Roman
  • 01/12/2025

6-MASA ALTI OYUNLAR

“Eskiden gözlerim görmüyorken insanlar daha iyi ve dünya daha aydınlıktı. Şimdi görüyorum ki ışık sandığım şey aslında yalan ve dolandan ibaretti.”


Karşımdaki devasa yapıt akıllara durgunluk veriyordu. Hayretler içinde kalarak Kalender malikânesinin görkemini izliyordum. Bu yüksek duvarların ötesinde bile uzun kuleleri görünüyordu. Beşiktaş’ta her şey ateş pahasıyken ister istemez malikânenin değerini merak ettim. Duvarlardan dolayı hepsini göremiyorum çünkü tıpkı cezaevi gibi dört tarafı boyum kadar olan uzun duvarlarla çevriliydi. Başımı çevirince Duha’nın malikânesini de gördüm. İkisi gerçekten karşı karşıyaydı. Onun da etrafı büyük duvarlarla çevriliydi. Böyle tam karşısına denk getirmek için acaba kaç tane ev yıktılar?

Etraflarındaki evlerin doğru düzgün bahçesi bile yoktu çünkü hepsi uzun binalardan oluşuyordu. O binadaki dairelerde insanlar üst üste yaşıyor ve bir avuç toprağa hasret kalıyorlardı. Fakat Karun ve Duha sanki iki kepçeye binmişler ve bu merkezi yere dalıp çoğu binayı yıkarak kendilerine kocaman, bahçeli bir yaşam alanı oluşturmuşlardı. Komşularını çok kıskandırdıkları apaçık ortadaydı.

Duvarlardan ötürü Karun’un malikânesinin sadece üstü görünüyordu. Ancak Duha’nın malikânesi daha büyük olmalı ki en üst katı duvarlara rağmen görünüyordu. Şirketin intikamını böyle almış olmalıydı çünkü şirketleri kıyaslayınca da Karun öndeydi. Her konuda yarışıyorlar ya, acaba aynı kadına âşık olsalar ne yaparlardı? Büyük ihtimalle o zamanda en iyi kim diye yarışırlardı.

Kapının yanındaki güvenlik kulübesine yaklaştım. Anlaşılan eve girmek için bile güvenlikten geçmeliyiz. Cama tıklatıp, “Merhaba,” dedim. Adam camı indirince onun bakışlarının hedefindeyken, “Karun Bey’i görmek istiyorum.”

İri kıyım biri olduğu için bana olan sert bakışlarından biraz korktum. Muhatap olduğum herkese karşı yüzde kaç gibi bir şansım olduğunu düşünmeyi bırakmalıydım. Sanki beynim tamamen dövüşmeye programlanmış gibi ne zaman korksam hemen kazanma ve kaybetme şansımı analiz ediyordum. Babam hep derdi ki bu doğuştan savaşçı olan insanlara özgü bir düşünce tarzı. O kadar eğitime kimi zorlasa ondan da bir savaşçı yaratırdı.

Her an kör bir kurşunun hedefi olacağım diye tetikte yaşamak çok zordu.

Biri bana sesini bile yükseltse hemen onu bir tehdit olarak görüyordum.

İri kalıbına rağmen adamın, “Kimsiniz?” diyen sesi oldukça kibar çıkmıştı. “Karun Bey’in geleceğinizden haberi var mıydı?” Anlaşılan yine soru cevap kısmı başlamıştı.

“Şey aslında evime gelmek için onun iznine ihtiyacım yok.” Sevimli olduğunu düşündüğüm bir şekilde ona gülümsedim. “Bilirsiniz bir kadının yeri kocasının yanıdır.” Açık pencereden kolumu soktum ve tanışmak için ona elimi uzattım. “Bu arada ben Bige Saka Kalender.”

Son kısmı söylediğim an gözlerini irice açarak, “Şu meşhur Saka mı?” dedi şaşkın bir sesle. Anlaşılan burada pek bir ünlüydüm.

Gülümseyerek başımı salladım. “Ta kendisi,” dediğim an oturduğu sandalyeden telaşla ayağa kalktı. Sanırım elimi sıkmayacaktı. Zaten küçücük pencereye eğilip elimi uzatmam da biraz garip görünüyordu. Elimi çekerek bir adım arkaya doğru attım.

İri adam ondan beklemediğim bir saygıyla hemen ceketinin önünü düğmeledi. “Hoş geldiniz, Efil Hanım,” dedikten sonra aceleyle küçük masasında duran telsizi aldı. Telsizi dudaklarına yapıştırıp, “Efil Hanım geldi kapıları açın,” dedi. Efil mi? Kendimi tanıtırken ona göbek adımı söylediğimi hatırlamıyorum. Anlaşılan benim hakkımda çok fazla bilgiye sahiplerdi.

Demir kapı otomatikman açılırken, “Karun Bey evde mi?” diye sordum. Başını iki yana salladı. “Kenan Bey ile çıktılar ve hâlâ dönmediler.” Gözlerimin içine manidar bir şekilde bakıp, “Ama Rengin Hanım evde,” deyince ne anlatmak istediğini anladım. Seni neyin beklediğini bil diyordu.

Başında siyah bir şapka olan bu koca adama içten bir şekilde tebessüm ettim. Kafam kadar şişkin kasları vardı. Ona baktıkça aklıma Hulk geliyordu. Badem gibi olan siyah gözleri çekikti ve tıknaz bir yüzü vardı. Kaşındaki dikiş izleri ve boğazında boylu boyunca görünen yara izi insanı korkutuyordu. Ama aynı zamanda bu yaraların sebebini sorgulatıyordu. Otuzlu yaşların ortasında gösteriyordu ama korkutucu, iri vücuduna rağmen bana dost canlısı biri gibi gelmişti.

İnsanları görünüşünden dolayı yargılamayı bıraktığımızda belki de dünya daha yaşanabilir bir hale gelecekti. Onu görür görmez hemen kafamda bir saldırgan profili oluşturduğum için kendimden utandım. Yaka kartındaki ismine bakıp, “Teşekkür ederim, Celil,” dedim.

Daha fazla oyalanmadan derin bir nefes alıp bahçe kapısından içeri girdim. Kapıdan adımımı içeriye atar atmaz kendimi harikalar diyarına girmişim gibi hissettim. Büyülenmiş gözlerle etrafıma bakarken, “Vay canına,” diye fısıldadım. “Muhteşem.”

Bir sanat eserine bakar gibi karşımdaki malikâneye bakıyordum. Alt katındaki uzun kolonları göze çarpan üç katlı bir yapıttı. Üst kattaki çoğu pencerenin bir balkonu olması iç açıcıydı. Fakat hiçbiri çatı katındaki teras kadar merak uyandırmıyordu. Küçük bir sarayı andıran malikânenin kubbeli çatısının tam ortasında büyük bir pencere vardı. O gördüğüm şey pencere mi yoksa kapı mı, emin değilim ama terasa açılıyordu. Terasın korkuluklarını saran sarmaşıklar büyüleyici görünüyordu.

Adım attıkça gördüğüm şeyler beni daha fazla etkisi altına alıyordu. Yürüdüğüm bu yol özel dekoratif taşlardan oluşuyordu. Dümdüzdü fakat taşların üçgen şeklinde bir kesimi vardı. Malikâneye giden yolun sağında ve solunda sığ süs çalıları vardı. Hepsi de sanki cetvelle kesilmiş gibi bir düzlükteydi. Birinin bile tek bir yaprağı diğerini geçmiyordu. Aynı boyda ve aynı hizadaydılar. Çalıların oluşturduğu desen x işaretini andırıyordu. Bahçedeki yeşillik alan bir golf sahasına benziyordu. Tek bir çimin bile diğerlerini geçemediği yemyeşil bir düzlükteydi.

Duvar boyunca uzanan ağaçların gölgesinde piknik yapmak çok güzel olabilir. Bahçede bir kamelya bile görmüştüm lakin tek bir çiçek bile yoktu. Etrafıma hayran gözlerle bakıp yürüyor, beni izleyen ürkütücü korumaları görmezden geliyordum. Evet, siyah giyen adamlar bahçenin farklı yerlerinde ciddi bir suratla nöbet tutuyordu. Hepsinin bana attığı kaçamak bakışları üzerimde hissediyordum.

Malikânenin kapısı açılınca durdum çünkü Rengin dışarı çıkmıştı. Geldiğimi ona bildirdikleri için dışarı çıkmıştı. Fakat yalnız değildi sağında ve solunda bir adam vardı, üstelik arkasında da dört adam vardı. Beni onlarla yaka paça dışarı attıracakmış gibi yolun tam karşısında duruyordu. Aramızda on metre varken ikimizde durmuş birbirimize bakıyorduk. Arkasına aldığı adamlarla gözümü korkutmaya çalıştığını biliyorum.

Bu duvarların arasında beni öldürse cesedimi bile bulamazlardı. Büyük ihtimalle Karun’da arkada hiç kanıt bırakmadan cesedimi ortadan kaldırırdı. Eğer yaptığı iğrenç röportajı okumasaydım buradan hemen kaçıp gidebilirdim. Fakat o röportajın öfkesini taşırken korku bile beni buradan gönderemezdi. Rengin’e doğru yürümeye başladım. Beni aklayan yeni bir röportaj yapmadıkça benden kurtulamazdı.

Attığım her adımla birbirimizi daha iyi görüyorduk. Onun bakışları rakibine bakar gibi eleştireldi fakat benim bakışlarım öylesineydi. Benden bir veya iki yaş büyük diye biliyorum ama tam emin değilim. Okuduğum bir dergide onun yirmi sekiz yaşında olduğundan bahsediyordu. Aynı zamanda bir moda ikonu olduğu için sık sık dergi kapaklarını süslerdi. Zaten ona baktıkça bunu daha iyi anlıyordum.

Siyah saçları düzdü ve çenesinin hizasında kestirdiği için yüzü daha yuvarlak ve boynu daha ince görünüyordu. Bir saç kesimiyle istediği hatları nasıl ortaya çıkaracağını iyi biliyordu. Aramızdaki mesafe azaldıkça gözlerinin üstüne far bile sürmediğini görebiliyorum. Bal sarısı iri gözleri yeteri kadar dikkat çekiyordu zaten, bu yüzden gözleri için ekstra bir şeyler yapmamıştı. Fakat kirpiklerinin bu kadar uzun olduğunu sanmıyorum. Takma kirpik kullandığına eminim çünkü arada bende kullandığım için normal bir kirpikle arasındaki farkı biliyordum.

Dolgun yanaklarında şeftali çiçeği tonlarında hafif bir allık vardı. Bu bile çok belli olmuyordu. Dudaklarına pembe bir ruj sürmüştü bunun dışında hiç makyaj yapmamıştı. Benim aksime fazla doğaldı. Makyaj yapmayı sevdiğimi inkâr edemem. Bunun güzel veya çirkin olmakla bir ilgisi yoktu çünkü evdeyken bile makyajsız mutfağa bile girmezdim. Sanırım kendimle ilgilenmeyi seviyordum. Yalnız başına evde yemek yerken bile bir davete katılacakmış gibi özenle hazırlanan bir deliydim.

Rengin bir malikâneden çıkmasına rağmen üzerinde salaş bir tişört ve pantolon vardı. Fakat ben havaalanında dönen birine göre fazla şıktım. Üzerimde yarım kol, bisiklet yaka siyah bir elbise vardı. Elbise vücut hatlarımı ortaya çıkartacak kadar dardı ve dizlerimin bir karış üstünde bitiyordu. Diz kapaklarımın hizasına kadar gelen siyah çizmelerimin topuğu zeminde tok sesler çıkartıyordu. Çizmeler yumuşak deriden yapıldığı için bir çorap gibi bacaklarımı sarmıştı.

Saçlarım açık olduğu için her adımımla dalgalanıyordu. Bu yüzden kulağımdaki uzun küpelerin ucundaki elmaslar sallanıyordu. Bir şeyleri güzel taşıyabiliyorsan bence istediğin her şeyi istediğin yerde giyebilirsin. Aramızda birkaç adım kala durduğumda sanırım yeteri kadar beni izleme fırsatı olmuştu. “Senin burada ne işin var?” diye ilk konuşan o oldu. Yakından bakınca daha da güzel bir kadındı. Fakat bıkkın gözlerle bana bakıp, “Hiç gururun yok değil mi?” demesi pek de güzel değildi.

Düz bir şekilde ona bakıp alaycı bir ifadeyle güldüm. “Gurur mu?” Bana bunu söylemiş olamazdı. “Gururum olduğu için bu evdeyim.” İnsanların onuruyla bu şekilde oynanmayacağını göstermek için buradaydım. Kime bulaştığı hakkında hiç fikri yoktu çünkü ben çetin cevizdim.

Karşısında bir sokak kadını varmış gibi bakıyordu. İğreti dolu bakışları beni zerre kadar etkilemiyordu çünkü ben umursamaz tavrımı korudukça daha fazla sinirleniyordu. Eğer rahat dursaydı zaten şimdiye kadar Adana’da olurdum. Benden kurtulma şansı vardı ama rahat durmayıp benim gibi bir kadını bu eve getirtmişti.

Rengin bir şeyler söylemek için dudaklarını araladığı esnada bahçe kapısından giren arabalarla susmak zorunda kaldı. Başımı çevirerek arabadan inen kişiye baktım. “Hadi bakalım,” diye mırıldandığımda sesim kimseler tarafından duyulmasın istedim. “Başlıyoruz.”

Karun gelmişti.

Karun’un arabadan inişini ruhsuz gözlerle izledim. Arabanın kapısını eliyle ittiğinde kolu kısa bir anlığına arkaya doğru uzanmıştı. Gözlerinin değdiği ilk kişi karşımdaki kadındı. Rengin’e bakınca gözleri aradığı kişiyi burada bulmanın huzuruyla doldu. Onun gitmesini istemiyordu. Kafasını küçük bir açıyla çevirince istenmeyen misafiriyle karşılaştı ve o gözlerdeki huzur kayboldu. Gözlerinin mavisine yerleşen soru işareti neden buradasın? der gibiydi.

Rahat dursalardı burada olmazdım.

Onu ilk gördüğümde boyu bir doksan gibi gelmişti lakin korktuğum için midir bilemem ama her adımıyla gittikçe büyüyor gibiydi. Korkum sanki aramızda doğaüstü bir şeyler başlatıyor ve korktukça o, büyüyor ve ben küçülüyordum. Oysaki benim boyum da bir yetmiş dörttü. Fakat zoraki bir şekilde göz göze geldikçe o bir deve dönüşüyor, ben ise birazdan ayakları altında ezilecek olan parmak kız oluyordum. Korkum beni her yönden zayıflatmaya başlamıştı. Bu iyi değildi, hiç iyi değildi.

Karun nişanlısının yanındaki yerini aldığında o da karşımda durdu. Kısa bir an başını eğip Rengin’e baktı. Onun tüm endişelerini söküp almak ister gibi elini onun beline koydu. Parmakları Rengin’in ince belini sarmıştı. Yanındaki kadını cesaretlendirirken karşısındaki kadını korkutuyordu. Rengin başını kaldırıp ona belli belirsiz gülümseyene kadar onun iyi olduğuna ikna olmadı. Rengin’i üzecek hiçbir şey söylemediğime ikna olunca nihayet başını usulca benden tarafa çevirdi.

Bana olan bakışları Rengin’e bakarken olduğu gibi aynı düzlükteydi. Biliyorum garip ama Rengin’e olan bakışlarında huzur görmüştüm ama daha fazlası yoktu. Ona baktığı gibi bana da bakıyordu. Nasıl mı? Bir boşluğa bakar gibi. Karşısındaki kadın ona yabancı ama yanındaki nişanlısıydı. İkimize de aynı hissizlikle baktığının farkında mıydı? Yanındakine hissiz bakamazsın.

Düşünce seline dalıp gittiğimi onun asabi sesini duyana kadar fark etmedim. “Evimde ne işin var?” dediğinde sinirli bakışlarıyla adeta insanın içini delip geçiyordu.

Korkuyorum, ürküyorum ve acayip derecede tırsıyorum. Fakat buna rağmen öfkeme sarılıp korkumu gizlemeye çalıştım. “Seninle evli çıktığımdan beri başıma gelmeyen kalmadı.” Beni çoktan terk eden cesaretime eve dönüş çağrısı yapmaya başladım. “Dışarıda can güvenliğim olmadığı için burada yaşamaya karar verdim.” Umarım nankör cesaretim çağrıma cevap verirdi aksi takdirde ruhumu teslim etmek üzereyim.

Karun duyduklarından sonra sinirden adeta zangır zangır titrerken dişlerinin arasından, “Karar verdin ve buraya geldin öyle mi?” dediğinde tıpkı cesaretim gibi onun da sabrının onu terk etmek üzere olduğunu anladım.

“Evet.” Masumca başımı salladım. “Karar verdim ve geldim.” Yürek mi yedim diye düşünmüyor değilim ama zaten böyle anlarda hep fazla korkusuz korkak olurdum.

Karun başını küçük bir açıyla Kenan’a doğru çevirdi ve “Vur şunu!” dedi. Ne? Vursun mu beni? Göğüs kafesimin içinde kanatlarını çırpan saka kuşu, her an uçup gökyüzüne süzülebilirdi. Evet, kalbim bir kuşa dönüşmüş gibi kafesine sığmıyordu. Neden sürekli bunu yaşıyordum?

Karşıma çıkan herkes beni vurmaya çalışıyordu!

Kenan bile duyduklarına şaşırıp, “Karun?” diye mırıldandı. Ona yanlış yaptığını anlatmak ister gibi bakarken, “Bu iyi bir fikir olmayabilir,” dedi.

Karun’un kaşları kızgınlıkla çatılmıştı. “Avukatı sende duydun,” dediğinde Kenan’a bakıyordu ama sözleri banaydı. “Davayı geri çekmiş ve tekrar bir dava açmak için belli bir zaman geçmesi gerekiyormuş,” dedikten sonra başını yavaşça çevirdi ve iğrenircesine yüzüme baktı. “Bir metresle evli kalacağıma onu öldürür dul kalırım daha iyi!” dediği an havada bir tokat sesi yankılandı. Tokadın şiddeti öylesine yüksekti ki bahçedeki tüm korumaların yutkunuşunu duyabiliyordum. Rengin gözlerini irice açmış, Kenan ne yaptın sen der gibi tokadın sahibine bakıyordu. Evet, Kenan bana bakıyordu.

Ona tokat atmıştım.

Ona vurmak planlarımın arasında yoktu ama her şey bir anda olup bitti.

Avucumun içinde soğuk teninin ısısı kalırken soluğumu tutarak başıma gelecekleri beklemeye başladım. Attığım tokadın şiddetiyle Karun’un başı omzuna doğru savrulmuştu. Ağır ağır başını bana doğru çevirmeye başladığında nefes alamadığımı hissettim. Yüzündeki kaslar korkutucu bir şekilde seğirirken bana dönünce arkaya doğru yavaşça bir adım attım. Boynundaki damarların belirgin bir hale gelmesi bana hayal ettiğimin çok üstünde dehşet korkular yaşatıyordu.

Göz göze geldiğimizde gözlerinin mavisinde gördüğüm ölü ruhlarla bir adım daha arkaya doğru attım. Evet, kanına girdiği kurbanlarının ruhlarını gözlerinde taşıyormuş gibi gözlerinin mavisine ölümün kasveti sinmişti. Yumruklarını sıkmaktan yanındaki ellerinin parmak boğumları gerilirken, “Sen!” diye hırlayıp üzerime yürüdü. “Başına gelecek her şeyi hak ediyorsun!” dedikten sonra belindeki silahı çıkardığı gibi kalbime bastırdı. Olamaz, bunu da ilk kez yaşamıyordum!

Karun’un parmağı tetiğe baskı uygulayacağı esnada gözleri arkamda bir yere kayınca durdu. Ne oldu bilmiyorum fakat silahını indirerek çatık kaşlarla arkama bakmaya başlamıştı. Başımı çevirince bahçeye giren bir araba gördüm. Karun bu yüzden silahını indirmişti çünkü gelen kişinin bunu görmesini istememişti. Araba bahçeye girdikten sonra durdu. İçinde Duha ve Kadem çıkınca gözlerimi irice açtım. Bu ikisinin burada ne işi vardı?

Kadem’in aksine Duha’nın üzerinde ceketi yoktu. Ütülü beyaz gömleği ve tek çizgili pantolonun içinde oldukça şık görünüyordu. Gözlerindeki güneş gözlüğünü çıkartarak bize doğru yürüdü. Onu görmek bile Karun’un sinirlerini tepesine çıkardığı için, “Eceli gelen herkes kapımda bitiyor!” diye küfretti. Buraya gelmeden önce boşanma davasını geri çektiğim için çok sinirliydi. Üstüne Duha’nın buraya gelişi onu deliye çevirmişti.

Yanında Kadem dışında hiç koruması olmayan Duha, o kadar rahattı ki sanki babasının evine geliyordu. Bana bir kez bile bakmadan gelip yanımda durduğunda şimdi Karun’un karşısında olan oydu. Kenan ceketinin önünü düğmeleyip, “Hoş geldin abi,” dediğinde Karun dişlerini sıkarak derin bir nefes aldı. Kenan, Duha’ya hoş geldin mi dedi?

Duha başıyla Kenan’a selam verdi. “Hoş buldum koçum,” dediğinde hayretler içinde onlara bakıyordum. Bunlar düşman değil miydi?

Kadem’de beni iyice şaşırtarak ellerini önünde birleştirip Karun’a baktı. “Kusura bakma abi destursuz geldik,” diye büyük bir saygıyla konuşunca şimdi de Duha sinirden yumruklarını sıkıyordu. Beynim yanmış olabilir.

Karun, Kadem’e babacan bir tavırla bakıp, “Senden ötürü bir kusur yok,” dediğinde ikinci şokumu yaşıyordum. Biri beni aydınlatabilir mi, bu tam olarak ne biçim bir düşmanlıktı? Kafam karıştı birbirlerini sevmiyorlar ama birbirlerinin adamını seviyorlar mı?

Duha ve Karun karşı karşıya durmuş buz gibi gözlerle birbirine bakarken Karun soğuk bir sesle, “Hayırdır, Tunus?” diye sordu. “Seni kapıma getiren nedir?”

Duha’nın gözleri kısa bir an Rengin’e kaydığında Rengin’in gerildiğine yemin edebilirim. Bir suçlu gibi bakışlarını hızla Duha’dan kaçırmıştı. Duha derin bir nefes alıp yeniden Karun’a döndü. Çok ciddi bir açıklama beklediğimi itiraf ediyorum fakat Duha, Karun’a bakarken gayet ciddi bir ifadeyle, “Son zamanlarda bahçeme dadanan tilkiyle bir ilgin var mı?” dediğinde Karun’un yüzünün aldığı ifadeye kahkaha atabilirdim. Ne dedi? Tilki mi?

Duha bunu hayati bir meseleymiş gibi sormuştu.

Karun’un kaşları yavaşça çatılırken ne saçmalıyorsun der gibi ona bakıyordu. “O siktiğim beynindeki tilkilerden biri kaçmış olmasın!”

Duha durum kontrolü yapar gibi birkaç saniye sustuktan sonra kendinden emin bir şekilde omuzlarını dikleştirdi. “Hayır, kafamdakilerin sayısında bir eksilme yok,” dedikten sonra suçlarcasına Karun’a baktı. “Senin tilkin değil mi o?”

Herkes şaşkınlık içinde bu ilginç konuşmaya tanıklık ederken Karun başını eğerek elindeki silahı işaret etti. “Sayısının tam olduğuna emin misin?” Başını kaldırdı ve tehditkâr gözlerle Duha’ya baktı. “Kafanı dağıttıktan sonra senin için onları sayabilirim!” Benim yüzümden zaten yeterince sinirliyken Duha onu daha çok kızdırıyordu.

Karun’un aksine Duha öfkesiyle hareket etmediği için sakinliğini koruyordu. “Hiç yakışıyor mu sana bu tür oyunlar? Tilki sana aitse sorumluluğunu üstlenmelisin,” dediğinde sinirden delirttiği adama kınar gibi bakıyordu. “Cami avlusuna çocuk bırakır gibi insanların bahçesine tilki bırakamazsın, Kalender.”

“Senin kapına bırakacağım tek şey silahımdan çıkan kurşunlar olur,” diyen Karun bahçe kapısını işaret etti. “Şimdi terk et evimi.”

Duha tam olarak neyin peşinde, anlamadım ta ki gözleri beni bulana kadar. “Çıkan haberler doğru mu?” derken güya Karun ile konuşuyordu ama gözleri açık bir şekilde üzerimdeydi. “Demek gerçekten gizlice evlendin?”

Sanki bütün bunlar onun başının altında çıkmamış gibi hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıyordu. “Şunun şurasında komşuyuz beni düğününe davet etmediğine inanamıyorum.” Özellikle Karun görsün diye haddinden uzun bana baktığını biliyorum. Baştan ayağa en ince ayrıntısına kadar beni izlerken gözlerinde beliren beğeni bile planlı olmalıydı. “Beni karınla tanıştırmayacak mısın, Kalender?” derken sesinde hissettirdiği hayranlığın bile bir sebebi olmalıydı. Neyin peşindeydi?

“Ben Bige.” Karun’u beklemeden ona ben kendimi tanıttım. Sanırım Duha’nın ne yapmak istediğini sonunda anlamıştım. “Üzgünüm kalıp sohbet etmek isterdim ama gitmem gerekiyor. Bu evlilik yüzünden çok fazla kişi tarafından aranıyorum.” Oyunbaz bir sesle konuşup suratımı astım. “Kendime kalacak daha güvenli bir yer bulmalıyım,” dedikten sonra başımı çevirip Karun’a dik dik bakmaya başladım. “Burada kalmaktan vazgeçtim.” Elinde tuttuğu silahı gösterdim. “Burası da benim için yeteri kadar güvenli değil,” dediğimde Karun son derece ciddi bir suratla bana bakıyordu.

Gitmek üzereyken Duha, “Bir dakika,” diye beni durdurdu. Sanki Karun burada hiç yokmuş gibi bana yaklaşıp kendi malikanesini gösterdi. “Karun’un karısını ağırlamaktan şeref duyarım. Güvenli bir yer arıyorsan kapım sana her zaman açık,” dedikten sonra sırıtarak Karun’a döndü. “Karını ağırlamamı sorun etmezsin, değil mi?” Tamamen iyi niyetinden yapıyormuş gibi bir duruş sergiliyordu ama Karun’a tam tersi şeyler düşündürttüğünü iyi biliyordu.

Duha usul usul Karun’u zehirleyip onu manipüle etmeye başladı. “Sonuçta bugünden itibaren bu kız senin karın olarak anılacak. Onunla ilgili her şey Karun’un karısı olarak bilinecek,” derken sinsice sırıtıyordu. “Burada tamamen komşumun itibarını düşünüyorum. İyi niyetimi göstermek için karını ağırlayabilirim,” dediğinde Karun kan beynine sıçramış gibi kaskatı kesildi. Onun soyadını taşıyan bir kadının düşmanlarından birinin evinde kalması büyük bir dedikodu malzemesi olabilirdi.

Heyecanlı görünmeye çalışarak Duha’ya döndüm. “Çok sevinirim.” Usta bir rol sergileyip ona minnetle gülümsedim. “İstanbul hakkında hiç bilgim yok bir süre sizi rahatsız etmek zorundayım.”

Duha benimle flört eder gibi yumuşak bir sesle, “Beni her zaman rahatsız edebilirsin,” dediği an dişlerini sıkan Karun, ona doğru bir adım attı fakat Kenan hemen kolunu tutarak onu durdurdu. Kenan ona bunu yapmaması gerektiğini söyler gibi bakınca Karun kolunu sertçe çekti. Gözlerinin mavisi hiddetli bir şekilde Duha’ya bakarken, “Karımı ağırlamak senin haddine değil!” diye hırladı. Daha sonra başını çevirip sinirli gözlerini bana dikti. “İçeri geç!”

Duha’nın da istediği tam olarak buydu ama bunu ona belli etmedi. Ona Karun’un evine geleceğimi söylediğimde Karun’un beni öldürmeye çalışacağını tahmin etmişti. Bu yüzden apar topar buraya gelerek onu kışkırtmıştı. Duha gerçekten istediği şeyleri almasını iyi biliyordu. Aklım bunlarla meşgul olduğu için içeri geçmek yerine hiç kıpırdamadım. Karun bunu yanlış anlayıp Duha’nın teklifini düşünüyorum sandı. Sinirden çenesi seğirirken, “Saka,” dedi son kez uyarır gibi. “Eve geç!”

Duha’nın yanında Karun’un benimle tartışmak istemediğini anladığım için onları bırakıp eve yürüdüm. Arkamda her an birbirinin gırtlağına çökecek iki adam bırakarak malikaneye girdim. Tüm hizmetçiler meraktan hole toplandığı için beni görünce hepsi çil yavrusu gibi bir yere dağıldı. Tam olarak hangi odaya gideceğimi bilmediğim için etrafıma bakarak holde oyalandım. Burayı bana satsınlar çünkü çok güzeldi. Acaba fiyatı ne kadardı?

Yabancı gözlerle etrafıma bakarken giriş katın zemini dikkatimi çekti. İtalyan mermeriyle yapılmıştı evet, bu tür şeyleri tahmin etmeyi seviyorum. Başımı çevirip bakınca elle boyanmış kanvas duvarları gördüm ve gülümsedim. Üstelik giriş katı 19.yüzyıl Versace panellerinin yanı sıra Sistine Şapeli’nin tozunu andıran bir tavana sahipti. Kesinlikle bana satmalılar.

Yukarıyı merak ettiğim için merdiveni tırmanmaya başladım. Her basamakla Yunan anahtar desenli, bordürlü merdiveni biraz daha inceliyordum. Tek bir toz dahi yoktu. Malikâne fazla ferah ve temiz görünüyordu. Üst kata çıkınca buradaki koridorda karşılıklı duran oda kapılarını gördüm. Çok fazla oda vardı ama ben çatı katındaki terası merak ediyordum. Cam gibi olan zemin daha yeni dikkatimi çekiyordu. Avusturya parkesiyle yapıldığı çok açıktı.

Mozaik tavanlar boyalı duvarlarla uyum içindeydi. Her katın farklı bir temaya sahip olduğunu görebiliyorum çünkü bu kat İngiliz neoklasik malikanesinden esinlenilmiş gibiydi. Çatı katına çıkmak için tekrar merdivene yönelmiştim ki durdum. Ne yapıyorum ben? Zoraki bir şekilde girdiğim bir evin çatı katına çıkamazdım. Birazdan içeri girdiklerinde evin içinde gizlice dolaştığımı görmek kimsenin hoşuna gitmezdi. Sonuçta ben burada istenmeyen misafirdim.

Hemen aşağıya inip giriş katın holünde beklemeye başladım. Bari birileri beni oturma odasına falan buyur etseydi. Dışarıda araba sesi duyunca Duha’nın gittiğini anladım. Bu beni daha çok korkuttu çünkü Duha gittiğine göre Karun artık rahat rahat işimi bitirebilirdi. Bir yanında Rengin diğer yanında Kenan dururken hızlı adımlarla içeri girdiğinde burnunda soluyordu. “Çiçek!” diye bağırırken sinirden yeri göğü inletiyordu.

Sağ taraftaki holden hizmetçi önlüğüyle bir kız koşarak gelince Karun, “Şunu al gözümün önünde!” diye beni gösterince kaşlarımı çattım. Şu dediği kişinin bir adı vardı.

Yüzüme bile bakmayan hayvan herif hizmetçiye beni göstererek, “Bundan sonra sizinle kalacak,” dedi buz gibi bir sesle. “Kendi şahsi işlerini kendi yapacak. Biriniz bile ona yardım ederseniz kendinizi kapıda bulursunuz!” dediğinde zavallı kız korkarak başını hızla salladı.

Çiçek’i rahat bırakıp bana doğru yürüyüp karşımda durdu. Sinirden hızlı hızlı nefesler alırken, “Müştemilatta kalacaksın!” dedi üzerine basa basa. “Benim iznim olmadan dışarı bile çıkmayacaksın. Daha fazla senin yüzünden sorun yaşamak istemiyorum. Boşanma gerçekleşene kadar attığın her adımdan haberim olacak. Malikaneye girmen yasak, özellikle Rengin’in canını sıkacak bir şey yapmayacaksın!” dediğinde bu benim için ölümcül bir uyarıydı. Zaten cevabımı bile beklemeden hızlı adımlarla yukarı çıkmıştı. Yüzündeki o iğreti ifadeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım!

Evi de onun olsun nişanlısı da! Buraya bunun için gelmedim.

Çiçek yanıma gelip mesafeli bir sesle, “Benimle gelin, Bige Hanım,” deyince ona zorluk çıkarmadan onu takip ettim. Rengin’in yanından geçerken en az nişanlısı kadar kötü bakıyordu.

Dışarı çıktığımızda bahçenin batı tarafına doğru yürüdük. Çalışanların kaldığı müştemilatlar malikâneden bir kilometre uzaklıktaydı. Evet, hepsi aynı bahçenin içinde olmasına rağmen çalışanların kaldığı yer bir hayli uzaktı. Çiftlik evi gibi enine doğru uzanan iki katlı bir eve doğru yürüyorduk. Çiçek önde yürürken beni bilgilendiriyordu. “Toplamda on yedi odası var, üst katta evli olanlar kalıyor alt katta bekarlar. Güvenlikte sorumlu olan korumaların kaldığı yer malikânenin diğer tarafında,” dedikten sonra başını çevirip bana gülümsedi.

“Hiç boş odamız yok ama benimle kalabilirsiniz,” dediğinde bunu çekingen bir sesle sormuştu. Yirmi üç yaşlarında sevimli bir kız gibi görünüyordu. Özellikle iri gözlerini kırpıştırarak benden cevap beklemesi onu daha da sevimli gösteriyordu. Küçücük bir yüzü olan ve sarı saçlarını sıkı bir topuz yapan zayıf bir kızdı. Saçlarını çok sıkı bağladığı için gözleri kısılmıştı. Yeşil gözleri hâlâ aynı merakla bana bakıyor, sormak istediği bütün soruları güçlükle dizginlemeye çalışıyordu.

Kibirli biri görünmemeye çalıştığım için tebessüm etmek için kendimi zorladım. “Seninle aynı odayı paylaşmak beni mutlu eder,” dedim ama içten içe çıldırıyordum. Müştemilatta kalmak nedir ya! Evsiz değilim ki böyle bir yerde kalayım. Benim zaten bir sürü evim vardı!

Bugün yaptığı her şey o adama misliyle dönecekti!

***

Akşam olduğu için malikânedeki çalışanların işi bitmişti. Hepsi müştemilata dönünce Çiçek beni onlarla tanıştırmıştı fakat hepsi düşman gözlerle bana bakıp durmuştu. Rengin’i çok seviyor olmalılar ki onun üzerine kuma gelmişim gibi davranıyorlardı. Zaten Çiçek ile paylaştığım oda da yeteri kadar büyük değildi. Canımı asıl sıkan şey akşam yemeğini sadece kendileri kadar hazırlamış olmalarıydı. Beni yemeğe bile çağırmamışlardı. En azından davet edebilirlerdi.

Düşman gözlerle bana bakan o insanlara tahammül edemediğim için bahçeye çıktım. Akşam olduğu için en azından bahçede kimse yoktu. Malikâneye ait bölgeden itinayla uzak durduğum için bahçenin o tarafına geçmiyordum. Aman Karun Bey’i kızdırmayalım! “Zorba!”

“Bana burada köle hayatı yaşatacağını düşünüyorsa büyük yanılıyor!” diye telefonda Duha’ya dert yanıyordum. “Daha ilk günden hizmetçilerden bile kötü muamele görüyorum.”

Duha son yarım saattir yaptığı gibi beni sakinleştirmeye çalışıyordu. “Aklını kullanırsan o evin hanımı bile olabilirsin. Çalışanlar Rengin’i sevdikleri için sana cephe almıyorlar güçlü olanın yanındalar.” Karun’un Rengin’e verdiği değerden dolayı Rengin’i tuttuklarını savunuyordu. Sonuçta evin beyi kimi severse gelecekteki hanımları o olacağı için doğru kişiye yaranmaya çalışıyorlardı.

“Bir avuç çalışanın ne düşündüğü umurumda değil.” Hamağa doğru yürüdüm. “Benim istediğim bu eve hanım olmak değil bana yapılan haksızlığı ödetmek.”

“Onun da sırası gelecek,” diyen Duha beni nasıl yatıştıracağını iyi biliyordu. “Bir süre oradakilerin sana alışmasını bekle daha sonra hepsini avucumuza alacağız. O eve girmen bizim için büyük avantaj.” Yani evdeki düşman bendim öyle mi? Duha şu haber işini halledene kadar bekleyeceğim ama daha sonra onun için de çalışmadığımı görecekti. En büyük zararı bana Duha vermişken ona casusluk yapacak değilim. Duha’nın günahı Karun’un yaptıklarından daha büyüktü. Zamanı var, Duha’dan alacağım intikamın da zamanı vardı.

Bu adamlar henüz neler yapabileceğimi bilmiyordu.

İki taraflı oynayıp ikisinin de canına okuyacağım.

Telefonu kapatıp hamağa uzandım. Gökyüzündeki yıldızları izlemek rahatlatıcıydı. Elimi kaldırıp yıldızlardan birine doğru tuttum ve daha sonra işaret parmağımı başka bir yıldıza kaydırdım. Bu hareketi birkaç yıldıza doğru yapınca gözlerim doldu. “13 Haziran yaklaşıyor çocuklar,” diye fısıldadım. “Orada bana da yer var mı?” Diğer elimin parmakları saçlarımdaki siyah kurdeleli tokanın üzerinde oyalanırken iç çektim. Bu yas hiç bitmeyecekti.

“Ablam da vardı,” diye mırıldandım yıldızları izlerken. “Babamın iki kızı vardı peki, neden ben?” Ablam annemlerin tutulduğu depodaydı ama onlar bir beni arabaya koyup başka bir depoya götürmüşlerdi. O adamın, ”Küçük olan kızı al,” dediğini iyi hatırlıyorum. Sanki birini anneme bırakmışlardı birini de öldürmek için seçmişlerdi.

Küçük bir bebekte vardı aramızda.

“Bitmiyor,” diyen sesim içliydi. 13 Haziran’ın üzerimdeki etkisi asla bitmiyordu.

Hamakta oturup çantamdaki sigara paketini çıkardım. Bırakmaya çalıştığım için biraz tereddüt ederek pakete bakıyordum. Nefsim irademden daha baskın çıktığı için paketin içinden bir dal çıkartıp yaktım. Serhat veya başıma gelen rezil evlilik yüzünden değil, 13 Haziran’ın stresiyle dumanı içime çektim. Annem de içerdi. Babam sigara içtiğimi bile bilmiyordu. Güldüm. Babam neyi biliyor ki?

Duman aralıklı dudaklarımın arasından havaya karışırken içim buruktu. Babamın hiçbir şey bildiği yoktu. Tek kötü alışkanlığım belki içtiğim sigara olabilirdi ama zihnim fazla kirliydi. Babam kirletti orayı. Önce kirletti sonra da temizlemek için hiçbir şey yapmadı. Bir uzmandan yardım almam gerektiğini ona söylediklerinde, ”O bir asker kızı atlatacak!” demişti.

Atlatmak için beni zorladı ve bir süre sonra ona görmek istediği kişiyi verdim. Her şeyi atlatmış, geçmişte bırakmış küçük kızı. Babamın görmek istediği buydu. Bazen ablamın kaçıp gitmekle en doğru kararı verdiğini düşünüyordum. Babam zor biriydi. Ablam giderken beni yanına almamıştı. Son olanlardan sonra onun için artık babamdan bir farkım yoktu.

Gazel benim aksime asi ve cesaretliydi. Normalde de babamın kuralları altında yaşamaktan hiç hoşlanmazdı. Son olanlar onun için bardağı taşıran son damlaydı. O gün ben kalan olmuştum o ise giden. Şimdilerde yirmi dokuz yaşına basmış olmalıydı. Onu en son çocukken gördüğüm için bir gün es kaza karşılaşırsak ablamı tanıyamamaktan korkuyordum. Acaba arada da olsa bende onun aklına geliyor muyum?

Gözlerime akın eden yaşlarla burukça gülümsedim. Beni aklına bile getirmiyordur. Benimle ilgili iyi anıları yoktu. Derin bir nefes alıp, “Bilmiyordum, Gazel” diye mırıldandım. “Bir şeyleri bilecek yaşta değildim.” Bazen düşünüyorum onu evden kaçıran sebep tam olarak neydi? Babamın yaptıkları mı yoksa benim yaptıklarım mı?

İçtiğim sigaranın sonuna gelince izmaritini yere atarak ayağa kalktım. Çizmemin ucuyla sigara izmaritini söndürerek çantamdaki naneli sakızlardan birini ağzıma attım. Bu nefesimin sigara kokmasını engellerdi. Parfümü çıkartıp üzerime sıktıktan sonra müştemilata yürümeye başladım. Karnım çok acıktı. O suratsız hizmetçileri görmezden gelerek kendime bir şeyler hazırlayacağım.

Ağaçların arasından çıkıp bu geceyi geçireceğim eve gelince Çiçek beni kapının önünde bekliyordu. Beni görünce, “Bige Hanım,” diye bana doğru yürüdü. “Kenan Bey az önce buraya geldi. Karun Bey sizi görmek istiyormuş,” dediğinde gözlerindeki soru işareti neredeydin der gibiydi.

“Tabii,” dedim alayla. “Karun Bey emretmişse gitmemek olmaz.” Söylenerek malikânenin olduğu yöne doğru yürümeye başladım. Bir kilometre mesafede nedir yahu? Anladık geceleri çalışanlar ayak altında dolaşsın istememişler ama bu kadar yolu topuklu çizmelerle gitmek de hiç kolay değildi. Ayrıca ben gece neyle uyuyacağım? Üzerimdeki elbiseyle mi? Çırılçıplak uyurum daha iyi!

Mesafelere söve söve malikânenin önüne geldim. Korumalar dışarıda nöbet tutuyordu ve Kenan arabanın yanında duruyordu. Beni görünce elindeki telefonu cebine koydu. “Arabaya geç Karun birazdan gelir.” Kısacası eve sakın girme diyordu.

“Çağır gelsin,” dedim aynı soğuk ifadeyle. “Beni buraya çağırdıysa bekletemez.”

Beni duymuyormuş gibi gözleriyle yanında durduğu arabayı işaret etti. “Arabaya geç bekle.” Bana emir verip durması canımı sıkmaya başladı.

Dişlerimin arasından, “Çağır gelsin,” diye onu uyardım.

Kenan kaşlarını çatarak, “Bana bak-” demişti ki, “Çağırın gelsin!” diye sesimi yükseltince böyle bir çıkış beklemediği için irkildi. Ben ne birini bekletirim ne de beklerim. Dakik biri olduğum için bu benim süregelen bir alışkanlığımdı. O adam zaten daha önce sınırlarımı bir kez zorlayıp beni sekiz saat bekletmişti. Tüm haklarını tek bir seferde kullandığı için artık bir dakika bile onu beklemezdim.

Kenan’a bakıp küçük bir çocuğun haylaz inadını ödünç almış gibi,  “On üçe kadar sayarım,” dedim. “Daha sonra giderim ve tekrar gelmem. Bir, iki, üç…” diye saymaya başladım.

“On üç mü?” Şaşırdığını gizleyemedi. “Genelde üç olmuyor muydu?”

“Bende farklı işliyor. Dört, beş, altı, yedi…”

Kenan beni tersleyerek, “Saymayı bırak!” diye sinirle konuştu. “Gelir birazdan.”

“Sekiz, dokuz, on.”

“Çocuk gibi davranıyorsun!”

“On bir, on iki ve” Gözlerine içine sırıtarak baktım. “On üç.” Arkamı dönüp geldiğim yola doğru yürüdüğüm esnada Kenan arkamdan, “Bak geldi işte!” diye bağırdı ama dönüp ne ona baktım ne de dışarı çıkan Karun’a. Neden gittiğimi Kenan ona açıklar artık.

Hızlı adımlarla malikâneden uzaklaşıp tekrar müştemilata geri dönmüştüm. İçeri girmek için kapıya yönelmiştim ki duyduğum araba sesiyle arkamı döndüm. Karun’un arabası evin önünde durmuştu. Arka kapı açılınca dışarıya Karun çıktı. Onu buraya getirtmemden memnun olmadığı için kaşları hafif çatıktı. Bu sefer üzerinde lacivert bir takım vardı ve her zamanki gibi fazla karizmatik görünüyordu. Sakallarını biraz kısaltmıştı ama çok fazla değil.

Sinirlerine hâkim olmaya çalışarak bana arabanın açık kapısını gösterdi. “Geç.” Bana bir daha emir verirse bu sefer bir tokattan daha fazlasını yapacağım.

Onu zerre kadar umursamadan merdivenin basamağına oturarak ayaklarımı rahatça uzattım. Ne yaptığımı sinir haliyle izleyen adama bileğimdeki saati gösterdim. “Malikâneye gitmem yedi, dönmek ise dokuz dakikamı aldı. On altı dakikanın telafisini almadan hiçbir yere gitmiyorum.” Kenan’da arabadan inince ikisi kısa bir an göz göze geldiler. Birbirlerine olan bakışları bu ne diyor der gibiydi.

Tek kaşını yukarı kaldıran Karun’un, “Telafi mi?” diyen buz gibi sesi kulaklarıma ulaştığında mavilerini bana dikmişti. “Ne istiyorsun?”

“On altı dakika beklemen dışında hiçbir şey.” Sakince konuşup omuz silktim. Her şekilde onu bekleteceğim için çantamdaki sigara paketini çıkardım. Bir dal sigarayı dudaklarıma yerleştirdiğimde Karun, dudaklarımın arasındaki sigaraya baktı ve kaşlarını garip bir ifadeyle yukarı kaldırdı. Gözlerinin içine bakarak sigarayı yakıp büyük bir nefes içime çektiğimde, “İsa!” dedi ters bir sesle. “Bige Hanım’ı arabaya bindir!”

O öyle sanıyordu.

Korumalardan biri bana doğru yürüyünce dudağımın köşesi kıvrılarak Karun’a baktım. “Bence hiç denemesin.” Sakin bir sesle konuşup sigaramı içmeye devam ettim. Aklı varsa üzerime adamlarını salmazdı.

İsa denen adam kısa bir an ona baktı fakat Karun beni işaret edince adam bana doğru yürüdü. Sigaradan son bir nefes çektim ciğerlerime ve kalanını yere bastırıp söndürdüm. İsa kolumu tutmak için bana doğru eğilmişti ki, bacağımı kendime doğru çekip tüm gücümle karnına tekme attım. Tekmenin şiddetiyle arkaya sendeleyince son basamaktan dolayı ayağı boşluğa geldiği için yere düştü.

İsa ayağa kalkıp ceketinin tozlarını silerek Karun’a döndü. Sonuçta patronunun karısıydım bu yüzden karşılık verip vermeyeceğini bilmiyordu. Karun’un gözleri üzerimde oyalanırken ayaklarımı yeniden basamaklara uzattım. Onun gözlerine bakıp dudaklarımı araladım ve ciğerlerime hapsettiğim dumanı usulca havaya bıraktım. Duman yüzümde süzülürken yüzümü yalıyor, kirpiklerimin arasına sızıyordu.

Karun beni şeffaf bir dumanın arkasında izlerken ne oldu, bilmiyorum ama yutkundu. Sanki o ciddi kabuğu kısa bir anlığına çatlamış gibi yüzünde anlam veremediğim bir ifade oluşmuştu. Gözlerini benden ayırmadan, “Kenan,” dedi tuhaf bir sesle. “Kaç dakika kaldı?”

Telafi süresini bekleyecekti.

Kenan bileğindeki saati kontrol edip, “Daha on dakika var,” derken Karun’a bakıyor, gerçekten bekleyecek miyiz? der gibi gözleriyle ona soru soruyordu.

Beklediler evet, gerçekten geriye kalan on dakikayı beklediler. Bu ilk kez yaptığım bir şey değildi çünkü beni bekletme cüretini gösteren herkese bunu yapıyordum. Böylelikle bir daha benimle ilgili şeylerde dakik olmayı öğreniyorlardı. Süre dolduğunda Kenan sabırsız bir sesle, “On altı dakika doldu işte,” dedi kızgınlığını gizleyemeden. “Kalk artık ayağa.”

Başımı sallayarak onu onayladım ama ayağa kalkmadım. Elimle malikânenin olduğu yönü gösterdim. “Oraya gidince on üçe kadar saymıştım o da süreye dahil,” dediğimde Kenan çıldırırken Karun’un dudakları yana doğru kayar gibi oldu. Yüz kasları gevşediğinde gözlerinin etrafındaki çizgiler belirgin bir hale geldi. Bir şeyi görmemi istemiyormuş gibi başını yavaşça eğdi ve ayakkabılarına bakmaya başladı. Sanki gülmemek için kendisini zor tutuyormuş gibiydi.

Ayakkabılarına bakmaya devam ederken, “Kenan söyle şu kadına saymaya başlasın,” dediğinde sesinin eğleniyormuş gibi çıktığına yemin edebilirdim.

Kenan daha bir şey demeden ben kendim saymaya başladım. “Bir, iki, üç…” deyip duraksadığımda neden saymayı bıraktığımı merak ettiği için Karun başını kaldırdı. Elimi kaldırıp ona Kenan’ı gösterdim. “Ben sayarken araya girmişti, tekrar girsin.” Adil bir şekilde bunu yapmalıydım.

Karun bu sefer dudaklarının içini ısırarak, “Kenan,” dediğinde her an gür bir kahkaha patlatacakmış gibiydi. “Dediğini yap.”

Kenan’ın yüzünde derin bir afallama oluştuğunda burada olanlara inanamıyordu. “Karın manyağın teki farkında mısın?” Beni bir tımarhaneye yatırmayı teklif edecek gibi duruyordu.

“Dört, beş, altı, yedi…” diye tekrar sustum. Kenan az önce konuştuğu için saymaya devam ettim ama şimdi tekrar sıra ondaydı. Bazı garip takıntılarım olduğunu inkar etmiyorum.

Karun’un bakışları tekrar Kenan’ı bulunca Kenan, “Kime diyorum ki ben,” diye homurdanarak sırasını savuşturdu.

“Sekiz, dokuz, on…”

“Her an kafanı dağıtarak mutlu son yapabilirim,” dedi Kenan.

“On bir, on iki ve on üç,” diye gülümsedim. Ayağa kalkıp iki adamın yanından geçerek arabaya bindim. “Artık gidebiliriz,” dediğimde Kenan’ın içinden ettiği küfürleri duyar gibiydim.

İkisi arabaya binip karşıma geçince İsa arabayı çalıştırdı. Birkaç dakika içinde malikâneden çıkınca meraklı bakışlarımı Karun’a çıkardım. “Nereye gidiyoruz?”

Karun arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Bana cevap vermek yerine gazetesini alıp okumaya başlamıştı. Piç kurusu beni görmezden geliyordu. Neyse ki Kenan dil ucuyla, “Gidince görürsün,” deme zahmetini gösterdi. Aman ne açıklayıcı bir cevaptı.

Arkama yaslandığımda Kenan bana elini uzattı. “Telefonunu ver numaralarımızı kaydedeceğim.” Her ihtimale karşı numaralarının bende olması iyiydi ama telefonumu kimseye vermek istemiyordum. Bilmiyorum ama birileri telefonumu alınca geri verene kadar ecel terleri döküyordum. Bence bunu çoğu kişi yaşıyordur.

Ona telefonumu vermek yerine rehbere girip, “Söyle ben kaydederim,” dediğimde Kenan yine huysuzluk yapacak bir şey bulmuştu ama uzatmak yerine numarasını söylemeye başladı.

Telefonum benim kutsalımdı, mümkünse kimse onu eline almasın.

***

Araba büyük bir villanın bahçesinden içeri girdiğinde bile hâlâ nereye geldiğimizi anlamaya çalışıyordum. Bahçenin tüm ışıkları yanıyordu ve burada birçok araba vardı. Arabadan inince hâlâ bazı arabalar buraya geliyordu. Kenan arabayı park ederken Karun yanıma geldi. “Bizim camiadaki birinin verdiği bir davete geldik,” dediğinde burada olmaktan memnun olmadığını görebiliyorum. “Herkes bizi konuşurken bu davete Rengin ile gelemezdim.” Sıkıntısı sesine yansıdığına göre Rengin yerine benimle gelmekten hoşlanmamıştı.

Suratındaki hoşnutsuzluk beni rahatsız ettiği için mesafemi korudum. “Ben kimsenin yedeği değilim gidiyorum buradan.” Ona sırtımı döndüğümde kolumu tutarak beni durdurdu. Kızgınlıkla bana bakarken bakışları deliceydi. “Ama herkes için karımsın!” Sıktığı dişlerinin arasından küfreder gibi konuşmuştu.

Sert bir hareketle kolumu sıkarak beni karşısında durmaya zorladı. “Tüm gün ikimiz hakkında çıkan haberleri kaldırmakla uğraşmışken daha fazla canımı sıkmasan iyi edersin!” Kısık bir sesle beni uyardığında aynı zamanda birileri bize bakıyor mu diye etrafını kontrol ediyordu. Midem kasıldı. Hakkımda çıkan metres haberlerini kaldıran Karun muydu?

Duha beni kandırmıştı!

Tunus akşam üstü beni arayıp tüm o haberleri kaldırttığını söylemişti. Karun’un yaptığı bir şeyi kendi yapmış gibi göstererek beni kendi yanına çekmeye çalışmıştı. O herif gerçek anlamda düzenbaz biriydi. Bu konuyla ilgili kafama yatmayan çok şey olduğu için dik dik Karun’a bakıyordum. “Kendin çıkardığın haberleri neden kaldırma zahmetine girdin?” Sonuçta o röportajı veren onun nişanlısıydı ve bunun Karun’un bilgisi dışında yaptığına inanmak güçtü.

Onun hayatına gireli daha bir gün bile olmamışken benden bıkmış gibi bakıyordu. “Rengin’in verdiği o röportajdan haberim yoktu.”

“Sana inanmıyorum.”

Kolumu biraz daha sıktı. “Neye inanıp inanmadığın sikimde bile değil!” dedi kabaca. “Karım diye bilinen bir kadının hakkında metres haberleri çıkartacak kadar şerefsiz değilim!” Yüzünü buruşturarak beni süzdü. “Her ne kadar öyle olsan da bu akşam o metres haberlerini yalanlamak için yanımda olacaksın!” Kaskatı kesildim. Her ne kadar öyle olsam da mı?

Omurgamdan aşağıya ılık ılık kan ve ter akarken hiç kıpırdamadan yüzüne bakmaya devam ettim. Söylemek istediğim çok şey vardı ama tek kelime etmeden hepsini yuttum. Boğazımı tırmalayan, yukarı çıkmak için tırnaklarını boğazıma geçiren tüm o kelimeleri yutarak boş gözlerle ona bakıyordum. “Biliyor musun ben babama çok benzerim.” Tuttuğu kolumu sertçe çekerek bir adım arkaya attım. “Onun gibi her şeyi içime atar atar biriktiririm.”

Komik değildi ama gülerek başımı salladım. “Onlar bile unutur bana yaptıklarını çünkü ben unutmuş gibi davranırım ama ben unutmam, hiç unutmam.” Elimi kaldırıp işaret parmağımı sol göğsüme bastırdım. “Buraya değil.” İşaret parmağımı göğsümden çekip kafama bastırdım. “Buraya atarım her şeyi. Benim kalbim değil aklım acır ve kalbin bile unuttuğu şeyi akıl unutmaz.”

“Akıl acımaz,” dediğinde bundan emin gibiydi.

“Aklını acıtan çıkmadığındadır,” dediğimde ikimizin arasında sessiz bir bakışma geçti.

Akıl öyle bir acıtır ki yaşamayan bilmezdi.

Kenan yanımıza gelince ikimizde kendimizi toparlayıp yürümeye başladık. Söylediklerimi düşündüğünü biliyorum. Ne kadar düşünürse düşünsün ne demek istediğimi yaşamadan anlamayacaktı. Herkes kalp kırıp acıtırdı ama çok az kişi akıl acıtırdı. 13 Haziran bana akla alan darbenin hiç unutulmadığını, öldürmediğini ama yaşatmadığını da göstermişti.

Benim aklım hâlâ acıyordu. Aldığım her solukta, gözlerimi kapatınca uyku esnasında ve baktığım her yer yerde hep acıyordu. Onlar benim kadar acımadıkları için kendilerini güçlü sanıyorlardı. Oysaki güç, eli silah tutan kaslı erkeklerin bedeninde değildi. Güç öylesine efsunlu bir sırdı ki, çoğu zaman narin ve zarif bedenlerin içinde keşfedilmeyi beklerdi.

Villanın kapıları bizim için açıldığında Karun’un eli elime uzandı ve parmakları elimi sardı. Başımı çevirip omzumun üzerinden ona baktığımda bana hiç bakmıyordu. Dümdüz bir şekilde karşısına bakıp yürürken sanki şu anda elimi tutmuyormuş gibi davranıyordu. Herkese kendi isteğiyle evlendiğini göstermeye çalıştığını bildiğim için elimi çekmedim. Hafif bir müzik kulağıma ulaştığında bir hizmetçi bize eşlik ediyordu.

Holde yürüyüp hizmetçinin açtığı kapıdan içeri girdiğimizde burada birçok kişi gördüm. Balo salonunu andıran bu yerde erkekler jilet gibi giyinmişti ve kadınlar rengarenk kıyafetlerin içinde adeta bir kelebeği andırıyordu. Kadın erkek karışık hepsi gruplaşmıştı. Kimisi tek başına bir kenarda duruyor, kalabalığı bir röntgenci edasıyla izliyordu. Kadehlerindeki içkiyi içerken bir gazeteci gibi bu geceden nasıl bir malzeme çıkartacaklarını düşünüyorlardı.

Kimileri de birkaç kişilik gruplar halinde takılıyor, her söylenene sahte kahkahalar atıyordu. Samimiyetten uzak bir ortam olduğu o kadar belliydi ki. Önce birkaç kişi bizi fark etti fakat bizi gören yanındakini dürttüğü için kısa sürede herkesin bakışları üzerimizdeydi. Fısıltıyla bile bizimle ilgili bir şeyler konuşmaya cesaret edemiyorlardı ama soru dolu meraklı bakışları çok şey anlatıyordu.

Özellikle bana olan yoğun bakışlar daha fazlaydı. Karun’un elimi hafifçe sıktığını hissettim. Sanki gerginliğimi almak için yaptığı bir hareketti. “Karun,” diyen bir ses kalabalıkta varlığını belli eder gibi ortaya çıktı. Kısa boylu, tıknaz bir adam kocaman gülümseyerek bize doğru yürümeye başladı. Şişkin göbeğinden dolayı gömleğinin düğmeleri gergin bir şekilde duruyordu. Her an birkaç düğmesi kopup oradaki varlığından firar edecekmiş gibi görünüyordu.

Adam karşımızda durduğunda Karun’a, “Hoş geldin,” derken adeta onun önünde eğilir gibi heyecanlıydı. “Davetime katılman beni ne kadar mutlu etti anlatamam,” dediğinde sesini bilerek yüksek çıkartıyor, fanı olduğu bir ünlünün onun mekânına geldiğini herkese göstermek ister gibi davranıyordu. Omurgasız bir yalaka olduğunu fazla belli ediyordu.

Karun bu abartılı karşılamadan hoşlanmamış gibi kuru bir sesle, “Uzatma, Ragıp,” dediğinde gösteriş amaçlı yapılan şeylere tahammül edemediğini anladım. “Çağırdın geldik işte.” Nezaket nedir bilmeyen yontulmamış bir kalastı.

Ben olsaydım bozulurdum ama Ragıp denen adam Karun ona küfretse bile bunu bir iltifat olarak görecekmiş gibiydi. Beni görünce, “Bu hanım kim?” diye sordu. Bu daha çok bildiği bir şeyi onaylatmak için sorulan absürt bir şeydi. “Karın mı?” Fırça gibi olan bıyıklarını kıvırıp beni alıcı gözüyle süzecek bir çapkının kıvranışları vardı yüzünde. Karun’dan korktuğu için birkaç saniyeden uzun bakamıyor ama dönüp dönüp bakmak istediğini gizleyemiyordu.

Karun elimi yavaşça bıraktı fakat avucunda oluşan boşluğu belimle kapatmak ister gibi elini belime koydu. “Karım, Bige,” dediğinde Ragıp bana tebessüm ederek, “Ziyaretinizle şeref verdiniz,” dedi ama asıl demek istediği Rengin’e oldu?

Ragıp bize bir masanın yanına kadar eşlik ettiğinde tam ondan kurtulduk diye sevinirken başkaları sırasıyla benimle tanışmak için geliyordu. Küçük bir masanın etrafında ayakta dururken ne içecek ikramı eksik oldu ne de Karun’un beni tanıştırdığı dostları. Eğer birine hafifçe tebessüm ediyorsa o kişiyle yakın olduklarını anlıyordum. Fakat boş gözlerle bakıp dil ucuyla isteksizce beni tanıştırıyorsa, bu karşımdaki kişiden hoşlanmadığını gösteriyordu.

Bir süre yanımda kalıp bana eşlik etti fakat daha sonra bir çift gelip onun için bir masa ayırdıklarını söylemişti. Gardiyanlığımı Kenan’a devredip onlarla buradan çıkmıştı. Nereye gittiğini Kenan’a sorduğumda verdiği cevap biraz oyun oynamaya olmuştu. Sanırım bahsettiği şey bir kumar masasıydı. Bu insanların eğlence anlayışı çok farklıydı. Tek bir gecede bir masaya servet bırakıp kalkıyorlardı. Kaybettikleri parayı çok kolay kazandıkları için bunu sorun etmiyorlardı. Şimdi Kenan’ın suratsız tavırlarını çekmek zorundaydım.

Buradaki insanların bana olan meraklı bakışlarını umursamadan etrafıma göz gezdirdim. Biraz ileride Kadem’i görünce Duha’nın da burada olduğunu tahmin etmek zor değildi. Büyük ihtimalle Duha’da Karun gibi bir masada kumar oynadığı için görünürde yoktu. Kadem pencerenin yanında bir adamla ayaküstü sohbet ediyordu. Ürkütücü bir şekilde ciddiydi ve ara sıra başını sallayarak karşısındaki adamı onaylıyordu. Onu doğal ortamında, yani o depoda yaptıklarıyla görmeseydim gerçekten çok sert biri olduğunu düşünürdüm.

Şu anda göründüğü kişi ve benim yanımda olduğu kişi arasında dağlar kadar fark vardı. Kadem onu izlediğimi hissetmiş gibi başını çevirince beni gördü. Kontrol amaçlı yanımdaki Kenan’a attığı kısa bakışı yüzünü buruşturmakla sonuçlandı. Tekrar bana bakınca dudağının köşesi usulca kıvrıldı ve çapkınca göz kırptı. Ayarsız piç!

Kenan’a baktığımda telefonuna gömüldüğünü gördüm. Adam beni zerre kadar takmadığı için burada yokmuşum gibi davranıyordu. Telefona o kadar dalmıştı ki çekip gitsem ruhu bile duymayacaktı. Sırf bunu denemek için yavaşça arkaya doğru bir adım attım. Kadem tarafından izlenilmek umurumda bile değildi. Kenan’a bakarak bir adım daha arkaya atmıştım ki başı telefona eğik bir haldeyken, “Deneme bile,” deyince homurdanarak tekrar masaya yaklaştım. Kafasının üstünde gözü vardı sanki.

Kadem’e doğru başımı kaldırdığımda gözleriyle kapıyı işaret etti. Buradan çıkmamı mı istiyordu? Hayır, anlamında kaşlarımı çattığımda Kenan’ı işaret edip, oraya gelirim dercesine bana baktı. Buraya gelip ne halt edecekti! Bize doğru bir adım atınca telaşa kapılarak, “Lavaboya gitmeliyim,” dedim aceleyle.

Kenan telefondan başını kaldırıp kısa bir anlığına bana baktı ve daha sonra yeniden telefona başını eğdi. “Beş dakika içinde burada ol.” Kadem’den dolayı gergin olduğum için itiraz etmeden masadan ayrıldım.

Salondan ayrılıp hemen üst katın merdivenine tırmandım. Kadem denen o ayarsız hormon beni bulmadan bir yerlere saklanmalıydım. Evet, Duha ona böyle seslenmekte çok haklıydı. Daha yeni yukarıyı çıkmıştım ki biri arkadan kolumu tutunca irkilerek arkamı döndüm ve yumruğumu kolumu tutan kişinin suratına geçirdim. Çenesini tutan Kadem, “Siktir lan manyak karı!” diye acı içinde inledi. Ona vurmuştum.

Yüzü kaskatı kesilerek çenesindeki acının geçmesini bekledi. Tabii bunu yaparken bir elini çenesinin altına bastırmıştı. “Merak etme çenen düşmeyecek,” diye geriye çekildim. “Seni uyarıyorum bir daha habersiz bir şekilde bana dokunma çünkü ani reaksiyonlar gösterebilirim.” Tehdit altında hissettiğimde saldırıya geçiyordum.

Sanki onu hiç uyarmamışım gibi elimi tutarak beni bir kapının önüne çekti. Kapıyı açıp aceleyle beni içeri ittikten sonra peşimden geldi. Birileri bizi burada görmesin diye kapıyı kapatmıştı. “Ne yapıyorsun?” Hesap sorar gibi kollarımı göğsümde birleştirdiğimde hâlâ ara sıra çenesini kontrol ediyordu.

Tam konuşacaktı ki dışarıda ev sahibinin, yani Ragıp’ın, “Yemekte devam edelim beyler,” diyen sesini duyunca donup kaldık. Adım sesleri buraya doğru geldiklerini gösteriyordu.

Yavaşça arkamı dönünce üzeri yemeklerle dolu upuzun bir masa gördüm. En az otuz kişilik bir masaydı. Altın sarısı masa örtüsü yerlere kadar uzanıyor, yanan şamdanlar yemekleri göz kamaştırıcı gösteriyordu. Ragıp yemek mi demişti? “Kadem!” Kısık bir sesle konuşarak hemen ona yaklaştım. “Yemek burada yenilecek!”

Kümese tilki girmiş tavuklar gibi sağa sola doğru koşturup saklanacak bir yer aradık. Burada içine girecek bir dolap bile yoktu. Eğer beni burada Kadem ile tek başına görürlerse yanlış bir fikre kapılabilirler. Hakkımdaki metres haberleri henüz unutulmamışken yeni bir skandala karışamam. Adım sesleri kapıya yaklaşınca Kadem koşarak yanıma geldi ve masayı işaret etti. “Buraya saklanalım,” derken her an kapı açılacak diye ödü kopuyordu.

Afalladım. “Masanın üstüne mi?”

“Hayır, salak masanın altına!”

Kaşlarımı çatarak ona kendimi gösterdim. “Ben birinci sınıf bir kadınım. Sence masanın altına girecek birine mi benziyorum?”

Hayvan herif fazladan bir saniye bile düşünmeden, “Evet,” deyince hızlıca başımı salladım. “Haklısın hadi yapalım şunu!”

Koşarak ipek örtüyü kaldırıp altına girdiğimizde kapı açıldı. Neyse ki tam zamanında masanın altına girmeyi başarmıştık. İnsanlar sırasıyla sandalyelere oturdukça biz Kadem ile kedi görmüş fare gibi oradan oraya emekliyorduk. “Bu rezillik,” diye fısıldadım ağlamaklı bir sesle. “Bir tek ayaklar altına düşmediğim kalmıştı. Yakında kötü yola da düşerim ben!”

“Tövbe de lan!” Kadem arkamdan kısık sesle beni azarladıktan sonra, “Bige,” diye fısıldadı. “Ben mi öne geçsem acaba?” Ne?

Dizlerim ve ellerim üzerinde dururken başımı çevirip arkamdaki dengesize baktım. Kalçamla burun buruna olduğunu görünce hemen öne doğru biraz emekledim. Masanın altı iki kişinin yan yana hareket edeceği kadar geniş olmadığı için maalesef o arkamda durmaya devam edecekti. Burası tek kişilik düz bir tünel gibiydi. Neyse ki masa örtüsü yerlere kadar uzandığı için kimse bizi görmüyordu.

Bir süre hiç ses çıkarmadan masadakilerin yemeğe başlamasını bekledik. Daha sonra sesleri takip ederek, pardon Karun’un sesini takip ederek hangi sandalyede oturduğunu bulmaya çalıştım. Çantamı koltuğumun altına sıkıştırıp en güçlü tahminim olan sandalyeye doğru emekledim. Masa örtüsünü yavaşça kaldırıp baktım. Siyah, çift çizgili pantolon, cilalı ayakkabılar evet, bu Karun olabilirdi. Üstelik az önce konuşurken de sesi buradan gelmişti.

Pantolonun paçasını tutup birkaç kez hafifçe çektim. Ayakları kıpırdanınca belki o değildir diye hemen Kadem’e doğru geri geri emeklemeye başladım. Masanın altında resmen saklambaç oynuyorduk! Masa örtüsünü yukarı kaldıran ellerini görünce yutkunarak beklemeye başladım. Ve nihayetinde masanın altına eğilen kafa ondan başkasına ait değildi. Evet, ce-e!

Karun başını masanın altına doğru eğdiğinde beni görünce kısa bir an donup kaldı. Masanın altında ne görmeyi bekliyordu, bilmiyorum ama beni görmeyi beklemediği çok açıktı. Eminim şu anda zoraki bir şekilde katıldığımız davette masanın altında ne işim olduğunu sorguluyordu. Bu masanın altına neden ve nasıl girdiğimizi anlatsam bile inanmazdı. Ben bile hâlâ anlamış değilim o nasıl anlasın?

Karun mavi gözlerinde oluşan şaşkınlığı istese bile gizleyemiyordu. Orada ne halt ediyorsunuz der gibi bize bakıyordu. Çatık kaşlarını Kadem’e çıkardığında Kadem homurdanarak beni gösterdi. Bu niye ben kader mahkûmuyum der gibi beni işaret ediyordu? Bende keyfimden bu masanın altına girmedim herhalde. Ona rastladığımdan beri başım beladan kurtulmuyordu! Dizlerimin üzerinde iki büklüm durmaktan elbisem kırışacaktı!

Masadaki adamlardan biri ona seslenince Karun son kez bize öldürecekmiş gibi baktı ve başını kaldırdı. Bir nevi buna mecburdu çünkü biraz daha masanın altına eğilseydi dikkat çekerdi. Uzun masanın altında insanlar karşılıklı oturduğu için burada birçok bacak vardı. Yukarıdakiler kendi aralarında konuşurken biz aşağıdakiler birinin bacağına değeceğiz diye diken üstündeydik. Yeteri kadar alan olmadığı için düz çizgi halinde birbirimizin arkasında duruyorduk. Sanki trencilik oynuyorduk ve birazdan çuf çuf diye sesler çıkartacaktık.

Karun’un, “Bu konudaki son kararımı söyledim fikrim değişmeyecek,” diyen otoriter sesini duydum. İş konuştukları için hiçbir şey anlamıyordum. Yavaşça masa örtüsünü çekip örtüyü dizlerinin üzerine topladı. Bu şekilde masanın altındaki dizlerini açığa çıkarmıştı.

Karun’un elini dizinin üstüne koyduğunu gördüm. Parmakları usulca açıldı ve yaklaş dercesine bir hareket yaptı. Ses çıkarmadan ona doğru emeklediğimde bacaklarını usulca araladı. Karşısında duran adama temas etmemi istemiyor olabilir mi? Bir kedi yavrusu gibi emekleyip bacaklarının arasına girdim. Yavaşça hareket edip sırtım ona dönük bir şekilde oturdum. Bacakları sağımda ve solumda olduğu için kendime güvenli bir alan oluşturmuştum. Bunu yapmamı o istemişti.

Kadem’e sırıtarak baktığımda kendini işaret edip kısık bir sesle, “Ben ne olacağım?” diye sordu. Takım elbisenin içindeydi, üstelik masanın altında rahatsız edici bir pozisyonda olduğu için ecel terleri döküyordu. Karşımdaki yeri işaret ettim. Duha ve Karun her konuda karşı karşıya gelmeyi sevdikleri için büyük ihtimalle masada da karşılıklı oturuyorlardı. Bu yüzden Duha’nın ayaklarının olduğu yeri işaret ettim. “Sende oraya git,” diye dudaklarımı oynattığımda Kadem kaşlarını çatınca kahkaha atabilirdim. O da Duha’nın bacaklarının arasına girsin işte.

Karun’un bacakları omuzlarıma sürtününce kaskatı kesildim. Sürekli kıpırdadığım için rahat dur diyen bir uyarı gibiydi. Elimde sıkıca tuttuğum çantanın içindeki telefonu çıkardım ve Karun’a mesaj attım. Neyse ki arabada onların numaralarını almıştım. “Tavuk kokusu mu alıyorum? Sabahtan beri hiçbir şey yemedim,” diye yazdıktan sonra üzgün bir emoji koyup mesajı gönderdim. Onun evine taşındığımdan beri doğru düzgün bir şey yiyememiştim.

Masanın üstünde telefonundan gelen mesaj sesini duydum. Benim gönderdiğim mesajdı. Karun’un, “Kimi arkasına aldığı umurumda değil,” diyen ciddi sesini duydum. “Güven denen it beni karşısına alıyorsa başına geleceklere hazırlıklı olmalı!” dediğinde ürktüm. Masada gerçekten çok tehlikeli bir konuşma dönüyordu. Sert tavrından ödün vermeden, “Limandaki haklarımdan vazgeçmeyeceğim!” dedikten sonra, “Ragıp şu tavuğu uzat!” deyince az kalsın kahkaha atacaktım. Bunu da çok ciddi bir sesle söylemişti.

Önemli bir toplantının ortasındayken onu zorladığım şey yüzünden daha sonra canıma okuyacaktı. “Son zamanlarda Güven fazla güç topladı,” diyen başka bir ses duydum. “Rusları arkasına aldığından beri sınırlarımızı zorluyor. Onu hafife almak aptallık olur.”

Başka biri, “O piçin Necip’in kızına yaptıklarını duydunuz mu?” diyen sesini işittim. “Artık hanemizdeki kadınları hedef alıyor. Dikkat etmelisin Karun çünkü artık seninde hanende bir kadın var.” Olamaz, bu işin ucu bana da dokunacak gibiydi.

Karun’un elini omuzumda hissedince kaskatı kesildim. Soğuk eli omzumda durmuştu. Parmaklarının hafif baskısını hissediyordum. “Gölgesi bile karıma yaklaşırsa onun ceddini sikerim!” diyen kararlı sesini duyunca afallayarak başımı çevirdim. Sesi beni korumak ister gibi çıkmıştı.

Omzumdaki eli de sanki her şeyi duyduğum için korkumu yatıştırmak için oradaydı. Üstelik karım derken fazla sahipleniciydi. Buna farklı anlamlar yüklemedim çünkü benimle ilgili her şey artık Karun’un karısı diye adlandırılacaktı. Burada koruduğu asıl şey kendi itibarıydı. Yalnız kalınca metres başkalarının yanında karım!

Karun elini omzumdan çekince tuttuğum nefesimi rahatlayarak verdim. Eli gerçekten çok soğuktu. Bacağıyla kolumu dürtünce başımı kaldırdım. Peçetenin içine sarılı bir şeyi gizlice masanın altında uzatıyordu. Onu alıp önüme dönerek peçeteyi açtım. Tavuk budu olduğunu görünce gülümsedim. Eminim daha önce kimse ciddi bir ortamda ona böyle bir şey yaptırmamıştır. Kadem’e bakıp eti gösterdim. “İster misin?” diye sessizce dudaklarımı oynattım.

Kadem birini öldürmüşüm gibi ayıplayan gözlerle bana bakıyordu. “Ben vejetaryenim cani,” dedi kısık bir sesle. Elimdeki tavuk etine kederli gözlerle bakıyordu. “Onun da bir ailesi ve çocukları vardı.” Şaka yapıyor olmalı.

Elimde tuttuğum tavuk budunu ona gösterdim. “Kendisini her gün farklı bir tavukla aldatan kocası olduğu için ölmek istemiş olabilir. Ruhu gökyüzüne ulaşırken bedenini insanlara sunmuş olabilir,” diye fısıldadım. “Bu adağı geri çeviremem çünkü insanlar tarafından yenilmek onun kutsal vasiyeti olabilir,” dedikten sonra kocaman bir ısırık aldım. Bir insanı gözlerinin önünde canlı canlı yiyormuşum gibi Kadem bana bakıyordu. Yüzündeki dehşet ifadesi çok komikti.

Ona göre şu anda bir insanlık suçu işlediğim için daha fazla bakmaya dayanamadı. Karun’un bana verdiği tüm eti yiyerek kemiği yere koydum. Peçeteyle ellerimdeki yağı sildikten sonra peçeteyi buruşturup yere attım. Kadem’in çok rahatsız bir şekilde durduğunu gördüm. Heybetli vücudu yüzünden masanın altında emekleyen pozisyonunda duruyordu. Bense Karun’un bacaklarının arasında rahatça oturuyordum. Sonuçta ona göre daha kibar ve esnek bir vücudum vardı.

Masanın altında yan yana oturan bir kadın ve erkeğin yaptıkları gözümüze çarptı. Kadın masanın örtüsünü yukarı kaldırıp kucağında topladı. Daha sonra elini uzatıp masanın altında adamın bacaklarını okşamaya başlamıştı. Bekle, bu Duha’nın bacağı değil miydi? Kadem ile göz göze geldiğimizde ikimizde içinde bulunduğumuz duruma küfürler ediyorduk. Bunu görmek istediğimizi sanmıyorum.

Kadının eli edepsizce Duha’nın bacağında gezinmeye başlayınca hemen kucağımdaki telefonu aldım. “O kadın eğer fermuarını açarsa göreceğim şeyin fotoğrafını çekip her yerde paylaşırım. Kadem ile bu anı ölümsüzleştirmek için elimizde telefonla bekliyoruz haberin olsun,” diye yazıp Duha’ya gönderdim. Burada rehin kaldık diye kimsenin şeyini görmeye hevesli değiliz herhalde.

Kadının eli arsızca Duha’nın bacaklarının arasına ulaştı. Parmakları gerçekten de fermuarı aramaya koyulunca Kadem gözlerini irice açacak, “Bunu görecek kadar ne günah işledim,” diye mırıldandı. “Bige kapat gözlerini.”

“Bekle halledeceğim,” diye fısıldayıp hemen Karun’a mesaj yazdım. Anlaşılan Duha henüz mesajımı görmemişti. “Duha ve yanındaki kadın masanın altında erotizm yaşıyorlar. Bilmem ilgini çeker mi ama Duha bize şeyini göstermek üzere!” Hızlıca yazıp hemen gönderdim.

İkisinden biri mesajımı görmek zorundaydı!

Kadının eli fermuara ulaşınca panikleyerek, “Kadem,” diye fısıldadım. “Derhal bir şey yap!” Kadın fermuarı aşağıya kadar çekmişti. Umarım Duha altına boxer giymiştir.

Kadem benden daha zor durumda olduğu için ters ters bakıp, “Sende gözlerini dikip bakıyorsun ama!” diye kızdı. Yüzünde ayıplayan bir ifade vardı. İsteyerek bakmıyorum herhalde ama insanın gözü kayıyordu!

Kadem onlara doğru emekleyip Duha’nın bacaklarının önünde durdu. Uzanıp kadının elini tutunca afalladım. Ne yaptı şimdi bu? Kendisi de ne yaptığını yeni fark etmiş gibi başını çevirdi ve irice açtığı gözlerini bana çıkardı. Şimdi ne yapacağım der gibi bakıyordu. Ben nereden bileyim! Bir işi de doğru düzgün yapmasın zaten!

Neyse ki kadın onun elini tutan kişinin Duha olduğunu düşündü. Başını eğip masanın altına bakmadığı için Kadem’i Duha sandı. Kadem onun elini Duha’nın şeyinin tam üzerinde tuttuğu için kadın diğer elini de masanın altına soktu. Havalanan eli Duha’nın bacaklarına uzanmak için ilerledi. Eli Kadem’in elinin üzerinde durup onu okşayınca Kadem yardım isteyen gözlerle bana bakıyordu. “Beni taciz ediyor,” diye fısıldadı. Bir şey yap der gibi bakması bana kahkaha attırabilirdi.

Ya ben böyle bir durumda ne yapabilirim ki? Duha bacağının arasındaki ellerin farkında değil mi? Sonuçta bu kadın üç kollu değil ya! Karun’un bacaklarının arasından çıkıp onlara doğru emekledim. Kadem’in yanında durup Duha’nın bacak arasını işaret ettim. Son durum ne miydi? Kadının eli Duha’nın açık fermuarının üzerindeydi ve Kadem’in eli kadının elinin üstündeydi. Kadının diğer eli de Kadem’in elini okşuyordu. Kadem’in eli kadının iki elinin tam ortasındaydı ve bütün bunlar Duha’nın şeyinin üzerinde olup bitiyordu. Durum hiç iç açıcı değildi.

Biz bu duruma nasıl düştü,k aklım almıyor!

Duha gerçekten şeyinin üzerinde olup biteni hiç fark etmiyor mu?

Adamdaki rahatlık kimsede yok!


Yorumlar