Roman
  • 01/12/2025

37-SAKA'NIN DA KALBİ ÜŞÜYOR

“Aslında sevdiğim herkes acım karşısında alkış tutan seyircilerimdi.”

Bige Efil Saka

Alacağım cevaptan korkmama rağmen avluda durup Karun’u bekliyordum. Dört saattir burada bekliyordum ama hâlâ gelmemişti. Sanki çok hakkı varmış gibi babam bana kızıp duruyor, gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Ne onun yüzüne bakıyordum ne de ona cevap verecek kadar söylediklerini dinliyordum. Babamdan hiç olmadığı kadar nefret ederken onu umursamıyordum. Dört saattir bulunduğum yerde sabırsızca kıpırdanıp Karun’un gelmesini bekliyordum.

Olanları duyan herkes buraya toplanmıştı. Melek, Levent ve büyükbabam da buradaydı. Çağıl ise yanımda durmuş, içeri girmem için bana yalvarıyordu. Buradaki herkes beni içeri girmeye ikna etmeye çalışıyordu ama soğuk hava umurumda değildi. Karun gelecekti, o gelmeden buradan ayrılmayı düşünmüyordum. Onu çağırdıysam gelecekti. Gelmeyince onu bir şekilde ayağıma getireceğimi iyi bilirdi.

Gittikçe daha fazla sinirlenen babam gür kaşlarını çatarak, “Bu kadar yeter artık!” diyerek herkesin içinde bana bağırdı. “Gelince ne olacak sanıyorsun? Ne değişecek? Özür dilerse affedecek misin? Adam seni boşadı ama sen hâlâ onun evinden ayrılmamak için inat ediyorsun! Hiç mi gururun yok senin?” dediğinde delici bakan gözleri beni nasıl da yargılıyordu. Sanki o duruşmaya katılıp kızını deli gösteren o değilmiş gibi nasıl da kızıyordu bana.

Babama o kadar kızgındım ki ne ona cevap vermeyi istiyordum ne de yüzüne bakmayı. Beklediğim araba nihayet bahçe kapısından içeri girince herkesi bırakıp malikâneye girdim. Herkesin içinde onunla konuşamazdım. Karun’un nasıl bir açıklama yapacağını kestiremediğim için bu konuşmaya kimsenin tanık olmasını istemiyordum.

Merdiveni çıkarken aslında bu basamakları son kez çıktığımı içten içe biliyordum. Yukarı çıkıp son kez açtım odamızın kapısını. Odanın ortasında durdum ve o gelene kadar son kez baktım etrafıma. İçim öylesine acırken ben bakışlarımın değdiği her şeyle vedalaşıyordum. Çünkü biliyordum birazdan bu kapıdan çıkacağımı ve bir daha asla geri dönmeyeceğimi. Ben nasıl gideceğim o kokan bir evden? Ben nasıl bırakacağım onu? Peki, o nasıl bıraktı beni? Benim içim bu kadar yanarken onun canı hiç mi yanmamıştı?

Dışarıdan gelen adım seslerini duyunca heyecandan mı yoksa korkudan mı, bilmem ama kalbimin çırpınışları kulaklarıma geliyordu. On günden sonra onu göreceğim için heyecanlıydım ve korkuyordum çünkü bana nasıl bir açıklama yapacağını bilmiyordum. Kapı açılınca Karun içeri girmişti. Arkasındaki kapıyı kapattığında onunla içeriye buz gibi bir hava da girmişti. On günden sonra gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde ikimizde hiç konuşmadık.

O da özlemiş gibi bakıyordu hem de çok özlemiş gibi. Mavi gözleri her zerreme büyük bir özlemle bakarken nasıl bitirdi bizi? Karun gerçek anlamda berbat bir hâldeydi. Son on günde doğru düzgün hiçbir şey yememiş ve içmemiş gibi yüzü solgun, gözlerinde yorgunluk vardı. Üzerindeki takım elbisesi bile aynıydı. On gün önce bu evden çıkarken giydiği lacivert takımı hâlâ üzerindeydi. Sanki hiç banyo yapmamış veya üzerini değiştirmemişti.

Üzerine sinen ter, alkol ve sigara kokusunu bile soluyordum. Kim ona ne yaptı da bu hâle gelmişti? Benim kocam sigaradan nefret ederdi. Üzerine sinen bu sigara kokusu da neyin nesiydi? Allah kahretsin, nasıl bir sebep onu on günde böylesine dağıtmıştı? Söyleyeceklerimizden korkar gibi sessizlik içinde birbirimizi izledik. Ben canımı yakan soruyu ona nasıl soracağımı düşünürken belki o da nasıl cevap vereceğini düşünüyordu.

Bir süre sonra sessizlik ikimizin de canını yakmaya başlayınca derin bir nefes alıp, “Beni çağırmışsın,” diyerek aramızdaki sessizliğe son vermişti.

Özledim demeye utandığım için, “Göresim geldi,” dedim kısık bir sesle.

Gözlerini bir saniye bile olsun yüzümden ayırmadan başını ağır ağır salladı. Sanki yüzümü ezberliyordu. “Anladım,” dediğinde bile sanki son kez bakıyordu. Son kez bakıyor, son kez konuşuyor ve son kez benimle aynı havayı soluyor gibiydi.

“Biri mi var?” diye sordum birdenbire. “Bu yüzden mi boşandın benden?”

“Biri olduğunu mu düşünüyorsun?”

Boş bulunup, “Yok kocam,” dediğimde son söylediğim kelimeyle ben dilimi ısırırken o, başını başka bir tarafa çevirdi. Bakamadı yüzüme artık kocam değildi, bunu kabullenmeliydim. Belki de kabullenmesi en ağır şey bu olacaktı.

Ben artık Sanrı’nın Saka’sı değildim.

Onu dinlemeden yargılamayı, söyleyeceklerini duymadan kızmayı istemiyordum. Mantıklı bir açıklaması olduğuna kendimi ikna ederek, “Biri olduğuna inanmıyorum,” dedim. “İnanmıyorum ama sen yine de olmadığını söyle.” Derin bir nefes alıp kararlı gözlerle ona baktım. “Aksi takdirde bu odada sadece birimiz sağ çıkabilir.”

Kaşlarını çattı. “Beni kendi hayatınla mı tehdit ediyorsun?”

“Kendi hayatımla olduğunu da nereden çıkardın?”

Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. “Anladım.” Yok denecek tebessümü belki de odaya girdiğinden beri yaptığı en iyi şeydi.

“Biri var mı?” Bu soruda ısrarcıydım.

“Senin dışında mı?”

Acı bir tebessüm kondu dudaklarıma. “Hayatında mıyım, Sanrı?”

Kırık tebessümüme somut bir acıyla karışık verir gibi başını yavaşça salladı. “Olmadığını mı düşünüyorsun, Saka?”

“Boşandık biz.” Bu gerçeği dile getirdikçe kendimi buna alıştırmaya çalışıyordum. “Sen boşadın beni.”

Biliyorum dercesine başını sallayıp odanın içine yürüdü. “Öyle gerekti.” Öyle mi gerekti? Bana söyleyeceği tek şey bu muydu?

“Neden?” diye sordum. “Karun neden bana bunu yaptın? Tehdit mi edildin? Birileri sana şantaj mı yapıyor? Benim üzerimden birileri seni köşeye mi sıkıştırıyor? Söyle hangisi?” dediğimde sesimdeki yakarışı hissetmiyor olamazdı. Ondan mantıklı bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı yoksa bugün bu odada her şey bitecekti.

Anlayışlı olmaya çalışmam ona katlanılmaz bir acı veriyormuş gibi yüzüme bile bakmadan kapıyı gösterdi. “Git,” dediğinde bakışlarını benden kaçırıyordu. Sıkıntı içinde derin bir nefes aldı. “Baban seni bekliyor.”

“Hayır.” İnat ederek kalmakta ısrarcı oldum. “Bana bir açıklama yapmadan hiçbir yere gitmiyorum.”

Başını iki yana sallayarak pencereye doğru yürüdüğünde umursamaz görünmek için elinden gelen çabayı gösteriyordu. “Sana hiçbir şey açıklamak zorunda değilim.” Benimle bu konuşmayı yapmaktan kaçtığını görebiliyordum. “Belki de sıkıldım senden,” dediğinde bana karşı kırıcı olmak için kendini zorluyor gibiydi. “Senden sıkıldım ve boşandım oldu mu?”

Hayır, olmadı ve böyle olmazdı da çünkü bu bir cevap değildi. “Buna inanmamı mı bekliyorsun?” Böyle bir şeye inanacak kadar aptal mı sanıyordu beni?

“Yalan söylüyorsun birileri seni bu sözleri söylemeye zorluyor!” Ben onun bana nasıl baktığını bilirdim. Sıkıldım deyince benden gerçekten sıkıldığına inanacak kadar aptal bir kadın değilim. Bana bunu yapmasının bir sebebi olmalıydı, olmak zorundaydı.

Pencerenin önünde dikilip dışarıyı izlemeye başladığında beni görmezden geliyordu. Ona karşı anlayışlı olmaya çalıştıkça bu daha fazla canını sıkıyordu. Kendine nefes alacak alanı oluşturmak için ceketini çıkartıp odanın bir köşesine attı. “Anlamanı beklemiyorum ama gitmelisin!” Yönünü bana doğru çevirip can çekişir gibi bakarken, “Git be kızım,” dedi yalvarırcasına. “Fazla uzatmadan git, Saka.”

“Neden?” Anlamaya çalışıyordum ama böyle bir şeyi nasıl anlayacağımı bilmiyordum. “Neden yaptın? Bunun cevabını bana verirsen gideceğim.” Onu anlamaya çalışıyordum ama burada olanları anlamam mümkün değilmiş gibi geliyordu. Sanki hiçbir sebep beni boşamasını haklı çıkarmayacaktı.

Karun’un gözleri aşağıya kayarak önümde birleştirdiğim ellerime baktı. Ne görüyorsa sanki bana cevap vermekten daha önemliymiş gibi ellerime yoğunlaşmıştı. Başımı eğince sağ elimin parmaklarıyla sol elimin yüzük parmağına dokunduğumu gördüm. Çocukluktan kalan bu yardım çağrısını farkında olmadan yine yapmaya başlamıştım. Hayır, parmağımdaki alyansa dokunmuyordum, sol elimin yüzük parmağının ucuna dokunuyordum. Sanki onun yüzüğüne dokunmaktan korkar gibi parmağımın sadece bir boğumunu sıkıyordum.

Yardım istiyorsan yüzük parmağının ucuna dokun.

Yardım istiyordum ama bu odada Karun’dan başka kimse yoktu. O ise bana yardım etmek yerine beni uçurumdan aşağıya itiyordu. Ellerimi birbirinden ayırıp yan tarafımda tuttum. “Karun, artık bana bir cevap vermelisin. Neden benden boşandın?”

Bu evden ve bu evlilikten çıkıp gideceksem arkamdan hiçbir pişmanlığım kalmamalıydı. İki kuru lafa tüm gemileri yakmak yerine elimden gelen her şeyi yaptığımı bilmeliydim. Yaptım demeliydim, yaptım ama olmadı diyebilmeliydim. Çok uğraştım olmadı, oldurmadı deyip yoluma bakmalıydım. En önemlisi de ona haksızlık yapmadığımı bilmeliydim. Eğer gideceksem onun ahını almadan gitmeliydim.

Ben gitmekten bahsederken bile ona ne olacağını düşünüyordum, o ise sadece gitmemi istiyordu. “Bir anda benden sıkıldığını fark ettin ve gidip beni boşadın öyle mi?”

Sorduğum son soruyla şömineye doğru yürürken yine bakışlarını benden kaçırmıştı. “Bir anda olduğunu da kim söyledi?” Bunları söylediğinde onun sırtıyla bakışıyordum çünkü dönüp yüzüme bakmıyordu. “Bunu anlamam için on gün fazlasıyla yetti.”

Şöminenin rafında duran içki şişesini aldığında buruk gözlerle onu izliyordum. Kadehlerden birine uzanırken ruhsuzca, “Denedim,” dedi. “Denedim ama olmuyor, sen bir erkeğin sevebileceği bir kadın değilsin.” Bu sözler dudaklarından çıktığı an karması bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Kulaklarımda bir basınç oluştuğunda yediğim fiskenin şiddetli çınlamasını duydum ve ben, darbenin nereden geldiğini veya neremden vurulduğumu bile anlamadım. Sanki elinde bir silah vardı ve doğrudan bana ateş etmişti.

Sözlerinin etkisi kalbe alınan bir kurşun kadar keskindi.

Acıyı her uzvumdan hissederken kurşunun nereye isabet ettiğini anlamamıştım. Belki de hedefinde kalbim vardı ve bu uğultulu basınç kalbimin sesiydi. ”Karma,” dedim içimden. Onun karması beni bulmuştu. Hem de en savunmasız olduğum bir anda gök gürültüsü gibi kulaklarımı kanatmış, bir yıldırım gibi beni çarpmıştı. Bu benim ettiğimi bulmamdı.

Acı bir gerçekle yüzleştim ve Fransa’daki konuşmamızı hatırladım. Bir otelin restoranında, ”Sence sen bir kadının isteyeceği biri misin?” diyen sözlerim bir cilet gibi beni kesip parçalamıştı. Öyle bir kesti ki kendi kanımdan boğulduğumu hissettim. Çırpındım, yardım istedim ama kimse duymadı haykırışlarımı. En çok Karun duysun istedim ama belki de bir tek o duymadı beni.

“Değilsin,” diyen sözlerimi sırasıyla hatırladım. ”Sadece kadınların değil, sen kimsenin sevebileceği biri değilsin.”

Zihnimdeki savaşa karşı zırhım bile üzerimde değilken, ”Sanrı,” diyen kendi sesimi duydum. Restorandaki o konuşmadan kaçmak için adeta çırpınıyordum. ”Sen ailesi tarafından sevilen biri bile değilsin, nasıl sana tahammül edip bu evliliği sürdürmemi istersin?” dediğimi hatırlayınca gözlerimi yumarak bu savaşın kanlı muharebesinde yenik düştüm.

Şimdi o benim sevilecek bir kadın olmadığımı düşünüyordu. Hep derim ya, insan yaşattığını yaşamadan ölmezmiş diye. Şimdi ona yaşattığım sözlerin ağırlığını yaşıyordum. Benden farklı olarak en azından beni ailemle vurmamıştı. Belki de henüz bunu yapmamıştı.

Ona olan bakışlarımdan kaçmak ister gibi başıyla raftaki kitaplarını işaret etti. “Benim için oradaki kitaplardan bir farkın yok.” Bunları söylerken sesi soğuk ve baskındı. “Seni okudum.” Beni yaşayıp bitirmiş gibi, “Sonuna geldim,” diyerek hevesini aldığını ima etti. “Tekrar okumama gerek yok.”

Seninle işim bitti diyordu.

Öncesinde kullanmış gibi...

Bugün bu o odada kimse bana vurmadı ama Karun’un söylediği her şey vurmuş kadar etkiliydi. Belki vursa bu kadar sağlam bir iz bırakmazdı. Vursaydı vurduğu yer hemen iyileşirdi ama sözlerinin şiddeti asla iyileşmeyecek kadar derine nüfus etmişti. Her sözü benim için eflatun elbiseyle eşdeğerdi. Bu konuşmanın içinde yer alırken kaç kez atladım o çatıdan, bilmiyordum.

Gözleri bir kez daha ellerime kayınca başımı eğdim. Ellerimin tekrar birleştiğini ve yine yüzük parmağıma dokunduğumu gördüm. Sağ elimin parmakları bu sefer sol elimin yüzük parmağının ucuna dokunmuyordu. Tırnaklarımı parmaklarımın boğumuna geçirerek kendi canımı yakıyordum.

Hızlıca ellerimi birbirinden ayırıp bu sefer arkama sakladım. Gözlerim benzetildiğim eski kitapların üzerinde oyalandığında ağlamamak için kendimle mücadele ediyordum. “İstemediğin bir kadının her gece göğsünde uyumazsın.” Elimi kaldırıp kalbimin üzerine bastırdım. “Başını yasladığın yer burasıydı,” dedim kısık bir sesle. “Her gece duyduğun kalp atışları benimkiydi.”

Bir dikişte kadehteki tüm içkiyi bitirdiğinde ısrarla bana bakmaya kaçınıyordu. Kadehini tekrar doldurmak için bana sırtını döndüğünde aceleciydi. “Başka kadınların da göğsünde uyumadığımı nereden biliyorsun?” Tek bir cümleyle onun için atan kalbimi bile değersizleştirmişti. Beni onun için özel kılan şey aslında benim kendi kafamda kurduğum bir senaryo muydu?

Bu ihtimalin gerçeklik payı beni öylesine dağıttı ki tutunmak için elimi yanımdaki masaya uzattım. Sırtı bana dönük bir şekilde içkisini yudumlarken, “Bu konuda benim için bir ilk olduğunu da nereden çıkardın?” dedi acımasızca. Cansız bir masa bile bana tutunacak bir dal olmuştu ama o, olmadı ve olmak istemedi.

“Onların kalp atışlarını göğsünde taşımıyorsun,” dediğimde sesimle ona yalvarıyor, bakışlarımla merhamet dileniyordum. Ancak dönüp benim yüzüme bile bakmıyordu sanki benden kaçıyordu. “Başka kadınların değil, benim kalp atışlarım var kalbinin üzerinde.”

Omuz silkerek, “Silinir o,” dedi umarsızca. Ne yapacağımı bilmez bir hâlde birkaç kez derin derin nefesler aldım. Ben hâlâ nasıl bu kadar sakin durduğumu bile bilmiyordum. Üzüleceğim, ağlayacağım, sinir krizleri geçirip paramparça olacağım ama bütün bunlar benim meselemdi. Onu ilgilendiren tek kısım bana söylediği sözlerdi.

“Anladım,” dedim kısık bir sesle. Bugün anlamadığım çok şey yaşıyordum ama ben anladım diyordum. Peki, anladığım tam olarak neydi? Ben bu olanlara akıl sır erdiremiyorum ki nesini anlayayım.

Ne evlendiğimi anlayabildim ne de boşandığımı. Herkes bir oyuncak gibi benimle oynuyordu ve ben onların oyunlarını anlamaya çalışırken arada yıpranıyordum. Bu kahrolası dünyada şu zamana kadar anlamadığım, anlayamayacağım ne varsa hepsini yaşamıştım. Canımı yakan her şeyi en sevdiklerim bana yaşatmıştı. Alın yazımdı sanki bu benim, aklımın ermediği her şeyle sınanmak kaderim olmalıydı.

O bombanın fitilini yakıp arkadaşlarımın katili olurken neye sebep olacağımı anlamıyordum ama babam anlıyordu. Annemi öldürecek tetiğe basarken neye sebep olacağımı bilmiyordum ama Carlos biliyordu. Evlenirken kiminle evleneceğimi ben bilmiyordum ama Serhat, Kadem ve Duha biliyordu. Şimdi boşandım ve ben yine hiçbir şey bilmiyordum ama babam ve kocam biliyordu. Ben niye hayatımda olup bitenleri bilmiyordum?

Neden benim dışımdaki herkes benimle ilgili şeyleri benden daha iyi biliyor ve anlıyordu? Ya ben o kadar yoruldum ki hâlâ nasıl yaşıyorum, onu bile anlamıyordum. Karun’un acımasızlığı karşısında ağlamamak için o kadar çok direniyordum ki, bunun için âdeta kendimle savaş halindeydim. Kalmak için nasıl bir çaba sarf ettiğimi görmüyordu. Onda kalmak ve onunla olmak için gururumu nasıl hiç ettiğimi görmüyordu.

Bana karşı zerre kadar yumuşamadan düz bir şekilde karşısındaki duvara bakıyordu. Ben ki gururundan ödün vermeden bir çatıdan atlayan kadın hâlâ onun evinde ve onun odasındaydım. Sevgi öyle bir illetti ki yapmam dediğiniz her şeyi size yaptırırdı. Sizi göklere de çıkartırdı şu anda bana yaptığı gibi ayaklar altına da alırdı. Bu yüzden kendinden daha çok kimseyi sevmemeliydi insan.

Ben onu hangi ara bu kadar çok sevdiğimi bile bilmiyordum. Ben ona yuva olmaya çalışırken o, beni evsiz bırakmanın peşindeymiş. İçkisinden birkaç yudum alarak başını pencereye doğru çevirdiğinde yine bakışlarını benden kaçırmıştı. “Fazla açıktı kolların,” diyen sesi yargılayıcıydı. “Müsaadeni bile istemeyeceğim kadar fazla açıktı.”

“Kollarımın arasına girip orada kendine yer edinecek kadar mı açıktı?” Acı içinde güldüm. “Ama sen koşuyordun,” dedim peşimden koştuğu günlere değinerek.

“Hayır,” diyerek başını iki yana salladı. “Sana koşmuyordum.” Bunları söylerken bir türlü bana bakmıyordu. “Ben yaşadıklarımdan, geçmişimden, dünümden ve bugünümden kaçıyordum.”

Can acıtan bir nefesten sonra, “Bense bana koştuğunu düşündüm çünkü kollarım sana fazla açıktı,” diye mırıldandım. Bana yaşattığı yıkımın içinde bir yerlerde kaybolmuştum.

Oysaki o bana gelmiyordu, kendinden kaçıyordu. Koşmaktan yoruldu, biraz göğsümde soluklandı ve şimdi de beni arkasında bırakıp yoluna devam etmek istiyordu. Ben onun için sadece bir duraktım, bir sonraki durağa geçmek için beni arkasında bırakmalıydı. Benden her şeyimi alıp kaçıyordu.

İstediği gibi kolayca benden kurtulamadığı için elindeki kadehi bir kez daha kafasına dikti. Hepsini içip nefesini sertçe vererek şişeye doğru yürüdü. Bunları yaparken bile benimle göz kontağı kurmaktan kaçınıyordu. “Seni istemediğimi neden anlamak istemiyorsun?” Hayır, artık anlıyordum.

“Uzun uzun anlatmayınca ya da sana bir kanıt sunmayınca seni istemediğime ikna olmayacak mısın?” Bana doğru döndüğünde gözleri bir kez daha elime kayınca ellerimi hemen arkama sakladım. Farkında olmadan sık sık yüzük parmağımın ucuna dokunup duruyordum.

Karun bana hayatımın dersini verirken alay edercesine kaşlarını yukarı kaldırdı. “Söylesene çok mu sevgisiz kaldın sen? Kimseler seni sevip saçlarını okşamadı mı? Bu yüzden mi bendeki bu ısrarın?” dediğinde donup kalmıştım. Öylece kalakaldığımda kirpiklerim bile titreşmedi. Onun bana sorduğu soruyu bende kendime sorarken hiçbir şey yapamadım.

Söylesene Bige, kimseler sevmedi mi seni?

İşte şimdi her anlamıyla canımı yakmayı başarmıştı. Belki de bu ondan aldığım son darbeydi. Gitmem gerektiğini bana hatırlatan öldürücü darbelerden biri de buydu. Beni istemediğini, benden sıkıldığını söylediğinde bile bir şekilde dayanmayı başarmıştım ama artık daha fazlasını yapamazdım. Acıyı bu denli yoğun hissederken daha fazla dayanamazdım bu zulme.

Sözleri acıttı çünkü kimseler beni sevip saçlarımı okşamamıştı. Belki de bu yüzdendi ondaki ısrarım. Hissettiğim tüm bu berbat duyguları kalbimin odacıklarına saklayıp kapılarını sıkıca kilitledim. Orada kalıp kalbimi acıtsınlar ama ben buradan çıkana kadar bir süre daha beni ağlatmasınlar istedim. Artık gitme vakti geldiği için yürüyüp masanın üzerindeki çantamı aldım.

Daha önce zorla bana verdiği kredi kartlarını masanın üzerine bıraktıktan sonra çekmeceye doğru yürüdüm. Onun bakışları eşliğinde çekmeceyi açıp pasaportumu çantama koydum. Pasaportum ve kimliğim dışında bu odadan hiçbir şey almamıştım. Tam karşısında durduğumda hâlâ ifadesi olmayan gözlerle beni izliyordu ama parmağımdaki yüzüğe uzandığımı görünce, “Saka,” dedi bir an yapma der gibi. Sanki bunu kontrolü dışında söylemişti.

“Sorun değil.” Avaz avaz ağlamak isterken burukça ona gülümsedim. Bu benim yerlerdeki gururumu kurtarmak için gösterdiğim son çabaydı. “Duymam gereken her şeyi fazlasıyla duydum.”

Yüzüğü çıkarmak için başımı eğdiğimde parmağımın kanadığını daha yeni fark ediyordum. Konuşma boyunca o kadar çok yardım çığlıkları atıp yüzük parmağımın ucuna dokunmuştum ki, hangi sözüyle tırnağımı geçirip parmağımı kanattığımı bilmiyordum. Tırnağım bir jilet gibi parmağımın boğumunu kestiği için akan kanı daha yeni fark ediyordum. Önce tek taş yüzüğü daha sonra da içinde adı yazan alyansı parmağımdan sıyırıp çıkardım.

Onları kirletmemeye çalışmıştım ama kanayan parmağımdaki yüzükler oldukları için ikisine de kanım bulaşmıştı. “Kan bulaştığı için kirlendi, çöpe atarsın artık,” dediğimde Karun avucumdaki kanlı yüzüklere bakarken gözlerine akın eden hüznü gördüm. Burnunun direği sızlarcasına gözleri dolmuştu ve bu sefer ağlayamayan o oldu.

Gözlerindeki bu duyguyu görmek için çok fazla ona yalvarmıştım ama benim yapamadığımı parmağımdaki iki yüzük yapmıştı. Yüzüklerdeki kan suratındaki hisli ve somut kederi ortaya çıkarmıştı. Artık umurumda da değildi. Elini tutarak iki yüzüğü de avucuna bıraktım. İçinde fırtınaların koptuğu mavilerine son kez bakarak derin bir nefes aldım. “Ben seni ısıtmanın yollarını ararken sen beni nasıl ayazda bırakacağını düşünüyormuşsun. Tebrik ederim, Sanrı artık Saka’nın da kalbi üşüyor,” dedikten sonra hızlı adımlarla odasından çıktım.

Arkamda baktı mı, bilmem ama ben bu odadan çıkarken bir kez bile arkama dönüp bakmadım. Onu arkamda bırakmışken hep orada kalsın diye bir kez olsun dönüp bakmamıştım. Dağıldım, paramparça oldum ama yıkılmak için bu evden çıkmayı bekliyordum. Ne ona ne de babama yenilgimi göstermeyecektim.

Bu yüzden ön kapıyı kullanmak yerine malikânenin arka kapısından bahçeye çıktım. Babam ve diğerleri beni avluda beklerken ben arka bahçeyi kullanarak dışarı çıkmıştım. Bahçenin bu tarafını koruyan korumaların bakışları eşliğinde ayrıldım bu evden. Hızlı adımlarla orada uzaklaşıp herkesi arkamda bırakmıştım. Bir suçlu gibi herkesin bakışlarından kaçmıştım oysaki suçlu olan ben değildim. Belki kurbandım ama suçlu değildim.

***

Arabalar yanımda vızır vızır geçerken kaldırım kenarında şuursuzca yürüyordum. Bir elimde ayakkabılarım diğer elimde çıkardığım alyansın boşluğu vardı. Yağmurun altında sırılsıklam olmuş bir hâlde yürürken hiçbir şey düşünemiyordum. Her yerde kış soğuğu olduğu için hava buz gibiydi, üstelik çok da ıslanmıştım. Titriyordum ve bir yere sığınma ihtiyacı hissediyordum ama bunu yapamıyordum. Şu zamana kadar kime sığındıysam bir bıçak da o sırtıma sapladığı için kimsenin kapısını çalamıyordum.

Başım önde ve omuzlarım çökmüş bir hâlde yağmurun altında çıplak ayakla yürüyordum. Bunu hâk etmiştim çünkü ben ona güvenmeseydim o da beni bu hâle getirmezdi. Ne de olsa benim kollarım herkese fazla açıktı. “Seni asla affetmeyeceğim.” Bir daha istese de beni hayatında bulamayacaktı.

Gecenin bir yarısı bu soğukta dışarıda ne işim vardı? Üzerimdeki bordo elbisem neden her adımla biraz daha kırışıp vücuduma yapışıyordu? Saçlarımın uçlarında neden yağmur suyu akıyor veya ben neden üşüyordum? Düşünmem gereken şey bunlar olmalıydı ama ben bunları düşünmüyordum. Aklımı meşgul eden, içimi yakan, ruhumu parçalayıp kalbimi yerinden söken başka şeyler vardı. Şu anda yağmurun altında yürümekten çok daha büyük sorunlarım vardı.

Nereye gittiğimi bilmeden İstanbul sokaklarında yürürken, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye fısıldadım. Ben nasıl unuturum bu olanları? Babamı nasıl affedeceğim? Ya Karun’u? Onu nasıl affedeceğim? Onun bu yaptıklarını, son söylediklerini nasıl unutacaktım. Önceden yaptıklarını bile unutmamışken bu son yaptıklarını nasıl unutabilirdim.

Su birikintisine basarak yürürken ayağım bir taşa takıldığı için küt diye dizlerimin üzerine düştüm. Şu saate kadar hiç ağlamamıştım ama yere düşünce sol gözümden süzülen bir damla yaş yağmurun ıslattığı yüzüme akmıştı. Sonra bir tane ve bir tane daha… Gözyaşlarım birbiri ardına akmaya başlayınca daha fazla kendimi tutamadım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Düştüğüm yerde kalkma gereği duymadan başıma gelenlere ağlamaya başladım. Oysaki orada bir damla gözyaşı bile dökmemiştim.

Arkamdan Kadem’in, “Efil!” diyen sesini duyduğumda bile yerimden hiç kalkmamıştım. Hızlanan adım sesleri kulağıma geldi ve otuz saniye içinde yanıma gelip karşımda diz çöktü. Başımı kaldırınca onun da sırılsıklam olduğunu gördüm. Aslında başından beri hep benimle yürüyordu, değil mi? Kadem’in birkaç metre uzağımda sessizce beni takip ettiği çok anlaşılıyordu.

Yüzüme yapışan ıslak saçlarımın arasından titreyerek ona bakıyordum. “Be-ben iyiyim,” dedim berbat bir hâldeyken. “Evet, ağlıyorum ama onun için değil.” Dizlerimi ona gösterdim. “Düştüm ben.”

Gözlerimden durmaksızın yaşlar akarken, “Sende gördün düştüm,” dedim acı çeken bir sesle. “Dizlerim çok acıdı o yüzden ağlıyorum.” Onun da gözlerinden yaşlar akarken, “Dizlerim çok acıyor, Uğur,” diye fısıldadım cılız bir sesle. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken içim acıyarak gözlerine baktım. “Çok acıyor kardeşim, çok acıyor!”

Keşke acıyan tek şey dizlerim olsaydı.

Kadem ne yapacağını, acımı nasıl dindireceğini bilmez bir hâlde bana bakarken, “Biliyorum,” diyerek acıma ortak olup benimle ağladı. “Bana açıklama yapmana gerek yok, dizlerinin acısını biliyorum.”

“Bana çok şey söyledi,” diye fısıldadım. “Neden boşanmak istediğine dair çok şey söyledi.” Acı içinde güldüm. “Ama hiçbiri güzel şeyler değildi.”

“Kurşun gibiydi sözleri.” Hıçkırığıma engel olmak için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Titreyen bir sesle konuşurken gözyaşları içinde ona başımı salladım. “Ta içimi delip geçti, o kadar ağırdı.”

“Biliyor musun, orada hiç ağlamadım.” Çok istedim ama bunu yapamadım çünkü Karun bir kalbim yokmuş gibi bana davranmıştı. Canım yanmıyormuş, acı çekmiyormuşum gibi bana davranmıştı ama canım yanmıştı. Canım o kadar çok yandı ki orada ağlayamadım bile. Şimdi ağlıyordum çünkü Karun burada değildi ve onun olmadığı bir yerde hiç olmadığı kadar çok ağlıyordum.

Haddinden fazla titrediğimi görünce Kadem kolumu tutarak, “Gidelim evde konuşuruz,” dedi aceleyle. Benim için çok endişeleniyordu belki de benim için endişelenen bir tek o vardı.

Çok fazla soğuk havaya maruz kaldığım için öksürerek, “Uğur,” dedim yorgun bir sesle. “Babam ve kocam benim için bir deli raporu çıkarmışlar. İkisi mahkemede beni deli olarak göstermiş.” Belki de en çok bu canımı yakıyordu. Ben deli değildim ki neden böyle bir şey yaptılar? Bu kadarına gerçekten gerek var mıydı?

Ben bir tek ona şımarıyor, bir tek onun yanında çocuklaşıyordum. Bunlar delilik miydi? Oysaki Karun, ”Seninle birlikte yaşlanma fikri bile fazla güzel,” demişti. Ama benimle yaşlanmamak için beni deli gösterip benden kurtulmuştu. Boşanalım deseydi ondan boşanmayacağımı mı sanıyordu? Bunun için bana bir deli raporu çıkarmasına hiç gerek yoktu.

Kadem adeta bana yalvararak kalkmam için ısrarını sürdürdü. “Efil kurbanın olayım gidelim artık.”

“Hayır,” dedim cılız bir sesle. “En dibi boylayayım ki benim için daha aşağısı olmasın. Dibi boylayan insanlar neden yukarı tırmanır biliyor musun? Çünkü daha aşağısı olmadığını anlarlar.” Yukarı tırmanmak istiyorsam önce düştüğüm yerin en dibini görmeliyim.

Dipteyim hem de en dibinde.

Ama bu hep böyle olmayacaktı, elbet bunun da bir çıkışı olacaktı.

Kadem durmaksızın ağladığımı görünce yerde olmamızı umursamadan beni kollarının arasına çekti. Kollarını bana sarınca onun şefkatine sığınıp daha çok ağlamaya başlamıştım. Gözyaşlarımı onun göğsüne akıtırken, “Biliyor musun, Uğur,” diye mırıldandım boğuk bir sesle. “O beni bu kadar kırarken ben tüm o kırgınlığın içinde bile onu affetmenin yollarını arıyordum.”

İnsanın en büyük düşmanı aslında sevdikleriydi çünkü hiçbir düşman beni bu kadar çok ağlatamazdı. Hiçbir düşman gecenin bir yarısı beni bir kaldırım kenarında yıkamazdı. Hiçbir düşman yağmurun altında sırılsıklam ıslanırken beni bu denli ağlatamazdı. Karun en ezeli düşmanlarımın bile yapamadığı şeyi yapmıştı. Gerçek anlamda beni yıkıp paramparça etmişti.

Ağlamaktan yorgun düşene kadar gözyaşlarım hiç dinmemişti. Sığındığım tek kişi çocukluk arkadaşım ve kardeş gibi gördüğüm Kadem’di. Onun dışında kimseyi yanımda istememiş ve kimseyle yalnızlığımı bölüşmek istememiştim. Ben aslında farkında olmadan Kadem’i beklemiştim. Sana ona konuşur, bir tek onun göğsüne sokulabilirdim çünkü o benim yuvamdı. Ne babam ne de Karun benim için bir Kadem etmezdi.

O kadar çok ağlamıştım ki gözpınarlarım bir süreliğine kurumuştu. Yoldan geçen her araba bize su sıçrattığı için Kadem’in kollarının arasından çıktım. Ağlamaktan şişmiş gözlerime bakıp iç çekti. “Hasta olacaksın seni eve götüreyim.” Burada bir evim yoktu ki benim.

Yerlerin ıslak ve kirli olmasını umursamadan sırtüstü kaldırıma uzandım. “Sen git.” Yüzüme düşen yağmur damlaları gözlerimi kırpıştırmama neden oluyordu. “Ben böyle iyiyim.” Ben hiç iyi değildim.

Kadem ısrar etmek yerine yanıma uzandığında tıpkı benim gibi bulutlu ve karanlık gökyüzünü izliyordu. “İyi!” dedi kızar gibi. “Burada ölelim.”

“Ölmeyelim mi, Uğur?”

İç çekişini duydum. “Birlikte öleceksek ölelim, Efil.”

Uzandığım yerde elimi yukarı kaldırıp yağmur damlalarının avucuma düşmesine izledim. ”Artık bilmediğin, gelip geçmediğin, hiç görmediğin bir yerdeyim. Sensiz,” diye kısık sesle bir şarkı söylemeye başladım. Yağmur damlalarının yüzüme düşmesini izlerken aklıma gelen bu şarkıyı mırıldanmaya başlamıştım.

“Artık bakmadığın, beni duymadığın, hiç görmediğin bir yerdeyim. Sensiz,” dedim derin bir iç çekişle.

Yanımda uzanıp tıpkı benim gibi üzerimize düşen yağmuru izleyen Kadem’in, ”Umudum yok, umudum yok,” diyen mırıltısını duydum. ”Umut riya, gerçek zaman.

Peşimde koşturan teselli yok.”

Kendimi tutamayıp hıçkırdım. ”Telafi yok. Hayat rüya, her şey yalan.

Yaklaşınca zaman,” dedim gözyaşlarımı akıtarak.

“Dayanabilir mi sence sonlara?

Yenebilir mi onları?

Bozabilir mi bu kahpe yazgıyı?

Kalbim, kalbim,” dediğimde sesim titriyor, gözyaşlarım yüzüme düşen yağmura karışıyordu.

“Tutunabilir mi sence Tanrı’ya?” dedi Kadem. ”Geçebilir mi bu acı?

Kırabilir mi kahrı zinciri?

Kalbim, kalbim,” dediğinde canımı yakan bir başka şey ise Kadem’in de ağlıyor olmasıydı. Benimle yağmur altında şarkı söyleyen çocuk, gözyaşlarıma ağlıyordu. Şarkı söyleyen sesinde bile gözyaşı vardı.

Elini uzatıp havadaki elimi tuttuğunda sanki dokunuşuyla beni ısıtmak istiyordu. Parmaklarımı onun parmaklarının arasından geçirerek elini sıkıca tuttum. Ellerimizi yüzümüzün hizasında yukarıda tutarken, “Kadem,” diye mırıldandım.

“Evet?”

Sinirlerim bozulduğu için gülmeye başladım. “Sanırım çok müşkül bir durumdayım,” dediğimde acı bir kahkaha attı. “Bu sefer inanırım.”

Bir süre sonra, “Efil,” diye mırıldanan oydu. Birbirine kenetlenen parmaklarımızı izlerken, “Dans edelim mi?” diye sordu.

Başımı çevirip ona baktığımda o da beni izliyordu. Yan yana uzanmış bir halde yerde ıslanırken, “Olur,” dedim ağlamaktan çatallanmış bir sesle. “Dans edelim.”

Biz onunla çocukken de böyleydik, birbirimize çok hızlı uyum sağlardık. Birimiz şarkı söylemeye başlayınca diğeri de hemen onunla şarkı söylerdi. Birimiz ağlayınca diğeri de ağlar ve onun acısını bölüşürdü. Birimizin gülüşü diğerini de güldürürdü. Birimiz çamurun içine düşse diğeri de hemen onun yanına atlar, gülerek onunla o çamurda yuvarlanırdı.

Ne zaman birimiz dans etmek istese diğeri hemen olur derdi. Biz ikimiz birbirimizi yadırgamadan ve sorgulamadan hemen uyum sağlardık. Bu eskiden de böyleydi, şimdi de böyle. Zaman geçti, içinde bulunduğumuz dünya değişti, insanlar değişti ama biz onunla hep aynı kaldık.

Ayağa kalktığımızda kışın soğuğunda ince, bordo bir elbiseyle titrediğimi görünce Kadem ceketini çıkardı. Islak ceketini yere atınca beyaz bir gömlek ve siyah, kumaş pantolonla karşımda durdu. Eğilip ayakkabılarını ve çoraplarını da çıkardı. Artık o da benim gibi çıplak ayaklarla duruyordu. Sanki benim ondan daha fazla üşümemi istemiyormuş gibi şartları eşitlemişti.

Elini bana uzatınca bir saniye bile beklemeden elini tuttum. Ona yaklaşıp diğer elimi de omzuna koyduğumda o da boştaki eliyle belimi tutmuştu. Tıpkı çocukken yaptığımız gibi yağmurun altında dans etmeye başladık. ”Dayanabilir mi sence sonlara? Yenebilir mi onları? Bozabilir mi kahpe yazgıyı?

Kalbim, kalbim,” diyen şarkıyı tekrar söyleyerek dans etmeye başladık.

Yorulana kadar yağmurun altında hep aynı şarkıyla dans etmiştim. Bir süre sonra şarkının sonuna gelince, “Uğur,” dedim kısık bir sesle. Yağmur damlacıklarının süzüldüğü yüzüne bakıp, “Yağmurun yağması çok güzel değil mi?” diyerek burukça güldüm. “Kimseler ağladığımı görmüyor.”

İçli bir ifadeyle ağlamaktan şişmiş ve muhtemelen rimeli akmış gözlerime baktı. “Ben görüyorum ya, Efil,” dediğinde titreşen kirpiklerinin arasından birkaç damla gözyaşı akmıştı. “Keşke tüm dünya ağladığını görseydi de ben bir damla gözyaşını görmeseydim.” Herkes beni kırıyordu, Kadem’i ise bir tek ben...

Uzanıp dudaklarımı yanağına bastırarak öpücüğümü eşitlediğimde kaskatı kesilmişti. Yıllar önce birbirimizden ayrılmadan hemen önce yanağının sadece bir tarafını öpmüştüm. Tekrar bana dönsün diye o gün bilerek öpücüğümü yarım bırakmıştım. Yıllar sonra bana dönmüştü belki istediğim şekilde değil ama dönmüştü işte. Bu öpücüğü daha fazla erteleyemezdim. Yarım kalan öpücüğümü bu gece, bir sokak lambasının altında ve onun kollarında dans ederken eşitlemiştim.

Kadem bir şeylerin ters gittiğini hissetmiş gibi gerilmişti. “Neden şimdi eşitledin o öpücüğü?” Çünkü yarım kalan bir öpücüğün lânetini daha fazla üzerimde taşımak istemiyordum. Onunla her anlamda tamamlanmalıydık.

“Bence zamanı gelmişti,” diyerek iç çektim. “Şimdi bana o patlamadan nasıl kurtulduğunu anlat. Artık seni dinlemeye hazırım.”

“Neden şimdi?” Yüzü ciddileştiğinde belimi saran kolları gerilmişti. “Neden bu gece?” diye sorduğunda korkmaya başlamıştı. Bir şeyler seziyordu ve bunun ne olduğunu bilmemek onu deli ediyordu. Endişeli gözlerle bana baktığında kahve irisleri titremişti. “Neler oluyor, Efil? Neyin peşindesin kardeşim?”

“Hiçbir şey olduğu yok.” Onunla dans etmeye devam ederken ıslak gözlerle ona gülümsedim. “Bazı şeyleri düşünmek istemediğim için aklımı meşgul etmeye çalışıyorum. Hadi, anlat lütfen.”

Kadem ne hissediyorsa bu onu korkuttuğu için sıkıntılı bir sesle, “O gün en az senin kadar olacakları bilmiyordum,” dedi ve böylece bizim için geçmişin kapılarını araladı. “Seni bırakıp kaçarken aklımda olan tek şey babamı bulmak ve sizin için yardım getirmekti.”

“Nasıl çıktın?”

“Pencereden atladım.”

“İkinci kattaydık.”

Beni onaylayarak yavaşça başını salladı. “Bu yüzden atlayınca kolum ve kafamı kırdım.” O günleri hatırlayınca kırılan kemiklerinin acısını hâlâ hissediyormuş gibi yüzü gerilmişti. “Orada başımı çarptığım için hafızamı kaybettim. Sizi tam o noktada unutmuştum.” Patlamanın olduğu gün mü hafızasını kaybetmişti?

Dikkatli bir şekilde ona bakmamdan rahatsız olmuş gibi beni kendi etrafımdan bir tur döndürdü. “Gözlerimi açtığımda kan içindeydim ama Adana’daki depoda değil, İstanbul’daki bir evdeydim.” Beni tekrar kollarına çekince dans etmeye devam ettik.

Sahteliği çok belli olan bir gülümseme kondu dudaklarına. “Patlamada kurtulan adamlardan biri beni bahçede baygın bulmuş ve Carlos için küçük bir hediye olacağımı düşünüp beni İstanbul’a getirmiş.” Anlaşılan on yaşındayken İstanbul yolculuğu başlamıştı. O gün ayrıldığımız an aramıza şehirler girecek kadar birbirimizden çok hızlı kopmuştuk.

İçli gözlerle beni izlerken burnunun direği sızlamış gibi, “Zordu ,Efil,” diye başını salladı. “Carlos’un kum torbası olmak hiç kolay değildi. Oğlunun kaybıyla sarhoş olana kadar içiyor ve bilincimi kaybedene kadar bana işkence ediyordu.”

Gözlerimin içine küçük bir çocuğun kırgınlığıyla baktığında ona sımsıkı sarılmak istemiştim. “En acısı neydi biliyor musun? Tüm o işkencelere neden maruz kaldığımı bilmiyordum. Ölesiye canımı yakıyorlardı ama ben niye yaptıklarını veya suçumu bilmiyordum.” Bu sefer de onun için ağlamaya başlamıştım. “Bilmiyordum çünkü hiçbir şey hatırlamıyordum! Kim olduğumu bile bilmiyordum be kızım.”

“Karanlıktı,” diye fısıldadı. “Beni tuttukları yer çok karanlıktı.” Ve o, karanlıktan çok korkardı.

Gözlerim dolduğunda Kadem yetim çocuklar gibi başını omzuna doğru bükerek yere eğdi. Zaten öyle değil miydi? Onun Duha ve benden başka kimi vardı ki? “Işıkların yandığına sevinemiyordum,” dediğinde şimdi o da yağmurun yağmasına seviniyordu çünkü yağmur onun da gözyaşlarını gizliyordu.

“Işıkların yandığına sevinemiyordum, Efil.” Son söylediklerini tekrarlarken kahve gözlerinden yaşlar akıtıyordu. “Sevinemiyordum çünkü ışıkların yandığı tek an Carlos’un bana işkence etmek için içeri girdiği anlardı. Bunun dışında hep karanlıktı.”

“Işıkları sen yaksaydın,” dedim aptal bir çabayla. Sanki geçmişe gitmem mümkünmüş gibi onun karanlığına küçük bir ışık arıyordum.

“Işıkları yakmam yasaktı.” Kahverengi gözlerinde ıslak bir buğu oluştuğunda gülümsemeye çalıştı ama bunu yapamadı. “Karanlıktan korktuğumu bildikleri için ışık bana yasaktı.”

“Ne zaman duvardaki düğmeye dokunsam daha fazla canımı yaktılar.” Ve bir süre sonra ışıkları yakmaya korkmuştu. Bir korku onu karanlık gibi başka bir korkunun kollarına itmişti.

“Nasıl kurtuldun?”

“Kurtulmadım.” Gözlerinde her an taşmak üzere olan yaşları saklamak için başını eğmişti. “Öldüm.”

Kolları arasında buz kesmiştim. “Nasıl?”

“Kalbim durdu.”

Başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak ona acı veren bir geçmişi anlatmayı sürdürdü. “Carlos bir gün beni o kadar çok dövdü ki kalbim durmuş ve bilincimi kaybetmiştim. Öldü diye beni bir gecekonduya atmışlar. Gözlerimi araladığımda bir çöplüğün içindeydim ve kırılmadık kemiğim kalmamıştı.” Susup dudaklarını birbirine bastırdığında devam edecek gücü kendinden bulmaya çalışıyordu.

Sırtımın arkasındaki eli taş kesildiğinde nefesini sesli bir şekilde vermişti. “Beni attıkları yerde acılar içinde kıvranırken bir kibrit kutusunu gördüm. Boş içki şişelerinin hemen yanındaydı. Birazdan her yerin yine karanlığa gömüleceğini biliyordum. Sürünerek de olsa kibrit kutusunu almıştım.”

Beni izlerken yapmacık bir şekilde gülmüştü. “Ölüyordum hem de gerçek anlamda ama benim tek düşündüğüm şey küçük bir ışıktı. O kibrit kutusundaki son çöpe kadar dayandım ama sonra yine bilincimi kaybettim.” Ve bütün bunları yaşarken sadece on yaşındaydı. O harabenin içinde can çekişirken küçücük bir çocuktu.

Dans etmeye devam ederken Kadem derin bir nefes aldı ve beni bir kez daha kendi etrafımda çevirdi. “Duha beni bulmuş, onunla hayatlarımızın kesiştiği yer o gecekonduydu.”

“O günden sonra onun peşini hiç bırakmadım. Kovsa da gitmedim çünkü kendime dair hatırladığım tek şey ismimdi, bunun dışında kimi kimsem yoktu. Yani ona muhtaçtım.” Biz vardık ama biz onun zihninden kovulmuştuk. Elinde olmayan sebeplerden dolayı bizi unutmuştu.

“Duha ile karışmadığımız pislik, çekmediğimiz zorluk kalmadı ama o, hiç pes etmedi.” Bunları söylerken onunla gurur duyar gibiydi. “Duha fazla zeki ve hırslı biriydi. Sürekli dünya sana bir şeyler vermiyorsa sen almasını bileceksin derdi. Önce küçük işler ama daha sonra tehlikeli ve yasadışı işlere atıldık. Kazandığımız parayı her defasında ikiye katlayacak işlerin içine giriyorduk.” Duha’nın sadece iyi bir manipülasyoncu değil, aynı zamanda kıvrak bir zekâsı olduğunu kimse inkâr edemezdi.

Kadem o yılların anılarının içinde kaybolmuşken dudaklarında küçük bir gülümseme vardı. “Duha kendine zengin bir imaj oluşturdu ve insanları kârlı bir yatırıma ikna ederek dolandırdı. O paralarla daha büyük müşterilerin gözlerini boyayıp onların hayatına sızdı. Böylece en dipten başlayıp en tepeye tırmanmaya başlamıştı.” Şu anda bulunduğu son konumu düşünürsek başarmıştı da. Duha bir şekilde arzuladığı hayata ulaşmıştı.

“Kendimde yaptığım tek değişiklik adımı değiştirmek oldu,” dediğinde ona gülümsedim. “Kadem ismi çok güzel,” dedim yumuşak bir sesle. “Sen benim hep Uğur’um olarak kalacaksın ama dilim alıştığı için sana Kadem demeye devam edeceğim.”

Bunu sorun etmiyormuş gibi gözlerindeki parıltıyla beni izliyordu. “İkisi aynı anlama geliyor, o yüzden hangisini istersen onu söyle.”

Bir süre sustuktan sonra tekrar anlatmaya devam etti. “Beni ölesiye dövüp bir harabeye atan adamların tekrar gelmesinden korkuyordum. Bu yüzden Uğur isminden vazgeçtim ve Uğur anlamına gelen Kadem ismini aldım.” Aslında adını değiştirdiğinde bile ismi değişmemişti çünkü ikisi de aynı anlamları taşıyordu.

Gülümsedi. “Belki inanmayacaksın ama seni bir menekşe kokusundan hatırladım.” Sözlerini doğrulamak ister gibi başını yavaşça salladı. “Hiçbir şey hatırlamıyordum ama Rengin, Duha’ya bir menekşe çiçeği hediye etmişti. Küstah bir tavırla benden saksıyı Duha’nın odasına çıkarmamı istemişti. Elimdeki saksıyla merdiveni çıkarken kokusunu merak ettim.”

Sustu ve gözleri bir süre saçlarımda gezindi. “O menekşe çiçeği tıpkı saçların gibi kokuyordu. Uzaktan hiç kokusu yoktu ama burnunu yakınına gömünce tarifi olmayan bir kokuyu soluyordun. Var ve yok gibi ya da hiçliğin ortasında varlığını iddia eder gibi,” dediğinde fark ettiğim bir gerçekle hıçkırıklarla ağlamak istedim.

“Kadem,” diye fısıldadım içim acırcasına. “Menekşeler kokmaz.”

Şiddetle karşı çıkarak, “Hayır!” dedi. “Menekşelerin kokusu var, saçların gibi kokuyor.”

Islak gözlerle başımı iki yana salladım. “Hayır, kokmuyorlar.” Bugün yaşadıklarımdan sonra menekşelerin kokmadığını anlamıştım. “Bizim menekşe çiçeğinden aldığımız kokunun adı aslında umuttu,” dediğimde nihayet o da gerçeği fark edince kaskatı kesilmişti. Hepimiz yanılmıştık menekşeler kokmazdı. Bizim menekşe çiçeklerinden aldığımız o kokunun adı umuttu. Hiç dönmeyecek birine duyduğumuz umut.

Ben bir menekşe kokusunda annemi arıyordum.

Kadem beni.

Karun ise kim bilir kimi

Menekşeler kokmazdı, koktuğunu iddia edenler aslında bir menekşe kokusunda özlediği birilerini arıyordu. Eğer etrafınızda birileri menekşelerin koktuğunu iddia ederse onlara inanın çünkü onlar sizin almadığınız bir kokunun hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Onlar özledikleri, kaybettikleri ve asla geri gelmeyeceğini düşündükleri insanları bir menekşe kokusunda arıyorlardı. Tıpkı bizim gibi. Menekşeler aslında en çok özlem kokardı ama bir kayıp yaşamayan kimse o kokuyu almazdı.

Kadem yüzünü bana yaklaştırdı ve üzerime eğilerek burnunu saçlarımın tepesine gömdü. Aradığı kokuyu tekrar solumayı ister gibi saçlarımın kokusunu uzun uzun içine çekmişti. Daha sonra, “Efil,” dedi küskün bir sesle. Başını geriye çekip ağlamaklı bir ifadeyle, “Saçların artık menekşe kokmuyor,” deyince gözyaşlarım birbiri ardına akmıştı. “Biliyorum.”

Beni bulduğu için artık menekşe kokusunu almıyordu çünkü o, özlemini duyduğu kişiye kavuşmuştu. “Keşke benim için de menekşeler artık kokmuyor olsa,” dedim. Ben menekşelerde annemin kokusunu arıyordum.

Öyle ki birçok parfüm şirketine para yağdırıp benim için bir menekşe kokusu üretmelerini istemiştim. Küçük veya büyük birçok işletmenin bana gönderdiği her şişede menekşe kokusunu almıştım. Benim için hepsi de menekşe kokmuştu, öyle olmasa bile hepsinde o kokuyu almıştım. Belki de bir şişenin içine su doldurup bana gönderdiler ama ben onun bile menekşe koktuğunu sandım. Oysaki aradığım bir koku değildi, umuttu.

Kadem ansızın, “Özür dilerim,” deyince daldığım derin sulardan çıktım. “Yirmi beş yaşındaydın ve yirmi altı olduğunda Carlos senin için gelecekti.

Seni korumak için Karun’la evlendirdim.”

Onu bir türlü anlamadığım için bana olan bakışları sitemliydi. “Bana kızıyorsun ama planım işe yaradı. O kafesin içinde seni kurtaran ve senin için Carlos’u yakalayan Karun’du. Hepsini karısı olduğun için yani onunla evli olduğun için yaptı.” Kabul etmek istemesem de haklıydı.

Kadem yağmurun altında ıslanan perişan halime bakınca bakışlarını kaçırdı. “Karun’un seni kurtardığı gibi öldüreceğini bilseydim asla onu seçmezdim.” Eskiden bunun için ona kızardım ama artık kızmıyor ve gücenmiyordum. Kadem sadece beni korumaya çalışmıştı, Karun’un yaptıkları onun suçu değildi.

Daha fazla üzülmesini istemediğim için konuyu değiştirmeye çalıştım. “Bilmem gereken başka bir şey var mı?” Bu gece aramızdaki tüm sırların açığa çıkmasını istiyordum. “Benim için başka bir şey yaptın mı?”

Gözleri gözlerimde oyalanmaya başladığında onun kahveleri benim gözlerimin rengine karıştı. Gözlerime anlam veremediğim garip bir ifadeyle bakıyordu. Sorduğum soruyla bakışları doğrudan gözlerimi bulmuştu. Hüzünlü bir iç çekişten sonra, “Hayır,” diyerek başını eğdi. “Senin için başka hiçbir şey yapmadım.” Ona inanmamı güçleştiren bir şeyler vardı ama bunu kurcalayacak durumda değildim.

Kadem’in hikâyesi bitene kadar yağmurun altında dans etmiştik. İkimizde yorulunca kaldırım kenarına oturduk, yağmur ise hâlâ durmaksızın yağıyordu. O da merak ettiği bir şeyi öğrenmek istediği için gözleriyle saçımdaki tokayı işaret etti. “Bu tokayı neden hiç çıkarmıyorsun?”

“Çirkin bir toka, değil mi?” Komik olmasa da güldüm. “Onu takmak benim için takıntı olmuş ama bu tokadan kurtulmayı çok isterdim.” Ve tokayla birlikte birçok şeyden… Ona tokanın hikâyesini anlatmadım ama yoldan geçen arabaları izlerken istemeden de olsa geçmişe çekilmiştim. Geceyi kardeşimin yanında geçirirken başımı omzuna yasladım ve sessizlik içinde o günü yeniden yaşamaya başladım.

***

Geçmiş

Odanın bir köşesine sinmiş ruhumun çaresiz çırpınışlarını dinliyordum. Ellerimi üzerimdeki ilkokul üniformamın ceplerine koyarak kendimi ısıtmaya çalışıyordum. Henüz ilkokula gidiyordum. Dışarıdan bakıldığında bu tür olaylar için çok küçüktüm ama Carlos denen adama göre her türlü olayın içine girecek kadar büyüktüm. Üç ay önceki o patlamayı çıkartarak onun böyle düşünmesine neden olmuştum. Odanın bir köşesinde öylece duruyordum ne kıpırdıyordum ne de bağırıp yardım istiyordum.

Arkadaşlarımı kaybedeli sadece üç ay olmuşken henüz kendimde değildim. O olaydan sonra fazla sessizleşmiş ve içime kapanmıştım. Eskisi gibi değildim artık ve babamın beni ölümle tanıştırmasını bir türlü atlatamıyordum. Ne zaman ellerime baksam hep Uğur’un kız kardeşi Oya’nın cesedini görüyordum. Bir bebeği bile öldürmüştüm.

Neden baba, neden? Bu soruyu kendime soruyorum ama ona soramıyordum. Bunu bana neden yapmıştı? Babam eve düşen bir yıldırım gibiydi. Gerek ağır disipliniyle gerekse de katı kurallarıyla bizi sindirip kölesi yapıyordu. Babam insanları koruyacak kadar iyi biriydi ama bu uğurda bizi gözden çıkartacak kadar da kötüydü.

Carlos’un adamları okul çıkışı apar topar bizi bir arabaya bindirdiği için gözlüğüm düşmüştü. Bu yüzden etrafımdaki her şeyi bulanık görüyordum. Patlamada ağır hasar alan gözlerim her şeyi bulanık gördüğü için artık hiçbir şey net değildi. Gazel’in hıçkırıklarını duyuyordum ama başımı çevirip onun olduğu tarafa bakmıyordum. Bunun için de beni suçlar diye ablama bakıp onu kızdırmak istemiyordum.

Kapıdan gelen seslerle derin bir nefes aldım. Oğlunun intikamını benden alacağını tahmin ettiğim için bu karşılaşmayı bekliyordum. Önce içeriye yedi adam girdi, daha sonra onlar kenara çekildi ve biri daha içeriye adımlarını attı. Onunla ilk kez burada karşılaşıyor, burada görüyor ve burada yüzleşiyordum.

Adamları saygıyla önünde eğilerek ona yol verince kim olduğunu anlamıştım. O Ermeni kökenli bir adamdı. Türk düşmanlığı yüzünden babamın savunduğu bir ülkeyi kana boğmak isteyen biriydi. O Carlos Marasliyan’dı. Bir İngiliz kadını ve Ermeni bir adamın ilk çocuğuydu. Babam ve arkadaşları sık sık ondan bahsettiği için onun hakkında çok şey duymuştum.

Carlos birçok şeydi ama bundan sonra benim için sadece tek bir şey olacaktı. Evet, o artık 13 Haziran’dı. Doğduğum günlerde bana gelen ölümdü. Bunu henüz bilmiyordum ama her 13 Haziran’da daha iyi anlayacaktım. İçeri girince karşısında el kadar iki çocuk çocuk görmek onu iyice kızdırdığı için, “Hangisi?” dedi sert bir sesle. “Bunlardan hangisi patlamada sağ kalan çocuk?”

Adamları daha beni işaret etmeden, “Efil’di,” diyen Gazel bana ilk kazığı atmıştı. “Ben orada değildim.” Belki de ablam ilk bana burada ihanet etmişti ama ben hiç anlamamıştım.

Carlos bana doğru yürürken onu hayrete düşüren bir şeyler vardı. “Oğlumu benden alan kişi sekiz yaşında bir çocuk mu?” Onu kızdıran da tam olarak buydu, babamın bile yapamadığını küçücük bir çocuğun yapması.

Yaklaştıkça Carlos beni daha iyi görürken benim görüşüm daha da kötüleşiyordu. Yakından hiç göremediğim için gördüğüm tek şey iri vücudunun gölgesi ve belli belirsiz olan silüeti. “Asım’ın kuş kadar olan piçi nasıl David’i öldürebilir!” Bir anda bağırdığında o kadar kızgındı ki sinirini kimden çıkaracağını bilmiyordu.

Bir çocuğa yakışmayacak bir ruhsuzlukla, “Asım’ın bacak kadar piçi senin oğlunu öldürdü,” dedim. Korkup ona yalvarmak yerine onu kışkırtmaya başladım çünkü beni de öldürmesini istiyordum. Acım hâlâ çok tazeyken çektiğim bu ıstırabı dindirmesini istiyordum. Gözlerimi her kapattığımda şehit olan arkadaşlarımın yüzü ve kafamın içindeki 13 Haziran katliamından kurtulmak istiyordum.

Babam bana ölümün ne olduğunu öğrettiği için artık Uğur’a gitmek istiyordum. Cesaretimi toplayarak ayağa kalkarak Carlos’un karşısına dikildim ama onun yüzünü hâlâ net göremiyordum. “Neden şaşırıyorsun ki?” Bütün bunları başlatan o olduğu için canını yakmak istercesine, “Aksi olabilir miydi?” dedim. Yüzünü göremesem de başımı kaldırdım. “Kurdun çocuğu da kendisi gibi kurt olur!”

Ona babamın sözlerini hatırlattığımda yüz ifadesini göremedim ama yüzüme attığı tokadı çok iyi hissettim. Küçük bedenim yere savrulduğunda ablam yanıma koşup beni kaldırmamıştı. Sindiği köşede kendi hayatı için endişelenmekle meşguldü. Ona da kızamıyordum sonuçta o da daha on bir yaşında bir çocuktu.

Carlos’un, “Senin gibi soysuz piç benimle böyle konuşmaya cüret edemez!” diyen kızgın sesini duydum. Eğilip saçlarıma asılarak beni ayağa kaldırdı. Ensemdeki saçlarımı yolarcasına çektiği için başım arkaya doğru gerilmişti. Tokadın şiddetiyle burnumdan akan kan dudaklarıma süzülüyor, vurduğu yanağım cayır cayır yanıyordu.

Saçlarıma biraz daha asılarak üzerime eğildiğinde bir an önce bunun bitmesini istedim. İyi göremeyen gözlerim yüzünden onu hiç görmüyordum ama yoğun öfkesini iliklerime kadar hissediyordum. “Ölmek istiyorsun değil mi?” Neyin peşinde olduğumu anlaması uzun sürmemişti. Saçlarına asılıp canını yaktığı sekiz yaşındaki bir çocuk ölmek istiyordu. Hangi çocuk sekiz yaşında başlardı ki ölümü arzulamaya?

“Çektiğin bu acının bitmesini istiyorsun ama hayır, sana kolay bir ölüm yok!” diye bağırdığında ağzından çıkan tükürükler yüzünden kirpiklerim titreşmişti.

Carlos yoğun bir öfkeyle boynumu kırmak ister gibi saçlarımı arkaya doğru çekmeye devam etti. Oğlunun öcünü almak istediği için hiddetlenerek, “Yaşayacaksın!” diye bağırdı. “Yaşayacak ve her gününü büyük bir azapla geçireceksin. Oğlumun öldüğü 13 Haziran’ı senin için bir cehenneme dönüştürürken sen istesen de ölmeyeceksin!” Beni yere fırlatınca kolumun üzerine ve onun ayaklarının tam önüne düşmüştüm.

Sözlerini harfi harfine tutacağı aklıma bile gelmezdi.

Ayağa kalkmaya çalıştığımda karnıma attığı tekmeyle yüzüstü yere yığıldım. İç organlarım birbirine geçmiş gibi acı çekerken yeniden saçlarıma asılarak kafamı kaldırdı. Vücudum boylu boyunca yerdeyken saçlarımı çekerek ona bakmam için beni zorlamıştı. Sanki bakınca onu görebilecekmişim gibi davranıyordu. Oysaki gözlüklerin yardımı olmadan hiçbir şeyi net göremezdim. Gözlükleri çıkartınca etrafımdaki her şey sisin içindeki gölgelere dönüşüyordu. Carlos gözlüğümün gözlerimde olmadığını fark edemiyordu.

Tek yaptığı şey bana vurmak, yere fırlatıp tekmelemek ve saçlarıma asılıp ona bakmam için zorlamaktı. Bütün bunları ablamın gözleri önünde yapıyordu. “Buna iyi bak!” diye bağırdığında yüksek çıkan sesiyle depoyu doldurmuştu. “Yirmi altıncı yaş gününde senin için tekrar geleceğim ama o güne kadar asla huzur bulmayacaksın. Bu toka artık seni benim köpeğim yapacak. Bu toka artık senin tasman!” Bahsettiği tokayı bile doğru düzgün göremedim ama onu saçlarıma taktığını hissettim. Asıldığı saçlarımın arasına sertçe bir şey takıp beni yere fırlatmıştı.

Beni çok sert ittiği için alnım yere çarparken, “Bugünden itibaren peşinde hep bir suikastçı olacak,” diyen sesini duymuştum. “Suikastçıyı tetikleyecek şey saçındaki bu toka.”

“Oğlumun öldüğü yaşa geldiğinde, yani yirmi altı yaşına bastığında seni bizzat ben öldüreceğim! O zamana kadar ölümü hep ensende hissedeceksin. Tokayı taktığın sürece güvende olacaksın ama çıkardığın an suikastçı seni öldürecek. Aldığı emir böyle!” Bana verdiği hasarın acı dolu enkazıyla boğuşurken uğursuz sesini duymaya devam ediyordum.

“Şimdi ister tokayı çıkartarak suikastçının ellerinde öl istersen de senin için gelmemi bekle!” Ya şimdi öl ya da oğlumu kaybettiğim yaşta öl diyordu. Bunun seçimini tamamen bana bırakmıştı.

Uzaklaşan adım seslerini duyduğumda, “Onları aldığınız yere geri bırakın!” dedi. Bu şimdilik ondan duyduğum son şeydi. Yıllar sonra benim için geldiğinde bu sefer yüzünü daha iyi görebilecek ve sesini hiç unutmayacaktım.

***

Şimdiki Zaman.

Yağmurun altında tir tir titrerken usulca aktı gözyaşlarım. Bu hatırladıklarımı Kadem’e anlatmamıştım ama başım Kadem’in omzuna yaslıyken, “Biliyor musun, ihtiyacım olduğu anlarda ablam bana hiç yardım etmedi,” diyerek iç çektim. “İzledi, yargıladı ve kızdı ama hiç yardım etmedi.” O gün de yardım etmemişti. Carlos canımı yakarken ablam sadece izlemişti.

O gün Carlos’un adamları bizi aldıkları yere bırakınca siyah kurdeleli tokayı sır olarak saklamaya karar vermiştik. O tokayı çıkarmama engel olan tek şey annemdi ve onun ne kadar üzüleceğiydi. Bu yüzden eve gidince okuldaki çocukların beni hırpaladığıyla ilgili küçük bir yalan söylemiştim. Ben o tokayı hep taktım ve canım yandıkça saçımdaki yerini korumak için çok direndim. Ben direndikçe birileri beni hırpaladı, canımı yaktı ve bana kaldıramayacağım acılar yaşatıp tokayı çıkarmam için zorladı. Şu anda bile çıkarmak istiyor ama buna direniyordum.

O kadar çok yoruldum ki artık nefes almak bile canımı yakıyordu. Soğuk hava yüzünden artık titremelerimi gizleyemezken Kadem, “Gidelim mi?” diye sordu.

“Telefonunu verir misin? Benimkinin şarjı yok.”

Kadem telefonu uzatınca onu aldım. Tam babamı arayacaktım ki yolun karşısında duran arabayı gördüm. Bu Duha’nın arabasıydı, korumaları olmadan tek başına buraya gelmişti. Duha arabadan indiğinde yolu kontrol ederek karşıdan karşıya geçmişti. Yağmurdan ıslanmaktan nefret edercesine şemsiyesini kafasının üstünde tutarken karşımıza dikildi.

Sırılsıklam bir hâlde titrediğimizi görünce derin bir nefes aldı. “Eve gidelim hadi.” Sanki yaramaz çocuklarını sokaklardan toplamaya gelmişti.

Kadem ile ikimiz yan yana otururken başımızı kaldırıp tepemizde dikilen adama baktık. Kadem inat ederek omuzlarını silkti. “Efil olmadan hiçbir yere gitmem.”

Duha’nın siyahları beni bulunca içi kıyılmış gibi nefesini koyuverdi.

Perişan halime bakmak bile canını yakmış gibi şemsiyeyi benim kafamın üstünde tutmuştu. Artık ıslanmayı sorun etmiyordu. “Nasıl olduğunu sormayacağım çünkü nasıl olduğunu görüyorum,” dediğinde belki de ilk kez ne söyleyeceğini, birini nasıl teselli edeceğini bilmiyordu.

“Ama geçecek.” Duha una inanmamı ister gibi güven verici bir sesle başını salladı. “Geçmesi için sana yardım edeceğim.”

“Geçmeyecek,” diye mırıldandım. Islak gözlerimi açık tutmak için birkaç kez kırpıştırdım. “Benden sıkılmış.”

Hiç hayat enerjim kalmamış gibi ölü bakışlarımı ona diktim. “Beni okuyup bitirmiş, tekrar okumasına gerek yokmuş.” Gülümsemek için kendimi zorladım. “Sorun değil, anlayabiliyorum.” Anlayamıyordum ve artık anlamak da istemiyordum.

“Sana öyle mi dedi?” Duha kısık bir sesle küfrederek kaşlarını çattı. “O piçin ne haltlar karıştırdığını bilmiyorum ama bugünden sonra onun ecdadını sikeceğim!” Kararlı gözlerle bakarken sadece bakışlarıyla bana bunun sözünü veriyordu. “Senin için kapımda köpek olacak ama yüzünü dâhi ona göstermeyeceğim!” Duha’nın bir abi sıcaklığıyla beni sahiplenmesini beklemiyordum, bu onun daha önce yaptığı bir şey değildi.

Gözlerime bir kez daha yaşlar akın edince ağlamamak için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Bunu görünce yalvarırcasına bana bakıp, “Böyle yapma,” dediğinde sesindeki çaresizliği hissettim. “Kızım bak ağır üzüntüye gelemiyorum, kalbim var benim.” O beni ağlarken çok görmüştü ama böylesini değil.

Duha karşımda bir ayağının üzerine diz çöküp şemsiyeyi açık bir şekilde yere bıraktı. Benimle ıslanırken uzanıp dizlerimin üzerindeki elimi tutmuştu. “Eğer sana iyi gelecekse hemen şimdi gidip onun suratını dağıtabilirim.”

Islak gözlerle ona bakarken kendimi tutamayıp hıçkırdım. “Biliyor musun, Karun bana, ”Kimseler seni sevmedi mi? Bu yüzden mi bendeki bu ısrarın?” dediğinde bile hiç ağlamadım ama bir taşa takılıp düşünce çok ağladım.”

Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başlayıp, “Duha, canım çok acıyor,” dedim. “Bir şey yap durdu bunu, çok acıyor.” Bir saniye bile beklemeden beni kollarına çekti ve başımı göğsüne bastırıp sımsıkı sarıldı. “Geçecek,” dediğinde onun sesi de kulağa boğuk geliyordu. “Geçecek güzelim, geçecek.”

Saçlarımı okşarken, “Unutmana yardım edeceğim,” dedi yemin eder gibi. Saçlarımın tepesine dudaklarını bastırarak iç çekmişti. “Sana söz veriyorum bundan sonra ben yaşadıkça kimse canını yakamayacak!” Ona bu sözleri söyleten belki de yaşadığı suçluluk duygusuydu çünkü beni Karun ile evlendiren oydu.

Ayağa kalkıp dikkatli bir şekilde kolumdan tutarak beni de kaldırdı. “Yarına ikinizde hasta olacaksınız hadi eve gidelim,” dediğinde döktüğüm gözyaşlarından kaçtığını biliyordum.

Kadem’de ayağa kalkınca onlara fazla zorluk çıkartmadım. Çantamdaki telefon çalınca babamın aradığını gördüm. Benden önce davranmıştı çünkü bende onu aramayı düşünmüştüm. Duha ve Kadem’e dönerek ıslak gözlerle onlara gülümsemeye çalıştım. “Siz ikiniz arabada beni bekleyin, babama iyi olduğumu söyleyip hemen geliyorum.” Elimde tuttuğum telefonu gösterdim. “Babam çok merak etmiştir.”

Kadem yolun karşısındaki arabayı gösterdiğinde bir dakika olsun beni yalnız bırakmak istemiyordu. “Arabada konuşabilirsin.”

Onu rahatlatmak için koluna dokunarak sahte gülüşümü korudum. “Babamı tanımıyormuş gibi konuşma lütfen. Şimdi çok kızgındır bağırınca sesi dışarıdan duyulur.” Anlayış ister gibi ona bakıyordum. “Onunla konuşmak için küçük bir alana ihtiyacım var.”

Duha bu hâlde onlardan kaçmayacağımı düşündüğü için bana istediğim mahremiyeti vermeye ikna olmuştu. Fakat Kadem yanımdan bir saniye bile ayrılmayı istemediği için tereddüt ediyordu. Soğuktan donmak üzere olduğum için titreyerek, “Ka-Kadem lütfen,” dediğimde titreyişim onun direncini kırmıştı. İsteksiz bir şekilde başını sallamasının tek sebebi bir an önce babamla konuşup sıcak arabaya binmemdi.

İkisi yolu kontrol ederek yolun karşısına geçtiğinde rahat bir nefes almıştım. Duha kapıyı açıp içeri girerken Kadem arabanın yanında durup beni izliyordu. Bana bir şey olmasından endişe ettiği için arabaya binmek yerine orada ıslanıyordu. Bir elinde ayakkabıları diğer elinde ceketini tutarak bana bakıyordu. Bizi birbirimizden ayıran tek şey aramızdaki yoldu.

Kendimi toparlamaya çalışarak babamın telefonunu açtım. “Neredesin, Efil?” diyen endişeli sesini duydum. “Bana nerede olduğunu söyle?”

Ona yerimi söylemek yerine, “Baba,” dedim içli bir sesle. “Sadece Kalender soyadından değil, senin soyadından da kurtulacağım.” Bunları onun yüzüne söyleyemezdim ama onu görmeyince konuşmak daha kolaydı. “Bunun için nereye başvurmam gerekirse yapacağım. Seninle hiçbir bağım kalmasın diye soyadından da kurtulacağım.” Bunu yapmayı gerçekten çok isterdim.

Ansızın söylediğim şeylerle onu korkutmuş olmalıyım ki, “Bu da ne demek oluyor?” diye sorduğunda belki de ilk kez babamın sesindeki saf korkuyu hissetmiştim. “Efil, ne yapmaya çalışıyorsun? Yerini söyle kızım, nerede olduğunu söyle gelip seni alayım.”

“Baba ben artık senin kızın olmak istemiyorum.” Bana yaşattığı şeylerin kırgınlığıyla zayıf bir sesle konuşurken onu görmeye bile tahammülüm yoktu. “Mümkün olsa tüm kanımı akıtır, damarlarımda dolaşan kanından bile kurtulurdum.” Başımı sallayarak sesli bir şekilde ağlamaya başladım. “Baba sen nasıl o mahkemeye çıkabildin? Nasıl benim kızım bir deli, bir akıl hastası diyebildin?” diye fısıldadım. “Senin kızın olmak da öldürüyor. Söyle baba senin kızın olmak neden bu kadar zor?”

“Efil, korkutma beni! Neredesin babam, yerini söyle bana. Efil’im yerini söyle neredesin?” dediğinde âdeta bana yalvarıyordu ama yakarışı verdiği zarardan daha fazla etkilemiyordu beni.

Derin bir nefes alıp, “Bilmen gereken bir şey var,” dedim.

“Tamam!” Hızlıca kabul ettiğinde tek bilmek istediği nerede olduğumdu. “Tamam, geleyim yanına konuşalım. Bilmem gereken her şeyi anlatırsın.” Yerimi söylemem için beni ikna etmeye çalışıyordu. Hayır, bir daha asla beni görmeyecekti çünkü onun yüzünü dâhi görmek istemiyordum.

Tüm dengelerim altüst olduğu için bu gece hiçbir şey yarım kalsın istemiyordum. Açık kalan tüm defterleri bir bir kapatıp herkesten gitmek istiyordum. “Gazel’in neden evden kaçtığını hiç düşündün mü? Ben çok düşündüm ama birkaç saat öncesine kadar cevabı hiç bulamamıştım.” Ablamın benim yüzümden evden ayrıldığını hiç anlayamadım.

Ablamdan bahsedince bir süre sessizleşti fakat daha sonra, “İyi değilsin,” dedi endişeyle. “Yanına geldiğimde bunları konuşuruz.”

“Baba cevap ver,” diye ısrar ettim. “Ablamın neden evden kaçtığını biliyor musun?”

“Annen öldüğü için gitti!” diye bağırdığında paniklemiş bir haldeydi. “Şimdi bana yerini söyle!” Hayır, annem öldüğü için gitmemişti veya annemin ölümünden beni suçladığı için değil, benim suçumun cezasını çektiği için kaçıp gitmişti.

Ben en çok Gazel’in canını yakmıştım, Gazel’de benim canımı.

Biz iki düşman kardeş en çok birbirimizin canını yakmıştık.

“Peki, annem nasıl öldü?” Artık bundan daha fazla kaçamazdım çünkü artık babamı kaybetmekten korkmuyordum. Aksine babam beni kaybetsin istiyordum. Ölmesini değil, onun için ölü olmayı her şeyden çok istiyordum.

Babam ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışırken sesi endişe vericiydi. “Zaten biliyorsun sende oradaydın.” Her konuşmanın sonunda yaptığı gibi, “Artık bana yerini söyle?” dedi sabırsızca.

“Ben oradaydım ama sen değil,” dedim ruhsuzca. “Ben annemin katilinin kim olduğunu biliyorum ama sen bilmiyorsun.”

Bir an bile tereddüt etmeden, “Gazel’di,” deyince ablamın vebali bir kez daha omuzlarıma bindi ve ben, bir kez daha belimi doğrultamadım.

O depoda elinde silah olan sadece bendim ve annem tam karşımda duruyordu. Ne yazık ki annem iki kızının tam karşısındaydı ve tetiğe basan bendim. Carlos bu bilgiyi babamın kulağına uçurmuştu ama hangi kızının tetiğe bastığını babama söylememişti. Babam iki kızından birinin annesinin katili olduğunu hep bildi ama katilin hangimiz olduğunu hiç bilemedi. Bunu bize çok sordu ama ikimizde ona hiç cevap vermemiştik. Sadece ben değil, Gazel’de ona katilin kim olduğunu söylememişti ve hâlâ söylemiyordu.

Ben annemden sonra babamı da kaybetmek istemediğim için susmuştum ama Gazel’in neden sustuğunu da hiç anlamadım. Annem ve babamı hep benden kıskandığı için tüm çocukluğu beni onların gözünde düşürmekle geçmişti. Eline iyi bir fırsat geçtiğinde ise beni şaşırtarak bunu hiç kullanmadı.

Gazel sustu ve ”Efil yaptı,” demedi ama babam hep Gazel yapmış gibi davrandı.

Babamın gözünde ben fazla masum ve merhametliydim ama onun için Gazel öyle değildi. Babam için Gazel kıskanç ve kin dolu bir çocuktu. İki kızından biri karısının katiliyse bu ben olamazdım. Onun Efil’i böyle bir şey yapmaz, annesine kıyamazdı. Ben onun kahve Saka’sıydım, yani iyi ve fedakâr olandım ama Gazel öyle miydi? Gazel siyah Saka’ydı, kötü ve kalbi kin dolu olandı. Bu yüzden babam için katilin kim olduğu belliydi, katil ablamdı.

Annemin daha toprağı bile kurumadan Gazel’i dışlamıştı. Hor görmüştü ve yüzüne bile bakmamıştı. O bir haftada ablamı öyle bir dışladı ki Gazel evdeki bir hayalet gibiydi. Hiçbir evlat babasının gözünde bu denli hızlı düşemezdi. Babamın cennetinden kovduğu kara meleğiydi. Daha fazla dayanamadı ve bir gece köpeğim Kıtmir’i de alıp kayıplara karışmıştı. Giderken benden aldığı tek şey köpeğimdi ve giderken bile babama gerçekleri söylememişti.

Babam gerçekleri öğrenseydi ona yaptığı şeyleri bana da yapardı. Gazel bunu istemiyormuş gibi babama hiçbir şey söylememişti. Sanki babamı bana bırakmış, bunun karşılığında da köpeğimi alıp gitmişti. Aslında ablamın bana yaptıklarını bile hak ediyordum. Belki de Gazel iyi bir çocuk olabilirdi ama onu kötü yapan bizlerdik.

Bunu itiraf etmek için çok geç kalmıştım ama şimdi yapmazsam bir daha asla yapamayacağımı da biliyordum. Acıyı doruklarda yaşarken yeni bir acıya yer açıp gerçeği babama söylemeliydim. Söylemeliydim çünkü aynı anda tüm acılarla yüzleşirsem geriye canımı yakacak hiçbir şey kalmazdı. Bu yüzden, “Bendim,” diye fısıldadım.

Burnumun direği sızlarken başladığım işi bitirmek için cesaretimi topladım. “Bendim baba,” dediğimde babam sertçe yutkunurken ben bir köşeye sinip hıçkırıklarla ağlamak istiyordum. “Gazel değildi, annemin katili başından beri bendim.”

Annemi öldüren bendim.

“Bendim,” dedim bir kez daha. “O tetiğe basan bendim.” Bunları söylerken babamı göremiyordum ama yaşlı bir çınarı nasıl yıktığımı iyi biliyordum. Babamı hep sırtımı yasladığım bir dağa benzetirdim ve şimdi o dağı yıkmıştım.

O duyduklarının altında ezilirken, “Baba zamanı geldi,” diye mırıldandım. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakarken dudaklarımda buruk bir tebessüm vardı. “Sana sormam gereken o sorunun zamanı geldi.”

Karanlık gökyüzünde bir tane yıldız ararken ıslak kirpiklerimin arasından taşan yaşın sıcaklığını yanağımda hissettim. “Artık o soruyu sorabilirim baba,” dediğimde önce yutkunan daha sonra da ağlayan sesini duydum. “Efil neler oluyor?” diye fısıldadı korku dolu bir sesle. “İyi değilsin, nerede olduğunu söyle artık!”

Yoğun bir acının pençesinde kıvranırken, “Baba,” diye mırıldandım. “Sen iyi olmamıza hiç izin vermedin ki.”

“Senin için yaptım! Şimdi anlamıyorsun ama sakinleşince boşanmakla en doğrusunu yaptığını anlayacaksın!” Boşanan ben değildim ki onlar beni boşamıştı.

“Onu sevmiştim.” Sol gözümde süzülen bir damla yaşla başımı salladım. “Seni sevdiğim gibi onu da sevmiştim ama tıpkı senin gibi o da sadece acı vermeyi biliyor.” Karun’un babamdan farklı hiçbir yanı yoktu.

“Şimdi sana o soruyu soracağım ve tek bir soruyla aramızdaki her şey bitecek. Hemen ardından büyükbabamı da alıp Adana’ya dön baba. Senden son isteğim büyükbabama iyi bakman, o artık sana emanet,” dediğimde acı dolu yutkunuşunu duydum ama artık o bile umurumda değildi. Büyükbabam ve Kadem dışında artık kimse umurumda değildi.

Şimdi ona o soruyu soracağım çünkü onunla da aramda tamamlanmamış bir şey kalsın istemiyordum. 13 Haziran’dan sonra hep beklediği ve benim asla sormadığım o soruyu daha fazla ertelemeyecektim. Bu soruyu yıllarca bekletmemin bir sebebi vardı ve artık zamanı gelmişti.

Yıllar önce bana bir telefonda, ”Öl ve öldür, Efil,” dediği için o gün tek bir patlamayla tüm arkadaşlarımı katletmiştim. Parçalanmış cesetlerini kanayan gözlerle izlemiş, kopmuş uzuvları arasında yürümüştüm. Babam beni yönlendirip o patlamaya sebep olmuştu.

Beni ölümle tanıştırıp bir katile çevirmişti ama ben o gün bile ona, ”Neden baba?” diye sormamıştım. Bunu sormamı hep beklemişti ama hiç sormamıştım. Sessizliğim ona verdiğim en büyük cezalardan biriydi.

Bir gün dayanamayıp çocuk bedenimi karşısına almış ve ”Neden baba, diye sormayacak mısın?” demişti.

O gün uzun uzun gözlerine bakıp, ”Sadece ölürken,” demiştim. ”Belki de ölmeden hemen önce.”

“Neden ölmeden hemen önce?”

“Çünkü sen bana ölümü öğrettin baba. Doğru zaman geldiğinde ölümü ne kadar iyi öğrendiğimi sana da göstermek istiyorum.”

Geçmişteki bu konuşmanın onun da zihninde canlandığından emin olarak, “Neden baba?” diye fısıldadım. “Bunu bana neden yaptın?” dediğimde babam artık yüksek sesle ağlıyordu çünkü bu soruyu neden ona sorduğumu ve hemen devamında ne geleceğini çok iyi biliyordu. Tek bir soru babamı hüngür hüngür ağlatmıştı çünkü yıllar önce ona, “Belki ölmeden hemen önce sorarım,” demiştim.

Ağlayışı ondan çok beni kahrettiği için, “Baba lütfen git,” diyerek ona yalvardım. “Çok canımı yaktın çık artık hayatımdan. Adana’ya tek başına dön eğer birileri kızın neden seninle gelmedi diye sorarsa, kovdu beni çünkü o…” Gözyaşlarım akarken acı acı güldüm. “Bir deliydi dersin.” Yenilgi içinde omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Ya da öldü dersin.”

Titreyen elimi kaldırıp saçlarımdaki siyah kurdeleye dokunduğumda son kez, “Baba,” diye mırıldandım. “Ben seni affetmiyorum, Allah’ta affetmesin,” dedikten sonra saçımdaki tokayı çekip aldım. Artık bitmesi gerekiyordu.

Tokayı ayaklarımın önüne attığımda Kadem’in yüksek bir sesle, “Efil hadi!” diyen sesini duydum. Arabanın yanında sabırsızca beni bekleyen çocuğa bakarken telefon hâlâ kulağıma yaslıydı ve babam bağırarak bana yalvarıyordu. Ne söylediğiyle ilgilenmediğim için artık onu dinlemiyordum. Telefonu kapatmadım ama telefonu tutan elim yan tarafıma düştüğünde Kadem’in gözleri göğsümde bir yere odaklanmıştı.

Kadem donup kaldığında gözleri irileşti ve yüzü bembeyaz oldu. Yutkunarak sol göğsüme bakarken bir şeylere tutunma ihtiyacı hissederek yerinde sendelemişti. Hemen ardından öne atılıp adeta haykırarak, “Efil eğil!” diye bağırdığında Duha’nın arabadan fırladığını gördüm.

Başımı eğince kalbimin üzerinde hareket eden kırmızı noktayı gördüm. Bir silahın lazer ışığı göğsümün üzerinde görmek beni şaşırtmamıştı çünkü o tokayı çıkartırken bunun olacağını biliyordum. Ayaklarımın önündeki tokaya hissiz gözlerle baktıktan sonra başımı kaldırıp bana doğru koşan çocuğa son kez baktım. “Ka-Kadem,” diye fısıldadım. Sol gözümden bir damla yaş süzülürken başımı yavaşça iki yana salladım. “Özür dilerim.”

Kadem bana doğru koşarken gözleri önünde göğsüme saplanan bir kurşunla, “Efil!” diye haykırdı. Canım o kadar çok yandı ki birkaç adım geriye sendelemiştim. İşte bu yüzden ondan özür dilemiştim, görmek zorunda kaldıkları için.

Yoğun bir acı kalbime nüfus ettiğinde tüm vücudum titremişti. Sonbahar rüzgarında savrulan bir yaprak gibi bir şeylere tutunmaya çalıştım ama boşluğun içinde kayboldum. Önce dizlerimin üzerine düştüm sonra da başım yere çarpmıştı. Telefonda babamın, “Efil!” diyen haykırışından daha gür ve yakıcı bir ses duyduysam o da birinin, “Bige!” deyişiydi. İki farklı adam sahip olduğum isimleri aynı anda söylemişti. Onlar benim bir zamanlar canımdan çok sevdiğim katillerimdi.

Tıpkı annem gibi bende katilimi çok sevdim...

Yanılmamıştım annemin kaderi kızının çeyizi olmuştu.

Katillerimden birinin benden duyduğu son şey, ”Ben affetmiyorum baba, Allah’ta affetmesin,” olmuştu.

Diğerinin duyduğu son şey ise, ”Saka’nın da kalbi artık üşüyor,” olmuştu.

Bilincim çok hızlı kapandığı için acıyı uzun süre hissedecek zamanım olmamıştı. Dudaklarımda sızan kanla gözlerim kapanmıştı. Eğer kendimi yukarıda izleme şansım olsaydı muhtemelen göreceğim tek şey sokak lambasının altında yatan bir kadın olurdu. Uzun bir elbisenin içinde güzel görünen ama göğsünde sızan kanlar güzelliğini gölgeleyen bir kadın... Belki de göreceğim şey yağmurun altında ıslanan bir kadın cesedi olurdu. Avucunda babasının sesini taşıyan bir telefon ve ayak ucunda siyah bir kurdele olan bir kadın. Onun resmini çizmek isterdim ama bordo bir elbiseyle değil, eflatun bir elbiseyle.

Onun çizip resmin bir köşesine de, “Saka kuşu son gözyaşını döktüğünde şarkı söylemeyi bırakır,” yazmak isterdim. Belki böylece insanlar saka kuşunu acıyla beslemeyi bırakırdı.

Bırakırdı, değil mi?

Yorumlar