeceklerini iyi biliyorlardı. Az önceki vurun emrimi hepsi duymuştu.
Her an ortalık karışacak diye Melek korkudan tir tir titriyor, Kadem ise olası bir kargaşada onu korumak için hemen yanında duruyordu. Kenan o kadar rahattı ki en küçük bir endişe belirtisi göstermeden sırıtarak beni izliyordu. Bu kadının üstesinden çok kolay geleceğimi tahmin ettiği için Melek’in aksine fazla rahattı.
Bense büyüklük taslar gibi ayaklarımın önüne düşen kadına üstten bakıyordum. Gelininden böyle bir saldırı beklemediği için bozguna uğramıştı. Vurduğum yanağına tutarak başını kaldırdığında şoke olmuştu. Herhangi bir tepki vermek için önce üzerindeki şaşkınlığı atmalıydı.
Elini çekince yanağındaki küçük çiziği gördüm. Parmağımdaki yüzüğün taşı yanağını çizmişti. Bu durumdan sadistçe bir zevk aldığım için dudağımın bir köşesi yukarı doğru büküldü. İşte şimdi adalet tecelli etmişti. Sık sık söylediğim gibi yaşattığını yaşamadan ölmezmiş insan. Onun bir zamanlar Karun’a attığı tokadın aynısını ona atmıştım. Evet, bilerek elimin tersini kullanmıştım.
Yüzümdeki tiksinti ifadesiyle bir böceğe bakar gibi ona baktım. O bir zamanlar Karun’a nasıl baktıysa bende şimdi aynı ifadeyle ona bakıyordum. Yüz ifademdeki iğreti duygusunu iliklerine kadar hissettirmeye çalıştım. “Kibarlıkla uyardım anlamadın, bende senin anladığın dilde konuştum,” diyerek aradaki resmiyeti kaldırdım. “Şimdi daha fazla ayağımın altında dolaşma ve defol evimden!” Defne’nin öldüğü gece Karun’a ayaklarımın altında dolaşma demişti, değil mi?
Güzin Hanım attığım tokadın hesabını sormak için tam ayağa kalkacaktı ki kapıdan içeriye Karun’un arabası girdi. Bunu gören sinsi kadın özellikle ayağa kalkmadı çünkü şu anda mağdur konumundaydı. Hassiktir!
Karun arabadan inip aceleyle bize doğru yürümeye başladı. Düz ifadesi her zamanki gibi yüzündeki yerini korurken, “Burada neler oluyor?” dedi soğuk bir sesle. Yerdeki annesine ve bana bakıp olanları anlamaya çalışıyordu.
Güzin Hanım kuyruğunu basılmış kedi gibi ciyaklayıp, “Karun!” diye hayıflanıp bir türlü yerden kalkmadı. “Bu kadın annene vurdu.”
Başını çevirip yanağındaki çiziği gösterdi. “Yüzümün şu hâline bak! Karım diye evde tuttuğun bu vahşinin annene yaptıklarına bak!” Tekrar ediyorum pişman değilim. Az bile yapmıştım.
Karun’un sorgulayan soğuk bakışları beni bulunca gerildim. “Doğru mu bu duyduklarım?”
Tam cevap verecektim ki Melek öne atılıp, “Hayır, tabii ki!” diyerek eliyle hâlâ yerde olan Güzin Hanım’ı gösterdi. “Bu kadın kendi ayağına takılıp düştü. Ben Bige yengenin ona vurduğunu görmedim.” Başını çevirip Kadem’e baktı. “Sen gördün mü?”
Kadem gülmemeye çalışarak başını iki yana salladı. “Bende görmedim.”
Karun kaşlarını belli belirsiz çattığında, “Size sormadım,” diyerek ikisini susturdu. Buz gibi gözleri benim üzerimde oyalandıkça kanımı donduruyordu. “Ona vurdun mu?”
Bakışlarıyla beni o kadar çok korkutuyordu ki ister istemez kendimi, “Hayır,” derken bulmuştum. “Güzin Hanım’ın neyden bahsettiğini bilmiyorum.”
Kadın sinirle ayağa kalkıp, “Sadece vahşi değil aynı zamanda yalancı!” deyince Karun’un düz ifadesinde küçük bir kırılma oldu. Kaşlarını biraz daha çatarak çenesini sıktı. “Karım hakkındaki sözlerine dikkat et, Güzin Hanım,” diyerek otoriter bir sesle onu uyardı.
“Yalan söylüyor, bana inanmalısın!”
Karun annesinin yanağındaki çiziğe baktıkça geçmişe çekiliyormuş gibi bakışları katılaşmıştı. Onun yanağındaki ize bakıyor, bir zamanlar kendi yanağından açılan izi hatırlıyordu. “İnandığım tek kişi karım,” diyerek annesini bozguna uğratmıştı.
Bakışlarına acımasız sayılabilecek bir sertlik eklendi. “İkinci kez evime gelirsen sana karşı bu kadar sabırlı olmayacağım,” dediğinde annesi taş kesilmişti. Parmaklarını benim parmaklarımın arasından geçirdiğinde Güzin Hanım’ın gözleri birbirine kenetlenen ellerimizi buldu. Karun yerdeki kadına yukarıdan bakıp, “Bir daha karımın karşısına çıkıp onu üzersen...” dediğinde tehdit eder gibi onun gözlerine bakıyordu. “Seni üzen bizzat ben olurum!” Güzin Hanım yutkunmuştu.
“Şimdi,” diyerek onun arabasını işaret etti. “Yalanlarını da al terk et evimi!” dedikten sonra annesinin gözleri önünde beni peşinden eve doğru çekti. Beni savunan birine yalan söylemiştim bu berbat bir histi.
Malikâneye girdiğimizde Karun elimi bırakmadan merdiveni çıkmaya başladı. Beni odamıza götürüp canıma okuyacaktı, değil mi? “Kocam o kadın bana iftira atıyor,” demiştim ki basamakları hızlıca çıkarken, “Kapat çeneni,” diyen gülüşünü duydum. “Ona vurduğunu biliyorum.”
Gülüşünü mü duydum?
Kızmak yerine güldü mü?
Üst kata çıkana kadar elimi bırakmamıştı. Odaya girince sert ifadesinden bir şey kaybetmediğini görünce gülüşü konusunda yanıldığımı anladım. Belki de bir anlığına gülmüştü ama düşününce annesine vurmamın komik olmadığını anlamıştı. Karun buz gibi bir suratla bana doğru bir adım atınca hemen arkaya doğru birkaç adım attım. Aramıza koyduğum mesafeyi görünce kaşları belli belirsiz çatıldı. “Ne halt ediyorsun?”
Bana doğru bir adım atınca tekrar arkaya doğru üç adım attım. Böylece aramıza biraz daha mesafe koymayı başardım. “Saka,” diye sert sesiyle beni uyardı. “Neden kaçıyorsun?”
Kaçmayı bırakıp pes ettim. “Tamam, ona vurdum ama sor bakalım neden vurdum?”
Kaşlarını alay edercesine yukarı kaldırdığında aslında cevabımla zerre kadar ilgilenmiyordu. “Neden vurdun?” Gerçekten de sordu.
“Aslında ben bu kısmı pek çalışmadım,” diye homurdandım. “Biraz düşünüp öyle cevap versem-” demiştim ki gülerek bana doğru yürüdü. Aramızdaki mesafeyi o kadar hızlı kapattı ki, bir anda üzerime eğilip beni öpmesini beklemiyordum.
Ona karşılık veremeyecek kadar şaşkındım çünkü beni öpmesini değil, kızmasını bekliyordum. Dudaklarıma küçük ama tutkulu bir öpücük kondurup başını geriye çektiğinde bile hâlâ şaşkınlığı üzerimden atamamıştım. Aralıklı dudaklarımı kapatmayı unutmuş bir hâlde ona bakıyordum. “Kocam,” dedim safça. “Beni neden öptün?”
Elini uzatıp yüzüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Kakülümü düzeltirken yüzümü izlemeye dalarak iç çekmişti. “İçimden geldi,” dediğinde sesi fazla duyguluydu.
“Özür dile-”
“Dileme,” diyerek beni susturdu.
“Ama annene-”
İkinci kez beni susturup, “İşte bu yüzden dileme,” dedi. Bana bir bakışı vardı ki sanki dünya üzerinde en değerli şey benmişim gibi hissettiriyordu. “O kadın için benden özür dileme.”
Bilemiyorum ama onun için annesini bile karşıma almam ve o kadına haddini bildirmem sanki hoşuna gitmişti. O tokadın amacını bilir gibi bakıyordu. Nasıl söylesem ona değer verdiğimi ve onun için her şeyi yapabileceğimi hissetmiş gibi bakıyordu. En önemlisi annesi ona vurduğu için o kadına vurduğumu anlamıştı.
“Saka,” diye fısıldadı içten gelen sıcacık bir sesle. “Seni kendime bile anlatamıyorum.” Gözlerinin mavisi tüm endişelerden sıyrılarak kahvelerime kenetlendi. “Bambaşka bir şeysin. Tıpkı bir mucize gibi.”
Yüzümü avuçlarının arasına alıp baş parmağıyla yanağımı hafifçe okşadığında bana nasıl hissettirdiğini bilemezdi. “Hayatımı altüst etmek için gelmiş gibisin. Şaşırtıcı olansa hayatımın altını üstünden daha çok sevmeye başlamış olmam,” dediğinde gülümsedim.
“Bugün biraz tuhafsın.” Normalde bana hep güzel şeyler söyleyen biri değildi.
Yanaklarımdaki elini çekmeden, “İyiyim,” diyerek bana doğru uzanıp dudaklarını alnıma bastırınca yutkundum. Karun ilk kez beni alnımdan öpmüştü. Bunu daha önce hiç yapmamıştı.
Alnımdan öptükten sonra beni göğsüne çekip sımsıkı sarıldı. Onun kollarının arasında kaybolmuşken başını eğdi ve burnunu saçlarımın tepesine gömdü. Saçlarımın kokusunu uzun uzun içine çekerken, “Hiç olmadığım kadar iyiyim,” diye mırıldandı.
“Saka.”
Başım onun göğsündeyken kokusuyla mayışmış bir sesle, “Dinliyorum,” dedim.
“Hak etse de bir daha ona vurma,” diyen sıkıntılı sesini duydum. “Rezil bir insan olsa da sonuçta o benim annem.” Bu uyarıyı yaptığı için ona kızamıyordum çünkü ne olursa olsun o kadın onun annesiydi. Onun babama vurması hoşuma gitmezdi, annesine yaptığım şeyde onun hoşuna gitmemişti. Bu tokadın amacını çok iyi bildiği için bana kızmamıştı ama tekrarı olursa tepkisini açıkça ortaya koyacağını biliyordum. Karısının sık sık annesini hırpalaması hiçbir erkeğin hoşuna gitmezdi.
Onun kollarında huzuru bulmuşken, “Kocam,” diye mırıldandım. “Sen neden eve gelmiştin?” Öğle saatlerinde eve gelen biri değildi.
Benden ayrılıp dolaba doğru yürüdü. “Bir şey unutmuşum.” Dolabın kapısını açıp ceketlerinden birinin ceplerini karıştırdığında ne aradığını anlamadım. USB belleği andıran bir şeyi alıp hızlıca cebine koymuştu. Bunu fazla hızlı ve saklar gibi yaptığı için merak ederek, “O ne?” diye sordum.
“Hiçbir şey.” Bir konuda beni avutur gibi gülümsemeye çalıştı. “Bunun içinde işle ilgili şeyler var.” Yanıma gelip dudaklarıma küçük bir öpücük kondurması bile fazla şüpheli gelmişti. “Sen bunlarla kafanı yorma,” dedikten sonra odadan çıktı.
Arkasından bakarken omuz silkerek önüme döndüm. Onun sıkıcı işlerini zaten merak etmiyordum. Gidip büyükbabamın neler yaptığına baksam iyi olacak çünkü onu yalnız bırakmaya gelmiyordu. Yine saçma sapan sitelere girmesini istemiyordum.
***
Elimdeki çatalla tabağımdaki zeytinlerle oynarken hiç iştahım yoktu. Karun’u dün öğleden beri görmediğim için keyifsizdim. Onu en son dün eve o belleği almak için geldiğinde görmüştüm. Akşam eve gelmeyince merak edip onu aramıştım ama beni avutur gibi işleri olduğunu söyleyip telefonu kapatmıştı. Telefonda sesi çok kötü geliyordu. Belki de bunu gizlemek için telefondaki görüşmemizi kısa kesmişti.
Endişelendiğim için bahçeye çıkıp Furkan’a bundan bahsetmiştim. Furkan, Karun’a eşlik eden korumalardan birini aramıştı. Karun’un hâlâ şirkette ve ofisinde olduğunu teyit ettirmiştik. Gerçekten işlerinin yoğunluğundan eve gelmemiş gibi görünüyordu. Madem öyle içimdeki bu sıkıntı da neyin nesiydi?
“Şşş abimin karısı.” Çağıl kolumu dürtünce başımı çevirip ona baktım. “Rahatla artık,” dediğinde bu durgun halimden hoşlanmamış gibiydi. “Alt tarafı kocan bir gün eve gelmedi, ne bu keder?”
“Bilemiyorum, Çağıl,” diyerek suratımı asmaya devam ettim. “Sırf işleri yüzünden Karun geceyi bensiz geçirecek biri değildi.” Tüm işleri iptal edip yine bana gelirdi. O benim göğsüme başını yaslayıp uyumaya alışmıştı. Kalp atışlarımı duymadan bir gece geçirdiğine göre ortada çok ciddi bir sorun olmalıydı.
Çağıl korkularımı dindirmek istercesine bana hafifçe tebessüm etti. “Karun gibi adamların işi hiç bitmez, her gün kaç kişiyle uğraştığını tahmin bile edemeyiz. Gevşe biraz bugün kocan eve döndüğünde sorarsın hesabını.”
Başımı salladığımda Kenan ve Kadem içeri girmişti. Onları görmek biraz olsun keyfimi yerine getirdiği için, “Hayırdır?” diyerek ikisine takıldım. “Siz yine niye buradasınız?”
Kahvaltı masasını görünce hemen kendilerine bir sandalye çekip oturdular. “Açız,” diyen Kenan, Levent’in önündeki tabağı kendi önüne çekmişti.
Somurtan Kadem, “Ve beş kuruşumuz yok,” dedi.
“Aynı zamanda evsiziz,” diye ekledi Kenan.
Kadem olayı iyice dramatize ederek iç çekti. “Karnımızı doyurup gideceğiz,” deyince hepimiz onlara gülmeye başladık. Duha ikisinin tüm banka hesaplarını bloke ettirmişti. Üstelik onları eve almadığı gibi hiçbir yerde barınmalarına da izin vermiyordu. Hangi otele gitseler Duha’nın tek bir telefonuyla kovuluyorlardı. Elay, Duha’yla barışmadıkça bu ikisini süründürmeye devam edecekti.
Melek kendi tabağını Kadem’in önüne itip, “Ben aç değilim sen ye,” dediğinde Kadem onun tabağını geri onun önüne koymuştu. “Çiçek bana bir şeyler hazırlar.” Başını kaldırıp Nermin ile bir köşede duran Çiçek’e baktı. “Çiçek bana şöyle bol soğanlı bir menemen yapsana.”
Çiçek tebessüm ederek başını salladı. “Tabii Kadem Bey.” O ince sesiyle konuşup gözlerini bizim aptala dikmişti. “Yanında başka bir şey daha ister misiniz? Ilık süt mesela?”
Sütü duyunca Kadem’in gözleri ışıldadı. “Seviyorum seni, Çiçek,” dediğinde Çiçek kıkırdarken Çağıl içtiği çayı püskürterek çıkartmıştı. “Höst lan!” Kızgın bakışları anında Kadem’e kenetlenmişti. “Kimi seviyorsun sen?”
Kenan sırıtarak, “Çiçek’i seviyormuş,” dediğinde Çağıl sıktığı dişlerinin arasından, “Sikerim!” dedi. Bunun düşüncesi bile onu delirtiyordu.
Hepimizin imalı bakışları onu buldu ama Çağıl öldürecekmiş gibi Kadem’e baktığı için bizim bakışlarımızın farkında değildi. Çiçek’in bakışlarını da üzerinde hissedince yalandan öksürerek kendisini toparlamaya çalıştı. “Evdeki çalışanlara asılmak yok,” diyerek Kadem’e ters ters baktı. “Git dışarıdaki kızları sev!”
Çiçek, Çağıl’ın duygularından bihaber olduğu için, “Bu kadar kızmanızı gerektirecek bir şey yok, Çağıl Bey,” dedi yumuşak bir sesle. “Bizler de Kadem Bey’i çok seviyoruz.” Yanındaki Nermin’de onu onaylayarak başını salladı. Kadem kadınlarla çok iyi anlaştığı için ne zaman buraya gelse hizmetçileri güldürüp onlarla şakalaşırdı.
Çiçek’in söylediklerini duymak Çağıl’ın hiç hoşuna gitmemişti. Kıskandığı için kaşlarını çatarak ikaz eder gibi zavallı kıza bakıyordu. “Kendine gel, Çiçek senin işin dışarıdan gelenleri sevmek değil.”
Kadem onun asıl derdini çok iyi bildiği için sırıttı. “Ne demek istiyorsun? Dışarıdan gelenleri sevmesi yasak ama evin içindekileri sevmek serbest mi?” dediğinde Çağıl masadaki tuzluğu alıp onun kafasına fırlattı. “Kalk git lan evimden!”
Kadem kafasını eğince tuzluktan son anda kurtulmuştu. Başını kaldırdığında Kenan ile ikisi gülerek Çağıl’a bakıyordu. Çağıl belindeki silahı çıkartıp, “Siktir olup gidin!” deyince ikisi gülerek hemen ayağa kalktı. “Gideriz.” Kadem bunu söylerken masadaki ekmek sepetine uzanmıştı. Anlaşılan ekmeğimizi de kendiyle götürecekti.
“O kadar da gurursuz değiliz.” Kenan bize gururdan bahsederken bir tabağa peynir, zeytin, domates ve salatalıkla koyuyordu.
Biri tabağa ne bulduysa koydu, diğeri de ekmek sepetini olduğu gibi aldı. En büyük yüzsüzlüğü yaptıkları hâlde Çağıl’a bakıp, “Evin senin olsun!” dedikten sonra kapıya doğru yürüdüler.
Biz onların arkasından şaşkınca bakarken Kenan, “Bu tabaktakiler öğlene kadar bizi tok tutar,” diyordu Kadem’e.
Kadem ise, “Ekmeğimiz de var,” diyordu gülerek. “Bir yerlerde süt ve çay da bulduk mu, tamamdır bu iş.”
Onlar gidince dayanamayıp kahkaha attım. “Elay bir an önce Duha’yla barışmazsa sırf bu ikisi için onları ben barıştıracağım. İki günde ne hâle geldiler.” Çoğu zaman sinirlerimi bozsalar da onlara kıyamıyordum.
“Gebersinler!” Çağıl hâlâ burnundan soluduğu için ters bakışlarından değişen bir şey olmamıştı. “Bundan sonra zıkkımlanacak başka bir ev bulsunlar.”
Çiçek üzülerek dudaklarını sarkıttığında giden ikilinin arkasından bakıyordu. “Kadem Bey doğru düzgün hiçbir şey yiyemedi,” deyince iyice asabı bozulan Çağıl, “Kaybol gözümün önünden, Çiçek!” diyerek çatık kaşlarla onu da tersledi. “Kadem Bey’in için çok endişelendiysen sende onun peşinden git istersen?”
Çağıl’ın sert tepkisinden ürken kız aceleyle başını iki yana salladı. “Özür dilerim efendim.” Kovulmaktan korktuğu için, “Nermin burayla ilgilenir benim mutfakta işim vardı,” deyip kaçarcasına dışarı çıkmıştı.
Çiçek gidince Çağıl bozuk bir suratla ayağa kalkıp sinirli bir şekilde homurdandı. “Ağız tadıyla bir yemek bile yedirmiyorlar!” Kime kızdığı bile belli değilken söylenerek sandalyesinin arkasına astığı ceketini aldı. “Dışarı çıkıyorum siz keyfinize bakın.” Bu kadar çok sinirlendiğine göre Çiçek’e olan duyguları düşündüğümden daha yoğundu.
Çağıl’da gidince Melek, Levent, büyükbabam ve ben gülerek birbirimize baktık. Melek bile olanları anlamıştı. “Ne zamandır böyle?” diye sordu.
Levent hınzır bakışlarını ona çıkarttığında gülüyordu. “Neredeyse üç yıldır ama son zamanlarda eskisi gibi iyi saklayamıyor.” Çağıl üç yıldır Çiçek’e âşık mıydı? Bu karşılıksız bir şekilde birini sevmek için çok uzun bir süreydi.
“Artık nasıl canına tak ettiyse daha fazla içinde tutamıyor,” dedi büyükbabam.
“Ben olsam çıkar karşısına itiraf ederdim.” Bunu diyen bendim.
“Karşı tarafta sıfır duygu.” Levent gözden kaçırdığımız bir detaya değinirken yüzüne fazladan biraz gizem katmıştı. “Kız küçük bir ışık yaksa bizimki açılacak ama sarışında tık yok.” Ne yazık ki haklıydı, Çiçek bizim üsteğmenle aynı hisleri paylaşıyormuş gibi görünmüyordu.
Onun için Çağıl evdeki diğer patronlarından farklı değildi. Karun ve Levent neyse Çağıl’da onun için öyleydi. Çiçek patronlarının gözüne batmadan kendi hâlinde işini yapan biriydi. Bu yüzden Çağıl’ın ona âşık olduğunu anlamıyordu çünkü buna ihtimal vermiyordu. Patron ve çalışan arasındaki sınıra o kadar bağlıydı ki Çağıl’ın ondan hoşlanacağına zerre kadar ihtimal vermiyordu. Zaten bu yüzden Çağıl o kadar açık ettiği hâlde Çiçek hiç üzerine alınmıyordu.
Çağıl’ın işi gerçekten çok zordu. İşine bu kadar bağlı bir kıza üç yılda bir şeyleri hissettiremediyse bundan sonra da değişen bir şey olmazdı. Çağıl’ın sevgisini takdir ettiğimi itiraf etmeliyim, bu devirde kolay kolay kimse üç yıl boyunca birini karşılıksız sevmezdi.
***
Artık çıldırmanın eşiğine gelmiştim çünkü on gündür Karun eve gelmemişti. Ne zaman arasam işleri olduğunu ve her şeyin yolunda olduğunu söyleyip telefonu kapatıyordu. Çocuk avutur gibi kısa cümlelerle beni geçiştiriyordu. Birkaç kez onu görmek için şirkete gitmeye kalkıştım fakat Furkan bana onun şirkette olmadığını söylemişti. Bir hafta önce Hector ile görüşmeye gitmiş.
Evet, Hector ve Gazel kumarhanedeki patlamadan kurtulmayı başarmıştı. Tabii aynı şeyleri William için söyleyemem. Patlama esnasında William ona verdiğimiz uyku ilaçlarıyla uyuduğu için zamanında dışarı çıkamamış. Bunu bile daha dün öğrenmiştim.
Oğlunu öldürdüğüm için Carlos yıllarca peşimi bırakmamıştı. Babasını öldürdüğüm için kim bilir Hector bana neler yapacaktı. Beni asıl endişelendiren ve meraktan kıvrandıran şey Karun’un Hector ile bir görüşme ayarlamasıydı. Hector gibi biriyle konuşacak neyi olabilirdi ki? Bu adam yine ne işler karıştırıyordu?
Artık iyice korkmaya başlamıştım çünkü Karun benden kaçıyordu. İş falan hepsi bahaneydi, o gerçekten benden kaçıyordu. Normal bir zamanda iki eli kanda bile olsa bana gelecek adam son on gündür eve uğramıyordu. Elimde telefonla avluda dolanıp duruyordum. Çağıl bile artık beni dizginleyemiyordu çünkü o da ortada bir sorun olduğunu sezmişti. Yine de tüm bu süreçte hep yanımda olmuş ve desteğini benden hiç esirgememişti.
“Çağıl onu gördün mü?” Ellerimi saçlarımdan geçirirken hiçbir yere sığamıyordum. “Ben on gündür Karun’u göremiyorum.” Daha fazla kendimi tutamayıp ağlamaya başlamıştım. On gündür yaşadığım bu belirsizlik beni çıldırtacaktı.
“Eve gelmiyor, şirkete gidiyorum onun orada olmadığını söyleyerek beni kapıda çeviriyorlar. Başka nereye bakacağımı bilmiyorum ama delirmek üzereyim. Arıyorum doğru düzgün telefonumu açmıyor, açtığında ise otuz saniye konuşup kapatıyor.” Elimin tersiyle gözlerimdeki yaşı silip, “O iyi mi?” dedim. “Karun’un neyi olduğunu bilmek istiyorum.”
“Bir şey oldu, değil mi?” En korkunç senaryolar aklıma doluşurken ıslak bakışlarımı Çağıl’a çıkarttım. “Bir şey oldu ve benden mi saklıyorsunuz? Kocama bir şey oldu,” dediğimde Çağıl hemen aramızdaki mesafeyi kapatıp, “Şşş,” diyerek bana sarıldı. “Sadece senden değil, herkesten kaçıyor ama onu bulduğumda seni bu kadar üzdüğü için belasını sikeceğim!”
“Sadece iyi olduğunu görmek istiyorum.” Yanındaki korumalarını nasıl korkuttuysa Furkan onları arayınca artık onlar bile Karun’un yerini söylemiyordu.
Malikânenin kapıları açılınca Karun’un geldiğini düşünüp hemen Çağıl’dan ayrıldım. Büyük bir beklentiyle kapıya baktığımda içeriye babamın arabası girince hüsranla dolmuştum, gelen yine Karun değildi. Bir kez daha hayal kırıklığı dört bir yanımı sarmıştı. Babam beni böyle görmesin diye aceleyle gözyaşlarımı silerken sinir ve endişeden ellerim titriyordu.
Babam arabadan inip yanıma geldiğinde ona gülümsemeye çalıştım. “Hoş geldin baba.”
Babam tuhaf gözlerle bana bakarken elinde tuttuğu pembe ciltli dosyayı yeni fark ediyordum. “Hoş buldum,” dediğinde sesi ne kızgındı ne de mutlu. Bilemiyorum ama bir garipti sanki.
Her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışırken ona evi gösterdim. “Hava çok soğuk içeri geçelim.”
Babam göğüs kafesini havayla doldurup derin bir nefes aldığında içeri girmeye yanaşmadı. “Gerek yok,” dediğinde siyah gözlerindeki endişenin sebebi bendim. “Seni burada bekliyorum, Efil. Eşyalarını toplayıp büyükbabanı da çağır gidelim.”
“Nereye gideceğiz?”
“Eve.”
“Baba benim evim burası.”
“Artık değil.” Ne demek istediğini anlamadığım için gergin bir ifadeyle elindeki dosyayı bana uzattı. “Evliliğinin iptali gerçekleşti, Efil. Artık sen bir Kalender değilsin.” Duyduklarımla kaskatı kesildiğimde nefes alamıyordum. Kalbim teklediğinde tüm vücudum donup kalmıştı. Babam neyden bahsediyordu? Bana artık bir Kalender olmadığımı söylüyordu ama öyleydim. Öyleydim değil mi?
Uzattığı belgeyi alıp hızlıca karıştırmaya başladığımda beni neyin beklediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. O kadar korkmuştum ki yaşadığım korkunun vücuduma yüklediği adrenalin yüzünden okuduklarımdan hiçbir şey anlamıyordum. Yaşadığım telaş ve panik okuduklarımı anlamama engeldi. Uzun süre soğuk havada kaldığım için mi yoksa korkudan mı, bilmiyorum ama artçı sarsıntılarla titremeye başlamıştım.
Titreyen parmaklarım yüzünden elimde tuttuğum belgeler bile titrerken, “Çağıl ben bunları okuyamıyorum,” dedim can çekişir gibi. “Bir şeyler yazıyor ama anlayamıyorum.”
“Bana ver.” Çağıl dosyayı alıp hızlıca göz gezdirmeye başlayınca soluğumu tutmuş bir şekilde bitirmesini bekledim. Karıştırıp hızlıca göz attığı her bir sayfayla Çağıl’ın suratının rengi biraz daha değişmişti. “Nasıl lan!” Hayretler içinde kalmış gibi şaşkın bakan gözlerini okuduğu sayfalardan ayırmıyordu. “Nasıl bunu yapar? O herifin beynini sikeyim, nasıl bunu yapar!”
“Çağıl,” diye fısıldadım korku içinde. “Neler oluyor?”
Parçalamak ister gibi elindeki kâğıtları sıkarken kaşları çatıktı. “Evveliyatını siktiğim piçi senden boşanmış!” diye bağırdığında bahçedeki tüm korumaların gözleri beni bulmuştu. Neyden bahsediyordu? Karun benden boşandı mı?
Çağıl ağız dolusu küfrederken sinirden yüzü kıpkırmızı kesilmişti. “Duha’dan aldığı tüm belgeleri mahkemeye veren, evliliğin hangi şartlarda yapıldığını kanıtlayan kişi Karun’un ta kendisi!” Abisinin böyle bir şey yapmasının siniriyle dişlerini sıkmıştı. Ellerini saçlarından geçirirken okuduklarını bana nasıl izah edeceğini bilmez bir hâldeydi.
“Seni duruşmaya bile çağırmamışlar çünkü seni deli olarak göstermişler!” Çenesini sıktığında yüzünde birkaç kas seğirmişti. “Baban akıl sağlığının yerinde olmadığını iddia etmiş, psikoloğun bunu doğrulamış ve avukatın ona verdiğin vekâletle senin de bu evliliğin iptalini istediğini savunmuş. Burada hepsinin yazılı ifadesi var.” Çağıl’ın elâ gözleri çaresizce bana bakarken, “Komplo kızım bu!” dedi sertçe. “Baban ve kocanın sana kurduğu bir komplo!”
Ne söylediğinin farkında mıydı?
O psikoloğu Karun bana ayarlamıştı ve onun istediği üzerine psikolog benim için bir deli raporu mu hazırladı? Bir zamanlar boşanmak istediğim için avukatıma tam vekalet vermiştim. Karun avukatımı satın aldı ve o mahkemeye çıkartıp hâkime boşanmak istediğimi söyletti, öyle mi? Eğer avukata vekalet verirseniz boşanmak için bizzat mahkemeye çıkmanıza gerek yoktu. Sizin yerinize avukat bu işi halledebilirdi ve Karun bunu kullanmıştı.
Babam da oraya çıkmış ve akıl sağlığımın yerinde olmadığını doğrulayıp Karun’a istediğini vermişti. Böylece babam da istediğini almıştı. Karun’un Duha’dan aldığı belgeler ise bu evliliğin hangi şartlarda yapıldığını gösteriyordu. Hepsi elbirliğiyle beni sırtımdan vurmuştu ama en çok canımı acıtan şey beni bir deli olarak göstermeleriydi. Hani deliysem bir tek onun delisiydim? Hani kim ne karışırdı? Bana bunları söyleyen o değil miydi?
Duha’ya da üzüldüm çünkü nikâhta sahtecilikten şu anda onun da başı belada olmalıydı. Karun’un benden asla boşanmayacağını düşündüğü için o kanıtları Karun’a vermiş olmalıydı. Fakat Karun ikimizin de güvenini sarsmıştı. Benden boşanmış ve Duha’nın aleyhindeki kanıtları mahkemeye sunmuştu. Duha şu anda gözaltına bile alınmış olabilirdi.
Sol gözümden sızan bir damla yaşı gören Çağıl’ın da gözleri dolmuştu. “Ağlama,” diye mırıldandı yalvarırcasına. “Ağlama değmez o piçe!” Dudaklarım titreyerek, “Çağıl,” dedim ama canım o kadar çok yanıyordu ki devamını getiremedim.
“Sakın!” diye beni uyararak başını iki yana salladı. “O herif için sakın bir damla gözyaşı dökme. Bugünden sonra ağlayıp sızlayan sadece o olacak çünkü bu yaptığıyla kendi kafasına sıktı!”
Babam bir kez daha hayatımı mahvetmemiş gibi bana arabasını gösterdi. “Gidelim, Efil,” deyince nemli gözlerle ona baktım. “Baba sen ne yaptın?” Babam bana bunu nasıl yapmıştı? Önce Gazel, sonra babam ve kocam… daha kaç kez sırtımdan bıçaklanacaktım?
Bana doğru bir adım atıp, “Senin iyiliğin için yaptım,” diye mırıldandığında başımı iki yana sallayarak ondan uzaklaştım. “Yaptığın hiçbir şey benim iyiliğim için değildi, sen kendinden başka kimseyi düşünmüyorsun!” Beni düşünseydi kızını bir deli gibi gösterip o mahkemeye çıkmaz ve aleyhime ifade vermezdi.
Babam sözlerime itiraz ederek, “Yanılıyorsun-” demişti ki yumruklarımı sıkarak, “Artık seni görmek istemiyorum!” diye bağırdım. “Rahat bırak beni, yapacağını yaptın düş artık yakamdan. Seninle gelmeyeceğim, Adana’ya dönmeyeceğim ve bu evde de kalmayacağım.”
Gözlerinin içine kararlılıkla bakıp kaşlarımı biraz daha çattım. “Artık rahat bırak beni! Baba çek şu ellerini artık üzerimden. Görmüyor musun, yaptığın her şey sadece beni öldürüyor.” Babam bir türlü mutlu olmama izin vermiyordu. Onun kurallarıyla yaşamazsam yaşamama bile izin vermiyordu.
Tam bir şey söyleyecekti ki ona sırtımı dönüp Furkan’a baktım. İçler acısı halime dayanamamış olacak ki o da birkaç damla gözyaşı dökmüştü. Ben ona bakınca hemen başını eğip hızlıca gözlerindeki yaşı sildi. “Furkan,” diye mırıldandım ıslak gözlerle. Kirpiklerim, dudaklarım ve sesim titrerken, “Çağırın gelsin,” dedim son kez.
Bu saatten sonra bu evde bir dakika bile durmazdım ama öncesinde Karun gelecek ve bana bir açıklama yapacaktı. Tüm bunları neden yaptığını açıklayacaktı. En azından bir açıklamayı hak ediyordum. Buraya gelecek ve beni nasıl boşadığını bir kez de gözlerimin içine bakarak söyleyecekti. Ondan sonra büyükbabamı da alıp gidecektim bu evden.
Parmağımdaki evlilik yüzüklerini avucuna bırakarak çıkacağım bu kapıdan. Gidişimi izleyecek ama beni durduramayacaktı çünkü artık onun karısı değildim. Bu yüzden buraya gelip benimle son kez yüzleşmeliydi. Onunla evlenmeyi ben istememiştim tıpkı ondan boşanmayı da istemediğim gibi. Ne evli olduğumu öğrenmek beni mutlu etmişti ne de boşandığımı öğrenmek. Her ikisinde de kimse bana fikrimi sormamıştı.
Birileri benim hayatımla kafasına göre oynuyor, benimle ilgili kararları bana sormadan veriyordu. Her şey beni ilgilendiriyordu ama her defasında en son benim haberim oluyordu. Evli olduğumu öğrenince de canım çok yanmıştı, boşandığımı öğrenince de. İkisi de çok fazla acı vermişti ve hâlâ veriyordu. Gerçekten bu muameleyi hak ediyor muyum?
Canım o kadar çok yanıyor ki acım bile bana verdiği acı karşısında utanmış durumdaydı. Bir insana bu kadar yüklenmek de günahtı, ben artık bir daha ona nasıl güveneceğim? Bu yaptığıyla Serhat’tan bir farkı kalmamıştı ki. Son kez bana gelecek, son kez onu dinleyeceğim ve bir daha geri dönmemek üzere bu evden ayrılacağım. Bu saatten sonra söyleyeceği hiçbir şey beni bu evde tutamazdı.
Ben artık Bige Efil Saka Kalender değildim.
Belki de en çok acıtan buydu, onun karısı olmadığımı kabullenmek.
Yorumlar