“Seninle tüm mutluluklar buruk, gülüşler eksik ve her şey yarımken biz yarım kalmayalım isterdim.”
Karun Kalender
Elimdeki evrakları sertçe masaya attığımda gördüğüm ve okuduğum her şey beni çıldırtıyordu. Masamda dağınık bir şekilde duran tüm bu evraklarda Bige vardı. Bunun canımı çok yakacağını bilmeme rağmen bensiz geçirdiği 383 günde neler yaptığını öğrenmek istemiştim. Adamlarıma derin bir araştırmayla onun bir yıl boyunca neler yaptığını kayıtlarla bana sunmuşlardı. Gezdiği, gördüğü ve yaşadığı her şey belgelenmiş bir şekilde masamdaydı.
Fotoğraflarıyla birlikte her şey buradaydı. Bir yıllık uzun tatilinde yeni yerler keşfettiği, gülümsediği ve mutluluğunu en güzel şekilde yansıttığı fotoğrafları masamda dağılmış bir şekilde duruyordu. Ben 383 gün boyunca burada onun yasını tutarken o, bensiz bir hayatta mutluymuş.
Çenemde bir kas seğirirken elimin tersiyle masadaki her şeyi yere savurdum. Fotoğrafları belgelerle birlikte yere saçılmıştı. Yüzümü sertçe ovuştururken Bige’nin acımasızlığı karşısında dehşete düşmüş bir hâldeydim. “Hayatımı siktin lan!” Yumruğumu masaya geçirip ayağa kalktığımda cebimdeki telefonu çıkardım. Malikaneyi arayıp onu göndermelerini isteyecektim.
İki hafta daha bu saçmalığa katlanmayacaktım. Bir yıl boyunca bensiz gününü gün ettiğini öğrenmişken onu evimde istemiyordum. Şu zamana kadar kimlerle hangi cehennemdeyse onlara gidebilirdi, umurumda bile değildi! Gideceği yerin Tunus’un evi olduğunu hatırlayınca elimdeki telefonu sıktım. Benim evimden çıkıp ona gidecekti.
Teselliyi onun kollarında alacağını düşününce kan beynime sıçramıştı. Bige’yi bir erkeğe sarılırken hayal etmek bile beni mahvediyordu. Kelimenin tam anlamıyla sikik bir hâldeydim! Hiçbir erkek ona sarılamaz, dokunamaz ve onu yatıştıramazdı. Buna cesaret edenin tüm kemiklerini eklemlerinden kırardım. Farkında olsun veya olmasın, o benimdi ama onunla da olamıyordum. Yaptıklarından sonra bu da hiç kolay değildi.
“Sikeceğim böyle aşkın evveliyatını!” Onu bir odaya kapatıp 833 gün boyunca adımı aklına ve kalbine kazıyana kadar... Siktir!
Kenan elinde bir tabletle içeri girdiğinde sinirden kıpkırmızı olmuş suratım onu pek şaşırtmadı. Son bir aydır hep gördüğü bir surat olduğu için öfkem artık onu şaşırtmıyordu. Bige döndüğünden beri deli fişek gibi ortalarda dönüp durduğum için öfkeme bağışıklık kazanmıştı. Masama doğru yürürken yerdeki şeylere bakarak derin bir nefes aldı. “Artık kendine çeki düzen vermelisin. Onu istemiyorsan evden gönder.” Tunus piçine gitsin diye mi?
Kenan bana doğru yürürken gözlerim adımlarına kaydı ve Bige’nin yerdeki fotoğraflarına. Omuzlarım gerilmişti. “Onun fotoğrafına basarsan ecdadını sikerim.”
Sakin ve tehditkâr bir sesle konuştuğumda Kenan şaşkınca duraksadı. Durdu ve ayaklarının hemen önündeki fotoğraflara baktı. Dudaklarından birkaç homurtu çıkartıp Bige’nin fotoğrafların etrafından geçti. “Sen iyi değilsin dostum. Bir aydır küfrettiğin kadının fotoğraflarını koruman normal değil.”
Ona ters ters bakıp masanın diğer tarafına geçtim. “Ona hiç küfretmedim.” Edilmesine de izin vermezdim. “Yapmadığım şeylerle beni itham etme.” Yere eğilip tüm fotoğrafları toplamaya başladım. “Ona küfretmek istiyor muyum? Evet, gelmişini geçmişini sikmek istiyorum ama burada sikilen tek kişi olduğum için bunu yapmıyorum!” Hayatımı becermişti hem de her anlamıyla.
Kenan’ın gülmesi öfkemi harladığı için dudaklarını birbirine bastırarak gülüşüne engel olmaya çalıştı. “Onu hâlâ seviyorsun.” Bu bir soru değildi, yerinde bir tespitti.
Topladığım fotoğrafları masamın çekmecesine koyarken ne düşüneceğimi bilmez haldeydim. “Onu sevdiğim için önce kendimin, bana kendini sevdirdiği için sonra da onun işini bitirmenin yollarını arıyorum. Kendimden kurtulmak en kolayı ama ondan kurtulma fikri bile canımı sıkıyor.” Ona kıyamıyordum, kıymaya çalışanın da belasını sikerdim. Boktan bir hâldeydim. Ne onunla olabiliyordum ne de onsuz.
Kenan masamın önündeki deri koltuklardan birine oturup bir bacağını diğerinin üstüne attı. Eğer en yakın dostum olmasaydı bu rahatlığını acımdan zevk aldığına yorabilirdim. “Onu affetmenin bir yolu yoksa neden onu unutmaya çalışmıyorsun?” Dudakları gevrekçe kıvrıldı. “Çivi çiviyi söker derler. Belki de ihtiyacın olan tek şey iyi bir seks.” Ne zırvalıyordu?
Kenan beni ne kadar kızdırdığından habersiz hınzırca sırıttı. “Kabaca bir hesap yapınca bir yıl ve iki aydır hiçbir kadınla birlikte olmadığın sonucuna varıyoruz.” Başını omuzuna doğru eğip pantolonumun önünü işaret etti. “Belki de ihtiyacın olan tek şey ateşli bir kadınla zaman geçirmek.”
Yüzümü buruşturarak kalktığım koltuğuma geri oturdum. “Bir kadınla sevişmek bana onu unutturamaz.” Düşüncesi bile midemi bulandırıyordu. Ondan başka bir kadını istemiyordum.
Başka bir kadına dokunmak onu bana unutturamazdı ama kendime olan saygımı yitirmeme neden olabilirdi. Bunu yapmak belki Bige’nin canını yakabilirdi ama ben böyle ucuz oyunların adamı değildim. İhanetle çirkinleşecek biri hiç olmadım ve olmam da. Annem ve babamın yaşadığı o rezil evliliğin gölgesini bile hayatımda istemiyordum.
Gözlerini kısan Kenan sessizliğimi yanlış değerlendirmiş olmalı ki, “Bir kadınla yatarak Bige’yi aldatmış olmazsın,” diyerek hassas olduğum bir konuya değindi. “Onunla uzun zaman önce boşandınız, evli bile değilsiniz.”
Boşanmayı bana hatırlatınca çenem kasılmıştı. “Evliyken ona olan sadakatimin sebebi o sikik evlilik cüzdanı mı sanıyorsun?” Eğer böyle düşünüyorsa beni hiç tanımıyor demektir. “Bige şu ofisin kapısından içeri giydiği o ilk günden beri benimdi. Benim olanı ihanetle kirletmem.”
Burun deliklerim genişlerken nefesimi sertçe verdim. “Hayatımda Kenan hem de her yerinde! Evimde, aklımda ve kalbimde! Nasıl ondan başka bir kadını arzulayabilirim? Siktir! İstediğim ve istemediğim tek kadın o!” Sistemime sızıp beni paramparça etmişti.
Bu durumdan kurtulmak için ilk kurşunu ona, son kurşunu da kendime sıkmak istiyordum. Bunu yaptığımda kanlı görüntüsü aklıma gelince vücudum geriliyor, damarlarımdaki kan buz kesiyordu. Düşüncelerimde bile ona zarar vermeye katlanamıyordum. Bana ne yaptığı hakkında en küçük bir fikri yoktu.
Boynumu eğip başımı ellerimin arasına aldığımda dirseklerimi sert ve soğuk masaya yasladım. Bir yıl önceki o görüntüsü aklıma gelince nefes alışlarım hızlanmıştı. Nefes aldığım her saniye aklımı meşgul eden ve peşimi hiç bırakmayan o görüntü bir kez daha zihnimde canlanmıştı. Kaldırım kenarındaki o hayalinden kurtulmak için hafızamı yitirmeyi isterdim. Göğsünü delen kurşunu, acıyla kasılan yüzünü ve aralanan dudaklarından sızan cılız nefesleri unutamıyordum.
Göğsünde oluk oluk kan akarken dizlerinin üzerine küt diye düşen o değildi, bendim. Orada yıkılan, acıyan ve kanayan bendim. Acısı beni kıskıvrak yakalamış, bana kaybetme duygusunu iliklerime kadar yaşatmıştı. Yanına koştuğum, adını haykırdığım, yağmurun altında onu kucaklayıp arabaya bindirdiğim o sahneler zihnimde hayal meyaldı. En somut haliyle hatırladığım tek görüntü vurulduğu anki gördüklerimdi. Yıkımdı, ölümdü ve kıyametti. Benim kıyametim.
Ve ben o kıyameti tam 383 gün yaşadım.
O yaşattı.
Ölüm haberi bana ulaştığında doğruluğunu hiç sorgulamadım. Nasıl sorgulardım ki böyle bir şeyin ne şakası olurdu ne de yalanı. Kim kime böylesine bir yalanı yaşatacak kadar acımasız olabilirdi? “Beni güvendiğim insanlar yıktı, Kenan,” dedim acı çeken bir sesle. “Aşamadığım tam olarak bu çünkü Bige ve Duha’ya kendimden daha çok güveniyordum.”
Biri için canımı verirdim, diğeri içinse can bile alırdım. Biri kadınımdı, diğeri ise hiç itiraf edemesem de bir zamanlar dostumdu. Ben onu yaşatmak için ona uygun bir kalp ararken o, göğsümü deşmiş ve kalbimi kendi elleriyle sökmüştü. Beni sırtımdan vurmuşlardı.
Duha Tunus benim için o kadar bitmişti ki, ondan intikam almak bile içimden gelmiyordu. Nefret bile etmiyordum neden intikam alayım? Nefret bile bir duyguydu ve ben nefret bile etmeyecek kadar hissizdim. O piçle yıllardır birbirimize yapmadığımız kötülük kalmamıştı ama hiçbir zaman kalleşçe bir duyguyla birbirimizi arkadan vurmamıştık.
Bizi Karun ve Duha yapan tam olarak buydu. İkimizin adının hep yan yana anılmasının sebebi aramızdaki o kırmızı çizgiyi asla aşmamamızdı. Düşmanın bile onurlusu gerekti insana ve Tunus, bir yıl önce onurunu bırakıp diğer herkes gibi onursuz tarafa geçmişti. Artık benim için bu alemdeki diğer herkesle aynı konumdayken nefretime bile layık değildi. Artık ona karşı kendimi kollarken eskisi gibi gönül rahatlığıyla ona sırtımı dönemezdim çünkü darbenin nereden geleceğini düşünürdüm.
Ellerimi şakaklarımdan çekip başımı kaldırdım. “383 gün boyunca ben o herife içimi açtım.” Kendimi nasıl da acınası bir duruma düşürmüştüm. Kim bilir nasıl eğlenmişti o perişan halimle.
“Ona Bige’yi anlatıp durdum. Onsuz ne hale geldiğimi ve içkiyle kendimi uyuşturduğumu gördü çünkü çoğu gece benimle içti.” Yaşadığım tüm o şeyler onun planı değilmiş gibi rol yapmıştı. “Gecenin sonunda her defasında karım beni bekler deyip o masadan kalktığımı gördü.”
Başımı ağır ağır salladığımda burnumun direği sızlamıştı. “Gittiğim yerin mezarlık olduğunu biliyordu ama beni hiç durdurmadı.” Bige’nin yaşadığını söylemek yerine bana yaşattığı acının seyircisi oldu. Bu kötülüğü bana yaşatmak istediğim biri yapmıştı. Ben onun için sağlam bir kalp ararken o bana hayatımın kazığını atmıştı.
Kenan ne düşündüğümden habersiz, “Gerçekten Bige’yi affetmenin hiçbir yolu yok mu?” diye sordu. Olmadığını çok iyi bilmesine rağmen bu soruyu sormuştu.
“Yok,” derken tereddüt dahi etmedim. Bu kadar kararlı konuşmamın sebebi bana yaşattığı acının yaşattığı mutluluktan daha fazla olmasıydı. “Yaşadığına şükrediyorum ama hayatımda olmasına değil.”
Kenan’a karşı dürüst olarak sert bir sesle, “Onunla ne yapacağımı bilmiyorum,” dedim. “Onu kontrol edemiyorum, hiçbir zamanda edemedim. Gelmek isterse geliyor, gitmek isterse arkasında tozunu bile bırakmıyor. Kafasına estiği için eve yerleşti ama ansızın gitmeyeceğinin bir garantisi var mı?” Artık Bige’ye hiç güvenmediğim için yapacaklarını kestiremiyordum. Açık olmak gerekirse bir sonraki hamlesini hiçbir zaman kestiremedim. Tahmin edilemez bir kadındı.
Başımı iki yana sallayıp siktiğim kaderine küfrettim. “O bir deli rüzgâr, eserse adı gibi efil efil eser ve bana yaptığı gibi karşısına çıkan herkesi ezip geçer.” Masadaki elim yumruk olurken onunla ilgili her şeyden vazgeçmiştim. “Durulduğunda tatlı bir esintiye dönüşür, yüreğindeki koru dindirir ve gece serinliği gibi tüm karabasanların üzerini örter.” Her konuda kendisiyle çelişen o akıl hastası yüzünden artık düşüncelerim bile çelişkiliydi.
Kıvranan ruhumu gözeneklerimden söküp almak ister gibi bir kez daha yüzümü sertçe ovuşturdum. “Çoğu zaman o iki yüzlü kaçık şeytanı aklımdan çıkarmak için beynimi dağıtmak istiyorum! Kafama sıkarsam bu işkence son bulacakmış gibi geliyor.” Kadın değil şeytandı. Güzel, baştan çıkarıcı ve insanı yoldan çıkartan bir şeytan.
Sıkkın bir ifadeyle sessizlik içinde beni dinleyen Kenan’a baktım. “Merak ediyorum böyle bir canlı türünü oluşturmak için Asım Bey fazladan ne yapmış olabilir? Herif harp meydanında mı karısını hamile bıraktı? Kızı neden terminatör gibi lan!” dediğimde Kenan kahkaha atarak sinirlerimi daha fazla bozdu. Güldüğü için ona kızamam çünkü karımın yapım aşamasını düşünecek kadar zıvanadan çıkmıştım. Dilimi sertçe ısırdım. Eski karım!
Gülüşünü durduramayan Kenan, “Bir Albayın kızından daha azı beklenilmezdi,” deyince ona tersçe baktım. “Ne Albayından bahsediyorsun kız babasına bin basar.” Boynuz kulağı geçmişti. Bige acımasızlık konusunda babasına tur bindirirdi.
Sinirden nefesimi sertçe vererek masamdaki dağınıklığı bir kenara çektim. “Laboratuvar ürünü veya mekanik bir zırvalığın test aşamasındaki robotu olabilir mi?” Bunu sorma şeklim o kadar ciddiydi ki Kenan’ın yüzündeki şaşkın ifade normal bir zamanda beni güldürebilirdi.
“Eğer birileri Bige’nin insanlara karşı nasıl reaksiyon gösterdiğini anlamak için onu bana gönderdiyse onları bulup geliştirdikleri ürün için önce hepsini tebrik etmek, sonra da belalarını sikmek istiyorum!” O kalpsiz şeytan bir robot olduğunu itiraf ederse ona o kadar hızlı inanırdım ki, aklı şaşardı çünkü artık bu konuda çok güçlü şüphelerim vardı.
Gülmek ve afallamak arasında gidip gelen Kenan, “Şu kızı daha az düşünmenin bir yolunu bul,” dedi gizleyemediği bir endişeyle. “Yoksa Gurur’dan sonra bir Kalender’in daha adı deliye çıkacak.” İnsanların ne düşündüğü sikimde bile değildi.
“Her neyse,” diyerek derin bir nefes aldım. “Rıza iflasını duyurdu mu?” İşlerle meşgul olursam o manyak karıyı daha az düşünürdüm. Sanki bu mümkünmüş gibi.
Kenan’ın yüzü ciddileştiğinde benim için güzel haberleri olmadığını anladım. “Herifi maddi ve manevi yönden çok zayıflattık ama bu sabah yaptığı basın açıklamasını senin de görmeni istiyorum.” Tabletten bir şeyler açıp bana uzatınca onu almak yerine, “Özet geç,” dedim. Rıza’nın can sıkıcı açıklamasını uzun uzun dinleyecek değildim. Eğer iflasını açıklasaydı Kenan’ın yüzü bu hâlde olmazdı.
Kenan vereceğim tepkinin büyüklüğünden korkarak önce bir süre sessiz kaldı fakat çattığım kaşlarımı görünce, “Bu sabah yeni ortağını açıkladı,” diyerek ağzındaki baklayı çıkardı. “Finansal yönden onu destekleyen isim Şeref Kalender.” Sinirden kaskatı kesilmiştim. Babam olacak piç bana karşı mı oynuyordu?
Bitirmek istediğim herifin safına geçtiğine göre açık açık bana meydan okuyordu. “Babanın ortaklığını kabul etseydin şimdi karşında olmazdı,” diyen Kenan’ın suratına yumruğumu geçirmemek için dişlerimi sıktım. Bunu asla yapmayacağımı iyi biliyordu. Şirketimde babama hisse vererek onu işlerimin bir parçası yapmayacaktım.
“O piçin hakkında bir tek Gurur gelir,” diyen Kenan oldukça manidar gözlerle bana bakıyordu. “Baban ve amcan arasında çekil ve bırak iki kardeş birbirlerini yesinler. Sende iyi biliyorsun ki babanı dize getirecek tek kişi Gurur.” Gurur’un insanları ikna etmek için farklı yöntemleri vardı. Farklı ve sıra dışı yöntemler.
Babamın hamile metresinin düşük yaptığını öğrenince cenini bir yemekte babama yedirmişti. Yemeğin sonunda bunu babama açıkladığında aklından ne geçiyordu, bilmiyordum ama o masadaki herkesin bir süre et yemediğine çok emindim. Şanslıydım ki o masada değildim ve tüm bunları ertesi gün öğrenmiştim. Yemekteki o etin gerçekten bir cenin olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemedik. Emin olduğum tek şey babamın artık bir vejetaryen olduğuydu.
Gurur önce babama şüpheli bir et yedirmiş, daha sonra da bir video kaydıyla Levent’in görüntüsünü izletmişti. O dönem babama feci halde kafayı taktığı için tek eğlencesi babamın canını sıkmaktı. Bir konuda babamla restleşmişlerdi ve Gurur, babama şüpheli bir yemek yedirdikten sonra Levent’in görüntüsünü izletmişti. İstedikleri evrakları babam imzalamazsa ona bu sefer yedireceği şeyin Levent’in eti olduğunu söylemişti.
Gurur’u tanıyan herkes her şeyi yapacak kadar şuursuz olduğunu iyi bilirdi. Aynı zamanda benim dışımda harcamayacağı bir Kalender erkeği olmadığını da iyi bilirdi. Bu yüzden babam sırf Levent’i korumak için Gurur’un istediği belgeleri imzalamıştı. Ne de olsa Çağıl ve Levent onun göz bebeğiydi. Gurur piçi ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi kocaman bir pastayla eve gelip Levent’in doğum gününü kutlamıştı ve ona en sevdiği yeğeni olduğunu söylemişti. Bunu söylerken Çağıl ve benim suratımın aldığı şekle bakıp az gülmemişti. Arsız piç.
Bir gece önce Levent’i kullanarak babamı hiç tehdit etmemiş gibi yüzsüzce eve gelmişti. Bu gerçeği uzun zamandır Levent’ten saklıyorduk, tıpkı Gurur’un infaz emrini onayladığımı ondan sakladığım gibi. Ailenin erkeklerinin birbiriyle anlaşma şekli çok farklıydı.
Son zamanlarda babamla uğraşamayacak kadar kendi sorunlarımla meşgul olduğum için onu Gurur’a bırakmaya karar verdim. Cebimdeki telefonu çıkartıp onu aradım. Babam olacak kansızın hakkından bir tek deli kardeşi geliyordu. Babam olduğu için istesem de doğrudan ona zarar veremiyordum ama Gurur benim gibi değildi. Abi kardeşin arasında geçmişten gelen bir husumet vardı. Ateş gördükçe babama olan nefreti harlandığı için onunla uğraşmaktan zevk alıyordu.
Kenan beni yalnız bırakmak için dışarı çıktığı esnada Gurur telefonunu açtı. Lafı hiç uzatmadan, “Babam hakkında konuşmalıyız,” dedim. “Son zamanlarda canımı fazla sıkmaya başladı. En son yediği haltı biliyor musun?”
“Bizzat öğrenmek üzereyim,” dediğinde gerilmiştim babamla mı buluşacaktı?
“Ne demek istiyorsun?”
Derin bir nefes aldıktan sonra, “Emin değilim ama arkamdaki şu itler onun adamları olabilir,” dedi. “Evinde bir köstebek var.”
“Neyden bahsediyorsun?” Sepetimde bir çürük elma olamazdı. Evimdeki ve yanımdaki insanlar uzun zamandır bana çalışıyordu. İçlerinden biri satın alınmış olamazdı ancak Gurur’da böylesine ciddi bir konuda şaka yapacak biri değildi.
“Arabamın frenleri tutmuyor,” diyerek evimde bir köstebek olduğuna beni ikna etmeye başladı. “Sabah malikaneye gelirken arabamda herhangi bir sorun yoktu ama şimdi frenler tutmuyor.” Ortada komik bir şey varmış gibi güldüğünü duydum. “Ve bil bakalım yanımda kim var?” İma dolu sesiyle kan beynime sıçramıştı.
Düşündüğüm kişi olamazdı, değil mi?
Bige!
Oturduğum yerden ayağa fırlarken elimi sertçe masaya vurdum. “Sakın bana Bige’nin yanında olduğunu söyleme!” Bige freni tutmayan bir arabanın içinde olamazdı.
Irzını siktiğim piçi gülerek, “Ablasıyla buluşacağını söyleyince ona yardım etmek istedim,” deyince beynimdeki tüm şalterler attı. “Hangi akılla lan!” Sesim gök gürültüsünü andırırken ceketimi alıp hızla kapıya doğru yürüdüm. “Hangi akılla onu arabana alırsın!” Kulağıma yasladığım telefonu öyle bir sıkıyordum ki, telefonu kırmak ister gibiydim.
“Sen yanına koruma bile almazsın, hangi cesaretle onu korumasız bir arabaya bindirirsin!” Bir kez daha onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Siktir! Onu yine kaybedemezdim.
Hızlı adımlarla ofisimden çıkıp, “Nerede olduğunuzu söyle!” diye bağırıp etrafıma baktım. Koridordaki çalışanlar öfkem karşısında saklanacak yer ararken, “Kenan!” diye gürlediğimde ofisinden yeni çıkıyordu. “Topla tüm adamları çıkıyoruz!” Ona bir şey olmasına izin vermeyecektim buna kalkışanı mahvederdim.
Bu kişi babam bile olsa!
***
“Kocaeli’nde ne sikim var!” diye bağırdığımda direksiyona sertçe vurdum. “Kocaeli’ne nasıl gittiler?”
Kulağımdaki kablosuz kulaklıktan Furkan’ın, “Abi Mobese görüntülerine ulaştık, Gurur Bey’in arabası en son Kocaeli yolu üzerinde görülmüş,” diyen sesini duydum.
“Senin o şuursuz beyini sikeyim, Furkan!” dediğimde yanımdaki Kenan öfkem karşısında gülüşünü benden saklamak için başını cama doğru çevirdi. “O piç yüzünden karımın başına bir şey gelirse önce onu sonra da senin belanı sikeceğim.”
Telefonun diğer ucunda Furkan’ın korku dolu yutkunuşunu duydum. “Ben ne yaptım şimdi? Bige Hanım’ı ben arabama bindirmedim ya.”
“Onu gözetlemek senin işindi!”
“Abi senin kafan bu aralar gidik ya, o yüzden onu gözetleme işini benim yerime Ali’ye verdiğini hatırlamıyorsun.” Bir tek bu it benimle böyle şuursuzca konuşma cesareti gösterebilirdi. “Bige Hanım’a beş metreden fazla yaklaşmamı yasakladığın için bu hâldeyiz. Ali salağını neden görevlendirdin ki, daha Sübhaneke’yi bilmiyor.”
“Ali kim lan!”
Aynı anda hepsiyle bağlantılı bir konuşma gerçekleştirdiğim için Nedim’in, “İmamın kafir oğlu abi,” diyen sesini duydum.
Kenan meraklanarak kulaklığına dokunarak, “Hangi imam?” diye sordu.
Celil, “İmamın oğlu abi,” dedi. “Piç daha Nas ve Felak okumayı bile bilmiyor.”
Sanki konumuz buymuş gibi, “Siz biliyor musunuz?” diyen Kenan’a üçü aynı anda, “Bizim babamız imam değil!” deyince Kenan’ın dudaklarından bir kıkırtı döküldü. “Sizin babanız ne iş yapıyor?”
“Emekli Türkçe öğretmeniydi rahmetli,” dedi Nedim gururla. “Bu yüzden Türkçe’yi bu kadar iyi konuşuyorum.”
Kocaeli yoluna girdiğimde Furkan’ın, “Ne var bunda?” diyen sesini duydum. Arabası hemen arkamdaydı. “Babam Türkçe öğretmeni değil ama bende Türkçe’yi ana dilim gibi iyi konuşuyorum.”
“Türk olduğun için olabilir mi?” diye sordu Celil.
“O da var tabii.”
“Türkçe dersinin neden var olduğunu hiçbir zaman anlamadım,” diye homurdandı Kenan. “Türklerle dolu bir ülkede neden Türkçe dersi için gençlere bu kadar işkence ediliyor ki?” Göz ucuyla yüzünü buruşturdu. “En ağır derslerden biri. Bağlaçların ayrı mı yoksa bitişik mi yazıldığı veya zamirin hangi ekleri aldığı kimin umurunda? Hayatımın hangi alanında işime yarayacak? Bilgisayar başında zamanımı geçirmeyeceksem veya editörlük yapmayacaksam ne işime yarayacak bunlar?” Sesinde kafa karışıklığı vardı.
“Gençleri eğiteceklerse bence matematik, yabancı dil gibi derslere daha ağırlık verilmeli, Türkçe’ye değil,” dediğinde konumuz eğitim sistemimiz değildi ya da benim düşündüğüm son şey bile bu değildi.
Celil gülerek, “Türk olan herkes kendi tarihini ve dilini öğrenmeli,” dedi.
Ancak Kenan şiddetle karşı çıktı. “Türklüğün Türkçe’yle ne ilgisi var lan!” diyerek onu azarladı. “Türkçe konuşuyorsam demek ki kendi dilimi biliyorum. Ecdadımın tarihi de bağlaçlarda veya yazım kurallarında yok, tarihte var. İlla bir şey yapacaklarsa o zaman tarih dersine ağırlık versinler.” Anlaşılan okul hayatında Kenan’ın Türkçe dersiyle bir sorunu olmuştu.
“Konumuz bu değil!” Sert bir sesle konuşup hepsini susturdum. “Gurur’un arabasından aldığımız sinyallerin koordinatlarını atın bana.”
Furkan, “Abi koordinatları Ali’ye attık,” diyerek iyice sinirlerimi bozdu. “Onu takip ediyorsun şu anda.” Gözlerim en öndeki arabayı buldu. Bana escortluk yapan arabayı Ali kullanıyor olmalıydı. “Kim bu Ali?” diye sordum bir kez daha. “Ekibimde böyle bir isim olduğunu hatırlamıyorum.”
“Gurur’un yakın korumalarından biri.” Kenan başını çevirip bu konuda bana küçük bir açıklama yaptı. “Melek malikaneye taşınınca onu yakından izlesinler diye Gurur kendi adamlarından birkaçını bize gönderdi. Bir süredir bizim çocuklarla takılıyor.” Aklına bir şey gelmiş gibi gözleri kısılarak güldü. “Halinden pek memnun değil gibi ya da bizimkilerden.”
“Yıllarca namı deli olan birine korumalık yapıyor ama bizden mi memnun değil?” diyen Furkan’ın sesi şaşkın çıkmıştı. “Bizim en azından bir raporumuz yok.”
“Oğlum sussana,” diyen Nedim panikle araya girip ona unuttuğu bir detayı hatırlattı. “Karun Bey’de hatta.”
Furkan’ın kısık bir sesle ettiği küfürleri duydum. “Raporu olan tek kişi Gurur Bey değildi, değil mi?” Piç kurusu Bige’nin raporuna değinmişti. Kenan kahkaha atarken sinirden direksiyonu sıkıyordum. “Bu iş bittiğinde senin o ağzını sikip beynini dağıtacağım!” Bunu yapmaya ne kadar çok can attığımı tahmin bile edemezdi.
“Kırılmadık kemiğini bırakmadığımda senin de bir raporun olacak ama deli raporu değil, ölüm raporu!” Bu puştu işe aldığım günden beri beni buna pişman etmediği tek bir günüm bile yoktu.
Uzun zamandır yolda iz sürüyorduk. Şu ana dek ne babamın adamlarına ait bir arabaya rastlamıştık ne de Gurur’un arabasına. Fakat orman yoluna girdiğimizde asfalta yuvarlanan bir arabayla hızımızı biraz düşürdük. Durup arabanın içindekilere bakmadım çünkü hiçbir şeyin beni yolumdan alıkoymasını istemiyordum. Nedim güvenlik şefim olduğu için bu konuda ne yapılması gerektiğini iyi bilirdi.
Kulaklıktan Nedim’in, “Konvoyun sonundaki iki arabada kim varsa durup arabayı kontrol etsin,” diyen sesini duyunca beni yine yanıltmamıştı. “İçindekiler yaşıyorsa sıkın kafalarına.” Babama ait bir plaka olduğunu görmüştü ama Nedim bu konuda inisiyatif alıp bizim çocuklara arabadakilerin ölüm emrini vermişti.
Kenan’ın kıvrılan dudaklarını gördüğümde birkaç homurtu çıkardım. Bir zamanlar güvenlik şefim Kenan’dı ama hem benimle hem de adamların kontrolüyle uğraşmak onu çok yoruyordu. Bu yüzden uzun süre yerini devredeceği yetenekli birini aramıştı. Nedim ve Furkan arasında çok kararsız kaldığını biliyorum hatta ilk teklifi Furkan’a götürdüğünü de.
Nedim’in bu konuda yetkiyi çok istediğini bilen Furkan şefliği kabul etmeyip Kenan’ı Nedim’e yönlendirmişti. Nedim’in onun üstü olmasını veya ondan daha fazla maaş almasını sorun etmemişti. Nedim şu zamana kadar işini çok iyi yaparak bizleri hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı. Zor kararlar alması gerektiğinde inisiyatif alıp en doğru şeyi yapıyordu.
Biraz daha ilerleyince birkaç kaza yapan arabaya daha rastladık. Bu kazalar yeni yapılmış olmalı ki henüz polisler buraya gelmemişti. Hepsi de babamın adamlarına ait arabalardı. Zırhlı araçlar olduğu için camları kurşun geçirmezdi ancak tekerleri için aynı şeyi söyleyemezdim. “Bunlar o çeyrek mafyanın işi,” dediğimde sesimdeki gururu gizleyemiyordum. “Rakiplerinin sayısını azaltmak iyi bir taktik.”
Gurur freni tutmayan bir arabayı kullandığı için ateş edemezdi. Araba hakimiyetini kaybetmemek için dikkatini dağıtacak her şeyden kaçınmış olmalıydı. Büyük ihtimalle arabanın yakıtı bitip kendiliğinden durana kadar ellerini direksiyondan çekmeyecekti. Peşlerindeki arabalardan kurtulmak Bige’ye kalmıştı. Beni endişelendiren de tam olarak buydu. Bige camı her açtığında kendi hayatını tehlikeye atacaktı.
Gurur’un kullandığı araba zırhlı araçlardan biriydi, yani o arabanın içinde kaldıkları sürece güvende sayılırlardı. Ancak birileri son sürat giden bir arabanın tekerine ateş ederse araba takla atarak şarampole yuvarlanırdı. Bunun düşüncesi bile kanımı donduruyordu. Babam eğer Bige’nin o arabanın içinde olduğu haberini aldıysa muhtemelen buna izin vermezdi. Arabanın tekerlerine ateş edilmeyeceğine neredeyse emindim.
Bunu yaparlarsa ve Bige’nin başına bir şey gelirse babam beni gün içinde karşısında bulacağını ve onu çıplak ellerle öldüreceğimi iyi biliyordu. Bige’nin yokluğunda ne hale geldiğimi cümle alem bilirken aklı olan kimse beni onun hayatıyla sınamazdı. Bige bana ne yaşatırsa yaşatsın kimse onun kılına dahi dokunamazdı. O kadın benim derin mevzum, başımın sancılı belasıydı. Onunla bir hayatım olsun veya olmasın, kimse onun canını yakamazdı.
Arabayı son sürat kullanırken, “Kenan tekrar onlara ulaşmaya çalış,” dedim sabırsız bir sesle. İkisi de telefonlarını açmadığı için endişeden kafayı sıyırmak üzereydim.
Gurur ile ikisinin bir arada olması beni başlı başına endişelendiren faktörlerden biriydi. İki deli bir aradayken ortaya çıkacak sadece iki sonuç vardı. Ya birbirlerinin canına okurlardı ya da etraflarındaki insanların. Söz konusu Gurur ve Bige olunca sanırım ikisi birden!
Bige eğer Gurur’un damarına basarsa tereddüt bile etmeden Bige’yi arabadan atardı. Gurur, Bige’yi kızdırdığında ise Bige onu vurmak için bir saniye bile beklemezdi. Özellikle de elinde bir silah varsa. Asla yan yana gelmeyecek iki kişi aynı arabanın içindeyken istesem de olumlu şeyler düşünemiyordum!
Kenan yine onlara ulaşamamış olacak ki telefonu cebine koydu. “Telefonları ya kapalı ya da bulundukları yerden çekmiyor.” Siktir, onları bulmalıydım!
Son gazda giderken istesem de bunun daha üstüne çıkamıyordum çünkü zaten olması gereken en yüksek hızdaydım. Kenan olası bir kazanın endişesini taşırken aklımı Bige ve Gurur’dan uzaklaştırmak için, “Bir şeyi merak ediyorum, Nedim” diyerek çok alakasız bir konu açtı. Bunu yaparken de emniyet kemerini kontrol ediyordu. “Kız kardeşin Çiçek’e bir talip çıksa onu kimden istemeli?” Bu da nereden çıktı şimdi?
Nedim önce, “Benden tabii ki,” demişti ki bir süre sonra sesi sertleşti. “Niye soruyorsun? Abi eğer kız kardeşimden hoşlanıyorsan kusura bakma ama belanı sikerim. Ya da kusura bak, umurumda değil konu kız kardeşim!”
Kenan başını geriye atıp gür bir kahkaha kopardı. “Yok be oğlum, Çiçek benim de kardeşim sayılır. Elimizde büyüdüğünü biliyorsun.” Gülen sesinde gizli bir sinsilik sezdim. “Kendim için sormamıştım.”
“Kim için sordun?” Çiçek konusunda çok hassas olan Nedim’in sesi gergin geliyordu. “Biri Çiçek’ten mi hoşlanıyor? Bize çalışan biri mi? Kim o piç!” dediğinde eğer aklım Bige’yle meşgul olmasaydı bu konu ilgimi çekebilirdi. Bize çalışan çocuklardan biri olduğunu sanmıyordum veya malikanedeki birinin bu denli canına susadığını.
“Rahat ol,” dedim Nedim’e. “Öyle bir şey yoktur. Kenan’ın her zamanki patavatsızlığı işte. Evimdeki kıza göz koyan biri çıkarsa sana gerek kalmadan ben o puştun icabına bakarım.” Bu konuda ne kadar katı olduğumu bilmeyen yoktu.
Göz ucuyla Kenan’ın kıvrılan dudaklarını gördüm. “Bizi çok eğlenceli günler bekliyor.” Bu itin imalı bakışlarından ne çıkarmalıydım? “Ne yani gerçekten öyle biri var mı?” diye sorduğumda kısa bir an Nedim’in de bu konuşmaları duyduğunu unutmuştum. Kulaklıkların varlığını her zaman hatırlamıyorduk.
Kenan omuz silkerek önüne döndü. “Sürprizi bozmak istemem.”
“O piç kesin Furkan,” dedim bundan hiç şüphe duymayarak.
Furkan’ın kısık bir sesle küfrettiğini duydum. “Nedim ile aynı arabanın içindeyim ve arabayı o kullanıyor,” dedi hızlıca. “Abi bana iftira atmaz mısın? Kardeşimin kardeşine bakacak kadar kansız değilim.”
Kaza yapan bir arabanın daha yanından geçtim. “Kansız olmadığını söylüyorsan kesin sensin,” dediğimde diğer çocukların gülüşünü duyarken aynadan arkamızdaki arabada yaşanan küçük sarsıntıyı gördüm. “Sen misin lan!” diyen Nedim hepsini şarampole yuvarlamak ister gibi direksiyonu sola kırmıştı. “Kardeşimde gözün varsa seni sikmeye gözlerinden başlarım!”
Kaza yapma korkusuyla, “Ben değilim lan!” diyen Furkan’ın bağırtısını duydum. “Anam avradım olsun ki yan gözle bile kardeşine bakmadım!”
“Sen ananı sevmezsin ki puşt!” dedim. “Kendi kendini ele veriyorsun.”
Celil’in gülen sesini duyduğumda Furkan, “Asıl soru abi sen beni neden sevmiyorsun?” diye homurdandı. “Karı koca taktınız bana. Beni niye sevmiyorsunuz?”
“Bige seni seviyor!” dedim küfreder gibi. “Bu da senden nefret etmem için iyi bir sebep.” Karımın sevdiği her erkekten otomatikman nefret ediyordum. Siktir! Eski karım! Buna alışmam hiç kolay olmayacaktı ama o, kolay alışmış gibi benden eski kocam diye bahsederken çok rahattı.
Bir süre sonra sürdüğümüz izler bizi birçok arabanın yanına getirdi. Bize eskortluk yapan Ali arabasını durdurunca frene basıp hemen arabadan indim. Dokuza yakın araba rastgele yolun bir yerlerinde durarak yolu kapatmıştı Adımlarımı hızlandırdığımda Ali ve İsa’nın endişeyle baktığı yere döndüm. Yoldan çıkan o araba Gurur’un arabası mı? Araba yoldan çıkarak bir ağaca çarpmıştı.
Ön kaportası parçalanan arabadan dumanlar çıkıyordu. İki kapısı da açık olan bu araba Gurur’un arabasıydı. Korku dört bir yanımı sarıp iliklerime kadar işlerken dudaklarımdan çıkan tek isim, “Bige...” olmuştu. Karım o arabanın içinde mi?
Nabzım boğazımda atarken hızlı adımlarla arabaya ulaşmaya çalıştım ancak İsa önüme geçerken, Ali hemen yoldan inip arabaya doğru yürüdü. “Tuzak olabilir.” İsa geçmeme engel olmak için karşımda durduğunda işini hakkıyla yapmak için beni korumaya çalışıyordu. “Önce Ali kontrol etsin.”
“Karım o sikik arabanın içindeydi!” Onu iterek yoldan indim. Arabanın yanında durup içine baktığımda Bige’yi bulamamak rahat bir nefes almamı sağladı. Kaza yapan bir arabada onun cesedini bulmaktansa burada olmamasını yeğlerdim. Bige ve Gurur burada değildi.
Arabalarını durduran tüm çocuklar yanımıza geldiğinde hepimizin gözleri ormanı buldu. Gurur’un arabası da dahil buradaki arabaların hepsi boştu. Bu da demek oluyor ki ormana kaçmışlardı ve diğerleri de peşlerindeydi. Kenan kaba bir hesap yapıp, “Her arabada beş kişi olsa dokuz arabanın içinde kırk beş kişinin çıkma ihtimali var,” diyerek arkamdaki elli kişilik kalabalığa baktı. “Ormanın içi itlerle dolu olabilir, bunun bilincinde olarak tedbiri bırakmayın.”
“Dağılıp her yere bakın!” dedim kaşlarımı çatarak. “Bu ormanın içinde kuş uçmayacak. Bir an önce karım ve Gurur’u bulun bana!” Hepsi bir yere dağılırken Kenan ve diğerlerinin tüm ısrarlarına rağmen burada beklemek yerine aramalara katıldım.
İstemesem de güvenliğim için Kenan, Nedim, Furkan ve Celil benimle gelmişti. Herkes gruplar halinde ormanın bir yerlerine dağılırken duyduğum silah sesiyle Kenan ile göz göze geldik. Birbirimizin bakışlarında aynı şey vardı, yani korku. Bu silah sesi hangi tarafa aitti? Gurur ve Bige cephesine mi yoksa Şeref Kalender’in adamlarına mı?
Belimdeki silahı çıkartıp koşarak ağaçların arasına daldığımda kısık bir sesle, “Sakın beni bırakma,” dediğimin farkında değildim. “Bunu bir kez daha bana yaşatma!” Bugün bu ormanı kana bulayacak, onu tehdit eden herkesin kanıyla yıkayacağım buraları!
İkinci kez onun ölüm haberini alamam.
***
Bige Efil Saka
En önde yürüyen adam saklandığım ağacın yanından geçmek için bir adım atınca, kolunu tuttuğum gibi onu önüme çektim ve çevik bir hareketle boynunu kırdım. Adam ayaklarımın önüne düşerken diğer ikisi bağırarak, “Burada!” dedi. İki kişi koşarak bir ağacın arkasına saklanıp bana ateş etmeye başlamışlardı. Saklandığım yerden çıkmadığım için yaslandığım ağaç beni koruyordu. Kurşunlarını ne kadar çok harcarlarsa benim açımdan o kadar iyiydi.
Eğilip boynunu kırdığım adamın silahını aldım. Kurşunlar beni koruyan ağaca çarpıp durduğu için kafamı bile dışarı çıkartamıyordum. Silah sesini duyan diğerleri de buraya geleceği için bir yerde uzun süre kalamazdım. Bir süre bekleyip ateş yağmurunun dinmesini bekledim. İçlerinden biri şarjörünü değiştiriyor olmalı ki kurşun sesleri azalmıştı. Sol tarafımdaki seslerin azaldığını fark edince kafamı usulca çıkartıp dışarıyı kontrol ettim.
Gözlerim hızlıca her yeri tarayınca onu buldum. İri bedeni saklandığı ağaca sığmadığı için omuzu görünüyordu. Bir an bile tereddüt etmeden onu omuzundan vurduğumda küfrederek ağacın arkasından çıkmak gibi bir hata yaptı. İkinci kurşunum beynini dağıtırken diğer adam, “Poyraz!” diye bağırarak yerini belli etmişti.
Hızlıca ağacın arkasına yeniden saklanırken, “Senin belanı sikeceğim orospu!” diye bağırarak üst üste bana ateş etmeye başladı.
“Senin ona uzanan dilini sikerim evveliyatına koyduğum puştu!” Gurur’un sesini duyduğumda adam saklandığı yerden yüzüstü yere devrilmişti. Kafamı uzatınca onun arkasından beliren Gurur’u gördüm. Adamı kafasının tam arkasında vurmuştu. Vurduğu adamın cesedine yaklaşıp bir tekme atarak, “Şimdi kim kimin belasını sikti!” dedi hırlayarak.
Ağacın arkasından çıktığımda Gurur baştan ayağa beni süzdü. “İyi misin gelin hanım?”
Ona göz devirip böbürlenerek göğsümü kabarttım. “Tatlım ben hallediyordum. Unuttuysan peşimizdeki beş arabanın icabına bakan benim.” Aklıma gelenlerle kaşlarımı çattım. “Ama bizi bir ağaca toslayan sensin.”
Gurur’un ona tatlım dememden nefret ettiğini uzun süren araba yolculuğumuzda anladığım için özellikle böyle demiştim. Zaten o da beni şaşırtmayarak öğürür gibi bir ifade takınıp eğildi. “Sen çenenle beynimin ırzına geçmeseydin emin ol o kazayı yapmazdık.” Yerdeki adamın silahında kalan kurşunları alıp kendi şarjörüne taktı. “Bu çeneyle daha çok koca eskitirsin sen.”
Bir ayağımı sertçe çamurlu yere vurdum. “Bana bak çok üzerime geliyorsun artık!” Elimdeki silahın ucuyla yeri gösterdim. “Şimdi yere oturur ağlarım görürsün!”
Kaşlarını olağanüstü bir hızla çattı. “Hele bir dene bu sefer kırarım o boynunu!” Ormana girdiğimizden beri iki kez bunu yaptığım için çıldırmanın eşiğine gelmişti. “Çıkalım şuradan kime istiyorsan ona ağla ama beni kendinle uğraştırma.”
“Pardon, ben mi seni uğraştırıyorum? Tüm bunlar arabana bindiğim için başıma geldi, yani senin yüzünden!” Kaşlarımı çatarak ona ateş ettiğimde küfrederek son anda kendini en yakın ağacın arkasına atmıştı. “Benimle uğraşmak zorundasın çünkü uğraştığım tüm bu şeylerin sorumsu sensin!” diye bağırdım. “Anlamıyor musun, çok müşkül bir durumdayım!”
Saklandığı ağacın arkasından ağız dolusu küfrederken, “Ulan sen ne değişik bir hastasın!” diye bana bağırdı. Dışarı çıktığı an onu vuracağımı iyi bildiği için saklandığı yerden kafasını bile çıkarmıyordu. “Sana daha kaç kez anlatacağım diğerlerine ateş edeceksin bana değil!”
“Bağırma bana hasta değilim ben!” Silahı indirerek etrafıma bakıp olası bir tehlike aradım. Onunla itişirken ölmeye niyetim yoktu. “Beni siz delirttiniz!” Onu arkamdan bırakıp rastgele bir yöne doğru yürümeye başladım. “Neden herkes gibi depresyon hırkası giyip bir kavanoz çikolatayı gömmüyorum ki!” Yanından geçtiğim bir ağaca tekme atarak sinirden çığlık attım. “Herkes gibi yaşamak benim de hakkım!”
Gurur burnundan soluyarak peşimden gelirken, “Biraz daha bağır da herkes yerimizi bulsun aptal kadın!” diyerek beni azarladı. “O sesini kısmanı sağlayacaksa eve döndüğümüzde sana bir kavanoz çikolata alabilirim.” Bu herif beni hiç anlamıyordu.
Sabahtan beri her konuda birbirimizi o kadar çok sinirlendirmiştik ki, eğer peşimizdeki adamlar olmasaydı çoktan birbirimizin katili olurduk. Şu anda ortak bir hedefimiz olduğu için iş birliği yapmaya mecburduk. Gurur yanımda yürürken benimle aynı şeyi düşünüyor olmalı ki bıkkın bir sesle, “Sadece bir süre daha sana katlanmalıyım,” dedi. “Ondan sonra zevkle koparacağım o çatallı dilini ve bana ateş eden elini.”
“Tabii öncesinde ben tüm şarjörü kafana boşaltmazsam.” Ona bakıp tatlı tatlı gülümsedim. “Cinayete kaza süsü verip sevgili yeğenini birinci sırada teselli edeceğim. Belki senin ölümün bizi yakınlaştırır.”
Sinirli görünmek için yüzüne ciddi bir ifade kondurmaya çalıştı ama dudaklarından bir kahkaha kopunca pek ciddiyetini koruyamadı. “Bunu duyduğum iyi oldu. Döner dönmez Karun’u senden daha az şeytan olan bir kadınla evlenmesi için ikna edeceğim.”
Sırıttım. “Büyük ihtimalle bende o esnada Farah’ı daha az deli olan bir adamla tanıştırıyor olurum.”
Çenesinden bir kas seğirdiğinde beyninden vurulmuşa dönmüştü. “Sen harbi ölmek istiyorsun!”
Kaşlarımı alayla yukarı kaldırdım. “Senden daha fazla mı?”
Birbirimize parçalamak ister gibi bakarken bir çıtırtı duyunca aynı anda ayrılıp hemen bir ağacın arkasına saklandık. Gurur ile farklı ağaçların arkasına saklandığımız için yan yana değildik ama bulunduğumuz yerden birbirimizi görebiliyorduk. Başıyla seslerin geldiği yönü işaret ederek beni tehlikeye karşı uyardı.
Onu kızdırmak için dilimi çıkardığımda elindeki silahın yönünü bana doğru çevirdi. Ayaklarımın önündeki yeri işaret ettiğimde burnunu kırıştırarak saklandığı yerden teslim olmuş gibi ellerini kaldırdı. Birileri adım adım bize yaklaşırken yere oturup ağlamamı göze alamazdı.
Saklandığımız yerde gizlice adamları gözetlerken bu sefer beş kişi olduklarını gördüm. Adamlar ellerindeki silahlarını indirmeden etraflarını kolaçan ederek yürüyorlardı. Tam o esnada ormanın farklı bir yerinde silah sesi gelince bizi bırakıp aksi yöne doğru koşmaya başladılar. Bulunduğumuz yerde Gurur ile şaşkınca birbirimize baktık. Ateş eden biz değilsek kimdi? O adamlar silah sesinin bizden geldiğini düşünerek gitmişlerdi.
Etrafımızın tamamen güvenli olduğuna kanaat getirene kadar bir süre yerimizden hiç çıkmadık. Güvende olduğumuzu hissettikten sonra birbirimize doğru yürümeye başladık. “Bizden ve abinin adamlarından başka kim var burada?”
O da bunu bilmiyormuş gibi omuz silkti. “Belki de orman koruyucuları falandır,” demişti ki tam arkamızda, “Silahlarınızı bırakın!” diyen bir ses duyduk. Gurur ile kaskatı kesilerek arkamızı dönünce az önceki beş adamı tam karşımızda bulduk. Anlaşılan ortaya çıkmak için fazla erken davranmıştık.
Elimizde silah olduğu sürece her an tetiğe basacaklarını tahmin etmek zor değildi. Silahı yere atarak ellerimi başımın üstüne havaya kaldırdım. “Sakin olun beyler uzlaşmaya hazırız.”
“Öyle miyiz?” Gurur’un onlara doğrulttuğu silah tam tersini söylüyordu. Soğuk gözlerini adamalrdan ayırmadan tehlike kokan bir sesle, “Onlarla uzlaşan tek şey silahım olur,” dedi.
Sıktığım dişlerimin arasından, “Tatlım sen geri zekalı mısın?” diyerek onu iyice kızdırdım. “Aynı anda ateş etseniz sen bir kişiyi vururken diğer dördü tarafından vurulacaksın. İstatiksel açıdan zayıfız şimdi yavaşça indir o silahı.”
Yumuşak sözlerime aynı sakinlikle karşılık verip, “Eğer bana bir daha tatlım dersen saçından tutup kafanı bir kazan şerbete batırır ve seni tatlıya boğarım,” dedi. Silahını yere atıp başını çevirerek omuzunun üzerinden bana baktı. “Şerbetin fokur fokur kaynadığından özellikle emin olurum.”
Silahları attığımız için adamlar daha rahat bir ruh hâliyle bize yaklaşırken Gurur’a en güzel gülümsememi sundum. “Kocamın amcası pek de düşünürmüş beni.” Gözlerimi kırpıştırdım. “Ne tatlı bir düşünce.”
İçten içe sinirden köpürürken gülümsememi taklit ederek tehditlerini sıraladı. “Hayatının kalanında hep seni düşünmemi ister misin? Birbirinden farklı işkence- yani tatlı senaryolarla düşüncelerimi süslemek ister misin?”
Bizi kıskıvrak yakalamak isteyen adamlar iyice bize yaklaştığında tüm dikkatim Gurur’daydı. “Çok isterim.” Yönümüz tamamen birbirimize dönük olduğu için yaklaşan adamlar rahattı. “Benimle ilgili ne tür fantezilerin olduğunu bana anlatmak ister misin?” Sırıttım. “Ya da Karun’a? Eminim duymak isteyecektir.”
Kahkaha attı. “Oradan bakılınca sence canıma susayan biri gibi mi görünüyorum?” dediğinde bir adam dibime kadar girip kolumu yakalayınca ona doğru döndüğüm gibi suratına kafayı gömdüm. “Burnum kırılırsa mezarda bile sizi rahat bırakmam!”
Öne atılıp arkasındaki adamın eline tekme atarak silahını yere düşürdüm. Daha o tetiğe basmadan bunu yapmıştım. “Kaç defa diyeceğim burnum estetik benim!” Adamın üzerine koşup suratına yumruğumu geçirerek onu geriye püskürttüm.
O esnada adamlardan birinin alnından vurularak yere düştüğünü gördüm. Gurur’un hangi ara yerdeki silahını aldığını bilmiyordum çünkü kafa atarak yere düşürdüğüm adamın suratına tekmelemekle meşguldüm. Az önce yumruk attığım adamın yüzüme doğru gelen bıçağından son anda kurtulmuştum. Başımı geriye çekerek kendimi bıçaktan kıl payı kurtardığım için öfkeden deliye döndüm. “Yüzüm konusunda ne kadar hassas olduğumu öğrenmek üzeresin!”
Adam öne atılıp bu sefer bıçağı boynuma doğru savurunca başımı geriye çekerek bileğini havada yakaladım. Bileğini sıkıca tutarak dizimi bacaklarının arasına geçirmiştim. Yüzüme karşı böğürerek öne eğildiği an iki elimin yardımıyla bıçağı tuttuğum bileğini yüzüne doğru çevirdim ve gözüne sapladım. “Sanırım artık yüzüm konusunda şaka yapmadığımı biliyorsun.”
Bıçağı gözünden çektiğim gibi tek bir hamleyle boğazını kestim. Boğazındaki kanlar yüzüme fışkırırken ayaklarımın önüne yığılmıştı. Geriye doğru sıçrayarak, “Öğğk! Kanı ayakkabılarıma da bulaştı!” diye ciyakladım. “Spor ayakkabı pek tercih etmem ama giydiğimde de ayaklarımda temiz kalmasını isterim!”
Gurur aynı anda iki kişiyle yumruk yumruğa dövüşürken yüzüne yediği darbeyle çenesi seğirmişti. “Kocanın bok gibi parası var!” Ona vuran adamın üzerine atılıp çenesinin altına yumruğunu geçirdi. “Eminim sana birçok süslü ayakkabı alabilir.”
Az önce suratını tekmelediğim adam ayağa kalktığı an elimdeki bıçağı ona doğru fırlattım. Fırlattığım bıçağın küçük bir kısmı göğsünün sol tarafına saplanınca, “Eski kocamın!” dedim ve tekme atmak için kendi etrafımda döndüm.
“Tazminat bile almadan beni boşadı!” Daha adam bıçağı göğsünden çıkarmadan bir ayağımın üzerinden yükselip attığım tekmeyle çivi çakar gibi bıçağın tamamını göğsüne saplamıştım. “Ülkenin sayılı milyarderlerinden birinden hiç tazminat almadan boşandım. Nerenin enayisiyim ben?”
Gurur rakiplerinden birinin boynunu kırarak ondan kurtulduğunda artık karşısında tek bir kişi vardı. “Bu da senin aptallığın!” Kalan son kişiyle kıyasıya mücadele ederken güldü. “Donuna kadar almalıydın.”
Kazağımın eteğiyle yüzümdeki kanları acemice silmeye çalıştım. “Onu donsuz görmek düşlerimi süslese de don yerine servetinin küçük bir kısmı fena olmazdı,” dediğimde karnına yediği yumruğa rağmen Gurur burnundan garip bir ses çıkartarak güldü. “Gözünü seveyim benim yanımda bu kadar açık sözlü olma. Özellikle de yeğenimle olan cinsel düşlerinle ilgili konularda.”
Soğuk hava beni ürperttiği için kazağımı aşağıya çekip ayakkabılarımdaki çamur ve kanı yerdeki cesetlerden birinin üzerine silmeye başladım. “Ayakkabılarım içler acısı.” Tek sorunum buymuş gibi suratım asıktı. “İyi ki topuklu ayakkabılarımdan birini giyip kendime cinnet geçirmedim.”
“Allah bizi korumuş desene.” Üzerine çıkan adam onu yumruklarken Gurur’un durumu pek iyi görünmüyordu. Buna rağmen hâlâ bana laf yetiştiriyordu. Karnının üzerine dizini bastıran adamın sıradaki yumruğuyla acı içinde inledi. “Topuğun falan kırılsaydı halimiz ne olurdu.”
“Aynı fikirdeyim,” dedim sakince. “Kırılan bir topuk beni kahrederdi.” Üzerindeki gorili işaret ettim. “Yardım ister misin?” dediğimde birine günaydın veya merhaba der gibi sakindim. “Beş kişilerdi, değil mi?” Dudaklarımı sarkıttım. “Olamaz, sanırım o buçuk olan ve seni temin ederim ki buçuklar fenadır.”
Adamın attığı yeni bir yumrukla Gurur’un burnundan kan fışkırınca yüzümü buruşturdum. “Şanslısın ki bunun için iyi bir estetik cerrahı tanıyorum,” diyerek güldüm.
Yere eğilip silahlardan birini aldım. “Ve bunun için bana sonra teşekkür edersin.” Silahı çam yarması görünümlü gorile doğrultup tetiğe bastım. Beynini deldiğim iri adamın vücudu Gurur’un üzerine düşünce dişlerini sıktı. “Ben hallediyordum!”
“Buna hiç şüphem yok.” Gülüşümle onu kızdırmaya devam ettim. “Sen ve Kadem buçuklardan dayak yeme konusunda çok iyisiniz.” Gurur üzerindeki adamı itmeye çalışırken yerdeki adamların üzerini aradım. Birinin üzerinde bulduğum sigara paketi ve çakmağı mutlulukla kucakladım.
Paketin içinden bir dal sigara alıp yaktıktan sonra paket ve çakmağı pantolonumun cebine sıkıştırdım. Sigaradan bir nefes içime çekip, “Yardım almadan kalkabilecek misin?” diye sordum.
Kaşları çatılmıştı. “Bir insanın yardım teklifi bile nasıl bu kadar iğneleyici ve aşağılayıcı olabilir!” Güç bela ayağa kalktığında ıslak yerler yüzünden sırtı hep çamur içindeydi. Ağaçtan destek alarak güçlükle ayakta durduğunda nefes nefese kalmıştı. “Bana yardım etmek istiyorsan o çeneni kapalı tut!”
Ağzındaki kanı tükürerek cebinden çıkardığı mendili kanayan burnuna bastırdı. Başını kaldırıp yaraların ona verdiği öfkeyle bana bakmaya başlamıştı. “Mümkün görünmüyor ama birkaç dakika susmayı başarabilir misin?”
Kıkırdayarak başımı salladım. “Daha fazla konuşup buçuk yüzünden incinen egonu zedelemeyecek kadar düşünceli bir kadınım.” Yerdeki silahlardan birini alarak sırtımı ağaca yasladım. “Sen kendine gelene kadar burada sessizlik içinde sigaramı içecek ve senin için etrafı gözetleyeceğim.”
Gözlerimi kırpıştırarak ona sevimli olduğunu düşündüğüm bir gülümseme sundum. “Sana yaptığım iyilikleri Karun’a anlatıp aramızı yapar mısın? Sonuçta sana kendi estetik cerrahımı bile teklif ettim.” Burnumu kırıştırarak yüzünü işaret ettim. “Darılma ama o morluklarla artık pek de yakışıklı görünmüyorsun. Yalnız adam harbi sıkı yumruk atıyormuş.”
Sinirden Gurur’un çenesi seğirirken yeşil gözleri öfkeden çakmak gibi yanıyordu. Hissettiği agresif duygulara rağmen kendini ustaca kontrol edip, “Buluşmaya gidemedin sence ablan bu konu hakkında ne düşünecek?” diyerek tüm keyfimi kaçırdı. “Muhtemelen ikinci kez sana annenin yerini söylemeyi kabul etmeyecektir.”
Patlayan dudağının köşesi belli belirsiz kıvrıldığında şimdi benim sinirlerimle oynayan oydu. “Ve bil bakalım Karun ve Gazel’den sonra annenin yerini bilen üçüncü kişi kim?” Piç herif kartlarını nasıl oynayacağını iyi biliyordu.
Hızlı bir U dönüşü yapıp, “İstemediğin sürece canını sıkacak tek kelime etmeyeceğim,” dediğimde gülüşü genişlemişti. “Lütfen devam et ben sana engel olmayayım. Akşama kadar konuş dinlerim seni.”
Konuşursam annemin yerini bana asla söylemeyeceğinden korktuğum için dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırdım. Bunu görünce gülerek başını iki yana salladı. “Sevimli kaçık.” Bunu o kadar kısık bir sesle söylemişti ki, onu güçlükle duymuştum.
***
“Allah’ın cezası herif!” Spor ayakkabılarımdaki çamuru silerken sinir krizleri geçiriyordum. “Kurda kuşa yem olacağız burada!” Başımı kaldırıp ağacın tepesindeki tımarhane kaçkınına baktım. “Ne halt ediyorsun orada?”
Ağacın en yüksek dalına çıkmış, elindeki telefonu yukarı kaldırıp duruyordu. “Telefon çekmeyi da!” En az benim kadar sinirliydi. “Bizim uşak yerimuzi bilmezse bizim içun nasi gelsun?” Yine Karadeniz ağzıyla konuşmaya başlamıştı. Tüm gün bizim gibi konuşarak bence kendi rekorunu kırmıştı. Bende ne zaman özüne döneceğini merak ediyordum.
Oturduğum taşın üstünden kalkarak çıktığı ağaca doğru yürüdüm. “Biz niye ona gitmiyoruz?”
Telefonu yukarı kaldırıp sağa sola hareket ederken güldü. “Yolu bilmeyik.”
Ağlamamak için resmen kendimle cebelleşiyordum. “Kaybolmadığımızı söylemiştin!”
Başını eğip ağacın tepesinden bana baktığında suratındaki sırıtışı beni deli ediyordu. “Kaybolmaduk yolu bilmeyik.”
“İkisi aynı şey değil mi?”
“Değul ula.” Herhangi bir şebeke yakalamadığı için telefonu cebine koyup dikkatli bir şekilde aşağıya inmeye başladı. “Kaybolsayduk İstanbul’da olduğumizi bilmezduk. Biz sadece evin yoluni bilmeyik.”
“Bu tam olarak kaybolmak demek!” Çoktan tabanından aşınmaya başlayan ayakkabımın ucuyla inmeye çalıştığı ağaca tekme attım. “Bu dağın başında kaybolduk işte!”
“Ne çok konuşaysun sen! Böyle bir kariyi kim olsa boşar!” Elimdeki silahı kaldırıp kuş avlar gibi başının üstüne ateş ettiğimde kısık bir sesle küfredip, “Bağa bak getirmeyesun beni oraya!” dedi çatık kaşlarla. “Bende senin gibi bir deluiyle olmaktan memnun değulum!”
“Raporu olan tek kişi ben değilim!”
Arabadaki sözlerimi taklit ederek, “Nasi yani senin raporin gerçek midur?” dedi.
Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Seninki sahte mi?”
Güldü. “Hızli öğreneysun.” Ağaçtan atlayıp tam karşımda durdu. “Hava karari.” Etrafına bakarak hangi yöne gideceğimizi kestirmeye çalıştı ama her yer birbirine benziyordu. Ormanın içinde tek başımıza kalmıştık. Gurur rastgele bir yönü seçip, “Gidelum,” diyerek önden yürüdü.
Onun takip ederken soğuktan dolayı tir tir titriyordum. Ocağın başlarındayken bu karda kışta burada donacaktık. Isınmak için ellerimi kollarıma sürtmeye başladığımda başını çevirip bana baktı. Kan sıçrayan yüzüme, soğuktan moraran dudaklarıma ve kan lekeleriyle kirlenen beyaz kazağıma bakıyordu. Daha sonra bir gömlekle kalmayı sorun etmeyip üzerindeki ceketi çıkartarak bana uzattı. “Şunu üstüne geçireysun.”
Benim üzerimde kazak vardı ama onun üzerindeki şey beyaz bir gömlekti. Bu yüzden ceketini almadım. “Senin daha çok ihtiyacın var sen giy.”
Tebessüm ederek bana yaklaştı. “Senin canin bizum içun kiymetlidur.” Ceketi omuzlarıma bırakıp geri çekildi. “Tirnağun kirilsa Karun benden bilecek.” Karun’un şu anda ne hâlde olduğunu az çok tahmin ettiği için sinirden güldü. “Bir yandan da hiç bulunmak istemeyim,” deyince gülmeye başladım. Karun onu bulduğunda beni tehlikeye attığı için canına okuyacaktı.
Ceketi giyip onun yanında yürürken, “İyi üstesinden geldik,” diyerek bugün gösterdiğimiz performansa övgüde bulundum.
Gurur gülerek başını salladı. “Kaybolmayayduk daha havali olacağdu.”
“Hani kaybolmamıştık!”
Şimdi ise Karadeniz ağzıyla konuşmayı bırakmıştı. “En azından hâlâ İstanbul’dayız.” Tek teselli kaynağımız buydu.
Evet, iyi üstesinden gelmiştik ama bence yardım aldık. Şu ana kadar karşımıza bizi zorlayacak kadar çok adam çıkmamıştı. Çıkanları bir şekilde halletmiştik ama peşimizdeki dokuz arabanın içindeki tüm o adamlarla karşılaştığımızı sanmıyordum. Ormanın içindeki silah sesleri hiç kesilmemişti ve çoğu bizden kaynaklı değildi. Bizim dışımızda da birileri buradaydı.
Belki orman koruyucularıydı belki de avcılardı, bilmiyorum ama onların sayesinde ormanın içi temizlenmişti. Nereye gittiğimizi bilmeden yürürken yanında geçtiğimiz o bitkilerden birini gördüm. Kış olmasına rağmen kırmızı yapraklarını hâlâ üzerinde taşıyan bitki çok sıra dışıydı.
Dolgun, sulu ve parlak yaprakları vardı. Eğilip yapraklarını yine kopardım. Son yarım saattir yaptığım gibi yine yaprakları yiyip bir yaprağın kırmızı suyunu dudaklarıma sürmeye başladım. Bunu yaptığımı gören Gurur’un kaşları çatıldı. “Aç olduğunu biliyorum ama ne olduğunu bilmediğin şeyleri yiyip durma.”
Gereksiz yere endişelendiği için onu rahatlatmak istedim. “Yarım saattir yiyorum eğer zehirli olsalardı çoktan belirtilerini gösterirdi.” Gülümsedim. “Tadı ve kokusu güzel.”
Bu konuda bir türlü beni durduramadığı için hoşnutsuz gözlerle bakarken bakışları dudaklarımı buldu. “Bir de o şeyi dudaklarına mı sürüyorsun?”
Hüzünlü bir şekilde iç çektim. “Rujum çantada kaldı ve çantamda arabanın içinde. Kırmızı ruj ve topuklu ayakkabılar benim keskin çizgim.” Omuz silktim. “Topuklu ayakkabısız bir gün geçireceksem dudaklarımın yeterince kırmızı olduğunu bilerek kendimi teselli etmeliyim.” İkisinden biri mutlaka olmalıydı.
Gurur bana göz devirip, “Takıntılı manyak,” diye homurdanıp yürümeye devam etti.
Çamurlu yere bastıkça ayakkabılarımın etrafında ve tabanında bir katman daha çamur oluşuyordu. Bugünün çekilir hiçbir yanı yoktu. “Bige Hanım!” diyen bir ses duyduğumuzda Gurur ile göz göze gelmiştik. “Gurur Bey! Bige Hanım!” Birden fazla kişi adımızı bağırarak bize sesleniyordu. İçlerinden tanıdık bir ses daha vardı. “Bige!” diye Karun’un sesi kalbimi hızlandırmıştı.
Yüz hatlarımız gevşerken kurtulduğumuz için rahat bir nefes aldık. Onlara yerimizi belli etmek için Gurur, “Buradayız!” diye bağırarak seslerin geldiği yöne doğru koştu.
Peşinden gittiğime emin olduğu için beni bırakıp ağaçların arasına dalmıştı ancak onu takip etmiyordum. Daha doğrusu edemiyordum çünkü Gurur’un arkasından bir adım atmıştım ki görüşüm bulanıklaştı. Gözlerimi kırpıştırıp tekrar açtım ama gittikçe her şeyi daha bulanık görmeye başladım. Sanki her yer büyük bir süratle karanlığa çekiliyordu. Akşamüzeri olduğunu biliyorum ancak göz gözü görmeyecek bir karanlık için henüz zaman vardı.
Bir şeyler ters gidiyordu.
***
Karun Kalender
Feneri yerdeki cesetlerin üzerine tutarak derin bir nefes aldım. Şükürler olsun ki onlar değildi. Ormanda bulduğumuz her ceset beni endişeden deli ediyordu. Buralarda bir yerde Bige ve Gurur’un cesediyle karşılaşma fikri aklımı başımdan alıyordu. Aramalar tüm gün sürmüştü ve izler bizi bu ormana getirmişti. Şu ana dek karşımıza çıkan her adamın işini bitirerek onlar için tehlikeyi en aza indirmiştik ama ikisini görmedikçe rahatlamayacaktım. Neredesin Bige?
Saatlerdir adamlarımla bu yerin içini karış karış aramıştık ama henüz onların izine rastlamadık. Kar sürekli yağdığı için onların izini siliyordu. Aklımı kaçırmak üzereydim hangi cehennemdeler! Kenan yerdeki beş cesedi inceleyip doğrulduğunda el fenerini yerdeki cesetlere tuttu. “Bu iki cesette Bige’nin imzası var.” Başımı sallayarak onu onayladım.
Gırtlağı kesilmiş cesedi gösterdim bir gözü deşilmişti. “Bu piç büyük ihtimalle onun yüzüne saldırmaya kalkıştı.” Bige yüzü konusunda çok hassas olduğu için biri onun yüzüne hamlede bulunmadıkça kimsenin gözünü deşmezdi. Herife önce ders vermek için gözünü deşmiş, daha sonra da gırtlağını kesmişti. Gurur böyle zahmetlere girmek yerine doğrudan rakibinin boynunu kırardı.
Kenan feneri başka bir cesede doğru tutunca dudaklarım kıvrıldı. Bunun da üzerinde Bige’nin imzası vardı çünkü herifin göğüs kafesinde ayak izini bırakmıştı. Bir bıçağı adamın göğsüne saplamak için tekme atmıştı. Gurur’a ait olmayacak kadar küçük bir ayak iziydi. “Bu hareketi yaparken burada olup izlemek isterdim,” dediğimde sesimdeki hayranlığı gizlemenin bir yolu yoktu.
“Bunu ilk kez benim yanımda yaptığında büyülenmiştim.” Bu Bige’ye özel bir öldürme şekliydi. Rakibinin göğsüne bıçağın ucunu saplardı ve tekme atarak bıçağın tamamını rakibinin göğsüne gömerdi. Daha önce bunu yaptığına tanık olmuştum. Müthişti.
“Hava gittikçe daha fazla soğuyor.” Cesetleri bırakıp etrafıma bakmaya başladım. “Hâlâ buralarda bir yerlerdelerse sabahı çıkaramazlar!” Her yer birbirine benzerken hangi yöne gittiklerini kestirmek çok zordu. Ne hâlde olduklarını bilmediğim için kaybedecek zamanım yoktu.
Şu ana kadar herkes bir yerlere dağılarak onları arıyordu ama bulduğumuz tek şey cesetlerdi ya da öldürülmeyi bekleyen adamlar. Kenan cesetlerin ortasında dururken tıpkı benim gibi elindeki feneri etrafında gezdiriyordu. “Bige acaba hangi yöne giderdi?”
Küçük bir varsayımda bulunurken burnumdan nefesimi sertçe verdim. “Yalnızsa bir yerlere gitmeyip yere oturup ağlardı ve hemen sonra da ne kadar çok müşkül bir durumda olduğundan bahsederdi.” Söylediklerim Kenan’ı güldürdü ama sinirli yüzümü görünce gülmeyi kesti. Onu bulmadıkça etrafımdaki insanların gülüşü bile canımı sıkıyordu.
“Peki, sence Gurur hangi yöne giderdi?”
Kuzeyi işaret ettim. “Daima kuzeyi seçer.” Şu ana kadar bu sayede izlerini sürmeyi başarmıştık. Ormana girdiğimizden beri hep kuzeye ilerlemiştik.
Bir kez daha seçimi kuzeyden yana yaparken telsizden çocuklardan birinin, “Çok kuvvetli bir ihtimalle Bige Hanım buradan geçmiş,” diyen sesini duyduk. “Bu cesetler onun işi gibi görünüyor. Kurşunla sayılarını azaltmış daha sonra da geriye kalanların suratını dağıtmış. Ağaçtaki çamur izleri bile onun burada geçtiğini doğruluyor.”
Yakup’un, “Çamur izinden mi anladın?” diyen sesini duyduğumda Melih’in gülen sesini kulaklıktan duydum. “Sinirden ağacı tekmelediği çok açık.” Onu iyi tanıyorlardı.
Telsizi dudaklarıma yaklaştırıp, “Kapatın çenenizi de onları bulun artık!” dedim sinirle. Soğuk hava içime işledikçe onların ne durumda olduğunu düşünüp daha çok endişeleniyordum. Burada telefon çekmediği için iletişimi telsizle kuruyorduk.
Kenan, Nedim, Furkan ve Celil ile yürürken bir türlü kendimi sakinleştiremiyordum. Onları bulmadıkça da sakinleşmem mümkün değildi. “Bige ve Gurur’un tırnağına zarar gelirse Şeref Kalender’i yaşatmam! İyi durumda olsalar bile o iti yaşatmayacağım!” Tüm gün bana yaşattığı bu stres ve korkunun hesabını en ağır bir şekilde ona soracaktım!
Soğuk hava ve yerdeki çamurlar bizi yavaşlatsa da kuzeye doğru ilerlemeye devam ettik. Yanımda yürüyen Kenan tüm gün yaptığı gibi yine beni sakinleştirmeye çalışıyordu. “İkisi de başının çaresine bakacak kadar yetenekli.” Bunlar kaybetme duygusunu hiç tatmayan birinin sözlerine benziyordu ve ben kesinlikle kaybetmenin ne olduğunu çok iyi biliyordum.
“Bu kadından ve bana hissettirdiklerinden kurtulmak istiyorum.” Bastığım yeri öfkemle inletirken ihtiyacım olan tek şey karşıma fazladan birkaç adam daha çıkmasıydı. Tüm gün karşılaştığım itlerin canını almak bile yeterli gelmemişti. “383 gün boyunca bana yaşattıklarından sonra umurumda olmamalı ama umursuyorum hem de peşinden köpek olacak kadar!” Ondan kurtulmanın bir yolu yoktu.
Kenan sıkıntıyla nefesini verip kısa bir an bana baktı. “Onu unutamıyorsan onu affetmeye çalış. Başka türlü bu işkenceyi bitiremezsin.”
“Deniyorum!” dedim keskin bir sesle. “Son bir ayım onu affetmenin yollarını aramakla geçti.” Elimi sinirle saçlarımın arasından geçirip burnumdan sert bir nefes verdim. “Geri döndüğünden beri tek yaptığım şey onu affedecek bir yol aramak. Yaşadıklarımı bile hiçe sayıp gurursuzca onu affetmenin yollarını arıyorum ama olmuyor.” Bunu yapmak hiç kolay değildi.
“Onu affetmenin kıyısına bile yaklaşamıyorum. Ne zaman ona baksam kendimi bir mezar başında görürken nasıl affedeceğim?” Bana yaşattığı 383 günün hatıraları her şeyin önüne geçtiği için ona yakın olmama izin vermiyordu.
Yaşamak zorunda kaldığım şeylerin yangını bir pençe gibi yüreğimi elleri arasına alıyordu. “Ben daha önce kimseyi affetmek için bu kadar uğraşmadım.” İçler acısı halime gülmek istedim ama gülmeyi bile unutmuşken dudaklarım kıvrılmadı. “Çünkü kimseyi bu denli affetmek istemedim.”
“Ne ona affım olur ne de onunla bir sonum.” Sebep ne olursa olsun beni ölümüyle sınamamalıydı. Karşıma geçip çekip vursaydı daha az koyardı, ki daha önce beni vurmuşluğu da vardı. Beni vurduğunda bile ona gücenmemiş ve ona olan sevgimden bir şey eksilmemişti. Tüm deliliğiyle onu benimsemiştim.
“Ben sanıyordum ki o da beni seviyor, Kenan.” Karanlık ormanda yürürken başımı yavaşça salladım. “Ona olan sabrımın büyüklüğü sevgimin karşılıklı olduğunu düşünmemden kaynaklanıyordu. Bige bana 383 gün kendi yasını tutturdu. 383 günün her gecesi mezarında uyuttu ve bunun son iki haftası her yerde karşıma çıkıp beni hayal gördüğüme inandırdı.” Sevgi bu değildi, seven biri sevdiğine bu kadarını yaşatamazdı.
“Karun,” demişti ki, “Yalvardım ulan!” dedim aşamadığım bir acıyla. “Peşinden koştum, gitme diye ağladım ve dizlerimin üzerine düşüp geri dön diye yalvardım.” Burnumun direği sızlarken, “Dönmedi,” diye fısıldadım. “Beni hayal gördüğüme inandırıp her defasında çekip gitti. Bunu yaparken içi bile sızlamadı.” Bana ne yaşattığı hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Gözlerim sızlayınca soğuk havayı içime çekerek hüznümden kurtulmaya çalıştım. “Koltukta uyu dediğimde bana ne dedi biliyor musun?” İçime çektiğim nefes ciğerimi dağlarken sözleri bir kez daha kulaklarımda çınladı. “Hassastır benim bedenim, koltukta uyuyamam dedi.” Başımı sallayarak acı içinde güldüm. “Beni bir yıl boyunca kendi mezarında uyutmamış gibi bana bunları dedi.” Boktan bir herif olabilirdim ama bende bir insan evladıyım. Bu kadarını kimse hak etmezdi.
Kenan bana baktığında ormana çöken karanlığa rağmen gözlerindeki manidar ifadeyi görebildim. “On üç günün sonuna geldiğinizde ne olacak? Gitmesine izin verecek misin?”
“Evet artık onunla olmam çok zor.” Başımı omuzuma doğru eğip hislerimi gizlemeyen bir berraklıkla ona baktım. “Eskiden ona bakarken vücudum olmasa da içim ısınır, yüreğim huzur bulurdu.” Artık öyle değildi.
Derin bir vazgeçişle bakışlarımı Kenan’dan çektim. “Şimdi ise ona bakınca canım yanıyor, kalbim sızlıyor. O ölüm haberiyle sanki kendini değil, bende güzel olan her şeyi öldürdü. Bu saatten sonra ne aklıma unutturabilirim onu ne de kalbime hatırlatabilirim.” Artık akıl acıyor, kalp bırak gitsin diyordu.
“On üç güne takıntılı.” Peşimizde gelen çocuklar Bige ve Gurur’un adını bağırıp onlara seslerini duyurmaya çalışırken yürümeye devam ettim. “On üç onun için her şeyin başlangıcı ve sonudur. On üç günün sonunda kurtaracağı bir şeylerin kalmadığını anladığında zaten bağlasan bile durmaz. Bırakalım güzel bir şekilde ayrılsın evden.”
“Ciddi anlamda kendini onun gidişine hazırlamışsın.” Kenan’ın sesi bundan emin gibiydi çünkü beni benden daha iyi tanıyordu. Bu konuda düzeltilecek bir şey kalmadığını anlamaya başlamıştı. “Peki, gittiğinde yine eskiye dönmeyecek misin? Bu son bir yılda olduğun o adama tekrar dönüşmeyeceğini nereden biliyorsun?”
“Yaşadığını bildiğim için artık o adam olmayacağım.” Bir yerlerde yaşamaya devam ettiği sürece o adama dönüşmem mümkün değildi. “Beni öyle bir adama çeviren onun ölümüydü, istediğim tek şey yaşaması.”
“Korkuyorum, Kenan.” İtirafım karşısında sertçe yutkunduğunda başımı salladım. “Yine ona alışırsam bana aynı şeyleri yaşatmasından korkuyorum. Bu yüzden istesem de onu hayatıma alıp eskisi gibi onunla olamam.” Ona olan güvenim o kadar çok sarsılmıştı ki bir kez daha zaafım olmasına izin veremezdim. Bige ona olan sevgimi güçlü bir silah haline getirip bana karşı kullanmıştı. Tekrar bunu yapmayacağından nasıl emin olacaktım?
Ona o kadar güvenmiyorum ki, sırf tekrar beni sevgimle vurmasın diye onu artık sevmiyormuş gibi davranıyordum. Seni hâlâ çok seviyorum demek yerine bir zamanlar seni sevmiştim diyecek kadar güvenim sarsılmıştı.
Bir süre sonra çocuklara katılıp bizde bağırmaya başladık. Hava gittikçe daha fazla kararmaya ve soğumaya başladığı için, “Bige!” diye bağırıp ona sesimi duyurmaya çalıştım. “Kaç parsel lan bu orman!” Sinirimi buradakilerden çıkarmak ister gibi hepsine ters ters baktım. “Şu saat oldu hâlâ bulamadık. Kocaeli’nde böyle büyük bir orman mı vardı? Bu siktiğim ağaçlarının neden bir sonu gelmiyor!”
“Abi aslında sandığımız kadar hızlı ilerlemiyoruz,” dedi Furkan. “Sürekli karşımıza çıkan adamlar ve yürümemizi zorlaştıran bu çamurlar yüzünden istediğimiz hızda ilerlemiyoruz.”
“Helikopterleri getirseydiniz o zaman. Hava kararmadan önce bunu akıl etseydiniz şimdiye kuş bakışıyla onları bulmuştuk!”
“Tankları da yığalım mı abi? Emniyetin dikkatini çekecek ne varsa buraya yığalım istersen?”
“Siktiğim puştu bizim tankımız mı var?”
Furkan tam cevap verecekti ki, “Varsa da söyleme!” dedim önüme dönerek. “Aklım kayıp karımla meşgulken neden bir tankım olduğunu düşünmek istemiyorum.”
Bir türlü bulunmayan kayıpların adını tekrar seslendiğimizde Gurur’un, “Buradayız!” diyen yüksek sesi tüm gün tuttuğum nefesimi vermemi sağlamıştı.
Ciğerlerime rahat bir nefes sızarken Gurur’un sesinin geldiği yöne doğru koşmaya başladık. Şükürler olsun ki onları bulmuştuk. Sonsuz gibi gelen saatlerden sonra Gurur’un uzaklarda gelen sesi içimi bir nebze olsun rahatlatmıştı. O iyiyse Bige’de iyidir. Bige’nin hayatımdaki önemini çok iyi bildiği için canı pahasına onu koruyacağından şüphem yoktu.
Gurur’un sesini takip edince kısa sürede onu bulduk. Açık bir düzlüğe çıktığında ona doğrultulan fenerler yüzünden kolunu gözlerine siper etti. “Şu sikik şeyleri yüzüme tutmayın.” Çocuklar feneri biraz aşağıya eğince Gurur gözlerini kamaştıran ışıktan kurtuldu.
Aldığı sert darbelerden dolayı morarmaya başlayan yüzüne ve yakası kanlı gömleğine bakmak yüzümü buruşturmama neden oldu. Pantolonunun dizleri dahil her yerinde kan ve çamur izi vardı. Karşımda durup kaşlarını yukarı kaldırdı. “Amcanı tek parça halinde gördüğüne sevinmedin mi?”
“Benden beş ay küçük bir fırlama benim amcam olamaz.” Baştan ayağa alaycı bir suratla onu süzdüm. “Tek parça halinde olduğun konusunda emin miyiz? Kaportayı sağlam çizdirmişsin.” Kolunu tutarak onu önümden çektim. “Şimdi çekil yolumdan tüm gün görmeyi beklediğim yüz seninki değil.”
Onu önümden çekince hemen arkasında Bige’yi göreceğimden çok emindim ama Bige yoktu. Başımı çevirip öldürücü bakışlarımı Gurur’a diktim. “Karım nerede?” Sıktığım dişlerimin arasından bunu öyle bir şiddetle sormuştum ki, ondan boşanmama rağmen buradaki kimse onun karım olmadığını iddia etmeye cesaret edemezdi. “Gurur.” Hızlı hızlı nefesler alırken yumruklarımı sıktım. “O nerede?”
Aceleyle dönüp arkasına bakınca bulamadığı kişiyle kaskatı kesildi. Kaşları çatılırken az önce yüzünde olan gülüşü büyük bir hızla solmuştu. “Nerede lan bu kız?”
“Ne demek nerede?” Yakasından tuttuğum gibi sırtını sertçe ağaca yaslayıp, “Ona göz kulak olmalıydın!” diye bağırdım. Tam şu anda suratını dağıtıp onu paramparça edebilirdim. Çenem kasılırken sıktığım dişlerimin gıcırtısı ikimizin arasındaki sessizliği bölüyordu. “Karım hangi cehennemde!”
Yakasındaki ellerimi tutup, “Yanımdaydı!” dedi sinirli bir sesle. Kızgın bakan gözlerimdeki korkuyu da görmüş olmalı ki benimle savaşmak yerine derin bir nefes aldı. “Yanımdaydı oğlum,” dedi bu sefer daha yumuşak bir sesle. “Tüm gün onu gözümün önünde ayırmadım. İyiydi ve yanımdaydı. Seslerinizi duyunca koşmaya başladık belli ki arkada kaldı.”
Sözleri bile beni yeterince sakinleştirmiyordu. Gurur korkumun nedenini çok iyi bildiği için beni yatıştırmaya çalışarak, “O iyi,” dedi. “Birazdan burada olur.” Yakasındaki ellerimi işaret etti. “Çek artık ellerini.” İstese tek bir hamleyle kendini benden kurtarabilirdi ama bunu yapmak yerine benim çekilmemi bekledi.
Sıkkın bir ifadeyle, “Beni ona götür!” diyerek ellerimi çektim. Onu görmek için çıldırıyordum.
Gurur gömleğinin yakasını düzeltip homurdanarak önde yürümeye başlayınca onu takip ettik. Birkaç dakika bu böyle devam etmişti. Kırmızı bitkilerin çoğunlukta olduğu bir yerde durup çatık kaşlarla etrafına baktı. “Onu en son burada bırakmıştım,” demişti ki bir çığlık sesi kopunca dudaklarımdan, “Bige!” diyen korku dolu bir ses döküldü. Vücudum artçı şoklarla sarsılırken çalılıklara doğru koştum. Bu onun çığlığıydı! Bu canımın, nefesimin ve kalbimin çığlıklarıydı. Bu ses uğruna dünyayı yakıp küle çevireceğim bir kadının acı dolu çığlıklarıydı.
O iyi.
O iyi.
Siktir! O iyi olmak zorundaydı!
Çalıların üstünden atlayarak geçtiğimde koşan adımlarım önce yavaşladı, sonra da durdu. Bir uçurumun kıyısına gelmiş gibi adımlarım durmuştu. Aslına bakarsak bir uçurumun üstündeydim, gerçek bir uçurumun güvenli tarafındaydım. Tehlikeli tarafında duran Bige’di. Uçurumun tam önündeydi ve bana sırtı dönük bir şekilde duruyordu. Boşluğa o kadar yakındı ki birkaç adım daha atarsa benden sonsuza kadar gidecekti.
Bu kez sahte bir ölümle değil, gerçeğiyle beni bırakacaktı. Düşüncesiyle bile kalbim durabilirdi. Orada ne işi vardı? Diğerleri de nefes nefese yanıma geldiğinde gördükleri karşısında hepsi en az benim kadar şaşkındı. Bige kolunu kaldırana kadar elinde bir silah tuttuğunun farkında değildim. Soluğum kesilmişti. Burada olduğumuzdan habersiz uçurumun kenarında dururken kolunu kaldırdı ve elindeki silahı kafasına bastırdı. “Dur!” diye haykırıp öne doğru atıldım.
İntihara meyilliydi çünkü bunu daha önce de birçok kez denemişti. Sesimi duyduğu an irkilerek bana dönüp silahı bu sefer kalbine bastırdı. “Yaklaşma!” Beni durduran tehdidi değildi, gözlerinde gördüğüm dehşet ifadesiydi. Bige kelimenin tam anlamıyla dehşete kapılmış gibiydi.
Gözlerinde ölüm korkusundan çok daha büyük bir korku vardı. O ölümden korkmazdı, silahı kalbine bastıran bir kadını ölüm korkutamazdı. Göz bebekleri irileşmiş, kanla yıkanan yüzündeki boşluklar bembeyaz kesilmişti. Aralıklı dudakları soğuktan dolayı morarmışken nefesi bile titriyordu. Onu bu denli dehşete düşüren şeyi bulup kendi ellerimle ortadan kaldırmak istiyordum.
Kalbine yasladığı silaha korku dolu gözlerle bakıp dururken, “Bige,” dedim onu yatıştırmaya çalışarak. Sesimi duymak isteyeceği bir sıcaklıkta çıkmasına özen gösteriyordum. “Sorun nedir güzelim?” Onu ürkütmeden ve en önemlisi o tetiğe basmadan silahı almalıydım.
Adamlarımın tuttuğu fenerlerin ışığı onu tüm çıplaklığıyla görmemi sağlarken bakışları fazla boştu. Tek bir noktaya hissiz gözlerle bakarken kirpiklerini bile kıpırdatmıyordu. Sanki beni görmüyor veya sesimi doğru şekilde algılamıyor gibi görünüyordu. “Kim var orada?” deyince donup kaldım.
“Hassiktir.” Kanım damarlarımda buz keserken soğuk bir ter şakağımdan aşağı süzüldü. Soluğumu tutarak Kenan’ın elindeki feneri alıp doğrudan Bige’nin gözlerine tuttum. Gördüklerim karşısında başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Işık karşısında gözlerini bile kırpmamıştı, ışığa tepki vermiyordu.
Az önce Gurur’un gözlerini yakıp kamaştıran ışık onda işe yaramıyordu. Boğazımda bir düğüm oluştuğunda ciğerlerime yeteri kadar hava girmiyordu. “Bige.” Alacağım cevaptan ölesiye korkuyordum. “Görmüyor musun?”
Bunu tekrar yaşamak en büyük korkusuydu ve bunu yeniden yaşaması artık benim de en büyük korkumdu. Bana cevap vermek yerine, “Baba?” diyerek etrafına baktı. “Sen misin?” Ve böylelikle öldürücü darbeyi tam kalbime almıştım çünkü sesimi bile tanımıyordu.
Bembeyaz bir suratla Gurur’a döndüğümde en az benim kadar şoke olmuş görünüyordu. “Ona uyuşturucu mu verdin?” Bir yerlerde gök gürülderken bakışlarımda şimşekler çakıyordu. “Ne verdin lan ona!” Sesimi bile tanımayacak kadar ne kullanmıştı bu kadın?
Gurur’un gözleri irileşirken, “Hiçbir şey,” demişti ki aklına ne geldiyse bakışları hızla Bige’yi buldu. “Zehirlendi.” Önce bunu kısık bir sesle söyledi fakat daha sonra, “O bitkileri yeme demiştim!” diye bağırdı sinirlenerek. “Yediği o kırmızı bitkiler onu zehirlemiş olmalı!” Bitki mi?
Yemesine izin verdiği şeyler yüzünden Gurur’un tüm kemiklerini kırmayı sonraya saklayıp Bige’ye döndüm. Onu bir an önce hastaneye götürmeliydim. Aceleyle ona doğru bir adım atmıştım ki silahı kalbinden çekti ve bana doğrulttu. “Kimsin bilmiyorum ama seni öldürmek için görmeye ihtiyacım yok.” İki göğsümün arasına doğru tuttuğu silah bunu çok net gösteriyordu.
“Abi,” dedi Furkan endişeyle. “Onu dinle ve fazla yaklaşma.” Korku dolu gözleri Bige’nin üzerindeydi. “Uzun süre körlük yaşayan insanlar bazı refleksler geliştirir, karanlığa duyarlı olmak gibi. Şu anda rüzgârın sesini bile bizden daha iyi duyduğuna ve hareketlerimizden burada kaç kişi olduğumuzu bildiğine emindim. Biliyorum şaşırtıcı ama tek bir adımda yerimizi tespit edip nokta atışı yapacak kadar duyuları gelişmiş olabilir.”
“Halüsinasyon görüyor.” Bunları söylerken gözlerimi Bige’den ayırmıyordum. “Sesimizden bizi tanımamasının tek nedeni gördüğü halüsinasyonlar. Aslında kör değil ama en büyük korkusunun halüsinasyonunu yaşadığı için gördüğünü sandığı şey karanlık.” Bu belirtilerin başka bir sebebi olamazdı.
Bige bir çılgınlık yapmadan önce onu gözlerinin iyi durumda olduğuna inandırmalıydım. Körlük onda sadece büyük bir korku değildi aynı zamanda onu tetikleyen travmaların başlangıcıydı. Işığa kavuşmadıkça tüm kâbusları tek tek dirilecekti. Buna gözlerini ondan alan 13 Haziran katliamı da dahildi. Aştığı, daha doğrusu aşmaya çalıştığı kabuslarının halüsinasyonlarını görmeye devam ettikçe kaçışı ölümden arayacaktı. Yediği bitki her neyse zehri onun korkularını besliyordu.
Bir çılgınlık yapmadan önce onu durdurup kusmasını sağlamalıydım. Kusmalı ve vakit kaybetmeden hastaneye gitmeliydi. Bitkinin tek yan etkisi halüsinasyonlar olmayabilirdi. Belki de halüsinasyon onu öldürmeden önceki ilk aşamalardan biriydi. Şu anda kanında ölümcül bir zehri taşıyor olabilirdi. Kahretsin, birazdan kan kusup yere yığılmayacağının hiçbir garantisi yoktu!
Ona doğru bir adım daha attığımda kaşları çatılmıştı. Parmağı tetiğe hafifçe baskı uygularken, “Seni tekrar uyarmayacağım,” dedi korkusuz bir sesle. Omuzları dikleşti, başını kendinden emin bir hareketle kaldırdı. Beni göremese de tam karşısında olduğumu bildiği için bomboş gözlerle bakarken silahı tutan eli bile titremiyordu.
“Kim olduğunu bilmiyorum ama yeni bir adımında kendi sonunu getirmiş olursun.” İçim öyle bir titredi ki, mümkün olsa onu kollarımın arasına çekip sımsıkı sarılarak korkularını yatıştırırdım. Bige korkuyordu, hem de çok korkuyordu. Bu kadar cesur görünmesinin altında yatan tek sebep buydu.
O bir tek çok korktuğunda cesaret hırkasını omuzlarına atardı. Ne denli korktuğunu gizlemek için sergilediği bir roldü bu. “Benim,” dedim yumuşak bir sesle. “Karun.”
Tereddüt bile etmeden başını iki yana salladı. “Sen o değilsin.” Bunu söylerken o olmadığıma çok emindi. “Yalan söylemeyi kes ve kim olduğunu söyle!”
Rahatlayarak nefesimi koyuverdim. Hiç olmazsa beni hatırlıyordu. Hafızasında bir sorun yoktu sadece sesleri doğru şekilde algılayamıyordu. “Sana Karun olduğumu kanıtlayacak birçok şey söyleyebilirim ama muhtemelen her birini yalanlayacak bir şeyler bulursun.” Zihnindeki karmaşa beni yalancı çıkarmak için onu farklı yalanlara inandırabilirdi.
Kim olduğumu kanıtlamaya çalıştıkça bana inanmamak için farklı nedenlere tutunursa bu bana çok vakit kaybettirirdi. Tek önceliğim ona bir şey olmadan midesini yıkatmaktı. Kaybedecek bir saniyem bile olmadığı için kendi hayatımı riske atarak kestirmeden gitmeye karar verdim. “Burada yalnız olmadığımın farkında olduğunu umuyorum. Sana zarar vermek istesem yaklaşmak yerine bunu adamlarıma yaptırırdım. Daha sen o tetiğe basmadan işini bitirecek çok fazla kişi var burada.”
Bunları söyledikten sonra arkamdakilere bakıp kısık bir sesle, “Sıkıysa deneyin,” diyerek işimi sağlama aldım.
Bige’nin tam karşısında dururken gözlerindeki boş ifadeye bakıyordum. “Beni vurursan sende burada sağ çıkamazsın,” diyerek blöf yaptım. Dudakları alayla kıvrılınca, “Aynı şekilde annen, baban ve ablan da seninle ölmüş olur,” dedim. Dudaklarındaki alaycı gülüşü kaybolduğunda kaşları büyük bir hızla çatılmıştı. Onu kendi hayatıyla tehdit ederek istediğimi yaptıramazdım.
Kanların kuruduğu güzel yüzü sinirle kasıldığında elindeki silahı sıkıyordu. “Onların kılına dahi zarar verirsen başta sen olmak üzere ailendeki kimseyi yaşatmam!” diyerek beni tehdit etti. Tehdidi beni kızdırmalıydı ama sinir bozucu bir şekilde ateşliydi.
“Anlaşmamızın bir yolu var.”
Alay ederek güldü. “Beni ailemle tehdit eden biriyle anlaşmamın tek yolu ölümden geçer.” Açık açık bana meydan okuyordu. “Yaklaşmayı denese.”
Meydan okumasını zevkle kabul ettim. “Ateş etmeyi denesene.” Ona doğru bir adım daha attım. “Bakalım ablanın ölüm haberi kaç dakika içinde sana ulaşacak?”
Göremese bile başımın üstüne ateş edecek kadar bu konuda iyiydi. “Senin ölüm haberin kaç dakika içinde ailene ulaşır?”
“Kayıp veren sadece ben olmam.”
“Bende öyle,” dedi.
“O zaman anlaşmaya açık olmalısın.”
Yediği şey yüzünden vücudundaki titremeleri kontrol etmeye çalıştığını görebiliyordum. Bu beni daha fazla endişelendirdi. Yüzündeki kanlar ona ait değildi ama her an kan kusacak olma ihtimali ödümü koparıyordu. “Sana yaklaşmama izin ver,” diyerek ısrar ettim. “Karun olduğumu kanıtlamanın tek yolu bu!” Oyalandıkça hayatı daha fazla tehlikeye giriyordu.
İtiraz etmek için tam ağzını açmıştı ki, “Siktir etsene seni kaybetmeyeceğim!” diyerek hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm. “Beni vur ama hemen sonrasında hastaneye gideceksin!” Sözlerimdeki anlamı düşünmeye çalışırken kısa bir an bocalamıştı. Boşluğundan faydalanıp aramızdaki mesafeyi hemen kapattım ve tam zamanında elini tutup yukarı kaldırdım. Böylelikle sıktığı kurşun havaya gitmişti.
Canını yakmamaya çalışıp bileğini hafifçe bükerek silahı elinden aldığımda bana direnmeye çalıştı. Ancak hamlelerini ustaca savuşturup bileklerini yakaladım. Karşı koymak için tekme atmaya yeltenince, “Kendin anla!” diye bağırıp ellerini yanaklarıma bastırdım. “Bana direnmeyi bırak ve kim olduğumu kendin anla!”
Elleri yanaklarımla buluşunca önce hareketleri yavaşladı, daha sonra da tamamen durdu. Hızlı hızlı nefesler alırken bileklerini usulca bıraktım. “Beni tanıman için sesimi duymaya ihtiyacın yok veya beni görmeye.” Bileklerini bıraksam bile ellerini yüzümden çekmemişti fakat hareket de etmiyordu. Hiçbir şey yapmadan göğsümdeki bir noktaya görmeyen gözlerle bakıp duruyordu.
“Bige yap şunu.” Bir türlü alışamadığım bir isimle ona hitap ederken üzerine eğildim. “Parmaklarını kullan güzelim.” Çenesini yumuşak bir dokunuşla tutup başını kaldırdım. “Gerçek anlamda ilk kez benim olduğun o gece, aynı zamanda benimle tanıştığın geceydi.” İlk sevişmemizde yüzümü belleğine kazıdığını biliyordum. O gece ve devamındaki birçok gece de bunu yapmıştı. Gözlerini kaybetmekten ölesiye korktuğu için yüzüme dokunarak zihnine kazımıştı.
“Hadi,” diye yalvardım ona. “Yap bunu.” Kaybedecek zamanımız yoktu. Onu zorla kucağıma alıp buradan götürebilirdim ama tanımadığı bir yabancıyla gitmemek için karşı koyup direnirdi. Bu da bize vakit kaybettirirdi. Kim olduğumu anlarsa bana zorluk çıkarmazdı.
Bekleyişlerimi hayal kırıklığına dönüştürerek, “Hayır,” diye mızmızlanarak suratını astı. “Bu kadar müşkül bir durumdayken bir yabancıya dokunmayacağım.” Ellerini yüzümden çekmeye yeltenince hemen bileklerini yakalayarak ona engel oldum. “Yavrum bak sinirleniyorum başlatma şimdi müşküliyetlerinden!” Ellerini sertçe yüzüme bastırdım “Yap şunu!”
“Yapmayacağım!” diye inat etti. Zehirlendiği için soğuk terler döküp deli gibi titriyordu. “Sen benim kocam değilsin!” diyerek ellerini çekmeye çalıştı. “O olsaydın sana dokunmamı istemezdin.” Küçük bir çocuk gibi sızlanıp ayağını yere sertçe vurdu. “Ben kocamı istiyorum çağırın gelsin!” Kocam deyişi yok mu, beni benden alıyordu.
Kocam demesinin hâlâ aynı etkiyi bırakmasına hayret ettim. Uzun zaman önce durduğuna inandığım kalbim tam şu anda atmaya başlamış gibi hızlanmıştı. Göğsümü tekmeleyen şiddeti öyle büyüktü ki kaburgalarımı parçalayabilirdi. Beni hâlâ kocası olarak görüyordu.
Yaşadığım küçük mutluğu hızla geldiği yere gönderip kendimi toparlamaya çalıştım. Bir kez daha ona teslim olamazdım. Şu anda bunları düşünecek zaman değildi, önceliğim onun hayatıydı. “Ellerin on üç saniye boyunca yüzümde kalırsa seni bırakıp gideceğim,” diyerek ona reddedemeyeceği bir teklif sundum. Özellikle on üçten bahsetmem bu sayıya olan takıntısından kaynaklanıyordu.
Bileklerini benden kurtaramıyordu ve neredeyse göğsüme değecek kadar bana yakındı. Bu yakınlıkta tekme de atamıyordu. Benden kurtulmanın yollarını düşünemeyecek kadar zehrin etkisindeydi. Bu yüzden hiç istemese de başını sallayarak kabul etti. “On üç saniye sonra beni bırakıp gideceksin.”
Kabul etmesinin rahatlığıyla, “Emrin olur,” dedim. Çeyrek mafya beni nasıl zorlayacağını iyi biliyordu. “Şimdi dokun bana.”
Bu sefer kendi isteğiyle başını kaldırdı. Gördüğü tek şey karanlıktı ama nefesimin sıcaklığını yüzünde hissedecek kadar başını kaldırmıştı. Üzerine eğildiğim için birbirimize çok yakındık. Kıvrımlı kirpikleri titreşirken gözlerini yumarak derin bir nefes aldı. Parmaklarını yavaşça yüzümde hareket ettirince tüm vücudum kasılmıştı. Bana dokunmasını bile özlemiştim.
Avuç içlerini yanaklarıma bastırdığında parmak uçları elmacık kemiklerimde gezindi. Dokunuşu vücudumu bir taşa çevirip kaskatı kesilmeme neden oluyordu. Ellerinin bıraktığı his aklımı başımdan alıyordu. Avuç içleri sakalıma sürtündükten sonra çenemde gezindi. Parmakları yüzümde tatlı bir sızı bırakırken ona tanıdık gelen hatlarla biraz gevşemeye başlamıştı.
Yüzümdeki ellerini kaydırıp alnımdaki belli belirsiz çizgilere dokundu. Bunu yapmak onu hep rahatlatırdı çünkü parmaklarıyla benimle tanışmak onu hep mutlu ederdi. Titreyen parmakları kaşlarıma sürtünürken belli belirsiz kıvrılan dudaklarını gördüm. Küçük tebessümünü koruyarak parmak uçları gözlerime doğru kaydı. Gözlerimi kapatarak ona teslim olmuştum.
Bunu yapması sadece onun hoşuna gitmiyordu. Yüzümdeki elleri masaj gibi geliyor, bana huzur veriyordu. Parmaklarıyla birini tanıması uzun sürdüğü için bu konuda çekimserdi. Geçmişinde birileri onun bu alışkanlığından rahatsız olmuş olmalı ki bu konuda çok çekinceleri vardı. Ancak ben onun bu huyundan rahatsız olmuyordum. Saatlerce sürse bile parmaklarıyla dokunarak beni tanımasına izin verebilirdim. Dokunuşu rahatsız etmek yerine içimde kıvılcımlar yaratıyordu.
Lakin ilk kez bunu hızlı bitirmesini istiyordum çünkü hayatı buna bağlıydı. Onu zehirleyen şeyi bir an önce kusmalıydı. Titreyen parmakları bir süre göz kapaklarımda gezindi, daha sonra işaret parmağı burnumun üzerinden düz bir şekilde aşağıya indi. Yüzümde dokunmadığı tek bir nokta bile bırakmamıştı. Gözlerimi açtığımda onun gözleri hâlâ kapalıydı. Elleri başladığı yerde yani yanaklarımda durmuştu.
Daha sonra ensemi kavrayıp alnım alnına değecek bir şekilde beni üzerine çekti. Allah şahit ya tam şu anda soluğu kesilene kadar onu öpmek istiyordum. Ilık nefeslerimiz birbirine çarparken kirpikleri titreşerek aralandı. Beni görüyor mu, bilmiyorum ama küçük bir gülümsemeyle, “Merhaba,” diye fısıldadı. Bugün bir kez daha benimle tanışmıştı.
Yüzünü ellerimin arasına alıp kıyamayan gözlerle ona baktım. “Merhaba.” Bir kez daha ona yenilerek kalbimin tüm odacıklarını açar gibi merhaba demiştim.
“Sesin neden farklı?” Artık ben olduğumu biliyordu, beni tanımıştı ama sesimi hâlâ doğru şekilde algılamıyordu. Bu yüzden kulağına gelen yabancı sesi yadırgıyordu. “Daha sonra anlatırım şimdi bana güvenmene ihtiyacım var.” İhtiyatlı gözlerle ona bakarken, “Bana güveniyor musun?” diye sordum.
Aynı soruyu o bana sorsaydı sarstığı güvenim yüzünden ona hayır derdim ama o, başını hızlıca sallayıp, “Hem de her konuda,” diyerek beni dumura uğrattı. Benim ona olan güvenimi yıkarak bana güvenmeyi öğrenmişti.
Ondan biraz uzaklaşıp omuzunu tuttum. “Madem her konuda bana güveniyorsun o zaman şimdi söylediklerimi yapmalısın.” Omuzuna baskı uygulayarak yere diz çökmesini sağladım. “Kusmalısın.” Midesinin yeterince bulandığını tahmin etmek zor değildi. Kendini tutmak yerine yediği her şeyi çıkarmalıydı.
Kalkmaya çalışarak, “Hayır,” diye sızlandı ama kalkmasına izin vermedim. “Karnım çok ağrıyor kusamam.” Böyle olmayacaktı yanına diz çökerek onu zorlamaya devam ettim. “Yediğin bitki seni zehirledi. Tekrar görmek istiyorsan yediğin her şeyi çıkarmalısın en azından bir kısmını.” At kuyruğunu yumruğuma dolayıp başını eğdim. İki parmağımı ağzına sokarak midesini zorlamaya başladım. “Hadi çıkar hepsini.”
Başını çekmek için direndi ama buna izin vermedim. Ağzının içindeki parmaklarım yüzünden boğuk bir sesle, “Bu çok mide bulandırıcı,” diye sızlandı. “Bunu görmeni istemiyorum.”
Parmaklarımı biraz daha derine itip ısrarımı sürdürdüm. “Yapacağın hiçbir şey midemi bulandırmaz. Şimdi yap şunu!”
Başta çok direndi ama boğazını tıkayan parmaklarım yüzünden öğürmeye başladı. Karnındaki kasılmayı hissettiğim an parmaklarımı çektim. Kontrolü dışında başını eğip öğürerek kusmaya başlamıştı. Kendini kusmaya zorladıkça yüzü kızarıyor, gözlerinden yaşlar geliyordu. Onu zorladığım şey yüzünden benden nefret ediyor olmalı ama bittiğinde daha iyi hissedeceğine emindim.
Halüsinasyonlarının son bulmasının tek çaresi buydu. Midesinden bir şey kalmayana kadar kustu hatta mide özsuyunu bile çıkarmıştı. Bu beklediğimden de iyi bir gelişmeydi yediği her şeyi çıkarmasını beklemiyordum. Bir süre sonra nefes nefese başını geriye çekip, “Bi-bitti,” diyerek elinin tersiyle dudaklarını sildi.
Çok fazla titrediği için kendi kusmuğunun üzerine düşmesin diye kollarını tutarak onu ayağa kaldırdım. Dizleri titrerken ayakta zor duruyordu. Hâlâ beni göremiyor olmalı ki boşluğa bakıp, “Be-ben,” diye kekeledi. Vücudu arkaya doğru sendeleyince hemen onu kucağıma aldım. Kusmak onu çok yorduğu için halsiz bir şekilde başını göğsüme yaslamıştı. “Karun.” Uykulu bir sesle mırıldanıp göğsüme sokuldu. “Başım çok dönüyor.”
“Her şey yolunda.” Onu buradan çıkartıp hastaneye götürmek için hızlı adımlarla yürümeye başladım. “Harika bir iş çıkardın.”
Suratını asarak yüzünü göğsüme gömdü. “Kusmak harika değil.”
“Hayatın buna bağlıysa kötü bir şey de değil.”
“Uyuyacağım.”
“Deneme bile.”
Ormandan çıkana kadar onu konuşturup bir şekilde uyanık kalmasını sağladım. Yerler çamurken ve kucağımda o varken onu ormandan çıkarmak hiç kolay olmamıştı. Bir süre sonra kollarım ağrımaya başlamıştı ama onu başkasının taşımasına da izin vermedim. Göğsümdeki sıcaklığının kaybolmasını göze alamazdım. Onu kucağımda tutarak arabaya bindiğimde Gurur hemen sürücü koltuğuna geçmişti.
Kenan ise hiç vakit kaybetmeden ön koltuğa oturdu. Bige’nin durumundan dolayı Gurur hemen gaza basarak buradan uzaklaşmamızı sağladı. İstanbul’a geri dönmekle vakit kaybetmek yerine Kocaeli’nin içine girip en yakın hastaneye gidecektik. Kustuktan sonra Bige’nin titremeleri durmuştu. Solgun yüzü yavaş yavaş normale dönerken yola çıktığımızdan beri gözlerini hiç açmamıştı.
Mahsun bir ifadeyle kollarımın arasında dinleniyordu. “Gözlerini aç, Bige.” Ellerimi ondan uzak tutamadığım için parmaklarımın tersiyle yanağını okşadım. “Aç şu gözlerini.” Yanımdayken ellerimi üzerinden çekemiyordum.
“Yapamam.” Bana direnirken sesi ağlamaklı çıkıyordu. “Açtığımda değişen bir şey olmazsa ne yaparım?” Dudakları titrerken kapalı kirpiklerinin arasından bir damla yaş süzüldü kanlı yüzüne. Yine ilk gözyaşı sol gözünden akmıştı. “Ya bir daha göremezsem?”
“Böyle bir şey asla olmayacak.” Tekrar o karanlık dünyaya dönmesine izin vermezdim. Gözlerini kaybederse onun için yeni kornealar bulabilirdim. Kime ait olduğuna bakmaksızın bunu yapardım. Söz konusu o olunca ahlaki değerleri düşünmezdim.
Yüzünde gezinen parmaklarım onu rahatlatıyor olmalı ki, bir süre sonra cesaretini toplayıp gözlerini araladı. Soluğumu tutarak beklemeye başladım. Gözlerinde bir sorun yoktu gördüğü halüsinasyon yüzünden her şeyi karanlık görmeye başlamıştı. Kustuğu için bitkinin zehrini vücudunda atmıştı bu yüzden bana kocaman gülümseyip, “Seni görüyorum,” deyince dudaklarım kıvrıldı. Göremediğini söyleyecek diye çok korkmuştum.
Uyaran gözlerle ona bakıp kaşlarımı yavaşça çattım. “Bir daha bilmediğin şeyleri yeme.” Kör olduğunu düşündüğü için kafasına ve kalbine bastırdığı o silah ölüm sebebim olabilirdi.
İntiharı bu kadının aklından söküp çıkarmalıydım. Canı her yandığında ilk düşündüğü şeyin intihar olması beni deli ediyordu. Buna daha önce iki kez kalkışmışken bugün bana üçüncüyü yaşatmıştı. İlk seferinde gözlerimin önünde bir çatıdan atlamıştı ve ikinci seferinde saçındaki tokayı çıkartarak göğsünü bir kurşuna açmıştı. Bugün ise engel olmasaydım kendini vuracaktı.
Ölüm aklında büyük bir yer edinmişken ona yaşamayı öğretmeliydim. Canı yandığında ölümü düşünmek yerine yaşamaya çalışmalıydı. Tüm gün yaşadığı şeylerin yorgunluğuyla kollarımda esnemesi uzun sürmedi. Göz kapakları gittikçe kapanırken burnunu göğsüme sürterek kokumu içine çekti. “Uyandığımda da bana karşı bu kadar iyi olacak mısın?”
Hayır, ama bunu ona söylemedim. Bakışlarım benim yerime gereken her şeyi söylemiş olmalı ki yenilgi içinde gözlerini yumdu. Uykuya dalmadan hemen önce dudaklarından, “Yarım mı kaldık biz şimdi?” diye bir soru dökülmüştü.
O kadar hızlı uykuya dalmıştı ki iç çekerek, “Sol yarımken mi?” dediğimi duymadı.
Ama evet, yarım kalmıştık
Yorumlar