“Tek nefeste unutulacak o kadar çok şey vardı ki, hepsi unutmayacağım şeylerin arasındaydı.”
Üzücü gibi görünüyordu ama trajikomikti aslında. Bilemiyorum Kadem’in elinin bir kadının ellerinin arasında olması ve bütün bunların bir erkeğin bacaklarının arasında yaşanması biraz komikti. Buradan çıkınca buna kahkahalarla gülebilirim ama şimdi doğrudan konuyla ilgim olduğu için pek gülecek durumda değilim. Özellikle bir masanın altında rehin kalmışken gülme işini sonraya saklayabilirim. Kadem bu kadar panik yapmışken her an kadından kurtulmak için ayağa kalkıp masada küçük bir yıkım başlatabilirdi.
Bu yüzden bir şekilde Kadem’i sakinleştirip elini çekmesine yardım etmeliydim. Artık bu işin nasıl sonuçlanacağı tamamen şansa kalmıştı. Umarım şans konusunda Kadem bana göre daha iyidir çünkü benim şansım bana işlemiyordu. Kadının ellerinin arasında sıkışan Kadem’in elini bir şekilde orada çekmeliydim. Elimi uzatarak Kadem’in bileğini tuttum. Başını çevirip ürkmüş gözlerle bana bakınca, “Sakin ol,” diye fısıldadım. “On üçe kadar sayıp yavaşça bitiriyoruz bu işi.”
Yüzünde dehşet dolu bir ifade oluştu. “On üç çok değil mi?” O kadar beklemek istemiyordu.
“Daha azı yok bende işine gelirse.”
Kadem bir şeyler söylemek üzereyken Karun’un, “Ragıp!” diyen kızgın sesini duydum. “Kalk lan ayağa puşt!” dediği an Duha’nın bacakları hareket edince kadın hemen elini çekti.
Kadın elini çekince bende hemen Kadem’in elini çektim. Duha ayağa kalktığı an biz Kadem ile arkaya doğru hızlıca emekliyorduk. Ragıp yerine Duha niye ayağa kalkıyordu? Ragıp’ın, “Bir sorun mu var?” diyen ürkmüş sesini duyunca Kadem ile afallayarak yutkunduk. Ragıp’ın sesi Duha’nın olduğu yerde geliyordu. Ne yani o Duha değil miydi?
Allah kahretsin o Duha değilse ben Duha’ya attığım mesajı şimdi ona nasıl açıklayacağım! Başımı çevirip arkamdaki Kadem’e baktım. “Duha yerine Ragıp’ın şeyini ellemişsin,” diye fısıldadığımda kaşlarını çattı. “Düzgün konuş!” Önünde duran kalçamı işaret etti. “Kıçını ısırırım bak!” deyince hemen Karun’a doğru emekledim. Ne diyor yahu bu? Yapar mı yapar bu hayvan!
Beni neyle tehdit ettiğine bak!
Karun az önce ben ve Kadem’i görmüş olmalıydı. Büyük ihtimalle mesajımı görünce hiçbir şey anlamadığı için masanın altına baktı. Ben ve Kadem’i Ragıp’ın önünde diz çökerken görünce hemen başını kaldırıp Ragıp’ı ayağa kaldırmıştı. Geri döndüğümü göstermek için pantolonunun paçasını çekiştirince sinirli bir sesle, “Otur Ragıp!” dediğini duyunca gülümsedim. Zavallı adamın aklını almıştı.
Ani çıkışından dolayı gözler şu anda onun üzerinde olduğu için başını eğip masanın altına bakamıyordu. Bunun için arada zaman geçmesi gerekiyordu. Fakat tekrar başka adamların yanına gitmeyeyim diye beni bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Bacakları belimin iki yanına sertçe baskı uygulayarak hareketlerimi kısıtlıyordu. İşin kötü tarafı bacaklarının arasına girdiğim an bunu yaptığı için sırtımı ona dönmeye vaktim kalmamıştı.
Dizlerimin üzerinde duruyordum ve yönüm Karun’a dönüktü. Çok ters ve fesat bir pozisyondaydım. Yavaşça başımı çevirip Kadem’e baktım. “Sence şu anda tacize uğruyor olabilir miyim?” diye fısıldadığımda Kadem sinirden gülerek Karun’un bacak arasını işaret etti. “O fermuarı açmadığın sürece katlanabilir bir görüntü.” Hayır, bu rezil bir görüntüydü!
Belime baskı uyguladığı için nefesimi kesen bacaklarına ağlamaklı gözlerle bakıyordum. Hayır, derhal bir şeyler yapmalıydım. Karun’un bacaklarına sürtünerek iyice bacaklarının arasına girdim. Kucağındaki masa örtüsünü kavrayıp yukarı kaldırdım ve kafamı dışarı çıkardım. Evet, artık bacağının arasında dışarı fırlayan bir kafa vardı. Benim kafam.
Kadehindeki içkiyi yudumlarken başını yavaşça eğdi ve bacaklarının arasındaki kafayı görünce önce donup kaldı fakat daha sonra, “Siktir!” diye kısık bir sesle küfretti. Kaskatı kesilmişti.
Kalkmaya çalışınca hemen ellerimi bacaklarının iki yanına bastırdım. Dudaklarımı oynatıp kısık bir sesle, “Hiç rahat bir pozisyonda değilim,” dediğimde donmuş bir şekilde bana bakıyordu. Mavi gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi irileşmişti. Güç bela, “Sen orada ne halt ediyorsun?” demeyi başardığında şaşkınlığı sesine yansıyordu.
Masadan biri, “Sen bu konuda ne düşünüyorsun, Karun?” dediğinde gözlerinin mavisi koyu bir renge bürünmeye başlamıştı. Kaşlarının kavisi birleşip alnında çizgiler oluştururken dudaklarını aralayıp sertçe nefesini verdi. Nefes alışları hızlanmıştı. Bana bakarken ona yöneltilen soruya boş bulunup, “Yetişkin içerikli şeyler,” dediğinde gözlerimi irice açtım. Ne dedi şimdi bu?
Neyden bahsettiğini anlamam birkaç saniyemi almıştı. Kirpiklerimin altından gözlerimi aşağıya süzünce çenemin yaslı olduğu yeri yeni fark ettim. Çenem adamın malum uzvunun üzerindeydi! Utançtan yerin dibine girerek ona baktığımda yüz ifadesi usulca yumuşadı. O hep gergin suratı adım adım gevşerken dudağının köşesi kıvrılır gibi olmuştu. Daha sonra elini uzattı ve işaret parmağını alnıma bastırarak kafamı masanın altına itti.
Beni sıkıştırmayı bırakıp bacağını yavaşça aralayınca hemen yerimden kıpırdanıp ona sırtımı döndüm. Böyle daha iyiydi. Biri ona, “Karun sen iyi misin? Garip davranıyorsun?” diye sorduğunda Karun’un kulağa hoş gelen gülüşünü duydum. “İşine bak, Halil.” Eğleniyor muydu?
Bir süre bekledikten sonra masadakiler tekrar kendi aralarında konuşmaya başlayınca yine pantolonunun paçasını çekiştirdim. İşaretimi aldığı için başımı eğip buraya bakmasını bekledim. Yere düşen çatalı gördüm. Daha sonra çatalı almak bahanesiyle eğilince onu beklediğimi gördü. Dudaklarımı oynatıp sessizce, “Biraz daha tavuk istiyorum,” dediğimde karşısında asla doymayan bir yemek canavarı varmış gibi bakıyordu. Kısık sesle bir şeyler homurdanarak başını yukarı kaldırdı. Henüz doymadım ben.
Aslında çok yemek yemezdim ve yediğim şeyler için de diyet yapardım. Ama bugün çok açım. Karun bana ikinci kez tavuk vermedi. Beş dakika boyunca beklememe rağmen sanki ben burada yokmuşum gibi yukarıdakilerle iş konuşmaya başlamıştı. Başımı çevirdim ve iki yanımda duran bacaklarına baktım. Sırıtarak ellerimi sağ bacağına koyunca anında gerildi. Bacağını sıkıca kavradım ve başımı eğip sertçe ısırdım.
Çok sert ısırdığım için acı dolu inleyişini ta buradan duyabiliyordum. Adeta bir pitbull cinsi köpek gibi dişlerimi pantolonun üstünde etine geçirmiştim. Sinirli bir sesle, “Ragıp biraz daha tavuk uzat!” dediğini duyana kadar bacağını bırakmamıştım.
Bacağını ısırmayı bırakıp başımı kaldırdığımda Kadem kireç gibi bir suratla bana bakıyordu. “Ne yaptın?” diye fısıldadı hâlâ komik bir pozisyonda dururken. Elleri ve dizleri üzerinde eğilmekten felç geçirecekti. Arkamı işaret edip, “İkimizi de si-” demişti ki kaşlarımı çatınca, “Silkeleyecek!” diyerek hemen değiştirdi. Gitsin Rengin’e yapsın ne yapacaksa.
Kadem’i umursamadan ciğerci kedisi gibi Karun’a doğru bakıyor, etimi vermesini bekliyordum. Peçeteye sarılmış ikinci bir but masanın altına uzanınca kaparcasına elinden aldım. Biraz hızlı almış olmalıyım ki kısık sesle küfreder gibi bir şeyler söyledi. Sinirli homurtusunu kafaya takmadan önüme dönüp etten kocaman bir ısırık aldım. Ağzımdaki büyük parçayı ısırırken Kadem’in sinirli bakışlarını görünce, “Saygı göster,” diye mırıldandım. “Sen vejetaryen olabilirsin ama ben değilim. Senin aksine ben yenilecek hayvanları midemde seviyorum.”
Gerçek anlamda bir etoburum.
Daha ben çocukken annem bizi bir petshopa götürmüştü. Bizim için evde bakacağımız küçük bir hayvan sahiplenmek istemişti. Henüz yemek yememiştik ve ben çok açtım. Bu yüzden elimi akvaryumu daldırıp akvaryumun içindeki balığı yakalamıştım. Yanlış hatırlamıyorsam balığın lacivert ve sarı çizgileri vardı. Balığı ısırdığımda orada büyük bir yaygara kopmuştu. Dükkân sahibi ısırdığım balığı kurtarmaya çalışıyor, annem kafamı arkaya çekip balığı bırakmam için beni ikna etme girişimlerinde bulunuyordu.
Hayatta kalma iç güdülerim bu kadar güçlü diye kimse beni suçlayamazdı. Sonuçta karnım acıkmıştı ve etrafımda o kadar hayvan görünce kendimi ormanda sanmıştım. Bu hayvanat bahçesindeki maymuna saldırıp onunla boğuşmaktan çok farklıydı. Her şey o maymun dondurmamı yere düşürmesiyle başlamıştı.
Süt dişlerim ısırdığım balığa ciddi bir hasar bırakacak kadar sağlam olmadığı için balık kurtulmayı başarmıştı. Zaten annem o balığı satın almıştı. Hayvan sevgisini bana aşılamak için balığı bana hediye etmişti. Ancak ne zaman yemek gecikse elimi akvaryumun içine soktuğum için bir süre sonra annem balığı benden geri almıştı. Balığın akvaryumunu özellikle boyumun ulaşamayacağı bir yere koyar, küçücük balığı evdeki yamyamdan köşe bucak kaçırırdı.
Hayır, o balığı bana yedirmedi.
Geçmişe dalıp gittiğim için yemeğin sonuna geldiklerini daha yeni yeni fark ediyordum. Masadakiler sırasıyla ayağa kalkıp dışarı çıkarken Karun hiç kıpırdamadı. Bir süre sonra burada kimse kalmayınca iki yanımda duran bacakları hareket etti. Ayağa kalkınca kucağında topladığı uzun masa örtüsü yere düşmüştü. Artık bacaklarını görmüyorum. “Saka,” diyen donuk sesini duydum. “Çık dışarı.”
Bende zaten burada sabahlamayı düşünmüyorum.
Emekleyerek masanın altından çıktığımda dizlerim yere sürtünmekten acımaya başlamıştı. Ayağa kalkınca onu tam karşımda buldum ve yine kaşları çatıktı. “Yeteri kadar doydun mu?” dediğinde yüzünde sinirli bir ifade vardı ama sesi alaycıydı.
“Evet,” dediğimde başını ağır ağır salladı. “O zaman bana masanın altında ne işin olduğunu anlatabilirsin?” dedikten sonra dişlerini sıktı. “Kadem ile orada ne halt ediyordun?” Sesi genizden gelen bir kalınlıkta çıkmıştı.
Bunu nasıl başarıyor, bilmiyorum ama her defasında karşımda babam varmış gibi hissettiriyordu. Onun gibi dik bir duruşu ve sert bakışları vardı. Belki de bu yüzden her defasında beni korkutmayı başarıyordu. Göz kontağını kesersem bunu bile yanlış anlayacak diye kendimi ona bakmaya zorladım. “Seni arıyordum.” Yanımda duran elim hareket etti. Baş parmağımla yavaşça serçe parmağımın ucuna dokundum. “Kadem’i burada gördüm bir şeyler atıştırıyordu. Sonra sesler duyunca masanın altına saklandık çünkü insanların yanlış anlayacağından korktuk.” Bu anlattıklarım aslında yalan değildi çünkü her şey hemen hemen böyle gelişmişti.
Karun anlattıklarımı yeterli bulmamış olmalı ki başını kaldırıp arkamda bir yere baktı. “Bu doğru mu?” Kiminle konuştuğunu görmek için başımı çevirdim. Kadem olacak ödlek masanın diğer tarafında çıkarak Karun’dan uzak ama kapıya yakın bir yerde duruyordu. Karun’un yüzüne bile bakmaya cesaret edemezken en azından, “Doğru söylüyor abi,” demeyi başardı. “Onunla burada karşılaştık devamı anlattığı gibi oldu.”
Kadem’in açıklamasına başını sallayınca bu beni biraz üzdü. Ben metresim ya benim açıklamamı yeterli bulmamıştı ama Kadem onaylayınca ona inandı. Kadem’i tanıdığı için ona göre Kadem onun karısına bakacak biri değildi. Kadem’e kapıyı işaret etti. “Sen çıkabilirsin.” Kadem olacak hain bana ne olacağını hiç düşünmeden hemen dışarı çıktı. Beni bu gaddar adamla tek başına bırakmıştı.
Karun ile tekrar göz göze geldiğimizde aramızda gergin bir sessizlik yaşandığı için ikimizde konuşmak için acele etmedik. Gözleri bu kadar güzelken düz bir şekilde bana bakması dayanılır gibi değildi. Göz temasını kesmeden bana doğru bir adım atınca irkilerek, “Ben bir Kenan’a bakayım!” dedim ve hemen ona sırtımı dönüp koşarak odadan çıktım.
Dışarı çıkınca elimi çırpınan kalbime bastırdım. “Ay çok korktum ya ben.” Bu adam çok ürkütücüydü.
Dışarı çıktığını arkamdaki adım seslerinden duydum. Sessizce yanımda geçip gitmesini beklerken duvardaki desenleri inceler gibi yapıyordum. Duvarda herhangi bir desen yoktu. Düz bir boya. Yanımda geçip birkaç adım atarak beni geride bıraktı. Tam rahatlayarak nefesimi vermiştim ki bunu hissetmiş gibi durdu. Başını omzunun üzerinden çevirdi ve alayla kaşların kaldırdı. “Gelmiyor musun?”
“Geleyim mi?” Gelmek istemediğimi o kadar çok belli ediyordum ki.
Gözleriyle çıktığımız kapıyı işaret etti. “Tekrar masanın altına girmek gibi bir planın yoksa gel.”
“Anlamadım?”
“Buraya gel, Saka,” dedi sıkkın bir ifadeyle. Karşısında bir aptal varmış gibi bakıyordu.
“Gelmesem?” Kaşlarını uyarı anlamında hafifçe çatınca, “İyi be,” diye söylenerek yanına gittim. Aşağıdaki o röntgenci insanların arasına karışmayı istemediğimi çok iyi biliyordu.
Alt kata inince tekrar başladığımız noktaya geri dönmüştük. Kenan’ın olduğu masaya geldiğimizde Kenan sorgularcasına bana bakıyordu. “Neredeydin?” Ceketinin kolunu biraz yukarı doğru sıyırdı ve bana bileğindeki saati gösterdi. “Kırk dakika oldu.”
“Biz kadınların hazırlığı biraz uzun sürüyor,” diye yalan söylediğimde Kenan başını omzuna doğru eğdi ve gözlerini kıstı. “Tuvalette mi?”
“Yok masanın altında,” diye ona çıkıştığımda Karun’un ima dolu bakışları üzerimde oyalanıyor, karınca ısırığı gibi tenimde yakıcı bir etki bırakıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp içe doğru kıvırdığımda, “Bence de sus,” dedi masadaki çerezlere uzanarak. Birkaç tane fındığı aynı anda ağzına atmıştı.
Dişlerinin arasına sıkıştırdığı fındıkları çiğnerken çıkardığı seslere odaklandım. Piyanodan çıkan notalara çok tezat bir sesti. Yanımızda geçen garsonun tepsisindeki kadehler birbirine çarptıkça çin çin diye ince bir ses çıkıyordu. Müzik sesine kadehleri eklediğim esnada garson yanımızdan hızlıca geçerek bestemdeki en güzel notayı benden uzaklaştırdı. Hâlâ duyuyorum kadeh seslerini ama az önceki gibi yoğun bir şekilde değil.
Arkamdaki masadan içkinin içine atılan buzun çıkardığı köpüklü sesle dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Başımı yavaşça eğerek masanın örtüsünü inceler gibi yaptım ama tamamen kendi hayali besteme odaklanmıştım. Kadınların kahkahası besteme sofistike bir hava katarken erkeklerin alçalan ve yükselen sesleri darbukaya vurur gibiydi. Çin çin sesler tekrar ulaştı kulaklarıma. Sanırım yan taraftaki masada kadehler tokuşturuluyordu.
Sonra kalemin kâğıda sürtünürken çıkardığı o büyülü sesi andıran bir ses karıştı sıra dışı bestemin içine. Hayır, kâğıt ve kalemin sürtüşmesi değildi bu. Daha çok kâğıdın parçalanırken çıkardığı o tok ağıt gibiydi. Kalın ama cızırtılı. Tekrar piyano sesi ve tekrar kadın kahkahalarıyla bezenmiş kadehlerin çıkardığı tiz ama hoş ses. Hepsi birbirine karıştığında kafamın içinde çalan melodi muazzamdı.
Kenan’ın, “Neyi var?” diyen sesi beni içine çekildiğim büyülü evrenden çıkartırken Karun’un, “Müzik kulağı,” dediğini duyunca başımı kaldırdım ve beni izlediğini gördüm. “Seslere karşı aşırı duyarlısın, değil mi?” Elindeki kadehi aralıklı dudaklarına yaklaştırırken mavi gözleri kişilik analizi yapıyordu. “İyi resim yapıyorsun, müziğe karşı hassasiyetin var ve aynı zamanda bir arkeologsun. Sanatçı ruhlu entelektüel kadınlardan olmalısın,” dediğinde iyileşme belirtisi gösteren bir hastaya katettiği yolları hatırlatan bir doktor gibiydi.
Aynı şekilde gözlerimi dikip ona baktığımda viskiden bir yudum alarak dudaklarını ıslattı. Kaşları usulca yukarı kalkarak alnındaki çizgileri ortaya çıkardığında, “Dinliyorum,” diye elindeki hayali topu bana attı. Pası bana atarak benim onun hakkındaki analizimi dinlemek için bana meydan okudu. Bir anda yine rakip takımlardaki yerimizi almıştık.
Onun hakkında bir şeyler söyleyecek kadar onu tanımıyordum.
Zaman kazanmak için elimi uzatıp gözlerimin üzerine gelen kaküllerimi düzeltmeye başladığımda bana istediğim süreyi verdi. Hiç acelesi yokmuş gibi içkisini yudumlarken bu sakin halleriyle beni daha fazla tedirgin ettiğini iyi biliyordu. Kum saatindeki tüm kumlar aşağıya akmış gibi bir anda, “Dans edelim mi?” deyiverdim. Kaçış olarak dilimin ucuna gelen tek cümleyi dişlerimin kafesinde tutamadım artık hepsi firariydi. Peki, o firari cümle neydi? Dans edelim mi? Cidden mi, Bige?
Kendi söylediğime yine kendim şaşırmıştım. Yüzümde far görmüş bir geyiğin şaşkınlığı varken Kenan başını yan tarafa çevirerek gülüşünü saklamaya çalıştı. Beni utandırmamak için yaptığı hareket beni daha çok utandırıyordu. Dişlerimin arasından inler gibi bir ses çıkartıp Karun’a baktım. “Seninle değil,” dediğimde kendimi daha ne kadar batıracağımı yüzündeki alaycı ifadeyle izliyordu.
“Kiminle?” Tek kaşını havaya kaldırıp benden bir cevap bekledi. Evet, kiminle Bige?
“Şununla.” Kolumu uzatarak elimle Kenan ve onun arasındaki boşluğu gösterdim. İkisi aynı anda işaret ettiğim yere bakınca orada bir kadın olduğunu gördüm. Harika! “Yani şununla.” Kolumu küçük bir açıyla hareket ettirip sola doğru kaydırınca orada da yaşlı bir adam vardı. “Ay yok şununla.” Kolumu sertçe sola doğru savurunca üzerine değnek gelmiş gibi Kenan kafasını eğdi ve kolum kafasının üstünden geçti. Eğdiği başını yavaşça kaldıran Kenan, “Karar verdin mi bari,” dedi gülerek.
Kolum onun sağındayken, “Hayır,” diye tekrar hızlı bir şekilde kolumu oynattım. Kenan yine eğilerek kolumun kafasının üstünden geçmesini sağladı. Bir anda bileğimi havada yakalayan soğuk parmaklar bu trajediye son vermişti. Başımı çevirip bileğimi tutan Karun’a baktığımda yüzüne çarpmak üzereyken tuttuğunu gördüm. En azından Kenan gibi eğilmemişti.
Karun bileğimi yavaşça yere doğru eğerken ciddi bir suratla, “Bu tür ortamlarda elini kaldırıp insanlara doğru tutman hoş karşılanmaz,” diye beni uyardı. Suçlu çocuklar gibi sessizce onu onaylayıp başımı eğdim. Çok utandım.
Kendimi onun yanında fazla yetersiz hissetmeye başlamıştım. Bunu sadece bakışlarıyla bile hissettiriyordu. Üzüldüm, sebebini bilmiyorum ama üzüldüm. Karun’un bileğimdeki eli yavaşça kayarak elimin üstünde durdu. İri parmakları elimi sarıp avuç içinde hapsedince başımı kaldırıp küskün bir suratla ona baktım.
Surat astığımı görünce yüzündeki ciddiyet usulca dağıldı ve bakışları yumuşadı. “Dans edelim.” Sesi elimi tutan soğuk eline nazaran daha sıcak çıkmıştı. Sanki bir şeyleri telafi ediyordu veya bunun için kendini zorluyordu.
“Gerek yok.” Fevri bir hareketle elimi çektim. “Ben biraz hava alacağım.” Hızlı adımlarla masadan ayrıldım. Onun bana lütfedeceği zorlama bir dansı istemiyordum. Zaten birileriyle dans etmekte değildi maksadım.
Karun çok garip biri.
Kalabalıktan sıyrılıp bahçeye çıkınca rahat bir nefes aldım. Bahçede de insanlar olduğu için villanın arka bahçesine doğru yürüdüm. Beni gören herkes Rengin’in kuması gibi baktığı için hepsinden uzaklaşmak istedim. Bahçenin arka tarafında ışıklar daha az olduğu için kimse yoktu. Çantamdaki paketten bir dal sigara çıkardığımda gözlerim kapıyı buldu. Bahçenin arka kapısında Karun’un adamları yoktu. Sigaramı yakarak kapıya yürüdüm.
Yapamıyorum ne kadar intikam almak istesem de bu insanların arasında yapamıyordum. Onların dünyasına ait olmadığım için ne yaptıklarını anlıyordum ne de konuştukları dili. Onlar gibi içi boş süslü bir aksesuara dönüşmek istemiyordum. Adana’ya döneceğim çünkü ait olduğum, nefes alabildiğim tek yer orasıydı. Babamı ve büyükbabamı özlemiştim. Belki gerçekleri anlatınca babam bana çok kızmazdı. Benden duyunca belki de bir süre sonra affederdi.
Kararımı vererek kapıdan geçtim. Daha fazla birilerinin entrikalarına ortak olmadan çekip gideceğim bu şehirden. Döner dönmez babama her şeyi anlatmanın bir yolunu bulacağım. Saklamaya çalıştıkça daha fazla dibi buluyordum. Kaldırımda hızlı adımlarla yürüyor, etrafıma bakarak bir taksi arıyordum. Bu şekilde beş dakika falan yürüdüm. Bir sokak lambasının altına gelince inleyerek durmuştum. Başımı eğip ayaklarıma iç çekerek baktım. Tüm gün bu topuklu çizmeleri hiç çıkarmadığım için ayaklarımı artık hissetmiyordum.
Daha önce hiç bu kadar uzun süre topuklu ayakkabının içinde kalmamıştım. Neredeyse on iki saatten fazladır ayaklarım bu işkenceye maruz kalmıştı. Çizmelerin içindeki ayaklarım şiştiği için attığım her adımla beni ağlatacak raddeye getiriyordu. Çıkarmak istiyorum ama nasıl göründüğüme ciddi bir şekilde önem verdiğim için çıkartmıyordum. Çektiğim acı daha baskın geldiği için bir seferliğine onları çıkarmaya karar verdim.
Eğilip çizmenin fermuarını aşağıya doğru çekecektim ki, ensemde türlerimi ürperten sarsıcı bir akıma maruz kaldım. Daha ne olduğunu anlamadan gözlerim karardığı için yere düştüğümü hayal meyal gördüm. Çarpılmışım gibi hissediyorum. Daha vücudumdaki akımı sindirmeden gözlerim kapanmıştı. Eğer üç harflilerin saldırısına uğramadıysam birileri bana elektrik vermişti. Umarım ilk seçenek ihtimal dahilinde değildir.
***
Gözlerimi açtığımda her şeyi bulanık görüyordum. Ayılmaya çalışan bir bilinç, ensedeki bir acı ve bir sandalyeye bağlı olmak. Ben bu anı sanki daha önce yaşamıştım hatta yakın zamanda yaşamıştım. Hassiktir, daha bir gün önce yaşamıştım! Yine Duha mı beni kaçırdı? Evet, yine kaçırılmıştım. Bir depoda sandalyeye bağlıydım ve ağzım da bağlıydı. Bulunduğum yer ilkine göre daha pisti.
Köşede birikmiş içki şişeleri, sarı rengine dönmüş yırtık gazeteler ve her yerde olan sigara izmaritleri burayı olduğundan daha berbat gösteriyordu. Benliğimin aptal olan yönü kara kara kimin beni kaçırdığını düşünüyordu. Elindeki listeyi açınca padişah fermanı gibi olan sarılı liste bir anda yere doğru sarktı. Kırmızı halı gibi açıldıkça açılan listeye bakan aptal tarafım, gözlerini irice açarak pes etti. Düşmanlarımın listesi o kadar uzundu ki hepsini tek tek kontrol etmek kırk gün kırk geceyi bulurdu. Belki de daha fazlasını.
Kim bilir kimin canı bugün beni kaçırmak istemişti.
Yalnız hep kafama vurarak bayıltıyorlardı. Biri de doğrudan karşıma çıkmıyor ki. Elim kolum bağlı bir şekilde uzun süre birilerinin gelmesini bekledim. Çok rahat bir saate yakın beklemişimdir. Nihayet kapı açılınca içeriye bir grup genç adam girdi. Hayır, bunlar Karun veya Duha’nın adamları gibi ütülü takım elbise giymiyordu. Ya da hepsi spor salonundan fırlamış gibi iri yarı ve kaslı değildi. Bunlar bildiğin pantolon ve tişört giymiş bir avuç sokak serserisiydi.
Sanki yoksulluk canlarına tak ettiği için hadi zengin birini kaçırıp fidye isteyelim demişlerdi. Dokuz kişiden oluşuyorlardı ve birkaçı benim yaşımda gösteriyordu. Diğerleri daha küçüktü. Hepsi etrafımı sarınca onlardan aldığım sigara, içki ve tiner kokusuyla yüzümü buruşturdum. Yaşları on yedi ve yirmi arasındaki çocuklarda bir bağımlı tipi vardı. Sürekli burunlarını çekmeleri, göz çevresindeki morluklar ve gözlerinin uyuşuk bakması yanılmadığımı gösteriyordu.
Yaşça en büyük olanları beni gösterip, “Sanrı’nın karısı bu mu?” dediğinde Karun’dan bahsettiklerini anladım. Daha önce Duha’da buna benzer bir şey söylemişti. Karun’un yeraltındaki lakabı Sanrı’ydı ama ona neden böyle dediklerini bilmiyordum.
Yanındakiler onu onaylayınca içlerinden biri, “Bizim çocuklardan biri Ragıp’ın davetinde garsonluk yapıyormuş bu gece,” dedi. “O da orada öğrenmiş, arayınca gidip beklemeye başladık. O kızı dışarı çıkarmanın yollarını ararken kız kendi çıktı.” Son kısmı gülerek söylerken gözleri aptallığıma değiniyordu. Onların dışarıda pusuda beklediğini bilseydim dışarı çıkmazdım herhalde.
Duyduklarından sonra karşımda duran adamın gözlerine yerleşen nefreti izlemeye başladım. İçlerinde en düzgünü bu görünüyordu ama bunun da kaşında yara bandı vardı. Daha yeni bir kavgada çıkmış gibi kaşındaki yara çok yeni görünüyordu. Saçlarını kısa kestirmiş olabilir ama saçının ön tarafını uzun bırakmıştı. Üstelik uzun bıraktığı kısımları koyu kırmızıya boyatmıştı. Üzerinde bir telefon markasının logosu olan mavi bir tişört ve kot pantolon vardı. Pantolonun dizleri yırtıktı büyük ihtimalle bunun modasının geçtiğini henüz kimse ona söylememişti.
Artık dizleri yırtık pantolonlar eskisi gibi rağbet görmüyordu. Rahatsız edici bir sesle, “Açın şunun ağzını!” diyene kadar küçümseyen bakışlarımın onu sinirlendirdiğini fark etmemiştim.
Biri ağzıma sardıkları iğrenç bez parçasını çenemden aşağıya çekince iğrenerek yere tükürdüm. “Bunun-” Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım ve karşımdaki adama baktım. “Bunun hesabını vereceksiniz!”
Nemli sakallarını kaşırken, “Kime?” diye sigara içmekten sararmış dişlerini göstererek güldü. “Kocana mı hesap vereceğiz?”
“Hayır, aptal gereken hesabı ben soracağım sizden!” Ellerimi çözmek için çırpındım. Karşımdaki it, “Bak sen şuna-” diye konuşup bana yaklaşınca daha o cümlesini bitirmeden ayağımı kaldırıp bacak arasını sert bir tekme attım. Ayaklarımı bağlamamışlardı.
Bana ağız dolusu küfrederek dizlerimin önüne düşmüştü. Ellerini bacaklarının arasına bastırıp kısık bir sesle inliyordu. Bir saniye bile beklemeden ayağımı kaldırdım ve çizmemin ucunu yüzüne geçirerek onu sırtüstü yere serdim. Yerde iki büklüm kıvranırken kıpkırmızı olmuş bir suratla, “Şu fahişeye haddini bildirin!” deyince on sekiz yaşlarındaki bir çocuk yerdeki sopayı aldı.
Ellerim arkadan plastik kelepçeyle bağlıydı ve bir halatla beni sandalyeye bağlamışlardı. Bu yüzden ona engel olamadım. Çocuk elindeki kalın sopayı kaldırıp tüm gücüyle karnıma geçirince hiçbir şey yapamadım. Acı dolu çığlığım havaya karışırken tekrar ve tekrar vurdu. Her vurduğunda sanki iç organlarım eziliyor, karnımın içinde sarsıcı bir deprem oluyordu.
Dördüncü darbeden sonra yerdeki adam ayağa kalkıp öfkeyle, “Ver şunu!” dedi ve sopayı çocuğun elinden alıp havaya kaldırdı. Diğer çocuktan daha güçlü olduğu için sopayla karnıma öyle bir vurdu ki, boğazımı yırtarcasına haykırdım.
Çok acıdı.
Gözlerime yaşlar akın ederken bu sefer eskisine göre daha şiddetli vurdu. Üstelik bu sefer karnıma değil göğüs kafesime vurdu. Öylesine bir acı hissettim ki azap dolu çığlığım kulaklarımda çınladı. Kendimi tutmaya çalışıyordum ama yaşlar yanaklarımda süzüldükçe süzülüyordu. Burnumun direği sızlarken dudaklarımda çıkan hıçkırığa engel olamadım. Kaburgalarım kırılmış gibi nefes almaya çalıştıkça canım daha çok yanıyordu. Aldığım her nefesle bir şeyler göğüs kafesime batıyor, boğazımda hırıltıyla birlikte garip sesler çıkıyordu.
Öksürmeye başlayınca ağız dolusu kan kustum. Şiddetli bir öksürük krizine girmiştim ve nefes almak için kendi kanımı yutmak zorunda kalıyordum. Daha kötüsünü de yaşadım ama her defasında acıtıyordu işte. Attığım tekmenin intikamını misliyle benden almıştı ama ellerim bağlıyken bunu yapmıştı. Kan kusup acıdan gözyaşları dökmem öfkesini bir nebze olsun dindirdiği için rahatlayarak sopayı yere attı.
Ağlamaktan bulanık gören gözlerle geriye çekildiğini gördüm. Telefonu çıkartıp birini aradı. Çektiğim acı yüzünden dişlerimi sıkıp hızlı hızlı nefesler alırken adam telefonu kulağına yasladı. “Bil bakalım karşımda kim var, Sanrı?” Sırıtarak beni izlerken bunları söylemişti. Karun’u mu aramıştı? Karun beni kurtarmazdı ki. Duha belki ama Karun benim için parmağını bile kıpırdatmazdı.
Karun’u sinirlendireceğini düşündüğü için keyfine diyecek yoktu. Bu yüzden, “Karın elimde onu kurtarmak istiyorsan yalnız gel,” derken çok eğleniyordu. Amma ve lakin Karun ne dediyse otuz iki diş sırıtırken gülüşü yavaş yavaş solmaya başladı.
Kaşları birbirine yaklaştı ve alnındaki kırışıklar belirgin bir hale geldi. Sinirlenmişti. “Karını istemiyor musun?” derken telefonu kulağında uzaklaştırıp hoparlörü açtı. Artık telefonu ikimizin arasında tutuyordu.
Karun’un, “Onu öldürmeyi başarırsan seni paraya boğarım!” diyen sesini özellikle bana dinletti. Dudaklarımda kendi kanım süzülürken onu duydum. Beni öldürmelerini istiyordu. Öldürmeleri için para teklif ediyordu. Karun benim için bir anda 13 Haziran’da ölen o adamın babasına dönüşmüştü. Sanki o da saçıma siyah bir kurdele takmış ve ölüm tarihimi bana bildirmişti. Tıpkı o adamın yaptığını yapmıştı. Onun gibi davranıyor, onun gibi hissettiriyordu.
“Oğlumun öldüğü yaşa kadar yaşamaya devam et. 13 Haziran bu sefer senin kanınla tekerrür edecek, Bige Efil Saka.”
Oğlu yirmi altı yaşında 13 Haziran gecesi ölmüştü.
Yirmi altı yaşındayım ama gerçekte yirmi altı olmama bir buçuk ay vardı. On altı Nisan’da evlenmiştim ve şimdi yirmi altı Nisan’dı. Haziran’a çok az kalmıştı. Karşımdaki adam gereken şeyi bana dinlettiği için telefonu kapattı. Evet, daha fazlasını bana dinletmeden telefonu kapatmıştı. Üzülmedim ki. Bilemiyorum belki biraz.
Sonuçta Karun benden kurtulmayı her şeyden çok istiyordu. Ölmem onu kısa yoldan dul bırakırdı. Ama karnım ve kaburgalarım bu kadar acırken söyledikleri de iyi gelmemişti. Karşımda dikilen adam telefonu cebine koyup neler olduğunu anlamak ister gibi bana bakınca ağzımdaki kanı yere tükürdüm. “Ölmem onun işine gelir,” dedim nefes nefese.
“Benim yerime nişanlısı Rengin’i kaçırsaydınız şimdiye burada olurdu.” Vücudumdaki acı göz kapaklarıma baskı uyguladığı için gözlerimi zor açık tutuyordum.
“Be-benden nefret ediyor,” diye fısıldadığımda artık titremeye başlamıştım. “Rengin ile evlenmesine engelim,” diye mırıldandığımda yanlış kadını kaçırmış olmanın huzursuzluğunu yaşamaya başlamıştı. Onların öfkesini görmek zorunda kalmadım çünkü boynum öne büküldüğünde başım göğsüme doğru düşmüştü. Çok fazla acı vardı hem de çok fazla.
Uyumak istemiyorum çünkü uyuyunca daha fazla acıyorum.
***
Sesler duyuyorum evet, yine ağlayan sesler duyuyordum. Nerede olduğumu anlamak için etrafıma baktım ama her yer çok karanlıktı. Karanlıkta yönümü bulmaya çalışarak yürümeye başladım. Nerede olduğumu bilmiyordum ama aslında biliyorum. Duvarlarda buram buram yükselen gözyaşları bana nerede olduğumun sinyallerini veriyordu. Düz bir şekilde yürümeye başladıkça sesler daha yoğun bir hale gelmeye başladı. Yürürken bana yaklaşan adım seslerini duydum. Sanki bu karanlığın içinde birbirimize doğru yürüyorduk. Adım atmayı bırakarak beklemeye başladım. Kimin bana yaklaştığını biliyordum.
Onu göremiyordum ama hissediyordum. Onun yaydığı korkunun kafamda bir şekli vardı. Tarif bile edemeyeceğim bir şekli. Aslında şu anda göremediğimi o yanımda durana kadar fark etmemiştim. Tam yanımda durdu. Onun beni gördüğünü ama benim onu göremediğimi anladım. Ben hâlâ kördüm. Uyan Bige, uyan!
Sıçrayarak gözlerimi açtığımda kan ter içinde kalmıştım. Burada yalnız olduğumu görünce gözyaşları içinde haykırdım. Tüm bu kâbuslara son vermek istercesine ağlayarak bağırdım. Kurtulamıyordum bir hatanın bedeli bu kadar ağır olmamalıydı. Çocuktum, çocuk! Bazı günahlar en çok çocukların omuzlarında büyürdü.
“Öl veya öldür, Efil. Ben bir baba olarak bu gece kızımdan vazgeçiyorum.”
“Korkuyorum baba yanıma gelemez misin?”
“O teçhizat asla dışarı çıkmamalı, Efil! Ağlamayı bırak ve sana söylediklerimi yap.”
“Bunu yapınca ne olacak? Arkadaşlarıma ne olacak? Baba bana ne olacak?”
“...”
“Ba-baba ölüm ne demek?”
Bağlı olduğum sandalyede omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ağlamam yükseldikçe göğüs kafesimdeki acı biraz daha şiddetlendi. Babamın kızı olmak hiç kolay olmamıştı. O gece zaten benden vazgeçmişti. En kötü ihtimalle bende ölecektim ama ona göre iyi bana göre daha kötü bir ihtimal yaşandı ve hayatta kaldım. Eğer son soruma cevap verseydi koşarak arkadaşlarımın yanına gider ve onlarla aynı sonu yaşardım. Babam bana ölümün sonsuz bir veda olduğunu söylememişti. Ben bilmiyordum babam da söylememişti.
Babam o gece tüm hayatımı etkileyecek bir şeyi benden saklamıştı. Bu yüzden bende babamdan hayatımı etkileyecek her şeyi saklamaya başladım. Bana nasıl bir ters psikoloji yaşattığını bilmiyordu. Sigaraya başlamam, gizlice yaptığım evlilik ve saçımdaki kurdeleli toka. Aslında her şey önüme koyduğu katı kurallar için bir başkaldırıydı.
Kapıdan gelen sesleri duyunca güçlükle gözyaşlarımı durdurmaya çalıştım. Acısa da ağlama. İçeriye hırsız kılıklı iki çocuk girdi. Doğrudan yüzüme bile bakmadılar. Biri beni çözerken diğeri aşağılamak ister gibi sırıtarak bir şeyler söylüyordu. “Abimiz seni bırakmamıza karar verdi. Kocana verilecek en büyük ceza seninle evli kalmasıymış.”
Daha yeni günlük zehir dozunu almış gibi gevşekçe gülümsedi. “Aklın varsa boşanmazsın çünkü Sanrı’ya istediğini verirsen seni buluruz.” Ürkütücü göründüğünü mü sanıyordu? Beni bayıltarak kaçırmasalardı belki de şu anda sırıtarak gösterdiği tüm o dişlerini yerde topluyor olurdu.
Beni çözdükleri için ayağa kalkınca eskisinden daha beter bir acı hissettim. Sandalyede iki büklüm oturunca bir süre sonra acımın büyük bir kısmı uyuşmuştu. Ancak ayağa kalkınca karnım gerildiği için acısı daha da çoğaldı ve kaburgalarımın acısıyla birleşince ortaya dayanılmaz bir şey çıktı. Vücudumdaki tüm kaslar oturmaktan tutulmuştu ve çizmenin içindeki ayaklarım kangren olmuş gibi artık onları hissetmiyordum. Bu insanlara karşılık vermek şöyle dursun ayakta bile duramıyordum.
Buna rağmen kolumu tutarak beni dışarı çıkarmak için sürüklediler. Kaç defa düştüm ama kimsenin umurunda olmadı. Terk edilmiş, yıkık dökük ve eski bir evden çıkınca sabah olduğunu anladım. Sabah güneşi gözlerimi yakınca bunu anladım. Değersiz bir eşyayı fırlatır gibi beni arabanın içine attıklarında arka koltuğa düşmüştüm. Elimi karnıma bastırarak acımı yatıştırmaya çalıştım ama her şey etrafımda dönmeye başlamıştı. Ben hiç iyi değildim.
Yol boyunca başımı cama yaslayıp için için ağlayarak direnmeye çalıştım. Çok fazla terliyor ve titriyordum. Ara ara öksürüyordum ve her öksürükle biraz daha kendi kanımı tadıyordum. Yarım saat sonra malikâneye yaklaşınca ön koltukta oturan biri dilenciye sadaka verir gibi bir paket ıslak mendili arkaya attı. Ayaklarımın önüne düşen mendili alırken bile çok zorlanmıştım. Kendime çeki düzen vermek için yüzümü silmeye başladım. Göz kalemim suya dayanıklı olduğu için büyük ihtimalle ağlayınca bile akmamıştır.
Rimel de aynı şekilde suya dayanıklı ve özel makyaj ürünleriyle çıkacak kadar kaliteliydi. Bu yüzden gözlerime hiç dokunmadan dudaklarımı silmeye başladım. Çeneme ve boynuma akan tüm kanları temizledim. Arada arabanın aynasından bakıp tenimdeki lekeleri siliyordum. Paketten bir mendil daha çıkartıp fazla bastırmadan alnımdaki terleri sildim. Malikânedeki insanlara beni getirdikleri son durumu göstermek istemiyordum. Siyah elbisemin beyaz yakasındaki kanlar için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Araba durunca kakülümü düzelterek indim. Arkamda o pislikler boşanırsam bundan daha kötüsünü yaşayacağımı hatırlatıyorlardı. Onları dinlemeden arabanın kapısını sertçe kapattım. Arkamdaki araba hızla gözden kaybolurken düz bir şekilde yürümeye başladım. Bunu Duha’nın yanına bırakmayacağım! Evet, bu şerefsizlere beni kaçırtan oydu. Garson beni görmüş yalanına inanacağımı mı sanıyorlardı?
O gösteri tamamen Duha’ya olan şüpheleri ortadan kaldırmak için kurulmuş bir tezgahtı. Karun’un diğer düşmanları beni kaçırsaydı kocandan boşanma diyerek beni bırakırlar mıydı? Hayır, şimdiye ölmüş olurdum! Duha o sokak serserilerine para verip beni kaçırtmıştı. Karun’un benim için gelmeyeceğini tahmin etmek zor değildi. Amacı bunu görüp Karun’dan daha çok nefret edip onun hayatını zehretmemdi.
Bu yüzden oradakiler Karun’un sesini hoparlörden bana dinletmişti. Duha için evli kalmam yeterli değildi çünkü onun asıl istediği bu evlilikle Karun’u süründürmemdi! Bu işin arkasında Duha’nın olduğunu anlamayacak kadar aptal değilim. Yemin ederim fırsatını bulduğumda o adamı can evinde vuracağım. Artık eskisine göre ona daha çok yakın olup önce güvenini kazanacağım daha sonra da onu köşeye sıkıştıracak şeyleri bulacağım.
Duha bana ne kadar çok güvenirse o kadar çok sırlarını açık ederdi. O sinsi adamın yaptığı gibi zekice adımlarımı atacağım. Tabii Duha’nın kuyusunu kazarken Karun’u da es geçmeyeceğim çünkü tüm gece beni kurtarmak için hiçbir şey yapmamıştı! Yardım etmesini zaten beklemiyordum ama beni asıl çileden çıkaran şey telefonda söyledikleriydi! Bu adamlara kendi karmamı yaşatacağım!
Büyük duvarların ötesindeki devasa malikânenin tüten bacasını görebiliyordum. Yazın ortasında dumanı tüten baca mı? O odalarda kalan herkes fazlasıyla ısınırdı ama içlerinde öyle bir mağara adamı vardı ki, peteklerin sağladığı ısı onun için yeterli olmadığı için şömineyi de yaktırırdı. İçinin soğukluğu katı vücudunu da etkiliyor olmalıydı.
Güvenlik kulübesine yaklaşıp bilgisayarla meşgul olan Celil’e, “Bana bir taksi çağır,” dedikten sonra içeri girdim. Hastaneye gitmeliyim ama öncesinde Karun denen adama bir çift sözüm vardı!
Bahçe kapısından içeri girdiğimde nöbet tutan korumaların bana olan bakışlarını üzerimde hissediyordum. Zoraki bir saygı ve gülmemek için kasılan yanakların varlığını attığım her adımda hissediyordum. Kaçırılmıştım ama iyiydim, işte onları gülmeye iten buydu. Hiçbiri beni kurtarmak için herhangi bir emir almamıştı lakin buna rağmen kurtulmuştum. Hepsi o adamların beni bırakacağını çok iyi biliyordu. Onları asıl eğlendiren buydu.
Kocamın beni kaçıran adamları arayıp ne dediğini hepsi çok iyi biliyordu. Adamlar fidye için beni kaçırmamıştı onun canını yakmak için kaçırmıştı. Karısını kaçırarak ona pusu kurmak istemişlerdi. Hepsi böyle sanıyordu çünkü bu işi Duha’nın tezgahladığını bilmiyorlardı. Peki, kocam ne mi yapmıştı? Adamlara, ”Onu öldürmeyi başarırsanız sizi paraya boğarım,” demişti! Beni kurtarmak şöyle dursun ölümüm için para bile teklif etmişti!
Kurtulduğuma seviniyorum ama keşke böyle aşağılanmasaydım. İçeri girmek yerine avlunun ortasında durdum. “Çağırın gelsin,” dedim düz bir şekilde karşıma bakarken. Bahçedeki adamlar beni ciddiye almayınca, “Çağırın gelsin!” diye bağırdım. O aşağılık adam dışarı çıkacaktı. Son zamanlarda bu cümleyi de çok kullanır olmuştum. İçeri girmem yasak olduğu için sürekli burada durup çağırın gelsin demek hoşuma gitmiyordu.
Boşanırsam Duha beni öldürecekti!
Boşanmazsam da bu adam beni öldürecekti!
Ben neyin içine düştüğümü anlayamıyorum!
Adamlardan biri telefonu çıkartıp onun sağ kolu, yani Kenan’ı aradı. Doğrudan onu aramaya cesaret edemedikleri için her şeyi önce Kenan’a bildiriyorlardı. Ayakta zor durmama rağmen avlunun ortasında beklemeye başladım. Korumalardan birinin kısık bir sesle, “Gerçekten onu kendi ayağına getirebileceğini mi sanıyor?” dediğini duydum ama dönüp ona bakmadım. “Şu zamana kadar babasının ayağına bile gitmemiştir.” Bu adamların hepsine bana saygı duymayı öğreteceğim. Ayrıca çağırdıysam gelmek zorunda çünkü yaşayıp yaşamadığımı bizzat görmek isteyecektir.
Birkaç dakika bekledikten sonra malikânenin devasa kapısı açıldı. Karun, Kenan ve Rengin ile dışarı çıkınca az da olsa keyfim yerine geldi. Başımı çevirip o hadsiz korumanın surat ifadesini görmemek için kendimi zor tutuyordum. Karun bana doğru yürürken mavileri baştan ayağa beni inceliyordu. Bakışları umursamaz ve düzdü fakat gözleri en küçük bir ayrıntıyı kaçırmaksızın beni inceliyordu. Sanki iyi olup olmadığımı kontrol ediyordu. Elbisemdeki kanları görünce kısa bir an kaşlarını çatmıştı ama bu kanların bana ait olmadığını düşündü.
Böyle düşünmekte haklıydı çünkü için için acıdan geberirken dimdik bir şekilde karşısında duruyordum. Çektiğim acıyı saklamak için olağanüstü bir çaba harcıyordum. Yüzümde hiç darbe olmadığı için yakamdaki kanların bana ait olduğunu düşünmedi. Bana baktıkça iyi olduğuma daha çok ikna oluyordu. Dudaklarının arasında sızan nefesini görür gibi oldum. Sanki rahatlayarak nefesini vermişti.
Karun karşımda durunca beni gördüğüne sevinmemiş gibi davranıyordu. “Daha fazla para teklif etmeliydim,” dediğinde arkasında duran Kenan’ın gülüşünü duydum. Beni öldürmeleri için bence de daha fazla para teklif etmeliydi. Çünkü bugünden sonra bir tek beni öldürerek benden kurtulabilirdi.
Oysaki kaçırılmasaydım ve bu adam ölümüm için para teklif etmesiydi ben zaten yine gidiyordum! O da gitmemi istediği için peşime düşmemişti. Ama hep olduğu gibi yine kalmam için bir sebep daha yarattılar! Ne zaman gitmek istesem hep bir şeyler çıkıyordu! “Peki, nişanlın için ne kadar teklif edeceksin?” Buz gibi bir sesle konuşup gözlerine baktım. Rengin’in beni duyması umurumda değil o röportajdan sonra o da masum değildi.
“Sen bir kadını kurtarmak için para teklif etmiyordun, değil mi?” Hızlıca başımı salladım. “Pekâlâ, o zaman aynı adamları ara ve Rengin’in ölümü için de onlara para teklif et.” Evet, bu oyunu onun kurallarıyla oynayacağım.
Ne demek istediğimi anlamadığı için sorgularcasına bana bakıyordu. Vücudum gittikçe güçten düşerken oyalanacak vaktimin olmadığını biliyorum. Bu yüzden o sormadan ben konuştum. “Onlara Rengin’in adını verdim. Nişanlına olan düşkünlüğünden biraz bahsettim.”
Dönen başım yüzünden nefesimi kontrol etmeye çalışarak başımı kaldırdım ve yüzüne baktım. “Nişanlını iyi sakla çünkü onu da kaçırmayı başarırlarsa paradan daha fazlasını teklif etmek zorunda kalırsın!” dediğimde ciddiyetinden hiçbir şey kaybetmeden bana bakmaya başladı. Ne benim ne de dışarıdakilerin onu geçip Rengin’e ulaşacaklarına ihtimal vermiyordu. Her şeyin bir ilki mutlaka vardır.
Benim için yarattığı her kâbus bumerang gibi ona döndükçe, yanlış Saka’ya Sanrı olduğunu anlayacaktı.
“Şimdi.” Arkaya doğru bir adım attım. “Fırsatın varken nişanlınla bol bol vakit geçir çünkü senden boşanmayacağım.” Kaşları usulca çatıldığında başımı hızla salladım. “Boşanmıyorum! Mahkemenin belirlediği süre dolsa bile yeni bir dava açmayacağım ve sen açsan bile boşanmayacağım!” O kadar sinirliydim ki ayağımı kaldırıp çizmemin ucuyla bacağına sertçe vurdum. “Buz kütlesi ahmak herif!”
Ne kadar şiddetli vurduğumu düşünsem de bitik bir vücutla attığım tekme en fazla çizmemin ucuyla ayağına dokunmak gibiydi. Başını eğip siyah pantolonunda bıraktığım ize baktı. Başını tekrar kaldırıp bana baktığında o kadar sakindi ki, insana sinir krizleri geçirtebilirdi. “Bu pantolonu sen yıkayacaksın,” deyince, “Ruh hastası!” diye sinirden bağırdım. Tek derdimiz kirlenen pantolonu değildi!
Başımın dönmesi çoğaldığı için yerimde sendeledim. Güçlükle dengemi koruyup, “Se-sen,” diye fısıldadığımda onu çift görmeye başlamıştım. “Senden neden iki tane var?” diye mırıldandığımda dudaklarımdan sızan kanla birlikte dizlerim büküldü. Daha ben düşmeden Karun öne atılıp beni kollarının arasına almıştı. Vücudum bir anda havalanıp kendimi onun kolları arasında bulmuştum. “Arabayı getir!” diyen sesi kulaklarıma uğultuyla geliyordu.
Başım onun göğsüne düşerken, “Sanrı,” diye mırıldandım kapanan gözlerime direnmeden. “Sen gerçekten Sanrı’sın.” Hayatıma kâbus gibi çökmüştü. Varlığı ve yokluğu koskoca bir belirsizlikten ibaretti. Evet, ona verilen korkutucu ünü sonuna kadar hak ediyordu.
“Biliyorum,” diyen sesi ondan duyduğum son şeydi. “Ve sende inatla bir Sanrı’nın hayatında kalmaya çalışan aptal bir Saka’sın!”
O adamlara para teklif etmeyecekti.
***
Yine aynı kâbusun içinde kendimi bulunca uyanmaya çalıştım. Benzer şeyleri o kadar sık görüyordum ki artık rüya olduğunu anlayabiliyordum. Yıllardır hep bunu görüyor ve rüyalarımda tekrar tekrar yaşıyordum. Sadece iki tür rüya görüyordum. Bunlardan biri 13 Haziran gecesi diğeri ise annemin öldüğü gece. Bir insan ne zaman gözlerini kapatsa hep aynı şeyleri görür mü? Ben görüyordum. Yıllar oldu huzurlu bir uyku çekmeyeli. Uyusam da bayılsam da hep aynı şeyleri görüyordum.
Bilincim kapandığı an geçmişim dört bir yanımı sarıyordu. Bu hep aynı gecede takılıp kalmak gibiydi. İçine çekildiğim kısır döngü sürekli kendini tekrarlıyordu. Bilincim yavaş yavaş açılınca bir hastane odasında olduğumu görmek beni şaşırtmadı. Tüm günü uykuda geçirmiş olmalıyım ki odanın içi hafif karanlıktı. Akşam olmuştu, değil mi? Yattığım yatakta başımı yavaşça çevirince tekli koltukta oturan adamı gördüm. Odamda Karun’dan başka kimse yoktu.
Kitap mı okuyordu o? Evet, gerçekten kitap okuyordu. Koltukta arkasına rahatça yaslanmıştı ve bacak bacak üstüne atmıştı. Gözlerindeki beyaz gözlük mavi gözlerine ışık tutarken muazzam görünüyordu. Önündeki sehpanın üzerinde bir fincan kahve vardı ve kitabını okurken ara sıra fincana uzanıp kahvesini yudumluyordu. Refakatçim Karun muydu? Belki de ölüp ölmeyeceğimi bizzat görmek istiyordur.
Dünya klasiklerinden birini okuduğunu gördüm. Platon’un Devlet adındaki kitabıydı bu. Bu tür kitapları okurken çok sıkıldığımı itiraf ediyorum. Aslında itiraf etmek gerekirse ben kitap okumayı sevmiyordum. Gözlerimdeki sorun hiçbir zaman kitaplarla aramızda yakın bir ilişki kurmama izin vermemişti. Onu kitap okurken görmek çok garip bir duyguydu. Bilemiyorum silah tutan ellerinde kitap farklı ama bir o kadar da hoş görünüyordu.
Okuduğu kitap hakkında hiç bilgim yok ama adından yola çıkınca siyasi bir kurgu olduğunu düşündüm. Kahve fincanına uzanınca onu izlediğimi gördü. “Nasıl hissediyorsun?” Elindeki kitabı kapatıp sehpanın üzerine bıraktı. “Daha iyi misin?”
Konuşmadım bir şeyler söylememi bekledi ama hiç konuşmadım. O bekledi fakat ben tek kelime etmedim. Biliyorum hakkım yoktu tanımadığım birine kırılmaya ama kırgın hissediyordum. Ona bakmayı bırakıp bakışlarımı kapıya çevirdiğimde, “Benimle konuşmayacak mısın?” diyen sıkkın sesini duydum. Evet, tam olarak bunu yapacağım. Onunla muhatap bile olmak istemiyorum.
Zalim piç.
Odanın kapısı açılınca elinde poşetlerle Kenan içeri girdi. Uyandığımı görünce belli belirsiz tebessüm ederek, “Uyanmışsın,” dedi. Elinde tuttuğu poşetleri gösterdi. “Giymen için sana bir şeyler aldım,” dediğinde ikisini görmeyeceğim bir yöne başımı çevirdim. Onunla da konuşmak istemiyordum.
Kenan elindeki poşetleri masanın üzerine bırakırken poşetlerin hışırtısı kulağıma geldi. “Neyi var?” dediğinde bu sorunun muhatabı Karun’du.
“Ona sor,” dedi Karun agresif bir sesle. “Benimle konuşmuyor.” Bu hoşuna gitmemiş gibiydi.
Kenan’ın alaycı gülüşünü duydum. “Haklı olarak,” dediğinde ona imada bulunur gibiydi. “Kaburgaları altı yerinde çatlamış, üstelik neredeyse iç kanama geçiriyormuş.” Sesinin Karun’u suçlarcasına çıktığına yemin edebilirim. Bu sefer susan Karun olmuştu.
Guiness rekorlar kitabına en çok kaçırılan insan olarak adımı yazdırmak üzereyim.
Kenan yatağın etrafında dolanarak yanımda durdu. “O adamlara para teklif etmesiydi belki de seni bırakmayacaklardı.” Onu daha iyi görmem için üzerime eğildi çünkü dümdüz bir şekilde duvara bakıyordum. “Bu alemde kimi kurtarmayı istersen onu senden alırlar,” dedikten sonra odadan çıktı. Olabilir ama ben onların dünyasının bir parçası değilim.
Yatakta Karun’a sırtım dönük bir şekilde gözlerimi kapattım. Uyumak istiyordum. Onların cehenneminden çıkıp kâbuslarımda kendi cehennemimi yaşamak için uyumak istiyordum. Sırtımda onun bakışlarını hissederken kendimi yeniden uykuya teslim ettim.
***
Gece yarısı yine sıçrayarak gözlerimi aralayınca tavana bakıp derin bir nefes aldım. Yine soluk soluğa kalmıştım ve terlemiştim. Ve evet, yine aynı kâbusu görmüştüm. “Rüyanda ne gördün?” diyen bir ses duyunca irkilerek başımı çevirdim. Karun’un hâlâ aynı koltukta oturduğunu gördüm.
Odanın ışığını kapattığı için gece lambası bize gereken ışığı sağlıyordu. Ellerini koltuğun kenarına koyan adam bir şeyi öğrenmek ister gibi bana bakıyordu. “Sayıklıyordun.” Mavilerine yerleşen merak hissi dört bir yanını kuşatmış görünüyordu. Gözlerini biraz eğdi ve kirpiklerinin altından yanımda duran sağ elimi işaret etti. “Ve tüm gece uyurken baş parmağın serçe parmağının ucuna dokundu.”
Elime bakmayı bırakıp bakışlarını yüzüme çıkardı. “Asistanımın ofisinde seni o sandalyenin üstünde gördüğümde de baş parmağınla serçe parmağının ucuna dokunuyordun.”
Ellerini sandalyenin kenarına bastırarak yavaşça ayağa kalktı. “Evime ilk kez geldiğinde, Ragıp’ın evinde o masanın altında çıktığında ve kollarımda bayılmadan hemen önce de baş parmağınla serçe parmağının ucuna dokunuyordun.” Bana doğru küçük adımlar atarken ciddi yüzü kafasını kurcalayan bu küçük detayın sırrıyla gerilmişti. “Saka,” dedi yatağımın yanında durarak. “Bu hareketin anlamı nedir?”
Rehin aldığı gözlerimi ondan kurtarmak için başımı eğerek sağ elime baktım. Baş parmağımın amaçsızca serçe parmağımın ucuna dokunduğunu görünce gözlerim doldu. Uykudayken bile kendimi güvende hissetmiyordum. Bu hareketin tek anlamı tehlikeydi. Babamın silah arkadaşı olan Cemal amca biz çocuklara yıllar önce parmaklarla ilgili küçük bir oyun öğretmişti. Daha doğrusu o yıllarda hepimiz bir çocuk olduğumuz için bunu bir oyun sanıyorduk.
Çocukken de hayatımızda tehlike eksilmediği için Cemal amcanın aslında ne yapmak istediğini geç anlamıştık. Bir gün hepimizi karşısına toplamıştı ve ”Konuşamayacağınız bir durumla karşı karşıya kalırsanız parmaklarınızı kullanın,” demişti. Sağ elimizin dört parmağına farklı anlamlar yüklemişti ve baş parmağımızla hangisinin ucuna dokunursak o parmağın anlattığı şeyi karşı tarafa bildirecektik.
Korkuyorsan işaret parmağının ucuna dokun.
Yalnız değilsen orta parmağının ucuna dokun.
Yardım istiyorsan yüzük parmağının ucuna dokun.
Ve tehlikede hissediyorsan serçe parmağının ucuna dokun.
Artık parmakların dilini anlayacak kimse kalmamıştı. Bunu anlayacak tüm arkadaşlarım ölmüştü. Ama ben hâlâ ara sıra ruh halime göre bazen baş parmağımla diğer parmaklarımın ucuna dokunurdum. Çocukluktan kalan bir alışkanlık işte. Ben çoğunlukla hep serçe parmağımın ucuna dokunurdum çünkü kendimi hep tehlikede hissederdim.
Üzerimdeki örtüyü çekip çıplak bacaklarımı dikkatli bir şekilde yataktan sarkıttım. Bana giydirdikleri hastane önlüğünü görmezden gelerek ellerimi iki yanımdan yatağa bastırıp ayağa kalktım. Bir anda ayağa kalktığım için başım dönünce hafif sendeler gibi olmuştum. Fakat Karun düşeceğimden endişe eder gibi belimi tutunca kendimi onun kollarının arasında bulmuştum. Onu itmek için ellerimi onun göğsüne bastırmıştım ki kaşlarını çattı. “Konuş artık benimle!” Beni daha sert tuttuğunda ifadesi fazla ciddiydi. “Susman için henüz son gözyaşını akıtmadın,” dediğinde buz keserek nemli saçlarımın arasından yüzüne baktım. Henüz ölmedin diyordu.
Saka kuşu son gözyaşını döktüğünde şarkı söylemeyi bırakırdı.
Ölürdü.
Karun beni kolları arasında tutarken kısık bir sesle, “Böyle yapma, Saka,” diye mırıldandı. Bakışlarındaki suçluluk muydu yoksa vicdan azabı mı, emin değilim. Canını sıkan bir şeyler olmalı ki kaşları hafifçe çatıktı. “Benimle konuş!” dediğinde tersler gibi çıkan sesi emir niteliğindeydi. Yanlış bir yolda ilerlediğini fark edince burnunda sinirli bir şekilde nefesini verip, “Yani benimle konuşur musun?” diye sordu gergin bir sesle.
Düz bir şekilde ona bakarken cevabımı onun kollarının arasında çıkmaya çalışarak verdim. Kendimi geriye çekerek ondan kurtulup kapıya yürüdüm. “Saka,” dedi arkamdan. “Uzun süre kocana küs kalamazsın.”
Boyu devrilsin böyle kocanın!
Kaşlarımı çatarak ona döndüğümde beni kızdırmak hoşuna gitmiş gibi keyfi biraz yerine gelmişti. Gözleri muzip bir şekilde bakarken şimdi o kadar da ürkütücü görünmüyordu. “Kuşlar uzun süre ötmeden duramaz, nereye kadar susabileceğini sanıyorsun?” derken benimle eğlendiği apaçık ortadaydı.
Acaba o depoda yediğim dayaklar yüzünden on üç gün boyunca onunla konuşmayacağımı ona söylesem mi?
Bakalım on üç gün boyunca onun dışındaki herkesle konuştuğumda yine böyle eğlenecek miydi?
Yorumlar