Roman
  • 01/12/2025

41-TABLOLARIN SIRRI

“Biz artık seninle eski bir şarkı gibiydik… Duydukça can yakan, hüzünlendiren ve maziye götüren ama maziyi geri getiremeyen o eski şarkı.”

Son birkaç gündür gözüme bir gram uyku girmiyordu. Uyuyamıyordum, yemek yiyemiyordum ve düşünemiyordum. Karun’un bir suçlu olduğunu düşünürken ona yaptıklarım pek canımı yakmıyordu ama gerçekleri öğrenince işin boyutu değişmişti. Bana annemi vermeye çalışan birine yaşattıklarımı hatırladıkça aklımı kaçıracak gibi oluyordum. Mezarlıktaki o yüzleşmeden sonra bir türlü kendime gelemiyordum. Nasıl yapmıştım? Nasıl bu kadar ileri gidebildim?

Gerçeği bilmiyordum yani bende masum sayılırdım ama bu kadar ileri gitmeme gerek var mıydı? Kendimi ölü göstermek neyse de bunu bir yıl sürdürmeme gerek var mıydı? Ya da on iki gün boyunca her yerde karşısına çıkıp ona aklında şüphe ettirmeye gerek var mıydı? On üçüncü günde de her şeyi iyice batırmıştım. Mezarımın başında ondan özür dilemek yerine sözlerimle canını yakmıştım.

Karun suçlu değildi ama olsaydı bile bu kadarını hak etmiyordu. Ne kadar çok ileri gittiğimi daha yeni yeni anlıyordum. Tek başıma çatı katının terasında içerken dağılmış bir hâldeydim. “İçince de bir şey değişmiyor ki.” Sarhoş bir hâlde elimdeki kadehe bakıyordum. “Bir halta yaradığın yok.”

Karun’da kendi odasının terasındaydı. Karşı karşıya duran iki malikanede kaldığımız için terasta gölgesini görebiliyordum. Ne de olsa iki evi birbirinden ayıran sadece bir yoldu. Bu yüzden kendi çatı katımda onun çatı katını görebiliyordum. Benim aksime terasın ışığını yakmadığı için gölgesi dışında onu göremiyordum. Onun beni gördüğüne emindim çünkü benim ışığım yanıyordu.

Gecenin bir yarısı birkaç şişe içkiyle terasa çıktığımda o zaten oradaydı. İçmeye benden önce başlamıştı ama ondan daha hızlı içtiğime emindim. Karun sigaranın dumanını içine çekince harlanan sigaranın cılız ateşi yüzünü aydınlatmıştı. Bir kibrit çöpünden daha kısa süren ateş, onun yüzünü bana bir saniye gösterip daha sonra yine onu karanlıkta bırakmıştı.

Keşke ışığı yaksa o zaman onun beni gördüğü gibi bende onu görebilirdim. O beni izleyerek içiyordu ama bana izleyecek hiçbir şey vermiyordu. O kadar sarhoştum ki bastıramadığım ıstırabım yüzünden telefona uzandım. Onun numarasını arayıp telefonu kulağıma yasladım. Bir yıldır numarasını hiç değiştirmemişti. Benim numaram aynı olmadığı için bu sabaha kadar beni ölü sandığından yeni numaram onda yoktu.

Ancak onu aradığımı biliyordu çünkü telefonu çalıyordu ve kulağıma yasladığım telefonu görüyordu. Telefonu açmayacağına çok emindim lakin açılan telefonla sertçe yutkundum. Neden açtı ki ben olsaydım açmazdım. Şimdi ne diyecektim? O kadar panikledim ki bir an telefonu kapatmayı bile düşünmüştüm. İçkinin verdiği sersemlikle onu ararken aklımda ne geçiyordu, bilmiyordum.

Telefonda ondan özür dileyecek değilim ya, daha iyisini hak ediyordu. Hızlanana nefes seslerimi duyduğuna bile emindim. “Şey... Odandaki eşyalarım duruyor mu?” Ne saçmaladığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Telefonu açmasını beklemediğim için bu konuşmaya hazırlıklı değildim.

Cevap vermeyeceğine hatta telefonu yüzüme kapatacağına çok emindim ama derin bir nefesten sonra, “Duruyor,” dedi kısa ve soğuk bir sesle. “Hepsi bıraktığın yerde.” Öldüğümü sandığında bile eşyalarıma dokunmamıştı.

“Annemin mücevherlerini çocuklardan biriyle bana gönderebilir misin?” Saçma bir konu başlattığım için mecburen bunu sürdürüyordum. Telefonda pişmanlığımı ifade etmem çok yanlış olurdu bunu yüz yüzeyken yapmalıydım. “Annemden bana kalan tek şey o mücevherler ve mendili.” İç çekerek kadehe uzandım. “Yarın Furkan ile gönderebilir misin?”

Bir kez daha içine çektiği dumanla sigaranın ucundaki ateş harlandı ve o bir saniyelik zamanda yüzünü gördüm. Yüzünü net bir şekilde bile göremedim ama zihnim çatık kaşlarını hayal etmeme neden olmuştu. “Eminim Duha sana daha iyi mücevherler alıyordur,” diyen sesinde bastıramadığı öfkenin şiddetini soludum.

Beni olduğumdan daha da sarhoş yapan içkiden birkaç yudum aldım. Onun viski içtiğine eminim içmek için genelde viskiyi tercih ederdi. “Duha’nın bana mücevher alması için bir sebep yok. Lütfen yarın sabah Furkan ile annemin mücevherlerini gönder.”

“Sana hiçbir şey göndermeyeceğim.” Bu sabah mezarlıktaki yüzleşmeden sonra ondan farklı bir cevap beklemiyordum. “O mücevherleri çok istiyorsan gel kendin al.” İşte bunu beklemiyordum. Ona gitmemi mi istiyordu?

Çekinerek, “Beni eve almazlar,” dediğimde sesimdeki endişe beni ele veriyordu. “O evdeki herkes benden nefret ediyor olmalı, korumaların beni içeri almaz.”

Sinirle soluduğu nefesi duydum. “Ev benim kim ne karışır?”

Süt dökmüş bir kedi gibi uysalca başımı salladım. “Yarın uğrar alırım o zaman.” Onun işe gittiğinden emin olduğum bir zamanda oraya gidip eşyalarımı alabilirdim.

Aklımdan geçenleri tahmin ediyormuş gibi, “Şimdi!” diyen sert sesini duydum. “Annenin mücevherlerini istiyorsan şimdi gelip al yoksa bir daha alamazsın.”

“Gelemem beni incitirsin,” dedim.

“Gel... Beni incittiğinden daha fazla incitemem seni,” dedi. Kalbim kasılmıştı.

Gözlerimden taşan yaşları görmesinden endişe ederek, “Özür dilerim,” diye fısıldadım. Sol gözümden süzülen gözyaşının katliamına birçok yaş eşlik etti ve gözlerimden durmaksızın yaşlar aktı. Hıçkırığım kulağına ulaşmasın diye dudaklarımı birbirine bastırarak ayağa kalktım.

Omuzlarımın sarsılışından bile ağladığımı anlar diye terasın ışığını kapatmıştım. Tıpkı onun gibi bende kendimi karanlıkta bıraktığımda, “Işığı aç,” diyen yorgun sesini duydum. Sesi aynı zamanda kulağa sarhoş geliyordu. Eminim bu kadar içmeseydi telefonumu bile açmazdı. Belki de yarın sabah ikimiz de bu konuşmayı hatırlamayacaktık çünkü sarhoştuk.

“Sen açarsan bende açarım.” Yönümü onun olduğu tarafa çevirdim. Her şey etrafımda döndüğü için ayakta zor duruyordum. “Seni görmek istiyorum ışığını aç.”

Soğuk gülüşünü duydum. “Beni görmek isteseydin 365 gün saklanmak yerine bana gelirdin.” İğneleyici sesi aramızda binlerce kilometre olduğunu düşündürecek kadar mesafeliydi. “Ben bıraktığın yerdeydim.” Sessiz gözyaşları dökerek başımı salladım ama ışığı söndürdüğüm için bunu göremedi. Gelmeyi çok istemiştim ama ona dönmek hiç kolay değildi.

“Annemin mücevherlerini almaya geliyorum.” Mücevher bahaneydi onu görmek istiyordum. Çok özlemiştim.

Telefonu kapatıp terastan çıktığımda düşmemek için duvarlara tutunarak hareket ediyordum. Düşündüğümden daha fazla içmiş olmalıyım ki başım çok kötü dönüyordu. Evdekileri uyandırmadan merdivenleri inmek benim için hiç kolay olmamıştı. Evden çıktığımda soğuk hava tenimi ısırıyor, üzerimdeki kısa elbisenin eteğini uçuşturuyordu. Korumaların itirazlarına kulak asmadan dışarı çıktım. Telefonunu hemen çıkartan Uraz muhtemelen Duha’yı uyandıracaktı.

Bu saatte sarhoş bir hâlde evden çıkınca benim için endişelenmişti. Yolu geçip Karun’un malikanesinin önünde durunca Celil benim için kapıyı açtı ama bir kez olsun yüzüme bakmadı. İçeri girince bahçede nöbet tutan Furkan ve Nedim’de kafalarını başka bir yöne çevirip bana bakmaktan kaçındılar. Karun’a yaptıklarımdan sonra beni görmeye bile tahammülleri yoktu. Özellikle Furkan’ın bana yüz çevirmesi beni çok üzdü ama ona kızamadım çünkü bunu hak ediyordum.

Malikanenin açık kapısının önünde Karun’un beni beklediğini görünce bir an duraksadım. Onu tam karşımda bulmak tüm cesaretimi kırdığı için başımı çevirip çıkış kapısını kontrol ettim. Telefonda beni incitmeyeceğini söylemişti ama o bu kadar sarhoşken bundan pek emin değildim. Ona yaşattıklarımın öfkesiyle bana zarar vermeyeceğinin bir garantisi yoktu.

Derin bir nefes alıp kendimi zorlayarak ona doğru yürümeye başladım. Adımlarım geri geri gitmek isterken sarhoş vücudumu hareket ettirmek hiç kolay değildi. Her adımla ona biraz yaklaşırken boynundan gevşekçe duran kravatını ve yakası açık gömleğini gördüm. En az benim kadar dağınık bir hâldeydi. Ellerini pantolonun ceplerine koymuş dimdik bir şekilde karşımda duruyordu. Oysaki ben ayakta durmaktan bile güçlük çekiyordum.

Son bir yılın her gecesini içerek geçirdiğini düşünürsek alkole olan direnci bana kıyasla daha yüksekti. İnce topuklu ayakkabılarım her adımımla tok bir ses çıkartırken yürümek için kendimi zorluyordum. Üzerimde aralığın soğuğunu içine çeken mavi, uçuş uçuş bir elbise vardı. Elbisenin kabarık eteği esen rüzgarla yukarı toplandıkça Karun’un gözleri bacaklarıma kayıyordu. Rüzgâr biraz daha şiddetli esse eteğimi karnıma doğru savuracak ve iç çamaşırımı ortaya çıkaracaktı.

Bunun düşüncesiyle dişlerini sıkarak bakışlarını bacaklarımdan çekti. Karşısında durduğumda aramızda üç adım olmasına özen göstermiştim. İçinde zerre kadar duygu olmayan mavilerine bakmak cesaretimi kırdığı için ona doğru elimi uzattım. “Annemin mücevherlerini verir misin?” Buraya mücevherler için gelmedim ama soğuk bakışlarıyla karşılaşmak beni tedirgin ettiği için bulduğum tek bahaneye sıkı sıkı sarılıyordum.

Karun uzattığım elime, daha sonra da bana baktı. Buzdan farkı olmayan bakışları birkaç kez bunu tekrarlamıştı. Sessizliği beni gerim gerim gererken başıyla arkasındaki malikaneyi işaret etti. “İçeri gir kendin al.”

Eve, özellikle de onun odasına girmeyi hiç istemediğim için sözleri omurgama soğuk bir ürperti gönderdi. Kızgındı, sarhoştu ve yapacaklarını o bile kestiremiyordu. Böyle bir durumda eve girmek hiç mantıklı değildi ama mücevher bahanesiyle buraya kadar gelmişken onları almadan gitmek de saçmalık olurdu. Derin bir nefes alarak eve doğru yürüdüm. Karun’un yanından geçerken bile aramızdaki mesafeye dikkat ediyordum.

Kafamın içindeki korku çanlarını susturmaya çalışarak merdiveni çıkmaya başladım. Peşimden geldiği için arkamdaki adım sesleri soluk boruma düğümler atarak nefes almamı engelliyordu. Titreyen bacaklarımı kontrol etmeye çalışırken trabzana tutunarak yukarı çıkıyordum. Başım müthiş bir hızla döndüğü için görüşüm çok sık bozuluyordu. Basamaklar birbirine girmiş gibi beni zorluyordu. Bu kadar çok içmemeliydim.

Son basamağı çıktıktan sonra odasına doğru yürüdüm. Ancak birkaç adımdan sonra yer ayağımın altında kaydığı için tökezledim. Vücudum arkaya doğru sendelediğinde sırtım onun sert göğsüne çarpmıştı. Belki ona temas etmeseydim işim daha kolay olurdu fakat ona yaslanırken aklım ve vücudumun kontrolü benden alınmıştı. Titremelerim artınca donup kalmıştım.

Odanın kapısıyla bakışırken istesem de hiç kıpırdayamadım. O da arkamdan çekilmeyerek ona yaslanmama izin verdi. İki yanında öylece duran elleri belki bana hiç dokunmadı ama ona temas etmeme de engel olmadı. Sırtım hâlâ onun göğsüne yaslıydı. Saçlarımda ılık nefesini hissedince gözlerimin ardı öyle bir sızladı ki, sesli bir şekilde ağlamak için kendimi zor tuttum.

Bana hissettirmemeye çalışarak başını eğip sessizce saçlarımın kokusunu içine çekmişti. Saçlarımın tepesinde içli nefesinin ılık dokunuşunu hissetmiştim. Eskiden bunu hiç çekinmeden yapardı ama bana o kadar kırgındı ki artık kokumu içine çekerken bile bunu bilmemi istemiyordu. Kokumu özlediğini bile benden gizlemeye çalışıyordu.

Öne doğru bir adım atarak onunla olan temasıma son verdim. Bu ona kısık bir sesle bir kez daha iç çektirmişti ama duymamış gibi yaptım çünkü duymamı istemezdi. Kapıyı açıp içeri girdiğimde bir yıldan sonra bu odada olmak çok garip hissetmeme neden olmuştu. Her şey bıraktığım gibiydi sanki burada beni hiç kırmamış, benden gitmemi istememişti.

Hayatımın en kötü gününe tanık eden bu odada en küçük bir eşyanın bile yeri değişmemişti. Makyaj masamın önündeki eşyaların yeri bile aynıydı. O sabah kapağını kapatmayı unuttuğum fondötenin kapağı hâlâ açıktı. El kremin yanında duran rujum bile o sabah nasıl bıraktıysam öyle duruyordu. Akşam uyumadan önce çıkardığım takılar bıraktığım yerdeydi.

Oda her gün temizlenmiş ama makyaj masam ve resim çizdiğim küçük alanıma hiç dokunulmamıştı. Eşyalarım toz tutmuştu ama kimseler masamı bile silmemişti. Sanki Karun bu evdeki kimsenin eşyalarıma dokunmasına izin vermemişti. Her şey nasıl bıraktıysam hâlâ öyleydi. Karun bu odadaki izlerimi hiç silmemişti.

İçkiden dolayı devam eden baş dönmem hiç kesilmediği için sarsak adımlarla yürüyüp çekmeceyi açtım. Mücevher kutumu alıp makyaj masasının önünde duran takılara doğru yürüdüm. Pahalı mücevherlerin hiçbirini almadım, sadece anneme ait gerdanlığı alıp kutunun içine koydum. Diğerleri zaten kutunun içindeydi. Kendi paramla satın aldıklarımı bile alma gereğinde bulunmamıştım.

Başımı kaldırdığımda Karun kapının önünde dikilmiş sessizlik içinde beni izliyordu. “Hepsini al.” Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. “Mücevherlerinin geri kalanlarını, makyaj ürünlerini, kıyafetlerini ve resim eşyalarını toplayıp götür,” dediğinde sözleri açık yaradan sızan kan gibiydi. Damarlarını kurutsa bile dikiş tutmayan bir yara.

Odanın içine doğru yürüyüp etrafını gösterdi. “Çocuklar taşımana yardım eder sen eşyalarını topla.” Benden bir an önce kurtulmak ister gibi davranınca gözlerimin ardı sızlamıştı.

Bezgince hatta bıkkınca bakan gözlerinin acıması yoktu. “Ben eşyalarına dokunamıyorum başka birinin dokunmasına da izin veremiyorum.” Gözlerime yaşlar akın ederken acı dolu bir kabullenişle, “Sen toplarsan sorun olmaz,” diyerek beni sözleriyle kahretmeye devam etti.

“Her şeyini topla geriye tek bir çöpün bile kalmasın.” Gözlerimin içine benden vazgeçmiş gibi baktı ve “Seni bana hatırlatacak hiçbir şey bu evde kalmasın,” diyerek beni bir kez daha bitirdi.

Bedenimin değil ruhumun titrediğini hissettim. “Daha sonra gelir toplarım.” Bu kadar zayıfken güçlü görünmeye bile çalışmıyordum. “Annemin yerini bilmek istiyorum.”

Kaşları büküldüğünde yakışıklı yüzü biraz daha solmuştu. Birkaç kez derin derin nefesler alarak onu zorlayan bu konuşma için sinirlerine hâkim olmaya çalıştı. Karşısında yaptıkları için özür bile dilemeyen bir kadını bulmak ondaki değerimi biraz daha bitirmişti. Değişen mavileri hırçın bir okyanusun dalgalarına dönüştüğünde bana fazla anlam kattığını düşünmeye başlamıştı çünkü gittikçe daha fazla gözünden düşüyordum.

Bunun siniriyle tükürürcesine, “Annenin yerini kendin bul veya Duha senin için bulsun,” dedi. “Senin için her şeyi yapıyor ya, bunu da yapsın.” Hemen ardından bana kapıyı gösterdi. “Şimdi git evimden.”

Annemin yerini bu gece ondan öğrenemeyeceğimi anlayınca ona sırtımı dönüp kapıya doğru yürüdüm. Kapıya yaklaşınca omuzlarım çöktü, gidemedim. Adımlarım kendiliğinden durunca ne yapacağımı bilmiyordum ama bu şekilde gidemezdim. “Üzgünüm.” Kapıyı kapatarak ona doğru döndüm. “Özür dilerim.” Kuru bir özrün hiçbir faydası olmayacağını biliyordum ama üzgün olduğumu bilmeliydi.

Gözlerimi yakıp burnumun direğini sızlatan bir acıyla, “Böyle olmasını istemedim,” diye fısıldadım. “Bilmeden oldu tüm o şeyleri yaparken annemle ilgili gerçeği bilmiyordum.” Biliyorum bu yaptıklarımı hafifletmezdi ama onu zorladıkları şeyi ve annemi kurtarmaya çalıştığını bilmiyordum. Bilseydim asla bu kadar ileri gitmezdim.

Karun gözlerini gözlerime dikti ve tepkisizliğini koruyarak başını ağır ağır salladı. “Anladım.” Anlamadığı birçok şeyi ona yaşatmışken, “Artık önemi de yok,” diyerek aramıza birçok duvar ördü. “Hak etmediğim hiçbir şey yaşamadım.” Bir kez daha arkamdaki kapıyı gösterdi. “Şimdi git.” İçimi acıtacak kadar sakindi.

Bana kızmasını hatta bağırıp çağırmasını bekliyordum ancak hissiz sayılabilecek gözlerle baktığını görünce boğazımda kör bir düğüm oluşmuştu. “Hak etmemiştin,” dedim ağlamaklı bir sesle. “Hiç hak etmemiştin.”

Sustu ve yüzüme bakmakla yetindi. O bakışları içimi öyle bir yakıyordu ki hıçkırıklarla ağlayabilirdim. “Hak etmeseydim yokluğunu bana yaşatmazdın,” deyince gözlerimden süzülen yaşları durduramadım. Onun ahı yağlı bir urgan gibi boynuma dolanıp beni boğuyordu ve boğazıma baskı uygulayarak nefes almama engel oluyordu.

Elimdeki kutuyu bir kenara bırakıp ona doğru yürüdüm. “Bir yolu olmalı.” Sesim titrerken görüşümü puslandıran yaşların bir sonu gelmiyordu. “Beni affetmenin bir yolu olmalı.”

Pişmanlığım öylesine büyüktü ki bununla ne yaşanırdı ne de ölünürdü. Ona onca fenalığı yaparken böyle sonuçlanacağını bilmiyordum. “Be-ben çok üzgünüm.” Bana eşlik eden gözyaşların ağırlığıyla başımı salladım. “Çok üzgünüm ne yapacağımı bilmiyorum.”

Kirpiklerinin arasında bakan mavi gözlerinde bana karşı zerre kadar bir acıma olmadı. Bir zamanlar gözyaşlarıma kıyamayan o adam şimdi donuk gözlerle beni izliyordu. Yanaklarımdan süzülen yaşlar bile buzdan kalbini eritemedi. Yanımdan hızlıca geçerken, “Alacaklarını al sonra git,” dedi soğuk bir sesle.

Gitmesinden endişe ederek, “Böyle gitme,” diyerek arkasından birkaç adım attım ama sarhoş ayaklarım birbirine dolanınca küt diye dizlerimin üzerine düşmüştüm.

Düştüğümü görünce hemen durup beni kaldırmak için yanıma geldi. Elini uzatınca uzattığı eline bakıp daha çok ağlamaya başladım. “Özür dilerim yapmamalıydım çok pişmanım.” Benim onu yerde bıraktığım gibi onun beni yerde bırakmaması canımı çok yakıyordu. Başımı önüme eğip omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Böyle olmamalıydı.

Bana elini uzatması ondan aldığım en ağır darbeydi. Kulüpte yere düşüp arkamdan gitme diye yalvardığında onun için dönmemiş ve onu kaldırmak için elimi uzatmamıştım. Onu yerde bırakıp gitmişken o aynısını bana yapmıyordu. “Bilmiyordum.” Başımı eğdiğim yerden kaldırmadan hep aynı şeyleri sayıklıyordum. “Neyi neden yaptığını bilmiyordum.” Öfkeme yenilmiştim.

Karun beni yerden kaldırmak için kolumu tutup, “Saka,” dediğinde kalkmak yerine elini ittim. “Bilemezdim,” dedim gözyaşları içinde. “Bana eflatun bir elbise göndermenin geçerli bir sebebi yoktu.”

Başımı kaldırıp dağınık saçlarımın arasında ona baktım. “Bu yüzden boşanmanın altında da bir sebep olmadığını düşündüm.” Kimse benim açımdan olaylara bakmıyordu. Neyi neden yaptığını bilemezdim. Canımı o kadar çok yakmıştı ki altında bir sebep olduğunu düşünemedim.

Tepemde dikilmeye devam ederken işte şimdi gözlerinde yargılayan bir ifade vardı. “Bir eflatun geceye karşılık bana kaç eflatun gece yaşattın?” dediğinde sesinde aşağılayıcı bir şeyler vardı, bakışlarında ise bastıramadığı gizli bir öfke.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ama cevap bekleyen gözleri susmama izin vermiyordu. Bensiz geçirdiği tüm günleri hesaplayarak, “383 eflatun gece,” diye mırıldandım gizleyemediğim bir kahroluşla. “Bir eflatun geceye karşılık sana yaşattığım 383 eflatun gece.” Hangi açıdan bakarsak bakalım benim suçum ve kabahatim daha büyüktü.

Karun’un gözlerinin rengi koyulaştığında birçok nedenden dolayı bana sinirli olduğunu görebiliyordum. Dişlerini sıkarak burnundan sertçe nefesini aldı. Yanındaki elini sıkarak bana bakarken artık pek rahat görünmüyordu. Elini sıkıp sıkıp açıyor, parmaklarını esnetiyordu. Sanki sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu. “Neden?” Buz gibi bir sesle konuşması omurgama yakıcı bir his göndermişti. “Bir gecenin karşılığı neden 383 gece?”

“Çünkü yoruldum.” Gözlerimden süzülen birkaç damla yaşla başımı salladım. “Sana ilk geldiğimde ben böyle bir kadın değildim, sende böyle bir adam değildin.” Ağlamamak için dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım ama gözlerimden sessizce süzülen gözyaşlarını durduramadım. “Birbirimizi o kadar hırpaladık ki geriye güzel hiçbir şey bırakmadık.”

Biz birbirimizi tüketmiştik.

Karun yüzümde veya ıslak gözlerimde ne görüyorsa hissiz gözlerinde küçük bir duygu kırıntısı oluşmuştu. Bu duygunun ne olduğunu anlayacak bir kafada değildim ama soğuk duvarlarında küçük bir çatlak oluştuğunu görebiliyordum. Sıkıntıyla nefesini verdiğinde eski hissizliğine dönmesi saniyelerini bile almadı. Bana merhamet etmek istemiyordu çünkü ya biz birbirimize yar olacaktık ya da yara. Yaralarımızı sarmak yerine daha büyüklerini açarak yara olmuştuk.

Boğazımı tırmalayan histeri bir hıçkırığı yutmak ister gibi yutkundum. “Düşmemek için insan uzun süre dikenli bir dalı tutamıyor.” Hissettiğim berbat duygulardan ötürü konuşurken sesim çatallaşmaya başlamıştı. “Bir süre sonra ya kendini bırakır ya da o dalı kırar.” Acı bir ukde kondu dudaklarıma. “Ben ikisini de yaptım çünkü tutunduğum dalın o kadar çok dikeni vardı ki, neresinde tutsam elim kanıyordu.” Onunla olmak da hiç kolay değildi.

Karun’u gözlerinde bana karşı hiç merhamet kırıntısı bulamayınca kendimi zorlayarak ayağa kalktım. Geriye kurtarılacak hiçbir şey kalmadığını görmekten daha acı verici bir şey yoktu. Yaptıklarım herkese sevgimi sorgulatabilirdi ama insan doğru şekilde sevmeyi bilmeyince kırıp dökerdi. Sevgi konusunda hep talihsiz olduğum için karşımda hiç iyi bir örnek yoktu. Doğru şekilde sevmeyi ne o biliyordu ne de ben.

Daha fazla burada durmayıp annemin mücevherlerini alarak odadan çıktım. Gitmemi istediği için beni durduracak hiçbir şey yapmamıştı. Malikaneden çıkıp karşıdaki eve doğru yürürken kendime defalarca en doğrusunun bu olduğunu söylüyordum. Er veya geç bitecekti ve bitti de. Acı verse de bitmişti çünkü biz doğru şekilde sevmeyi hiç bilemedik.

Anne ve babamın ilişkisi benim için pek de güzel bir örnek değildi. Birbirlerini seviyorlardı ama onların sevgisi emret ve itaat et üzerine kuruluydu. Annem babama itaat ettiği sürece babam tarafından sevilmişti. Belki de annem gibi olmak istemediğim için kocama karşı hep böyle asi bir kadın olmuştum.

Hayatımdaki birlikteliklerde hep fazla sağlıksızdı. Sevgiye olan açlığımı hep yanlış kollarda aramıştım. Tıpkı Serhat’ta da olduğu gibi. Ya ben fazla kolay seviyordum ya da hayatıma giren erkeklerin zamanlaması fazla iyiydi. Mesela Serhat’ın zamanlaması nokta atışıydı. Uzun süren bir körlükten sonra gözlerimin açıldığı bir dönemde hayatıma girmişti. Bana dünyanın en eşsiz kadınıymışım gibi hissettirip beni evliliğe ikna etmişti.

Çıktığım ama yatmadığım tek erkek Serhat’tı çünkü onun üzerinde iyi bir izlenim bırakmaya çalışıyordum. Önceki hayatıma bir sünger çekip onunla yeni bir başlangıç yapmak istemiştim. Emin değilim belki de çıktığı her erkekle yatan bir kadın olduğumu düşünmesini istememiştim. Beni ucuz biri gibi görmesinden korkmuş bile olabilirdim. Şimdi düşünüyorum da aslında ben ucuz değildim, öyle olsaydım şu bir yılda da birçok erkekle yatabilirdim.

Ucuz olan ben değildim, hayatıma giren erkeklerdi. Ona sadık kalacağım biriyle tanışmadığım için hayatımı gelişigüzel yaşıyordum. Babamdan bulamadığım sevgiyi, annem ve Gazel’in hayatımda olmayışının yoksunluğunu yanlış kollarda dindirmeye çalışmıştım. Ta ki Karun ile tanışana kadar. Herkesten daha fazla canımı yakmıştı ve en çok onun canını yakmıştım ama tüm o kaosun içinde onu sevmeyi öğrenmiştim.

Birbirimize duyduğumuz sevgi yanlış değildi, yanlış olan bizlerdik. Asıl yanlış olan birbirimizi bulana kadar bize yaşatılan şeylerdi. Geçmişimiz o kadar hasarlıydı ki, iki baskın ve hastalıklı insanın bir araya gelmesi ortaya katliam gibi bir ilişki çıkarmıştı. Aramızdaki şey bir sevgide olamayacak her şeyden ibaretti.

Toksik bir ilişki yaşadığımız artık daha iyi anlıyordum. Aşk bu değildi, sevgi böyle olmazdı. Kalbimizde taşıdığımız sevgi gerçek olabilir ama bu şekilde yaşanmazdı ve yaşanmamalıydı. Bitmesi gerekiyordu aramızdaki şey hiç sağlıklı değildi. Hasarlı bir şekilde başlamışken bir yıl önce olmasa bile er veya geç bitecekti. Güzel bir başlangıç yapmamıştık ki güzel bir şekilde bitsin.

Sanki bir günde olgunlaşmış gibi düşüncelerim değişmiş, daha önce göremediğim birçok şeyi Karun’un hissiz gözlerinde görmüştüm. Bu sabah mezarlıktaki yüzleşmeden sonra büyümeye başlamış gibiydim. Bu iyi bir gelişme mi yoksa kötü mü, hiç bilmiyordum.

***

Bir ay sonra.

Günler geçiyordu ve her yeni günle kendimi meşgul edecek bir şeyler bulmaya çalışıyordum. Yaşadığım gittikçe daha çok insanın kulağına ulaşıyordu. Duha’nın yeni işe aldığı bir koruması gizlice fotoğraflarımı basına sızdırdığı için neredeyse tüm gazeteciler ve televizyonlar beni konuşuyordu. Duha onu kovmuştu ama o adamın başıma açtığı sorunlarla ben uğraşıyordum. Basın her yerde peşimdeydi.

Hiçbirini umursamıyor, bana ulaşmaya çalışan babama bile her yerden engel oluyordum. Gazetecilere röportaj vermekten kaçınıp hepsini görmezden geliyordum. Sabah koşularımda arada sırada Karun’a denk geliyordum. Öyle anlarda tek kelime etmeden birbirimizin yanından öylece geçip gidiyorduk. Sanki anlaşarak ayrılmışız gibi birbirimize saygısızlık yapmıyorduk ama yakında davranmıyorduk.

Bittiğini kabullenmek ikimiz için de büyük bir gelişmeydi. Psikolojik yardım alıyordum ve duyduğuma göre o da aynı şeyi yapıyormuş. Yardım almadan birbirimizde bıraktığımız travmaları aşamazdık. Artık ikimizde iyileşmek ve birbirimizi geride bırakmak istiyorduk. Öte yandan Karun bizden intikam almaya kalkışmamıştı. Bunu yapmadığı gibi amcasını da bizden uzak tutmuştu.

Kimse kapımıza gelip bizden hesap sormadı, kısacası Kalender cephesinde kimse canımızı yakmaya kalkışmadı. Adamları beni gördüğü yerde başlarını eğip beni görmezden geliyordu. Levent yüzüme bile bakmıyor, Melek ise beni görünce küçük bir tebessümü esirgemiyordu. Çağıl’ın döndüğünü duymuştum ama o da benimle hiç iletişime geçmemişti.

Karşı malikanedekiler beni hayatlarından çıkartarak onlardan açtığım yaraları sarmaya çalışıyorlardı. Karun ve Duha arasındaki ilişki tamamen kopmuştu. Tıpkı Kenan ve Kadem’in arasındaki her şeyin de bittiği gibi. Bu iki grup birbirlerine selam dahi vermeyi bırakmıştı. Karşı taraf bunu ne kadar sorun ediyor, bilmiyorum ama Duha cephesinde işler hiç iyi değildi.

Yıllardır Karun ile dalaşmayı alışkanlık haline getiren Duha, onun yokluğunda ağır bir depresyona girmişti. Ne yazık ki girdiği bu depresyondan çıkacak gibi de değildi. Ne zaman Karun ile karşılaşsa ve Karun onun yüzüne bile bakmasa, Duha saatlerce evde kafamızı ütülüyordu. Benden daha büyük bir aşk acısı çekiyormuş gibi davranıyordu.

Aşağıya indiğimde gördüklerim beni şaşırtmadığı gibi az kalsın güldürecekti. Duha siyah bir tişört ve eşofman altıyla koltuğa uzanıp bir eşarbı alnına bağlamıştı. Elay onun kollarını, Kadem’de bacaklarını ovuyordu. Buradan bakılınca yaşlı teyzeler gibi görünüyordu. İçeri girip, “Nesi var?” diye sorduğumda Elay gülmemeye çalışarak yanaklarının içini dişledi. “Bugün iş çıkışı Karun’la karşılaşmış, seninki buna hiç pas vermediği için bu hâlde.”

Duha fenalık geçirir gibi sızlanıp, “Yüzüme bile bakmadı,” diyerek bacaklarını ovan Kadem’e tekme attı. “Düzgün ov lan kıymetli bacaklarımı! Ovuyor musun yoksa mıncıklıyor musun, hiç belli değil!” Bir aydır bize kök söktürüyordu.

Elindeki kitapla uzandığı yerde kendini serinletmeye çalışırken, “Depresyondayım iyi davranın bana!” deyince kıkırdadım. Karun olmadan uzun süre dayanamazdı.

Gülmemek için kendimle cebelleşirken kollarımı göğsümde birleştirdim. “Toparlamalısın artık,” dediğimde kaşlarını çatarak elindeki kitabı bana fırlattı. “Asıl sen nasıl bu kadar hızlı toparlanabildin!” Pek toparladığım söylenemezdi ama bu konuda elimden geleni yapıyordum.

Böyle yaparak sağlığını daha da kötü etkilediği için onun adına endişeleniyordum. “Karun yoksa başka biri olur.” Yumuşak bir sesle konuşup onu içine çekildiği bu buhrandan çıkarmaya çalıştım. “Sana başka düşman mı yok?”

Bu duyduklarından sonra Duha kalp krizi geçirecekmiş gibi tişörtünü çekiştirip, “Elay!” diye sesini yükseltti. “Dilaltı hapımı getir tansiyonum çıktı.”

Elay gülerek omuzlarına bastırıp onu kalktığı yere geri yatırdı. “Yaşlı dedeler gibi davranmayı bırak.”

“Yaşlandırdınız kızım beni.” Kötü kötü bana bakarken fırlatacak bir şeyler arar gibiydi. “Şu salak kuş ömrümü yedi, ömrümü! Kalender Beyciğim yüzüme bile bakmıyor.” Başı yastığa düştüğünde yüzünde acıklı bir ifade vardı. “İntikam almak şöyle dursun, birkaç küfrü bile bana çok gördü.”

Afalladım. “Tüm bu tantana sana küfretmediği için mi?” Eğer istediği buysa ona en sağlamından küfredebilirdim.

Onu yeteri kadar ciddiye almadığımı görünce Duha iyice çıldırdı. “Biri şunu çeksin gözümün önünde!” Kalkmaya çalıştı ama Elay omuzlarına bastırarak kalkmasına engel oldu. Dişlerini sıkarken dövecekmiş gibi bana bakıyordu. “Senin yüzünden hayatım çok sıkıcı geçiyor, orada konuşup durma!” Karun ile uğraşmayınca eğlenecek bir şeyler bulamıyordu tabii.

Bir ayağımın üzerinde salınıp dururken bıkkınca ona bakıyordum. “Dünyanın sonu değil ya, yeni düşmanlar buluruz sana.”

Bu sefer kafasının altındaki yastığı bana fırlatmıştı. “Ben ondan başka düşman istemiyorum!” Gece karası gözleri boğmak ister gibi bakarken, “Sen ne anlarsın kaliteli düşmanlıktan!” diyerek bana çıkıştı.

“Bana bak kendine gel artık!” Onun beni teselli etmesi gerekirken her gün biz onu teselli ediyorduk. “Sen böyle yaptıkça eski kocamla gizli bir ilişkin olduğunu düşünmeye başlıyorum. Kaç gündür bu nedir ya, bir kendine gel, silkelen artık!” dediğimde yattığı yerden fırlayıp üzerime saldırdı. “Bu sefer keseceğim o çatallı dilini, hadsiz kuş!”

Daha o bana yetişmeden koşarak hemen üçlü koltuğun arkasına geçtim. Saklandığım yerden, “Yalan mı?” diye çemkirdim. “Biz evliyken de aramızda hiç çekilmiyordun belli ki gözün varmış!”

Duha bir an bile tereddüt etmeden belindeki silahı çıkarınca Elay ve Kadem ona doğru koştu. İkisi de onun silah tutan eline yapışınca, “Bırakın!” dedi sıktığı dişlerinin arasından. “Şu kalpsiz şeytandan kurtulmadıkça bana rahat yok!”

Çatık kaşlarla ona bakarken üzerimdeki siyah, gece elbisesini gösterdim. “Senden kaçacağım diye elbisem kırışırsa çok fena olur.” Gözlerimi kısarak üçüne bakmaya başladım. “Neden hâlâ hazırlanmadınız?”

Anlamaz gözlerle birbirlerine bakmaya başladılar, daha sonra bana dönüp aynı anda, “Nereye?” diye sordular.

Bıkkınlıkla nefesimi verdim. “Bu gece bir sergiye davetli değil miyiz?”

Tam da ondan beklediğim gibi Duha ağız dolusu küfrederek kaşlarını çatmıştı. “Erol’un karısının resim sergisinden mi bahsediyorsun?” Bana aklımı kaçırmışım gibi bakıyordu. “Oraya gitmiyorsun!”

“Neden? Karun ve diğerleri de orada olur diye mi?” Günlerdir yaşadığım şeyler yüzünden boş bir dönme dolapta kendimi baş aşağı dönüyormuşum gibi hissediyordum.

“Karun’la birbirimizden sonsuza kadar kaçıp duramayız. Ne kadar çok düşünürsem o kadar çok saplantı haline getiririm.” Doktorum bana kaçmanın çözüm olmadığını söylediği için bir süredir karşı evdekilerden kaçmıyordum. Özellikle karşılarına çıkmıyordum ama onlardan biriyle karşılaşınca da kaçıp durmuyordum.

“Sandığın gibi onu unutmuş veya arkamda bırakmış değilim.” Duha’nın daha fazla beni kalpsiz olmakla suçlamasını istemediğim için yüreğimdeki yangını göstermek istercesine, “Deniyorum,” dedim kısık bir sesle. Cılız sesim bile konuşurken titriyordu. “Deniyorum, uğraşıyorum ve savaşıyorum ama aşamadığım asıl şey ona yaptıklarım.” Bunun vicdan azabından asla kurtulamayacağımı bilmiyordum.

Kirpiklerimi titreten yaşların buğusuyla Duha’ya bakıp iç çektim. “Ona karşı o kadar mahcubum ki ikinci kez karşısına çıkıp annemin yerini sormaya bile utanıyorum.” Şu zamana kadar onu sadece birkaç kez görmüş ve ikimizde birbirimizi yok saymıştık. Malikaneden çıktığım o günden beri sesini bile duymamıştım.

Kaburgalarım göğüs kafesimde tek tek sökülüyormuş gibi canım yanıyordu. “Ondan kaçarak değil yakınlarında olarak onu unutabilirim. Görmeyince özlüyorum ve özleyince onu daha fazla düşünüyorum.” Başımı omuzuma doğru eğip yalvaran bakışlarla, “Lütfen,” diye fısıldadım. “Sergiye katılalım.”

Karun’u görmek istiyordum.

***

Resim galerisine gelince insanların karşısına çıkmak düşündüğümden daha zordu. İçeri girdiğim an buradaki herkesin bakışları ok gibi beni bulmuştu. Duha ve Elay bizi beklemeden içeri girmiş, Kadem ise dışarıda telefonla konuşuyordu. Kapıdan içeri yalnız girmek zorunda kalmıştım. Ancak içeri girdiğim an bana kenetlenen birçok göz yüzünden kapının önünde donup kalmıştım. Buradakilerin meraklı bakışları o kadar yoğundu ki bulunduğum yerden bir adım öne gidemiyordum.

Şaşkın, şoke olmuş ve hayretler içinde beni izleyen birçok insanın hedefindeydim. O kadar yoğun bakıyorlardı ki tüm bu gözler karşısında kendimi çırılçıplak hissediyordum. Bu bakışlara maruz kalmak düşündüğümden daha zordu. Bana baktıkça kendi aralarında fısıldaşmaları cesaretimi çok kırıyordu. Zor olacağını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Bu bakışlara göğüs gerecek kadar güçlü değildim. Çok şey söylüyorlardı ve neredeyse hepsini duyuyordum.

“Kalender’in karısı ölmemiş miydi?”

“Duyduğum haberlerin asılsız olduğunu düşünmüştüm ama doğruymuş, gerçekten yaşıyormuş.”

“Cenazesine bile katıldım, kocası gömdü onu. Nasıl hayatta olabilir?”

“Şoke oldum, baksana etiyle kanıyla burada.”

“Ay şekerim burada neler olduğunu biri bana açıklayabilir mi? Hani ölmüştü bu kadın?”

“Belki de ölmedi ama kendini ölü gösterdi. Duyduğuma göre Karun’un karısı çok sinsiymiş.”

“Birbirleriyle istemeden evlendiklerini duymuştum. Belki de kocasından kurtulmak için ölü numarası yaptı. Karun’un ne kadar belalı bir adam olduğunu hepimiz biliyoruz.”

“Tatlım kaç kişi Karun ile evlilik hayali kuruyor farkında mısın? Bu kadının çirkin bir tuzakla onunla evlendiğini bilmeyen mi var? Kadındaki oyunlar bitmiyor, kim bilir bu son oyununun altında ne tür şeytanlıklar var.”

Bunu söyleyen kadın kendini bana benzetmek için saçlarını kahveye boyayan ve kaşlarının üstünden kakül kesen o Karaduldu. Yanlış hatırlamıyorsam birçok adamla evlilik yaptığı için cemiyetteki lakabı buydu. Sanırım adı Sanem’di. Saçları ve kakülünden değişen bir şey olmadığına göre Karun’u elde etme planını hâlâ sürdürüyordu. Fısıltıyla konuşuyormuş gibi yapıp sesini herkese duyurarak insanları bana karşı kışkırtıyordu.

Söylentiler hiç kesilmedi tıpkı bana bakmayı bırakmadıkları gibi. Sadece bakışlarıyla beni sindiriyorlardı. Kapının önünde öylece dururken küçüldükçe küçülmeye devam ettim. O kadar savunmasız ve zayıf hissetmeye başladım ki, tüm bu eleştirel bakışlardan kurtulmak için kaçıp gitmek istedim. Bunu yapamazdım, yapabileceğimi düşündüm ama yapamam. Artık o kadar güçlü değildim.

Gitmek için tam arkaya doğru bir adım atmıştım ki belimde bir el hissettim. Belimi kavrayan ve baskısıyla beni dik durmaya zorlayan bir el. Başımı çevirip omuzumun üzerinden arkaya bakınca gözlerim Karun’un mavileriyle kesişti. Damarlarımdaki tüm kan açık bir yaradan sızar gibi çekilirken donup kalmıştım. Belimin boşluğuna baskı uygulayan soğuk eli omurgamda ateş ve buz etkisi yaratıyordu. Dokunuşunu özleyen tenim arzuladığı temasa kavuştuğu için titrediğinde bunu hissetmişti.

Bir ay önce bana kızan, benimle vedalaşan adam tam arkamdaydı. Belimi tutarak bu insanların karşısında dik durmaya beni zorluyordu. O kadar şaşkındım yürüyüp yanımda durmasına bile bir anlam veremedim. Üstelik iri eli hâlâ belimdeki yerini koyuyordu. Sanki elini çekerse gardımı düşürüp bu insanların karşısında ezilip küçüleceğimi biliyordu.

Karun onu son gördüğümden çok daha iyi görünüyordu. Üzerinde ona çok yakışan siyah bir smokin vardı. Tıraş olmuş ve uzayan saçlarını biraz kısalttığı için güzel yüzü açığa çıkmıştı. Bir ay içinde yüzüne kan gelmiş gibi yüzü eski canlılığına kavuşmuştu. Ancak gözlerindeki o uykusuz ifade de değişen bir şey yoktu. Yaşadığımı öğrenmesine rağmen hâlâ uyumakta güçlük çekiyordu, değil mi?

Üzerimizdeki gözlerden dolayı bana olan bakışları düşmanca değildi ama koyu mavi gözlerinde bastıramadığı öfkesini ve kırgınlığını iliklerime kadar hissediyordum. Üzerime eğilip kısık bir sesle, “Burada ne işin var?” diye sorduğunda sesi buz gibiydi. “Bir kez daha olmaman gereken bir yerdesin!” Donuk yüz ifadesi ve kısık çıkan sesinden dolayı kimse onun şu anda beni azarladığını anlayamazdı.

Gözlerimin içine sinirli bir şekilde baktığında tedirgin olmaya başlamıştım. “Bu gece hiçbir resmin yanında bir dakikadan fazla durma!” Bu sözlerle ne demek istediğini anlamadım ama açıklayacak zamanı da yoktu. Üzerimizde çok fazla göz olduğu için kapı önünde durmak yerine beni yürümeye zorladı.

Karun’un gelişiyle söylentiler daha da artmıştı ama hiçbirini umursamadı. Beni Duha’nın masasına yönlendirdikten sonra bir dakika bile yanımda durmadan gitmişti. Benden uzak durmasıyla insanlar bir terslik olduğunu anlamıştı. Karun kendini zorlayıp onlara her şeyin yolunda olduğunu göstermek istemişti ama görmeye bile katlanamadığı bir kadınla da tüm geceyi geçiremezdi.

Diğer Kalenderler yani Çağıl, Levent ve Melek’te buradaydı. Uzun kokteyl masalardan birinin etrafında duruyorlardı ama bir kez olsun benden tarafa bakmıyorlardı. Herkes hâlâ bizi evli sanıyordu ancak Kalenderlerin bana pas vermemesi ve Karun’un benden uzak durması herkese aileden dışlandığımı gösteriyordu. Artık sadece hortladığımı değil aynı zamanda Kalenderlerin beni nasıl ötekileştirdiklerini de konuşuyorlardı.

Dedikoduların büyük bir bölümü kendimi ölü göstermem ve herkesi kandırmam üzerineydi. Üstelik Sanem denen o can sıkıcı kadın da hiç susmuyordu. Bir grup insanla masamın yakınındaki bir masada durup onları duyabileceğim bir yükseklikte ileri geri konuşuyordu. Buraya hiç gelmemeliydim bu büyük bir hataydı.

Masama gelip beni soru yağmuruna tutan da olmuştu ama kimseye verecek bir cevabım olmadığı için her defasında kafamı telefona gömüp onları görmezden gelmiştim. Onlar çekip gidene kadar telefonla meşgul olduğum için bunu gören diğer insanlar da masama gelmeyi bırakmıştı. Duha bir süre sonra ben ve Elay’ı yalnız bırakmak zorunda kalmıştı çünkü kendi gibi olan adamlarla koyu bir sohbete tutuşmuştu.

Elay ile uzun masaların etrafında durmak yerine küçük adımlarla yürüyüp galerideki resimlere bakıyorduk. “Bunlar ne tür resimler?” diyen Elay gördüklerinin şaşkınlığıyla gözlerini kırpıştırdı. “Senin resme ilgin var değil mi?” Bir tabloyu bana gösterdi. “Mesela burada ne anlatmak istiyor?”

“Sanki şey gibi...” Tablodaki griye boyanmış kirli sokağa baktım. Sokağın kasveti çok güzel yansıtılmıştı. Islak çöplerin içinde yarı çıplak bir kadın yerde yatıyordu. Üzerindeki ince kıyafeti parçalanmıştı ve çantasıyla ayakkabısının teki ondan biraz uzakta duruyordu. Kadının vücudundaki morluklar ve darp izlerine bakınca rahatsızca yutkundum. “Tecavüz.” Elay gergince yerinde kıpırdandığında kaşları çatılmıştı.

Elay bir kadının tecavüze uğradığını resmeden tabloya daha fazla bakmadan koluma yapıştı. “Gidelim hadi, Duha hiçbir tablonun yanında bir dakikadan fazla kalmayın demişti.” Evet, biliyorum ama nedenini anlayamıyordum. Karun’da aynı konuda beni uyarmıştı. Neden bir tabloya bir dakikadan fazla bakamıyorduk?

Masaların olduğu alanı arkamızda bırakıp koridoru dönünce Melek’i gördük. Sarı peruğu her zamanki gibi yine başındaydı. Saçının üzerine tavşan kulaklarını andıran beyaz bir taç takmıştı ve üzerinde balon etekli kısa bir elbise vardı. Buz mavisi elbisesi ve sapsarı, çizgili çorapları birbirine çok uyumsuzdu. Ayağında ise pembe spor ayakkabılar vardı. Sırt çantası da siyah benekleri olan kırmızı bir uğur böceğiydi.

Elay ona bakarken kıkırdadı. “Sence de çok ilginç bir zevki yok mu?” Karşısındaki renk cümbüşüne gülümseyerek bakıyordu.

Onunla aynı fikirde olduğum için başımı salladım. “Sanki tavşan olmaya karar vermişken son anda bir buz perisi olmayı seçmiş gibi. Tabii bal arısını andıran çoraplarını ve uğur böceği çantasını da unutmamak gerek.” Melek renkli bir kişilikti. “Özgüvenini gerçekten takdir ediyorum, ben cesaret edip böyle giyinemezdim.” Bu kadar elit insanın içine bu hâlde gelmek büyük bir başarıydı.

Ona biraz yaklaştığımızda Melek’in baktığı tablodaki dağınık yatağı gördüm. Yatakta çarşaflara sarılı çıplak bir kadın vardı ve kadının sırtındaki birçok yara izi göze çarpıyordu. Sanki kırbaçlanmış gibiydi. Zaten ucu püsküllü kırbaçta yatağın bir köşesinde duruyordu. Onunla aramızda az bir mesafe kalmışken göbekli bir adamın Melek’in yanına gelmesiyle durduk.

Tıpkı Melek gibi adam da aynı tabloya bakıyordu. “Resmi beğendin mi?” Bunu sorarken asıl ilgilendiği Melek’miş gibi bakıyordu.

Şişko adam Melek’e baktığında gözleri baştan ayağa çocuk gibi görünen kızı süzüyordu. Melek safça, “Bilemiyorum,” diyerek gözlerini kırpıştırdı. “Şiddeti sergileyen bir resme göre fiyatı dudak uçuklatıyor.”

Adamın pörtlek gözlerinde aç bir ifade oluştuğunda gözlerini Melek’in sıska vücudundan ayırmıyordu. “Bence fiyatını hak ediyor.” Kaşlarımı çatılmıştı sanki fiyat biçtiği tablo değil de Melek’miş gibi davranıyordu.

Tam onlara doğru bir adım atacaktım ki, Kadem birden Melek’in yanında belirdi. Omuzunun hizasına gelen kızın yanında dururken sert gözlerle obez adama bakıyordu. “Seni tablodaki yatağa gömmemi istemiyorsan sektir git!”

Kadem’in sert uyarısıyla adam hemen topuklayıp kaçmıştı. Kadem’i karşısında gören kızın bakışları önce şaşkınlıkla irileşti ama daha sonra kocaman gülümsedi. “Merhaba,” dediğinde sesinin fazla mutlu çıkması Elay ile dikkatimizden kaçmamıştı.

Kadem hâlâ çatık kaşlarla giden adamın arkasından bakarken, “Merhaba,” dedi hissizce. Daha sonra çatık kaşlarını düzeltip ona büyük bir heyecanla bakan kıza çevirdi bakışlarını. “Bir tablonun yanında bir dakikadan fazla kalma.” Yumuşak bir sesle onu uyarıp, “Anlaştık mı?” diye sordu. Kadem’in yüzünü izlemeye dalmışken Melek’in onu duyduğunu sanmıyordum.

Melek ona alık alık bakmaya başlayınca Kadem onun yüzünün önünde elini salladı. “Sesim kulağına geliyor mu çocuk?” İnce kaşları çatıldığında Melek işte şimdi onu duymuştu. “Yirmi bir yaşına girdim ne çocuğu?” diyerek ona çıkıştı. “Aramızda sadece sekiz yaş var.” Sekiz yaşı az mı buluyordu?

Kadem’in kahvelerinde muzır bir ifade oluştuğunda onunla uğraşmaya başlamıştı. “Neyin hesabını yapıyorsun? Ben sekiz yaşındayken sen daha doğmamışsın bile.” Başıyla ona bir yönü işaret etti. “Etrafta çok dolaşmadan sizinkilerin yanına git.”

Melek öne doğru atılarak Kadem’in elini kendi küçük ellerinin arasına aldı. “Ben seninle vakit geçirmek istiyorum.” Babasının eline yapışan küçük bir çocuktan farkı yoktu. “Kalan resimlere birlikte bakalım mı?”

Kadem’in bakışları elini saran ince parmaklara kaydığında ifadesi sertleşmişti. Görmekten hoşlandığı bir manzara değilmiş gibi elini çekerek onunla arasına mesafe koymuştu. “Deli amcan ve dayıların buradayken amacın beni öldürtmek mi?” Gurur ve diğer Kalender erkeklerinden korktuğunu gizlemeye çalışmıyordu bile. “Herifler sadece bakışlarıyla beni kurşuna diziyorlar, bir de senin yanında görürlerse hiç acımazlar.”

Melek kıkırdayarak uzanıp onun elini tekrar tuttu. “Korkma bir şey yapmazlar. Beni mutlu eden şeylere karışmıyorlar ve sen beni mutlu ediyorsun.” Kadem’in elini sıkıca tutarak onu bir yere doğru çekti. “Merak etme ben seni korurum.”

Kadem kendini ondan kurtarmaya çalışırken, “Kızım etin ne budun ne senin, nasıl koruyacaksın!” diye çok söylendi ama Melek onu dinlemeden peşinden çekti.

Onların arkasından bakarken Elay, “Melek ondan hoşlanıyor,” diyerek çok yerinde bir tespitte bulundu. “Umarım Kadem kendini ona kaptırmaz.”

“Umarım,” diyen sesim düşünceliydi. Melek’i seviyordum ama Kadem’in ondan hoşlanmasını istemezdim. Ne yazık ki Melek’in bir ayağı mezardaydı. Bu yüzden Kadem’in acı çekmesini istemiyordum.

Elay ile sergiyi gezerken bir süre sonra ona bir telefon gelince ayrıldık. O telefonla konuşurken bende yeniden masamıza dönmüştüm. İnsanların çoğunlukla olduğu yere geri döndüğümde biriyle konuşan Karun’un bakışları beni bulmuştu. Birkaç saniye süren zaman diliminde gözlerimiz birbirine kenetlendi. Onun bakışları fazla soğuk bakarken benimkiler özlem doluydu.

Henüz mavilerine dalıp gitmeden başını çevirip bakışlarını benden alınca derin bir nefes aldım. Her geçen gün Adana’ya dönmeyi daha çok istiyordum. Kalıp onun için savaşmayı istiyordum ama bana en küçük bir umut vermeyen gözleri direncimi kırıyordu. Bir yanım bizden olmayacağını kabullenmişken bir yanım olması için ne çok dua ediyordu.

Masada tek başıma olduğum için benden nefret eden insanlar için kolay hedeftim. “Görüyorum ki aileden atılmışsın.” Başımı kaldırınca bu seferde karşımda Sanem ve iki kadını buldum. Karadul lakaplı kadın arkamdan yeterince konuşmamış gibi bir de masama gelmişti.

Alay ederek hatta küçümseyerek bana bakıyordu. Onunla ilk kez bir davette karşılaşmıştım ve bu ikinci karşılaşmamızdı. İlk karşılaşmamızda şimdi olduğu gibi açıkça saygısızlık yapmamıştı çünkü o dönemler Karun beni böyle görmezden gelmiyordu. Karun’un gölgesi üzerimden çekilince gerçek yüzünü göstermekten çekinmemişti.

Aptalı oynayarak, “Anlamadım?” dediğimde abartılı bir şekilde güldü. “Bence beni çok iyi anladın.”

Kırmızı eteğinin uzun kuyruğu yerden sürünürken bana doğru birkaç adım attı. “Ucuz oyunların ortaya çıktığı için şimdi bu masada tek başınasın.” Bu kadının ensesindeki büyük topuzu kavrayıp suratını masaya çarpmıyorsam, bunun tek nedeni insanlara konuşacak daha fazla malzeme vermemekti.

Sanem başıyla Karun’un olduğu yönü gösterdi. “Seni çoktan boşadığını biliyorum.” Gerildiğimi görünce sırıttı. “Haber ağım çok iyidir ama benim asıl merak ettiğim bunu neden insanlara açıklamadığı?” Beni germeye başlamıştı.

Lens olduğuna emin olduğum kahve gözlerinin ardında büyük bir şeytanlık yatıyordu. “Söylesene bu da mı senin işin? Seninle boşandığını açıklamaması için onu neyle tehdit ediyorsun?”

Sinirlerime hâkim olmaya çalışarak tebessüm ettim. “Belki de etrafında para avcısı dulları görmekten hoşlanmıyordur?” Canım yeterince sıkkınken sabrımı zorlamasa iyi ederdi.

“Boşandık veya boşanmadık bu sadece bizi ilgilendiren bir durum. Hadi diyelim ki boşandık ve Karun bir yıldır bunu açıklamıyor. Sence bir erkek boşandığını neden açıklamaz?” İşaret parmağımla kendimi gösterdim. “Ya o kadını hâlâ seviyordur...” Bu seferde parmağımı ona doğrulttum. “Ya da etrafında karısının çakmalarını görmek istemiyordur.” Tebessüm ettim. “Bu durumda her ikisi de.”

Diğer kadınların önünde onu aşağıladığım için hırsından suratı bir balon gibi şişmişti. Yüzündeki abartılı fondötene rağmen suratı sinirden kıpkırmızı olurken bir şeyler söylemeye kalkıştı ancak, “Karun’dan sana iş çıkmaz,” diyerek onu susturdum. “Saçını kahveye boyayabilirsin, kahve lensler takabilirsin veya benim gibi makyaj yapıp benim gibi giyinebilirsin ama yine de hiç şansın yok.”

Gerçek anlamda ona acıyarak bakıyordum. “Ne sanıyorsun, Karun’u bana çeken görünüşüm mü?” Aklını başına almasını istediğim için sözlerim sakin ve gerçekçiydi. Kendi hayat kavgamdan o kadar yorulmuştum ki bu ucuz tartışmalara girmek istemiyordum.

“Etrafta birçok kahve saçlı ve kahve gözlü kadın var. Sence neden onlardan biriyle olmuyor? Benden daha güzel kadınlar var.” Sorunun benim fiziksel özelliklerim olmadığını artık anlamalıydı, etrafımda beni taklit eden birini görmekten hoşlanmıyordum.

“Bu numaraların belki diğer erkeklerde işe yaradı ama Karun’da işe yaramaz.” O istediği kadar kendini bana benzetsin ama Karun ona bakmazdı. Sarışın olsaydım da bana değer verirdi çünkü konu hiçbir zaman benim nasıl göründüğüm olmamıştı.

Sanem’in gözlerinin içine bakıp gerçekleri ona göstererek, “Varlığımı sorun ediyorsun ama bir yıllık yokluğumda da Karun dönüp sana bakmadı,” dedim. Bir aptala bakar gibi ona bakıyordum. “Kumar borçların sınıra dayanmış olmalı. Neden vaktini Karun’la harcamak yerine kendine yeni bir av bulmuyorsun?” dediğimde sinir küpüne dönen kadın daha fazla dayanamayıp bana vurmak için elini kaldırdı.

Söylediklerimden ders almak yerine bana vurmaya kalkışmasının nedeni artık Kalender’ler için bir değerim olmadığını düşünmesiydi. Karun’un bunu sorun etmeyeceğini düşündüğü için bana tokat atmak için elini kaldırmıştı. Ancak bana gerek kalmadan biri onun bileğini yakalayarak atacağı tokada engel olmuştu.

Sanem’in hemen yanında beliren ve tüm dikkatleri üzerine çeken bir kadın, “Sanem şu eline sahip çıkar mısın?” dediğinde çok sevimli görünüyordu. “Az kalsın kafama çarpacaktı.”

Şaşkınca ona bakarken o hâlâ dehşete kapılmış gibi tuttuğu ele bakıyordu. Sanki istemsiz bir şekilde Sanem’in elini tutmuştu. “Birine vurmak isterken lütfen elinin açısını iyi ayarla çünkü arkanda da birileri olabilir.” Yumuşacık bir sesle konuşup tuttuğu eli usulca bıraktı.

Daha sonra başını kaldırıp Sanem’e tatlı tatlı gülümsedi. “Eminim bölge liderlerinden birinin kızına vurmak istemezdin, değil mi?” Kızın masum yüzü, tatlı sesi ve içten gülüşü sesindeki tehdidi gizleyemiyordu.

Sanem’in beti benzi atarken hemen kaçarcasına masamızdan ayrılmıştı. Vay canına tatlı diliyle kadının ödünü koparmıştı. Masada yalnız kaldığımızda bana dönüp sıcak bir tebessümle, “Merhaba,” diyerek elini uzattı. “Şey... Seninle ilgili çok fazla haber duyduğum için uzun zamandır seninle tanışmak istiyordum.” Onun kim olduğunu bile bilmiyordum.

Biraz çekingen biraz da ürkekçe bana bakıyordu. “Ben Farah Tozlu.” Pot kırmış gibi dilini ısırıp, “Son üç yıldır Farah Kalender,” deyince şaşkınlıktan gözlerim büyüdü. Farah Kalender mi? Ümit Bey’in kızı Farah mı? Karun’un şu deli amcasının karısı mıydı?

Benim hakkımda neler duydu, bilmiyorum ama bende onun hakkında çok şey duymuştum. Bu yüzden en az onun beni merak ettiği kadar onu merak ediyordum. Gurur’un zorla kaçırıp evlendiği, şiddet uygulayıp komalık ettiği o zavallı kıza mı bakıyordum? İki yıl, hayır son bir yılı da sayarsak üç yıldır evinden çıkmayan o kıza baktığıma inanamıyordum. Sonunda o evden çıkmasına sevinmiştim.

Benden birkaç yaş küçük olduğunu fazla belli eden kızı merakla izliyordum. Siyah parlak saçları, ışıltılı buğday teni ve geceden daha koyu siyah gözleriyle egzotik bir güzelliği vardı. Evden hiç çıkmayan birine göre teni kavruktu. Gününün çoğunu hep bahçede geçirmiş gibi yanık bir teni sahipti. Kalçasının biraz altında biten kısa elbisesiyle tam karşımdaydı.

Elbisesine baktığımı görünce yanakları ısındı. “Çok göze çarpıyor, değil mi?” Özgüveninin çok düşük olduğunu her hareketiyle belli ediyordu. Elbise ona çok yakışmıştı ama kenarlarından tutarak aşağıya çekmeye başladı. “Gurur bunu giymem için beni zorladı ama çok kısa.” Oysaki ona çok yakışmıştı.

“Tanıştığıma memnun oldum, Farah.” Az önce şaşkınlıktan elini sıkmadığım için bu sefer ben ona elimi uzattım. “Bige Efil.” Ona adımı söyleyerek çekiştirdiği elbiseyi gösterdim. “Sana çok yakışmış bence elbisenle uğraşıp durma yoksa bu insanlar bu seferde senin hakkında konuşurlar.”

Ellerini hemen elbiseden çekmesi çok komikti. Aceleyle elimi sıkarken ona kaçamak bakışlarını atan insanlara ürkerek bakıyordu. “İçeri girdiğimden beri bana bakıp duruyorlar.” Muhtemelen uzun zamandır dışarı çıkmadığı içindir.

Sinirden güldüm. “Dikkat çekmek istemiyorsan çok yanlış bir masadasın çünkü gecenin konusu benim.”

Boş bulunup, “Evet, her gün birileri mezarından fırlamıyor,” demişti ki yanlış bir şey söylemiş gibi inleyip, “Affedersin,” deyince tebessüm ettim. Bu ürkek halleri ona karşı içimde bir merhamet duygusu oluşturuyordu. O kadar ürkek ve korkaktı ki küçük bir şaka yüzünden onu azarlayacağımı düşünmüştü.

Başımla Kalender’lerin olduğu masayı işaret ettim. “İstersen onların yanına git belki o zaman daha rahat hissedersin.” Benim yanımda olduğu için meraklı gözlerin hedefine o da giriyordu. O da bir Kalender geliniydi, Karun ve diğerlerinin yanına gidebilirdi.

“Gurur yanında durmamı istedi.” Farah kısık bir sesle konuşup bir köşede bize ters gözlerle bakan Sanem’i işaret etti. “Onun seni sıkıştırdığını görünce benden seni yalnız bırakmamamı istedi.” Dudaklarından tatlı bir kıkırtı döküldü. “Gerekirse o kadının ağzına birkaç tokat çarp dedi. Neyse ki buna gerek kalmadı çünkü kimseye vuramam.”

Gurur’un onu bana gönderdiğini duymak beni büyük bir bozguna uğratmıştı, Karun’a yaptıklarımdan sonra en çok korktuğum isimlerden biri de Gurur’du. Beni yalnız bırakmamak için karısını göndermesini beklemiyordum. Etrafıma bakmaya başladım. “O nerede?”

“Orada... Hayır, o tarafta değil.” Farah omuzlarımdan tutarak beni Karun’un olduğu yöne çevirdi. “Karun abiyle konuşuyor.”

“Bize sırtı dönük olan şu sarışın adam mı?” demiştim ki tam o esnada Gurur yanından geçen garsona doğru dönünce yüzünü gördüm. “Yok artık.” Şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu, Gurur Kalender o mu? Karun’dan beş ay küçük olduğunu bilmeme rağmen kafamda hep yaşlı bir adam profili oluşturan o meşhur amca bu muydu? Hiç hayal ettiğim gibi değildi.

Gurur’un yüzü, fiziği ve görünüşü fazlasıyla göze hitap ediyordu. Aslında Karun ile birbirlerine biraz benziyorlardı ama Gurur’un saçları sarıydı. Kaşları ve kirli sakalının rengi saçlarına göre daha koyuydu. Yüzünün belirgin hatları çok göze çarpıyordu, yeşil gözleri ise insanı içine çekecek bir güzellikteydi. Ara sıra başını bu tarafa doğru çevirip karısını kontrol ederek tekrar önüne dönüyordu.

Uzun zaman sonra Farah ilk kez dışarı çıktığı için gözleri sık sık Farah’ın üzerine kayıyordu. Onun iyi olduğuna emin olmak ister gibiydi. Ona haddinden uzun bakmış olmalıyım ki, gözleri beni bulunca gerildim. Bakışlarıma ne anlam kattı, bilmiyorum fakat gözlerimin içine bakarken Karun’a bir şeyler söyledi ve başıyla beni işaret etti. Karun bu tarafa dönünce hemen önüme dönmüştüm.

Bir kez daha onu izlerken yakalanmamak için yönümü Farah’a çevirmiştim. “Gurur sana benim hakkımda bir şeyler anlattı mı?”

İçki yerine masadaki suya uzanırken başını iki yana salladı. “Benimle pek konuşmaz zaten bizim eve taşınalı da çok olmadı.” Sudan küçük yudumlar alarak bardağı masaya bıraktı. “Kendi hakkında konuşmayı da sevmez.”

Farah bu tarafa kaçamak bakışlar atan insanları görünce rahatsızca yerinde kıpırdandı. Benim yüzümden o da insanların tacizlerine maruz kalıyordu. “Neden kocanın yanında değilsin?” diye sordu. Anlaşılan herkes gibi Farah’ta onunla boşandığımızı bilmiyordu. Gerçi buradaki insanlar gerçeği biliyormuş gibi bakıyordu.

Başımla Gurur’un bulunduğu yeri işaret ettim. “Sen neden benim yanımda durmak yerine kocanın yanında değilsin?” Kalenderler Farah’ın yanıma gelmesinden memnun değilmiş gibiydi. Biliyorum onu buraya Gurur göndermişti ama o istedi diye yanımda kalmak zorunda değildi.

Farah, Gurur’a kaçamak bakışlar attığında keyfi kaçmıştı. “O benim kocam değil.” Karun’da benim kocam değildi ama henüz bunu bilmiyordu.

Cesaret edebilseydim Karun’un yanına giderdim ama beni görmeye bile katlanamıyordu. Artık annemin nerede olduğunu bilmek istiyordum. Karun ve Gurur dışında kimse annemin yerini bilmediği için öylece Karun’un hayatından çıkıp gidemezdim. Gerçi artık onun hayatında bile değildim. Büyük bir savaştan ağır yaralı çıkmıştık. İkimizde artık birbirimizi geçmişte bırakıp aldığımız yaralarla kendi hayatımıza dönmek istiyorduk.

Burada dikilmekten sıkıldığım için etrafıma bakmaya başladım. Buradaki tüm kadınların kaçamak bakışları Karun ve Gurur’un üzerindeydi çünkü davetteki en dikkat çeken erkek onlardı. İkisi büyük bir ciddiyetle birbirleriyle konuşurken üzerlerindeki bakışları görmezden geliyorlardı. Buradaki kadınlar boşandığımızı öğrendiği an Karun’un üzerine atlayacak gibiydi. Sanem’de onlardan biriydi.

“Farah?” Bunu ona nasıl soracağımı bilmediğim için bakışlarım tereddütlüydü. “Gurur’dan annemin yerini öğrenme şansın var mı?”

Gurur’un olduğu masaya bakmaktan kaçınarak suratını astı. “O delinin ağzından laf almak kolay mı sanıyorsun?” Ne hatırladıysa yüzü bembeyaz olmuştu. “Gerçek bir akıl hastası.”

Endişeyle yutkunarak, “Sana vuruyor mu?” diye sordum. Bununla ilgili çok fazla söylenti vardı.

“Hayır.” Bu konuda kafası karmakarışık bir hâldeydi. “O çok garip biri.” Ona sırtı dönük Gurur’a baktığında, “Anlaşılmaz biri,” diye mırıldandı.

“Neyden bahsediyorsun?”

“Herkese gösterdiği ve olduğu kişi aynı değil gibi. Aynı odada kalıyoruz ama koltukta yatıyor. Bazen onu yakıyorlarmış gibi bağırarak uykusunda uyanıyor,” dediğinde buz kestim. Geçmişte Gurur’u yakmaya çalıştıklarını Farah bilmiyordu. Ya da vücudunun abisinin kül tablası olduğunu.

Farah anlamaz gözlerle bana bakıp, “Dün gece uykum bir türlü gelmeyince telefonu açıp bana masal kitabı okudu,” dediğinde Gurur’un neyin peşinde olduğunu o da bilmiyormuş gibi bakıyordu.

“Melek’in uykusu gelmeyince onu böyle uyutuyormuş. Yalnız kaldığımızda bana bebek gibi davranıyor ama sabah bizimkilerin yanına inince bambaşka birine dönüşüyor.” Bunları söylerken yüz ifadesi çok komikti. “O kadar dengesiz ki en sonunda beni de delirtecek. Buraya bile beni zorla getirdi, evde kala kala babama daha çok benziyormuşum,” dediğinde kıkırdadım. Gurur’un evde onun canını yakmadığını duyunca rahatlamıştım.

“Karun’a yaşattıklarımdan sonra bana zarar vermesini bekliyordum.”

“Herkes yapmasını bekliyorsa yapmaz.” Farah gülerek başını iki yana salladı. “İnsanların tersine gitmeyi seviyor.”

Çok fazla lafını ettiğimiz için Gurur’un kulakları çınlamış olmalı ki bize doğru dönünce Farah ile hemen bakışlarımızı kaçırdık. Göz ucuyla bu tarafa doğru yürüdüğünü görünce Farah ile aynı anda ona sırtımızı döndük. Kalabalığın arasına karışmak için bir adım atmıştık ki Gurur’un, “Bak sen şu Kalender gelinlerine,” diyen alaycı sesini duyduk. “Nasil de kaçayiler.” Ben artık bir Kalender gelini değildim!

Hadi ben kaçıyorum ama Farah niye kocasından kaçıyord! Kolunu tutarak onu durdurdum. “Ben saklanana kadar sen onu oyala.” Kocasının sağı solu belli olmadığı için ne yapacağını kestiremiyordum.

Farah dehşete kapılarak bana baktı. “Ben ne olacağım?”

“Kocan değil mi? Senin ondan zaten kaçışın yok bari birimiz kurtulsun,” dediğimde tam arkamızda bir öksürük sesi duyunca yutkunarak arkamıza döndük. Gurur ellerini ceplerine koymuş, dik dik bize bakıyordu.

Önce Farah’a, sonra bana, daha sonra tekrar Farah’a bakarak ona beni gösterdi. “Sen bu kızin yaninda çok durmayasun,” diyerek onu uyardı. “Seni de kendune benzetur hiç uğraşamam.” Farah’ı bana gönderdiğini gizliyordu.

Farah’tan sonra bana dönüp başıyla Karun’un bulunduğu masayı işaret etti. “Sende doğrudan kocanin yanina gideysun. Uşağa kafayi yedurten sensun toparlayacak olan da sensun.” Artık onun karısı olmadığımı anlamak istemiyordu.

“Gidersem vurur beni.”

Ceketinin önünü kenara çekerek bana silahını gösterdi. “Gitmeyunce de ben seni vurayim.” Tehlikeli gözlerle bana bakıp göğsünü kabarttı. “Karar ver bakayim,” diyerek tehdit etti. “Hangimizun elunde ölmek isteysun?”

“Bir C şıkkı istesem?”

“Ula bak atayi kafam!”

“Tamam, gidiyorum!” Derin bir nefes alıp Karun’a doğru yürürken bir anda durdum. Beni durduran şey Sanem’in onun yanına gidişiydi.

Kısa bir an bana bakan Karadul, sinsice sırıtarak Karun’a döndü. Bu uzaklıkta ona ne anlatıyordu, bilmiyorum ama Sanem oldukça neşeli görünüyordu. Hararetli bir şekilde konuşan kadın umurumda bile değildi, umurumda olan tek kişi Karun’du ve Karun’un ona tebessüm etmesiydi. Bir yıl sonra ilk kez gülümsediğini görüyordum ama bana değil, kendini bana benzeten birine.

Gözlerimin ardı sızladığında Karun’un parmağında olmayan yüzüğün boşluğu dikkatimi çekmişti. Boğazım düğümlenince arkaya doğru bir adım attım. Öldüğümü düşündüğünde bile yüzüğümü hiç çıkarmamışken geri dönüşümle çıkarmıştı. Sanem bu yüzden boşandığımızdan bu kadar çok emindi çünkü ikimizde yüzük takmıyorduk.

Buradaki herkes boşandığımızdan şüphelenirken karı koca rolü yapmak aptallık olurdu. Karun’un yüzük parmağındaki boşluğa baktıkça burnumun direği sızlayıp içim kıyılıyordu. “Herkes bir dakika buraya bakabilir mi?” Elimdeki kadehi bırakmadan insanların beni göreceği bir yerde durdum. Tüm gözler bana kenetlenince Duha endişeyle bakıp ne yaptığımı anlamaya çalıştı.

Karun’un bakışlarını üzerimde hissettim ama onun olduğu yöne hiç bakmadım. Buradaki herkese sırasıyla bakıp, “Biliyorum hepinizin aklında sahte ölümümle ilgili birçok soru var,” dedim sakin bir sesle. “Evet, kendimi ölü göstererek herkesi kandırdım.” Bunu doğrudan itiraf ettiğim için fısıltılar artmaya başlamıştı.

Beni ayıplayıp kınamalarını umursamadan, “Yapmak zorundaydım çünkü sizin dünyanızın bir parçası değilim ve olmakta istemiyorum,” diyerek omuz silktim. “Son bir şey...” Başımı çevirip Karun’a baktım. Önce ona, sonra yanında duran Sanem’e ve en sonunda tekrar ona baktım. “Daha fazla Karun Kalender’in karısı olarak anılmak istemiyorum çünkü biz onunla bir yıl önce boşandık.” Salonda uğultular yükselirken Karun’un kaşları çatılmıştı.

Elinde tuttuğu kadehi sıkmaya başladığında gözlerinin içine bakarak, “Bu yüzden artık birbirimizin yüzüğünü takmıyor ve başka insanlara gülümsüyoruz,” dedim kıskançlıkla. O kadına gülümsemişti.

Kalabalığa bakıp yapmacık bir şekilde gülümsedim. “Söyleyeceklerim bu kadardı,” dedikten sonra hepsini arkamda bırakıp oradan çıktım. Sinir bozucu insanlar.

Biraz etrafta gezip bulduğum bir balkona çıkmıştım. Soğuk havayı içime çekerek kendime gelmenin yollarını arıyordum. Karanlık şehre bakarken, “Ona gülümsedi!” dedim sinirli bir sesle. “Artık başka kadınlara bakıyor.”

“Bu seni neden bu kadar rahatsız ediyor?” Tam arkamda Karun’un sesini duyunca öylece kalakaldım. Peşimden gelmesini beklemiyordum.

Kulağıma gelen sesle titrediğime göre sesinin bile üzerimde sarsıcı bir etkisi vardı. Başımı çevirip arkama baktığımda işte oradaydı. Balkona çıkmış, sırtını duvara yaslayarak bulunduğu yerden beni izliyordu. Bakışlarındaki o acı verici hissizlik hâlâ yerini koruyordu. Sigara paketini cebinden çıkartarak içinden bir dal aldı. Sigarayı yakıp başını da duvara yaslayarak kirpiklerinin altında beni izlemeye başlamıştı. “İster misin?” Sigarayı gösteriyordu.

Başımı iki yana salladım. “Sigarayı bıraktım.”

Uzun kirpiklerinin arasındaki mavilerinde cılız bir pırıltı oluştu. Parmaklarının arasındaki sigaraya olan bakışı canımı öyle bir yaktı ki ağlamamak için kendimi zorluyordum. Önce sigaraya, sonra da bana kinayeli gözlerle baktı. “Bende başladım.” Sebebi bendim o da zaten sebebi sensin der gibi bakıyordu. Birçok şeye sebep olduğum gibi bunun da sebebi bendim.

“Bir tane içerim.” Artık içmiyordum ama bu gece ona eşlik edebilirdim.

Yüzünde teklifimin onda yarattığı sıkıntı vardı. “İçme.” Bakışlarını benden çekip kara bulutların çoğunlukta olduğu gökyüzüne baktı. “Bıraktığın bir şeyi tekrar arzulama.” Kalbim acıyla kasılmıştı, bahsettiği tek şey sigara değildi.

Bakışlarımı ondan kaçırıp boş gözlerle etrafıma baktım. “Ya arzuluyorsam?”

Kalpten akan bir damla kanla derin iç çekişi havayı doldurmuştu. “Arzulama.” Gökyüzünü izlemeyi bırakıp mavilerini gözlerime kenetledi. “Yaktığın kadar yanarsın yoksa.”

Gerildim ve bunu ondan saklayamadım. “Ne demek istiyorsun?”

“Zorlama diyorum.” Sırtını duvardan ayırıp bana doğru yürüyünce bakışlarında beni korkutan bir şeyler vardı. “Sana tanıdığım iltiması şu zamana kadar kimseye tanımadım.” Bir nedenden dolayı onu kızdırmışım gibi çehresi sertleşti. “Arkamda iş çevirdiği için Rengin’e ve onun gibi birçok kişiye acımadım.”

Tam karşımda durup buz gibi gözlerle bakarak kanımı dondurmuştu. “Senin oynadığın oyunlar onlardan daha büyük hasar bıraktı.” Başını küçük bir açıyla hareket ettirip üzerime eğildi. “Eski ben olsaydım şu anda yaşamıyor olurdun.”

Midem kasıldı.

Giderek hızlanan nabzım neredeyse onun tarafından duyulacaktı. Başımı kaldırıp üzerime eğilen çehresine baktım. “Eski ben olsaydım şu anda karşımda böyle konuşamazdın.” Beni korkutması büyük bir hataydı çünkü en çok korkunca insanlara ters giderdim.

Soğuk nefesi yüzümü yalayıp geçmişti. “Eski sen değilsin.”

Dudağımın köşesi sahte bir gülümsemeye ev sahipliği yaparak kıvrıldı. “Sende eskisi gibi değilsin.”

Kaşlarını belli belirsiz çattığında öfke usul usul kanına karışmaya başlamıştı. “Boşandığımızı açıklaman büyük aptallıktı!” Şimdi bu konuşmayı yapmamızın sebebi anlaşılıyordu.

Sinirden şakaklarındaki damarları daha belirginleşmişti. “Herkese artık bekar bir kadın olduğunu göstermenin amacı neydi?” Aklına gelen şeylerle dişlerini gıcırdatarak sıktı. “Kendine yeni biri mi bulmak istiyorsun! Boşandığımızı söylerken aklından ne geçiyordu?”

“Ne mi geçiyordu?” Aramızdaki yok denecek mesafeye rağmen kendimi ondan o kadar uzakta hissediyordum ki, sanki elimi uzatsam dokunamayacaktım. Bana yaşattığı mesafe bu denli acı vericiydi. “Kocam sanılan adam gece boyunca yüzüme bakmıyor, beni görmezden geliyor ve gözlerimin önünde başka bir kadına gülümsüyor.” Gözlerime akın eden yaşların pırıltısıyla ona baktım. “Küçük düşüyordum.”

Tüm vücudu gerilmişti. “Karım olarak anılmak mı seni küçük düşürüyor?”

“Hayır, kocam sıfatıyla tüm o şeyleri yapman beni küçük düşürüyor.” Ben ne anlatıyordum o ne anlıyordu. “Sanem’e gülümsedin!”

Kıskanç çıkan sesimle bakışları bir an yumuşar gibi oldu ama gardını tam olarak indirmedi. “Gülümsememin sebebi o değildi.” Sıkıntıyla nefesini burnundan verdiğinde neden bana açıklama yaptığını bile bilmiyordu. “Normal görünmeye çalışıyordum çünkü sayende adım bir akıl hastasına çıktı!”

“Bırak deli desinler bunun için elalemin dullarına niye gülüyorsun?”

“Sende artık bir dulsun.”

“Ama birçok kocam yok benim.” Küçük bir detaya dikkat çekmek ister gibi işaret parmağımı ona doğrulttum. “Benim eski koca listemde sadece sen varsın ama o kadınınkinde dokuz, on veya on bir tane falan varmış. Tam sayıyı hatırlamıyorum.” Kıskanç bir ifadeyle kaşlarım çatılmıştı. “O listeye adını yazdırmak istemiyorsan bence ondan uzak dur.”

Karun ne saçmalıyorsun der gibi bana bakarken tam bir şey söyleyecekti ki, “Bana on üç gün ver,” dedim hızlıca. Bu gece için bir kez daha onu şaşırtarak karşısına yeni bir taleple çıktım. “On üç gün malikanede kalıp yakınında olayım. Eğer on üçüncü günün sonunda hâlâ yüreğin bana dargın kalırsa giderim.” Bu şehirden ve ondan gitmem için önce elimden gelen tüm çabayı göstermeliydim. Bir kez daha gitmek yerine önce savaşmak ve kendimi affettirmenin yollarını aramak istiyordum.

Karun’un son zamanlarda çelik gibi olan yüz ifadesinde küçük bir şaşkınlık belirtisi yakalamak beni mutlu etmişti. Hâlâ onu şaşırtabiliyordum. “383 günde kırdığın bir kalbin tamirini on üç günde nasıl yapacaksın?” Onunla ilgili her şeyi küçümsediğimi düşünüp dişlerini sıktı. “Sen bana ne yaşattığının farkında mısın?”

Çenesi kasılırken vücudunda toplanan öfkenin şiddetiyle arkaya doğru adım atmamak için kendimi zor tuttum. “Senin öldüğünü düşündüm lan öldüğünü!” Bana bağırıp yumruğunu arkamdaki korkuluğa geçirince irkildim. “Öldüğünü düşünmekten daha kötü bir şey varsa o da katilin olduğumu düşünmemdi!”

“Ben...”

“Sen ne!” Çatık kaşlarla sertçe konuşup beni susturdu. “Ben nefes aldığım her saniye adını sayıklarken sen kendini benden sakladın!” Acımasızlığımı bir tokat gibi yüzüme vururken içimdeki suçluluk duygusundan kurtulmanın bir yolu yoktu.

“Hadi bir selamı çok gördün ama hâlâ bir yerlerde nefes aldığını bana bildirmek çok mu zordu?” Benimle ne yapacağını bilmez bir hâlde bakarken gözlerinde yoğun bir hayal kırıklığı vardı. “Peşinden gelmezdim.”

“Yaşıyorum ama gelme deseydin gelmezdim.” Ona yaşattıklarımın acısı gözlerinin mavisine vururken, “İyi olduğun sürece karşına bile çıkmazdım,” diye fısıldadı. “Uzaktan izler, başkalarından alırdım haberlerini ama seni rahatsız etmemek için karşına bile çıkmazdım.”

Güzel gözlerine yoğun bir sis çökerken uzun uzun beni izledi. “Ben kimse için 383 gün boyunca gözyaşı dökmedim.” Başını ağır ağır salladığında, “Defne için bile...” dedikten sonra beni bırakıp gitti. Beni son cümlesinin ağırlığıyla tek başıma bırakıp gitmişti. Defne için bile... Kimse için bu kadar çok ağlamamıştı.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Önüme dönüp terasın korkuluklarını sıkarak sessizce ağlamaya başladım. Her şeyi öyle bir batırdım ki nasıl toplayacağımı bilmiyordum. Paramparça ettiğim bir şeyin telafisi olmuyordu. Bazen kendimce hayallere kapılıyordum, ya hâlâ bir umut varsa diye ama ne zaman Karun’la karşılaşsam hiç umut olmadığını en ağır şekilde görüyordum.

Annemin yerini de söylemiyordu. Ne ona yaklaşmama izin veriyordu ne de annemin yerini söylüyordu. En az benim kadar o da ne yaptığını bilmiyordu. Aramızdaki bu şeyi sürdüremiyorduk ama tam olarak bitmiyordu da. “Yolun sonu gibi ama yol da bitmiyor.” Çok sancılı bir süreçten geçiyorduk.

Kendimi biraz toparladıktan sonra balkondan çıktım. Aşağıya indiğimde Çağıl ile karşılaşmayı beklemiyordum. Bir tablonun önünde durmuş boş gözlerle bakıyordu. Yanında durduğumda başını çevirip hiç bana bakmadı ama geldiğimi biliyordu. Yere atılmış kadın geceliğini resmeden tabloya gözlerimi diktim. “Ressamın tüm tabloları sanki cinselliği çağrıştırıyor,” diye mırıldandım bir konu açmaya çalışarak.

“Sen öyle diyorsan...” Abisinden farklı olmayan bir soğuklukla konuşması cesaretimi kırıyordu.

“Bana kızgınsın.”

“Daha çok şaşkınım.” Derin bir nefes alıp başını çevirdi ve gözlerini gözlerime kenetledi. “Nasıl bu kadar ileri gidebildin?” Ne sesini yükseltiyordu ne de kaşlarını çatıyordu. Çağıl can yakan bir sakinlikle gözlerimin içine bakıp benden hesap soruyordu. “O boşanma evraklarını aldığında yanındaydım, senin tarafındaydım ve karşıma aldığım abimdi.”

“Çağıl ben-”

“Senin için yakasına yapıştığım kişi abimdi,” diyerek beni susturduğunda bana karşı ne kadar dolu olduğunu görebiliyordum. “Tüm bunları yaparken bile içten içe mantıklı bir açıklaması olduğunu biliyordum çünkü üzerine titreyen bir adam senden bu kadar kolay vazgeçemezdi.” Susup inanamayan gözlerle bana baktı. “Sen nasıl insandın?” Beni anlamaya çalışıyordu ama yaptıklarıma akıl sır erdiremiyordu.

“Kendi canına kıyacak kadar nasıl bu kadar hızlı inandın onun yalanlarına? Hiç mi içinde bir şüphe oluşmadı?” İçimde oluşan tek şey bir boşluktu. Hissettiğim bu boşluk öyle büyüyordu ki içimde çekip yuttuğu ilk şey bir zamanlar güzel sandığım duygulardı.

Nabzım boynumda atarken Çağıl içli bir sesle, “Bige,” diye mırıldandı. “Sana ne yaşatmış olursa olsun onu kendi katilin yapmamalıydın.” Sesi bizim muharebemizden yıpranmış gibi yorgun çıkıyordu.

“Yokluğunda Karun’un ne hale geldiğini ve neler çektiğini saklandığın yerde sen göremedin ama biz gördük. Seni gördüğünü söylediğinde bile ona hiç inanmadık çünkü seni hep görüyordu.” Görüşüm puslandığında Çağıl’ın sözleri kalbimin yarasına ilmek ilmek işliyordu. “Kafayı seninle bozmuş birinin karşısına çıkıp ona düş gördüğüne inandıracak kadar acımasızsın!”

Arkaya doğru birkaç adım atarak yüzüme baktı. “Sen Rengin’den bile daha korkunçsun.” Gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünde Çağıl tiksinti içinde yüzünü buruşturdu. Bu hareketiyle bir kez daha canımı yakmıştı. “Keşke hayatımıza hiç girmeseydin veya keşke hiç dönmeseydin.” Bana sırtını döndü ama gitmeden önce, “Keşke hepimiz için ölü kalmaya devam etseydin,” dedi. “En azından gerçek yüzünü görmezdik.”

Omuzlarım düştü.

Çığlığım nefes borumu tırmaladı.

Ve ben hak ettiklerimle öylece kalakaldım.

Uzun süre Çağıl’ın arkasından bakmıştım. Bir gram nefes bile alamadan kendi yarattığım canavarın pençesini kalbimin üzerinde hissettim. Narkoz verilmeyen bir vücuttaki neşter darbesi kadar şiddetliydi her şey. Uzun, sivri tırnaklar kalbime saplandıkça içimdeki yaranın zelzelesi arttı. İçimin kanaması ruhuma ulaştığında bile ne ölebildim ne de yaşadığımı hissettim. Karun’a yaşattıklarımın cezasını en ağır şekilde çekiyordum.

Gitmek için derin bir nefes aldığımda yanımda bir adam belirdi. Otuzlu yaşların ortasında genç bir adamdı. Önce tablodaki sisli koridora baktı, sonra da bir kadının pespayeye dönmüş geceliğine. Benim aksime bu anlamsız tablo ona birçok şey ifade ediyormuş gibi dudağının kıvrımına bir şeytanın gölgesi çöktü. “Bu fiyata değen bir tablo değil bence,” dedi.

Tablonun abartılı fiyatına göz devirdim. Ben bundan daha güzellerini çizerdim ama sergiye koysam eminim yarı fiyatına bile satılmazdı. Adam başını çevirip bana baktığında gri gözlerinde keyifli bir parıltı vardı. Bakışları önce yüzümde oyalandı, sonra da vücudumda gezindi. Kirli sakalını kaşırken bir şeylerin hesabını yapıyormuş gibi sırıttı. “Fiyatına değeceğini görüyorum.” Bu da neydi şimdi?

Kafamda şimşekler çakmaya başlayınca başımı çevirip etrafıma baktım. Bazı tabloların yanında güzel kadınların durduğunu gördüm. Melek’e asılan o şişko adamın başka bir tablonun yanındaki sarışın kadının elini tutmuştu. Kadın ona gülümsediğinde ikisi uzaklaşmaya başladı. Fark ettiğim şeyle gözlerim irice açılmıştı, burada satılan tablo değildi kadınlardı!

Zengin iş insanların sergisinde göz göre göre bir fuhuş yapılıyordu ve onların dünyasında olmayan kimse bunu anlamıyordu. Sadece kadınları değil bazı erkekleri de tabloların yanında dururken görmüştüm. Çağıl gibi öylesine tablolara bakan erkekleri değil, tablonun yanında durup etrafına bakan ve birilerini bekleyen erkeklere bakıyordum. Kadın erkek karışık bu tabloların yanında durup müşterilerini bekliyorlardı. Büyük ihtimalle hepsi dışarıdan getirdikleri fahişelerdi.

Karun ve Duha bu yüzden tabloların yanında çok kalmamamız için bizi uyarmıştı çünkü insanların bizi onlarla karıştırmalarını istememişti. Anlaşılan bu karşımdaki adam beni de dışarıdan getirtilen o fahişelerden biri sanmıştı. Karun’un eski karısı olduğumu bildiğinden bile şüpheliydim, bunu bilseydi bana çirkin bir teklifle gelmeye cesaret edemezdi.

Karun ve Duha böyle rezil bir yer hakkında bize daha açıklayıcı bir şeyler söyleyebilirlerdi! İki tarafın kadınları burada dönen rezilliği bilmiyordu. Burada dönen şeyleri Çağıl’dan özellikle sakladıklarına emindim çünkü o bir Üsteğmendi. Öğrendiği an başta abisi ve amcası olmak üzere hiçbirine acımaz, ekibini buraya yığardı.

Adama tam kaybolmasını söyleyecektim ki koridorun diğer tarafında bir çığlık sesi duydum. Koşmama sebep olan şey duyduğum sesin Elay’ın çığlığını andırmasıydı. Eğer bir tablonun önünde uzun süre durduysa başına bir iş gelmiş olabilirdi. Koridoru dönünce gördüklerim beni afallatmıştı. Bunlar orada ne halt ediyor öyle?

Melek elindeki ortası delik tabloyu yerdeki bir kadının kafasına üst üste geçiriyordu. Kadem onu belinden yakalayıp arkaya doğru çekti ancak Melek o kadar kızgındı ki, “Bırak beni!” diye bağırıp Kadem’in kolunu ısırdı. Onun elinden kurtulup kadına doğru atıldı ve tablonun çerçevesinin kenarıyla kadının kafasına bir kez daha vurdu. “Sen kimin yanında kimi satın almaya kalkışıyorsun!” Kadını sırtüstü yere düşürüp bir maymun gibi üzerine atlamıştı. “Bir de beş dolar teklif ediyor!”

Kadem onun belini tutup onu kadının üzerinden çekmeye çalışırken yüz ifadesi bezgindi. “Beş dolardan daha fazla ederim ama konumuz bu değil!” diye bağırıp kadının saçına yapışan Melek’i çekmeye çalıştı. “Kızım bir dur artık herkesi başımıza toplayacaksın!”

Küçücük boyuna rağmen kadının saçlarını tutup kafasını üst üste yere vuran Melek, sinir küpüne dönmüştü. “Önce şunun saçını başını yolayım sonra sıra sana da gelecek!”

“Lan ben ne yaptım!”

“Kendini satmaya pek hevesliydin!”

“Beş dolardan fazla ederim dedim bu satılmak değil.”

“Pazarlık yapıyordun!”

“Bıraksana şu kadını!”

“Çek elini belimden!”

Burayı karıştıran sadece bu ikisi değildi çünkü Farah ve Elay’da buradaydı. Elay’ın elinde parçalanmış bir tablo vardı, Farah ise altın sarısı bir şamdanı sıkıca tutuyordu. İkisi ürkmüş gözlerle yerde baygın yatan adama bakıyorlardı. Farah ağlayarak yerdeki adamı gösterip, “Öldü mü?” diyordu. “Ben mi öldürdüm onu? Katil mi oldum ben?”

“Bi-bilmiyorum.” En az onun kadar Elay’da çok korkuyordu. “Şamdan daha ağır.”

“Ne demek istiyorsun?”

“İlk ben vurmuş olabilirim ama benim elimdeki hafif bir çerçeve. Sen şamdanla vurunca bayıldı.” Başını çevirip yanında tir tir titreyen Farah’a baktı. “Öldüyse de sen vurduğun için ölmüştür. Senin suçunu üstlenmeyeceğim!” Tunus familyasının kadınları bile tilkiydi.

“Hapse girmek istemiyorum!” Farah ağlayacak bir sesle konuşup Elay’ı adama doğru itti. “Doktor olduğunu söyledin iyileştir onu.” Artık hüngür hüngür ağlıyordu. “Bari nabzını kontrol et.”

Elay inatçı bir tutumla çenesini dikleştirmişti. “Suç mahallinde parmak izlerimi bırakmayacağım.”

“Nasıl doktorsun sen!”

“Hapse girmek istemeyen bir doktor!”

Sinirden gülerek başımı iki yana salladım. Bu dördü ortalığı çok pis karıştırmışa benziyordu. Yanlarına gidip tam bir şey söyleyecektim ki, bir kadın yanındaki birkaç adamla koridorun diğer tarafında belirdi. Adamlara bizi gösterip bir şeyler söyleyince takım elbisenin içindeki adamlar üzerimize gelmeye başlamıştı. “Hassiktir!” diye mırıldandım. Yine yanlış zamanda ve yanlış yerdeydim.

İri yarı adamları görünce Elay ve Farah bağırarak arkama saklanınca yüzümü buruşturdum. Ödlekler. “Kadem bırak Melek’i.” Sakince konuştuğumda gözlerimi hızla bize yaklaşan adamlardan ayırmıyordum. “Burada sana ihtiyacım var.” Beş kişiye karşı tek başıma dövüşemezdim.

Kadem koşarak yanıma geldiğinde adamlar çoktan bize yetişmişti. Büyük ihtimalle bizi yaka paça buradan atmak için gelmişlerdi fakat Kadem birinin suratına yumruğunu çakınca ortalık karıştı. “İkisini ben alırım,” dediğinde çoktan adamların içine dalmıştı.

Bir kadının üzerindeki Melek’e ulaşmaya çalışan adamın karın boşluğuna tekme atarak onu geri püskürttüm. “İkisini de ben alırım!” Yüzüme doğru gelen yumruktan başımı eğerek kurtuldum. “İlk bitiren buçuğu alır.” Buçuklar fena oluyordu.

Kadın olduğumdan mı, bilmem ama önce en zayıfın icabına bakmak istedikleri için üç kişi bana gelmişti. Göğüs kafesime yediğim yumrukla inleyerek birkaç adım geriye sendeledim ama çok hızlı kendimi toparladım. Yeni bir tekme atarak bana vuran adamın göğüs kafesini ayakkabımın topuğuyla deştim. Adam tökezleyince saçıma uzanan başka bir eli yakalayıp öne çektim ve dirseğimi karnına geçirdim.

Adamın bileğini bırakmadan ona omuzumun üzerinden takla attırdığımda ayaklarımın tam önüne düşmüştü. Üçüncü adamın beklenmedik yumruğundan beni kurtaran ise Karun’du. Bir anda yanımda belirip bana uzanan eli bileğinden kırarak adamın ensesini kavramıştı. Karun onun suratını sertçe duvara çarpınca duvar adamın burnundan fışkıran kanla kirlenmişti.

Gurur’da bana saldıran adamlardan birini yakalayıp iki yumrukla onu sersemletmişti. Daha sonra adamın omuzlarından kavrayıp kendine doğru çekti ve dizini onun suratına geçirerek onu etkisiz hale getirdi. Duha ve Kenan’ın gelişiyle de benim bir şey yapmama gerek kalmamıştı. Kadem’in bile pek bir şey yapmasına gerek kalmadı çünkü şampiyonlar ligini andıran bu grup sadece saniyeler içinde buradaki adamları etkisiz hale getirmişti.

Bize saldıran adamların hepsi yerde kanlar içinde sayıklıyordu. Etrafımızdaki kalabalığı daha yeni fark ediyordum. Çıkardığımız gürültüyü duyan herkes soluğu burada almıştı. Farah ve Elay’ın yanında durup tüm bu olanlara bakıyordum. Melek ise bayılttığı kadını bırakmaya pek istekli değildi çünkü hâlâ kadının üzerindeydi.

Yardımımıza gelen erkekler karşımıza dikilip endişeli gözlerle biz kadınlara bakmaya başladılar. Karun’un mavileri baştan ayağa vücudumda geziniyor, bir şeyim olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Beni bir kavganın ortasında bulduğu için şu anda istese de bana karşı mesafeli olamıyordu. Bana bir şey olma korkusu kısa bir anlığına da olsa bana duyduğu kızgınlığı unutturmuştu. “Sen iyi misin?” Gözlerinin ilk değdiği ve bu soruyu sorduğu ilk kadın bendim.

Onu rahatlatmak için başımı salladım. “Hallediyordum.” Karun iyi olduğumu anlayınca bakışlarını çekti benden. Sırf bana biraz ilgi göstersin diye bir an fiziksel olarak kötü olmayı bile umdum. Onunla eskisi gibi olmayı özlemiştim.

Duha içi gitse de Karun’un olduğu yöne hiç bakmayarak endişeli gözlerini Elay’a dikti. “Burada neler oldu? Sen iyi misin?”

Elay kaşlarını çatarak elindeki portreyi Duha’ya fırlatmak istedi ama Gurur’un ayaklarının önüne düşmüştü. “Beni fuhuş yapılan bir yere getirmişsin!”

“Sana tabloların yakınında durma demiştim.” Böyle bir durumda bile Duha’nın kendini nasıl savunabildiğine hayret ettim. “Ayrıca görüyorum ki bir şeyin de yok.”

“Psikolojimin çok şeyi var ama!”

“Elay insanların içinde şu sesini alçalt güzelim.” Yumuşak bir sesle onu uyararak yalnız olmadıklarını hatırlattı. “Eve gidince kaldığın yerden kafamı ütülersin.”

Elay homurdanırken Gurur’un bakışları Farah’ın elindeki şamdandaydı. “Birinin üzerinde kullandın mı bari onu?”

Farah başını eğip elinde sıkıca tuttuğu şamdana baktı, sonra yerde baygın yatan adama ve en sonunda da Gurur’a. Gözleri korkuyla titreşirken kısık bir sesle, “Şey... Evet,” deyince Gurur’un dudağının köşesi belli belirsiz kıvrılmıştı. “Aferin.” Karısıyla gurur duyuyormuş gibi bakıyordu.

Son olarak tüm gözler hâlâ baygın kadını pataklayan Melek’in üzerine yöneldi. Kadın çoktan bayılmıştı ama onun karnının üzerine oturan Melek hâlâ onu tokatlıyordu. Onu kadından uzaklaştırmaya çalışan herkese yılan gibi tısladığı için kimse ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. “Melek?” diyen Karun bulunduğu yerden ona seslendi. “Kalk dayıcığım oradan.”

Karun’un herkesin içinde ona böyle seslenmesine şaşırmadım çünkü basın açıklamasıyla Melek’in yeğeni olduğunu herkese duyurmuştu. “Kalkmıyorum!” Melek inat ederek kadının kıpkırmızı olan yüzüne bir tokat daha patlattı. “Çok kızdırdı beni.”

Gurur ona doğru yürüyüp etrafımızda toplanan kalabalığı işaret etti. “Herkes bize bakayi.”

“Kalkmayim amca!” Bağırarak kadının yakasına yapıştı. “Ölsun o vakit kalkacağum!”

“Şunun deduğune bak hele amcasinin kopyasi.” Gurur gülerek üzerine eğilip Melek’i yakaladı ve bir çuval gibi omuzuna attı. Melek onun omuzundan çırpınınca, “Rahat duraysun!” diyerek onu tersledi. “Kafan attukça insanlarun üzerune zıplamak da nedur!”

“Sen yapaysun ama!”

“Benum yaptiklarim şahsuma münhasurdur.” Kendini tutamayıp güldü. “Ve ben kimsenun üzerune atlamayim.”

“Amca indiresun beni bir şey yapmayacağum!”

“Ula daha ne yapacaksun kari yerde yatayi!”

“Sırtundan salinayim mi amca!”

“Bağa bak kıs o sesuni, kiracağum yoksa kafani!”

“Amca başım döneyi,” diye sızlandı baş aşağı sarkarken. Tacı olmasaydı peruğu çoktan düşerdi. “Uşağuna hiç mi acimaysun? Amca bak karnum da ağriyi.”

Gurur dayanamayıp onu indirdiğinde ikisinin Karadeniz ağzıyla birbirleriyle konuşmaları çok hoşuma gitmişti. Gözlerim ister istemez Karun’u bulmuştu, acaba o da hiç böyle konuşuyor muydu? Duymak için her şeyi yapabilirdim. Göz göze geldiğimizde sert bakışlarıyla karşılaşınca hemen önüme döndüm. Beni görmeye bile tahammül edemiyorken ben neler düşünüyordum.

Sıska bir adam ceketinin önünü düğmeleyerek bizim yanımıza koştu. Güvenliğin bize saldırmasını o da beklemiyormuş gibi Karun, Gurur ve Duha’dan defalarca özür diledi. Adamların kim olduğumuzu bilmediğini yoksa asla saygısızlık yapmayacağını falan savundu. Yalakalık yapıp buradaki üç dev adamın öfkesini üzerine çekmemek için her şeyi yapmıştı.

Karun ve Duha onu görmezden geldi ama Gurur, ev sahibine yaklaşıp yumruğunu onun suratına geçirmişti. “Bir dahaki sefere köpeklerinin tasmasını sıkı tutmazsan ecdadını sikerim!” Yere düşürdüğü adama önce Melek’i, sonra Farah’ı ve en son olarak da beni gösterdi. “Şanslısın ki kadınlarımızda en küçük bir çizik bile yok.” Artık onların kadınlarından biri olmadığımı ısrarla anlamak istemiyordu.

Gitme vakti geldiği için yola çıkmadan önce lavaboya uğradım. Kadınlar tuvaletinde kendime çeki düzen verdikten sonra rujumu tazeledim. Dışarı çıktığımda Duha ve adamlarına dair tek bir araba bulamadım. Beni bırakıp gittiler mi? Telefonumu çıkartıp Duha’yı arayarak, “Neredesiniz?” diye sordum. “Dışarı çıktım ama yoksunuz?”

Duha büyük bir rahatlıkla, “Biz yola çıktık sen Kalenderle gel,” deyince kaşlarımı çattım. Karun’un beni görmek istemediğini çok iyi bilmesine rağmen beni burada bırakıp gitmişti.

“Uraz’ı ara beni almak için geri dönsün!”

“Kimse senin için gelmeyecek ve dışarı tek başına çıkarsan da tüm o gazeteciler üzerine çullanır,” diyerek sinirlerimi bozmaya devam etti. “Karun seni eve bırakmalı.”

“Bunu ondan asla istemeyeceğim! Bizi barıştırmaktan vazgeç.”

“Ulan burada düşündüğüm sen misin sanıyorsun? Onunla barışırsan ikimizin arasını yapabilirsin. Ben sizi değil sen bizi barıştırmalısın!”

“Bana bak sen artık iyice çığırından çıktın! Buraya gel ve beni al!” demiştim ki hayvan herif telefonu suratıma kapattı. Sırf Karun ve onun arasını yapayım diye bizi yakınlaştırmaya çalışıyordu. Sanki benim değil onun eski kocasıydı!

Etrafıma bakıp ne yapacağımı düşünürken Kalender ailesi dışarı çıkmıştı. Tüm dikkatleri hararetli bir şekilde onlara bir şeyler anlatan Melek’teydi çünkü o kadını neden hırpaladığını anlatıyordu. Onları beklediğimi düşünmesinler diye hemen önüme dönüp kapıya doğru yürüdüm. Dışarı çıkıp taksi çağırmayı deneyecektim. “Nereye gelin Hanım?” Arkamda Gurur’un sesini duyunca kısık bir sesle inleyip adımlarımı hızlandırdım. Onu duymazdan gelecektim.

Artık gelinleri bile değilim ama bu adam hâlâ Karun’un karısıymışım gibi davranıyordu. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken Gurur bu sefer, “Bige!” deyince derin bir nefes alıp mecburen onlara doğru döndüm. İçlerinden bir tek Gurur benimle konuşmayı sorun etmediği için sadece ona baktım. “Tunus piçi nereyedur?” dediğinde etrafına kontrol ediyordu.

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Gitmişler.”

Kaşlarını yavaşça yukarı kaldırdı. “Sen olmadan mı?”

“Öyle görünüyor.”

Sorun yok dercesine bana Karun’u gösterdi. “Bizim uşak bıraksun seni, bu saatte yalniz gitmeyesun.”

Karun’dan tarafa bakmaya çekinirken zoraki bir tebessümle, “Teşekkür ederim,” diyerek onu geri çevirdim. “Ama ben bir taksiyle giderim.”

Gurur yeşil gözlerini bana kenetleyip dik dik bakarken, “Israr edeyrum,” diyerek sinirlerimi bozmaya başladı.

“Gerek yok diyorum.”

“Hâlâ ısrar edeyrum!”

“Görüyorum!”

Karun ikimizi de susturmak istercesine bana arabasını gösterdi. “Arabaya geç.” Affı olmayan bir yanlış yaptığımı biliyorum ama bu aile kafasına göre bana ne yapacağımı söyleyemezdi. Özellikle de onlarla bir bağım kalmamışken. “Emir kipi taşıyan sözlerini kime güldüysen ona sakla, yani Sanem Hanım’a,” dedikten sonra ona sırtımı dönüp kapıya doğru yürüdüm.

Kapıya yetiştim ama Celil, Nedim ve Furkan önüme geçerek dışarı çıkmama engel oldular. Bir aydır benimle hiç konuşmayan bu üçlüye tersçe bakıp, “Çekilin!” dedim sert bir sesle.

Dümdüz bir şekilde başımın arkasına bakarken bana cevap bile vermediler. Karun’un işaretiyle yolumu kestiklerini bildiğim için dişlerimi sıkarak sırasıyla üçüne baktım. “Belki biraz zorlar ama hepinizin üstesinden gelebileceğimi biliyorsunuz, değil mi?”

Arkadan biri kolumu tutarak beni kendisine doğru çevirdi. Karun’un yüzünü saniyelik bir süreyle görmüştüm ki bir anda eğilerek beni omuzuna attı. Baş aşağı onun sırtından sarkınca, “Karun!” diye bağırdım çırpınarak. “Derhal indir beni!”

Arabasına doğru yürürken sinirli bir sesle beni uyardı. “Kapat şu çeneni yoksa eve dönüş yolunu bagajda geçirirsin!”

“Sen git bu sözleri Sanem’e söyle, hani şu güldüğün kadına!”

“İstediğim kadına gülerim bu artık seni ilgilendirmez!”

“Kime istiyorsan gül sanki çok da umurumda!”

“Umurunda olmadığı için mi sürekli bu konuyu açıyorsun?”

“İndir beni sinirleniyorum artık!”

“Beni sinirlendirdiğin kadar olamaz!” Kapıyı açıp beni ön koltuğa fırlatıp arabanın kapısını suratıma çarptı. Elim kapıya uzandığında çatık kaşlarla, “Denemeye kalkışma!” deyince elimi hemen çektim. Kaba kuvvetten başka bildiği bir şey yoktu.

Karun arabanın etrafından dönüp sürücü koltuğuna geçtiğinde Gurur ve Melek sırıtarak bize bakıyordu. Önüme dönüp homurdanarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Karun arabayı çalıştırınca kısa sürede yola çıkmıştık. Kemerimi takarken onun takmadığını gördüm. “Kemerini takmalısın.” Gözlerini yoldan ayırmadan beni dinleyip kemerini takmasını beklemiyordum.

Korumaların bizi takip etmediğini görünce, “Neden bizimle gelmiyorlar?” diye sordum. Aynadan arkayı kontrol edip soğuk bir sesle, “Onlar diğerlerine eşlik edecek,” dedi. “Kardeşlerim ve Melek’e öncelik sağladığımı biliyorlar.” Hayatındaki üç değerli insanı korumak için tüm korumalarını onlara bırakmıştı.

“Onlarla aynı anda yola çıksaydık bizde korunurduk ne de olsa gideceğimiz yer aynı.” Korumalar toplanıp arabalarına geçmeden biz yola çıkmıştık.

Karun bana cevap vermek yerine sesimi arabanın hızıyla bastırmak istedi. Gaza yüklendiğini görünce susup önüme döndüm. Bir süre sessizliğimi korudum fakat daha sonra, “Senden uzak durmam için beni uyarıyorsun ama bu yaptığın olmuyor,” diyerek ona döndüm. “Kendim eve dönebilirdim.”

Direksiyonu sıkarak bana döndüğünde gerginliği yüzünden okunuyordu. “Söylediklerimin hâlâ arkasındayım.” Aklından ne geçtiğini anlamayacağım kadar bakışları düzdü. “Seni kaldığın eve bırakacağım hepsi bu. Sakın buna faklı anlamlar yükleme.” Bana bir hiçmişim gibi hissettirdiği sürece istesem de farklı şeyler düşünemezdim.

“Bana bir şans daha vermediğin için pişman olacaksın.”

Yolu kontrol edip omuzunun üzerinden bana baktığında mavilerinde can yakıcı bir alaycılık vardı. “Değişen bir şey olmaz.” Boş gözlerle bakarken sıktığı dişlerinin arasından, “Seninle ilgili pişman olmadığım hiçbir şey yok,” dedi. “Şimdilerde tanıştığımız güne bile lanet okuyorum.” Midem kasıldığında başımdan aşağıya buz gibi sular dökülmüştü.

Sözlerinin bende yarattığı zelzele yüzünden kalbim kasılırken bakışlarımı kaçırdım. Ben onun en büyük pişmanlığıydım. Anlık bir kararla, “Köprü yoluna gir,” dedim hızlıca. “Havaalanına bırak beni.”

Omuzları gerildi. “Neden?”

“Adana’ya döneceğim.”

Karun ani bir vitesle arabayı sağa çekip frene basınca tekerlerin çıkardığı ses asfaltı ağlattı. Emniyet kemeri sayesinde camdan fırlamamıştım ama kemer olsa da öne doğru sarsılmıştım. Kalbim şiddetini arttırmaya başlayınca yutkunarak başımı çevirdim. Karun sinirden zangır zangır titrerken kontrol edemediği bir öfkeyle yumruğunu direksiyona geçirdi. “Tek düşündüğün gitmek!” Başını ağır bir hareketle çevirip bana baktığında bakışları sertleşmişti. “O siktiğim aklından başka hiçbir şey geçmiyor!”

“Aklıma küfretme!”

“Kıs şu sesini!”

“Tamam!” Kemerimi hızlıca açıp kendimi dışarı attım. Arabanın kapısını suratına sertçe çarparak, “Yolun kalanında duymazsın sesimi!” dedim.

Kaldırıma çıkıp yürümeye başladığımda kapının açılan sesiyle adımlarımı hızlandırdım. Karun arkamdan kızgın bir sesle, “Bin şu arabaya!” diye bağırdı ama onu dinlemedim.

Peşimden gelip kolumu tutarak beni kendisine doğru çevirince kaçamadım. Saçlarım yüzüme savrulurken en az onun kadar sinirliydim. “Deniyorum!” Kolumu elinden çekip ondan uzaklaştım. “Deniyorum, uğraşıyorum ama olmuyor!” diye bağırıp çaresiz gözlerle ona baktım. “Kalmak için her şeyi yapıyorum ama beni o kadar uzağına itiyorsun ki tüm çabalarım yersiz kalıyor!” Sonlara doğru sesim kısılırken, “Karun,” diye fısıldadım. “Bana savaşacak hiçbir şey vermiyorsun.” Küçük bir umut bile vermiyordu.

Bakışları üzerimde gezinirken gözlerinin değdiği her yer buz kesiyordu. En az onun ısınmayan vücudu ve kalbi kadar üşüyordum. “Sen bende sana verecek bir şey mi bıraktın?” İnanamayan gözlerle bana bakarken hâlâ ondan bir beklentim olmasına şaşıyordu. “Ben her şeyimi sana vermeye hazırdım ta ki sen bir mezarla her şeyi bitirene kadar!”

“Dinle-”

“383 günün her gecesi hiç tanımadığım bir kadının mezarında yatmama nasıl izin verirsin!” Asıl affedemediği buydu, değil mi?

Sakinleşmek için burnundan hızlı hızlı nefes alırken zorlu mücadelesinde galip gelen tek şey öfkesi değildi. Tüm bu öfkenin içinde bana ne kadar kırıldığını gizleyemiyordu. “Anlamıyorsun değil mi?” Burnunun direği sızlarcasına mavileri titreşti. “Bende seni sevecek bir kalp bile bırakmadın be kızım,” deyince sol gözümden akan yaş yanağımdan süzülmüştü. “Senin göğsünü delen o kurşun benim hayatımı bitirdi!”

İşe yaramayacağını bilmeme rağmen, “Çok üzgünüm,” diyen sesim onun kulaklarına ulaşmadı bile. Havada asılı kalan iki değersiz kelimeden oluşan kuru sözcükler ikimizin arasında kaybolmuştu.

Ben dile dökülemeyen birçok sözün yoksunluğunu yaşarken onun sözleri ağır ve keskindi. “Ölü olması bir şeyi değiştirmez,” dedi pütürlü bir sesle. “Sen diye ona sarıldım, sen sandığım için her gece onunla konuştum ve her gece onun göğsünde uyudum.”

Başını omuzuna doğru eğdiğinde yandan bakışı her defasında şimdi olduğundan daha fazla canımı yakıyordu. “Bir kadına gülümsememi sorun ediyorsun ama sen diye 383 gece hiç tanımadığım bir kadına sığınmama izin verdin. Onunla konuşmama, ona ağlamama ve onunla uyumama nasıl izin verdin?” Kalbim kasıldı, dizlerimin bağı çözüldü ve ben ayakta durmakta bile güçlük çektim. Haklılığı keskin bir kılıç gibi boynumu eğiyor, ensemden başlayarak nefesimi kesiyordu.

Söyleyeceğim hiçbir şeyin ona yaşattıklarımı değiştiremeyeceğini bildiği için fazladan bir saniye bile bana bakmadan arabaya yürüdü. Bu gece onu daha fazla kendimle uğraştırmamak için gözlerime akın eden yaşlarla peşinden gittim. İkimizde arabaya geçince Karun hiç vakit kaybetmeden arabayı çalıştırdı. Daha önce bana hiç bu kadar zor ve imkânsız olmamıştı.

Yolun kalanında ikimizde hiç konuşmamıştık. Söylenecek tüm kelimeleri tüketmişiz gibi ağır bir sessizliğin hükmü altına girdik. Karun beni Duha’nın evi yerine havaalanına getirince yaşadığım şaşkınlığı gizlemek için çok uğraştım. Ondan beni havaalanına bırakmasını isterken bunu gerçekten yapacağını beklemiyordum.

Arabayı durdurduktan sonra başını çevirip içinde hiç duygu olmayan gözlerini bana dikti. “Sürekli gitmeyi düşünen bir kadını daha fazla durdurmayacağım.” Uzanıp benden tarafa olan kapıyı açtı. “İstediğin yere gitmekte özgürsün.”

Kalbime dehşet verici sancılar saplanırken ona baktım ama beni gözlerine yasaklayarak önüne döndü. Sanki burada hiç yokmuşum gibi elini direksiyonun üzerine koyup inmemi bekleyince kendimi çok çaresiz hissettim. Çantamı alıp arabadan indiğimde havaalanına girmemi bile beklemeden gaza basıp gitmişti. Arkasında bakarken öylece kalakalmıştım artık o da gitmemi istiyordu.

Başımı çevirip havaalanına baktım. İnsanların bavullarla girip çıktığı havaalanına tereddüt dolu gözlerle bakıyordum. Gitmeyi ciddi anlamda düşünmeye başlamıştım. Canım her yandığında sıklıkla yaptığım gibi yine kaçıp gitmeyi, aşamadığım sorunları arkamda bırakmayı ciddi anlamda düşündüm. Burada yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Kalıp her gün Karun’un soğuk bakışlarında can vermektense çekip gitmeyi ve her şeyi arkamda bırakmanın nasıl olacağını düşünüyordum.

Adana’daki küçük daireme döner ve büyükbabamı tekrar yanıma alırdım. Bir aydır her yerden bana ulaşmaya çalışan babamı kesin bir dille uyarıp ona evimin kapılarını açmazdım. Burada yaşadıklarım canımı yaksa da hiçbir şey olmamış gibi kendimi kandırıp oradaki hayatıma uyum sağlamaya çalışırdım. Psikolog tedavime orada da devam edebilirdim. Başlarda çok zorlanacağımı biliyorum ama içinde Karun’un olmadığı yeni hayatıma da er veya geç alışırdım.

Burada her gün birbirimizi görüp acı çekmektense gitmek en doğru karardı. Havaalanına doğru bir adım atmıştım ki durdum. “Gitsem bile ondan kurtulamam ki.” Karun öyle alelade biri değildi, onunla ilgili her şey haber başlıklarını süslüyordu. Televizyonu her açtığımda ondan bahseden haberler bana geride bıraktığım hayatımı hatırlatacaktı.

Dergilerin kapağında arkamda bıraktığım adamı görüp kaybettiğim birinin hüznünü yaşayacaktım. Büyükbabamın okuduğu gazetelerde onu gördükçe yüzümdeki gülümseme solacaktı. Belki aradan yıllar geçecekti ve ben tüm o yıllarda onun evlendiğini ve çocuk sahibi olduğunu okuyacaktım. Karun beni geride bırakıp izlerimi silerek kendine bir hayat kurarken ben bulunduğum yerde onunla ilgili haberleri hep uzaktan izleyecektim.

Onunla ilgili her haber içimi burkacak ve gözlerimi sızlatacaktı. Belki de yıllar sonra bile bu havaalanının kapısından içeri girmenin pişmanlığını yaşayacaktım. Bu kadar hızlı vazgeçmek yerine kalıp savaşmadığım için pişman olur muydum? Hayatımda bu kadar çok keşkeler varken bir de belkilerin burukluğunu yaşayamazdım.

Şimdi gidersem hayatımın geri kalanını sadece belkiler oluşturacaktı. Belki gitmeseydim her şey farklı olabilirdi diye cümleler kurup hayatı kendime zehredecektim. Havaalanına bakıp, “Şimdi karar ver, Bige,” diye mırıldandım. “Keşkelerin olduğu bu yerde mi kalacaksın yoksa belkilerin olduğu yere mi gideceksin?”

Hayatımda çok şey değiştirecek bir kararın eşiğindeydim.

***

Sabahın beşine kadar havaalanının kapısının önünde durmuş ne istediğime karar vermeye çalışmıştım. Kalmak ve gitmek arasında sıkışıp iki seçeneğin de sonuçlarını çok düşünmüştüm. Taksi malikanenin önünde durunca parasını ödeyip aşağı indim. Karun’un evine bakarken derin bir nefes aldım. Evet, buna karar vermek saatlerimi alsa da kalmayı seçmiştim. Bir kez daha ilk tercihim gitmek olmayacaktı.

Karun’a yaşattıklarımdan daha büyük bir pişmanlık edinmek istemiyorsam kalıp savaşmalıydım. Onun için savaşıp onu gerçekten sevdiğimi ona hissettirmeliydim. Derin bir nefes alıp Kalenderlerin bahçe kapısına doğru yürürken kapının üzerindeki kurt armasına bakıyordum. Metal kapının üstünde kocaman bir kurt silüeti vardı. “Sen kurtsan bende bir kurt kızıyım.” Karun’a hitaben konuşurken bu sefer daha kararlı bir şekilde yürüdüm. “Ben bitti demeden hiçbir şey bitmez.”

Kapının önünde durduğumda beni gören Celil rahatlayarak nefesini vermişti. Çoktan Adana’nın yolunu tuttuğumu düşünmüş olmalı ki gitmediğimi görünce rahatlamıştı. Güvenlik kulübesinin camını açıp bir aydan sonra ilk kez bana baktı. “Karun Bey’i kardeşiyle konuşurken duydum, sizi havaalanına bıraktığını söyledi. Çağıl Bey ona bunu neden yaptığını sorduğunda, ‘Onun için bir değerim yok ki benim için kalsın,’ dedi.”

Celil geri döndüğüm için teşekkür edercesine bana bakmaya başlamıştı. “İyi ki gitmediniz, Bige Hanım çünkü Karun Bey’in ihtiyacı olan tek şey sizin tarafınızdan sevildiğini bilmek.”

İçli gözlerle ona bakıp derin bir nefes aldım. “Beni kendinden uzaklaştırıyor.”

“Çünkü yaşadıklarından sonra sevginizden şüphe ediyor.”

“O inatçı herifi sevmiyorum.”

Celil kendini tutamayıp güldüğünde gözlerindeki ima can sıkıcıydı. “Eminim o da ona kök söktüren inatçı bir kadını sevmiyordur.”

Beni daha fazla bekletmeyip benim için malikanenin kapılarını açmıştı. İçeri girdiğimde cesaretim daha şimdiden kırılsa da yürümek için kendimi zorladım. Karşımdaki görkemli malikaneye doğru yürürken tüm korumaların gözleri üzerimdeydi. Yaptıklarım için hepsi bana kızgın ve kırgındı ama bir korkak gibi kaçmadığım için de hepsi memnundu. Celil duyduklarını onlara da anlatmış olmalı ki hepsi havaalanından döndüğümü bilir gibiydi.

Bir aydır hiçbiri yüzüme bile bakmamıştı ama en doğru kararı vermişim gibi şimdi bana olan bakışları düşmanca değildi. Bu adamlar kaçmak yerine sorunların üzerine giderdi. Patronlarına yakıştırdıkları kadının da en az Karun kadar korkusuz olmasını isterlerdi. Bu yüzden geri döndüğüm için memnunlardı.

Nöbet tutan Furkan’ın yüzündeki gülümsemeyi gördüm ama ona baktığımı anlayınca hemen gülüşünü yok etti. “Hayvan herif,” diye homurdanıp önüme döndüm. Bir yıldır yaşadığım hâlde ortaya çıkmadığım için o da bana tripliydi.

Biraz ilerleyince çardaktaki Karun’u görünce sertçe yutkundum. Saat sabahın beşiydi ve o bu saate kadar uyumamıştı. Aralığın soğuğunda dışarıda tek başına oturuyordu. Masada bitirmek üzere olduğu bir şişe viski ve sigara paketi vardı. Gözleri ablasının defne ağacında oyalanıyordu. Sanki bakışlarıyla ablasıyla konuşuyormuş gibi can çekişiyordu bakışları.

Belki de ona gittiğimi anlatıyordu. Dudakları hiç kıpırdamıyordu ama henüz benim farkımda olmayan gözleri birçok şey söylüyordu. O kadar dalmıştı ki beni hiç görmemişti. Omuzları çökmüştü, yüzü ise şafaktan bile daha karamsardı. Çardağın ışığı kumral saçlarına yansırken yüzünü biraz gölgede bırakıyordu. Parmaklarının arasındaki sigaranın dumanını içine çektiğinde omuzlarında tüm dünyanın yükü varmış gibi yorgun görünüyordu. Karun acı çekiyordu.

Bir kez daha onu bırakıp gittiğimi düşündüğü için acı çekiyordu çünkü onun için kalacağıma ihtimal dahi vermiyordu. Ona doğru yürüdüğümde kulakları topuklu ayakkabılarımın tıkırtısına aşina olduğu için hemen bana döndü. Gözleri beni bulunca sertçe yutkunmuştu. Yüzündeki afallamayı acı dolu ifadesine tercih ederdim. Onu bir tek ben ters köşe yapıp şaşkınlığa sürüklerdim.

Benim için uğruna savaşacağım kadar değerliydi er veya geç bunu anlayacaktı. Her adımımla ruhundaki sanrılar dağılıp onu rahat bırakırken gergin yüzü gevşedi. Mavilerindeki zifiri karanlığı aydınlatan şey benim ona gelişimdi. Geri döndüğüme sevinmişti ama bunu benden gizlemeye çalıştı. Kaşlarını çatmak için kendini zorladığını görebiliyordum. “Ne işin var burada?” dediğinde sesini sinirli çıkarmak için elinden geleni yapıyordu.

“Sana kötü bir haberim var.” Bu sefer beni yıldırmasına izin vermeyecektim. “Gitmiyorum.”

Son bir aydır beni kendinden uzaklaştırdığı gibi beni buradan gönderemeyecekti. “Daha da kötü bir haberim var.” Çardağa girip masasının karşısında durdum. “Burada kalacağım.” Başımla malikaneyi işaret ettim. “Senin evinde ve senin odanda.”

Günün en şaşırtıcı haberi bu olmalı ki Karun’un gözleri büyüdüğünde yakışıklı yüzünde şaşkın ifade bile çok hoştu. Ancak bu onu mutlu eden bir haber değildi çünkü yaşadığı şaşkınlığın yerini öfke almıştı. Kaşlarını çatarak bir hışımla ayağa kalktığında sinirden yüzü seğiriyordu. “Senin bir ayarın yok mu!” Kızgın sesi adeta hırlar gibi çıkmıştı. “Seni görmeye bile tahammülüm yok, evimde kalmana izin vereceğimi nasıl düşünürsün!”

“Bu konuda senden izin istediğimi de nereden çıkardın?” O ne kadar sinirliyse ben bir o kadar sakindim. “On üç gün boyunca burada kalacağım.”

Sinirden deliye dönüp yumruğunu masaya vurduğunda kan beynine sıçramıştı. “On üç günde hiçbir şey değişmeyecek!” diye bana bağırınca kaşlarımı çattım. “Buna sen değil ben karar veririm! Keşkelerle yaşayacak olan sen değilsin benim!”

Bu konudaki kararımı vermiş gibi gözlerinin içine korkusuzca baktım. “Hayatımın kalanında senin pişmanlığını yaşamak istemiyorsam elimden geleni yaptığımı bilmeliyim. On üç gün dolduğunda bu evden gideceğim ama öncesinde değil!”

Karşısında bir akıl hastası varmış gibi bana bakarken parmaklarını sertçe saçlarından geçirdi. “Sana verecek bir günüm bile yok!” dedi hırıltılı bir sesle. “Git buradan.”

“Benden bu kadar rahatsız oluyorsan sen git bu evden.” Çardaktan çıkıp eve doğru yürüdüm. “Adamların beni evden atmak için yanıma bile yaklaşırsa hepsinin cesediyle sen ilgilenirsin.” Başımı çevirip omuzumun üzerinden sinirli yüzüme bakıp gülümsedim. “Bizzat kendin beni bu evden atmaya kalkışabilirsin ama bana dokunan elini kırmayacağımın bir garantisi yok,” dediğimde ağız dolusu küfretti. “Siktir git manyak karı!”

“Bak oğlum ben veba gibiyim.” Yavaş yavaş sinirlenmeye başladığımda tüm ciddiyetimle gözlerinin içine baktım. “Biri benden ne kadar çok kurtulmaya çalışırsa onu o kadar çok istila ederim.”

Beni hır gürle bu evden gönderemeyeceğini anlayınca çardaktan çıkıp tam karşımda durdu. Taktik değiştirip, “İstenmediğin bir evde kalacak kadar gurursuz musun?” diyerek beni aşağılamaya çalıştı.

“Bende aynı şeyi sana soracaktım.” Sözlerinden zerre kadar etkilenmeden karşısında dimdik durdum. “Bu ev benim ve burada istenmiyorsun. Evimde kalacak kadar gurursuz musun?”

Karşısında bir akıl hastası varmış gibi bakıp hayretler içinde kaldı. “Bana ait olan bir ev nereden senin oluyormuş?”

“Nafakam piç herif!” Bahçedeki tüm korumalar bu ilginç konuşmaya tanık olurken rahatlığımla Karun’u zıvanadan çıkartıyordum. “Öyle tek celsede boşanmayla bitmiyor bu işler. Senin gibi bir adama aylarca katlandıysam bunun bir nafakası olmalı. Bu malikaneyi nafakam olarak ver bana sonra da siktir git evimden.”

Arsızlığım karşısında şoke olduğunda yüz kızartıcı bir küfür savurdu. “Sen tertemiz delirmişsin!”

“Evet, delirdim!” diye bende ona bağırdım. “Hatırlatırım bunun için bir raporum bile var.” Bana çıkardığı o deli raporunun hakkını vererek onun sinirleriyle oynamaya devam ettim. “Bu malikane benim nafakam yani benim evim ama merak etme onu da sana bırakacağım. Sadece on üç gün kullanıp sonra onu da sana iade edeceğim.”

Evi ona bırakarak büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi davranıp çenemi kibirle kaldırdım. “Başımın gözümün sadakası olsun,” dediğimde vahşi hayvanlar gibi kontrolsüz bir şekilde üzerime yürüdü. “Seni tertemiz dövmek gerek!”

“Eski karından dayak yiyerek hastanelik olmak istiyorsan lütfen dene bunu.” Onu tam bir sinir küpüne çevirerek malikaneye doğru yürüdüm. Arkamdan kızgın gözlerle baktığı için delici bakışları sırtımdaydı. Karun bana el kaldıracak bir adam değildi ama öyle bir şeye kalkışırsa gözünün yaşına bakmam, tüm kemiklerini kırardım. Kim olduğu umurumda bile değil, kimse bana tokat bile atamazdı.

Karun arkamdan kızgınlıkla bağırıp, “Bu on üç günün sana zehrolmasını istiyorsan o kapıdan içeri girersin!” diyerek beni tehdit etti.

Zerre kadar sakinliğimi bozmadan omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Kime zehrolacağını bekleyip göreceğiz.” Onu sinirden çıldırtarak malikaneden içeri girdim. Merdivene doğru yürürken sesimi dışarıya duyurmaya çalışarak, “Furkan!” diye bağırdım. “Söyleyin o herife uykum var benim, çağırın gelsin!”

Karun’un benden bu kadar kolay kurtulmasına izin vermeyecektim.


Yorumlar