Roman
  • 01/12/2025

40-NE SENİNLE NE SENSİZ

“Geriye artık kırılacak bir kalbin bile kalmadığında daha az düşünüyorsun bazı şeyleri. Onu, onunla yaşadıklarını ve sana yaşattıklarını daha az düşünmeye başladığında anlıyorsun ki artık sen bile eskisi gibi değilsin.”

Bige Efil Saka

Uçaktan indiğimde bir yıldan sonra Türkiye’ye dönmenin hüznünü yaşıyordum. En az Adana kadar İstanbul’da benden çok şey almıştı. Bir yıl önce bir kuş misali kanatlanıp uçmuştum çok uzaklara. Herkes beni öldü bilirken yabancı topraklarda izimi kaybettirmiştim. Şimdi ise bana mezar olan bu şehre geri dönmüştüm. Bu şehir benden çok şey almıştı ama geri dönmemin tek sebebi Duha değildi. Er veya geç başladığım işi bitirmek için dönecektim.

Kadem bana bakınca hep olduğu gibi yüzüme en gerçekçi gülümsememi kondurdum. Bir yıl boyunca sahte gülüşlerde ustalaştığım için artık ben bile kendime inanmaya başlamıştım. İnsanlar en güzel acı çekerken gülüyormuş artık bunu anlamıştım. Kadem’in yüzü gülsün diye oynadığım mutluluk oyununa alışmıştım. Bavullarımızı çekerek havaalanında yürürken içimdeki sıkıntıyı bastırmaya çalışıyordum.

Duha ve Elay sık sık bize burada olanları anlattığı için bir yıldır arkamda bıraktığım insanların neler yaptığını biliyordum. Ölümümden sonra babamın büyükbabamla Adana’ya döndüğünü biliyordum. Babam büyükbabamı huzurevine kapatır diye çok korkmuştum ama korktuğum gibi olmamıştı. Onu huzurevine kapatmak yerine yanına almıştı. Belki de öldü sandığı kızının emanetine sahip çıkarak vicdanını rahatlatmaya çalışmıştı.

İlgilendiğim tek kişi büyükbabamdı, gerisi zerre kadar umurumda değil. Gazel’in neler yaptığını merak edip sormamıştım bile. En az babam kadar o da benim için ölüydü. Karun’un ise Marasliyan’ları bitirdiğini ve Azap Tarikatını ortadan kaldırdığını duymuştum. Neden bir anda onlara saldırmaya karar verdi, bilmiyorum ama kırk yılın başında acımasızlığı bir işe yaramıştı.

Yokluğumda her gece mezarımda kaldığını da biliyordum. Sadece yazları değil, kışın soğuğunda bile mezarımın başında sabahladığını bana söylemişlerdi. Bir yılın her gecesini o mezarın başında geçirmişti. Karun üzerinde ceketi ve yeleği olmasına rağmen hep üşürdü. Evdeki kaloriferler veya şömine bile onu ısıtamazdı. Yokluğumda bir yıl boyunca o soğukta geceyi dışarıda ve mezarımın başında geçirmesi şaşılacak şeydi.

Çok üşümüş olmalıydı oysaki o soğuğa dayanamazdı. Kalbim o kadar taşlaşmıştı ki Karun’a çektirdiğim acı bile benim için yeterli değildi. Hiçbir zamanda yeterli olmayacaktı. Ona dediğim gibi Saka’nın da kalbi artık üşüyordu. Bir zamanlar ona atan kalbimi buza çevirmişken ona karşı içimde zerre kadar merhamet kalmamıştı. Karun ona atan sıcak bir kalbi taşa çevirmişti.

Havaalanından çıktığımızda bizi bekleyen konvoyu görünce gülümsedim. Duha bizi alması için çok fazla adam göndermişti. Kadem anavatanına dönmenin mutluluğuyla, “Uraz!” diyerek arabanın yanında bizi bekleyen çocuğa doğru yürüdü. “N’aber lan.”

Uraz otuz iki diş gülümseyerek, “İyidir abi,” deyince erkeklere has bir şekilde tokalaşıp sarıldılar. Onlara bakınca Furkan’a olan özlemim kabarmıştı. Onu tekrar görmeyi çok istiyordum.

Kadem dostlarıyla sarıldıktan kısa süre sonra yola çıktık. Uraz’ın sürdüğü arabada giderken Kadem ile ikisi kendi aralarında konuşuyordu. Bense başımı cama yaslayıp durgun gözlerle kayıp giden yolu izliyordum. Bir süre sonra, “Çağıl nasıl?” dedim dayanamayarak. “İyi mi?” Çağıl burada sevdiğim insanlardan biriydi.

Uraz arabayı kullanırken başını salladı. “İyi olmalı.”

Tedirgince yerimde kıpırdandım. “Ne demek iyi olmalı? Burada değil mi?”

“Tarikatı bitirmek için abisine yardım ettikten sonra tekrar dağlara döndü,” dediğinde beni sakinleştirmeye çalışıyordu. “Hiç izin yapmadığı için neredeyse on aydır onu görmedik.” Aynada göz göze geldiğimizde Uraz’ın bakışlarında tereddüt vardı. “Karun Bey’in hali hal değil. Çağıl Bey abisini o hâlde görmemek için izin kullanmıyor.” Konu Karun’dan açılınca herkes susmuştu.

Eve dönüş yolu düşündüğümden daha kısa sürmüştü. Araba iki malikânenin olduğu yola girince gözlerim sızladı. Karun’un evini görmek bile anılarımı depreştirdiği için kalbim öyle bir sızladı ki, ağlamamak için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Aklım fazla acımasızdı ama kalbim hâlâ onu özlemle anıyordu. Bir kez daha iflah olmaz kalbimi susturup önüme dönmüştüm. En az Karun kadar acımasız olmalıydım.

Burası hassas kalplerin şehri değildi.

Arabanın siyah filmleri bizi gizlediği için Duha’nın malikânesine girerken kimse beni görmemişti. İçeri girdiğimizde bahçenin demir kapıları arkamızdan kapandı. Bahçenin yüksek duvarları zaten içeride olan hiçbir şeyi göstermiyordu. Duha ve Elay kapının önünde bizi bekliyordu. Duha, Kadem’i tekrar göreceği için o kadar heyecanlanmıştı ki içeride duramamıştı.

Arabadan indiğimizde Kadem büyük bir özlemle ona bakıp, “Abi,” diye mırıldandı ağlamaklı bir sesle. Şu bir yılda Duha’yı o kadar çok özlemişti ki onu tekrar görünce gözleri dolmuştu. Küçük bir çocuk gibi, “Abi!” deyip ona koşunca Duha gülümsedi. “Evine hoş geldin aslan parçası,” diyerek ona kollarını açtı. Bu ikisinin arasındaki bağı çok seviyordum.

Birbirine sıkıca sarıldıklarında ayrı geçirdikleri günlerin özlemini dindiriyorlardı. Kadem babasının kollarına sığınan bir çocuk gibi onun göğsüne sokulmuştu. Yüzümdeki buruk tebessümle onları izliyordum. Kadem’in dönüşüyle Duha’nın bugün evi, yüreği ve hayatı şenlenmişti. Ne çok özlemişlerdi. Onlara baktığımda gördüğüm tek şey iki arkadaş değil, iki kardeşti. Duha ve benim en büyük zaafımız Kadem’di.

Onlar hasret giderirken Elay’da tebessüm ederek bana doğru yürüdü. “Hoş geldin.”

Yine gerçeğinden ayırt edilmeyen o sahte gülüşümü dudaklarıma kondurdum. “Hoş buldum, Elay.” Karşısında durduğumda birbirimize garip gözlerle bakıyorduk. Sarılmamız gerekiyor mu? Eski sevgilimin eski karısıyla sarılmam mı çok tuhaf olurdu yoksa sarılmamam mı?

Elay’da aynı soruları kendine soruyormuş gibi şaşkın görüyordu. Ne yapacağını bilmez bir hâlde bana bakıyordu. “Sarılmamız gerekiyor mu?” diye sordu şaşkınca.

“Bilmem.” En az onun kadar şaşkındım. “Yani eğer istersen şey yapabiliriz.”

“Ney yapabiliriz?”

“Öpüşebiliriz ne dersin?”

Mavileri irileşti. “Öpüşmek mi?”

“Elay, he dersem öpecek misin?” Gülmemeye çalışarak başımı iki yana salladım. Ona yaklaşıp sarılarak onu da bu yükten kurtarmıştım. Böylece sarılıp sarılmamakla ilgili sorunumuz ortadan kalkmıştı.

Elay’ın sarılışıma karşılık vermesi artık aramızda bir ateşkes olduğunu gösteriyordu. Serhat yüzünden birbirimizi çok yıpratmıştık. Bizi bu hale getiren Serhat’ın oynadığı oyunlardı çünkü ikimizde ne Duha’yı tanıyorduk ne de Karun’u. Bir tek Serhat’ı tanıyorduk ve o da ikimizi kandırarak bizi bu karanlık adamların dünyasına çekmişti. Elay ile benzer acılar yaşamışken artık daha fazla bu düşmanlığı sürdürmek istemiyorduk.

Birbirimizden ayrılınca gizleyemediği bir endişeyle, “Nasılsın, Bige?” diye sordu.

Ona en güzel gülümsememi sundum. “Çok iyiyim.” Karun’un evine sırtımı dönmüştüm. Sanki dönüp baksam bu yüksek duvarlardan onu görebilecekmişim gibi. “Tatil çok iyi geldi.” Neşeli bir sesle konuştuğumda dudaklarım titremişti. Karun’a bu kadar yakınken nasıl uzak duracağımı bilmez bir hâlde bakışlarımı kaçırdım. “Biraz dinleneceğim yol yorgunuyum.”

Elay bir kadın olarak içimde kopan fırtınaları hissetmiş gibi iç çekerek başını salladı. “Dinlen sonra konuşuruz.” Konuşamam diyemedim. Bunu kendimle bile konuşamadığımı ona söyleyemedim. Sırtımı döndüğüm kişi burnumda tütüyordu ve onu özlemek bile canımı yakıyordu. Hangi ara bu kadar çok sevmiştim, bilmiyordum.

Gözyaşlarımı Elay’dan saklayabilmiştim ama Duha ile göz göze gelince gözlerim kendiliğinden doldu. Ona doğru yürürken beni o kaldırım kenarında bulduğu gibi kırılgandım. Gözlerimdeki yaşları görünce içi acıdı. “Hâlâ mı?” diye sordu şaşkınca. Karun’u hâlâ unutamadığımı beni çıplak gözlerle görünce anlamıştı. Yüz yüzeyken fotoğraflarda olduğu gibi onu kandıramadım.

“İyiyim ben.” Titrek bir sesle konuşup kollarının arasına sokuldum. “Üzerinden çok zaman geçti, iyi olmayıp da ne yapacağım ki?”

Duha kollarını bana sıkıca sarıp dudaklarını saçlarımın tepesine bastırdı. “Bir Kadem’i büyütemedim bir de seni.” Hastalığından dolayı endişeliydi, giderse bize ne olacağını düşünüyordu. Ilık nefesini saç diplerimde hissederken eli bir abi sıcaklığıyla saçlarımı okşadı. “Siz 13 Haziran çocuklarını büyütmek mümkün değil.”

Bizim bir yanımız hep çocuk kalmıştı.

Dışarıda oyalanmak yerine içeri girdik çünkü aralığın ortasındaydık, yani hava soğuktu. Geçen yıl tam bu ayda ülkeyi terk etmiş ve yine bu ayda geri dönmüştüm. İçeri geçtiğimizde Kadem onlara gezdiğimiz ülkeleri, yaptığımız şeyleri heyecanla anlatmaya başlamıştı. Ben yanlarında fazla durmamıştım. Yorgun olduğumu söyleyip Duha’nın benim için hazırlattığı odaya çekilmiştim. Odama girene kadar herkesten gözyaşlarımı saklamayı başardım ama yalnız kalınca sol gözümden bir damla yaş süzüldü. Buraya asla dönmemeliydim.

Onu unutmanın bir yolu yoktu.

Odanın kapısını içeriden kilitleyip yatağın üzerine oturdum. Çantamda telefonumu ve Türkiye’yi terk etmeden önce yanıma aldığım annemin telefonunu çıkardım. Vurulduğum gün annemin telefonu Karun’un evinde kalmıştı ama Duha benim için bir şekilde telefonu oradan aldırmıştı. Bunu nasıl yaptı, bilmiyorum ama bir şekilde telefonu dışarı çıkartmayı başarmıştı. Annemin telefonunu yanıma koyup onu aradım.

Telefonun müziği olan Fikrimin İnce Gülü bir kez daha kulağıma ulaştı. Uzanıp annemin telefonundan kendi aramamı açtım. “Merhaba anne,” dedim ağlamaklı bir sesle. Konuşurken sesim titriyor, gözlerime biriken yaşlar kirpiklerimin arasından süzülmeye başlıyordu.

“Nasılsın?” Hıçkırıklarla ağlamamak için kendimi zor tuttum. Annem bana hiç cevap vermezdi. Yıllardır onu arayıp onunla tek taraflı bir sohbet gerçekleştiriyorum ama bir kez olsun sesini duymamıştım. Nasıl duyacaktım ki benim annem ölmüştü.

“Seni çok özledim.” Gözyaşları içinde başımı salladım. “Bir kez olsun şu telefonu açman için neler vermezdim.”

“Artık son nefesinde bile beni Gazel’e neden emanet ettiğini daha iyi anlıyorum.” Telefonunun ekranını bulanık gözlerle görüyordum. “Artık ölürken bile neden beni düşündüğünü anlıyorum. İnsan en çok katilini seviyormuş.” Bizi öldürecek olana nasıl da tutuluyorduk.

“Anne onun şehrine geri döndüm.” Telefonu kulağıma yaslayan elim titreyince gözyaşlarımı tutmaya çalıştım. “Giderken hiç dönmeyeceğim dediğim o yerdeyim.” Buraya dönmeye hazır değildim. “Ne yapacağımı bilmiyorum, o kadar ölüyüm ki bu saatten sonra artık ne yapılır, hiç bilmiyorum.”

“Uyan, Begüm Hanım uyan,” diye ona yalvardım. İçim titrediğinde bir kez daha anne sıcaklığını aradım. “Uyan da kızını çek al bu dünyadan. Ben bir türlü gelemiyorum sana, sen al beni yanına.”

Dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım ama hıçkırığıma engel olamadım. “Anne çok canımı yaktılar. Öyle bir yaktılar ki ne ölüyüm ne de diri. Artık bir mezarım bile var anne.” Akan gözyaşlarımdan utandım ama durduramadım yanağımı ıslatan damlaları. “Kızın yaşarken onu toprağa gömdüler. Uyan artık Begüm Hanım uyan.”

“Öyle bir öldüm ki anne gömülmeyi bile sorun etmedim.” Öyle bir parçalandım ki, benimle ilgili her şeyin o mezara gömülmesine göz yummuştum. Ben kendimi yaşarken öldürttüm çünkü zaten yaşamıyordum.

“Anne çok kötüyüm.” Ağlayarak başımı salladım. “Deniyorum, elimden geleni yapıyorum ama ben artık iyi olamıyorum. Kızın hiç iyi değil.” Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken, “Ölmelere doymuyorum anne,” diyerek ondan yardım istedim. “Bir şey yap canım çok yanıyor.”

Son bir yılımın kısa özeti buydu işte. İnsanların yanında gülücükler saçmak ama yalnız kaldığım her boşlukta gözyaşlarına boğulmak. Dışarıdaki ve içerideki Bige aynı kişi değildi. İnsanlara gösterdiğim ve olduğum kişi aynı kadın değildi. Günün sonunda herkes odasına çekildiğinde ve yalnız kaldığımda kandıracağım kimseler olmadığı için dönüştüğüm kadın buydu.

“Onu unutmalıyım anne.” Gözyaşlarımı silerek başımı yorgunca salladım. “Bu saatten sonra iki dünya bir araya gelse de onunla olmam, olamam. Kalbimden atmanın bir yolunu bulmalıyım.” Ne ben onu affedebilirdim ne de o beni. Sadece ben değil o da çok acı çekmişti. Bir yıl boyunca yokluğumla onu kanattıkça kanattım. Ne ben onun bana yaşattıklarını unutabilirim ne de o, ona yaşattıklarımı unutabilirdi.

İntikamımı fazlasıyla almıştım. Peki, yeterli miydi? İçim ona karşı hiç yumuşamamışken hiçbir şey yeterli gelmiyordu. Onun yaşadıkları benim yaşadıklarımla kıyaslanabilir miydi? Acaba hangimiz bir diğerinin canını daha çok yakmıştı? Karun’un acısı da azımsanamazdı. Ona yaşattıklarımda az değildi ama benim için yeterli de değildi.

Telefonu kulağımda tutarken ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdüm. Duha’nın bana verdiği oda çatı katında olduğu için buradan bakınca Karun’un odası görünüyordu. Gözlerimi onun odasının pencerenden ayırmadan, “Anne,” diye mırıldandım. “Umarım öfkeme yenilip aklımdan geçen çılgınlığı yapmam.” Aklımda geçen şeyler çok acımasızdı. Sanki bir tek bunu yaparsam onunla gerçek anlamda ödeşecekmişim gibi geliyordu.

Yapacaklarımdan korkuyorum. İşte bu yüzden hiç geri dönmemeliydim.

***

Bir hafta sonra

Gözlerimde güneş gözlükler varken alışveriş merkezinde vitrinlere bakarak yürüyordum. Bir haftadır Duha’nın evinde kapana kısılmaktan boğulmuştum. Herkes öldüğümü düşündüğü için elimi kolumu sallayarak dışarı çıkamadığım için eve tıkılıp kalmıştım. Bugün daha fazla dayanamayıp korumalardan birinin arabasını alıp dışarı çıkmıştım. Tabii bunu duyan Duha hemen arayıp beni sıkmaya başlamıştı.

“Herkese yaşadığını söylemeden hortlak gibi ortalarda gezemezsin!” Biraz daha bana kızarsa telefonu suratına kapatacaktım. “İnadı bırakıp Karun’a gerçeği söyle artık!”

“Sana dedim bunu asla yapmayacağım.”

“Bige, artık gerçekten sinirleniyorum!” Sesi sert ve kızgındı. “Bir haftadır seninle konuşmaya çalışıyorum ama ya lafı ağzıma tıkıyorsun ya da benden köşe bucak kaçıyorsun! Seninle konuşmak istediğim şeyler gerçekten çok önemli. Telefonda söylenecek kadar basit bir şey olsa hemen şimdi söylerim ama telefonda konuşulmayacak kadar önemli.” Hayır, önemli değildi. Karun’a kıyamadığı için onun karşısına çıkmam için beni ikna etmeye çalışıyordu. Artık kimseyle Karun hakkında konuşmak istemediğim için onun konusunu bile açtırmıyordum.

“Buraya Karun için değil, senin için döndüm.” Sesimde bıkkınlığım anlaşılıyordu. “Sana söyledim onun adını bile duymak istemiyorum.”

“Şirkete gel ya da neredeysen orada bekle ben sana geleyim. Bu konu gerçekten bekleyemez!”

“Duha bana baskı uygulamaya devam edersen eve bile gelmem görürsün.”

“Kızım tek derdim seni korumak!” diye bağırarak bana kızdı. “Hiçbir şey bilmiyorsun. Bu işin sonunda yine üzülen sen olacaksın. Ya beni ya da Karun’u dinle hiçbir şey bildiğin gibi değil!”

Daha fazla dayanamayıp telefonu yüzüne kapatarak ondan kurtuldum. Tekrar aramasın diye telefonu sessize alıp çantama atmıştım. Daha düne kadar benim yanımdayken şimdi bana Karun’u savunmaya başlamıştı. Bu katta istediğim gibi bir şey bulamayınca alt kata bakmayı düşündüm. Yürüyen merdivene binmiştim ki gördüğüm kişiyle kaskatı kesildim. Elimde az önce çıkardığım güneş gözlüğüyle donup kalmıştım. “Karun?”

Bir alışveriş merkezinde onunla karşılaşmak beklediğim son şey bile değildi. Burada olacağını bilseydim gelir miydim, hiçbir güç beni getiremezdi. Dayı yeğen birlikte zaman geçirmek istemiş olmalılar ki yanında Melek dışında kimse yoktu. Korumaları büyük ihtimalle dışarıda onu bekliyordu. Benden sonra Melek ile arasını düzelttiğini duymuştum. Onunla ilgili tüm haberleri Duha’dan aldığım için Melek ile barıştıklarını biliyordum.

Varlığım onları barıştıramamıştı ama yokluğum bunu yapmıştı. Benden sonra Karun çok değişmişti. Kaybetme duygusunu iliklerine kadar yaşadığı için Melek’i kabul etmişti. Benden sonra onu da kaybetmekten korkmuştu ama onu asıl korkutan benim pişmanlığımı yaşadığı gibi aynı şeyleri Melek’te de yaşamaktı. Sevdiği birine daha geç kalmak istememişti. Bu yüzden hâlâ zamanı varken yeğenine yakın oluyor, ona sevgisini hissettiriyordu.

Allah’ın işine bak ki doktorların çok fazla yaşamaz dediği Melek bir yılı daha devirmişti. Bu gerçekten bir mucizeydi. Ona bakınca bile solgun yüzü ve uykulu gözlerinde iyi durumda olmadığını görebiliyordum. Ne yazık ki Melek hayatının son demlerini yaşıyordu sanki hastalığına rağmen onu son bir yıl daha hayatta tutan Karun’a duyduğu sevgiydi.

Ne yazık ki ne Melek durdurabilirdi başına gelecek olanı ne de Karun buna engel olabilirdi. Artık huzurlu bir şekilde bu dünyaya veda edeceğini biliyorum çünkü Karun’a dayı diyememek Melek’in içinde ukde kalan tek şeydi. Belki de yaradan onun son arzusunu yerine getirmek için ona fazladan biraz daha zaman vermişti. Melek kalbinde kötülük taşımayan masum biriydi. Yaradan iyi kullarının içini buruk bırakmazdı.

Tüm bunları düşünürken gözlerim büyük bir özlemle Karun’un üzerinde geziniyordu. Kolay değil kalbimde bir yılın özlemini taşıyordum. Son bir yıldır hiçbir erkeğe bakmayan gözlerim onu en küçük ayrıntısına kadar izliyor, kimseye atmayan kalbim onun varlığıyla tekrar hayata dönüyordu. Hiç değişmemişti hem de hiç. Biraz zayıflamıştı ama öyle çok göze çarpmıyordu. Aslına bakarsak haddinden fazla zayıflamıştı, bildiğin çökmüştü.

Giydiği kıyafetler bir beden küçülmüş gibiydi. Sanki artık günde sadece bir öğün yemek yiyor hatta bazen de hiç yemiyordu. Hâlâ üşüdüğünü üzerindeki uzun pardösü ve içine giydiği ceketinden anlıyordum. Belki eskisinden bile daha fazla üşüyordu çünkü ceketinin içinde de takım elbisesinin yeleği vardı. Yüzü solgundu, gözlerinin altında uykusuzluğunu gösteren morluklar vardı. Sakalı da bir hayli uzamıştı kim bilir ne zamandan beri tıraş olmuyordu. Hiç iyi görünmüyordu.

Seni bu hale gerçekten ben mi getirdim?

Kalbimin çarpıntılarını dindirmeye çalışarak kendimi toparlamak istedim. Henüz beni görmeden gizlenmek istedim ama çok geç kalmıştım. Karun yürüyen merdivene binip başını kaldırınca beni gördü. “Kahretsin!” diye mırıldandım. Şimdi ne yapacaktım?

Onunla er veya geç karşılaşacağımızı biliyordum ama bu karşılaşmanın bir alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinde olmasını beklemiyordum. Elimde tuttuğum güneş gözlüğünü takmak için geç kalmıştım. Beni görünce nefesi kesilmiş gibi donup kalmıştı. Melek’in omuzuna attığı eli hareketsiz kalırken omuzları gerilmişti. Tuttuğu nefesi balon gibi göğüs kafesini şişirdiğinde soluksuz bir şekilde bana bakıyordu.

Melek elindeki kataloğa bakıp ona bir şeyler anlatıyordu ama Melek’i duymuyordu. Onun gözleri şu anda benim dışımda kimseye bakmıyordu. Benim bulunduğum merdiven iniyordu ama o çıkıyordu. Yan yana merdivenlerde olduğumuz için her saniye birbirimize biraz daha yaklaşıyorduk.

Karun’un bana olan bakışı içimi titretirken sanki zaman bizim için tam şu noktada durmuştu. Nasıl da özlemiş gibi bakıyordu. Allah kahretsin hâlâ nasıl da içimi yakıyordu ve hasretle bakıyordu yüzüme. Gözleri yüzümün her zerresinde oyalanırken mavileri titreşince bir zamanlar bakmaya kıyamadığım o gözlere yaşlar birikti.

Gözlerinden bir damla yaş süzülünce iç çekerek başını eğerek gözlerini kaçırmıştı. Aceleyle yanağına süzülen o bir damla yaşı silmesini izledim. İçim öyle bir sızladı ki mümkün olsa avaz avaz ağlardım. Hayal gördüğünü düşünüyordu, değil mi? Son bir yıldır baktığı her yerde beni görüyormuş gibi gerçek olduğuma ihtimal dahi vermemişti. Daha fazla acı çekmemek için başını eğmiş, beni gözlerine yasaklamıştı.

Keşke unutsaydı ama hiç unutmadı beni.

Tıpkı benim de onu unutamadığım gibi.

Hareket eden merdivenler bizi yaklaştırdığında bile Karun başını hiç kaldırmadı. Gerçekliğime ihtimal dahi vermediği için kendiliğinden yok olmamı ister gibi başını kaldırmamıştı. Merdivenler bizi aynı hizaya getirdiğinde yanımdan geçip gitmeden elimi uzattım. Son ana kadar bunu yapmayı planlamamıştım ama onu hissetmeye o kadar çok ihtiyacım vardı ki kendime hâkim olamamıştım. Elimi onun merdiveninin kenarına uzattım.

Merdivenin kenarını tuttuğu için yanından geçerken parmaklarım eline sürtünmüştü. Kaskatı kesilerek başını hızla kaldırdı. Göz göze geldiğimizde ikimizde omuzumuzun üzerinden birbirimize bakıyorduk. Birbirimizin yanından geçip gitmeden önce bir saniye gibi kısacık bir zaman diliminin içine hapsolmuştuk. Sahip olduğumuz bir saniyeye çok fazla şey sığdırdık. Birbirimizin gözlerinde kaybolurken özlemi soluduk ruhlarımızda.

Karun benimle göz göze geldiğinde öyle bir titredi ki yıkılabilirdi. Dizlerinin bağı titremiş, acı dolu nefesi aralık dudaklarının arasında süzülmüştü. “Saka,” diyen mırıltısı gözlerinden taşan bir damla gözyaşına karışınca hâlâ ona atan kalbim delik deşik olmuştu.

Tüm bunlar sadece birkaç saniye içinde yaşanmıştı çünkü birbirimizin yanından geçip gittik. O yukarı çıkarken ben aşağıya inmeye devam ettim. Yürüyen merdivenler bizi yan yana getirdiği gibi ayırmıştı. Başımı çevirip arkaya doğru baktığımda o da bana bakıyordu. Merdiven onu çıkartırken gözlerini benden ayırmıyordu. Kendine gelmek için başını iki yana sallayıp tekrar bana baktı. Beni görmeye devam edince sertçe yutkunmuştu.

Bu sefer gözlerini kapatıp tekrar bana baktı, yine beni görmeye devam edince buz kesmişti. Gerçek olduğumu düşünmeye başlayınca mavileri irileşti. “Saka,” diyerek merdiveni inmeye başlayınca hemen önüme dönüp siyah gözlüğü taktım. Aceleyle aşağıya inen merdivenden çıkıp insanların arasına karıştığımda Karun’un, “Saka!” diyen bağırışı haykırır gibi çıkmıştı. Peşimden geliyordu.

“Dayı bekle!” Melek’in sesini duyunca hemen sol tarafa girip kendimi mağazaların birine attım. Sıra sıra dizili elbiselerin arkasına saklandığımda çok geçmeden onu gördüm. Mağazaların çoğunlukla olduğu yerde durup etrafına bakarak beni bulmaya çalışıyordu.

Melek koşarak onun yanına gelip, “Dayı,” dediğinde saklandığım yerde onları izliyordum. “Yine Bige yengeyi mi gördün?” Sesi ağlayacakmış gibi çıkıyordu. “Dayı o artık yok tedavi olmalısın.

Karun biçare bir umutla uzun süre etrafına bakıp durmuştu. Beni bulmak istercesine bakışları aceleciydi. Çok baktı ama beni bulamadı. Ondan saklanacağıma ihtimal vermediği için yine bir düş gördüğünü düşünerek kedere boğulmuştu. “Çok gerçekçiydi, Melek.” Omuzları yenilgiyle çökerken gözleri hâlâ beni arıyordu. “Gerçek gibi hissettirdi.” Başını eğip dokunduğum eline bakınca gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı. “Gerçek gibiydi be kızım...”

Ona ağlamayı öğrettim.

Onlar gidene kadar uzun süre saklandığım yerden çıkmadım. Gittiklerinden emin olunca dışarı çıkıp güneş gözlüğünü taktım. Telefonu çıkartıp Duha’yı aradım. İlk çalışta telefonu açınca konuşmasına izin vermeden, “Bana on üç gün ver,” dedim Karun’dan kalan boşluğa bakarak derin bir nefes aldım. “On üç güne ihtiyacım var.”

“On üç gün boyunca üzerime gelme, bana baskı uygulama veya Karun hakkında bana bir şeyler anlatmaya çalışma. Söz veriyorum bu on üç günün sonunda onun karşısına çıkıp yaşadığımı söyleyeceğim ama on üç günden önce olmaz.” Duha her şeyi on üç güne sığdırdığımı bildiği için hiç istemese de mecburen kabul etmişti. Telefonu kapattığımda kendimde değildim ama yapmam gereken son bir şey daha vardı.

Karun’un acı çekişi bile beni yatıştırmıyordu. Şu zamana kadar bana yaptığı çoğu şeyi affetmiş, ona olan sevgim yüzünden kırgınlıklarımı içime gömmüştüm. Ama artık daha fazla affetmek istemiyordum çünkü son yaptığı şeyin bir affı yoktu. Bu sefer affetmek yerine ödeşmek istiyordum. Gerçek anlamda ödeşip hayatından defolup gitmek istiyordum. İkimiz için de bunu bitirmeliydim.

Ve artık ne yapacağımı biliyorum. Karun o kadar bitik bir durumdaydı ki hayal ve gerçeği bile ayırt edemiyordu. Her yerde hayalimi gördüğü için beni gördüğünde gerçek olduğumu anlamamıştı. Bir yıldır hayaletimle yaşayacak kadar beni çok sevmişti. Bu sevgi onun sonu olmalıydı. Ona karşı kullanacağım tek şey bana olan sevgisiydi. Sevgi yanlış ellerde çok tehlikeli bir silaha dönüşebilirdi.

***

Her yerde karşısına çıkmaya başlamıştım hem de her yerde. Her defasında üzerimde bana gönderdiği o eflatun elbise oluyordu. Elbisenin kumaşı hatta modeline kadar birebir aynısını diktirmiştim. Sadece son olanların değil, ilk günler yaşananların da intikamını alıyordum. Bir zamanlar metres deyip başından savuşturmak istediği o kadına şimdilerde karım diyor ve onun için gözyaşları döküyordu.

Eflatun elbise gönderdiği kadını o elbisenin içinde gördükçe gözyaşlarına boğulup hayalimin peşinden koşuyordu. Şu zamana kadar içime attığım ne varsa hepsinin intikamını alıyordum. Korumaların olmadığı yerlerde Karun’un karşısına çıktığım için ondan başka kimse beni görmüyordu. Herkes öldüğüme o kadar emindi ki ne Karun ne de başka biri bulunduğum mekanların kamera kayıtlarına hiç bakmıyordu.

Karun onlara beni gördüğünü söylüyordu ama ona inanmıyorlardı çünkü etrafındaki herkes onun delirdiğini düşünmeye başlamıştı. O bile delirdiğini düşündüğü için kamera kayıtlarına bakmak aklına gelmiyordu. Deli raporu çıkardığı kadının hayali onu delirtmişti.

Karun’un gittiği veya gideceği yerleri Kadem sayesinde öğreniyordum. Karun, Kenan ile barıştığı için Kadem çaktırmadan Kenan’ın ağzından laf alıyor ve bana iletiyordu. Herkes ölümümden sonra Kadem’in çekip gittiğini düşünmüştü. Bu yüzden onun dönüşü pek şüphe uyandırmamıştı. Kafasını topladıktan sonra geri döndüğünü düşünüyorlardı.

Kadem’in Kenan’dan aldığı bilgiler sayesinde Karun’un gideceği yerlere ondan önce gidiyor ve kendimi ona gösterip hemen ortadan kayboluyordum. Karun bazen peşimde koşuyordu bazense ağlayarak benden af diliyordu. Gerçek anlamda aklını kaybetmek üzereydi. Her yerde beni görmeye başlayınca korumaları onun çıldırdığını görmesin diye artık onları yanına bile almıyordu.

Onun gibi biri için korumasız gezmek çok tehlikeliydi ama artık yaşamayı bile umursamıyordu. Etrafında korumaların olmaması işimi kolaylaştırıyordu. Mesela dün arabasının hep geçtiği bir kaldırım kenarında durmuştum. Kırmızı ışıkta duran arabanın camı aralanmış ve bana bakmıştı. Uzun uzun bana bakmış, daha sonra sinir krizi geçirip direksiyona üst üste vurarak ağlamaya başlamıştı. 

Boğazını yırtarcasına, “Neden!” diye bağırmıştı. ”Neden gerçek değilsin! Neden bana bunu yapıyorsun?” Gerçek anlamda delirmek üzereydi.

Bugün ise Karun’un yalnız geldiği bir kulüpteydim. Kadem bir şekilde Karun’un yerini öğrenip bana söylediği için kulübe gelmiştim. Kadem ile ne işler karıştırdığımızı Duha’dan gizliyorduk. Duha son zamanlarda hep Karun’u savunduğu için tüm bunları ondan gizliyorduk. Duha büyük bir sabırla ondan istediğim sürenin dolmasını bekliyordu ve bana tanıdığı süre yarın doluyordu.

Karun’u tanıyan herkes ona bir deli gözüyle baktığı için bu gece kendi mekanlarından birine gitmemişti. Yol ağzında küçük bir kulübe gelmiş, tek başına içiyordu. Masası herkesten uzak duvara yakın bir köşedeydi. Karun’u iyi göreceğim bir masada sessizce onu izliyordum. Arada masasına birkaç kadın uğruyordu ama hepsini gönderiyordu. Onları sert bir dille kovuyordu.

Bana olan sadakati gerçekten inanılmazdı. Öldüğümü düşünmesine rağmen başka kadınlarla olmaya yanaşmıyordu. Ona aldığım yüzüğü de hiç çıkarmamıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Karun’un yeterince sarhoş olduğunu düşünüp ayağa kalktım. Onun masasına doğru yürürken üzerimde yine o eflatun elbise vardı. Bana gönderdiği eflatun elbiseye tıpatıp benzeyen bir elbise giyiyordum.

İnsanların arasından geçmeye başladığımda varlığımı hissetmiş gibi başını kaldırıp bana baktı. Beni görünce mavi gözleri titreşti, az kalsın elinde tuttuğu kadeh yere düşecekti. Yine o maviler ve yine iç yakan o mahzun bakışlar... Karun bu sefer en azından bana bakıyordu. Dünden önceki gün bir restorandın koridorunda arkasında geçtiğimde hiç kıpırdamadan kaskatı kesilmişti.

Sırtı bana dönükken bana doğru dönmeye cesaret bile edememişti ama arkasından geçenin ben olduğumu biliyordu. Topuklu ayakkabılarımın tıkırtısına aşina olduğu için ben olduğumu biliyordu. Sessizce geçip gitmemi beklemişti. Belki de gözlerinden akan birkaç damla yaşla bunun son bulmasını beklemişti.

Kalabalıktan sıyrılıp ona yaklaştıkça bakışları değişmeye başladı. Mavileri üzerimdeki eflatun elbiseyi görünce son zamanlarda hep olduğu gibi gözbebekleri titredi ama ağlayamadı. Masasının yanında durup öylece ona bakmaya başladım. Bir şey söylemek için dudakları aralandı ama hiçbir şey söyleyemedi.

Gitmek için arkaya doğru bir adım attığımda, “Gitme,” diyerek hemen ayağa kalktı. Gideceğimden ödü koptuğu için telaşlıydı.

“Gitme, Saka.” Yalvararak bana bakıp konuşmak için kendini zorlamıştı. “Gitme n’olur.” Burnunun direği sızladığında gözlerinden akan bir damla yaşa engel olamadı. “Canımı yaksan da kal be kızım.” Artık beni görmek bile ona acı veriyordu.

Yürüyüp tam karşısında oturduğumda şükreder gibi rahatlayarak nefesini verdi. Yorgun vücudu devrilir gibi koltuğa yığılmıştı. Hiç konuşmadım konuşmama da ihtiyacı yoktu çünkü beni izlemek bile ona yetiyordu. O kadar kötü durumdaydı ki karşısında olduğumu bile anlamıyordu. Beni kendi hayal ürünü sanıyordu ne de olsa son zamanlarda etrafındaki herkesten duyduğu sadece iki şey vardı. 

Delirmeye başladın, tedavi olmalısın.

Kadehi tutan eli titrerken gitmemden ödü koptuğu için gözlerini benden ayırmıyordu. Karun’un gözleri üzerimdeki eflatun elbisede oyalanınca acı dolu bir inilti dudaklarından döküldü. “Başka bir elbise giyemez misin?” Islak kirpikleri küçük bir çocuğun mahzunluğuyla titreşti. “Sana bu elbiseyi gönderdiğim güne lanet ediyorum.” Pişmanlığı sesine öyle bir işlemişti ki acısını iliklerime kadar hissediyordum.

“Pişmanım, Saka.” Sarhoş bakışları elbisede oyalanırken başını ağır ağır salladı. “Şimdilerde bu eflatun elbise bir urgan gibi boynuma dolandı, köpek gibi pişmanım.”

Acıyla karışık buruk bir tebessüm kondu dudaklarına. “Ben soluduğum havadan bile pişmanım. Ölmek istiyorum ama biri de çıkıp bitirmiyor ki işimi,” dediğinde sertçe yutkundum. Korumaları etrafından uzaklaştırmasının asıl sebebi bu muydu? Bir zamanlar benim ölümü arzuladığım gibi artık o da ölmeyi istiyordu.

Bir kez daha ödeşmiştik.

Çıplak kollarımı görünce endişelendi. “Üşüyor musun?” Aceleyle ceketini çıkarmaya çalışınca gözlerimin ardı sızlamıştı. “Hayır,” dedim içim acıyarak. “Üşümüyorum.” Şu bir yılda defalarca onunla konuşmuşum gibi sesimi de yadırgamadı. Kim bilir kaç kez beni gördü ve benimle konuştu.

Elleri çıkarmaya çalıştığı ceketinde hareketsiz kalırken, “Üşüme,” dedi iç yakan bir sesle. Hıçkırıkları boğazında düğümlendiğinde gözyaşların sızısı ıslak gözlerine vurdu. “Üşüme ben seni ısıtamam.” Başını eğip yenilgiyle bakışlarını benden kaçırmıştı. “Kendimi bile ısıtamıyorum mezarın o kadar soğuk ki...” Ve o soğuğa dayanamazdı.

Bedenim artçı şoklarla sarsıldığında buradan kaçıp gitmeyi istedim. “Gitme o zaman.” Sesimin yalvarır gibi çıktığının farkında değildim. “Mezarıma gitme artık.”

Nefretim ve sevgim savaş halindeydi. Sahip olduğum nefret beni buraya onun canını yakmak için getirmişti ama ona duyduğum sevgi Karun’a kıyamıyor, o soğuk mezarda uyumasını istemiyordu. “Gitme artık o mezara.”

“Nasıl gitmem?” Bakışlarının arkasındaki derin ızdırabı gizleyemiyordu. “Orada sen varsın nasıl gitmem?” İçimi bir kurşun gibi delen gözyaşı yanaklarından süzülmüştü. “Seni orada nasıl yalnız bırakırım? Yalnız başına korkmaz mısın?” Allah kahretsin, hiç iyi durumda değildi.

Ağlamamaya çalışarak, “Korkmam,” dedim.

“Ben korkarım,” dedi.

“Neyden korkarsın?”

Gözlerimin içine tüm acısını yansıtırcasına baktı ve kederini yansıtan içli bir sesle, “Sensizlikten,” dedi. “Seninle olduğum tek yer o mezar.”

“Karun iyi değilsin.” Herkesten duyduğu o cümleyi bir kez de benden duymuştu. “Tedavi olmalısın.” Sanki onu bu hale getiren ben değilmişim bunları söylemem ne büyük acımasızlıktı.

“Biliyorum iyi değilim.” O da bunu kabul ederek başını salladı. “Ama tedavi olamam.”

“Neden?”

“Seni benden alırlar.” Buruk sesi kalbimi kırıyordu. “Tedavi olursam seni benden alırlar bir daha seni göremem.” İnatçı bir tutumla başını iki yana salladı. “Seni kaybedemem.” Kendini tutamayıp ağlamaya başladığında ona sarılmamak için kendimi zor tutuyordum. “Varsın bana deli desinler ama seni benden almasınlar.”

“Yapma,” diye ona yalvardım. “Karun bizim bir sonumuz yok seninle.” Gözyaşlarına dayanamıyordum ben onu tanıdığımda ağlamayı bilmezdi ki. “İkimizin bir sonu yok.” Artık bu saatten sonra ne ben onu affedebilirdim ne de o beni affedebilir. Geri dönülmez bir yola girmiştik. “Bir sonumuz olmadığını anlamalısın.”

“Biliyorum, Saka biliyorum.” Gözlerinden akıttığı yaşlarla başını salladı. Kaşları büküldüğünde dudakları titremişti. “Nasıl olsun ki sen ölüsün. Mezarına her gittiğimde bir sonumuz olmadığını anlıyorum ama unutamıyorum da.” Elini göğsüne bastırıp kırgınca gözlerimin içine baktı. “Seni burada atamıyorum ve atmak da istemiyorum. Görmüyor musun, hayaline bile razıyım.”

Tam bir şey söyleyecektim ki kulağımdaki kulaklıkta Kadem’in, “Gurur geldi çık oradan,” diyen sesini duyunca hemen kalabalığa doğru koştum. “Gitme!” Karun arkamdan bağırıp sarhoş adımlarla bana yetişmeye çalıştı ama bu kadar çok içmişken beni yakalayamazdı. “Saka gitme!” Korku içinde bana bağırdı hatta ağlayarak, “Biraz daha kal, gitme,” diye yalvardı.

Bir gürültü duyunca başımı çevirip arkama baktım. Karun birilerine çarptığı için yere düşmüştü. Kalkmaya çalıştı ama sarhoş olduğu için bunu yapamadı. Dizlerinin üzerinde dururken bana bakıp yalvarmaya başladı. “Gitme seni çok özedim.” Gözyaşları içinde yalvararak bana bakıyordu. “Hiç mi merhametin yok be kızım,” diyerek bana elini uzattı. “Gitme, kal biraz daha.” Yerlere hatta ayaklar altına kadar düşmüştü.

Merhametim bir zamanlar vardı.

Gözlerime akın eden yaşlarla ona sırtımı döndüm. Onu yerde bırakarak oradan uzaklaşmıştım. Gurur’a yakalanmadan kulübün arka kapısından dışarı çıkmıştım. Kulaklığa dokunup Kadem’e, “Arka taraftayım,” dedikten sonra gözlerimdeki yaşı hızlıca sildim. Onu orada öylece bırakmıştım.

Karun’un bu hali ondan daha çok benim canımı yakıyordu ama duramazdım. Kime merhamet ettiysem o benim canımı yakmıştı aynı hatalara tekrar düşemezdim. Eğer bana eflatun elbise göndermesini affetmeseydim başıma bunlar gelmezdi. O elbiseden sonra onun canını yaksaydım o da bir daha benim canımı yakmaya cesaret edemezdi. Affettiğim her şeyle daha büyük acılar yaşamıştım. Bu da demek oluyor ki affetmek doğru değildi.

On iki gündür olur olmadık her yerde Karun’un karşısına bir eflatun elbiseyle çıkıp canını yakmıştım. Eflatun elbisenin intikamını en ağır şekilde ondan almıştım. Bu elbise için onun canını yakmayı hiç düşünmemiştim hatta kalbimi intikamla karartmak yerine onunla olup her şeyi unutmak istemiştim. Ancak yaşadıklarım bana affetmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermişti. Bu yüzden biraz geç olsa da eflatun elbisenin intikamını almıştım.

Geç olması hiç olmamasından daha iyidir.

Eflatun elbise konusunda artık ödeşmiştik. Bana çıkardığı deli raporu için de ödeşmiştik çünkü o bana bir rapor çıkardı ama şimdilerde herkes benim değil, onun delirdiğini düşünüyordu. Odasında bana söylediklerinin cezasını da döktüğü gözyaşlarıyla ödemişti. Beni boşaması ve onun yüzünden hastanelik olmamı da günün her gecesi mezarımın başında uyuyarak ödemişti.

Yarın yaşadığımı öğrenecekti.

Karun şu zamana kadar bana yaptığı her şeyin bedelini misliyle ödemişti. Artık aramızda bir alacak verecek kalmamıştı. Yarın karşısına son kez çıkıp ona yaşadığımı söyleyecektim ondan sonra da bir daha yüzünü görmeyecekim. Bu işe içimdeki yangını söndürüp onunla ödeşmek için kalkışmıştım. Yarım kalmış tüm defterleri kapatmadan yeni bir başlangıç yapamazdım. Bana yaşattığı her şeyi ona ödettiğime göre artık gönül rahatlığıyla kendi hayatıma dönebilirdim.

Yarın büyük gündü.

***

Ertesi gün

Duha’nın durumu düşündüğümüzden daha ciddiydi. Dün gece fenalaştığı için onu hastaneye kaldırmıştık. Tanınmamak için sarı bir peruk ve güneş gözlükleriyle tüm gün onun yanında kalmıştım. Şu saate kadar yoğun bakım odasında kalmıştı. Onu daha yeni normal bir odaya almışlardı. Hasta yatağında boş gözlerle bizi izlerken bizden başka hiç ziyaretçisi yoktu çünkü hastaneye kaldırıldığını herkesten gizlemişti.

Kadem gizleyemediği bir kederle ona bakarken her an ağlayacak gibiydi. “Abi,” dediğinde Duha’nın çıplak göğsüne yapıştırdıkları kablolara bakıyordu. “Bu kadar kötüye gittiğini neden benden sakladın?” Bir yıl boyunca onu yalnız bırakmanın pişmanlığını yaşıyordu, ne yazık ki doktorlar hiç iç açıcı konuşmamıştı.

Tüm gün gördüğü ağır tedaviyle Duha’nın rengi sararmışken iç çekerek dudaklarındaki oksijen maskesini çıkardı. “Yaklaş Kadem.” Sesi güçlükle konuşacak kadar kısıktı. “Yaklaş oğlum.” Duha bir tek Kadem’e oğlum derken sesi derinleşir, gözlerinin içi gülerdi. Kadem’e lafın gelişiyle oğlum demezdi, ona babalık ettiği için öyle derdi. Aralarında iki yaş olmasına rağmen Duha onu oğlu gibi büyütmüştü.

Kadem onun yatağının kenarına oturduğunda elini uzatıp Kadem’in elini avucunun içine aldı. “Fazla zamanım kalmadı.” Ona tebessüm etmek için kendini zorlarken bu sefer yalanlarla onu kandırmadı. “İstesem de artık senin yanında olamam.”

Gözlerinin içine acı çekercesine bakıp, “Büyümelisin Kadem,” dedi ölümün hüznüyle. “Ben seni hep şımarttım, farkında olmadan olgunlaşmana engel oldum ama artık büyümelisin.” Gözleri dolduğunda sesi kısılmıştı. “Çok hızlı büyümelisin yoksa harcarlar seni.” Bu hâldeyken bile tek düşündüğü Kadem’di.

“Abi böyle konuşma.” Kadem artık ağlıyordu. “Senden sonra yaşamak umurumda olur mu sanıyorsun?” Duha’nın elini kaldırıp göğüs kafesine bastırdım. “Uysa hemen sana vereceğim ama uymuyor!” dediğinde gözlerimin ardı sızlamıştı. Kadem ona donör olmak için test yaptırmıştı, değil mi?

“Uymuyor abi.” Çaresizliği ıslak gözlerinden okunurken başını iki yana salladı. “Kapısını çalmadığım adam kalmadı ama sana uyan bir kalp bulamıyorum!”

“Bulsan da ben istemem.” Duha, Kadem’e kızar gibi bakarken kaşlarını yavaşça çatmıştı. “Kara borsadan alınan çalıntı bir kalbi istemiyorum.”

“Bulduk da istememen kaldı.” Kadem gözyaşlarını silip tersçe ona baktı. “Sektiğim kalbinde bu kadar farklı olan ne var? Niye hiçbiri uymuyor?”

“Kimin kalbine sövüyorsun lan sen! Benim kalbim ender bulunan bir kalp öyle herkeste olmaz.” Bunlar az önce duygusal bir an yaşamıyor muydu?

Duha derin bir nefes alıp tekrar dramatik ruh haline büründü. Konuşmak için tam ağzını açmıştı ki, “Dinlemiyorum seni!” diyen Kadem onun elini bırakıp ayağa kalktı. “Seninle bu konuşmayı yapmayacağım ölerek benden kurtulamazsın!” Çocuk gibi inat ederek pencereye doğru yürüdü. “Yaşayıp bana bakmak zorundasın.”

Kaşlarını çatan Duha sert bir sesle, “Buraya gel lan it!” diye ona çıkıştı. “Götün sıkışınca böyle kaçamazsın. Belki bu konuşmayı yapmak için bir daha vaktim olmayacak.”

Kadem ona sırtını dönüp ellerini kulağına bastırıp saçma sapan şeyler söylüyordu. “Seni duymuyorum ki. La laa laaa, la laa laaa.”

“Kadem, beni hasta yatağımda kızdırma! Ölüyorum lan, ölüyor! Bir daha konuşma fırsatımız olmayabilir!”

“Şekerli çilek, vanilyalı çilek, çikolatalı çilek. Çilek, çilek, çileeek.”

“Sikeceğim artık olmayan beynini!”

“Sütlü çilek, fıstıklı çileek. Çilek, çilek, çileeek.”

“Çileğini sikeyim piç! Ulan bir tek nimete küfrettirmediğin kalmıştı!”

Kadem ona doğru dönüp büyü yapar gibi elini kolunu garip bir şekilde sallamaya başladı. “Çilek, çilek, çilek! Etrafa, sağdan sola, üstten alta, önden arkaya doğru çilek! Ve çilekle birlikte, çilekeyle birlikte, sağdan sola çilek! Ve seyir halini gerçekleştir!” dediğinde kahkaha atmıştım.

Duha şoke olarak gözlerini kırpıştırdı. “Ne yaptın lan öyle?” dediğinde ifadesi çok komikti. “Çilekli büyü mü yaptın bana?”

“Bu şey değil mi ya,” dedim heyecanlanarak. “Donat!”

“Donat mı?” Duha son zamanlarda internette hiç takılmıyor olacak ki hiçbir şey anlamamıştı. “Donat derken yoksa...” Başını çevirip arkasına baktı. Kaşları o kadar hızlı çatıldı ki ağız dolusu küfredip yataktan çıkmaya çalıştı. “Senin belanı sikerim, Kadem!” diye bağırdı. “Kimi domaltıyorsunuz lan!”

“Ya o büyü,” dedim.

Çıldırdı. “Bana domaltma büyüsü mü yaptınız!” dediğinde kahkaha attım.

“Aslında tam olarak öyle değil, o şey çıkarmak içinmiş...”

“Ne çıkarmak için?” Duha’nın gözleri bir kez daha arkasını buldu. “Kıçımdan tam olarak ne çıkarmayı umuyorsunuz?” Söylediklerini idrak edince bir kez daha küfretti. “Kıçımdan bir şey mi çıkaracaksınız!”

Kadem bile kendini tutamayıp güldü. “Abi o öyle değil.”

Yastığı alıp Kadem’in suratına fırlattı. “Az önce götüme çilekli bir büyü yaptın, boz çabuk!”

“Ne büyüsü?” Elay odaya yeni geldiği için kapının önünde durup şaşkınca bize bakıyordu. “Kim büyü yaptı?”

Gülerek Kadem’i gösterdim. “Duha’nın seksi kıçına çilekli büyü yaptı.”

Elay gözlerini belerterek, “Duha’nın kıçını seksi mi buluyorsun?” diye sorduğunda kıskançlık sezdim.

Duha sırıttı. “Aksi düşünebilir mi?” Yatakta yan yatarak daha iyi görsün diye Elay’a kıçını döndü. Başını çevirip omuzunun arkasından Elay’a bakarken keyfine diyecek yoktu. “Mabadıyla övünenleri hiç sevmem ama benim kıçım çok seksi. Değil mi, röntgenci kuş?”

“Tabii ki öyle.” Gülmemeye çalışarak başımı eğip pantolonun üstünden onun kıçına baktım. “Dokunmak serbest mi?” dediğimde hemen düz bir şekilde yatıp yorganı üstüne çekmişti. “Gösteririm ama elletmem.” Çok tatlıydı.

“Pisleşmeyin yine.” Elay yüzünü buruşturarak odanın içine girdi. Kapıyı arkasından kapatırken bana kızıyordu. “Şu herifi şımartıp bir taraflarını kaldırma.”

“Sen kaldır.” Duha sırıtarak baştan ayağa onu süzdü. “Sana kalkan sadece kıçım değil,” deyince Elay’ın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Elay konuşmak için dudaklarını birkaç kez açtı ama utançtan tek kelime edemedi. Gözlerimi devirerek ona yardımcı olmaya çalıştım. “Elay ona cevap vermek için ne düşünüyorsun? Siktir git desen kapatır çenesini.”

“Ben argo kelime kullanamam!”

Kadem’de konuya dahil olarak, “O zaman el hareketi çek,” deyince Elay utançtan seviye atlamıştı. “Sohbetiniz çok pis!” Bu kız uzun zamandır bizimleydi ama hâlâ fazla iyiydi.

“Eğer istiyorsan senin yerine ben küfredebilirim.” Bunu yapmaya can atıyordum.

“Kırarım bacaklarını!” Duha çatık kaşlarla bana tersçe baktı. “Bana karşı saygılı ol lan!” dedikten sonra bize kapıyı gösterdi. “Siz iki eksik kromozom defolun odamda. Sizden daha çok beni hasta eden bir şey yok.”

Elay’a bakınca gülüşü tekrar dudaklarındaki yerini almıştı. “Doktorumla yalnız kalmak istiyorum belki seksi kıçıma iğne yapar.” Pantolonunun kemerini tuttu. “Çocuklar gitsin soyunacağım,” deyince Elay daha fazla dayanamayıp, “Siktir git!” deyince Kadem ile gülmeye başladık. Demek ki isteyince küfredebiliyormuş.

Duha alınmış gibi yaparak gözlerini belertti. “Çok ayıp doktor.” Bunları söylerken ne kadar çok eğlendiğini gizleyemiyordu. “Hiç yakışıyor mu o güzel ağzına bu sözler.” Gözlerinde muzır bir ifade oluştu. “Senin o tatlı ağzına en çok benim ağzım yakışır. Yine öpsene beni.”

Şaşırdım. “Seni öptü mü?”

“Öpmedim!” diye cırladı Elay. “O öptü beni!”

Duha’nın dudaklarında çarpık bir gülüş oluştu. “Üzerime atladı durduramadım.” Üst kısmı çıplak olduğu için yorganı çenesinin altına kadar çekti. “Asansörde beni kirlettiği yetmezmiş gibi bir de dudaklarımı becerdi.” Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen hâlâ bunu unutmamıştı. Bu adamın diline düşen kurtulamazdı.

Dehşete kapılarak ona bakan Elay, “Sen öyle böyle hasta değilsin!” deyince gülerek başını salladı. “Hastayım ki buradayım.” Keyifli bir sesle konuşarak yanındaki boş yeri işaret etti. “Gelsene yamacıma.”

Kadem gülmemek için yanaklarının içini ısırdı. “Gitme kudurmuş bu.”

“Gözümüzün önünde kızı götürecek hayvan,” dediğimde Duha sırtını yasladığı yastığı alıp kafama fırlattı. “Senin Fransızların otelinde yediğin haltları da unutmadım!” Al işte hiç unutmuyor ve unutturmuyordu!

“Gözün kaldı ki bu hale geldim!” Yerdeki yastığı alıp bende ona fırlattım. “Başından beri düşmedin yakamdan!”

“Ulan kim kimin yakasında düşmüyor! Git sadakat öğren nankör kuş!”

“Ben mi nankörüm?” Elimle kendimi gösterip içli bir ifadeyle ona baktım. “Senin için ilk uçakla buraya geldim ama şimdi nankör oldum öyle mi?” Gözlerim o kadar hızlı doldu ki onu bulanık gözlerle görmeye başladım. “Buraya dönmek bana nasıl hissettiriyor biliyor musun?” Burnumu çekerek, “Anlamıyor musun, çok müşkül bir durumdayım,” dediğimde bir küfür savurdu.

Öldürmek ister gibi bana bakarken, “Kadem götür şunu dışarıya biraz hava alsın,” dedi bıkkın bir sesle. “Ne müşküliyeti bitiyor ne de gözyaşı. Şimdi yere oturur ağlar, iyice sinirlerimi bozar!”

“Yere oturup ağlamayacaktım! Yapmıyorum artık öyle şeyler.”

Alay ederek kaşlarını yukarı kaldırdı. “Yapmıyor musun?”

Homurdanarak bakışlarımı kaçırdığımda gülüşünü duydum. “Git bir elini yüzünü yıka kendine gelirsin.” Onu Elay ile yalnız bırakarak dışarı çıktık. Bizi odasından kovmadıkça canımı sıkmaya devam edecekti.

***

Tüm ısrarlarımıza rağmen Duha bizi dinlemeyip zorla taburcu olmuştu. Durumu çok kritik olduğu için hastanede gözlem altında kalmalıydı ama o, kendini biraz toparlar toparlamaz hastaneden çıkmıştı. Malikaneye dönünce Elay üzerini değiştirmek için odasına çekildi. Duha’yı zorla yatağına yatırdığımızda gözlerini üzerimden çekmiyordu. Ne istediğini çok iyi biliyordum.

Duvardaki saati kontrol edip yeniden bana döndü. “Git artık şu adama gerçeği anlat. Tüm gün oyalanıp durdun, daha fazla erteleme.”

Karun ile yüzleşmeye hazır olmadığım için, “Yarın giderim,” dediğimde kaşlarını çattı. “Bana on üç gün dedin ve bugün on üçüncü gün. Akşama bıraktın bari sabaha bırakma.” Derin bir nefes alıp sıkıntıyla, “Bu saatlerde mezarlıkta olur,” deyince midem kasıldı. “Git bul onu.”

Kalbim sıkışırken başımı iki yana salladım. “Onunla mezarımın başında yüzleşemem.”

Duha inadından taviz vermedi çünkü artık Karun’un gerçekleri öğrenmesini istiyordu. “Ama o bir yıldır mezarında ölümünle yüzleşiyor.” Beni Karun’a göndermek için her yolu deniyordu. Bu yüzden bana karşı acımasızdı. “Bugün olmasa bile er veya geç bu yüzleşme olacak. Senden öğrenmesi her açıdan daha iyi.”

Başını pencereye çevirip aralığın soğuk rüzgarında sallanan ağaçlara baktı. “Dışarısı çok soğuk, Bige. Onu bir gece daha dışarıda uyutmaya hakkın yok.” Ne yazık ki haklıydı. Ben bu soğukta sıcak bir evde oturuyordum ama Karun dışarıdaydı. Yine mezarımın başında uyuyor olmalıydı.

Onunla yüzleşmekten korksam da bunu daha fazla erteleyemezdim. Benden nefret edecek olsa da çektiği azabı bir gün daha uzatamazdım. Derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdüğümde Kadem arkamdan, “Ceketini yanına al,” deyince iç çekerek salondan çıktım. Biraz da benim üşümemin zamanı gelmişti.

Odama girip askıdan on iki gün boyunca giydiğim eflatun elbiseyi çıkardım. Bu gece için bir kez daha giydim bu elbiseyi. Bu gece gerçekleri öğrenince Karun beni kendi içinde öldürecekti. En azından mezarıma kefenimi üzerimde taşıyarak gidecektim. Hızlıca giyindikten sonra aynanın karşısına geçip kırmızı rujumu tazeledim. Biliyorum bu durumda bile kırmızı ruj sürmem çok saçmaydı ama rujum olmayınca kendimi çırılçıplak hissediyordum. Bu konuda biraz takıntılıydım.

Çantamı alıp hızlıca evden çıktım. Kadem beni arabanın yanında bekliyordu. Beni yalnız bırakmayacağını bildiğim için burukça ona tebessüm ettim. Arabaya geçtiğimde kısa sürede malikaneden ayrılmıştık. Arabayı kullanırken Kadem, “Bu gecenin sonunda da çok ağlayacak mıyız?” deyince derin bir nefes aldım. “Bence ağlattığımız kadar ağlayamayız.”

“Sekecek belamızı.”

“Kadem sen bana bunu hatırlatmayınca da yeterince kötü hissediyorum.”

“Beni asıl korkutan Deli Gurur. Karun’un çok ileri gitmesini sana duyduğu sevgi engel olur ama Gurur’u tutabilene aşk olsun. Karun için canını verir ve biz onun canını ölmekten beter ettik.”

“Kadem bir sus artık ya,” diye sızlandım. “Ödümü kopartıyorsun. Karun onu bir şekilde dizginler herhâlde, sonuçta amcasının bize zarar vermesine izin verecek değil ya.”

“Kızım durdursa bile sadece senin için durdurur. Ben ne olacağım?” Beti benzi atarak bana bakıyordu. “Bir yıldır seninle gezip tozan benim. Gurur’a kalmadan Karun beni sekecek. Tabii şanslıysam çünkü beni Gurur’un insafına bırakma ihtimali de var.”

“Yahu kim bu Gurur? Ne çok korkuyorsunuz o kadın düşmanından?”

Şaşırarak bana döndü. “Kadın düşmanı mı?”

“Değil mi?” Kaşlarımı çattım. “Ümit’in kızıyla zorla evlendiği yetmezmiş gibi kızı komalık ettiğini duydum. Sarhoş muydu? Ya da uyuşturucu mu almıştı? Hangi sebep o kadına yaptığı şeyi aklar?”

“Bence o işin altında başka bir iş var.” Önüne dönüp yola odaklandığında bakışları düşünceliydi. “Gurur delidir, dengesizdir ama karısı yaptığı birine de el kaldırmaz. Kalenderler eşleri konusunda fazla hassaslar. Nefret etseler bile nikahına aldıkları kadına el kaldırmazlar. Kadınlara şiddet eğilimi olsaydı Melek’e de vurmaz mıydı? Melek ona taptığına göre demek ki onu hiç incitmedi. Uyuşturucu ve içki Gurur’un hayatında hep oldu ama bir kez bile etki altında Melek’e vurduğunu duymadım.”

“Çünkü Melek onun yeğeni ama Farah öyle değil. Farah onun nefret ettiği adamın kızı.”

“Sen yine de çok önyargılı olma bence işin iç yüzü sandığımız gibi değil.”

“Adam kafadan kırıkmış, Kadem. Kriz geçirdiği bir anda belli ki kıza şiddet uygulamış.”

“Melek’i kendi krizlerinde koruduysa bence Farah’ı da koruyacak bir yol bulmuştur.” Gözlerini kısarak bana döndü. “Birdenbire bu Gurur nefreti nereden çıktı?”

“Nefret etmiyorum, daha geçen yıla kadar onunla tanışmayı da çok istiyordum.” Omuzlarım çökerek başımı cama doğru çevirdim. “Ama şu bir yılda çok şey yaşadım. Hiçbir kadın bir erkek yüzünden acı çekmemeli. Eğer söylentiler doğruysa ve Gurur, Farah’ı gerçekten incitmişse o zaman ona yazıklar olsun.” Kızı üzmek yerine neden onu boşamıyor ki. Bu yaptığı vicdansızlıktı, üstelik duyduğuma göre bir de kızın evine yerleşmiş. İnanılır gibi değildi.

Yolun kalanı ikimiz için de sessiz geçmişti. Araba mezarlığın önünde durunca bu arabadan inmeyi hiç istemiyordum. Karun’un öfkesine ve nefretine hazır değildim ama bunu yapmalıydım. Bana yaptıklarından sonra bende en az onun kadar acımasız olmalıydım. Kadem benim için çok endişeli olduğu için, “Seninle gelmemi ister misin?” diye sordu. Mezarlığın kapısının önünde nöbet tutan korumalara baktı. Korumalar mezarlığın her yerindeydi. “Yardımıma ihtiyacın olabilir.”

“Hayır.” Derin bir nefes alarak çantamı aldım. “Bunu tek başıma yapmalıyım.”

Kendimi cesaretlendirmeye çalışarak arabadan indim. Yolun karşısına geçip mezarlığa doğru yürüdüğümde mezarlığın kapısına yakın bir tane sokak lambası vardı. Sokak lambası mezarlığın kapısını aydınlattığı için nöbet tutanların arasında Celil, Furkan ve Nedim’in de olduğunu gördüm. Onlara yaklaştıkça gözlerini kısarak bana bakmaya başladılar. Celil’in, “Tövbe bismillah,” dediğini bile duymuştum.

Celil ürkerek, “Çocuklar bende bir terslik var,” diye mırıldandı korku içinde. Bir devi andıran koskoca adamın beti benzi atmıştı. “Karun Bey gibi bende delirmiş olmalıyım sanki Bige Hanım’ı görüyorum.”

Nedim elleriyle hızlıca gözlerini ovuşturup tekrar bana baktı. “Bende görüyorum.” Dehşete kapıldı. “Mezarlıkta dura dura üç harfliler bana musallat oldu!”

Furkan ise irkildi ama beni gördüğüne sevinmiş olmalı ki otuz iki diş sırıttı. “Zalimin kızı rüyalarıma girdiği yetmezmiş gibi bir de karşıma da çıkıyor.” Sürüden ayrı bir tepki vererek güldü. “Hâlâ çok güzel.”

“Hortlak lan, hortlak!” diye bağırdı içlerinden biri. “Sen daha neyin kafasını yaşıyorsun, Furkan?”

“Bize doğru geliyor!” dedi İsa. “Ne yapacağız lan, bize doğru geliyor!”

“Topluca çarpıldık!” diye bağırdı Celil. Arkaya doğru adımlar atarken gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüştü. “Hâlâ geliyor bir şey yapın!”

“Ali hemen bir şeyler oku!” diyen Nedim, İsa’nın koluna yapışmış onu önüne çekmeye çalışıyordu. “Senin baban hoca değil miydi, oku hemen bir şeyler!”

“Abi şimdi hiç sırası değil ama alimden her zaman alim doğmuyor!” diyen Ali korkudan bayılacak gibiydi. “Ben Sübhaneke’yi bile bilmem!”

Bu duyduklarıyla Nedim çıldırmıştı. “Lan piç hiç mi babandan bir şey kapmadın! Bari Sübhaneke’yi oku bak geliyor!”

“Ali Sübhaneke’yi okursan sikerim ecdadını!” diyen Furkan içlerinde korkmayan tek kişiydi. “Cinse cin umurumda değil. Bige Hanım gibi göründüğü sürece bana fark etmiyor.”

“Babam cinleri kaçırmak için Nas ve Felak okunur demişti.”

“Cin deme!” diye bağırdı Celil. “Bir tanesi yetiyor hepsini toplama başımıza.”

Nedim resmen güreşerek büyük çabalar sonucu İsa’yı önüne çekebilmişti. “Ali sikeceğim belanı! Baban doğru demiş oku Nas ve Felak!”

“Bilmiyorum bürgün işime yarayacağını hiç düşünmemiştim!”

“Kafir!” diyen Nedim sonunda korkudan çıldırdı. “İmamın kafir oğlu! İnsan babasından hiç mi bir şey kapmaz!”

“Nedim bırak lan kolumu!” İsa korkudan ecel terleri dökerek arkadan ona yapışan Nedim’den kurtulmaya çalışıyordu. “Celil daha iri git onun arkasına saklan. Allah aşkına biri de gelip benim önümde dursun bak Allah’ın ismini verdim!”

“Vuralım!” diye bağırdı Ali. Hemen silahını çıkartıp bana doğrulttu. “Vurursak belki kaybolur.”

“Senin beynini sikerim!” Furkan hızlıca onun bileğini yakalayıp elindeki silahı almıştı. “Bige Hanım’ın hayaletine kimse ateş edemez! Git ötede geber imamın kafir oğlu,” dediğinde kıkırdadım. Bunlar hiç değişmemişti.

Tam karşılarında durduğumda İsa yutkunarak, “Artık çok geç,” dediğinde her birine sırıtarak bakıyordum. Acaba sırıtmasam mı? Sanki böyle daha çok korktular.

Karşımda ip gibi dururken hepsi bir diğerinin arkasına saklanıp onu öne itmeye çalışıyordu. Kurşunun önüne bile gözü kapalı atlayan ama bir hayaletten ödü kopan adamlara bakıyordum. Hepsi korkudan nefesini tutup tir tir titrerken, “Böh!” dediğimde bağırarak çil yavrusu gibi dağıldılar. Kahkaha attım.

Buraya gelirken beni güldürecek bir olayla karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Kapıyı koruyan tüm korumalar çığlık çığlığa arabalara doğru kaçmıştı ama Furkan buradaydı. Bir tek o gitmemişti. “Sen korkmuyor musun?”

Öldüğümü düşünen ruh hastası, “Ben ölülerden korkmam,” diyecek kadar rahattı. Öldüğüme ve bir hortlak olduğuma çok emindi ama zerre kadar korkmuyordu. Bu da böyle bir manyaktı işte. “Madem korkmuyorsun...” Tebessüm ederek ona kollarımı açtım. “O zaman gel sarılalım.” Onu ne kadar çok özlediğimi bilmiyordu.

Bana sarılmaya dünden razıymış gibi hevesli bir şekilde bana doğru bir adım attı ama aklına ne geldiyse, “Olmaz,” diyerek kendini durdu. “Size sarılırsam Karun Bey beni kurşuna dizer.”

“Bu ben hayattayken geçerliydi.” Sevimlice sırıttım. “Ölüye de karışamaz ya.”

“Valla Bige Hanım ölünüze de dirinize de çok iyi karışıyor,” dedikten sonra etrafını kontrol edip fısıltıyla, “Sadece ikimizin olduğu bir yerde hortlarsanız o zaman size sarılırım,” dedi. “Kimse de görüp Karun Bey’e söylemez.” Gülerek öne atılıp ona sımsıkı sarıldım. Şapşal.

“Benim daha fazla bekleyecek zamanım yok.” Kollarımı boynuna dolayıp yanağına dudaklarımı bastırdım. “Seni o kadar çok özledim ki...” Öpücüğümü eşitlemek için diğer yanağını da öptüm. “Sende bana sarıl ne kadar müşkül bir durumda olduğumu görmüyor musun?”

Furkan kaskatı kesilmişti. Boynuna dolanan kollarımın sıcaklığıyla gözleri irice açıldığında yanaklarına bıraktığım öpücüklerin gerçekliğiyle donup kalmıştı. Bir hayaletin onun içinden geçeceğini düşünüyordu ama bu hayalet ona sarılıyor ve onu öpüyordu. Bir terslik olduğunu anlamaya başlamıştı. Birbirine karışan düşünceleri ona gerçeği en yalın hâliyle sununca, “Bige Hanım?” diye mırıldandı.

Nefesinde bile özlem akıyordu. “Na-nasıl?” dediğinde konuşacak durumda değildi çünkü artık yaşadığımı biliyordu.

“Evet, yaşıyorum.” Kollarımın altındaki omuzları gerildiğinde bakışları umut ve yaşayacağı hayal kırıklığının korkusuyla titremişti. “Beni kandırmıyorsunuz, değil mi?” Gözleri o kadar hızlı doldu ki afalladım. “Gerçekten yaşıyorsunuz, değil mi?”

Bu hali içimi acıttığı için yumuşak bir sesle konuşup ona gülümsemeye çalıştım. “Yaşıyorum, Furkan yaşıyorum ve buradayım.”

İçine çektiği nefesi sesli bir şekilde verirken gözlerinden süzülen bir damla yaşı gördüm. “Yaşıyorsunuz.” Kendini buna ikna etmek için birkaç kez, “Yaşıyorsunuz, ölmediniz,” dedi ama hemen sonra sımsıkı bana sarılıp kokumu içine çekti. “Siz gibi kokuyor.” Ağlayacak gibiydi hatta ağlıyordu. “Siz gibi kokuyor gerçekten sizsiniz!”

İçim öyle bir acıdı ki onu yatıştırmak için sarılmayı hiç bırakmadım. Furkan’ın beni bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum. Kedi köpek gibi didişirken birbirimize bu kadar bağlandığımızı bilmiyordum. Onu yaşadığıma ikna edene kadar ona sarılmayı hiç bırakmadım. Bir süre sonra ondan ayrıldığımda ıslak gözlerinde yaşadığı sevinci görebiliyordum.

“Nasıl yaşıyorsunuz?” diye sorarken heyecanı tüm yüzüne yayılmıştı. “Yanlış anlamayın çok sevindim yaşamanıza ama anlayamıyorum. Siz ölmüştünüz, herkes katıldı cenazenize.” Kafası karışmış bir hâlde bana bakıp, “Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi kısık bir sesle.

“Her şeyi anlatacağım.” Gözlerim mezarlığın kapısını bulunca derin bir nefes aldım. “Ama önce Karun’u görmeliyim.” Arabaların arkasına saklanıp bize korku dolu gözlerle bakan korumaları işaret ettim. “Sen bu aptalları bir hortlak olmadığıma ikna et,” dedikten sonra mezarlığın kapısından içeri girdim. Korumaların kaçarken yere düşürdüğü el fenerlerinden birini almıştım.

Feneri yakarak karanlığın içinde yürürken ödüm kopuyordu. Çok karanlıktı ve burada haddinden fazla mezar vardı. Korku filmlerini andıran bu yerde tek başıma yürürken Karun’un cesaretine hayran kalmıştım. Bir yıl boyunca her gece bu ürkütücü mezarlıkta uyuyacak kadar korkusuzdu. Bu kadar mezar arasında kendi mezarımı bulmam zor olmamıştı çünkü Karun kandillerle süslemişti mezarımı.

Bu kandilleri geceleri yaktığı için mezarın etrafı aydınlanıyordu. Mezarın tam karşısında durunca iç yakan bir görüntüyle karşılaştım. Karun mermer mezarın üstünde kıvrılarak uyuyordu. Sanki beni ezmekten korkarcasına mezarın bir kenarına ilişmiş, tıpkı eskiden yaptığı gibi başını göğsümün olduğunu düşündüğü yere yaslamıştı. Sarılır gibi bir kolunu uzatmıştı. Gerçek anlamda beni ağlatan tek görüntü buydu.

365 günün her gecesi böyle mi uyudu?

Sanki gözyaşlarım kana bulanmış gibi her damlası canımı yakmaya başlamıştı. O kadar savunmasız ve kimsesiz görünüyordu ki ona baktıkça kendimden utanıyordum. Bu adamdan en güzel düşlerini çalarak onun kâbusu olmuştum. Tıpkı onun bana olduğu gibi bende onun felaketi olmuştum. Sadece o değil ben kendimi nasıl affedecektim?

Ona karşı affı olmayan hatalar yapmıştım. Onu yalnızca kırmamış, parçalayıp darmadağın etmiştim. Yapmalıydım onun da bana yaşattıkları kolay şeyler değildi. Elimdeki çanta ve feneri yere bırakıp ona doğru yürüdüm. Üzerindeki ceketi yastık niyetine başının altına koyduğu için titriyordu. Soğuğa dayanamazken ona buzdan bir cehennemi yaşatmıştım.

Mezar taşında Bige Efil Saka Kalender yazan mezarın üzerine çıktım. Menekşe çiçeklerin kurumuş kalıntıları olan mezarda ona yaklaştım. Kışın tüm çiçekler solardı, bizim de solduğumuz gibi. Karun’u uyandırmak yerine mezarın üstüne çıkıp yanına uzandım. Gerçekleri öğrendikten sonra aramızdaki her şey son bulacaktı. Bir geceliğine ateşkes yapmak istedim.

Bir gece için ona olan nefretimi bir kenara bırakıp onunla uyumak istiyordum. Güzel bir vedayı hakkediyorduk. Ona sokulduğumda uykuyla karışık, “Saka,” diyen mırıltısını duydum. Nefesinde alkol kokusu vardı sanırım yine kendini uyutmak için içmişti.

“Buradayım.” Onu uyandırmaktan korktuğum için sesim fısıltıyla çıkmıştı. “Hadi uyuyalım biraz.”

Ellerimi birleştirip yanağımın altına koyduğumda yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Uykulu gözleri usulca aralandığında bu yakınlıkta gözlerine bakmayı özlediğimi fark ettim. Gecenin bir yarısı beni kendi mezarımın başında görmek onu korkutmadı çünkü zaten her yerde beni görüyordu. Yine hayal gördüğünü düşündüğü için beni izlemeye dalıp gitmişti.

Ne diyeceğimi bilmez bir hâlde ona bakarken sırf bir şeyler söylemek için, “Merhaba,” diye mırıldandım. Gözleri dolarak beni izlerken elini uzattı. Yüzüme gelen bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken bile beni incitmekten korkar gibi nahifti.

Soğuktan titreyen parmakları büyük bir özlemle yanağıma sürtünürken, “Merhaba,” dedi kısık bir sesle.

Yanağıma değen soğuk eli içimi titretiyordu. “Üşümüşsün, Sanrı.”

Burukça gülümsedi. “Önemli olan senin üşümemen.”

Yanağımdan süzülen yaşa engel olamadım. “Uykum var, bu gece ben senin göğsünde uyusam olur mu?”

“Benden her şeyi iste,” dediğinde dünyayı ayaklarımın altına serecek gibiydi. “Ama bunu isteme çünkü senin göğsüne başımı yaslamayınca uyuyamıyorum.” Bakışlarını kaçırdığında içi titrercesine konuşmuştu. “Uyumayınca rüya göremem. Rüya değil aslında hepsi kâbus ama içinde sen varsın,” dediğinde fazla savunmasız görünüyordu.

Yanağımdan kayan parmakları dudaklarıma sürtündü. “Her zaman olmasa da bazen bana gülümsediğin oluyor.” İçini çektiğinde nefesi kor gibi beni yakıyordu. “Bu yüzden uyumayı seviyorum.” Acı çekercesine mavileri titredi. “Artık eskisi gibi uyuyamıyorum da.”

Elimi boynunun altından geçirerek kontrol edemediğim bir merhametle, “O zaman sen benim göğsümde uyu,” dedim. “Bakarsın bu sefer daha çabuk uykun gelir ve kâbus görmezsin.”

Başını göğsüme çektiğimde beni hiç uğraştırmadan bana doğru kaydı. Başını göğsüme yaslayıp kolunu belime doladığında kalbim teklemişti. Karun’un dudaklarında huzurla dökülün mırıltısı en tatlı ninniden daha tesirliydi. “Hâlâ rüya görüyor olmalıyım çünkü kalbin atıyor.” Sesi nasıl da mutlu çıkıyordu.

“Evet, atıyor.” Elimi kaldırıp aylardır özlemini çektiğim saçlarını okşamaya başladım. “Bir süredir hiç atmıyordu ama artık atıyor.” Parmaklarım yumuşak saçlarının arasında gezinmeye başlamıştı. “Uyu hadi, sabah güneş bizim için doğmayacak.” Yarın sabah onun için bu kadar merhametli olmayacaktım.

Karun rüyada olduğunu düşündüğü için göğsüme sokulup hiç bırakmak istemiyormuş gibi belimi sıkıca sardı. “Seni çok özledim,” dedi uykulu bir sesle. “Seni, kokunu, vücut ısını ama en çok da kalbinin atan sesini duymayı çok özledim.” Başını kaldırıp kalbimin tam üstüne dudaklarını bastırdı. Giydiğim elbisenin yakası açık olduğu için tenimde onun dudaklarını hissedince irkilmiştim.

Dudaklarını uzun süre çekmediği için yanağından süzülen yaş göğsüme düşmüştü. “Saka,” diye mırıldandı bir kez daha kalbimin üstünü öperek. “Kalbin hiç durmasın olur mu?”

Küçük bir çocuğu avutur gibi ıslak gözlerle başımı salladım. “Olur.” Bir geceliğine onu mutlu etmek istediğimden duymak istediklerini söylüyordum. “Sol göğsüm bu gece bir kez daha senin yastığın olacak ve kalbimin sesi de duymak istediğin ninni olacak.” Kollarımı ona sararak saçlarından öptüm. “Bu gece yanında olacağım.”

Başını tekrar göğsüme yaslayarak iç çekti. “Hep yanımda ol.” Uzun zaman sonra sesi ilk kez huzurlu geliyordu. “İstediğim tek şey sensin.” Bir süre duraksadığında sesindeki huzur son bulmuştu. “Ama sen ulaşamayacağım bir yerdesin keşke hep bu rüyanın içinde kalsam. Bu rüyada bana kızmıyor, nefret kusmuyor veya ölmüyorsun,” dediğinde dudaklarımdan kaçan hıçkırığa engel olamadım. Birbirimize neler yaşatmıştık öyle.

Bir süre kollarımda soluklandı ve başını yasladığı yeri yuvası bilip orada dinlendi. “Karun,” diye fısıldadım onun saçlarını okşarken. “Bana bir şarkı söylesene. Sen kalbimin sesini dinliyorsun, benim de dinleyecek bir şeylerim olsun.” Burukça tebessüm ettim. “Sende kendi sesinle beni avut.”

Göğsümde kokumla mayışırken beni geri çevirmedi. İstediğim her şeyi yapacak veya verecek bir hâldeydi. “Güzüm baharlara.

Yüzüm yağmurlara.

Hüznüm dağlara küs,” dediğinde ilk kez onun şarkı söyleyen sesini duyuyordum. Durgun, hafif kalın ve içliydi sesi. İnsanın içine dokunacak kadar içli.

Elinin altından kaybolmamdan korkarcasına biraz daha sıkı sardı belimi. “Geceden karanlık sebebim. Geceden mülteci kederim.

Korkarım, dönmez yüreğim.

Korkarım güzelim, korkarım.” Karun’un sesinde de can vermeye başlamıştım.

“Beni soracaklar.

Beni bulacaklar.

Beni yoracaklar yar,” dediğinde sesinde gizleyemediği bir vazgeçiş vardı. Hayata ve yaşama olan bir vazgeçiş.

“Beni tutacaklar.

Beni yakacaklar.

Bana kıyacaklar yar.” Bunun olmasını her şeyden çok ister gibiydi. Bu vazgeçişi onu daha çok sarıp sarmalamamı sağladı. Birilerinin onu benden alma ihtimaline bile dayanamıyordum. Ancak yarın sabah onu kendimden çok uzağa iten ben olacaktım.

“Sorulur karanlık sebebim.

Vurulur mülteci kederim.

Korkarım, dönmez yüreğim.

Korkarım güzelim, korkarım.” Şarkının sonuna geldiği için o iç çekti, bense sessiz gözyaşları döktüm. Bir daha asla bana böyle sarılıp bana kendi sesinde bir şarkı dinletmeyecekti.

Şarkı söylerken benim sesim kulak tırmalardı ama onun sesi çok güzeldi. Uykulu ve hafif sarhoş çıkmasına rağmen güzel bir sesi vardı. Midesinin gurultusu kulağıma gelince alacağım cevaptan korkarak, “En son ne zaman yemek yedin?” diye sordum.

“Bilmem.” O da bilmiyormuş gibi sesi kararsız çıkmıştı. “Belki dün gece belki de dünden önce.” Bunu sorun etmiyormuş gibi umursamaz bir sesle beni geçiştirdi. “Önemli de değil, senden sonra hiçbir şeyin tadı tuzu yok.”

Her kelimesi içime işlediği için onu susturmanın yollarını aramaya başlamıştım. “Uyuyalım biraz daha konuşursan giderim,” dedim ama bunu söylediğime pişman oldum çünkü, “Gitme, Saka,” diyerek daha sıkı sarıldı bana. “Yalvarırım gitme artık.”

Korkuyla çıkan sesinde binlerce yakarış vardı. “Konuşmam.” Başını hızlıca salladı. “Gitme hiç konuşmam.” Sesi ağlamaklı çıkıyordu. “Sesimi bile duymazsın ama yeter ki gitme.” O sustu bende hiç konuşmadım.

Yapabiliyorken son kez birlikte uyuyalım diye ne ona yaşadığımı söyledim ne de yanından ayrıldım. Üstünde adım yazan bir mezarda uyuduk. Mezarımın yanında ise onun kendi için açtırdığı mezarı vardı. Çok garip bir yerde birbirimize sarılıp uyumuştuk. İlk uyuyan oydu ben hiç uyumadım. Karun aylardır huzurlu bir uykuya hasret kalmış gibi çok kolay uykuya dalmıştı. Başı göğsüme yaslıyken kollarımda uyumuştu.

Neredeyse sabah ezanına kadar saçlarını okşadım, düzenli nefes alışlarını dinleyip kulağına güzel şeyler fısıldadım. Kâbus görmemiş veya uykusunda sayıklamamıştı. Bir yıldan sonra ilk kez bu gece rahat bir uyku çekmişti. Benimse gözüme uyku bile girmemişti. Sabaha kadar uzandığım sert zeminde sırtım tutulmuş, vücudum soğuktan donmuştu. Mezarlık uyumak için güzel bir yer değildi. Karun gibi zenginlik içinde doğan biri bir yıl boyunca nasıl burada uyudu, anlamıyordum.

Güneşin ilk ışıklarıyla, “Karun,” diye mırıldandım. Artık uyanması gerekiyordu. Bir kez daha vazgeçmeden ona her şeyi söylemeliydim. “Karun, uyan artık.” Ateşkes bitmişti yani yollarımızı ayırmanın zamanı gelmişti.

Onu hafifçe sarstığımda mırıltılar çıkartarak kıpırdanmaya başladı. “Karun, sırtım tutuldu kalkar mısın?” dediğimde daha çok bana yılışıp, “Hayır,” dedi uykulu bir sesle. “Güzel bir rüya görüyorum daha sonra kalkarım... Belki birkaç yıl sonra.”

“Sırtım ağrıyor ve sende hiç hafif değilsin. Üzerimde yattığın için sabaha kadar altında ezildim. Biraz daha kalkmazsan cuk diye mezarın içine gireceğim.”

“Sen zaten o mezarın içinde değil misin? Değişen bir şey olmayacak.”

“Bak gidiyorum!” dediğimde başını hızla kaldırınca gülmek istedim ama yapamadım çünkü bu komik değildi. Gitmemden ölesiye korkması komik değildi.

Başını göğsümden ayırıp bana baktığında hâlâ burada olduğumu görüp rahat bir nefes almıştı. “Gitmemişsin.” Eğilip bir kez daha kalbimin üstünü öptü. “Kalbinde atıyor.” Başını çevirip uykulu gözlerle bana baktı. “Bu gördüğüm en güzel rüya.” Onu yaşadığıma inandırmak hiç kolay olmayacaktı.

Üstümden kalkıp mezarımdan çıktıktan sonra elini uzatıp kalkmama yardım etti. Üzerimdeki toprağı temizlemeye çalışırken ceketini omuzlarımın üzerine bırakmıştı. “Üşümüşsün,” dediğinde iç çektim. “Bilmen gereken bir şey var.” Allah yardımcım olsun çünkü bu hiç kolay olmayacaktı. “Karun ben-”

“Günaydın, Bige Hanım,” diyen Furkan gerzeği benden önce davranmıştı. Bu gereksiz herifin nesini özledim ki! Hâlâ her şeyin içine ediyordu.

Karun başını çevirip bu tarafa doğru gelen korumalara bakınca şaşkın görünüyordu. Her birinin bana olan bakışı onu bozguna uğratmıştı. “Saka,” diye mırıldandığında sesi haddinden fazla kısık çıkmıştı. “Onlarda seni görüyor mu?”

Başını çevirip bana baktığında hiç kıpırdamadığımı gördü. “Tamam, sorun yok,” dedi hızlıca. Yaşadığım aklına bile gelmiyordu. Gözlerimde akan bir damla yaşı görünce aceleyle, “Görsünler sorun değil,” diyerek beni yatıştırmaya çalıştı. Yüzümü ellerinin arasına alıp baş parmağıyla yanağımı silerken hâlâ tek düşündüğü bendim. “Ağlama.” Dokunuşu fazla sıcak ve içtendi. “Ağlama güzelim onlar umurumda bile değil.”

“Karun ben yaşıyorum,” dedim hızlıca. Şimdi söylemezsem bir daha asla söyleyemezdim. Islak gözlerle gözlerinin içine bakıp, “Yaşıyorum ölmedim,” dedim. “Bu yüzden beni görüyorlar çünkü kafanın içindeki bir hayalden ibaret değilim.”

Yanaklarımın üzerindeki elleri kaskatı kesildiğinde bile gözlerinde bana inandığını gösteren herhangi bir şey yoktu. “Yaşamıyorsun, Saka.” Başını çevirip adım yazan mezara baktı. “Ellerimle gömdüm seni.” Mavi gözleri dolduğunda sonlara doğru sesi kısılmıştı. “Sen artık yaşamıyorsun.”

Bu gidişle ben onu yaşadığıma ikna edemeden o beni öldüğüme ikna edecekti. “Karun ben gerçekten yaşıyorum.” Başımla korumaları işaret ettim. “Bak çocuklarda beni görüyor.”

“Belki de görmüyorlar.” Bana karşı zerre kadar inancı yoktu. “Belki de ben onların da gördüğünü sanıyorum.” Kaskatı kesildiğimde ne yapacağımı bilmez bir haldeydim. Karun’un bana değil, kendi aklına zerre kadar inancı kalmamıştı. Akli dengesi düşündüğümden de vahim durumdaydı.

“Beni dinle.” Elini tutup kalbimin üzerine bastırdım. “Beni hisset.” Parmaklarım soğuk eline baskı uygulayıp elini göğsümün üzerinde tutuyordu. “Kalbim atıyor.” Yalvarırcasına gözlerinin içine bakmaya başladım. “Rüyalarında veya beni gördüğünü sandığın anlarda kalbimin atışlarını duyabiliyor muydun?”

Başını iki yana salladığında, “Artık duyuyorsun çünkü yaşıyorum,” diye fısıldadım. “Buradayım ve seninleyim.”

Çarpılmış gibi elini hızla çekmişti. “Saçmalık bu!” Yaşadığıma ihtimal dahi vermediği için kaşları çatılmıştı. “Kafayı seninle bozduğum için tüm bunların yaşandığını sanıyorum!” Bana sırtını dönüp hızlı adımlarla yürüyünce donup kaldım. Gidiyor mu?

Furkan, “Bige Hanım,” diyerek endişeyle bana doğru yürüyünce kaşlarımı çattım. Karun’u ikna edememek beni kızdırmaya başlamıştı. Beni bırakıp giden adamı onlara göstererek, “Çağırın gelsin!” dedim sert bir sesle. “Zorla mı getiriyorsunuz yoksa başına silah mı dayıyorsunuz umurumda değil, çağırın gelsin!” diyerek bir ayağımı sertçe yere vurdum. “O buraya dönene kadar hiçbir yere gitmeyeceğim,” dediğimde Karun’un adımları durmuştu. Omuzları gerildiğinde artık hiç kıpırdamıyordu.

Nefesini tutarak bana doğru döndüğünde beti benzi atmıştı. Tam bir şey söyleyecekti ki gözleri ellerime kayınca buz kesti. Başımı eğince yüzük parmağımın ucuna dokunduğumu gördüm. Yardım istiyorsan yüzük parmağının ucuna dokun. Evet, bu işaretin anlamı buydu. Tıpkı odasında yardım istediğim gibi yine çaresizce parmağımın ucuna dokunuyordum. Ellerimi hızla birbirinden ayırdığımda başından kaynar sular dökülmüş gibi Karun gerilmişti.

Gerçekleri anlamaya başladı.

Çocuklara dönüp, “Onu görüyor musunuz?” diye sorduğunda kendi gözlerine hiç itimat etmiyordu. Hepsi başını salladığında bu seferde Kenan’a döndü. Evet, Kenan’da buradaydı ve dehşete düşmüş gibi bana bakıyordu. Furkan onu arayıp döndüğümü söylemiş olmalıydı. Karun yardım ister gibi, “Kenan?” diye mırıldadın. “Sende onu görüyor musun?”

Kenan bir saniye olsun şaşkın gözlerini üzerimden çekmeden, “Görüyorum,” diyerek burada olanlar anlamaya çalışıyordu. “Bige burada.”

“Nasıl?” diye fısıldadığında Karun’un gözleri titriyordu. “Nasıl burada olabilirsin?” Görüp duyduklarına rağmen inanmakta güçlük çekiyordu. “Sen öldün, ben gömdüm seni.”

Güçlü görünmeye çalışarak, “Hiç ölmedim,” dedim ama sesim çatlamıştı. “Başından beri yaşıyordum.”

“Anlayamıyorum.” Bana doğru yürüyüp karşımda durduğunda kelimenin tam anlamıyla bocalamıştı. “Saka ben hiçbir şey anlamıyorum.” Elini uzatıp yanağıma dokunduğunda soğuktan üşüyen parmakları beni hissetmişti.

Eli kayarak göğüs kafesime ulaşıp baskı yaptı. Kalbimin ritimlerini avuç içinde hissettiğinde gözleri dolmuştu. “Eğer bu da bir düşse bu sefer kimse beni ayağa kaldıramaz.” Gözlerimin içine ıslak gözlerle bakıp, “Yıkılırım,” dedi sanki çoktan yıkılmamış gibi.

Saçlarıma dokunarak her bir tutamını parmaklarında hissetti. Üzerime eğilip burnunu saçlarıma gömdüğünde ise kokusunu içine çekmişti. “Menekşe kokuyor.” Sesindeki hüzün burnunun direğini sızlatıyordu. “Sen gibi özlem kokuyor.”

“Karun-”

“Konuşma.” Beni göğsüne çekip sımsıkı sarıldığında titriyordu. “Bırak da seni hissedeyim sonra konuşursun.” Gücünü kaburgalarımda hissedeceğim bir sertlikte sarılırken her saniye gergin vücudu biraz daha gevşiyor ve yaşadığıma olan inancı artıyordu. “Rüya değil,” diyordu kendi kendine. Saçlarımın kokusunu içine çekip öperken, “Buradasın, kollarımın arasında,” diyordu ağlayarak. “Yaşıyorsun.”

Bana olan özlemini kemiklerimde baskısını hissedeceğim kadar sıkı sarılmasından, saçlarıma kondurduğu birçok öpücükten ve döktüğü gözyaşlarından anlıyordum. Karun uzun süre beni bırakmamıştı, bırakmak istememişti. Beni kimseye vermek istemeyen sahiplenici bir tutamla sarılıyordu. “Bu nasıl oldu, bilmiyorum ama iyi ki oldu. Öldüm Saka,” derken her bir gözyaşı saçlarımın tepesine akıyordu. “Sen bir öldün ama ben ölmelere doymadım.”

“Üzgünüm.”

“Üzülme,” derken bile beni bırakmıyordu. “Döndüğün için üzülme sen sadece yaşa.” Yaşadığı aşırı heyecandan kalbi göğüs kafesine sığmaz olmuştu. Hızlanan kalp atışlarını duyuyordum. Burnunu çekerek, “Gerçekten yaşıyor musun?” deyince gözyaşları içinde başımı salladım. Bir yanı hâlâ yaşadığıma inanmıyordu.

Başını yavaşça çekip yüzüme baktığında ıslak gözlerine bakmak bana azap veriyordu. Karun kendini yaşadığıma ikna edene kadar beni bırakmamıştı. Kokumda kaybolmuştu, saçlarımın her bir telinde parmakları gezinmişti ve ılık nefesimi hissetmişti ama en çok da kalbimin atışlarını dinlemişti.

Tüm bunları yaparken gözyaşları bir an bile durmamıştı. Bu sefer kederden değil mutluluktan ağlıyordu. Ağlamayı bilmeyen gözlere ağlamayı öğretmiştim. Ne yazık ki onun mavilerine yağmuru getirmiştim. Çenemi hafifçe kavrayıp başımı kaldırdığında gözlerini yüzümden ayırmıyordu. Elinin tersiyle yanağımı okşayıp korkarcasına bana dokunuyordu.

“Gerçekten buradasın,” demişti ki tebessümü dudaklarında donup kalmıştı. Çenemdeki eli buz keserken neşeden uzak bir sesle, “Saka,” diye mırıldandı. “Bu nasıl olabilir?” İşte şimdi bu görüşmenin en sancılı kısmı başlıyordu.

Karun aklını yeni yeni toplarken peşine düştüğü gerçekler yaşadığı mutluluğu buruklaştırmıştı. “Sen nasıl burada olabilirsin?”

“Ben...” Ne diyeceğimi bilmez bir hâlde ona bakıyordum. Böyle bir durumda ne denirdi ki?

Daha düne kadar bu yüzleşmeyi kafamda onlarca kez kurgulamıştım. Karşısına çıkıp onu bir aptal yerine koyduğumu, kandırdığımı ve ona yaşattıklarımı hiç umursamadığımı söylerken fazla acımasız olacaktım. On üçüncü günde kalbini en ağır şekilde kırıp kendi yoluma gidecektim. Ancak şimdi her şey değişmişti. Bu kadarını yapmak istediğimden emin değildim çünkü zaten çok daha fazlasını yapmıştım.

Karun cevap bekleyen gözlerle bana bakıyordu. Ben sustukça o aradığı cevapları biraz daha bakışlarımdan alıyordu. Bunu onun gözlerinin içine bakarak söyleyemeyeceğim için, “Üzgünüm,” diyerek yanından geçtim.

Mezarın diğer tarafında durduğumda artık ikimizin arasında mezarım vardı. İkimiz de üzerinde adım yazan mezarın iki yanında duruyor, birbirimize bakıyorduk. “Her şey bir oyundu.” Belki de onun kadar acımasız olabilirdim. O bana acımadı, benim de acımamam gerekiyordu.

Korumalar gerildiğinde Kenan neler olduğunu çözmüş gibi kısık bir sesle küfretti. Karun ise donmuş bir hâlde önce aramızdaki mezara, sonra da bana bakıyordu. “Hiç ölmedim.” Sesim titrerken onun gözlerine bakmak için kendimi zorladım. “Her şeyi Duha’yla planladık.”

Suç ortağımı gizlemenin bir anlamı yoktu çünkü buradan ayrılır ayrılmaz bu işi tezgahlayan kişinin peşine düşecekti. Yani er veya geç Duha’yı öğrenecekti. En azından tüm ihanetleri tek seferde öğrenip hepsini göğüslemeliydi. “Seni kandırdık, Karun.” Yaptığım şeyleri hafifletmenin bir anlamı yoktu, ona yaptığım şeyin adı buydu. Kandırmak.

Gözlerinin içine bakıp acımasız bir dürüstlükle, “Seni kandırdım,” dedim bir kez daha. “Sana yaptığım şey bu... öldüğüme inandırıp kandırdım.”

Hayır dercesine başını iki yana salladığında bana inanmak istemediğini görebiliyordum. “Yapmadın.” Böyle bir şeyi bana konduramıyormuş gibi kabul etmek istemedi. “Sen böyle biri değilsin, yapmazsın bu fenalığı.”

Bir an yaptığımı düşündüğü için kendinden utanarak başını eğdi, bakamadı yüzüme. “Kâbus,” diye mırıldandı hızlıca. Kendi kendine konuşur gibi başını aceleyle salladı. “Ben hâlâ kâbus görüyorum, gördüğüm kabuslarda da önce beni mutlu ediyor sonra da canımı yakıyorsun.”

Soğuk hava estikçe vücudundan çok içi ürperiyordu. “Tabii ki kâbus,” diye mırıldanıp kendini kandırmayı seçti. “Öyle olmasaydı burada olmazdın. Sana giden tüm yollar kapalıyken burada, karşımda olmazdın.”

“Karun ben gerçeğim.”

“Değilsin!” Adeta haykırarak beni susturdu. Yaşadığı bu gelgitlerin öfkesiyle kaşları çatılmıştı. “Sen Saka bile değilsin!” diye bağırarak bana mezarımı gösterdi. “Sen buradasın! Seni ben gömdüm nasıl gerçek olduğunu söylersin?”

“Karun-”

“Yeter sus!” Kaşlarını çatarak yumruklarını sıktığında, “Sus!” diye bana bağırdı. “Karşıma geçmiş aylardır seni kandırdım diyorsun, neyine inanacağım lan ben senin!”

Bir yılın birikimiyle sinir krizi geçirir gibi titremeye başlamıştı. “Sen Saka değilsin!” Sinirden dişlerini sıktığı için çenesi kilitlenmişti. “Benim karım deli doludur ama vicdansız değildir,” dediğinde gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı ve en acısı Karun’da benimle ağlıyordu. “Kimsin kızım sen?” Onu kandırdığımı biliyordu ama bana konduramıyordu. “Sen kimsin ki karımın yerine geçmeye çalışıyorsun?”

Aklıma çatı katında bana söylediği sözler gelince gözyaşlarımı hızlıca sildim. “Hakkettiğin kişiyim.” O gün odada söylediği her kelime kafamın içinde dönüp durmaya başlayınca ona duyduğum merhamet yok olmuştu. “Kırdığın, döktüğün ve bir kenara attığın o kadınım.” Soğuk bir sesle konuşup acımasızca gözlerinin içine baktım. “Hakketmediğin hiçbir şeyi yaşamıyorsun.”

Başından aşağı buz gibi sular dökülmüş gibi irkilmişti. Bir yıldır görmeyi istediği kadın bu değildi. Kelimenin tam anlamıyla beyninden vurulmuşa dönmüştü. Göz bebekleri titrediğinde aralık dudaklarının arasında nefesini sesli bir şekilde verdi. “Bunları hakkettiğimi mi düşünüyorsun?” Yüzü bembeyaz olurken baktığı gözlerin ona merhameti yoktu. Bir zamanlar onun da bana olmamıştı.

Gözleri derin ve suçlayıcı bir şekilde bana bakarken belki de ilk kez onu ne kadar kırdığımı saklamaya çalışmıyordu. “Sana o odada söylediklerimin altında bir sebep olmasaydı bile sence bu kadarını hak ettim mi?” Gerilmeye başlamıştım. Sebep mi? Bana o odada söylediklerinin altında nasıl bir sebebi olabilirdi?

“Düşmanıma bile layık görmeyeceğim bu acıyı hangi kötü hakkedebilir?” Bunca zamandır kandırıldığını öğrenmenin acısıyla tüm vücudu sarsılırken inanamayan gözlerle beni izliyordu. “Kim hakkedebilir böyle bir şeyi?” Hiç kimse bu kadarını hakketmezdi ama bende hakketmediğim çok şey yaşamıştım. Bir başkası değil, o bana yaşatmıştı.

Yüzündeki tüm kaslar belirginleştiğinde canından can kopuyormuş gibi gözlerimin içine baktı. Mavileri gözlerimde asılı kaldığında buruk bir sesle, “Saka,” diye mırıldandı. “Söylesene artık senin Carlos’tan ne farkın var? Kendi yaşadığını bana nasıl yaşatabildin? O seni annesiz bırakmışlarken sen nasıl beni sensiz bıraktın?”

“İkisi aynı şey değil, benim annem öldü.”

Manidar gözlerle bana bakıp buruk bir acıyla, “Benim için de bir yıldır sen ölmedin mi?” diye sordu. “Carlos’tan bir farkın yok.” Hayır, Caslos’un bana yaptıkları ve benim ona yaptıklarım aynı şey değildi. Neyden bahsettiğini bile anlamıyordum.

Karun hızlanan nefeslerini kontrol edemeden bakışlarını benden çekti. Bir yıl boyunca yaşadıklarını anımsadıkça öfkesini kontrol edemiyordu. Ellerini sinirle saçlarından geçirirken devirmek ister gibi mezarıma tüm gücüyle tekme attı. “Kimi gömdüm lan ben!” diye bağırdığında gür sesi mezarlığı doldurmuştu. “Karım diye bu mezara kimi gömdüm!”

“Kenan ben kimi gömdüm?” Ağlamaktan kızarmış gözlerle Kenan’a bakıp, “Sen biliyor musun kimi gömdüğümü?” diye sorduğunda onun bu haline dayanamayan Kenan’ın bile gözleri dolmuştu. “Karım diye kimin mezarının başında uyudum? Kiminle konuşup kimden af diledim ben?”

Karun kimseden bir cevap bulamayınca tekrar bana döndü. “Nasıl izin verdin?” Yürüyüp yanıma geldiğinde yaşadığı sarsıntı yüzünden ayakta zor duruyordu. “Sen diye her gece bir başkasına içimi dökmeme nasıl izin verdin?” İnanamayan gözlerle bana bakarken yüzünde dehşete kapılmış gibi sarsıcı bir ifade vardı. “Hiç tanımadığım birinin mezarında uyumama nasıl izin verdin?”

Diyecek tek bir sözüm olmadığı için ona hiçbir şey söylemedim. Ne diyebilirdim ki savunulacak bir yanım yoktu. Karun’un içindeki acıyı yoğun bir şekilde hissederken, “Saka,” deyişi bile ölmekle aynı şeydi. “Hiç mi için acımadı?”

Hayır, Allah kahretsin ki daha düne kadar ona yaptığım hiçbir şey canımı şimdi olduğu gibi yakmamıştı. Nefretle hareket ederken merhametimi bu mezara gömmüştüm. “Hayır,” dedim dilimi ısırarak. “İçim bile sızlamadı.” Bugün sadece içimden geçenleri söyleyecektim. “Karşına çıkıp aklınla oynayan da bendim.” Her şeyi itiraf edip tüm günahlarımdan kurtulmak istiyordum. Ondan sonra bana ne yapıyorsa yapsındı. “Bendim Karun.”

Bu benden aldığı son darbeymiş gibi öyle bir titremişti ki dizlerinin bağı çözülmüş gibi yerinde sendelemişti. Beti benzi atarken ruhu vücudundan çekiliyormuş gibi bembeyaz kesilmişti. “Sen miydin?” Bakışları karmakarışıktı. “Bir yıldır hayal görmüyor muydum?”

“Görüyordun.” Derin bir nefes alarak konuşmak için kendimi zorladım. “Son on iki haftadır gördüğün kişi bendim ama bunun öncesinde burada bile değildim.”

Karun’un yüzü son derece ifadesiz olduğu için ne düşündüğünü anlayamıyordum. “Yaşarken karşıma çıktın ama hiç anlamadım?” Mırıltıyla konuşup başını ağır ağır salladı. “Sana çok kolay inandığım için cesedini teyit bile ettirmedim.” Kirpiklerinin arasında taşan gözyaşı usulca yanağından süzüldüğünde yumruğunu sıkıyordu. “Çok kolay inandım size çünkü Duha’nın dostluğuna, senin de merhametine güvendim.” Acı bir tebessüm kondu dudaklarına. “Benim hatam size güvenmek oldu.”

“Güvenmeye ihtiyacın vardı.” Ona karşı sert olmak için kendimi zorluyordum. “Sevilmeyen insanlar yanlış kollarda arar sevgiyi.” Ona üstten bakışlar atarken içim acısa da devam ettim. “Söylesene hiç mi sevilmedin sen?” dediğimde başını hızla kaldırıp bana bakmıştı.

“Çok mu sevgisiz bıraktılar seni?” Tıpkı o gün onun söylediği gibi, “Bu yüzden mi bendeki bu ısrarın?” dedim acımasızca. “Sana sevgi gösteren tek kişi ben miydim?” Mezarımı işaret ettim. “Bu yüzden mi öldü sandığın bir kadının mezarında uyudun?”

Bir donma anı yaşandığında Kenan daha fazla dayanamayıp, “Kapat artık çeneni!” diye bağırarak üzerime yürüdü ama Karun elini kaldırarak onu durdurdu. “Karışma,” derken gözlerini benden ayırmıyordu.

Kalbi acıyla kasıldığında bile bakışlarını benden çekmemişti. “Karışma Kenan.” Bana öyle bir bakıyordu ki buna bir son vermek istedim. Mavileri şiddetli bir fırtınanın enkazını taşıyan bir durgunluktaydı. Bana bakıyordu ama Kenan’a konuşarak, “Onu kızdırma,” dedi. “Yoksa bu seferde annemin gözleriyle bakar bana.”

Midem kasılmıştı.

İçim öyle bir sızladı ki boş bulunup, “Bunu yapmam,” dedim.

Acı bir şekilde tebessüm ettiğinde geniş omuzları düşmüştü. “Yapmaz dediğim birçok şeyi yaptın be güzelim. Bunu da yapsan çok görmem sana.” Ağlayarak başımı iki yana salladığımda, “Ağlama,” dedi her gözyaşımda can verirken. Ona yaşattıklarıma rağmen hâlâ gözyaşlarıma kıyamıyordu. “Ağlama çünkü sen buraya ağlatmaya geldin.”

Gözlerini boşluğa dikip hızlı hızlı nefesler alıp verdikten sonra bana bakma cesaretini buldu. “Ben değil sensin sanrı.” Derin bir vazgeçişle öylece beni izliyordu. “Aylardır ben kafayı seninle bozmuşken sen bana sanrı oldun.” Gözlerini benden çekip yenik bakışlarını mezarıma dikti. “Son bir yılın her günü, her saati sen bana sanrı oldun.” Bir mezarda can veren gözlerine bakakaldım. “Ölümünle azap, hayalinle sanrı oldun.”

Başıyla bizi izleyen insanları gösterdi. “Herkes deli olduğumu düşündü hem de herkes. Hepsi bana tedavi olmamı söyleyip durdu.” Acı bir nefesten sonra beni işaret etti. “Sen bile,” derken hayal kırıklığı içindeydi. “Ben kafayı seninle bozmuşken sen bile bana tedavi olmamı söyledin.”

Beni kör kuyulara atarken tehlikeli bir sessizlik koydu aramıza. Görülmeyen ama somut ağırlığı olan bir sessizlikti bu. “Gitmeyi seçtin.” Bacakları onu daha fazla taşıyamadığında küt diye dizlerinin üzerine düştü. Ayaklarımın önünde dizlerinin üzerine düşmüştü. “Hep yaptığın gibi ilk seçeneğin yine kaçıp gitmek oldu.”

Önümde dizlerinin üzerinde dururken başını kaldırıp tüm kırgınlığıyla bana baktı. “İlk günden beri en küçük bir fırtınada sen hep giden taraf oldun.” Nefes boruma bir canavarın pençeleri geçmiş gibi hiç konuşamadım.

Gözlerimin ardı sızlarken, “Kalsaydım bir şey değişmeyecekti,” dedim.

Başını omuzuna doğru eğip bana bakarken, “Çok şey değişirdi,” dedi. Ayağa kalkmaya çalıştı ama bunu yapamamıştı. Ellerini yere bastırıp kalkmaya çalıştı ancak öğrendiklerinin ağırlığıyla ezilen vücudunda hiç güç kalmamıştı.

Bir kez daha denedi ama olmayınca vazgeçti. “O gece çıkarmasaydın o tokayı sabaha kalmadan yanına gelecektim. Sana gelip dizlerine kapanarak af dileyecektim.” Hep üşürken şimdi alevlerin içinde kalmış gibi terlemeye başlamıştı. “Yapamadım çünkü sen hep yine kaçan ve giden taraf oldun.”

Sebep olduğum şeyleri göstermek için kendini işaret etti. “Yine dizlerimin üzerindeyim ama düşündüğüm sebeplerden değil.” Başıyla bana mezarımı gösterdi. “Bir yıldır yalvarıp af dilediğim sen değilsin... Hiç tanımadığım biri.” Tutamadığı birkaç damla daha süzüldü yanaklarından. “Onun adını bile bilmiyorum ama aylarımı onunla geçirdim.” Mavileri bana saf acıyı yaşatırken yıkık bir ifadeyle, “Sen izin verdin buna,” dedi. “Bile isteye buna göz yumdun.”

İçinden taşıp gözlerine yayılan geçmişin acısını izledim. “Ben kendi ellerimle karımı gömdüm.” Gökyüzünün kubbesinden taşan yağmur gibi birkaç damla gözyaşı daha süzüldü kirpiklerinin arasından. “Hani bir seferinde demiştin ya ağlamak istediğinde bana gel diye.” Çenesiyle mezarımı işaret etti. “Çok geldim ama yoktun.” Duyduklarım kalbimi acımasızca teklettiğinde burukça gülümsemişti. “İyi ki yoktun,” dedi şükreder gibi. “İyi ki orada değilmişsin.”

Karun derin bir nefes alıp gücünü toplayarak ayağa kalkmıştı. Bakışlarında gördüğüm bir kabulleniş miydi yoksa veda mıydı, bilmiyorum ama canımı çok yakıyordu. Karşımda durduğunda ayaklarımızın altındaki toprak bile çekilir gibiydi. “Hani demiştin ya canını canın yakarsa işte o zaman mevzu büyük diye?” Bana geçmişteki konuşmamızı hatırlatınca sertçe yutkunmuştum.

“Canını herkes yakar ama canını canın yakarsa işte o zaman mevzu büyük.”

“Canım mısın, Saka?”

“Değil miyim, Sanrı?”

Gözlerim uçurum mavisi gözlerinde oyalanırken başını ağır ağır salladı. Bana bakıyordu ama eskisi gibi değil. Şu kısacık zaman diliminde bakışlarındaki ifade bile değişmişti. Soğuk veya ifadesiz değildi aksine hisliydi bakışları. Gözlerimin içine baktı ve son cümlesini kurarak, “Canımdın Saka,” dedikten sonra gitti.

Kalakaldım arkasından. Kulağımda, “Canımdın Saka,” diyen sesiyle öylece kaldım.

Karun’un gidişiyle Kenan ve korumaları da gitmişti. Hepsinin bana olan bakışı bir anda değişmişti. Furkan’ın gözlerinde bile büyük bir hayal kırıklığı vardı. Hiçbiri benden böyle bir şey beklemiyordu. Onlar gidene kadar donmuş bir şekilde burada öylece kalmıştım. Daha sonra tıpkı Karun’un düştüğü gibi dizlerimin üzerine düştüm ve omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım.

Neden yine acı çeken ben oluyordum? Bana tüm o şeyleri yapan oydu, yani hak etmediği hiçbir şeyi ona yaşatmamıştım o hâlde neden canım yanıyordu? Ona yaptığım her şeyi hak ediyordu. Masum değildi onun için üzülmemem gerekiyordu ama üzülüyordum.

***

Duha tepemizde dönüp dururken Kadem’le süt dökmüş kedi gibiydik. Ona son iki haftada yaptıklarımızı ve Karun’a davranış şeklimi anlatınca delirmişti. “Bilmeliydim!” Ağız dolusu küfürler savurarak salonun ortasında volta atıyordu. “Siz iki yarım akıllının böyle bir işe kalkışacağını bilmeliydim!”

“Hak etmediği bir şey yapmadık ona,” diyen Kadem beni savunmak istedi. “Onun Efil’e yaptıklarını ne çabuk unuttun abi?”

“Siktirtme lan abini!” Kadem’e öldürecekmiş gibi bakıyordu. “Oğlum adamın adı deliye çıktı!” Sinirden yüzü kıpkırmızı olurken yerinde duramıyordu. “Herif ipin ucunda lan, ipin ucunda!” Çatık kaşlarla bana baktığında en çok benim yaptıklarıma şaşırdığını görebiliyordum. “Çekip vursaydı kendini ne yapacaktın?” Kaskatı kesildim. “Bu kadar zayıf değil.” Buna inanmak ister gibi bakıyordum. “Karun yapmaz öyle şeyler.”

“Sende yapmazdın, değil mi?”

“Ama Karun benim kadar zayıf değil.”

“Karun şu anda küçük bir çocuktan daha zayıf!” diye bağırınca korkudan oturduğum yere sindim. “Adamın hayatını siktik sana şaka mı geliyor?” Derin bir nefes alıp yüzünü sertçe ovuşturduğunda mümkün olsa beni bir bardak suda boğabilirdi. “Her şeyi mahvedecek kadar aptalsın. Kendi topuğuna sıktın artık seni ben bile kurtaramam!” İşaret parmağıyla kendini gösterdi. “Beni zaten kimse kurtaramaz!”

Tam konuşacaktım ki, “Kes sesini,” diyerek beni susturdu. “On iki gün boyunca adamın aklıyla oynadın ve on üçüncü gün ona çok sert davrandın! Bu kadarı kabul edilemez nasıl bu kadar acımasız oldun?” İnanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Daha geçen yıla kadar sen bu adama tapıyordun. Nasıl yaptın kızım? Seni öldü göstererek bir insana verilecek en ağır cezayı vermedik mi? Çektiği acı neyine yetmedi de her yerde karşısına çıkmaya başladın?”

Duha’yı ilk kez bu kadar sinirli ve ciddi görüyordum. Duyduklarından sonra ne yaptıysak bir türlü sakinleşmiyordu. “Tatmin olman için daha ne olmalıydı?” Onu hayal kırıklığına uğratmışım gibi bakıyordu. “Onun da mı intihar etmesi gerekiyor?”

Burnundan garip bir ses çıkardığında yüzünü buruşturup göğsünü sıktı. Kalbi yine teklerken kızgın bakışlarını bir an bile benden ayırmıyordu. “Yalnız bilgin olsun biz erkekler ölmeye karar verdiğimizde birinin bunu bizim yerimize yapmasını beklemeyiz.” Belindeki silahı işaret etti. “Sıkarız kafamıza kimsede durduramaz! Karun için istediğin son bu mu?”

O kadar çok üzerime geliyordu ki gözlerim dolunca, “Ağlama gebertirim!” diyerek beni tersledi. Saçlarını sertçe karıştırırken bana olan bakışları tahammülsüzdü. “Ben seni öğreneceklerinin ağırlığından nasıl koruyacağımı düşünürken sen kalk her şeyin içine et!”

“Hak etmediği hiçbir şey yapmadım ona.”

“Hak etmedi lan!” Bağırdığında çıldırmak üzereydi. “Ona yaptığımız hiçbir şeyi hak etmedi.” Duha ellerini saçlarından geçirirken söylemek istediği şeyi daha fazla içinden tutamıyormuş gibi, “Annen için yaptı!” dedi haykırırcasına. “Sana anneni geri vermek için o sözleri söyleyip seni boşadı,” dediğinde salonda bir sessizlik yaşanmıştı. Elay’ın gözleri irice açıldı, Kadem gerildi ve bende nefes bile alamadım.

Annem mi?

Nefesim boğazımda düğümlenirken güçlükle yutkunup, “An-annem mi?” diye sordum kekeleyerek. Neler olduğunu anlayamadığım için serseme dönmüştüm. “Karun’un yaptıklarının annemle ne ilgisi var?” Sol gözümden süzülen yaşa engel olamadım. “Benim annem öldü, onu niye karıştırıyorsun?” Kendi çirkin oyunlarına annemi karıştıramazlardı.

Duha ne kadar sarsıldığımı görünce sakinleşmek için kendini zorladı. “Anlatmaya çalıştım ama geldiğin günden beri beni susturdun.” Artık bana bağırmıyordu aksine acıyarak bakıyordu. “Bilmediğin çok fazla şey var.” Yürüyüp yanıma geldiğinde bana bunu nasıl söyleyeceğini bilmez bir hâlde bakıyordu. “Karun o sözleri sana söylerken üzerine kamera ve mikrofon yerleştirmişler. O sözleri söylemesi ve senden boşanması için onu zorlamışlar.”

Hayır, bu doğru değildi.

Bana şimdi bunu söyleyemezdi.

“Sus.” Hemen ayağa kalkıp gitmeye çalıştım. “Sus dinlemeyeceğim.” Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüdüğümde kolumu tutup, “Bige,” deyince, “Sus Duha!” diye bağırarak ona döndüm. “Anlatma duymayacağım!”

Gözlerimin ardı sızladığında gözyaşları görüşümü bulanıklaştırmıştı. “Ben sordum ona, tehdit edildin mi diye çok sordum.” Susması için yalvarırcasına ona bakıyordum. “Baskı altında olmadığına beni ikna etmişti. Bu yüzden bana gerçeği anlatma çünkü kaldıramam.” Karun’a onca şey yaşatmışken gerçekleri duymayı kaldıramazdım. Bunun altından kalkamam.

Karun masum olamazdı.

“Er veya geç öğreneceksin.” Onu dinlemem için beni zorlarken Duha hâlâ kolumu tutuyordu. “Baskı altındaydı.” Yüzü sıkıntıyla kararırken, “Tehdit edildiği için başka şansı yoktu,” diyerek onu savundu. “Mecburdu.”

“Saçmalık!” Duyduklarıma inanmayı reddederek kolumu elinden çektim. “Neyle tehdit edildi? Benim hayatımla mı?” Alay ederek güldüm. “Ben zaten onun evinde ve onun güvenli duvarlarının arasındaydım. Onun dışında kim bana zarar verebilirdi ki?”

Sıkıntıyla nefesini verdiğinde bana bunu nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. “Tehdit edildiği senin hayatın değildi.” Gözlerimin içine uzun sayılabilecek bir süreyle baktı ve yorgun bir nefesin ardından, “Annen,” diyerek başını salladı. “Onu annenin hayatıyla tehdit ettiler.” Yüzüme sert bir tokat yemiş gibi irkilmiştim. Elim ayağım buz tuttuğunda donmuş bir hâlde ona bakıyordum. Doğru mu duydum? Karun’un annemin hayatıyla tehdit edildiğini söyledi, değil mi? Bu sözlerin ne anlama geldiğini biliyor muydu?

Annemin hayatıyla kimse tehdit edilemez.

Ölülerin bir hayatı olmazdı.

“Duha,” diye mırıldandığımda soluğum kesilmişti. “Onu nasıl annemin hayatıyla tehdit ederler?” Geçmişin acı silsilesi beni kor ateşlerde yakarken, “Benim bir annem yok ki,” dedim acı bir kabullenişle. “Benim annem öldü.” Ben öldürdüm diyemedim.

Çaresiz çırpınışlarımı görmek Duha’ya da acı verdiği için beni böyle görmeye katlanamıyordu. “Ölmemiş.” Beni şaşkınlığa sürükleyerek başını salladı. “Senin annen hâlâ yaşıyor.” Ne söylediğinin farkında mıydı? Sözlerinin ne denli umut verici olduğunu bildiğini sanmıyordum. Eğer bu bir oyunsa bunun sonunda nasıl bir hayal kırıklığı yaşayacağımı aklı kestirmiyor muydu?

“Duha benim annem öldü.” Ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum ama buna bir son vermeliydi. Neden bana onun yaşadığını söylediğini de bilmiyordum, tüm bunlar bir saçmalıktı. “Ba-bana onun yaşadığını söyleme çünkü sana çok kolay inanırım.”

Damarlarım patlayacakmış gibi gerilirken nabzımın uğultusunu duyuyordum. “Ona o kadar muhtacım ki sana hemencecik inanırım.” Sağ elimi kaldırıp ona gösterdim. “Kendi ellerimle annemi öldürmeme rağmen sana inanırım,” dediğimde Elay’ın dudaklarından bir hayret nidası döküldüğünde Kadem’in gözleri irice açılmıştı. Artık onlar da öğrenmişti annemin katili olduğumu.

Kadem ayağa kalktığında şoktan ne tepki vereceğini bilemedi. “Nasıl?” diye mırıldandı. Bana bakarken yüzü bembeyaz olmuştu. “Begüm teyzeyi sen mi…” dedi ama devamını getiremedi. Sen mi öldürdün diye soramamıştı.

Kalbimin ağır temposu bana durmam gerektiğini söylerken yavaşça başımı salladım. Artık birilerine anlatıp bu yükten kurtulmak istiyordum. “On üç yaşındaydım.” O günü bir kez daha hatırlamak beni kahrediyordu. Sanki unutmak mümkünmüş gibi. “Carlos bizi kaçırmıştı. Karşıma sandalyeye bağlı üç kadın çıkardılar ve üçünün de kafasında siyah bir torba vardı.” Hayatımın en kahredici günlerinden biriydi.

Bunları söylerken Kadem’e baktığım için onun değişen yüzünü izliyordum. “Carlos elime bir silah tutuşturdu. Vurduğum her kadın için ailemdeki kadınlardan birini kurtaracağımı söyledi.” Gözümden akan yaşla sertçe yutkundu. “Siktir,” diye mırıldandı. Sansür kullanmadığı nadir anlardan birini yaşarken şoke olmuş bir hâlde bana bakıyordu. “İçlerinden biri Begüm teyzeydi deme bana?”

Başımı salladığımda Kadem ağır bir şekilde küfretmişti. Duha hemen araya girip, “Silah kurusıkıymış!” diyerek ikimizi birden şaşırttı. “Karun kulüpte sarhoşken yarım yamalak bana anlatınca ertesi gün onu görmeye gittim. Tüm detayları bir kez daha ondan dinledim.”

Bana dönüp üzerimde yılların yükünü almak istercesine gözlerimin içine baktı. “Carlos’un sana verdiği silah kurusıkıymış.” Nabzım hızlandığında sıfır tepkiyle ona bakıyordum. “Annen de dahil o kadınlara önceden uyuşturucu iğne yapmışlar. Sen vurmasaydın bile zaten hepsi bayılmak üzereymiş.”

“Ama-”

“Bu yüzden onlara siyah giydirdiler.” Duha hızlıca konuşarak kafamdaki tüm soru işaretlerini yanıtlıyordu. “Kan olmadığını gizlemek içindi o siyah kıyafetler. Bozuk gözlerle bu detayları fark edemezdin,” dediğinde başımdan aşağıya buz gibi sular dökülmeye başlamıştı.

Kalbim patlayacakmış gibi hızlanırken kimseden çıt çıkmıyordu çünkü herkes benim gibi derinden sarsılmıştı. Söyledikleri inanması güç şeylerdi ama mantıklıydı da. Beni serseme çeviren de buydu, annemin yaşama ihtimali. On dört yıldır yasını tuttuğum annem yaşıyor muydu? Elim ayağım buz tutarken ayakta durmakta güçlük çektim. Ruhum bedenimden çekiliyormuş gibi dizlerimin bağı çözülünce titreyerek bir yerlere tutunma ihtiyacı duydum.

Düşeceğimi anlayan Duha hemen kolumu tutup, “Şuraya geç otur,” diyerek beni koltuğa oturttu. Elay hemen benim için bir bardak su doldurmuştu. Suyu bana uzatırken, “Böyle dan diye söylemek zorunda mıydın?” diyerek Duha’ya kızıyordu. “Kızın yüreğine indirecektin!”

“Alıştırarak söyledim daha ne yapayım?” Duha’nın söylediklerini doğru düzgün anlamıyordum. Elay beni zorlayarak birkaç yudum su içirmişti ama ne içtiğim sudan bir şey anladım ne de son duyduklarımdan.

Vücudum artçı şoklarla sarsılırken ilgilendiğim tek şey annemdi. “Gerçekten yaşıyor mu?” Bakışlarım ümit doluydu, sesim ise ağlamaklı. “Bana yalan söylüyorsan...”

“Böyle bir şeyin yalanı olmaz.” Duha beni ikna etmeye çalışarak yanıma oturdu. “Begüm Hanım yaşıyor.” Uzanıp birbiri ardına akan gözyaşlarımı silmeye çalıştığında artık bakışları daha yumuşaktı. “Sen onu hiç öldürmedin o yıllardır yaşıyor.”

Buna inanmayı tüm kalbimle istiyordum ama gerçek gibi gelmiyordu. İnanmama engel olan şey kaybolan yıllardı. Bu olayın üzerinde on dört yıl geçmişti. Dile kolay ama yaşayana zor koskoca on dört yıl. Annem yaşasaydı bize geri dönmez miydi? “Tutsak mı tutulmuş?” Dudaklarım titrerken ağlayarak, “Duha benim annemi bunca yıl rehin mi tutmuşlar?” diye sordum. “Bu yüzden mi gelememiş bize?” Aklıma başka bir şey gelmiyordu.

Duyduklarımdan sonra beynim durma noktasına gelmişken doğru düzgün düşünemiyordum. Annem yaşıyordu, yaşıyordu ve ben onun katili değildim. “Çok mu yaktılar canını?” Başımı öne eğerek hıçkırıklarla ağlamaya başladım. “Biz onu öldü sanırken onlar bunca yıl annemin canını mı yaktı?” Kaybolmuştum sanki. Öyle bir kayboldum ki duygularımın gittiği yönü kestiremiyordum. Kafamda onlarca senaryo vardı ve hepsinde de annem işkence görüyor, acı çekiyor ve günlerini onu kurtarmamızı bekleyerek geçiriyordu.

“Yaşadığını bilmiyordum beni kandırdılar.” Hıçkırarak tırnaklarımı dizlerime geçirdim. “Kendi annemin katili olduğuma inandırdılar.” On üç yaşındaki bir çocuğu annesinin katili olduğuna inandırmışlardı. “Yaşadığını bilseydim onu kurtarırdım.” Ölmediğini bilseydim ne olursa olsun onu geri alırdım. Kendimden çok Gazel için bunu yapardım çünkü annemin yokluğu en çok onun hayatını altüst etmişti.

Sinir krizi geçirir gibi ellerimi saçlarıma geçirip sertçe çekiştirdim. “Beni kandırdılar! Duha beni öyle bir kandırdılar ki kendimi annemin katili sandım,” dediğimde daha fazla dayanamayıp beni kollarının arasına çekmişti. “Gözünü seveyim yapma şöyle,” dediğinde onun da sesi ağlamaklı çıkıyordu. “Sandığın gibi yıllardır acı çekmemiş.”

Kollarını bana sımsıkı sardığında tek seferde hepsini söyleyip de kurtulmak istedi. “Annen yıllar önce onlardan kaçtığında hafızasını kaybetmiş. Evlenmiş ve bir kızı olmuş. Üzgünüm ama annen yıllardır sizden habersiz kendi hayatını yaşıyor,” dediğinde gözlerimde durmaksızın yaşlar akmıştı.

Başımı onun göğsüne yaslayıp küçük bir çocuk gibi ağlamaya başladım. Üzüldüğüm için ağladığımı sanıyordu ama gözyaşları içinde, “Acı çekmemiş,” dediğimde neden ağladığımı daha iyi anlamıştı.

“En azından yıllarca acı çekmemiş.” Annemin mutlu olmasını isteyecek kadar onu çok sevdiğimi anladıkça buradakiler bana ağladı. Evlenmiş bir de çocuğu olmuş.

Benim açımdan ölümden daha ağır bir haberdi bu ama yıllarca Carlos’un elinden işkence görmesindense, bizsiz mutlu olmasını yeğlerdim. Biz Sakaların ona verdiği tek şey acıydı. Başka birinde mutluluğu bulduysa varsın onunla mutlu olsundu. Benim yerime o çocuğun annesi olsun, saçlarımı okşamasın ve acımı dindirmesin ama yaşasın. Başka bir adamın karısı, başka bir çocuğun annesi olsa da yaşasın. Onun katili olmaktansa bizden çok uzakta mutlu olmasını isterdim.

Anne katili olmak ölümden daha beterdi.

O kadar çok ağladım ki ağlamaktan yorgun düşene kadar gözyaşlarım dinmemişti. Duha bildiği her şeyi anlattıkça benim gözyaşlarım akmıştı. Bazen anneme ağladım bazense Karun’a ve ona yaptıklarıma. Annemin yaşadığına sevinen kalbimin mutluluğunu buruk kılan Karun’du. Bu gece birçok şeye ağlamıştım ama gözyaşlarım hiçbir şeyi telafi edemeyecekti.

Telafisi olmayan çok şey yapmıştım. Ne annemin yaşadığını sindirebildim ne de Karun’a yaşattıklarımı. Gecenin sonunda elimde kalan tek şey derin bir pişmanlıktı. Saatler önce Karun’u hayal kırıklığına uğratmışken artık ne yapacağımı bilmiyordum. Bana annemi vermeye çalışan birini yıkmıştım. Gerçekleri bu kadar geç öğrenmek benim hatamdı.

“Söylesene, senin Carlos’tan ne farkın kaldı? Kendi yaşadığını bana nasıl yaşatabildin? Seni annesiz bırakmışlarken sen nasıl beni sensiz bıraktın?” Artık bu sözlerle ne demek istediğini daha iyi anlıyordum. Karun haklıydı Carlos’tan bir farkım kalmamıştı.

Carlos bana annemi öldürdüğümü düşündürtmüş ve yıllarca en ağır şekilde canımı yakmıştı. Bense Karun’a onun yüzünden öldüğümü düşündürtmüş ve ona katlanılmaz bir acı yaşatmıştım. Carlos’un bana yaptığı şeyi bende Karun’a yapmıştım. Sadece ağır şeyler yapmadım çok da ağır konuşmuştum. Bana annemi vermeye çalışan bir adama zulüm olmuştum. Ona o kadar büyük acılar yaşatmıştım ki hangi birini affetsin?

Duha haklıydı kendi topuğuma, daha doğrusu kendi kalbime sıkmıştım.


Yorumlar