Roman
  • 01/12/2025

42-KALBİN KIYIMI

“Varlığım sana yük olmaya başladığında farkında olmadan seni yokluğuma alıştırdığım gerçeğiyle yüzleştim. Kendime yaptığım en büyük kötülük bu olmalıydı.”

Karun’un evine on üç günlüğüne yerleşmek iyi bir karar mıydı, bilmiyordum ama bunu denemeliydim. Karun başta olmak üzere bu evde beni isteyen kimse yoktu. Nefretin en yoğun olduğu bir evde on üç günümü geçirecek olmam belki de aptallıktı. Bunun nasıl sonuçlanacağını bilmesem de bir konuda kararlıydım. On üç gün dolmadan bu evden gitmeyecektim. Karun ve diğerleri gitmem için benimle uğraşmaya kalkışırsa bende onlarla uğraşırdım.

Karun’un çatı katındaki odasına girdikten sonra gardırobu açıp geçen yılki kıyafetlerimi karıştırdım. İki gündür regli olduğum için gecelik yerine pamuklu pijamalarıma bakıyordum. Siyah bir eşofman altı ve tişört alarak çekmeceye yöneldim. Pedlerin olduğu çekmecede ihtiyacım olan her şey hâlâ duruyordu. Bir tane ped alıp banyoya girdim.

Karun hâlâ çardaktaydı eve dönmemin sinirini yaşadığı için henüz odaya gelmemişti. Banyoya girip işimi halledip üzerimi değiştirdim. Saçlarımı toplayıp eski eşyalarımdan ihtiyacım olan ürünleri aldım. Yüzümdeki makyajı çıkartırken tüm bu ürünlerin tarihlerinin geçtiğini biliyorum ama şimdilik bunlarla idare etmeliyim.

Hava aydınlanınca buradaki tüm makyaj ürünlerini bir torbaya koyup atacaktım. On üç gün boyunca burada kalacaksam eskilerinden kurtulup yenilerini almalıydım. Yüzümü yıkayıp kuruladıktan sonra saçlarımı taramaya başladım. Aynanın karşısında dururken elim bir kez daha siyah kurdeleli tokanın yerine kaymıştı. O tokayı yıllarca taktığım için aradan geçen bir yıla rağmen hâlâ yokluğunu arıyordum.

Özlediğimden değil, korktuğum için yokluğunu arıyordum. Sanki saçımda olmayınca yine kör bir kurşunun hedefinde olacakmışım gibi hissediyordum. Oysaki Karun beni o uğursuz tokadan kurtarmıştı. Bana bir cehennemi yaşatarak beni kurtarmıştı. Tetikçimin kim olduğunu ve ona ne olduğunu çok merak ediyordum.

Beni göğsümden vursa da onun kötü biri olduğunu düşünmüyordum çünkü kumarhane baskınında beni korumak için etrafımdaki adamları vurmuştu. Acaba Karun onu da yakaladı mı? Yakalamış olmalıydı eğer aksi olsaydı çoktan ölmüş olurdum e de olsa bir yıldır tokayı takmıyordum. Tetikçiye ne olduğunu bir tek Karun biliyordu ama bana bu kadar kızgınken sorsam bile söylemezdi.

Önce o sert duvarlarını yıkmalı, sonra da ona tetikçi ve Hector’u sormalıydım. Tabii en önemlisi annemin yerini öğrenmeliydim. Banyodan çıkınca Karun’u odada gördüğüm için şaşırmadım ama o beni görünce afallamıştı. Evdeki herhangi bir odada kalacağımı düşündüğü için gerçekten onun odasında kalacağıma ihtimal vermemişti. Üzerini değiştirmek için gömleğini çıkardığından üstünde sadece pantolon vardı ve pantolonun kemeri açıktı.

Beni görünce gardırobun önünde hiç kıpırdamadan bana bakmaya başladı. “Odamda kalacak kadar aklını kaçırmadığını umuyorum?” Sakin sesi soğuk bakışlarıyla karşılaştırıldığında fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyordu.

Ona cevap vermek istedim ama kavruk tenini kuşatan kasları aklımı başımdan aldığı için alt dudağımı dişlemeye başladım. Bir zamanlar o kaslara dilediğim gibi dokunup dudaklarımla kendi izimi bırakabiliyordum. Şimdi ise dudaklarım kuruyor, parmaklarım onun vücuduna olan yoksunluğu en uçlarda yaşıyordu. Silinebilir dediği dövmesini de sildirmemişti çünkü sol göğsünün üstünde hâlâ kalbimin ritimleri vardı.

Kontrol edemediğim bir arzuyla gözlerim biraz daha aşağıya kaydı. Geniş omuzlarını ve boğum boğum olan kaslarına aç gözlerle baktıktan sonra pantolonun kemerinde görünen Adonis kaslarıyla titredim. Bir erkekte beni en çok etkileyen Adonis kasıydı. Göbek bölgesinin altında başlayarak mahrem bölgesine kadar inen o kaslar beni nabzımı hızlandırıyordu.

Karun’un pantolonu çıkarmasını isterdim eğer regli olmasaydım bu konuda onu zorlayabilirdim. Tabii o da bana bu kadar kızgın olmasaydı... Düşüncelerimin gittiği yön hoşuma gitmediği için yalandan öksürerek boğazımı temizledim. “Burada uyuyacağım.” Gözlerimi güçlükle kaslarından çekip yüzüne çıkardım. “Giyinir misin?”

Karun bakışlarımdaki değişimi görünce beni odadan çıkartmak için pontonun kemerini kavradı. Gözlerimin içine bakarak pantolonu çıkartıp, “Böyle uyuyacağım,” deyince vücudum ısınmaya başlamıştı. Üzerinde boxer dışında hiçbir şey yoktu. Kaslı baldırları ve boxerın önündeki kabarıklığa baktıkça vücudum ısınıyordu. Eğer regli olmasaydım bende soyunurdum. O zaman görürdük kimin bu odadan çıkacağını.

“Uyu.” Dilimle dudaklarımı ıslatıp alelade bir şekilde onu süzdüm. “Eğer istersen boxserı da çıkarabilirsin.” Buna dünden razıymış gibi sırıttım. “Bence yatakta rahat olmalıyız,” dediğimde bir yıllık bekar hayatından sonra kanı kaynamaya başlamıştı.

Gözleri vücuduma kayınca ne yapmaya çalıştığımı anladığı için hemen önüne dönmüştü. Kendine gelmek için başını iki yana salladığında kısık bir sesle küfrettiğini duydum. Bu on üç günün onun için hiç kolay geçmeyeceğini iyi biliyordu. Bana mı güvenmiyordu yoksa kendine mi, bilemem ama uzanıp lacivert eşofman altını aldı. Boxserla yatağa giymek yerine eşofman altını giydi. Neyse ki tişört giyip sinirlerimi daha fazla bozmamıştı.

Yatağa girdiğinde yastıklardan birini alıp bana uzattı. “Koltukta yatıyorsun,” dediğinde şaşkınlıkla uzattığı yastığa bakıyordum. Koltukta mı uyuyacaktım?

“Sen uyu koltukta.” Terliklerimi çıkartıp yatağa girdim. “Benim vücudum çok narindir, koltuk gibi rahatsız edici yerlerde uyuyamam.” Bana olan bakışları can yakıcıydı çünkü benim yüzümden aylarca bir mezarda uyuduğunu hatırlatır gibi bakıyordu.

Karun bunun siniriyle yastığı alıp sertçe kucağıma attı. “Çık yatağımdan!” Çatık kaşlarıyla beni korkutmaya çalışıyordu. “Koltuktan rahatsız oluyorsan aşağıdaki boş odalardan birinde uyu.” Sinirli gözlerle bana bakıp sıktığı dişlerinin arasından, “Ya da bana bir iyilik yap ve git evimden!” dedi.

Tebessüm ederek kucağımdaki yastığı aldım. “Senin gibi adamlara pek iyilik yapasım yok,” dedikten sonra yastığı kavrayıp suratına çarptım. “Benden rahatsız oluyorsan çık şu yataktan!”

Suratına çarpıp kucağına düşen yastıkla boğazından hırlar gibi bir ses çıktı. “Benim yatağım!” Sıktığı yastığı alıp kafama attı. “Yatağımdan çık!”

“Bağırma bana!” Kafama çarpan yastığı alıp dizlerimin üzerinde doğruldum ve tüm gücümle yastığı kafasına geçirdim. “Bu yastık yüzüme gelseydi o yakışıklı suratın şimdiye dağılmış olurdu.” İki elimle tuttuğum yastığı bir kez daha kafasına geçirdim. “Burnum estetik benim!”

“Kırdırma bana o burnunu!”

“Dene bakalım!” dedikten sonra yastığı bir kez daha kafasına geçirdiğimde çıldırdı. “Seni var ya!” Üzerime atlayıp beni sırtüstü yatağa düşürdüğünde nefesim kesilmişti. Bir anda kendimi onun altında bulmayı beklemiyordum.

Karun’un göğüs kafesi kaburgalarımı ezerken ne denli büyük bir hata yaptığını daha yeni yeni anlıyordu çünkü yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Zayıf bedenim ise onun iri vücudunun altında eziliyordu. Aslına bakarsanız bundan şikayetçi değildim. Aramızda anlamı derin bir sessizlik oluştuğunda mavileri yüzümün her zerresinde gezinmeye başlamıştı. Aylar sonra ilk kez yüzüme bu yakından bakma fırsatı bulmuştu.

Öfkesi gittikçe sönerken yüzüme olan bakışları özlem doluydu. Gözlerindeki o iç ısıtan ifade ilmek ilmek içime nakşedilmeye başlamıştı. Uzun zamandır bana böyle güzel bakmamıştı. Belki de bana olan sıcak bakışı onun gözlerinin ifadesine güzellik katıyordu. Tek kelime etmeden beni seyretmesine izin verdim. Üzerimde olabilirdi ya da dışarıdan bakıldığında uygunsuz bir pozisyonda görünebilirdik ama bana olan bakışı tensel bir arzudan çok daha fazlasıydı.

Bu büyünün bozulmasını istemediğim için nefes dahi almıyordum. Ancak hiç istemesem de ne yaptığını anlaması uzun sürmedi. Mavilerine buzu aratmayacak bir soğukluk eklenirken hemen üzerimden kalktı. Lakabının büyüklüğündeydi ruhundaki sanrılar, bu yüzden kolay kolay bana yaklaşmazdı. İncittiğim kalbine, kedere boğduğum ruhuna tekrar bir bahar esintisi getirmeden bana yaklaşması çok zordu.

Karun yatağa uzanıp yastığı aramıza koyunca homurdanmaya başladım. Yatak zaten kocamandı yani o yastık olmasa da ona temas etmem kolay değildi. Yatağın boş tarafını işaret ettim. “Sen o tarafta uyu.”

Bunu neden istediğimi çok iyi bilmesine rağmen bilmiyormuş gibi yapıp, “Neden?” diye sordu soğuk bir sesle.

“Solun bana ait.”

Gözlerimin içine canımı yakacak bir gaddarlıkla baktı. “Artık sol tarafımda değilsin.” Kalbim kasıldı. Onunla tanıştığım ilk günden beri sol tarafa takıntılı olduğumu iyi biliyordu. Bu yeni edindiğim bir alışkanlık değildi, ben hep böyleydim.

“Beni solundan kovamazsın.” Son derece ciddi bir ifadeyle gözlerine baktım. “Solunda olmayacağım bir adamın hayatının hiçbir yerinde olmam.” Emekleyerek yataktan çıkıp koltuğun üzerindeki çantama doğru yürüdüm. “On üç gün boyunca çardakta uyuyacağım.”

Kapıya yürüdüğümde arkamda, “Dışarısı buz gibi!” diyen sinirli sesini duydum.

“Sağında öyle,” dedikten sonra kapıyı açtım.

Tam odadan çıkacaktım ki küfürle karışık, “Buraya gel!” diyen kızgın sesini işittim. “Solumda uyu.” Başımı çevirip omuzumun üzerinden ona baktığımda yataktan kayıp diğer tarafa geçtiğini gördüm. Gülmemek için yanaklarımın içini ısırmaya başladım. Solunda bana yer açmıştı. Benim yüzümden 383 gece dışarıda uyumuştu ama beni bir gece bile dışarıda uyutamıyordu.

Kıyamıyordu.

Kapıyı kapatıp çantamı aldığım yere geri koydum. Yatağa doğru yürüdüğümde Karun bir kez daha bana boyun eğmenin sinirini taşıyordu. Yatağın ondan tarafında durdum ve üzerine eğilip, “Teşekkür ederim,” diyerek dudaklarımı yanağına bastırdığımda tüm vücudu gerilmişti. Yanağına temas eden dudaklarım onda büyük bir patlama yaratmış gibi hiç kıpırdamadı. Nefes aldığından bile şüpheliydim.

Çenesini kavradığımda soluksuz bir şekilde beni izliyordu. Parmaklarımın altındaki çenesi bile dokunuşuma hasret kalmış gibi kasılmıştı. Çenesini hafifçe sıkarak başını çevirdim ve diğer yanağını da öperek öpücüğümü eşitledim. Daha sonra içli bir ifadeyle ona bakıp, “Bir daha başka kadınlara gülme,” dedim acı çeken bir sesle. “Sende gözü olan milyonlarca kadının üstesinden gelebilirim ama senin gözünün değdiği bir kadına yenilirim.” Donup kalmıştı.

Hiçbir şey söylemedi zaten bende bir şey söylemesini beklemedim. Yatağın sol tarafına geçip ışığı kapattım. Onun sadakatinden şüphe etmiyordum öldüğümü sandığında bile beni hiç aldatmamıştı. Karun birine kolay kolay ihanet edecek bir adam değildi. Bu konuda içim rahattı ama yine de onu uyarma gereği hissetmiştim çünkü öfkenin bir insana yaptırmayacağı kötülük yoktu.

Büyük yatağın iki ucunda aramızda bir yastıkla karanlığa çekilmiştik. Karun’un uyumadığını biliyordum ne yazık ki bende uyuyamıyordum. Onunla bir yataktayken uyumak hiç kolay değildi. Onun içinse daha zordu çünkü Karun’un tenime bağımlılığı vardı. Aramız iyiyken ne zaman yanında olsam elleri hep bir yerimde olurdu. Öyle anlarda temas hastası olduğundan bile şüphelenirdim. Ellerini üzerimden çekemezdi yatakta da böyleydi. Elleri hep üzerimde, başı ise göğsümde olurdu.

Yatağında ben varken bana dokunmadan uyuması hiç kolay olmayacaktı. Bu on üç gece onun için işkenceden farklı olmayacaktı. Bir saate yakın ikimizde yatağın bize ait olan kısmında dönüp durduk. Saat beşte yatağa girmiştik ve bu durum saat altıya kadar sürmüştü. Sabahları erken kalkan biri olduğum için yedide uyanacağımı biliyordum bu yüzden kendimi uyumaya zorladım.

Dönüp durmayı bırakınca vücudum uyuşmaya başlamıştı. Göz kapaklarıma uykunun ağırlığı çöktüğünde nihayet uykunun kollarına çekilmeye başladım. Nefes alışlarım belli bir düzene girmiş olmalı ki Karun uyuduğumu düşünmüştü. Oysaki uyku ve uyanıklık arasında bir yerdeydim.

Rem uykusu dedikleri yerdeydim yani uykunun başlangıcında. Vücudum uykuya teslim olmuşken etrafımdaki her şeyi algılıyordum, zihnimin kapanmasına henüz bir dakika vardı. Bu yüzden yataktaki hareketlenmeyi hissettim. Karun’un aramızdaki yastığı usulca çektiğini ve fazla ses çıkarmadan yavaşça bana doğru kaydığını sezdim. Tüm bunları çoktan uyuduğumu düşündüğü için yapıyordu.

Bana yaklaştığında zihnim uykuya teslim olmuştu ama hemen öncesinde belime dolanan kolunu ve göğsüme yasladığı başının sıcaklığını hissetmiştim. Aynı yataktayken kalbimin sesini dinlemeden uyuyamazdı.

Kalbimin sesi onun en sevdiği ninnisiydi.

***

Sabah her zamanki saatimden uyanmak yerine dokuzda uyanmıştım. Uyanınca yaptığım ilk iş hemen yatağın diğer tarafına bakmaktı. Yastık yatağın tam ortasında duruyordu ve Karun yatakta değildi. Sanki o yastığı çekip göğsümde uyumamış gibi erkenden uyanıp tüm izlerini silmişti. Oysaki göğsüme sinen kokusu geceyi nerede geçirdiğini açıklıyordu.

Ne yazık ki güne gözlerimi yoğun bir sancıyla açmıştım. Ilık su karın ağrıma belki iyi gelir diye yataktan çıkıp banyoya girdim. Hızlı bir duş alıp saçlarımı kuruttuktan sonra giyindim. Dolaptaki eski kıyafetlerim hâlâ durduğu için yarım kollu, kırmızı bir elbise giymiştim. Elbisenin dar eteği kalçamın bir karış altında bitiyordu. Siyah tül çorapları baldırlarımın üstüne kadar çektikten sonra elbisenin eteğini düzelttim.

Dolaptaki siyah botları çıkartıp deri botları da hızlıca giydim. Bacağımı saran botların uzunluğu dizlerimin hizasındaydı. Makyaj aynamın önüne geçtim ama geçen yılki ürünleri kullanmak istemediğim için makyajımı yapamadım. Bunun yerine küçük el çantamın içindeki maskarayı çıkartıp kirpiklerime sürdüm. Çantam küçük olduğu için içinde sadece ruj, maskara ve cüzdanım vardı. Olmazsa olmazım olan kırmızı ruju dudaklarıma sürerek odadan çıkmıştım.

İstediğim gibi makyaj yapamadığım için aşağıya inerken keyifsizdim. Bir alt kata inince Karun’u gördüm. Merdivenin yanında durup telefonla konuşuyordu. Bana sırtı dönük bir olduğu için henüz beni görmemişti. Ona doğru bir adım atmıştım ki karnımdaki ağrı yine ortaya çıktı. Bu seferki reglim çok kötü geçiyordu.

Yüzümdeki acı ifadesini bastırmaya çalışarak ona doğru yürüdüm. “Hayır, daha yüksek teklif vermeyece-” demişti ki adım seslerimi duyunca sustu. Duyduğu sesin bana ait olduğunu bildiği için omuzları gerilmişti. Tam arkasında olduğumu anlamıştı. “Seni daha sonra ararım.” Telefonu kapatıp bana döndü. Adımlarımın sesini beynine kodlayacak kadar sıra dışıydı.

Telefonu cebine koyarak yönünü bana çevirdiğinde yüzünde yine aynı ifade vardı. Kalıplaşmış o soğuk ifadesi yine yüzündeki yerini koruyordu. Büyük bir arsızlıkla, “Günaydın,” dediğimde sesimi neşeli çıkarmaya çalışıyordum. Karnımdaki ağrı baskısını arttırınca ona en güzel gülümsememi sundum. “Bana günaydın demek yok mu?” Sanki onu hiç kırıp incitmemişim gibi davranıyordum.

Ona yaptıklarımdan sonra bir beklenti içinde olmama kızdığı için Karun tam bir şey söyleyecekti ki, gözleri gülüşümde oyalandı. İki yanına kıvrılan dudaklarıma uzun uzun baktıktan sonra, “Bir yerin mi ağrıyor?” diyerek beni afallattı.

Neyim olduğunu anlamak ister gibi bakışları kısıldı. “Çektiğin acı duygusal mı yoksa fiziksel mi?” Gözlerindeki o düşmanca ifade bir anda kaybolmuştu.

“Karun bir yerim ağrımıyor,” dedim şaşkınca. “Bunu da nereden çıkardın?”

“Gülümsüyorsun.”

“Ne var bunda hep gülümserim.”

“Hayır.” Yüzüme olan bakışları düşünceliydi. “Fazla güzel gülümsüyorsun.” Neyim olduğunu anlamaya çalışan mavileri gözlerime kenetlendi. “Bir tek canın yandığında böyle güzel gülümsersin, tıpkı korktuğunda fazla cesur göründüğün gibi.” Gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyordum. Gözlem yeteneğinin bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum.

Nefesim kesilmiş bir şekilde şaşkınca ona bakarken gözlerimi işaret etti. “Acının sızısıyla gözlerinin kahvesi titrediğinde dudakların bunu gizlemek için hemen kıvrılır.” Bu sefer işaret ettiği dudaklarımdı. “Şu anda olduğu gibi.” Kalbim boğazımda atarken, “Canın mı yanıyor?” diye sordu.

Beni bu kadar iyi tanıması ve ona yaşattıklarıma rağmen söz konusu benim canım olduğunda dönüştüğü adam vicdanımı sızlatıyordu. Karun her yönden iyi bir adama dönüşmüştü ama onu bu kadar değiştiren ben değil, yokluğumdu. “Özel günümdeyim.” Sesim benden beklenilmeyecek kadar çekingen çıkmıştı.

Beni utandıran ve böylesine mahcup eden regli olmam değildi, onun ilgisiydi. Her yönden ona karşı çok mahcuptum. “Bu yüzden biraz karnım ağrıyor.”

Duyduklarından sonra gözleri doğrudan karnımı bulmuştu. “Çok mu ağrıyor?” Konuşmak için tam dudaklarımı aralamıştım ki, Karun cevabımla ilgilenmiyormuş gibi, “Hastaneye gidelim,” dedi hızlıca. Küçük bir regli sancısının bile canımı yakmasına katlanamıyordu. “Burada bekle ceketimi alıp geliyorum.”

Yukarı çıkmak için merdivene yönelince öne atılıp elini tuttum. “Çok ağrımıyor.” Baş parmağımla elinin üstünü okşarken ona dokunmayı bile özlemiştim. “Üstesinden gelmeyeceğim bir acı değil.”

Doğruyu söyleyip söylemediğimi anlamak için gözleri bir süre yüzümde oyalandı. Neyse ki sancım hafiflediği için yüz ifadem onu yatıştıran nitelikteydi. Sandığı kadar kötü olmadığımı anlayınca elini elimden çekerek aşağıya inmeye başladı. Eski soğukluğuna dönerek merdiveni inince arkasından tersçe bakıyordum. Bu adamın bana iyi davranması için illa canım mı yanmalıydı?

İyi olduğumu görünce ona yaptıklarımı hatırlayıp beni görmezden geliyordu. Bir tek canım yandığında canını yaktığımı unutacak kadar benim derdime düşüyordu. Peşinden aşağıya indiğimde Karun, Nermin’e, “Ceketimi getir,” dedikten sonra dışarı çıktı. Holde dikilip arkasından öylece bakıyordum.

Bir yıldan sonra yeniden onun evindeydim ama bana olan kırgınlığı o kadar büyüktü ki, evde kalmak yerine işe gidiyordu. Bana yakın olmak istemediği için benden kaçıyordu. Sadece ben değil, o bile beni nasıl affedeceğini bilmiyordu.

***

Evde Çağıl ve Levent’in suratsız yüzlerini görmekten fenalık geçirdiğim için odamdaki eski eşyaları çöpe atıp yenilerini sipariş etmiştim. Günün yarısını da uyuyarak geçirmiştim çünkü karnımın sancısı beni öldürüyordu. Hava kararmaya başlayınca çantamı alıp malikaneden çıktım. Duha’nın evine doğru yürürken kimseden izin almadım çünkü artık o aileyle bir bağım yoktu. Karun birazdan eve dönerdi ama beni evde bulamayınca merak edeceğini sanmıyordum. Gittiğimi düşünüp sevinirdi bile.

Korumalar benim için kapıyı açtığında karşı evdeki korumalar Duha’nın evine girdiğimi görmüştü. Bahçeye girip eve doğru yürürken telefonumum çalınca çantadan çıkardım. Kayıtlı olmayan bir numaranın aradığını görünce açıp telefonu kulağıma yasladım. “Efendim?” demiştim ki babamın, “Efil,” diyen içli sesini duyunca kaşlarımı çattım. Artık peşimi bırakmasını istiyordum. “Beni rahat bırakman için illa gerçekten mi ölmem gerekiyor?”

“Efil, böyle yapma.” Sesi yalvarır gibi çıkıyordu. “İstanbul’dayız izin ver seni göreyim. Benden uzun süre kaçamazsın, babanım ben senin.”

Sesi içime işledi ama yüreğime dokunmasına izin vermedim. “Sen bana hiçbir zaman baba olmadın.” Gözlerimin ardı sızladığında başımı yavaşça salladım. “Ben senin kızın olmaya çalıştım ama sen hep benim efendim oldun.”

Onda babalık vasfı yoktu. “Kurallarının dışına çıkmaya çalıştıkça efendim beni daha fazla cezalandırdı. Kızın olsaydım o mahkemeye çıkıp aleyhimde ifade vermezdin. Evet, ben zır deliyim çünkü sekiz yaşında başladım babamın günahlarını üstlenmeye.”

Acısı sesine yansırken, “Benim yüzümden yaşadıkların için mutlu olmadığımı bilmelisin,” dedi fısıltıyla.

Öl veya öldür Efil, değil mi baba?” Ona bunu hatırlatarak acı içinde gülümsedim. “Sekiz yaşında öldürdüm, bir yıl önce de öldüm.” Gözlerimde süzülen bir damla yaşı sertçe sildim. “Senin kızın o kadar uslu ki ondan istediğin gibi hem öldürdü hem de öldü.”

Acı dolu yutkunuşunu duydum. “Sadece bir kez konuşalım.” Sesi titriyordu. “Bir kez olsun dinle bu yaşlı adamı.”

“Sen bir gün Gazel’i dinlediğinde belki bende seni dinlerim. Nefret ettiğin kızını dinleyecek kadar varsa merhametin, benim de nefretimi kazanan bir babaya elbet olur merhametim,” dedikten sonra telefonu kapatıp yeni numarasını da engelledim. Onunla görüşmek istemiyordum.

Beni kazanmak için kinini bir kenara bırakıp Gazel’in peşine düşerse, işte o zaman bende ona bir şans verirdim. Bu hiç olmayacaktı çünkü babamı iyi tanıyordum. Onu öldürseler bile gururunu bir kenara bırakıp yıllar önce onu terk eden Gazel’i bulmaya çalışmazdı. Onun nazarında Gazel günahkardı ve affedilmez hatalar yapmıştı.

Siyah Saka ezeli düşmanımızın safına geçerek günaha bulanmıştı. Babam onu asla affetmezdi tıpkı benim de affetmeyeceğim gibi. Babamı bile affedebilirdim ama Gazel’e karşı içim hiç soğumayacaktı. Beni annemin katili yapan bir adama yıllarca çalışıp beni her anlamda sırtımdan vurmuştu. Böyle birini bana affettirecek hiçbir güç yoktu. Ondan o kadar çok nefret ediyorum ki, ölse bile gözümden bir damla yaş akmazdı.

Kapının önünde durup zile bastığımda hizmetçilerden biri benim için kapıyı açtı. “Duha ve Kadem evde mi?” Hâlâ işte olabilirlerdi.

Hizmetçi içeri girmem için kenara çekilirken, “Az önce eve döndüler, Bige Hanım,” dediğinde yüzünde garip bir ifade vardı. “Salondalar.” Kızın yüzüne bakınca bile Duha’nın yine eve sinirli döndüğünü anlıyordum. Karun ile barışmadıkça normale dönmeyecekti.

Montumu ona vererek malikanenin geniş holünde yürüdüm. Karnım o kadar çok ağrıyordu ki gün içinde aldığım ağrı kesicilerin ne işe yaradığını merak ediyordum. Elay’ın sesini takip edip salona girdiğimde gördüğüm manzara beni hiç şaşırtmadı. Son günlerde sık sık karşılaştığım bir sahne olduğu için gülüşümü bastırarak içeri girdim.

Duha yine bir koltukta uzanıyordu ama bu sefer kafasına herhangi bir şey bağlamamıştı. Bunun yerine ağzında bir tane ateş ölçer çubuğu vardı. Elay onun tansiyonunu ölçüyor, Kadem ise onun ayaklarının altına yastık koyup bileklerine kolonya sürüyordu. Duha ise yarı baygın gözlerle bir şeyler sayıklıyordu. Karun olmayınca bu adam yataklara bile düşerdi.

Yürüyüp orta masanın kenarına oturarak gözlerimi Duha’ya diktim. “Yine ne bu halin?”

Acıdan geberiyormuş gibi sızlanırken, “Hiç sorma kaçak kuş,” diye mırıldandı kederli bir sesle. “Aldatılıyorum.”

Afallayan gözlerim doğrudan Elay’ı buldu. “Onu aldattın mı?”

Duha’nın kolundaki tansiyon aletini çıkartırken canından bezmiş gibiydi. “Emin ol beni bir adamla görse bu kadar fenalaşmaz.” Ayağa kalkıp doğrulduğunda düşman gözlerini Duha’ya dikti. “Aramızda bir halt olduğu yok ama olsaydı bile bu şartlarda o beni aldatmış olurdu.”

Kafam karıştırmayı başarmıştı. “Kim kimi aldatıyor?”

Elay, Duha’nın ağzındaki ateş ölçeri sertçe çekip aldı. “Bu piç beni Karun ile aldatıyor!”

Gözlerim irileşerek Duha’ya baktım. “Karun beni seninle mi aldatıyor?”

Güçlükle koltuğa oturup Kadem’in elindeki kolonya şişesini aldı. “Karun beni Ersin ile aldatıyor!”

“Bu beni aldattığın gerçeğini değiştirmiyor!” dedi Elay. “Hem de bir erkekle!”

Oturduğum yerden ayağa fırladım. “Bu benim de aldatıldığım gerçeğini hiç değiştirmiyor!” Yüzümü buruşturdum. “Hem de seninle!”

“Burada aldatılan tek kişi benim!” Duha kolonyayı boynuna sıkıp kendini kolonyayla yıkamaya başladı. “Bana bunu nasıl yapabilir!”

Elay irkilerek geriye çekildi. “Karun ile düşman olduğunuzu sanıyordum.”

“Öyleydik!” Kolonyayı avucuna sıkıp ıslak elini yanağına sürttü. “Aramızda kaliteli bir düşmanlık vardı ama o artık Ersin ile takılıyor!” Elindeki kolonya şişesini bana fırlattı. “Hepsi senin yüzünden!”

“Sektir!” Kadem homurdanarak üçümüze yüzünü buruşturarak baktı. “Hepsi kafayı yedi.”

“Buna artık daha fazla göz yummayacağım!” Elay kaşlarını çatarak bir ayağını sertçe yere vurdu. “Karun mu yoksa ben mi? Yap artık seçimini?”

Çıldırmak üzereydim. “Kocamı seçersen kafanı kırarım!” Masadaki vazoyu elime alarak Duha’nın gözlerinin içine baktım. “Bu konuda şaka yapmıyorum!”

Kadem kahkaha attı. “İşler ilginçleşiyor.”

Duha ise Elay ile ikimize öldürecekmiş gibi bakıyordu. “Siz yine ne saçmalıyorsunuz?”

Elay ile aynı anda, “Karun ile aranızda ne var!” diye bağırdığımızda sinir krizi geçirmek üzereydi. “Yemin ederim bu ikisi adamı katil eder!”

Cehennem bekçisi gibi tepesine dikildiğimizde bir küfür savurup, “Saçmalayın kızım!” diyerek bizi azarladığında siyahları sinirle harlandı. “Tercihim hep güzel kadınlar olmuştur.” Gözleri görüş açısında olan Elay’ın çıplak bacaklarına kayınca dudağının köşesi kıvrıldı. “Kanıtlamamı ister misin doktor?”

Elay’ın yanakları ısınınca ağzım bir karış açılmıştı. “İstemez,” dedim onun adına konuşarak. “Konuyu kaynatmayı bırak.”

“Seni ne ilgilendirir?” diyerek kaşlarını yukarı kaldırdı. “Ben sana Fransızların otelinde yediğin haltları soruyor muyum?”

“Allah’ın cezası herif bir unutamadın gitti şunu!” Vazoyu kafasına geçirmemek için kendimi zor tutuyordum. “O kadar çok diline doladın ki artık aramıza yastık koyarak uyuyoruz.”

“Onunla aynı yatakta mı uyudun?” Kadem’in bakışları ok gibi beni bulurken kaşları çatıktı. “Kocan olmayan biriyle aynı yatakta uyuyamazsın!”

“Oğlum bırak uyusun.” Duha onu azarlayarak bana döndü. “Benim hakkımda bir şey söyledi mi?”

“Kocam niye senin hakkında bir şey söylesin?” Kıskanç çıkan sesimi kontrol edemiyordum.

“Eski kocan,” diyerek beni düzeltti Kadem. “Eski kocanla aynı yatakta uyuyamazsın.” Örnek verir gibi Elay’ı işaret etti. “O eski kocasıyla uyumuyor.”

Duha kaşlarını çatıp, “Uyuyamaz da!” dedi sertçe.

Elay kollarını göğsünde birleştirip ona dik dik bakıyordu. “Sen biraz daha Karun’u sayıkla nasıl uyuduğumu görürsün!”

“Biri şu konuyu doğru düzgün anlatsın artık.” Herkesi susturup Duha’ya dik dik bakmaya başladım. “Neler oluyor?”

Gün içinde olanları hatırlayınca yine tüm keyfi kaçmıştı. “Karun artık kendine yeni düşmanlar ediniyor.” Sırtını sertçe koltuğa yasladı. “Sanki benden daha iyi bir düşman bulabilecekmiş gibi!” Endişelenerek bize baktı. “Bulabilir mi?”

“Sende haklısın kimse onun hayatını senin gibi katledemez.” Elay’ın iğneleyici sözlerine karşılık olarak, “O zaman ne diye Ersin’den ihale kapıyor?” dedi sinirlenerek. “Benim girdiğim ihaleye girmedi bile. Ersin’den ne kadar nefret ettiğimi iyi biliyor!” Yanında oturan Kadem’in elini tutup omuzuna koydu. “Masaj yap depresyondayım!”

“Ne yani tüm bu yaygara Karun işini baltalamadığı için mi?” Hayretler içinde kalmıştım. “Yahu bırak kiminle uğraşmak istiyorsa uğraşsın. Sana sarmıyor işte daha ne istiyorsun? Allah’tan belanı mı?”

Kadem onun arkasına geçip omuzuna masaj yaparken Duha, “Beni hiç anlamıyorsun,” diyerek sızlandı. “Artık benim yerime başkalarıyla uğraşıyor.” Bileklerine masaj yapsın diye elini Elay’a uzattı. “Ben ne olacağım?”

“Huzurlu bir hayatın keyfini süreceksin,” dedim şaşkınca. Onu gerçekten anlayamıyordum. “Beladan uzak durup Elay ile vakit geçirebilirsin mesela.”

Elay onun yanına oturup uzattığı bileğini ovarken, “Belasız bir hayat bilmiyor ki,” diye homurdandı. “Günlerdir içimiz dışımız Karun oldu. Adamın sosyal hesaplarını bile gizlice kontrol ediyor!”

“Ama artık bu sapkınlık!” dedim çıldırarak. “Benim yapmam gereken her şeyi sen yapıyorsun!” Duha resmen benden rol çalıyordu.

“Benimle ilgili bir şey paylaşmış mı diye baktım.”

“Niye seninle ilgili bir şey paylaşsın ki!” Elay onun damarlarını patlatmak ister gibi bileğini sıkarak beni gösterdi. “Onunla ilgili şeyler bile paylaşmıyorsa seninle ilgili hiç paylaşmaz!”

“Beni niye bu kuşla kıyaslıyorsun?” Duha’nın savunması insanı delirtirdi. “Bizim aramızdaki şey daha derin, siz ne anlarsınız.”

“Allah’ım çıldıracağım.” Elimdeki vazoyu sıkarken Duha’nın sinir krizi geçirttiği kişi sadece ben değildim. Onun yüzünden bu evdeki herkes günlerdir ne çekiyordu.

“Burada dönenleri görmüyorsun, değil mi?” Aklını başına almasını ister gibi Duha’ya bakıyordum. “Karun’un seni görmezden gelip intikam almadığını sanma asıl böyle yaparak senden intikam alıyor. Bir aydır seni görmezden gelerek intikamını alıyor ve senin yerine başka düşmanlar edinerek canını sıkıyor.” Sinirden avucumun içiyle alnıma sertçe vurdum. “İki sevgili gibi ne halt ediyorsunuz lan siz böyle!”

Duyduklarından sonra Duha’nın yüzü gevşeyince söylediklerimi düşünmeye başlamıştı. Konuya bu açıdan bakmaya başlayınca sırıttı. “Hiç böyle düşünmemiştim.”

“Sevgili kısmına hiç takılmadın piç herif,” diye homurdandığımda Elay kıkırdadı. “Onun kulakları şu anda ilk söylediklerin dışında hiçbir şey duymuyor.” Karun ve Duha birbirinden kopamıyordu.

Düşman gibi görünen ama aslında iki dost olan bu adamlar son yaşananlardan sonra nasıl barışacaklardı, hiç bilmiyordum. Yıllardır birbirleriyle dalaşmaya o kadar alışmışlardı ki, araları açılınca ortaya trajikomik bir şey çıkmıştı. Karun genelde hep soğuk olan taraf olduğu için Duha’nın hayatında olmayışını sorun etmiyormuş gibi davranıyordu. Ancak bunun doğru olmadığını iyi biliyordum. Duha gibi sızlanıp durmasa da içten içe en az Duha kadar kötü durumda olduğunu biliyordum.

Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. “On üç gün boyunca Karun’un evinde kalacağım.” Duha’nın göz bebekleri şaşkınlık içinde büyüdüğünde başımı salladım. “Başta yanaşmadı ama kalmak için onu zorladım.”

“Eve kapağı attın mı?” Benimle gurur duyuyormuş gibi ayağa kalktı. “İşte benim zeki kuşum.” Buna niye bu kadar sevindiğini bilmek bile istemiyordum.

Duha ellerini yanaklarıma koyup beni ödüllendirir gibi dudaklarını yanağıma bastırdı. “Demek ki benden bir şeyler kapmışsın.” Ellerini omuzlarıma bastırarak beni savaşa gönderir gibi cesaretlendirmeye başladı. “Git ve şu on üç günde onun aklını başından al,” diyerek beni gaza getirdi. “Hemen sonra da bizi barıştır.” Şimdi asıl derdi anlaşılmıştı.

Bıkkınca ona bakıp diğer yanağımı çevirdim. “Öpücüğünü eşitlemezsen senin için kılımı bile kıpırdatmam.” Sırf barışmalarına yardım edeyim diye dudakları öpmediği yanağımla da buluşmuştu. Hepimizi delirtse de Duha’yı seviyordum.

Duha’nın evinden çıkıp Karun’un evine girdim. Bahçeye girdiğimde eve doğru attığım her adımla karnımın ağrısını biraz daha artmaya başlamıştı. Duha’nın yanındayken onun tuhaflıklarıyla uğraşmaktan çektiğim acıyı unutmuştum. Karun’un soğuk şatosuna dönünce ağrılarımı bana unutturacak hiçbir şey yoktu. Zile bastığımda Çiçek benim için kapıyı açtı.

Soğuk havadan kaçmak için kendimi hemen içeri atıp, “Karun Bey geldi mi?” diye sorduğumda başını salladı. “Duha Bey’in evine gittiğinizi duyunca çok sinirlendi.” Çiçek benim için endişelendiğini gizleyemiyordu. “Neyse ki Gurur Bey ile uğraşmaktan size kızacak durumda değil.”

“Gurur ne yaptı ki?”

Başını çevirip etrafını kontrol ettikten sonra bana yaklaştı. “Sabaha karşı büyük bir nöbet geçirmiş. Karun Bey onu bulduğunda kendini ve etrafındaki her şeyi feci hâlde dağıttığını söylüyorlar.” Gurur’dan ödü kopuyormuş gibi beti benzi atmıştı. “Neyse ki kimseye ciddi bir zarar vermeden Karun Bey onu bulmuş. Gurur Bey’in halini görmeliydiniz kan revan içindeydi.”

Başıyla merdiveni işaret etti. “Karun Bey ona giyecek bir şeyler verdi. Şimdi üst katta yıkanıyor.” Soluğum kesilerek Çiçek’e bakıyordum. Gurur’a nöbet geçirten ne olabilirdi ki? Aralık’ta bile değildik.

Gurur’un yılın son ayında sık sık kriz geçirdiğini duymuştum. Zaten bunun olmasını önlemek için her Aralık’ta kliniğe yatıyordu. Ocağa girmemize rağmen hâlâ kriz geçiriyorsa bu demektir ki geçirdiği bu ataklar hayatının her alanında vardı ama Aralık’ta daha fazla artıyordu. Keşke sadece Aralıkla sınırlı olsaydı o zaman diğer aylarda rahat bir nefes alabilirdi. Gurur’un nöbet geçirdiği o anlarda nasıl birine dönüştüğünü bilmiyordum ama etrafında olmayı istemezdim.

Çiçek’i takip edip içeri girdiğimde tüm Kalenderler yemek masasının etrafındaki yerini almıştı. Masanın en başındaki Karun’un sinirli bakışlarıyla karşılaştım. Burada olduğum için mi yoksa Duha’nın evine gittiğim için mi, bilmiyorum ama kaşları çatıktı. Çağıl ve Levent yüzüme bile bakmadı ama Melek tebessüm ederek bana selam verdi. Karun’un henüz tabağına dokunmadığını gördüm. Başlamak için beni mi bekliyordu?

Eskiden olduğu gibi solundaki sandalye yine sadece bana ayrılmıştı. Yanına oturduğum esnada Gurur içeri girmişti. Yeni duş aldığı için saçları nemliydi. Vücut yapısı Karun ile aynı olduğu için üzerinde Karun’un beyaz gömleği ve siyah, kumaş pantolonu vardı. İki elinin üstünde de sargı bezi vardı. Yumruk atmaktan parmak boğumlarını kanatmış olmalı ki onları sarmıştı.

Masadakilere kısaca göz gezdirip yeşillerini bana dikti. “Hayırlı akşamlar gelin hanım.” Bu adam bir türlü Karun ile boşandığımızı anlamak istemiyordu.

“Hayırlı akşamlar, Gurur.” Melek’ten sonra bana insan gibi davranan tek Kalender o olduğu için ona gülümsedim. “Yemekler çok güzel görünüyor otur hadi.”

Çağıl kısa bir an bana bakıp keyifsiz bir sesle, “Sanki iştahımız kaldı da,” deyince gerildim. Olaylara sadece abisinin penceresinde baktığı için benimle uğraşmayı bırakmıyordu.

Levent’te rahatsızlığını belli ederek Karun’a döndü. “Onu göndermek için hâlâ neyi bekliyorsun?” En az Çağıl kadar beni burada istemiyordu. “Tüm yaptıklarına rağmen neden burada?”

“Ne var biliyor musunuz, umurumda değilsiniz.” Sandalyeyi sertçe iterek ayağa kalktım. Çağıl ve Levent’e bakarak onlara Karun’u gösterdim. “Ben zehirlenip kan kusarken bana panzehir yerine eflatun bir elbise gönderen abinize de böyle tepki gösterdiniz mi?” Gurur gerildiğinde Karun buz kesmişti. Burada sadece benim hatalarım konuşulmayacaktı.

Sinirden elim ayağım titrerken, “Neden gösteresiniz ki o sizin kanınızdan ama ben el kızıyım!” dedim sertçe. Daha fazla kimsenin karşısında ezilip bükülmeyecektim çünkü kimse kendini benim yerime koymuyordu.

“Bana deli raporu çıkartan, haberim bile olmadan boşayan, sen sevilecek bir kadın değilsin diyen sizin abiniz ama göğsüne bir kurşun yiyen benim!” Gözlerim doldu ama acizlikten değil sinirden. “Sizin abiniz karısını iki kere intihara sürükledi, hadi birazda bunu konuşalım.”

Kimseden tek kelime çıkmadı, çıkamazdı da çünkü okun ucu onlara dönmüştü. Karun bile tek kelime etmeden sessizlik içinde zehrimi kusmama izin veriyordu. Sözlerimin hedefinde o olmasına rağmen beni susturmak için hiçbir şey yapmadı. “Kâhin veya müneccim değilim.” Sonlara doğru sesim kısık çıkmaya başlamıştı. Bir aydır maruz kaldığım suçlamalar yüzünden artık içimden kendimi savunmak bile gelmiyordu.

“Tüm o şeyleri annemi bana geri vermek için yaptığını bilemezdim. Kalıp sorsa mıydım?” Çağıl’a baktım. “Sormadım mı? Elimde boşanma kağıdıyla avluda o soğukta onu dört saat beklemediğimi sende gördün. Babam bana ne kadar gurursuz olduğumu söylerken gitmek yerine onu beklemedim mi?”

Gözlerimden taşan bir damla yaş yine ilk sol gözümden akmıştı. “Kaldım, onu bekledim ve nedenini sordum ama aldığım cevaplar fazla aşağılayıcıydı.” Olanların tek suçlusu ben değildim.

Derin bir nefes alıp sinirle Çağıl’a bakmayı sürdürdüm. “Sana göre Rengin’den daha kötüyüm öyle mi?” diye sordum kısık bir sesle. “Hayır, ben Rengin’den daha zavallıyım çünkü Rengin’in kurtulmak istediği abindi ama ben bir tek kendimden kurtulmak istedim. Çekip Karun’u vurmak yerine kendimden kurtulmaya kalkıştım! Bana kalıp onu dinleseydin nasıl dersin?”

Dün geceki sözlerini hatırlatarak Çağıl’a bakıyordum. “Aynı şeyler Melek’in başına gelseydi kalıp dinlemesine izin verir miydin?” Sertçe yutkunurken bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı ama araladığı dudaklarından tek kelime çıkmadı. Sustu ve bana yenilerek başını eğdiğinde haklı olduğumu çok iyi biliyordu.

“Ve sen…” diyerek Levent’e döndüm. “Benim yaşadıklarımı yaşamadıysan bir daha sakın beni yargılama.” İşaret parmağımı ona doğru sallarken her an bu masayı kafasına geçirebilirdim. “Sakın beni Rengin’le karıştırma, bana saygısızlık yapmana izin vermem. Bir daha buna kalkışırsan seni öyle bir elime alırım ki ne abilerin ne de amcan seni kurtaramaz!” dedikten sonra kapıya yürüdüm. “Saygısız piç!”

Levent arkamda homurtuyla karışık, “Bana niye patlıyorsun şimdi?” deyince kaşlarımı çatarak adımlarımı hızlandırdım. “Sana asıl patlamayı göstermemi istemiyorsan yengenin karşısında saygılı olacaksın velet!” diye bağırdığımda arkamda Gurur’un gülüşünü duymuştum. “Haklı.” Bence içlerinde en akıllısı buydu.

Yemek salonundan çıkıp kendimi bahçeye attım. Gözlerim bahçe kapısını bulunca derin bir nefes aldım. Bu evden defolup gitmeyi o çok istiyordum ama yapamıyordum. Korkak gibi kaçmak yerine yaptıklarımla yüzleşmek için buradaydım. Bu yüzden çok istesem de gitmek yerine yürüyüp çardağa girdim. Masanın üzerinde gördüğüm sigara paketi ve çakmağa uzandım. Evdekilerden biri bunları burada unutmuş olmalıydı. Paketin içinde bir dal sigara çıkartıp yaktım.

Sigarayı bırakmıştım ama stresten bir kez daha kendimi sigara içerken buldum. Dumanı içime çekerken çantamdaki iki telefonu çıkardım. Kendi telefonumdan annemi arayarak masanın üstündeki telefona uzandım. Aramamı cevaplayarak telefonumu kulağıma yaslarken içim buruktu. “Merhaba anne.” Sigaranın dumanını içime çekerek derin bir nefes aldım. “Bugün nasılsın? Ben hiç iyi değilim peki, sen nasılsın?”

Sigaranın gri dumanı dudaklarımın arasında süzülürken başını hasır koltuğa yaslayarak gökyüzüne baktım. Karanlık gökyüzü beni kasvete boğmak için fazlasıyla yeterliydi. “Duyduğuma göre evlenmişsin.” Bu onunla ilgili duymak istediğim son şey bile değildi. “Yeni bir kocan ve bir de kızın varmış.” Bu konuşmayı onunla yapmaktan kaçmıştım ama işte buradayım ve onunla konuşuyorum. Her ne kadar beni hiç duymasa da...

“Mutlu musun, Begüm Hanım?” Bulutların arkasında belli belirsiz görünen yıldızları izlerken, “Yeni ailenle mutlu musun?” diye sordum. Annemin artık bizden uzakta başka bir hayatı vardı.

“Kızın...” İçim öyle bir acıdı ki hıçkırığıma engel olmak için dudaklarımı birbirini sımsıkı bastırdım. Annemin bizden başka bir kızı daha vardı. “Şimdilerde on bir yaşında olmalı, değil mi? Söylesene seviyor musun onu? Bizden daha mı çok?”

Daha fazla kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. “Nasıl yaptın bunu?” Öne doğru büküldüğümde artık gökyüzünü izlemiyordum. “Nasıl başka bir çocuk yapabildin?” İçim titrerken küçük bir çocuk gibi çaresizce, “Biz ne olacağız?” dedim.

Bir aydır bu konuyu kendi içimde bastırmaya çalışıyordum. Önemli değil diyordum, o yaşıyor ve mutlu ya gerisi hiç önemli değil diyerek kendimi kandırıyordum ama önemliydi. Annemin başka bir çocuğa annelik yapması önemliydi. On dört yıl boyunca bizi onsuz bırakmışken başka bir çocuğun annesi olması önemsiz bir konu değildi.

“Ben kendimi senin katilin bilirken sen nasıl başka bir çocuğun annesi oldun?” Eğdiğim başımı yerden kaldırmadan ağlarken, “Bu haksızlık,” diyerek hıçkırdım. “Nasıl yaptın? Kendi kızlarını nasıl unuttun?” Bize geri dönmesinin hiç mi bir yolu yoktu?

Yıllarca Kadem tarafından unutulmuş ve onun ölümüyle kendimi suçlamıştım. Bir ay önce öğrendim ki annem de beni unutmuş ve ben yıllarca onun ölümüyle de kendimi suçlamışım. Tıpkı Kadem gibi annem de yıllarca beni unutmuştu. “Neden beni unutuyorsunuz?” Dudaklarım titrerken gözlerimin çukurunda biriken yaşlar sessizce akmıştı. “Neden unutulan hep ben oluyorum? Ben niye unutamıyorum kimseyi?”

“Herkes tarafından unutulan kişi değilsin.” İrkilerek başımı kaldırdığımda çardak direğinin yanında dikilen Karun’u gördüm. Geldiğini bile fark etmemiştim.

Karun elinde benim için getirdiği beyaz bir şal tutuyordu. Gözleri ise içli bir ifadeyle ıslak kahvelerimde oyalanıyordu. “İçin rahat edecekse ben seni hiç unutmadım.” Uzanıp şalı masanın üstüne bırakıp malikaneye doğru yürüdü. “Öldüğünü sandığımda bile...”

Ağlamaklı bir sesle arkasından, “Sanrı,” diye seslendim ama ne durdu ne de bana doğru döndü. Beni bırakıp eve giderken, “Dışarısı soğuk, Bige,” dedi havadan daha soğuk bir sesle. “Dışarıda çok kalma hasta olursun.” Kalbim kurudu, midem bir kez daha kasıldı ve ben arkasından bakarken birkaç damla gözyaşı daha döktüm. Ben artık Sanrı’nın Saka’sı değildim çünkü Karun artık bana Saka demeyi bile bırakmıştı.

O sadece ölüm bana yakın olduğunda adımı söylerdi. Şimdi ise sanki ölmüşüm gibi bana Bige demişti. Onun için öldüğümü daha iyi belirtemezdi. Ölümün gölgesi üzerimde olmadığı anlarda adımı söylemesini ne çok istemiştim ama bu şekilde değil. Beni bitirdiği bir anda hiç değil. Adımı söyleyiş şekli o kadar soğuk ve bitikti ki, kulağımda çınlayan isimden nefret etmiştim. Eskisi gibi onun Saka’sı olmak isterken Bige ismini ondan duymaktan nefret ettim.

Ve artık biliyordum ki bugünden sonra ondan hiç Saka ismini duymayacaktım. Beni affetmedikçe bana bir daha asla Saka demeyeceğini hissediyordum. Belki de hiçbir zaman duyamayacağım çünkü Karun affedecek gibi durmuyordu. “Diğerleri değil keşke sen unutsaydın beni.” Hâlâ ondan kalan boşluğa bakıyordum. “O zaman yeniden tanışır belki de en baştan başlardık.”

Bir süre daha soğuk havayı kendime çekerek çardakta tek başıma oturdum. Esen rüzgâr ağrıyan karnıma pek iyi gelmediği için çardaktan çıkıp eve doğru yürüdüm. Karun’un benim için getirdiği şalı almamıştım. Bana karşı iyi davranması bile canımı yakıyordu. İçeri girip salona geçtiğimde istediğim tek şey biraz televizyon izlemekti ama herkesi burada görünce kapının önünde durdum.

Karun salonun en başındaki koltuğunda oturup kitap okuyordu. Melek bir şeyler atıştırıyordu ve Gurur silahını temizliyordu. Çağıl ve Levent’te kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Tüm aile bir aradayken yine onların tadını kaçırmak istemiyordum. Kimseye görünmeden gitmek istedim ancak başını okuduğu kitaptan kaldırmayan Karun, “Buraya gel,” diyerek beni tüm gözlerin hedefi yapmıştı.

Parmağıyla bir sonraki sayfaya geçerken başını kaldırmamıştı ama kapının önünde dikildiğimi iyi biliyordu çünkü adım seslerimi duymuştu. “Dışarıda üşümüş olmalısın geç otur.”

Herkes bana bakarken bir korkak gibi dışarı çıkmayı doğru bulmadığım için mecburen içeri yürüdüm. Kimseye bakmadan hepsinden en uzak köşeye oturup telefonumu çıkardım. Onların bakışlarından kurtulmak için başımı telefona gömüp kendimi herkesten soyutlamıştım. “Bir şey yemedin.” Çağıl’ın sesini duydum ama başımı kaldırıp ona bakmadım. “Senin için bir şeyler hazırlatmamı ister misin?”

Karun onunla konuştu mu yoksa söylediklerimden sonra beni anlamaya mı başladı, bilmiyorum ama Çağıl’ın sesi kötü gelmişti. Telefondan başımı kaldırmadan, “Gerek yok,” dedim soğuk bir sesle. “Karnım acıkırsa gider Duha’nın evinde yemeğimi yerim.”

Karun’un, “Deneme bile!” diyen sert sesine karşılık, “Yaptığımda görürsün,” dedim. Kimseye bakmadan mesaj kutumu temizlerken laflarımla onları sinir ediyordum. “Nerede insan muamelesi görüyorsam karnımı orada doyururum.” Bankadan gelen gereksiz bir mesajı daha sildim. “Siz Kalenderlerin ekmeği yenilmez.”

“Ağır gel gelin hanım,” diyen Gurur’un uyarı dolu sesini duydum. “Masamıza kim oturmuş da aç kalkmış?”

“Ben.” Ona akşam yemeğinde olanları hatırlatarak başımı kaldırdım. “Hepinizin laflarınızla beni doyuracağınızı bilseydim hiç oturmazdım o masaya.”

“Hak etmediğini söyleyebilir misin?” Gurur doğrudan gözlerimin içine bakarak kaşlarını belli belirsiz çattı. “Sana bir şey yapmıyorsam bunun tek nedeni Karun’un beni durdurması yoksa birkaç laftan daha ağırını yaşardın. Çağıl ve Levent’in lafları zoruna gidiyor ama kendi yaptıklarını hiç zorlamıyorsun.”

Başıyla bana küçük yeğenlerini, yani Çağıl ve Levent’i gösterdi. “Bundan sonra onlar laflarına dikkat edecek, sende kendine çeki düzen verip o sivri diline bir ayar çek.” Koltukta dik bir şekilde oturduğunda sadece sert bakışlarıyla buradaki herkesi tedirgin ediyordu. Delici bakışlarının tek hedefinde olmak ise beni gerim gerim geriyordu. “Buradakiler senin bekçi köpeğin değil, herkesi tersleyip durma.”

“Kimseyi terslemiyorum hak ettikleri gibi konuşuyorum.”

“Senin hak ettiğin gibi konuşursam buradan ağlayarak çıkarsın.”

Birbirimize ters gözlerle bakmaya başladığımızda Karun araya girerek, “Sen karışma, Gurur,” diyerek beni amcasının sert sözlerinden korumaya çalıştı. Daha sonra bana dönüp aynı uyarıda bulunarak, “Sende biraz daha ölçülü ol,” dedi.

“Evinde kalmam bana ne yapacağımı söyleyeceğin anlamına gelmiyor.” Gurur’u daha da sinirlendirerek gözünün önünde Karun’a çattım. “Hatırlatırım biz boşandık.”

“Evliyken de pek söz dinlediğin söylenemez.” Karun’un sesi gittikçe sinirlenmeye başladığını gösteriyordu ama karın ağrısı çekerken kafamı kaldırıp ona bakmıyordum. Onun da bakmadığını biliyordum muhtemelen gözleri elindeki kitabın sayfalarındayken benimle konuşuyordu. “Her zaman beni dinliyormuşsun gibi konuşmayı bırak.”

“Git o zaman sözünü dinleteceğin bir kadınla evlen.” Hırsla başka bir mesajı daha sildim. “Eminim Çağıl, Levent ve şu deli amcan sana iyi bir kadın bulur.” Laf attığım ikiliden çıkan homurtuları duyduğumda Gurur kaşlarını alayla yukarı kaldırdı. “Bu ayarlanabilir.” Bu heriften hiç hoşlanmadım.

Aynı alaycı tutumla bakışlarımı onun yeşillerine diktim. “Eminim Farah’a da senden daha iyi biri ayarlanabilir.”

Karısından bahsedince elinde tuttuğu silahı sıkarak çatık kaşlar altında bana bakmaya başladı. “Denediğini görmek isterdim.” Bu bir tehditti.

Tehlikeli bir yavaşlıkla dudağımın köşesi yavaşça kıvrıldı. “Bende öyle.”

Gurur ile her an birbirimize dalacakmış gibi göründüğümüz için Karun bıkkınca nefesini vererek bir kez daha araya girdi. “Siz ikinizin sorunu ne?”

“Ölmek istiyor!” Gurur’la aynı anda konuştuğumuzda Melek’in kıkırtısını duydum. “İki deli bir araya gelmemeli.” Yalan ve dümenle bana aldıkları o rapor umurumda bile değildi, ben deli değildim. Burada tescilli tek bir deli vardı ve o da karşımda oturup kızgın gözlerle bana bakıyordu.

Karun kafasını o kitaptan kaldırmadan yeniden beni uyarıp, “Rahat dur, Bige,” deyince kaşlarımı çattım. “Bunu bana değil amcana söyle.”

Başımı telefona eğdiğimde Karun’un, “Ya sabır!” diyen sesini duydum. “Bu kadın insanı katil eder!”

“Sanki normalde hiç kimseyi öldürmemiş gibi konuşuyor beyimiz.”

“Otuz yıl boyunca öldürmediğim kadar çok insanı son bir yılda öldürdüm,” diyen sesi iğneleyiciydi. “Ve bil bakalım kim için? Yani evet, sen insanı katil edersin!” Haklıydı çünkü son bir yılda ülke çapında bir temizlik yapıp koskoca bir tarikatı benim için bitirmişti.

Omuz silkerek telefonumla meşgul olmaya devam ettim. “Yapmasaydın ben mi sana dedim git katliam çıkar?”

“Şu siktiğim özel günün ne zaman bitecek? Normalden daha fazla çekilmezsin!”

“Daha üçüncü günümdeyim insanların içinde özel günümden bahsetme!”

“Normalde çok utangaçsın ya!”

Gurur’un sinirden attığı kahkahayı duydum. “Kitap okurken ve telefonla oynarken kavga edecek kadar yeteneklisiniz.” Birbirimize hiç bakmadan da bir kavgayı yürütebilirdik.

“Sende Farah ile böyle kavgalar ediyor musun?” Çağıl’ın sorusuyla başımı kaldırıp bir yapbozu bozar gibi silahını söken Gurur’a baktım. Silahın gümüş kabzasını ustaca çıkartırken, “Hayır,” dedi düz bir sesle. “Onunla herhangi bir konuda tartışacak kadar muhabbetimiz yok.” Tornavidaya uzandı. “Babasıyla kavga etmek daha keyifli.”

Çağıl amcasının evlilik hayatını çok merak ettiği için yönünü tamamen ona doğru çevirmişti. “Babasıyla dalaştığın için karın sana kızmıyor mu?”

Gurur tornavidayı ustaca kullanırken başını iki yana salladı. “Birilerine kızamayacak kadar korkak.” Bundan nefret ediyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Kendi gölgesinden bile korkuyor.”

Çağıl tatsız bir sesle, “Böyle olduğu için onu suçlayamazsın,” dediğinde bir konuda amcasına kızar gibiydi. “Üç yıl önceki olaydan sonra bu hale gelmiş olabilir.”

Gurur’un tornavidayı tutan eli üzerinde hareketsiz kaldığında bir süre hiç kıpırdamadı. “Bir halt bilmeden konuşup durmayın.” Bunları söylerken bakışları fazla düşünceliydi. “Ama evet, üç yıl önceki hadise yüzünden bu durumda olabilir.”

Herkesin dikkati ona yöneldiğinde Melek yerinde rahatsızca kıpırdandı. “Üç yıl önce ne yaşandı amca?” Bunu çok merak ettiği için koltukta ona doğru kaydı. “Tam olarak neler oldu?”

“Sen kafanı bunlarla yorma meleğim.” Derin bir nefes alarak tekrar silahıyla ilgilenmeye başladı. “Hiçbir şey göründüğü gibi değil.”

Gurur bazı konularda fazla ketum olmalı ki kimse ısrar ederek onu konuşturmaya çalışmadı. Farah dün gece Gurur’un ona kötü davranmadığını söylediği için üç yıl önce bilmediğimiz bir şeyler yaşanmış olabilirdi. Gurur hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını söylemişti. Bu sözlerle bile karısına zarar vermediğini düşündürüyordu. O zaman Farah neden ondan bu kadar çok korkuyordu?

Farah’ın bu kadar ürkek olmasının nedeni ne olabilirdi? Aklıma gelen korkunç düşünceyle, “Acaba babası ona şiddet uyguluyor olabilir mi?” dediğimde Gurur buna hiç ihtimal vermiyormuş gibi başını iki yana salladı. “Böyle bir şey sezseydim çoktan o piçin işini bitirmiştim.” Bunu söylerken sesinde hiç tereddüt yoktu. “Annesi ve babası onun üzerine titriyor, Farah’ın böyle olması en çok onları üzüyor.”

“O zaman sorun ne?” dedi Çağıl.

“Nereden bileyim lan! Bende bunu anlamaya çalışıyorum.”

Melek sırıttı. “Onun için endişeleniyorsun, değil mi?” dediğinde Gurur hayatındaki en saçma şeyi duymuş gibi yüzünü abartılı bir ifadeyle buruşturdu. “Ümit’in kızına ne olduğu umurumda değil.” İlgilenmiyormuş gibi omuz silkti. “Ona ne olduğu benim değil babasının sorunu.” Bunları inanarak söylediğini hiç sanmıyordum.

“Karun’da ilk zamanlar Bige için böyle söylüyordu.” Çağıl gülmemeye çalışarak amcasının üzerine gitmeye devam etti. “Sen şimdi düşmanının kızından çocuk da yaparsın?” Bu sefer gülüşüne engel olamadı. “Küçük bir Gurur alır mıyız kucağımıza?”

Gurur parçaladığı silahını yağladığında söktüğü her parçayı cilalayıp yeniden takıyordu. “Benim zaten bir uşağum vardur.” Uzun süre bizim gibi konuşamadığı için tekrar Karadeniz ağzıyla konuşmaya başlamıştı. Başıyla yulaflı bisküviyi yiyen Melek’i işaret etti. “O yeteyi bana, fazlasuna gerek hacet yoktur.”

“Yoktur tabii.” Melek ona yılışarak başını amcasının omuzuna yasladı ve yüzünü onun omuzuna sürtüp kedi gibi mırıldandı. “Sadece beni seveysun değul mu amca?”

Gurur tebessüm edip bir baba şefkatiyle başını salladı. “Bir tek seni seveyim meleğum.” Başını eğip ona yılışan kızın saçlarının tepesine dudaklarını bastırdı. “En güzel sen sevilirsun.” Burnunu onun saçlarına gömüp kokusunu sesli bir şekilde içine çekti. “Cennet gibi kokayi benim meleğum.”

Melek’in dudakları güzel bir tebessümle kıvrılmıştı. Gurur’un omuzunu öperek pembe rujunun izini onun gömleğine bıraktı. “Baba gibi kokayi benim amcam,” dediğinde aralarındaki güzel bağ onları izleyen herkesin içini ısıtıyordu. Aralarında sadece on yaş olmasına rağmen baba kız gibiydiler. Bence kimse Gurur’dan daha iyi baba olamazdı. İleride bir gün kendi çocuğu olduğunda o çocuk baba konusunda çok şanslı olacaktı.

Dalgın bir şekilde onlara baktığımı gören Gurur’un dudaklarında hınzır bir gülümseme oluştu. “Hayirdur gelin hanım?” diyerek bana takıldı. “Ne düşüneysun öyle dalgun dalgun?”

“Hiiiç,” dedim harfleri uzatarak. “Baba olsan nasıl olurdu diye düşünüyordum.”

Şaşırdı. “Ula beni niye çocukla düşlersun?” Bir köşede oturup bizi dinlemiyormuş gibi yapıp kitap okuyan Karun’u gösteri. “Kocan orayadur canin çocuk sevmek isteduysa gidip ondan yapaysun.” Başını kitaptan kaldırmayan Karun’un tüm dikkati buradaymış gibi omuzları gerilmişti. Çocuk fikrinden bile nefret ediyordu.

O sıkıcı kitabı elinden bırakmayan Karun’a gözlerimi dikip, “Evli olmadığım bir adamdan çocuk yapmam,” dedim kinayeli bir sesle. “Ayrıca biz aramıza yastık koyarak uyuyoruz. Birilerinin bana dokunmaktan ödü kopuyor,” dediğimde bu kadar açık sözlü olduğum için Gurur az kalsın kendi tükürüğünde boğulacaktı. Bunu dan diye söylememi beklemiyordu.

Karun bir an başını o kitaptan kaldıracak gibi olmuştu ama son anda tepkisizliğini korumayı başarmıştı. Rahat durmayıp iyice sinirlerini bozmaya başladım. “Nefret ettiği bir kadına kazara bile dokunmak istemediği için aramıza yastık koyuyor,” dediğimde Gurur sinirden güldü. “Detaylari bilmek istemeyim.”

“Anlatacak bir detay var sanki,” diyerek ona çıkıştım. “Asker arkadaşı gibi aynı yatağın iki farklı ucunda yatıyoruz işte.”

“Ne olmasını bekliyordun?” Daha fazla dayanamayan Karun elindeki kitaptan başını kaldırıp soğuk gözlerini bana kenetledi. “Sen odamı işgal ettin diye koltukta uyuyacak değilim. Sadece on iki gün daha sana katlanacağım.”

“Acaba kim kime katlanıyor?” Homurdanarak ayağa kalktığımda karnıma giren krampla iki büklüm olmuştum. Dudaklarımdaki kısık iniltiye engel olamadığımda Karun’u yanı başımda bulmuştum. O koltuktan o kadar hızlı kalkıp yanıma gelmişti ki, telaşını buradaki kimseden gizleyememişti. Şimdi Gurur sırıtarak ona bakıyordu.

Karun üzerindeki imalı bakışları zerre kadar umursamadan üzerime eğilip, “Yine mi sancın var?” diye sordu endişeli bir sesle. Gözlerini karnımdan ayırmıyordu. “Artık bir hastaneye gitmeliyiz.”

Normalde reglin üçüncü gününde canım bu kadar yanmazdı ama özel günümdeyken dün gece saatlerce havaalanında kalmıştım. O soğukta havaalanının önünde saat beşe kadar kaldığım için bugün acısı çıkıyordu. Regliyken kendimi sıcak tutmalıydım ama dün bunu pek düşünememiştim. Sabahtan başlayan ağrılar tüm günü katlanılmaz kılmıştı. “İyiyim.” Mırıldanır gibi çıkan sesim acı çektiğimi ele veriyordu. “Biraz dinlensem geçer.”

Ondan uzaklaşıp kapıya doğru bir adım atmıştım ki kasıklarımdaki sancıyla tekrar öne büküldüm. “Bu hâlde merdiveni çıkamazsın.” Belimde Karun’un elini hissedince başımı çevirip ona baktım. Bana bakmak yerine eğilip kolunu bacaklarımın altından geçirdi. Beni kucağına alıp doğrulduğunda kollarım istemsizce onun boynuna dolanmıştı.

Gözleri yüzümde gezinmeye başladığında yakaladığı küçük bir acı kisvesi bile canını sıkmıştı. “Hastaneye gidiyoruz!”

“Hayır, hastaneye gidecek kadar kötü değil.” Karnıma art arda giren sancıların sızısıyla dişlerimi sıktım. “Üşüttüğüm için böyle oldu.”

Karun az önce bana on iki gün daha katlanacağını söylüyordu ama canım yanınca herkesin içinde beni kucağına almaktan çekinmemişti. Hızlı adımlarla salondan çıkıp merdivene yönelirken Nermin’e, “Ağrı kesici getir ve sıcak su torbası hazırla,” demişti. Bunları söylerken bile yüzü fazla endişeliydi. Bir tek canım yandığında beni görmezden gelemiyordu.

Beni kollarında taşıyarak merdiveni çıkmaya başlamıştı. Başımı göğsüne yasladığımda vücudu gerildi ama beni kendinden uzaklaştıracak bir şey yapmadı. Kokusunu içime çekerek göğsüne sokulduğumda vücudu taşlaşmıştı. Tutuşu sertleşirken tepkisizliğini korumaya çalışıyordu. Onu çok zorladığımı biliyorum ama ondan uzak duramam. Sanki o hâlâ benim kocamdı. Boşansak bile hâlâ kocammış gibi hissettiriyordu.

Çatı katına çıktığımızda sırtım yatakla buluşmuştu. Kollarım onun boynunda olduğu için Karun üzerime eğilmiş bir vaziyetteydi. Doğrulması için önce kollarımı çekmeliydim ama bunu yapmadım. Yakınlığımızdan faydalanarak gözlerinin içine baktım. Gökyüzünün tüm güzelliğini gözlerinin mavisinde topluyordu. “Beni affetmenin bir yolunu bulmalısın,” diye fısıldadım. Bu yakınlıkta yüzünü izlerken sesim ruhumdan daha zayıftı. “Karun beni affetmenin bir yolunu bulmalısın.”

Ellerimin altındaki geniş omuzları gerilmeye başladığında yüzü yine donuklaştı. Ondan böyle bir şey istememin sarsıcı etkisini yaşıyordu. Düz bir ifadeyle bana bakıp, “Denemiyor muyum sanıyorsun?” dediğinde sesindeki sabrın bile acısı, derin bir burukluğu vardı. “Seni nasıl affedeceğimi bilmiyorum.”

Gözleri ruhumun aynasına dönüştü ve orada görmeye başladığım tek şey bir yok oluştu. “Bana her şeyi yapabilirdin, yaptığın her şeyin bir affı olurdu.” Soğuk elleri boynundaki kollarıma uzandı. “Ama beni sensizlikle sınamamalıydın.” Kollarımı tutup yavaşça boynundan çekmişti.

Gözlerimin içine derin bir manayla bakarken sözleri fazla acımasızdı. “Beni yokluğuna alıştırdın şimdilerde alışamadığım tek şey hayatımdaki varlığın.”

Gözlerimin ardı sızlarken titreyen bir sesle, “Karun,” dedim ama konuşmama izin vermeden benden uzaklaştı. “Zorlama Bige.” Kollarım onun sıcaklığını ararken, “Zorlama bunun bir affı yok,” diyerek bir kez daha bana kendi yokluğunu yaşattı. Bir adımlık yakınımdaydı ama aslında burada bile değildi. Burada olan tek şey içinde ruh olmayan boş bir kabuktu.

Korkarak sordum. “Beni hiç mi affetmeyeceksin?”

Ve onun cevabı fazla yaslıydı. “Belki son nefesimde...”

Karşı çıkarak başımı iki yana salladım. “Böyle konuşma.” Beni ölüme erteleyemezdi. “Ben seni affetmiştim.” Yatakta oturup artçı sancılarla gözlerimi ona diktim. “Ben seni affetmiştim, sende bir yolunu bulmalısın.”

Gözlerimin içine öyle bir bakışı vardı ki, sadece bu bakışıyla ona giden tüm yolları aşılmaz engellerle kapatıyordu. “Sen beni hiç affetmedin.” Bana kendi gerçekliğimi sunarken uyanmamı ister gibi gözlerini gözlerimden ayırmadı. “Affetseydin bana tüm bunları yaşatmazdın.”

“Lütfen beni dinle-”

“Bende bilmiyordum, Bige.” Başını ağır bir hareketle iki yana salladı. “Sana metres derken gerçekleri bilmiyordum.” Bana geçmişi hatırlatırken tepemde dikilmeye devam ediyordu.

“Kendimi savunmuyorum ama sana sormuştum. Ofisime geldiğin ilk gün sana bu evliliğin nasıl olduğunu ve kimin işi olduğunu sormuştum. Seni yargılamak istemediğim için ilk senden duymak istedim. Gerçekleri gizlemen için bir nedenin yoktu.” O günü ikimize hatırlatarak bu konuda kimin suçlu olduğunu bana gösteriyordu.

“Tehdit edilmemiştin veya sevdiğin birinin hayatı tehlikede değildi. Bana Serhat ve Duha’nın adını vermek yerine sustun. Serhat’ın kaçması için ona zaman kazandırmak istedin.” Bana tüm o fenalığı yapan birini korumak için gerçekleri ondan gizlemiştim. Bu konuda hatanın kimde olduğunu ben olduğumu zaten biliyordum.

“Kendi araştırmamı yaptığımda ortaya çıkan tek sonuç evli bir adamla bir ilişkin olduğuydu.” Gözlerimin içine tüm ciddiyetiyle bakarak, “Ve evli bir adamla ilişkisi olan bir kadınla evlendiğimdi,” dedi. “Böyle bir durumda kim olsaydı başka bir adamın metresiyle evli olduğunu düşünürdü.”

Sertçe yutkunduğumda gözlerinin güzel mavisi titreşti. “Sana metres dediğim için bile hep kendimi suçladım ama bana böyle düşündüren sendin.” Bana karşı sabrının sonuna geldiği için bu konuda benim suçumu üstlenmek istemiyordu. Aslında buna gerek de yoktu çünkü kendi hatamın farkındaydım.

Gerçekleri söylemek yerine Serhat’ı korumak için kendimi metres konumuna düşüren bendim. “Hatalarımızı yarıştırmıyorum ama karımın bir metres olduğunu bana düşündüren sendin,” dediğinde kendimi savunacak hiçbir şey bulamadım. “Buna rağmen seninle ilgili çıkan tüm o haberleri kaldırtmıştım.”

Omuzları düştüğünde yatağın kenarına oturarak yüzünü ovuşturdu. Bu çaresizlikten yapılan bir hareketti. “Bu evliliğin arkasındaki kişinin Duha olduğunu da benden saklayan sendin.” Geçmişteki hatalarımızı konuşmaya başlamıştık çünkü şu zamana kadar bunları doğru düzgün konuşmayıp üstünü kapatmıştık. Çok önceden tüm bunları konuşsaydık belki bugün böyle bir durumda olmazdık.

Karun başını çevirip omuzunun üzerinden bana baktığında o kadar yorgun görünüyordu ki, bu gözlerde gördüğüm tükenmişlik beni kahrediyordu. “Benim sana karşı yaptığım ve hâlâ kendimi affedemediğim en büyük hata eflatun elbiseydi.” Burnunun direği sızladığında gözlerinin ardı yanmıştı. “Bunun da bana geri dönüşü 383 eflatun gece oldu.”

Yaşlar gözlerimi zorlarken artık bunları geride bırakmak istiyordum ama ona yaşattıklarım onun geride bırakamayacağı kadar ağır şeylerdi. “Yorgunum, Bige,” dediğinde artık ağlıyordum çünkü gerçekte olmasa da karşımda dizlerinin üzerine düşmüş biri vardı. “Kimse değil,” diyerek gözlerimin içine baktı. “Beni sen yordun.” Başını ağır bir hareketle iki yana salladı. “Ben artık bize bakınca kurtarılacak bir şey göremiyorum.”

“Böyle konuşma.” Eline uzandım ama elini çekerek yataktan kalktı. Bana sırtını dönüp kapıya doğru yürürken, “Sen veya ben değil,” dedi yenilgi dolu bir sesle. “Suçlu ikimiziz bu konuda tek bir kişiyi suçlamak doğru değil. Bizi biz bitirdik zaten bizi bizden başka kimse de bitiremezdi.”

Kalbim kasılırken haklılığı karşısında avaz avaz haykırıp içim çıkana kadar ağlamak istiyordum. Biz onunla kimsenin yıkamadığı kusursuz bir kaostuk ve kendi yarattığımız o kaosun içinde birbirimizi bitirmiştik. Arkasından bakarken, “Sanrı,” diye mırıldandım içli bir sesle. En sevdiği şarkı sözlerine değinerek elimle kendimi gösterdim. “Eski yârin ömrünü versin mi Allah yenisine?” Artık eski olan bendim.

Karun’un eli kapı kolunda kaldığında hiç kıpırdayamadı. Sırt kasları gerilirken kapının önünde donup kalmıştı. Uzun sayılabilecek bir sessizlikten sonra, “Vermesin,” dedi boğuk bir sesle. Kapıdan çıkıp beni kimsesiz bırakmadan hemen önce, “Benden alıp eski yâre versin ama onun ömründen bir gün bile eksilmesin,” demişti.

O gitti.

Bense onun yokluğuyla uzun süre kapıya baktım.

Kapıda tutuklu kalan gözlerim uykuya kapanmak üzereyken elinde bir tepsi yemekle içeri giren Nermin’i gördüm. Tepsiyi yatağımın yanındaki komodinin üzerine bırakıp dışarı çıkmıştı. Hiçbir şey yiyecek durumda değildim. Bu yüzden yataktan çıkıp dolaptaki pijamalarımı aldım. Üzerimi değiştirip uyumak istiyordum. Elbisemi ve tül çorapları çıkartıp pamuklu eşofman altını giydim.

Ellerim sütyenin kopçasını açmak için sırtıma uzanmıştı ki kapı açılınca donup kaldım. Karun beni hazırlıksız yakalayarak içeri girmişti. Elinde sıcak su torbasını ve bir fincan papatya çayını tutuyordu. Kapıdan içeri girip beni görünce adımları duraksadı. Gözleri bir süre şaşkın ama solgun yüzümde oyalandı, daha sonra da bakışları aşağılara kaydı. İnce omuzlarımda düz bir şerit oluşturan sutyenin askılarına bakmıştı. Gözlerinin değdiği yer ısınırken kendimi ondan gizlemedim.

Karun açık bir şekilde sütyenden taşan göğüslerime baktığında bile utanç duymadım çünkü daha önce beni çırılçıplak bile görmüştü. O zamanlarda bile utanmazken sütyen ve eşofmanla karşısında olmak beni utandırmıyordu. Göğüslerimde haddinden fazla oyalanan bakışları düz karnıma süzüldüğünde gözlerinde tutkudan çok yoksunluk gördüm. Tenime olan yoksunluğunu gizleyemiyordu.

Dikkatli bir şekilde sol göğsüme bakınca değişen bakışlarının nedenini anladım. Kurşunun sol göğsümdeki izini bakmıştı ama orada göreceği hiçbir şey yoktu. O çirkin izi gizlemek için yaranın üzerine ten rengi bant yapıştırmıştım. Bu yüzden Karun onun yüzünden göğsüme yediğim kurşunun izini göremedi. Görmediği için de memnundu çünkü o yarayı görmek onu daha çok üzerdi.

Beyaz tişörtümü hızlıca giyip saçlarımı düzelttim. Yatağa girerek yorganı çeneme kadar çektikten sonra cenin pozisyonda kıvrıldım. “Giderken ışığı kapat,” diye mırıldandım. Üşüyen ellerimi bacaklarımın arasına uzatarak gözlerimi yumdum. Uyumak için erken bir saatti ama canım o kadar çok yanıyordu ki acı uykumu getiriyordu. Üzerimdeki yorgana rağmen üşüyordum. Şiddetli bir adet sancısı çekiyordum.

Üzerimdeki yorgan bir anda çekildiğinde iniltiler çıkartarak gözlerimi açtım. Odanın zemini bile ısı yayıyordu, üstelik şömine de yanıyordu. Bunlara rağmen yatakta küçüldüğümü görünce Karun kaşlarını belli belirsiz çattı. “Üşüyor musun?” Cevap vermemi beklemeden uzanıp elini alnıma bastırdı. İri parmakları alnımı kapatırken soğukluğu karşısında irkildim. Vücut ısısı çok düşüktü.

Eli bir süre alnımda kaldı ama daha sonra çekti. “Ateşin yok,” dediğinde gözleri titremeye başlayan vücudumda geziniyordu. Tam ona iyi olduğumu söyleyecektim ki üzerime eğilip bir kez daha beni kucağına aldı. “Karun hastaneye gitmeyeceğim!” Kaşlarımı çatarak kucağından inmeye çalıştım. Adet sancısı yüzünden kimse hastanelik olmazdı.

Hastane için beni zorlayacağını düşünmüştüm ama neyse ki bunu yapmadı. Beni şöminenin yanındaki yumuşak halının üzerine bırakıp ateşin sıcaklığını hissetmemi sağladı. Nermin’in getirdiği yemek tepsisini alıp önüme koydu, daha sonra papatya çayı ve sıcak su torbasını getirdi. Çayı da tepsiye koyduktan sonra su torbasını bana uzattı. Bu kadar ilgili olması daha fazla suçluluk duymama neden oluyordu.

Başımı kaldırıp tepemde dikilen adama baktım. “Ben kendime bakabilirim.” Su torbasını almadan önüme döndüm. “Uyumak istiyorum.”

Yanıma oturup izin bile almadan tişörtümün eteğini yukarı kaldırdı. Sıcak su torbasını kabaca karnıma koyduğunda, “Düşer böyle,” dedim karnımdan çıkartarak. “Bunun için uzanmam lazım.”

Mızmızlanıp ona sorun çıkardığım için çatık kaşlarla tepsideki yemekleri gösterdi. “Madem öyle hızlı ye.” Kızgın gözlerle bakarken tek kelime etmeme müsaade etmiyordu.

Hiç iştahım olmamasına rağmen Karun’un zoruyla bir şeyler yemiştim. Paketinden çıkardığı ağrı kesiciyi bana uzatınca suratım asık bir hâlde aldım. Papatya çayının yardımıyla ilacı içmiştim. Zorla bana içirdiği çay fincanını ona gösterdim. “Bence bunu sen içmelisin, papatya çayı sakinleştirir.”

Cebinden sigara paketini çıkartırken hiç bana bakmadı. “Papatya tarlasını yiyip sindirsem bile bu beni sakinleştirmeye yetmez.” Sigarayı yakarak yönünü şömineye çevirdi. “O çayın hepsini iç sonra uyursun.”

Çayı kafama dikip hızlıca içtikten sonra boş fincanı tepsiye koydum. Tepsiyi iterek bizden uzaklaştırdıktan sonra dizlerini tuttum ve öne doğru çektim. Ne yapıyorsun dercesine bana bakınca, “Karnım ağrıyor,” diye sızlandım. Yumuşak halının üzerine uzanıp başımı onun kucağına koymamı beklemiyordu.

Karnımdaki su torbasını çıkartıp tişörtümü yukarı doğru sıyırdım. “Çocukken ne zaman karnım ağrısa annem ovalardı.” Karun’un göz bebekleri büyürken sertçe yutkundu. Ondan böyle bir şey isteyeceğimi beklemediği için donup kalmıştı.

Gözleri çıplak karnımda oyalanıyor, ondan istediğim çılgınlık karşısında inanamayan gözlerle bana bakıyordu. Belki de içinden yüzsüzlüğün bu kadarı diyordu çünkü bakışları aynı anda birçok şey söylüyordu. Ona 383 günlük bir cehennem yaşatmışken kedi gibi ona sokulup başımı dizlerine koymam büyük bir arsızlıktı.

Karun ayağa kalkıp gitmeye bile yeltendi ancak yeni bir sancıyla yüzüm kasılınca elini hemen karnıma bastırdı. Canımı böylesine yakan bir acıyı kendi vücuduna çekmek ister gibi soğuk elini karnıma koymuştu. Bunu yapmak onun için bile sürpriz olmuştu çünkü karnımdaki eline baktıkça kendine şaşıyordu. Konu ben olunca gösterdiği bu zayıflık karşısında sinirleniyor ama acı çeken yüzümü gördükçe yüz hatları gevşiyordu.

Elini karnımda gezdirerek masaj yapmaya başlayınca gergin vücudum yumuşamaya başladı. Sanki elinin altındaki beden bir oyun hamuruydu ve o, istediği gibi yoğurarak onu şekillendiriyordu. Eline teslim olan vücudum gittikçe daha çok gevşiyordu. Sigaranın külünü uzanıp tepsiye çırptığında bile elini karnımdan çekmemişti. Ben onun dizlerinde yatıp onu izlerken o, üzerime hafifçe eğilerek karnıma masaj yapıyordu. İyi de geliyordu.

Uzanıp elindeki sigarayı aldığımda nihayet dikkatini çekebildim. Gözlerini karnımdan ayırıp bana baktığında kaşları çatılmıştı. “Hani sigarayı bırakmıştın?” Bakışları donuk, sesi ise azarlar gibiydi. “Bu akşam ikinci kez içiyorsun.”

“Sen benim yüzümden başlamışken ben nasıl bırakabilirim?” Sigaranın dumanını içime çektiğimde ciğerlerime nüfus eden duman dudaklarımın arasından onun yüzüne doğru süzüldü. “Seninle aynı anda bırakacağım.” Elimi yüzüne doğru uzattım ama ona dokunmaya cesaret edemedim. “Bırakmaya karar verdiğinde bana da haber ver.”

Yüzünün yakınlarında duran parmaklarım onun teninin yoksunluğunu yaşıyor, avuç içim yanağına temas etmek istiyordu. Ancak beni nasıl karşılayacağını bilmediğim için dokunmaya cesaret edemiyordum. Şimdilerde onunla ilgili her şey bana yasak gibiydi. Yüzünün yakınındaki elime baktığında bakışlarının odağında artık ben yoktum. “Eskiden bu kadar çekimser değildin... Ya da zayıf.”

Havadaki elim öylece yanıma düşünce gözleri beni bulmuştu. “Dün gece tüm o insanların önünde fazla zayıftın.” Beni özüme döndürmek ister gibi bakıyordu. “Onların fısıltıları karşısında omuzların hep düşüktü.” Bundan hoşlanmamış gibi bakışları yargılayıcıydı. “Sen dün gece bir zamanlar karım olan Saka değildin.” Hiçbir şey bir zamanlar karım sözcüğünden daha fazla can yakamazdı.

Dün gece insanların karşısında ezilip büzüldüğüm için beni eleştirmeye devam etti. “Evdekilerin tanıdığı Bige’de değildin.” Gözlerimin içine fazla acımasızca baktığında bakışlarındaki soğukluk karşısında ürperdim. “Sen dün gece babasının çocukken sindirdiği Efil’din ama benim tanıdığım o asi Saka değildin.”

Parmaklarımın arasındaki sigara titrerken, “Eskisi gibi değilim,” diyen sesimdeki acının tek sebebi adet sancısı değildi. “Sana gelene kadar ben aslında Saka bile değildim.” Buruk bir tebessüm kondu dudaklarıma ama gülümseyemedim. “Ofisine ilk geldiğim gün Saka oldum çünkü o zamana kadar adım ya Bige’ydi ya da Efil.”

Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdığımda gözlerimin kahvesine akın eden yaşlara engel olamadım. “Beni Saka yapan sendin.” Kaybetmişliğin verdiği yenilgiyle, “Artık sen yoksun,” dedim fısıltıyla. “Bana Saka bile demezken benden nasıl eskisi gibi olmamı beklersin?”

Sanki benden aldığı sadece kendi değildi, bana aşıladığı o gücü de çekip almıştı. Belki de gücümün kaynağı onun aşkıydı. Beni zehirlediği gibi güçlendiren bir aşk. Benden çekip alınınca ne zehir kalmıştı ne de şifa. Şimdilerde koskoca boşluk dışında hiçbir şey yoktu. Tıpkı bana olan bakışları gibi her şey fazla boştu. Bir nefesten daha fazlasını çekmediğim sigarayı yeniden ona uzattım.

Ayağa kalkıp yatağa doğru yürürken ona bakmıyordum. “Geriye dönme şansım olsaydı seni affederdim, Sanrı.” Yatağa girip şöminenin ateşini izleyen adamın sırtıyla bakıştım. “Çünkü en zoruydu sana olan nefretimle yaşamak. Beni unutup hayatına devam etmek istiyorsan beni affetmelisin. Artık seni bana bağlayan tek şey bana duyduğun nefret.” Aşk bitti geriye sadece kırgınlıklar ve yaşananlara olan nefret kalmıştı. Güzel olan her şeyi tükettik.

“On iki gün sonra hayatında çıktığımda beni affet ve senden daha fazla yaralı olmayan bir kadınla hayatını yeniden inşa et.” Sesim titrerken bir damla gözyaşım yanaklarımdan süzüldü. “Yaralı insanlar en çok birbirlerini yaralar. Yara bandı olmayacağın ve sana yara bandı olmayacak biriyle olmaya çalış.”

Uzun süre bana cevap vermemişti. Şöminenin ateşinin yansıttığı yüzünün ne hâlde olduğunu bulunduğum yerde göremedim ama her sözümle sigaranın dumanını biraz daha içine çekmişti. Yüzünü yalayıp kafasının üstüne yükselen gri duman etrafını tamamen sarmıştı. “Bana yara bandı hiç olmadın veya sana yara bandı değildim.” Kısık bir sesle konuşup yüzünü benden gizlemeyi sürdürdü. “Ben seni sevmeye ilk yaralarından başlamıştım,” deyince kalbim kasıldı. İçim ürperirken ilk kez onun dudaklarından beni sevdiğiyle ilgili bir şey duyuyordum. Sevgi sözcüğü bir tek onun dudaklarından dökülünce bir anlam kazanmaya başlamıştı.

Uzandığım yatak kafesim olmaya başladığında başını çevirdi ve omuzunun üzerinden bana baktı. Haddinden uzun baktı belki de aradığı bir şeyleri gözlerimde bulma ümidiyle uzadı bakışlarının süresi. “Birini sevmenin en zor yolu önce onun yaralarını sevmek,” dedi içli bir sesle. “Sen bana geldiğinde de fazla yaralıydın.”

Öylesine bir şeyden bahseder gibi hafifçe omuz silkti ama sözleri öylesine olmayacak her şeydi. “Fazla kırılmış, fazla incinmiş ve fazla kanatılmıştın. O kadar yaralıydın ki sende sağlam hiçbir bir şey bulamamıştım.” Kirpiklerimden süzülen yaşlara bakarak başını ağır ağır salladı. “Bende seni sevmeye ilk yaralarından başlamıştım...”

Midem kasıldı.

Nabzım boğazımda atmaya başladı.

“Bige,” diye mırıldandı kısık bir sesle. Haftalardır bir vedayı taşıyan o gözlerle bir kez daha bana baktı. “Belki doğru şekilde sevemedim ama seni sevmiştim.” Kulaklarımda uğuldayıp sarsıcı bir basınç bırakan sözleri karşısında kalbim öyle bir sızladı ki, tam bu noktada durmasını istedim.

Bir kurşunu bile göğüsleyen göğüs kafesim onun sözlerine bir kalkan olup kalbimi koruyamadı çünkü sözleri kurşundan daha keskindi. Beni sevdiğini söylemesini hep istemiştim ama o, bunu itiraf ederken geçmiş zaman eki kullanmıştı. Seviyorum değil, sevmiştim demişti yani artık sevmiyor gibiydi.

Sevdiği o dönemlerde bunu söylemek yerine sevgisinin bittiği bu zaman diliminde yapıyordu bu itirafı. Bu haksızlık değil miydi? Bu can yakan, kalbimi hüzne boğacak türden olan bir haksızlıktı. Bir zamanlar beni havalara uçuracak bir cümleyi zamana erteleyerek bana acı veren bir şeye dönüştürmüştü. Bu kıyımdı, yıkımdı ama mutluluk değildi. Kalbin kıyımıydı sevmiştim demek.

Ne şimdi ne geçmişte ne de gelecekte asla duymayacağım bir kelime olarak kaldı seni seviyorum sözü.

***

Ertesi gün uyandığımda Karun’un yine odada olmadığını görmüştüm. Buradaki ikinci gecemizde de bana sarılarak uyudu mu, bilmiyorum ama benden önce uyanarak tüm izlerini siliyordu. Saatin yedi olmasına sadece beş dakika kaldığı için tam zamanında kahvaltı masasında olmalıydım. Bu konularda çok dakik ve takıntılıydım. Merdiveni inerken elimde tuttuğum telefona gelen mesaj dikkatimi çekti. Mesaja girince kayıtlı olmayan bir numaradan geldiğini gördüm.

“Benimle attığım adreste buluş. Saat tam dokuzda orada seni bekleyeceğim. Annemizi görmek istiyorsan benimle buluşursun, Efil.”

Okuduğum mesajla adımlarım merdiven basamağında durdu. Gazel’den geldiği çok belli olan mesaja iri gözlerle bakıyordum. Beni şaşkınlığa sürükleyen Gazel’in bana mesaj atması değildi, bana annemin yerini söyleyecek olmasıydı. Annemi benden hep kıskanırdı ve onun yokluğu yüzünden yıllarca beni suçlamıştı. Onun yaşadığını öğrendikten sonra annemi benden saklayacağına çok emindim ama mesajında tam tersi şeyler yazıyordu. Neyin peşindeydi?

Gazel’e hiç güvenmiyordum ama iki saat sonra istediği gibi onunla buluşmaya gidecektim. Annemin yerini öğrenmek için bunu yapacaktım. Sadece annemi değil, büyükbabamı da çok özlemiştim ama onu görmek için babama gitmeliydim. Babam büyükbabama ulaşmaya çalışacağımı bildiği için eminim onun yanından hiç ayrılmıyordur. Babamı görmek istemediğim için ne yazık ki büyükbabamla da iletişim kuramıyordum.

Aşağıya inerken holde kahkaha atarak Gurur’a sataşan Çağıl’ı gördüm. “Bende diyorum ki sabahın bu saatinde bu niye buraya geldi.” Elini amcasının omzuna atarak güldü. “Karın seni evden mi kovdu?”

Gurur bezgince nefesini verirken onun elini sertçe omzundan itti. “Babası bile beni o evden kovamıyor, o nasıl kovsun?” Agresif bir sesle konuşup uykulu bir hâlde esnedi. “Laf sokup durması canımı sıktığı için buraya geldim.” Ne hatırladıysa kaşlarını çatmıştı. “Kim öptü seni deyip duruyor. Ulan Melek öptü, Melek nesine inanmıyorsun!” Birini arar gibi etrafına baktı. “Melek nerede? Farah’ı arayıp beni öptüğünü söylesin yoksa elimden bir kaza çıkacak!”

Sanırım neler olduğunu anlamıştım. Melek dün gece amcasının omzunu öptüğünde ruj izi beyaz gömleğinde çıkmıştı. Farah bunu görüp yanlış anlamış olmalıydı. Sabaha kadar Gurur’un başını ütülediği için Gurur burnundan soluyordu. Elindeki kahveden bir yudum alıp Çağıl ile holde yürürken henüz beni fark etmemişlerdi. “Neyine güveniyorsa bir de beni tehdit ediyor.” Farah’a çok kızgın olduğu için çenesi seğirirken, “Ümit Tozlu’nun kızını aldatırsam sonuçları ağır olurmuş!” dedi küfreder gibi. “Banyoya saklanarak bunları söylemesi kolay. Ulan çıkıp karşıma söylemeyi denesene!”

Çağıl gülmemeye çalışarak yanaklarının içini ısırdı. “Banyo mu?”

Yüzünü buruşturarak başını salladı. “Doğrudan gözlerime bakıp benimle tartışacak cesareti olmadığı için kendini banyoya kilitleyerek car car konuştu. Sanki ben bilmiyorum o siktiğim kapısını kırmayı!” Küfrederek konuşurken aklına ne geldiyse yeşilleri yumuşadı, dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “Demek ki o da sinirlenebiliyormuş.” Gülerek başını iki yana salladı. “Karşıma geçip doğrudan kızmasa da bir kapının arkasına saklanarak bunu yaptı. Bence büyük bir gelişme var.”

Çağıl başını geriye atıp gür bir kahkaha patlattı. “Karının bir korkak olmasından nefret ediyorsun, değil mi?”

“Yedi cihan benden korkarken karımın hepsinden korkmasından nefret ediyorum.” Bakışları ciddileştiğinde elindeki kahve fincanını sıkıyordu. “O Gurur Kalender’in karısı gerektiğinde bana bile kafa tutup yumruğunu o masaya vurmalı.” Kahve içmesine rağmen ağzında ekşi bir tat varmış gibi burnunu kırıştırdı. “O narin elleri yumruk atmayı bile bilmiyordur. Babası olacak piçten hiçbir şey öğrenmemiş.”

Çağıl’ın bakışlarında muziplik akarken onu test eder gibi gözlerini kıstı. “Madem ondan bu kadar çok şikayetçisin boşa onu istediğin gibi biriyle evlen.”

Gurur yeğeninin ne yapmaya çalıştığını iyi bildiği için Çağıl’ın ortaya attığı yemi yutmadı. Çağıl’ın arkasından bir yere bakarken dudakları kıvrılmıştı. “İyi söyledin,” diyerek sırıttı. “Bu tavsiyene uyacağım.” Çağıl’ın yanından geçip, “Çiçek?” diyerek içeri giren kıza doğru yürüyünce Çağıl kısık bir sesle küfretti. Başına nasıl bir bela aldığını iyi biliyordu.

Gurur elinde bal kavanozunu tutan Çiçek’i durdurduğunda Çağıl hemen soluğu ikisinin yanında almıştı. Dün geceden beri Çağıl onunla uğraştığı için Gurur intikam alır gibi baştan ayağa Çiçek’i süzdü. Sırf Çağıl’ı kızdırmak için Çiçek’in sarı saçlarına, korkudan titreyen yeşil gözlerine haddinden uzun bakıyordu ama bakışlarında herhangi bir fenalık veya art niyet yoktu. “Hayatında biri var mı, Çiçek?”

Çağıl’ın tüm dikkati Çiçek’e yönelince Gurur gülmemek için yanaklarının içini ısırmaya başladı. Çağıl’ın merak edip de bir türlü soramadığı soruyu Gurur onun yerine çok kolay sormuştu. Çiçek’te en az abisi Nedim kadar düzgün biriydi. Çağıl gönlünü kaptırmak için iyi birini bulmuştu ama duygularının karşılıklı olup olmadığını bilmiyordum. Çağıl dört yıldır ona platonik aşıktı ancak Çiçek cephesinde işlerin ne boyutta olduğunu bilmiyorduk.

Çağıl, Çiçek’in vereceği cevabın gerginliğini yaşarken bu konuda çok tedirgindi. Karun Kalender’in kardeşi, bu evin beyi ve dağların aslanı olmasına rağmen Çiçek’in karşısında olmaktan çekiniyordu. Demek ki her aslanı kediye çeviren bir kadın mutlaka varmış.

Gözleri pür dikkat Çiçek’i izlerken Çiçek bir kez olsun başını çevirip ona bakmadı. Gurur’un karşısında durmaktan kaçacak yer ararken karşısındaki iki adama bakmıyordu. Gurur gözlerini ondan ayırmadan, “Merak ettiğim için soruyorum hayatında biri var mı?” dediğinde Çiçek boş bulunup Çağıl’a bakınca bizimki bir şey anlamadı ama Gurur ile dudaklarımız aynı anda kıvrılmıştı. O da ondan hoşlanıyordu.

Eğer birine kimden hoşlandığını sorarsanız gözleri doğrudan hoşlandığı kişiyi bulurdu. Çiçek bu yaptığıyla kendini ele vermişti ama Çağıl pek bir şey anlamadı. Çiçek’in birinden hoşlanma ihtimali onu kıvrandırdığı için kızın ona olan bakışlarını fark etmemişti. Çiçek yakalanma korkusuyla hızlıca önüne dönüp kekelemeye başladı. “Bu-bunu neden soruyorsunuz efendim?” Artık Çağıl’a bakmıyor, başını eğerek ayaklarına bakıyordu.

“Dedum ya meraktan sorayim.” Gurur farkında olmadan yine Karadeniz ağzıyla konuşmaya başlamıştı. “Uzun zamandur bu aileye çalişaysun.” Gözleri Çağıl’ı deli edecek bir uzunlukta Çiçek’in üzerinde gezindi. “Onca yıl bir yanlişini görmeduk, eğer varsa bir sevduğun bizde üzerimuze düşenu yapmak isteyuk. Sen uşağun kim olduğuni söyle düğün masraflarinuz benden,” deyince Çağıl’ın kaşları çatılmıştı.

Omuzları dikleşirken hiddetli bakışları Gurur’a kenetlenmişti. “Onu evlendirecek misin?”

Gurur sırıtarak başını salladı. “He öyle yapayim.” Gerine gerine göğsünü kabartıp yeğeniyle uğraşmayı sürdürdü. “Bir sorun mi vardur?”

Çağıl’ın göğsünde hırlamayı andıran bir ses yükseldiğinde Gurur’u öldürecekmiş gibi bakıyordu. Bu hareketleriyle kendini o kadar çok ele veriyordu ki, bunca zaman Çiçek onun duygularını nasıl anlamadı, bilmiyorum. “He derse kızı hemen evlendirecek misin?” Sinirli bakışlarını kontrol edemezken, “Siktir git lan karının evine!” diyerek onu kovdu. “Git orayı karıştır!”

Çağıl’ın siniri bile onu eğlendirdiği için Gurur güldü. “Gitmeyim burasi beni daha çok bağlayi.” Omuzlarını dikleştirdi. “Sen hayirdur uşak? Seni neden rahatsuz edeyi bu kızin kimi sevduğu?”

“Yok lan sevdiği!”

“Nerden bileysun belki var?” Kafasını çevirip yerden başını kaldırmayan Çiçek’e baktı. “Var midur bir sevduğun?”

Gurur tarafından sorgulanmak herkesi ürkütürdü, Çiçek’i ise daha fazla. Ecel terleri dökmeye başlamışken o kadar çok titriyordu ki neredeyse elindeki kavanozu düşürecekti. Sessizliği Çağıl’ı strese soktuğu için Çağıl gergince, “Çiçek?” dediğinde gözlerini ondan ayırmıyordu. “Hayatında biri mi var?” Sesi bu sefer daha baskındı. “Konuşsana bir sevdiğin mi var?”

Çapraz sorguya alınıyormuş gibi hisseden kız tek kelime etmedi. Ayakları dışında hiçbir yere bakmıyordu. Aklına olmayacak şeyler getiren Çağıl dişlerini sıktı. “Var mı yok mu?”

Çiçek derin bir nefes alarak başını kaldırdı. “Çağıl Bey lütfen bu konuyu kapatın.” Kaçmak ister gibi elindeki kavanozu işaret etti. “Yapmam gereken çok fazla işim var efendim.”

“Başlatma efendine!” Çağıl agresif bir sesle konuşup bir adım atarak onun karşısına dikildi. “Bir sevdiğin mi var?” Bu soru ona nefes aldırmazdı, Çiçek ise ona cevap veremezdi çünkü onu kovmalarından korkardı. Bu yüzden tek kelime etmeden hızlı adımlarla gitti. Çağıl onun arkasından bakıp yumruklarını sıktı ama onu durdurmaya çalışmadı. Biz buradayken Çiçek’in tek kelime etmeyeceğini iyi biliyordu.

Gurur telefonu çıkartıp açtığı şarkıyla gülerken Çağıl, “Siktir git!” diyerek ters ters ona baktı. Telefonda ise, “Oy sevdam,” şarkısı çalıyordu. Bundan bir yıl önce Çağıl yemek masasında Şelale şarkısıyla Karun’un üzerine gitmişken şimdi aynı şeyi Gurur ona yapıyordu.

Gurur şarkıya eşlik edip gözlerini ona dikti. “Oy sevdam dağlara mi çıkayim?

Oy sevdam yollara mi vurayim?

Oy sevdam sensuz nasi durayim?

Oyyy oy, dağlara mi çıkayim?

Oyyy oy, yollara mi vurayim? Oyyy oy, sensuz nasi durayim?”

“Yalnuz dağlara çıkmak da kesmeyi seni uşağum.” Sırıtarak eğlenen gözlerini Çağıl’ın kızgın suratına dikti. “Bu işler öyle dağlarda kurşun sıkmaya benzemeyi, değul mu Üsteğmen Çağıl Kalender?” Kahvesinden keyifle bir yudum aldı. “Göz görmeyunce gönul bağlanmaz derdu nenem. Oturaysun evunde ki kızin gözü görsun senu, gönlu alışsun.”

“Sevmeyi.” Çağıl kederli bir ifadeyle başını salladı. “Kalsam bir şey değişur mu sanirsun?” Hayır dercesine derin bir nefes aldı. “Bağa bakmayi bile nasi sevsun? O sevmedukça bende kaçayim dağlara.”

“Ula nasi sevsun senun gibi korkak uşağu?” Gurur hayretler içinde kalmış gibi ona bakıyordu. “Kurşunlarun önüne atlaysun ama bir kiz karşisunda kaçak oynarsun. Adam gibi çık karşisuna ve de ki sevdalandum sağa. Yine olmayunca nasip değulmuş deriz”

“Ya sevmeyim derse ne halt yiyeceğum?” Çağıl bu konuya çok fazla kafa yormuş gibi açılmaya cesareti yoktu. “Sevseydu belli ederdu.”

“Etmeyi mi?”

“Etmeyi.”

“Sağa baktikça kendumi suçlayim.” Gurur onu azarlayıp dış kapıya doğru yürüdü. “Çocukken az vursaydum o kot kafana şimdi böyle akilsuz bir uşak olmayacaktun,” diye söylenmeye başladı. “Dört yıl oldi ula, dört yıl! Açulaysun artık şu kiza!” Çağıl’ın bu konudaki aptallığı en az Gurur kadar beni de deli ediyordu. Bence Çiçek artık belli ediyordu ama bizimki işaretleri doğru şekilde yakalayamıyordu.

Gurur gidince Çağıl’da salonun yolunu tuttu. Dilinde ise hiç eksik etmediği, “Oy sevdam dağlara mi çıkayim?” türküsü vardı. Onu anlatan şarkıyı mırıldanarak gitmişti.

Yemek salonuna inip kahvaltımı tek başıma yapmaya başlamıştım. Karun benden kaçtığı için evde kahvaltı yapmadan işe gitmişti. Levent hâlâ uyuyordu, Çağıl ise kahvaltıyı düşünemeyecek kadar fazla efkarlıydı. Gurur’da büyük ihtimalle bahçede kahvesini içiyordu. Bu yüzden kahvaltıda bana eşlik edecek kimse yoktu. Kahvaltıdan sonra odama çıkıp hazırlanmaya başladım. Gazel ile buluşmaya üzerimdeki dekolteli elbiseyle gitmek istemiyordum.

Bana nasıl bir tuzak kurduğunu bilmediğim için hareketlerimi kısıtlamayacak bir şeyler giymeliydim. Olası bir kavgaya karşı beyaz, yün bir kazak ve dar pantolon giymiştim. Nadiren de olsa arada sırada giydiğim spor ayakkabılarımdan birini çıkartarak giydim. Kırmızı rujumu yeniledikten sonra saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptım. Montumu ve çantamı aldığımda tüm hazırlığım bitmişti.

Daha fazla oyalanmadan aşağı inip malikaneden çıktım. Etrafıma bakıp korumaları kontrol ettim. Telefonda konuşan Furkan’ı görünce bana arabasını vermesi için tam ona seslenecektim ki, “Nereye böyle?” diyen Gurur ile sol tarafa döndüm. Ağaçların arasından çıkan adam ağır adımlarla bana doğru yürüyordu. “Bir yere mi gidiyorsun?”

“Biriyle buluşacağım.”

Gözleri kısıldığında, “Kiminle?” diyen sesi insanı geriyordu. Bileğindeki saati kontrol edip sorgulayan bakışlarını bana dikti. “Bu saatte kiminle buluşacaksın?” Bu herif iyi ki burada yaşamıyordu yoksa buradaki herkesi deli ederdi. Tozlu ailesine Allah’tan sabır diliyordum çünkü Gurur bir süredir onların evinde yaşıyordu.

Ona bakan gözlerimde bıkkınlığım anlaşılıyordu. “Gecenin bir yarısıymış gibi konuşmayı bırak.”

Kaşları alaycı bir ifadeyle havalandı. “Bende bunu diyorum ya sabahın sekizinde kiminle bu buluşma?”

“Gazel ile buluşacağım.”

Bunu duyunca başıyla arabasını işaret edip korumacı bir tavırla konuştu. “Atla seni gideceğin yere bırakırım.” İtiraz etmek için tam ağzımı açmıştım ki inatçı bir tutumla gözlerime bakınca derin bir nefes aldım. “Öyle olsun bakalım.” Hayır cevabını kabul edecek birine benzemiyordu.

Ön koltuğa geçip kemerimi taktığımda sürücü koltuğundaki yerini alması uzun sürmedi. Kısa sürede yola çıktığımızda ikimizde fazla sessizdik. Tanımadığım biriyle sohbet etmek yerine sessizliği tercih etmiştim. Ne yazık ki bu isteğim fazla uzun sürmedi çünkü Gurur’un gözleri yolu takip ederken, “Karun konusunda ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu düz bir sesle.

İç çekerek ona karşı dürüst oldum. “Bilmiyorum ona ulaşamayacağım kadar uzak bir yerde.”

Gurur kafasını manidar bir ifadeyle sallarken kısa bir an bana baktı. Bakışları fazla hisliydi. “İnsanın kendine yapabileceği en büyük kötülük onu seven birini yokluğuna alıştırmak,” dediğinde hiçbir cümle bu kadar haklılık kokamazdı.

Karun ile birbirimize olan sevgimiz elimize tutuşturulan bir bomba gibiydi. Çoktan pimi çekilmişken patlayıp paramparça olmuş bir sevginin küllerini toplayamazdık. Denesek bile elimizde küllerin isi kalıyor ama eski şeklini almıyordu. O pimi çeken bizdik. “Tek başına sevgi bir şeyler için yeterli olmuyor,” diyerek derin bir nefes aldım. “Artık yokluğumu biliyor bundan sonrası çok koymaz ona.” Onu yokluğuma alıştırdığım için on iki gün sonra gittiğimde onun için değişen bir şey olmayacaktı çünkü 383 gününü bensiz geçirmişti.

Gurur sol kolunu açık cama yaslamış, tek eliyle arabayı kullanırken hiç zorlanmıyordu. “Madem bunu biliyorsun o zaman neden eve döndün?” Neyin peşinde olduğumu anlamaya çalışıyordu.

Ona tam cevap verecektim ki telefonu çalınca uzanıp telefonu arabaya bağladı. “Dinliyorum Karun,” diyerek arabayı kullanmaya devam etti. Görüşmelerini benim de duymamı sorun etmiyordu.

Karşı taraftan birkaç hışırtı çıkarken Karun’un, “Babam konusunda konuşmalıyız!” diyen kızgın sesini duydum. “Son zamanlarda canımı fazla sıkmaya başladı. En son yediği haltı biliyor musun?”

Gurur başını sallayarak arabanın yan aynasından arkayı kontrol etti. “Bizzat öğrenmek üzereyim,” dedi sakince.

“Ne demek istiyorsun?”

“Emin değilim ama arkamdaki şu itler onun adamı olabilir.” Bunları söylerken tepkimi ölçmek için kısa bir an bana baktı. Korkmadığımı görünce rahat bir nefes alıp önüne döndü. “Evinde bir köstebek var.”

“Neyden bahsediyorsun?”

“Arabamın frenleri tutmuyor.” İşte şimdi korkmaya başlamıştım çünkü bu akıl hastası herif yola çıktığımızdan beri gaza yükleniyordu. “Sabah malikaneye gelirken arabamda herhangi bir sorun yoktu ama şimdi frenler tutmuyor. Peşimizde de hayli kalabalık bir grup var.” En güzelini sona saklamış gibi dudakları kıvrıldı. “Ve bil bakalım yanımda kim var?”

Eğleniyor mu?

Bu adam normal değildi!

Başımı çevirip arkaya baktığımda Gurur’un peşimizdeki adamlar konusunda şaka yapmadığını gördüm. Bir konvoyu andıran kalabalık bir grup peşimizdeydi. Üstelik freni tutmayan bir arabada son sürat gidiyorduk. Karun’un yutkunuşu benimkiyle yarışır nitelikteydi. “Sakın bana Bige’nin yanında olduğunu söyleme!” Sesindeki endişeyi gizleyemiyordu.

Gurur bir deliyi çağrıştıran bir gülümsemeyle başını salladı. “Ablasıyla buluşacağını söyleyince ona yardım etmek istedim.”

“Hangi akılla lan!” Karun kükremeyi andıran bir sesle bağırdığında bir şeylerin kırılma sesini duyduk. Öfkesinin şiddeti ta buraya ulaşıyordu. “Hangi akılla onu arabana alırsın! Sen yanına koruma bile almazsın, hangi cesaretle onu korumasız bir arabaya bindirirsin! Nerede olduğunuzu söyle!” Yüksek çıkan sesi irkilmeme neden olurken Karun, “Kenan!” diye bağırdı. “Topla tüm adamları çıkıyoruz!”

Tehlikenin göbeğinde olmamıza rağmen Gurur rahat ifadesinden bir şey kaybetmedi. “Gelmene gerek yok ben hallederim,” dediğinde o kadar rahattı ki bir tek ıslık çalmadığı kalmıştı. “Üstelik yalnız da değilim. Bakalım gelin hanım söyledikleri kadar var mı?” dedikten sonra telefonu kapatıp gaza biraz daha yüklendi. Gerçek anlamda bir deli gibi davranıyordu.

Dilimi yutmuş bir hâlde aval aval suratına bakıyordum. “Sen gerçekten bir delisin.” Bunu inanarak söylediğim o kadar belli oluyordu ki. “Tımarhanelik bir delisin!”

Yeşil hareleri kısılırken komik bir şey söylemişim gibi güldü. “Deli raporu olan sadece ben değilim.”

“Ne yani gerçek bir raporun mu var?”

“Seninki sahte mi?”

“Kaçık herif!” Çantamı alıp paniklemiş bir hâlde telefonumu bulmaya çalıştım. “Bir tımarhane kaçkınıyla aynı arabanın içindeyim.” Elim ayağım birbirine dolaşırken çıldırmak üzereydim. “Bir şekilde durdur şu arabayı ineceğim!”

“Durursam arkadakiler işini bitirir.” Eğleniyormuş gibi kahkaha attı. “Ayrıca istesem de duramam arabanın frenleri tutmuyor.”

“Ve sen freni tutmayan bir arabayı tek elinle mi sürüyorsun?”

“Bunda şaşılacak ne var?”

“Durdur şu arabayı diyorum!”

“Sesim kulağına gelmiyor mu, frenler tutmuyor diyorum.”

Korkuyla arkamızdakileri kontrol ettim. “Beni bu işe sen bulaştırdın sen kurtaracaksın!” Adamlar gittikçe bize daha çok yaklaşıyordu. “Bir şey yap yetişmek üzereler.”

“Arabayı kullanırken ne yapabilirim? On tane elim yok herhâlde.”

“Bir şeyler yapmak zorundasın.” Sesim endişeden fısıltıyla çıkmıştı. “Bugün annemi görmeyi umuyordum, peşimizdeki adamları değil. Görmüyor musun, çok müşkül bir durumdayım.”

Kahkaha atarak başını salladı. “Bunu o kadar iyi saklıyorsun ki sen söyleyene kadar hiç anlamamıştım.”

Bu adam ikimizi de öldürecekti.

Yorumlar