Roman
  • 01/12/2025

8-BABAM GİBİSİN

“Zamanında saçımızı okşamayan bir elin yokluğunu, değmeyecek insanlara saçımızı süpürge ederek dindirmeye çalışıyorduk.”

Yine sabah saat altı olunca gözlerim kendiliğinden açılmıştı. Fazla disiplinli biri olduğum için sabahları hep bu saatte uyanırdım. Güne şekersiz bir kahveyle başlar daha sonra da bir saat boyunca koşardım. Son yaşadığım olaydan sonra bir süre sabah sporu yapamam çünkü vücudum henüz tam olarak iyileşmedi. Karnımda göze çarpan morluklar vardı ve hâlâ dokununca çok acıyordu. Kaburgalarımdaki çatlaklar da her eğilip kalktığımda veya ani hareketlerimde canımı yakıyordu.

Sadece bir gün hastanede kalmıştım ertesi güne doktorlar beni taburcu etmişti. Hastanede kaldığım o bir gün boyunca Karun ile ne konuşmuş ne de yüzüne bakmıştım. Suskunluğumun ilk gününü ona fazlasıyla hissettirmiştim. Zaten hastaneden çıktıktan sonra ikimizde birbirimizi görmekten kurtulmuştuk. Yeniden malikâneye döneli üç gün olmuştu, yani sessizliğimin beşinci günündeyim. Buraya dönünce müştemilat ve malikâne arasında bir kilometre mesafe olduğu için birbirimizi görmek zorunda kalmıyorduk.

O kendi bölgesinden bu tarafa gelmiyordu bende ona ait olan tarafa geçmiyordum. Açıkçası onunla konuşup konuşmamam pek de umurunda değildi. Neden olsun ki zaten sesini duymak ve görmek istemediği biriydim. Bende zaten bana yalvarsın diye susmaya karar vermemiştim çünkü tanımadığı bir kadının konuşmasını umursamayacağını zaten biliyordum. Benim ortaya koyduğum bu on üç günlük sessizlik kendimi şartlamam içindi.

Ölmemi isteyen biriyle hiçbir şey olmamış gibi konuşarak kendime olan saygımı yitirmek istemiyordum. Bu yüzden açık açık tavrımı ortaya koymak için kendimi sessizlikle şartlamıştım. Bir tek sabahları ve akşamları Karun’a ait olan bölgeye giriyordum o da yürüyüş yapmak için. Bunu da kimse ortalıkta yokken yapıyordum. Sabahın altısında ve herkes akşam yemeğindeyken. Bu saatlerde bahçenin onlara ait olan tarafına geçip dışarı çıkıyordum ve malikânenin dışında bir saat yürüyüp geri dönüyordum.

Böyle anlarda Celil bana hep eşlik ediyordu. Zaten bu yerde bir tek Celil ve Çiçek beni insan yerine koyuyordu. Biri güvenlik kulübesinde nöbet tutan korumaydı diğeri ise hizmetçi ama buradakilerden daha dost canlısıydı ikisi de. Elimdeki su matarasını güçsüzce tutarken yorulduğumu fazla belli ediyordum. Yanımda yürüyen Celil, “Yine çok yoruldunuz, değil mi?” dediğinde Karun’dan korkmasa beni kucağında taşıyacakmış gibi görünüyordu.

Başımı kaldırıp bana eşlik eden dev adama gülümsedim. “Normalde bu kadar çok yorulmam ama henüz iyileşmediğim için biraz güçsüzüm.” Yürüyüşlerimde bana eşlik eden bu koca adam gerçekten iyi biriydi.

Her an düşecekmişim gibi tetikte olarak adımlarını bana uyduruyordu. “Bunu söylemeye iznim yok ama Karun Bey sizi aramıştı,” dedi bir anda.

Malikâneye yaklaşmışken durup iri vücudunu bana doğru çevirdi. “O gün davette eve çok sinirli bir şekilde döndü. Kendi rızanızla oradan ayrıldığınızı düşündüğü için peşinize düşmedi ama çok sinirliydi. Sabaha karşı saat beşte gelen telefonla kaçırıldığınızı öğrendik,” dediğinde farkında olmadığım detaylarla donup kaldım. Saat beş mi? Ben o depoda uyandığımda daha akşam sanıyordum.

Tabii ya zaten biz o davete akşam gitmiştik ve ben orada saatlerce kalmıştım. Zamanın çoğunu Kenan ile bir masada sıkıntıyla etrafıma bakarak geçirmiştim. Gece on iki gibi oradan ayrılıp kaçırıldıysam beş saate yakın o sandalyede uykudaydım. Karun sabaha karşı saat beşte kaçırıldığımı öğrenmişti ama yine de benim için gelmemişti. Celil ne düşündüğümü anlamış gibi başını iki yana salladı. “Haberi alır almaz adamları toplayıp evden ayrıldı.” Buna inanmam çok güçtü.

“İki saat boyunca dışarıda nerelere baktılar veya kimleri sorguladılar, bilmiyorum ama sizden yarım saat önce eve döndüler. Geri dönmelerinin sebebi bizim çocuklardan birinin bir iz bulmasıydı. Kaçırıldığınız sokaktaki kameraları izleyince sizi kaçıran bir kişinin eşkâline ulaştılar. Furkan onu yakalayıp depoya götürmek yerine buraya getirdi çünkü malikâneye çok yakınmış. Karun Bey bunu öğrenince adamları toplayıp eve döndü.” Başını hafifçe sallayarak beni sözlerine inandırmaya çalıştı. “Siz gelmeden önce bodrum katında onu konuşturmaya çalışıyorlardı. Karun Bey sizden yarım saat önce eve geri dönmüştü,” dediğinde donup kaldım. Doğru muydu bunlar? O gaddar adam gerçekten beni bulmaya çalıştı mı? Bu ondan beklemediğim bir davranıştı.

Celil uzun boyundan dolayı benimle konuşurken başını bayağı bir eğiyordu. “Kimlerin sizi kaçırdığını bilmediği için amaçlarını tahmin edemezdi. Bu yüzden telefonda sizi önemsiz biri gibi gösterdi,” dediğinde sesi bir gizemin kapılarını aralar gibi kısık ve tüyler ürpertici çıkıyordu.

“Karun Bey için önemsiz biri olsanız bile her şeyden önce onun karısı olarak biliniyorsunuz. Karun Kalender karısını bir avuç serserinin elinde bırakmış dedirtmemek için sizi günlerce arayabilirdi,” deyince işte şimdi beni aradığına ikna oldum. Gerçekten aramıştı çünkü Celil haklıydı, sırf kendi itibarı için bile beni arardı.

“Ama buraya gelince dedi ki-”

“Daha fazla para teklif etmeliydim, değil mi?” Celil kaşlarını bilmişçesine yukarı kaldırınca korumaların da kendi aralarında çok dedikodu yaptığını anladım. Çünkü Karun bunları söylerken Celil orada değildi. Celil şaşkın suratıma bakarak güldü. “Seni bulmak için içeride bir adamı yumrukluyordum diyemezdi.”

Sinirden gülerek malikâneye yürüdüm. “Bundan sonra günlük dedikodu dozumu seninle gidereceğim.” Malikânenin bahçe kapısına yaklaşırken ona takılmadan edemedim. “Her şeyden haberin oluyor.”

Celil ile bahçe kapısından içeri girdiğimizde Karun’u gördüm. Odasının terasında oturuyordu ve yine kahvesini içerken kitap okuyordu. Başımı kaldırıp çatı katının terasını izlerken, “Hep bu kadar erken mi kalkar?” diye sordum. İşe saat sekizde gittiğini biliyorum ama saat altıda uyanıyordu. Bende güne saat altıda başlardım ama ben babamın sıkı disipliniyle büyüdüğüm için böyle alışmıştım. Zaten bu yüzden evde bile pijamayla dolaşmazdım. Fazlasıyla sıkı bir disiplinle yontulmuştum.

Celil başını kaldırıp terasta kitabını okuyan adama bakarken kafası karışmış gibiydi. “Aslında saat yediden önce uyanmazdı.” Başını eğip bana baktığında yüzünde manidar bir bakış vardı. “Birkaç gündür sizinle aynı saatlerde uyanıyor ve siz bahçeye girmeden içeri girmiyor,” dediğinde tüm keyfim kaçmıştı. Ne yani beni kontrol mü ediyordu? Yine başına bir iş açmayayım diye eve döndüğüme emin olmak istiyordu. Bu adam tıpkı babam gibi fazla kontrolcüydü.

Celil onu bekleyen arkadaşının yanına, yani güvenlik kulübesine girince bende düz bir şekilde yürümeye başladım. İkinci kez başımı kaldırıp Karun’un olduğu balkona hiç bakmadım. Bir saatlik yürüyüş hasta bedenimi çok yorduğu için yine başım dönmeye başlamıştı. Kafamı çevirip bahçedeki kamelyaya kısa bir an baktım. O kamelyanın içinde biraz oturup dinlenmeyi ne çok isterdim. Yorgun bedenime iyi gelebilirdi ama kamelya malikânenin görüş açısında olduğu için bunu yapamam. Mecburen kahrolası bir kilometrelik yolu yorgun bir halde çekmeliydim.

Birkaç adım atınca başım tekrar döndüğü için durup kendime gelmeyi bekledim. İç kanama tehlikesini atlatmış olsam da hâlâ iç organlarımdaki hasar tam olarak iyileşmemişti. Ayaklarımın altında kayıp giden zeminin sarsıntısını hissediyordum. Bu küçük çaplı sarsıntının geçmesini bekledim. Zemin hareket etmezse tekrar yürüyebilirdim.

Böyle durduğum yerde kendime gelmeyi ne kadar bekledim, bilmiyorum fakat arkamda adım sesleri duyunca burada çok fazla oyalandığımı anladım. Derin bir nefes alıp yürümek için kendimi zorlamıştım ki, daha ilk adımımda gözlerimin önü karardı. “Hassiktir!” Kısık bir sesle zayıf bedenime kızıp ikinci adım için kendimi zorladım. Amma ve lakin yere doğru süzüldüm. İşte tam o anda belimdeki yabancı ellerin varlığıyla düşmekten son anda kurtuldum. Biri peşimden gelerek beni tutmuştu.

Başımı eğip önce belimin iki yanında duran parmaklara baktım. Daha sonra başımı kaldırıp omzumun üzerinden bakınca arkamda tüm heybetiyle duran yabancı birini gördüm. Sağ omzum boşluktayken sol omzum onun göğsüne yaslıydı ve elleri belimin iki yanındaydı. Ona bakarken o da başını eğmiş beni izliyordu. “İyi misin?” diyen gözlüklü bir çocuk beni tutuyordu. Bana göre yaşça daha küçük fakat boyu benden daha uzun bir çocuktu.

İyi olmadığım halde, “Daha iyiyim,” dediğimde yavaşça ellerini belimden çekti. Fakat düşerim diye temkinli bir şekilde bana bakıyordu. Yönümü ona doğru çevirdiğimde baştan ayağa beni süzdü. “Sen abime şaka gibi bir evlilik yaşatan o Saka’sın, değil mi?” dediğinde anlamaz bir halde, “Abi mi?” diye sordum.

Gülerek başını salladı. “Ben namı diyar Sanrı’nın en küçük kardeşi Levent,” deyince afallayarak ona baktım. Karun’un kardeşi mi vardı? Bu kadarını bilmiyordum.

Kardeşi olduğunu öğrenince şimdi daha detaylı bir şekilde Levent’e bakıyordum. Yirmili yaşların başında gösterdiğine göre büyük ihtimalle ya yirmi yaşındaydı ya da yirmi bir. Karun’un aksine saçları kumral değildi çünkü Levent’in kahverengi, uzun saçları vardı. Evet, saçları omzunun üzerine gelecek kadar uzundu. Ela gözlerini saran siyah çerçeveli bir gözlük takıyordu. Büyük ihtimalle gözlerinde bir sorun yoktu çünkü numaralı bir gözlük olmadığını anlayacak kadar çok gözlük eskitmiştim. İnce bir yüzü ve yeni çıkmaya başlayan sakallarıyla üniversiteli bir çocuk izlenimi yaratıyordu.

Karun gibi tüm gün takım elbiseyle dolaşmak yerine üzerinde beyaz bir tişört ve siyah bir eşofman altı vardı. Uzun ve zayıf biriydi. Abisi gibi kaslı bir vücudu yoktu. Bana bakıp bir şeyler söylememi bekliyordu. “Bige Saka adım.” Ona elimi uzattığımda elime kısa bir an bakıp tebessüm etti. “Memnun oldum, Bige,” diye elimi sıktı. En azından abisi gibi suratsız değildi.

Hani derler ya iti an çomağı hazırla diye, işte tam da böyle bir şey oldu. Karun ve kardeşini kıyasladığım an Karun’un, “Levent!” diyen sert sesini duydum. “İçeri geç.” Yedik sanki kardeşini.

Levent ile aynı anda başımızı çevirdiğimizde malikânenin kapısının önünde dikilen adamı gördük. Kardeşiyle birleşen elimize baktıkça öfkesi daha çok büyüyordu. Hayır, hayır, hayır, sakın bunu yapma. Bakışlarında gördüğüm şeyi dile döküp kelimelerin zehriyle kanatmasın beni. Evli adamlarla düşüp kalkan bir kadın olduğumu düşünebilirdi ama onun kardeşini ayartmaya çalışacak kadar iğrenç bir kadın değildim.

Yukarıda beni izlerken Levent’in arkadan gelip belimi tuttuğunu görmüştü. Ona göre erkekler için çok tehlikeli bir kadın olmalıyım ki Levent’i hedefime alacağımı düşünmüş olmalıydı. Bu yüzden aceleyle aşağıya inmişti. Sadece bakışlarıyla bunu o kadar net hissettiriyordu ki. Yine de bana hissettirdiği şeyleri sesli söylemesin istedim. Hemen elimi Levent’in elinden çektim ve ikisine sırtımı dönerek müştemilata doğru yürümeye başladım.

Arkamdan Levent’in, “Bunu yapmak zorunda mıydın?” diyen sesini duydum. Hemen sonra ise Karun’un sinirli sesi kulağıma geldi. “Sen karışma!” Bu adamdan nefret ediyorum.

***

Hamakta sallanırken kucağımdaki çantaya can simidi gibi sarılıyordum. Beni kaçırdıklarında çantam orada kalmıştı ama Celil az önce çantamı bana geri getirdi. Söylediğine göre kuryeci bir çocuk çantamı getirip ona teslim etmişti. Anlaşılan Duha şerefsizi çantamı geri gönderme zahmetinde bulunmuştu. Çantanın içinde cüzdanım, kredi kartlarım falan vardı ama hiçbiri umurumda değildi. Çantanın geri gelmesine sevinmemin tek nedeni içindeki telefondu. Annemin telefonu. Onun eski telefonunun yanında benim pahalı telefonumun lafı bile olmazdı.

Gökyüzündeki yıldızları izlerken aynı zamanda telefonla üniversitedeki hocalarımdan biriyle konuşuyordum. Kâmil Bey yanında stajımı ve bir zamanlar asistanlığını yaptığım profesördü. “Bige uzun zamandır telefonlara neden bakmıyorsun?” dediğinde bu huysuz ihtiyar belli etmezdi ama telefonlarını açmayınca endişelendiğini biliyorum. “Sana gönderdiğim e-postaya hâlâ dönüş yapmadın,” deyince sinirden güldüm. Sesimi duyunca iyi olduğuma kanaat getirdiği için iş konuşmak için fazla beklememişti.

“Henüz görmedim neyle ilgiliydi?” Kafamı kaldıracak halim yokken bilgisayarı kurcalayacağımı sanmıyorum. Zaten bilgisayarımda yanımda değildi.

Kâmil Bey, “Belize mağaralarına bir keşif turu planlıyoruz,” dediğinde lafı dolandırmak sabırsız mizacına tersti.

“Oraya gidecek ekibin içinde senin de olmanı istiyorum. Kazı alanları için yaptığımız planın çizelgesini sana gönderdim. En geç yarına kadar kontrol edip bana geri dönüş yapmalısın.” Belize mi? Orta Amerika’nın kuzeydoğu kıyısında bir Karayıp ülkesiydi.

Bir arkeolog olduğum için daha önce birkaç kez farklı ülkelere seyahat edip bu tür çalışmaların içinde yer almıştım. Gözlerim yüzünden yaptığım üç seyahatte benim açımdan pek verimli geçmemişti. Zaten o yıllarda henüz kalıcı körlüğüm başlamadığı için sadece bir asistandım. Berbat bir haldeyken bu kadar uzağa gideceğimi sanmıyorum.

“Ben katılamam.” Bu sefer onlara eşlik edemeyeceğim. Kendim bir fosile dönüşmüşken gidip yerin altında bir şeyler çıkartıp inceleyecek halde değildim.

Bu tür seyahatlerin beni fazlasıyla heyecanlandırdığını bildiği için hayır cevabım onu şaşırtmıştı. “Sen ne dediğinin farkında mısın?” Olumsuz geri dönüşler onu genelde olduğundan daha çekilmez kılıyordu.

“Belize’nin balta girmemiş ormanlarına gideceğiz diyorum. Gerekli yerlerle iletişime geçip araştırmamız için izin almak kolay mıydı sanıyorsun? Eğer şimdi bize katılmazsan tekrar oraları görme şansın olmayacak.” Bunun farkındayım ama gerçekten bu haldeyken seyahat edemezdim. Oraya gitsem bile aklımı yeteri kadar araştırmama veremezdim. Üstelik her ormanın kendine göre bir yaşam alanı vardı ve bazıları bizim için ölümcül boyutlarda olabilirdi.

Çoğu zaman biz arkeologlar gittiğimiz ülkenin yerel insanlarıyla sorunlar yaşıyorduk. En son gittiğim yer Kenya’ydı ve oradaki insanlar ruhları rahatsız ettiğimizi söyleyip bize çok sorun çıkarmıştı. Kabile hayatı yaşayan insanlardı ve atalarının ruhlarını rahatsız ettiğimizi savunup durmuşlardı. Her ülkenin kültürü ve inancı farklı olduğu için bu tür sorunlarla çok sık karşılaştığımız oluyordu.

“Ne zaman gideceksiniz?” diye sorduğumda, “Bir ay sonra,” cevabıyla başımı salladım. “Bir ay düşünmek için yeterli bir zaman profesör,” dedim bu konudaki kararsızlığımı ona belli ederek. “Uçuş zamanına kadar cevabımı mutlaka size bildireceğim. Gönderdiğiniz e-postaya bakıp birkaç gün içinde bu konuda da size geri dönüş yapacağım,” dedikten sonra nihayet rahat bir nefes alıp telefonu kapattı. Belki de o zamana kadar boşanıp giderdim.

Ben genelde ekipte araştırılacak noktaları belirleyen kişilerden biriydim. Üstelik yedi dil bildiğim için gittiğimiz çoğu yerde tercüman ihtiyacını hissettirmiyordum. Yaptığımız çalışmalara katılacak ekibin içinde genelde bize yararlı olacak kişiler olmalıydı. Ekiptekilerin genel bilgisi tam donanımlı olmazsa bizim için tatmin edici bir araştırma olmazdı.

Hepimizin uzmanlık alanları farklı olduğu için orada birbirimizin eksiklerini kapatmalıydık. Öğrenci hayatımın ilk yılında Kâmil Bey’in gözleri önünde mayalara ait bir lahitti kazayla kırdığımı hatırlayınca güldüm. Çıldırmıştı.

Hamaktan kalkıp yürümeye başladım. Burada çok sıkılıyordum ve sıkıldıkça daha çok efkarlanıyordum. “Uğurlar olsun, uğurlar olsun.” diye kısık sesle bir türkü söylemeye başladım. “Uğurlar olsun, uğurlar olsun. Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun. Bir keskin kalem, bir kırık gözlük, yürekli yiğitlere hatıran olsun,” dediğimde gözlerim doldu. Bu türkü bana da kaybettiğim arkadaşlarımdan birini hatırlatıyordu. Onun da adı Uğur’du.

Ben kendi kardeşlerime nasıl kıydım? Ben kendimi nasıl böylesine bir azabın içinde bıraktım? Ölürken bile babamı affetmeyeceğim. Son nefesimi verirken bile bir yanım babama küs bir şekilde ayrılacaktı bu dünyadan. Başımı eğip titreyen parmaklarla dokundum saçlarımdaki tokaya. Bir gün ölmeyi isteyecek kadar canım çok yanarsa işte o zaman bu tokayı çıkartacağım.

Yaralı yüreğime şimdi olduğundan daha büyük bir yara açtıklarında bu tokayı çıkartacağım. İşte o zaman dayanma gücümün sonuna geldiğim bir gün olacaktı ve bir saka kuşu süzülecekti gökyüzüne. Kimse bilmiyor ama hayatım pamuk ipliğine değil bu tokanın saçlarımda kalmasına bağlıydı.

Çoğu zaman babamın gözlerinin içine bakarak bu tokayı çıkartıp avuçlarına bırakmak istiyordum. Onun bana arkadaşlarımın ölümünü izlettiği gibi bende ona kızının ölümünü izletmek istiyordum. Nasıl olsa babam zaten patlamanın olduğu gece kızından vazgeçmişti.

Derin düşüncelere daldığım için müştemilat yerine malikânenin avlusuna kadar yürüdüğümü yeni fark ediyorum. Hemen arkamı dönüp gidecektim ki avlunun ortasında dikilen Karun’u gördüm. Onu yan profilinden görüyordum ama canı sıkkınmış gibi görünüyordu. Düşünceli bir ifadeyle başını kaldırmış gökyüzüne bakıyordu. Ben geceleri gökyüzüne bakınca yıldızlarda arkadaşlarımı görüyordum. Acaba o bakınca kimleri görüyordu?

Bir süre sonra içeriden Rengin çıktı. Üzerinde siyah bir crop ve gri bir eşofman altı vardı. Bu kadına baktıkça dergilerde verdiği pozlardan çok uzak olduğunu görüyorum. Evde fazla rahat takılıyordu. Belki de herkes evde onun gibiydi ama ben evde bile özenli olduğum için bana garip geliyordu. Şu anda bile üzerimde beyaz, kısa kollu, ütülü bir gömlek ve siyah, kısa bir etek vardı.

Her zamanki gibi yine ince topuklu bir ayakkabı giymiştim. Makyajım yüzümdeki yerini koyuyordu. Evdeki rahat halim en fazla bu kadar oluyordu. Burada sığıntı hayatı yaşıyor olabilirim ama günlerdir tüm kuryeler bana çalışıyordu. Evet, olur olmadık her şeyi sipariş ederek aynı odayı paylaştığım Çiçek’i deli etmiştim. Bence bana daha büyük bir oda verilmeliydi.

Rengin’in arkadan Karun’a yaklaştığını gördüm. Onun arkasında durdu ve arkadan ona sarılarak ellerini onun karnında birleştirdi. Karun’un kaskatı kesildiğine yemin edebilirdim. Önce ona sarılan kişiyi göremediği için gerildiğini sandım ama Rengin’in, “Seni özledim,” diyen sesini duyunca bile gerginliğinden bir şey kaybetmemişti.

Ta ki ona doğru dönene kadar. Şimdi Karun ona değer veriyormuş gibi bakıyordu. Karun nişanlısına tebessüm edip, “Son günlerde seni çok ihmal ettim, değil mi?” dediğinde sesinde suçluluk vardı. Bu adamdaki aşk değil gibiydi. Bilemiyorum belki de bana öyle geliyordu ama Serhat bile bana bakarken ona göre daha duyguluydu. Karun, Rengin’in yanındayken fazla kasıntı ve gergindi.

Rengin ona nazlanarak, “Biraz,” dedi ve kollarını onun boynuna dolayıp gülümsedi. “Ama telafi edebilirsin.” Parmak uçlarından yükselip Karun’un dudaklarına bakınca afalladım. Onu öpecek miydi? Hey, ben hâlâ buradayım.

Rengin onun dudaklarına uzandığı an elimdeki telefonu kulağıma yaslayıp, “Bende seni özledim,” diye onlara doğru yürümeye başladım. Hakkımda onca haberi çıkartan bu kadına huzur vermeyeceğim.

Sesimi duyunca ikisinin de birbirinden ayrıldığına eminim ama başımı kaldırıp onlara bakmadım. “Merak etme ben çok iyiyim,” diye gülümsedim. Bu arada kiminle konuşuyorum ben? Tamam, sorarlarsa büyükbabam derim.

Telefonla konuşarak tek taraflı bir sohbet başlatıp başımı kaldırdım. Bana bakan ikiliyi görünce onları yeni görmüş gibi yapıp, “Şimdi kapatmam gerekiyor,” diye telefonu kulağımdan çektim ve kapatmış gibi yaptım.

Rengin baştan ayağa beni inceleyip, “Böyle hazırlanmış nereye gidiyorsun?” deyince başımı eğip kendime bakmamak için zor durdum. Hazırlanmak mı? İyi de bu benim hazırlanmamış halimdi. Bir yere gidecek olsam böyle mi giyinirdim?

Sanırım ona göre daha özenli olan kıyafetim ve makyaj yapmam ona böyle düşündürmüştü. Tabii daha yeni bulunduğu için yanımda ayırmaya korktuğum çantam da ona dışarı çıktığımı düşündürtmüş olabilir. Tam Rengin’e dışarı çıkmadığımı söyleyecektim ki Karun, “Kiminle konuşuyordun?” diye buz gibi bir sesle benden hesap sordu. “Özlediğini söylediğin o kişi kimdi?”

Gözlerini bana dikip cevap bekleyen adamla konuşmadığım için hiçbir şey söylemedim. Sessizliğime karşı kaşlarını usulca çatarak yönünü bana doğru çevirdi. “Serhat denen o itle mi konuşuyordun?” dediğinde sesi genizden gelen bir kalınlıkta çıkmıştı. Bunu hırlar gibi sormuştu. “Benimle evliyken hâlâ aşığınla mı görüşüyorsun?” O benimle evliyken nişanlısıyla sarmaş dolaş oluyordu ama.

Onunla konuşmadığım için cevap vermedim ama Karun, sessizliğimi bir kabulleniş olarak gördüğü için burnunda sertçe nefesini verdi. “Senin hiç kadınlık onurun yok, değil mi?” dediğinde sesi iğreti dolu çıkmıştı. Bakışlarında ise iğrenç bir mahlukata bakarken olan o küçümseme vardı. Karşısında bir afişte varmış gibi bakıyordu.

Bana doğru yürüyüp karşımda durarak iri bedeniyle gözümü korkuttu. “Evli adamlarla düşüp kalkmak için önce benimle boşanmayı bekleyeceksin!” Sert bir sesle konuştuğunda öldürecekmiş gibi bana bakmaya başladı. Yüzündeki kaslar seğirmeye başlamıştı ve bana baktıkça daha çok sinirleniyordu.

Boyum uzun olsa da onun kadar uzun değildi. Bu yüzden başını küçük bir açıyla bana doğru eğdi ve “Elay Zemheri,” dedi gözlerimin içine tüm nefretiyle bakarak. “Onu tanıdın mı? Sevgilinin karısı.” Alaycı bir şekilde bana baktığında öfkesini gizleyemiyordu. “Üçüncü kez bebeğini kaybetti ve sonuncusu senin yüzünden oldu!” İçim acıyla dolduğunda nefes alamadım.

Buz kestim fakat Karun durmayıp canımı yakmaya devam etti. “O kadının bir daha asla anne olamayacağını biliyor musun? Doktor raporlarına baktın mı? Sen kocasının yatağını süslerken sizin yüzünüzden bir kadın anne olma şansını sonsuza kadar yitirdi! Seni öğrendiği gün düşük yapmış!” diye bana sesini yükseltince gözlerimin ardı sızladı. Duyduklarım karşısında içimden bir şeyler bir daha bir araya gelmemek üzere koptu. Elay bebeğini mi kaybetti?

Ne demek bir daha asla anne olamayacak?

Sebebi bendim. Karun haklıydı Elay’a olan her şeyin sebebi bendim. Bilmiyordum bu bir şeyleri değiştir mi bilmem ama gerçekten bilmiyordum. Bir kadının kocasını onunla paylaştığımı, rahmindeki bebeği daha doğmadan söküp aldığımı bilmiyordum. Allah beni kahretsin ki böyle bir vebalin altına girmiştim! Bir annenin kucağını boş bırakan o kadın olmak istemezdim ama olmuştum işte. Beni çektikleri bu bataklıkta her gün ışığa çıkmayı arzularken öğrendiğim her yeni bilgiyle biraz daha karanlığın dibine çekiliyordum.

Ben ne yaptıysam bilmeden yaptım ama bilenlerde konuşup beni bu yanlıştan döndürmedi. Elay’a olanların sebebi bendim. Sanki ben kendime bunu unutturabilecekmişim gibi Karun tüm nefretiyle bana bakıyordu. Sanki böyle bir şeyi unutmam mümkünmüş gibi bakıyordu. Ağlamak istiyorum bu gece tek istediğim daha fazla ağlamaktı. Karun karşılık olarak bir şeyler söylememi bekledi. Bir şeyler söyleyip kendimi savunmamı bekledi. Belki de asıl beklediği bir şeyler söyleyerek ona düşündüğü gibi bir kadınla evli olmadığını kanıtlamaktı.

Evet, Karun’un asıl istediği buydu çünkü onursuz bir kadınla evli olmaya dayanamıyordu. “Susma,” derken karşısında gözleri bile dolmadan dimdik duran bir kadını görmek istemiyordu. “Bir şey söyle.”

Onun istediği en azından pişman olmuş bir kadın görmekti. Kendimi savunmadığımda dişlerini sıkarak, “Susma!” diye bana bağırdı ne yapacağını bilmez bir halde. “Bana bir şeyler söyle ki utanarak sana bakmayayım!” dediğinde bir açıklamaya benden daha çok ihtiyacı olduğunu gördüm. Suçumu kabul ederek sustum ve öylece yanından geçtim. Çıkış kapısına doğru yürürken Karun geri dönüp bir şeyler söylememi bekledi ama ben dönmedim.

Ben bile kendimden utanırken bir başkasının bana olan utancını onun için ortadan kaldıramazdım.

***

Malikâneden çıkarken kimse beni durdurmaya kalkışmadı. Ben bu kadar kötüyken durduramazlardı da. Oradan nasıl çıktım bilmiyorum çünkü kafam tamamen Elay ve bebeğiyle meşguldü. Celil benim için bir taksi çağırınca kendimi bulduğum ilk bara atmıştım. Bir saate yakın şuursuzca içiyordum. O kadar çok içtim ki kaçıncı bardağı devirdiğimi bilmiyorum. Ağlamak istedikçe daha fazla içiyor, gözyaşlarımı gözlerimin çukurunda hapsediyordum.

Dans eden insanları tek başıma oturduğum masada izliyor ve içkimi yudumluyordum. Hiçbiri masama yaklaşmaya cesaret edemiyordu çünkü Kenan gardiyan gibi tepeme dikilmişti. Evet, burada bile peşimi bırakmamışlardı! O alçak adam evden çıkmama izin verdi ama peşime kendi adamını taktı! Kenan hemen yan masamda oturuyor, buraya doğru yaklaşan herkesi ürkütüp kaçırıyordu. Neyse ki içmeme karışmıyordu.

Garsondan istediğim brendi şişesini alıp bardağımı doldurdum. Bu gece için en sert içkileri isteyip duruyordum. Zaten çoktan sarhoş olmuştum ama bazı şeyler hâlâ canımı yakıyorsa, demek ki bu yeterli değildi. İçmeye devam ederken içeri giren takım elbiseli adamları gördüm. Kimin adamları bilmiyorum ama düğün magandası gibi bir anda havaya ateş etmeye başlayınca insanlar çil yavrusu gibi kaçmaya başlamıştı. Müzik yerine çığlıklar her yeri sarınca Kenan hemen masasından kalkıp yanıma geldi.

“Bige gidelim!” dediğinde gözlerinin yeşiline sinen korkunun sebebi kendi hayatı için değildi. Bana bir şey olursa Karun’a hesap verecek oydu.

Belindeki silahı çıkartıp beni ayağa kaldırdığında artık buradan gitmek için çok geçti çünkü içeri doluşan adamların hedefinde biz vardık. Kalabalık o kadar hızlı dışarı çıkmıştı ki, buradaki adamlarla yalnız kalmamız sadece birkaç dakikayı bulmuştu. Adamlar aramızda beş adım bırakarak karşımızda durunca Kenan kolumu tutarak beni arkasına çekti. Adamlar tek kelime etmedi hatta ellerindeki silahı bize doğru tutmadılar bile.

Karşımızda çok rahat yirmiye yakın adam vardı ama onlar henüz bize hiçbir şey yapmıyordu. Hepsi siyah takım elbiseliydi ve ceketlerinin ön cebinin hemen altında siyah kurdeleden oluşan bir bronş takıyorlardı. “Kenan.” Hiç kıpırdamadan onun arkasında dururken derin bir nefes aldım. “Bu adamların kim olduğunu biliyor musun?” Ben biliyordum bakalım o da biliyor muydu?

Kenan gözlerini karşımızda duran adamlardan bir an bile ayırmadan, “Uluslararası bir tarikatın tetikçileri,” dedi tükürürcesine. “Carlos denen bir Ermeni itinin tetikçileri.” Demek o da Carlos Marasliyan’ı biliyordu.

“Peki, bu adamların Azap tetikçileri olduğunu nasıl anlıyorsunuz?” diye sorduğumda alkolün bana verdiği bir sakinlik vardı üzerimde.

Kenan kaskatı kesilerek başını çevirdi ve omzunun üzerinden bana baktı. “Bige,” dedi gergin bir suratla. “Ben sana tarikatın ismini söylemedim?”

Düz bir şekilde ona bakarken güldüm.  “Cevap ver.” Bir ölüm soğukluğuyla konuştum. “Azap tarikatının üyeleri olduklarını nasıl anlıyorsunuz?”

Gittikçe merak duygusu artarken, “Erkekleri ceketine siyah kurdeleyi takar kadınları ise-” dedi ve saçlarımdaki tokayı fark edince kaskatı kesildi. Evet, kadınları ise kurdeleyi saçlarına takardı.

Kenan’ın suratı bembeyaz olurken donmuş bir şekilde saçımdaki kurdeleye bakıyordu. Konuşmak için dudaklarını birkaç kez araladı fakat öylesine afallamıştı ki diyecek tek bir kelime bulamadı. “Onlara karşı hiç şansın yok,” diye burukça gülümsedim. “Ben değil sen arkamda dur,” dediğimde başından aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydi. Evet, ben alalede biri değildim.

Ve hayır, o tarikatın bir üyesi değilim. Ben daha çok örgüt karşıtıyım çünkü Carlos’un oğlunu öldürdüm. 13 Haziran katliamında büyük bir rol oynayan o adamın kölesi değilim. Kenan’ın arkasından çıkıp adamlara doğru bir adım atmıştım ki Kenan kolumu sertçe tuttu. Kaşlarını çatarak beni durdurdu. “Onlarla gitmiyorsun!” Karşısında yirmi adam olması zerre kadar umurunda değildi çünkü beni onlara vermemeye kararlıydı. “Bige.” Kan donduran bakışlarını bana dikti. “Beni öldürmeden yanımdaki kadını alamazlar!”

Tıpkı Kenan gibi bende bu adamlardan korkmuyordum, beni korkutan tek şey vücudumdaki alkol oranıydı. Aslında korkmamız gerekiyordu, hem de her şeyden çok. Sanırım biraz aptalız. İçlerinden biri tehdit eder gibi, “Saka öne çık,” dediğinde, “Güle baykuş kondurmayın,” diye şarkı söyleyen birinin sesi bu tehlikeli havayı bıçak gibi kesti. Bu kimdi şimdi?

Adamlar sese doğru arkasını döndüğünde Kenan ile ikimizin gözleri kapıyı buldu. Kadem adeta ıslık çalarcasına ellerini cebine koymuş şarkı söylüyordu. “Güle baykuş kondurmayın. Küstürüp soldurmayın,” diye adamlara baktı ve gözleriyle beni işaret etti. “Yâre bir şeyler söyleyip,

kafamı bozdurmayın,” dediğinde sinirden güldüm. Şarkı da söylermiş.

Kadem silahlı onca adamı zerre kadar korkmadan geçip yanımıza geldi. Kenan sağımdayken Kadem bir kez olsun bana bakmadan solumdaki yerini aldı. Yönünü adamlara doğru çevirerek, “Hayırdır?” diye ellerini cebine koydu ve göğüs kafesini belirgin bir hale getirdi. “Siz kimden kız alıyorsunuz?” Adamların sinirini bozmak istercesine güldü. “Kenan’ı bilmem ama benden kız alacak adamı sikerim,” demişti ki varlığımı fark edince yine, “Silkelerim!” diye değiştirdi. Şapşal.

Adamlar sırasıyla bize bakınca hepsinin yüzünde gevrekçe bir sırıtma oluştu çünkü sadece üç kişiydik, yani sayıca çok azdık. En önde duran esmer adam diğerlerine bakıp konuştu. “Silah yok,” dedi adamlarına. “Biri Kalender’in sağ kolu diğeri Tunus’un. İşimize karışmak neymiş tüm kemiklerini kırarak öğretin,” dedikten sonra kahverengi gözlerini bize dikti. “Silah yok?” derken aynı koşullara uyup uymayacağımızı bilmek istiyordu.

Aramızda belli bir mesafe olduğu için Kenan öksürür gibi yapıp eliyle ağzını kapattı ve kısık bir sesle, “Silah işin içine girerse sikerler bizi,” dedi. Neden bu erkeklerin ağzı bu kadar bozuk!

Esner gibi yapıp bende ağzımı kapattım ve elimin altında, “Silahsız da bizi silkeleyecekler gibi,” diye fısıldadım. Kadem’in taktiğine uyup argo kelimeyi sansürlemiştim. “Kişi başına kaç kişi düşüyor haberiniz var mı?” Hayatımın en uzun esnemesini yaşamaya başladım. “Kadem buraya tek gelmediğini söyle?”

Kadem aptalı ne öksürür gibi yaptı ne de esner gibi. Doğrudan bana bakıp, “Ne adamı kızım?” dedi gereksiz bir kibirle. “Geceleri tek gezen asi bir kurdum ben. Yeriz dayağımızı gideriz ne olacak,” dediğinde Kenan ile ikimiz çıldırarak bu ayarsız hormona bakıyorduk. Dayak mı yiyeceğiz?

“Yahu benim zaten kırılmadık kemiğim yok ki!” diye ona çıkıştım. “Artistlik yapmak için önce iyileşmemi bekleseydin!” Benim bu ayarsızdan çektiğim nedir arkadaş!

Adamlar bir an önce beni alıp gitmek istedikleri için, “Başlayalım mı artık?” diye sorunca kaşlarımı çattım. Sanki başlamamak gibi bir şansımız var da. Tamam ya, alt tarafı kişi başına altı buçuk adam düşüyordu. Ne kadar zor olabilir ki?

“Tamam,” dedi Kenan ceketini çıkartarak.

“Benden de tamam,” dedi Kadem sabırsızca.

“Ben pek emin değilim,” diye homurdandım. “Ama benden de tamam.” İkisini rahat alır, üçüncüyü zorlar, dördüncü beni döver, beşinci üzerimde tır gibi geçer ve altıncı da üstümde horon bile teperdi. Buçuk olan artık bana ne yapar, orası tamamen onun keyfine kalırdı.

Hadi ama ben bir kurt kızıydım. Dayak yiyeceğimi bilsem bile hiçbir kavgadan kaçmazdım. Keşke kaburgalarım ve karnımdaki hasar iyileştiğinde gelselerdi. Birbirimize doğru yürümeye başladığımızda kurşun sesi duyduğumuz an en öndeki adam yere devrildi. Patlayan tek bir silah ortalığı karıştırdı. Adamlar silahlarını hemen bize doğru tutunca Karun’un, “Hepinizin leşini karımın ayakları altına sererim!” diyen buz gibi sesini tam arkamda duydum. Soluğum kesildi. Karun gelmişti.

Karşımızdaki adamlar üçümüzün arkasına bakıp kaskatı kesilirken devam edip durmak arasında kararsız kaldılar. Yavaşça başımı arkaya doğru doğru çevirdiğimde Karun’un arkasındaki adamlarla bize doğru geldiğini gördüm. Arka kapıdan içeri girmiş olmalılar. Kaşlarını çatarak tam karşısına bakarken elindeki silahı gördüm. Az önce ateş eden oydu. Bana doğru yürüyen adamı indirmişti.

Yanıma gelip tam karşımda durduğunda başını hafifçe eğerek bana baktı. “İyi misin?” dediğinde yine çok ciddi görünüyordu. Başımı salladığımda kaşlarını biraz daha çatınca gözlerinin mavisi tehlikeli bir karanlığa büründü. “Sesli söyle,” deyince ürkerek, “İyiyim,” dedim. Bunu duymak istemesine şaşırdım.

İyi olduğumu onaylatınca başını ağır ağır salladı. “Kenan,” dediğinde hâlâ gözleriyle beni kontrol ediyordu. “Karımı çıkar buradan!” Her defasında karım derken nasıl bu kadar sahiplenici söylüyordu, anlamıyorum.

Kenan yanıma gelip kolumu tutarak beni Karun’un geldiği yöne doğru çekmeye başladı. Başımı çevirip baktığımda Karun’un o adamların karşısında durduğunu gördüm. Bir şeyler yapmadan önce Kenan’ın beni buradan çıkarmasını bekliyordu. Birazdan içerinin kan gölüne döneceğini tahmin etmek zor değildi. Tam zamanında gelerek bizi kurtarmıştı. Peki, ona ne olacaktı?

Kenan beni barın arka kapısından dışarı çıkarmıştı. Arabalara doğru yürürken barın etrafını Karun’un adamlarının sardığını gördüm. Yarısı barın etrafını sarmıştı kalan yarısı da hâlâ içeri giriyordu. Kenan benim için Karun’un arabasının kapısını açmıştı ki, içeride gelen silah seslerini duydum. Korkudan yutkunurken üst üste silahlar patlamaya başlamıştı. Kenan sinirli bir ifadeyle, “Sikeyim!” dedi sertçe. “Carlos’u da artık karşısına aldı!” Ve bunu benim yüzümden yapmıştı.

Arabaya geçip beklemeye başladım. Kenan arabanın yanında sabırsızlık içinde duruyordu. Karun içerideyken ne arabaya girebiliyordu ne de beni bırakıp gidebiliyordu. Silah sesleri hiç kesilmiyordu, içerideki arbede kolay kolay bitmeyecek gibiydi. Kenan’ın aklı içerideki adamlarda kaldığı için daha fazla dayanamayıp arabanın kapısını açtı. “Bige.” Kafasını içeriye uzatarak endişeyle baktı. “Ben bir bakıp geliyorum kapıları kilitle,” dediğinde ona başımı salladım. Kenan kapıyı kapatıp bara koşunca sürücü koltuğuna geçtim. Arabanın kapılarını kilitlediğim esnada anahtarın üzerinde olduğunu gördüm. Biliyorum bu yaptığım yanlış ama buradan gitmek istiyordum. Polis falan gelirse burada olmamalıyım. Arabayı çalıştırdığımda çoktan kararımı vermiştim. Evet, onları bırakıp gidiyorum. Bu gece için yeterince sorun yaşadım daha fazlasını istemiyorum.

Karun delirecekti.

***

İnsanları çift görmeye başladığıma göre bu sefer gerçekten sarhoş olmuştum. Bir bardan kaçıp başka bir bara gelmek tam benim yapacağım bir şeydi. Bu gece her şeyden çok içmeye ihtiyacım olduğu için bu yaptığımı yanlış bulmuyorum. Karun’un Rengin’in yanında bana onursuz demesi, Elay’ın başına gelenler ve Carlos’un hâlâ peşimde olması beni içmeye iten şeylerdi. Bir saate yakın burada olduğuma eminim. Alkol komasına girmeden hiçbir yere gitmeyi düşünmüyordum.

İçki kadehini dudaklarıma yaklaştırmıştım ki kalabalığı yarıp gelen adamı gördüm. Kocam olacak adi herif buraya da gelmişti! İzimi nasıl buldu, bilmiyorum ama buraya da gelmişti. Yanında bir tek Kenan vardı ama diğer adamlarının dışarıda olduğunu biliyorum. Gözlerimi kısarak onu izlemeye başladığımda gördüklerim beni daha da korkutmuştu. Kumral saçları dağılmıştı çünkü ciddi bir çatışmadan çıkıp gelmişti. Çenesindeki sakallarına sıçrayan birkaç damla kanı yaklaştıkça daha iyi görüyordum.

Beyaz gömleğinde kan lekeleri vardı ve sağ elinin parmak boğumları soyulmuştu. Sanki yumruk atmaktan elinin üstü tahriş olmuştu. Kenan ona göre daha iyi durumda görünüyordu. Karun yaklaştıkça bana bakıp daha çok sinirleniyordu çünkü onu orada bırakıp buraya kaçmıştım. En önemlisi baygın bakan bakışlarım ona sarhoş olduğumu gösteriyordu. Bir gecede başına çok fazla sorun açtığım için kızgındı. Adeta yumruklarını sıkarak bana doğru geliyordu. Canıma okuyacaktı.

Şaşırtıcı ama onu gören herkes kenara çekilerek ona yol veriyordu. Sanki buradaki herkes onu tanıyormuş gibi insanlar onu görünce ürküp hemen onun yolundan çekiliyordu. Ben tam olarak hangi bara gelmiştim? Garsonlar bile onu tanıyormuş gibi büyük bir saygıyla önünde eğiliyordu. Çoğu kişi onu burada görmenin şaşkınlığıyla bakıyordu. Sanki olmaması gereken bir yere sırf benim için gelmişti. Yine bir şeyler oluyordu ve ben yine buna sebep oluyordum.

Üstelik yanındaki Kenan’da olası bir tehlikeye karşı tetikteydi. Onun aksine Karun fazla korkusuz görünüyordu. Karun masama gelip gelişigüzel bana bakarak kaşlarını çattı. “Gidelim!”

İçmekten kendimden geçtiğimi görmek onu kızdırmıştı. Buna rağmen etrafımızdaki meraklı bakışlara daha fazla malzeme vermemek için sakin olmaya çalışıyordu. “Olmaman gereken bir yerdesin. Yarın bir de Duha itiyle uğraşmak istemiyorum!” Beni uyarınca yerimden hiç kıpırdamadım. Gitmek istiyorsa tek başına gidebilirdi. Demek burası Duha’nın mekânıydı.

Hiç hareket etmediğimi görünce uyarırcasına, “Saka!” dedi sert bir sesle. Yanımda durduğu için ellerini masaya bastırıp üzerime eğildi. “Yeterince içmiş görünüyorsun!” Hayır, yeteri kadar değil. Bana söylediklerini hâlâ hatırlıyorsam yeteri kadar değildi. Elay’a bilmeden zarar verdiğim halde bunu aşamıyorum. Suçluluk duygusundan kurtulamıyorum. Ne demek bir daha asla anne olamayacak!

Elimdeki brendi bardağındaki içkiyi içeceğim esnada kolumu tutarak beni durdurdu. Masaya eğilmekten vazgeçip doğruldu ve kolumu sıkarak, “Gidelim artık!” dediğinde kaşları yine çatıktı. Karısını böyle bir yerde zil zurna sarhoş görmekten hoşlanmamıştı.

Ama ben onunla konuşmuyorum ki.

Kolumu sertçe çekerek masadaki telefonuma uzandım. Tepemde dikilmiş ne yapacağımı izliyordu. Rehbere girip annem yazan ismin üzerine bastım. Annemin öldüğünü biliyor olmalı ki yanımdaki bedeni gerilmişti. Ölen birini aramaktaki amacımı sorguluyordu. Annem bana cevap veremezdi bunu biliyorum. Keşke verse ama veremezdi.

Çantamda farklı bir müzik sesi yükseldi. Öyle bir sesti ki benim için buradaki tüm sesleri bastırıyordu. Annemi her aradığımda onun telefonunda Fikrimin İnce Gülü diye naif bir şarkı çalardı. Annemin camı çatlamış eski telefonunu çıkartıp onu da telefonumun yanına koydum. Karun her hareketimi izlerken annemin telefonundan aramamı kabul ettim. Daha sonra kendi telefonumu alıp kulağıma yasladım ve annemin masadaki telefonuna bakıp, “Merhaba anne,” diye fısıldadım.

Ne zaman biriyle konuşma ihtiyacı hissetsem ve kimsecikleri bulamazsam bunu yapıyordum. Annemi hep arıyordum. Bana cevap vermesine gerek yok ki, beni dinlesin yeterdi. Annem beni dinliyordu hem de hep dinliyordu. Konuşmasını istediğim anlarda bile dinliyordu. Annem bana hiç cevap vermiyordu. Bazen sadece, “Merhaba kızım,” demesini istiyordum.

“Anne,” dedim kısık bir sesle. “Benim sana bir şey anlatmam gerekiyor.” Sesim titrerken ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Babama anlatamam çünkü ondan korkuyorum. Anne ben bir hata yaptım.” Telefonu kulağıma yaslayan elim sesimin titremesine eşlik etti. “Anne bana yardım et canım çok yanıyor,” dediğimde Karun’un yanımda dikilen vücudunun buz kestiğini hissettim.

Anne bu insanlar kızına acımıyor.

“Bende senin gibi bir hata yaptım ve tüm hayatımı bitiren birini çok sevdim,” diye fısıldadım. Annemin babama olan aşkı bana göre bir hataydı çünkü babam işini eve taşıyarak hepimizin sonunu getirmişti.

“Adı Serhat,” diye iç çektim. “Serhat Yılgın.” Eğer beynim içkiyle uyuşmasaydı büyük ihtimalle bunları asla anlatamazdım.

“Parayla satın alınmış evli bir adam.” Acı acı gülerek başımı salladım. “Evet, evliymiş ama ben bunu hiç bilmedim. Onun işi başka bir adamın adını kullanarak bir kadını kendisine âşık etmekmiş. Öyle de yaptı, anne o kadın bendim.” Dolan gözlerimden süzülen yaşlar yüzünden telefonu bulanık görüyordum.

İçli bir sesle, “Gözlerim açılalı çok olmamıştı,” diye hıçkırdım. “Körken her şey çok zordu bu yüzden kimseler beni sevmek istemedi. Babam var ama o da belli etmiyor sevdiğini. Büyük babam desen sürekli unutuyor beni. Ablam zaten uzun zamandır yok.” Çenem titrerken ağlayarak başımı salladım. “Anne boşluktaydım sürekli bir yerlere sürekli savruluyordum. Serhat doğru zamanda gelen yanlış insandı.” Beni en zayıf olduğum bir anda kıskıvrak yakalamıştı. Ben ayran gönüllü biri değildim o, doğru anda gelmesini bilen biriydi.

Çok fazla içtiğim için midem bulanmaya ve başım dönmeye başlamıştı. Biraz daha dayanmalıydım, bugün anneme ve Karun’a her şeyi anlatmalıyım. Şimdi yapmazsam bir daha asla yapamazdım. “Onu tanıyalı daha dört ay olmuştu ama ben evlenme teklifini kabul ettim.” Bir kez olsun başımı kaldırıp tepemde dikilen Karun’a bakmıyordum. “Biliyorum çok erkendi ama ona güveniyordum ve en önemlisi beni seviyordu.” İkinci kez hıçkırdım. “Yani sevdiğini söylüyordu.” İnandım anne, inandım.

Babamdan görmediğim sevgiyi yanlış kollarda aradım.

“Daha evleneli bir saat bile olmadan zaten evli olduğunu ve adının Karun Kalender olmadığını öğrendim.” Karun’un soluğunu tutarak dinlediğini bize doğru gelen bir garsonun durmasıyla anladım. Yanımda gelen kıpırtıdan yola çıkarak elini kaldırıp garsonu durdurduğunu anladım. Kimsenin bu konuşmayı bölmesine izin vermeyecekti.

“Anne üzerimde senin gelinliğin vardı,” diye daha fazla ağlamaya başladım. “Her şeyin yalan olduğunu kapının arkasında dinlerken üzerimde senin gelinliğin vardı.” Telefonu tutan elim yorgunlukla yere düşecekti ki elimin üzerinde Karun’un soğuk elini hissettim. Yorgun düşen elime kendi gücünü vererek devam etmeme yardımcı oldu. Devam et diyordu bana, her şeyi annene ve günlerdir yüzüne bile bakmadığın kocana anlat diyordu.

“Anne kocam sandığım adam içeride biriyle konuşuyordu.” İçki beynimi uyuşturduğu için olanları hatırlamaya çalışıyordum. “Onlara karım ve bebeğime dokunmayın diyordu ama ben hamile değildim çünkü aramızda hiçbir şey yaşanmamıştı.” Başımı iki yana salladım. “Sarılmak ve birkaç küçük öpücükle hamile kalamazdım,” dediğimde Karun’un gerilen bedeninin gevşediğine ve rahatlayarak nefesini sesli bir şekilde verdiğine yemin edebilirdim.

Karısı sandığı gibi bir fahişe değildi.

“Her şeyi evlendiğim gün öğrendim.” Kesik kesik ağlarken konuşmakta güçlük çekiyordum. “Serhat bana çok yalvardı, beni sevdiğini çok söyledi ama onu kovdum.” Boştaki elimi acıyan kalbimin üzerine bastırarak başımı salladım. “Gitmesini hiç istemedim ama karısına gitsin diye onu evimden kovdum.” Yüzüm kendi gözyaşlarımla ıslandığı için durmak istedim ama yapamadım, devam etmek için kendimi zorladım.

“Gerçekleri öğrendiğim an onunla olan ilişkimi bitirdim çünkü evli olmasına rağmen başka bir adamın adını kullanarak benimle evlenmişti. Daha doğrusu beni bir başkasıyla evlendirdi ama evlendiğimizi bana düşündürüp beni metresi yapmaya çalıştı,” dediğimde Karun yanımda buz keserken birkaç adım uzağımızda duran Kenan, sinir krizleri geçirerek beni dinliyordu.

Karun’un, “Boşaltın mekânı!” diyen agresif sesini duydum. “Şu siktiğim insanların hepsini dışarı çıkartın ve kapatın şu müziği!” diye bağırdığında Kenan gerekeni çoktan yapmaya başlamıştı. Bu konuşmanın uzayacağını bildiği için dikkatimi dağıtacak her şeyi benim için yolumdan çekiyordu.

Duha mekânında Karun’un terör estirdiğini duyunca delirecekti.

Sadece beş dakika içinde bardaki tüm insanları buradan göndermişlerdi. Burada tek bir insan bile bırakmadılar ve artık kulaklarıma işkence eden gürültülü bir müzik yoktu. Karun’un adamları dışarıda nöbet tutarak içeriye garsonları dahi almamaya başlamıştı. Şimdi koskoca barda sadece Karun ve Kenan kalmıştı. Karun’un eli hâlâ telefonu kulağımda tutuyor, yanımda ayakta dikiliyordu. Midemin bulanması daha fazla artınca artık bitirmem gerektiğini anladım.

“Sevdim anne, sevdim,” dedim acı acı gülümserken. “Değmeyecek birini gerçekten sevdim.” Elimi göğsümden çekip masaya koydum ve parmağımdaki alyansa baktım. “O kadar çok sevdim ki hâlâ yüzüğünü parmağımda taşıyorum.” Ben değmeyecek birini sevdim. Ona olan sevgim öylesine bir şey değildi.

“Ama evli,” diye sesli bir şekilde ağlamaya başladım. “Ve karısı bebeğini benim yüzümden kaybetmiş. Bilmiyordum ki Serhat aynı anda ikimizi de kandırdı. Anne bir kadın benim yüzümden bebeğini kaybetti.” Karun malikânede bana Elay’dan bahsederken görmek istediği pişmanlık gözyaşlarını şimdi fazlasıyla görüyordu.

“Anne,” diye mırıldandım içli bir sesle. “Şimdilerde herkes canımı çok yakıyor.” Kaşlarım büküldüğünde dudaklarım titredi. “ Karnıma vuruyorlar, kaburgalarımı kırıyorlar ama en çok da kalbimi kırıyorlar,” dediğimde karşımda duran Kenan’ın bakışlarını kaçırdığını gördüm. Karun ne alemde diye başımı kaldırıp ona bakmıyordum bile.

“Uyan Begüm Hanım, uyan,” diye ağlarken ıslak gözlerle onun sesini duyamadığım telefonuna bakıyordum. “Uyan ve kızını çek al bu adamların elinde. Anne senin kızına onursuz diyorlar.” Hıçkırarak masadaki elimi sıktım. “Metres diyorlar be anne, metres.” Bana söylenen her çirkin söz içimi dağlıyordu. “Anne canım çok yanıyor.” Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. “Acıyor anne, çok acıyor,” diye fısıldadım. Uyan artık anne, uyan ve beni al yanına.

Çok müşkül bir durumdaydım.

Karun daha fazlasını duymaya dayanamamış olacak ki telefonu kulağımdan çekti. Başımı kaldırıp ağlamaktan kızaran gözlerle ona baktığımda telefonumu kulağına yasladı. Önce bana baktı daha sonra da başını çevirip masada duran annemin telefona baktı. Ciddi bir suratla, “Begüm Hanım,” dediğinde içini yakan nefesini aralıklı dudaklarının arasında özgür bıraktı. “Gözün arkada kalmasın.” başını çevirip gözlerime baktı. “Kızın bana emanet.”

Mavilerinde artık ne kin vardı ne de nefret. Aksine gözlerinde yer edinen merhamet durgusuyla sarsılmış gibiydi. Anneme söylediklerinin bir söz, bir yemin olduğunu idrak edecek kadar ayık değildim. En önemlisi bunun bir özür olduğunu anlayacak kadar kendimde değildim. Karun telefonu kapatıp iki telefonu çantama koydu. Bana uzattığı çantamı aldığımda onun yardımıyla ayağa kalktım ama her an yere düşebilirdim. Zaten o da bu haldeyken yürümemi istemedi. Eğilip beni kucağına almasını beklemiyordum.

Kendimi bir anda Karun’un kollarında bulunca başımı kaldırıp yüzüne baktım. O da başını eğmiş beni izliyordu. Şimdi tıpkı babam gibi bakıyordu. Babam da önce tersler, incitirdi ama daha sonra pişman olurdu. Telafi etmek için biz uyurken odamıza gelir, bize masal okur ve saçlarımızdan öperdi. Karun babama çok benziyordu. Ona ne zaman baksam babamdan bir şeyler görüyordum. Serhat bile bana babamı hissettirmemişti ama Karun öyle değildi. Karun babamın kopyası gibiydi.

Annemin kaderi kızının çeyizi olacak diye korkuyorum.

***

“Saka’da o tarikattan biri mi? Konuş, Kenan!” diyen sinirli bir ses duyduğumda inleyerek gözlerimi açmaya çalıştım. Başım çatlayacak gibiydi.

“Sanmıyorum,” diyen bu ses Kenan’ın sesine çok benziyordu. “Kız 13 Haziran katliamında hayatta kalan tek çocuk. Carlos’un oğlunu öldürmüşken ona çalışacağını sanmıyorum.” Kenan bir süre duraksayıp, “Örgüt kızın peşinde,” dediğinde sertçe yutkundum. Düşündüğümden daha çok şey biliyorlardı.

“O halde neden Carlos’un armasını saçında taşıyor!” diye sordu Karun. “Ben tam olarak kiminle evliyim ve Kadem neden oradaydı!”

“Sende duydun tesadüfen oradaymış,” diyen Kenan bu söylediğine kendi bile inanmıyor gibiydi.

Gözlerimi nihayet açtığımda devam eden seslerle yüzümü buruşturdum.

Onlar konuştukça sesleri adeta kulaklarımda çınlıyordu. Allah aşkına bana ne olmuştu? Yataktan çıkmaya çalışırken Karun’un, “Carlos piçi nerede saklanıyor bul bana,” dediğini duydum. “Karımın üzerine adam salmak neymiş onun dalağını sikerek göstereceğim!” Başımı çevirip kapalı kapıya baktım. Bu adam hiçbir şeyden korkmaz mı? Sesler kapının dışında geliyordu.

Yataktan çıkıp kafama masaj yaparak kapıya yürüdüm. Of başım gerçekten çok ağrıyordu. “Bir gecede düşmanlarımıza yenisi eklendi,” diyen Kenan’ın sesini duymaya devam ediyordum. “Karun bu âlemdeki her köpeğe tasma takamazsın. Güven zaten rahat durmuyor bir de Carlos’u karşımıza almayalım.”

“Alayı gelsin koymaz bana hepsi haddini bilecek!” Karun’un kızgın sesi iliklerime kadar ürpermeme neden oldu. “Carlos ikinci kez soyadımı taşıyan bir kadına bulaşırsa asıl soykırımı ben ona yaparım. O kadından boşanana kadar ona yapılan her şey bana yapılmış sayılır! Şu Serhat piçi nerede saklanıyor hâlâ bulamadınız mı?” dediğinde adım atmayı bıraktım. Serhat mı?

Ben tam olarak ne kaçırdım? En son başka bir bara gidip içtiğimi hatırlıyorum. Bunun dışındaki anılar belleğimde yoktu. Sekizinci kadehten sonrasını hatırlamıyorum. Buraya kimin beni getirdiğini veya beni nasıl bulduklarını bile hatırlamıyordum. Kapıyı açınca ikisini holde konuşurken gördüm. Çıplak ayaklarımı yere sürterek onlara doğru yürüdüm. Karun’un bakışlarını üzerimde hissetsem de onun olduğu tarafa hiç bakmadım. Onunla konuşmuyordum.

Kenan hâlâ onlara tripli olduğumu görünce derin bir nefes aldı. “Yüzünü yıkayıp gel kahvaltı yapacağız,” dediğinde U dönüşü yaparak uyuşuk adımlarla tekrar odaya geri döndüm. Resmen ayaklarımı yere vura vura gidiyordum. Çok üşengecim bugün.

Makyaj temizleyiciler yanımda olmadığı için sabunla yüzümdeki makyajı çıkarmak için çok uğraşmıştım. Banyonun kapısını sıkıca kapattıktan sonra saçımdaki tokayı çıkartıp saçlarımı taramaya başladım. Leş gibi içki kokuyordum ama banyo yapacak zamanım yoktu. Kakülümü de düzelttikten sonra kurdeleli tokayı yeniden kafamın sol tarafına taktım. Kıyafetlerimi düzelterek banyodan çıktıktan sonra koltuğun üzerinde duran çantamı aldım.

Odadan çıkarken içki kokusunu bastırsın diye çantamda çıkardığım parfümü üzerime sıktım. Ayakkabılarım hangi cehennemdeydi? Odadan çıkınca burası ne müştemilattı ne de malikâne. Ben neredeydim? Sesleri takip ederek holden düz bir şekilde ilerleyip sağa döndüm. Mutfakta sesler geldiği için mutfağa girdim. Kenan ve Karun karşılıklı oturmuş kahvaltı yapıyordu. Burada bizden başka kimse yok gibiydi. Kendime bir sandalye çekip ikisinden biraz uzağa oturdum.

Karun küçük bir tabağın içindeki ağrı kesicileri bir bardak suyla bana uzattı. Bana verdiklerini ne aldım ne de başımı kaldırıp ona baktım. Onu geri çevirdiğim için agresif bir sesle, “Kenan!” diye hırladı. “Sor şuna derdi neymiş?” Onunla konuşmadığımı iyi biliyordu.

Kenan çayından bir yudum alarak başını çevirip bana baktı. “Kocan ne derdin olduğunu soruyor,” dediğinde dik dik ona bakıyordum. Sağır değilim herhalde.

“Konuşmuyorum ben onunla.” Masa örtüsünün beyaz rengini incelemeye başladım. “Boşanmayacağım da zaten.”

Kenan son söylediklerimle gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdıkça gözleri kısılıyordu. Karun’a bakıp eğlenen bir ifadeyle, “Karın sana küsmüş kardeşim,” dedi.

Derin bir nefes alan Karun’un, “En azından bu suskunluğunun ne kadar süreceğini söylesin,” diyen sesini duydum. Başımı çevirip inatla onun olduğu tarafa bakmıyordum. Benden hiç karşılık alamamak canını sıkmaya başlamıştı. Bugün suskunluğumun altıncı günüydü.

Kenan, “Duydun,” dediğinde zeytine uzanıyordu. “Kaç gün devam edecek bu?”

“On üç gün ve bugün altıncı gün,” dediğimde Kenan’ın çatalı zeytinin üzerinde hareketsizce dururken Karun’un ettiği küfürleri duydum. Kırılan kaburgalarımı unutmadım herhalde. Nasıl unutabilirim ki hâlâ acıyordu. Karnım zaten dünya haritasına dönmüş gibi rengarenkti. Morluklar, kırmızılılar almış başını gidiyordu.

Karun’u görmezden gelerek masa örtüsünü incelemeye devam edince, “Saka!” diye sinirle soludu. “Kaldır şu kafanı ve bana bak!” Sabırsız biri olduğu çok açıktı.

Zerre kadar onu umursamadan örtüyü incelemeye devam ettim. Naylon bezden miydi? Karun ona bakmamı bekliyordu ama başımı kaldırıp yüzüne bakmıyordum. Benden rahatsız oluyorsa çekip gidebilirdi. Ayrıca benim burada ne işim var ki? Daha nerede olduğumu bile bilmiyorum!

Karun’un, “Göğsünde dövmen yok muydu senin?” diyen sesini duyunca az kalsın kahkaha atacaktım. Beni konuşturmak için farklı bir yol deniyordu. Hayır, yoktu. Yaptığım o geçici dövmeler kalıcı değildi. Kafamı kaldırıp ona cevap vermemi istediği için beni konuşturacak bir şeyler arıyordu. Sanki ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum.

Kafamı eğmiş masa örtüsüne bakarken yine sesini duydum. “Kocana trip atıyor olamazsın, değil mi?” Bilerek kocan diyordu çünkü beni kızdırmaya çalışıyordu!

“Pekâlâ, malikâneye taşınabilirsin.” Umurumda değil. Kesse bile onun evine taşınmam.

“İlgini çekmiyor mu?” Çekmediğini o kadar çok belli ediyordum ki.

“Sence de bu dekolte fazla değil mi?” Bluzumun açık yakasından bahsediyorsa bu onu ilgilendirmezdi.

“İyice asabımı bozmadan artık bana bakacak mısın?” Hayır.

“Saka!” diyen kızgın sesini duydum. “Sabrım tükeniyor.” Bu bir uyarıydı.

“Kenan!” dediğinde boğazında hırlar gibi bir ses çıkardı. “Bizi yalnız bırak!”

Kenan yarım kalan kahvaltısı yüzünden homurdanarak mutfaktan çıkınca ayağa kalktı. “Bakalım nereye kadar susacaksın!” Bana kızarak yanıma gelip kolumu tuttuğu gibi beni zorla ayağa kaldırdı. Ne yapıyor bu?

Ona bakmamak için başımı eğdiğim için sert bir hareketle çenemi tuttu ve başımı kaldırdı. Fakat bu seferde gözlerimi sımsıkı kapattım. İnadım inat yüzüne bakmayacağım ve onunla konuşmayacağım. Sabrını haddinden fazla zorladığım için burnundan solurken, “La havle!” diyen kızgın sesini duydum. “Kızım senin bu garezin bir tek bana mı!” İstediği kadar zorlasın ne yüzüne bakarım ne de onunla konuşurum.

Karun karşımda duruyordu ama bir eli kaçmayayım diye kolumu tutuyor, diğer eli de ona bakayım diye çenemi sıkıp başımı kaldırıyordu. Bense hiç kıpırdamadan gözlerim kapalı bir şekilde duruyordum. Buradan gitmek için beni bırakmasını bekliyordum. Karun bir anda sessizleşti. Sanki gözleri kapalı karısını izlemek onu susturmuştu. Onun bakışlarını yüzümün her zerresinde hissediyorum hatta kirpiklerimde bile. “Saka,” dediğinde sesi daha sakin ve kısık çıkmıştı. “Tam şu anda hem bana bakmanı hem de benimle konuşmanı sağlayabilirim.” Neyden bahsediyordu?

Karun’un çenemdeki eli şimdi daha yumuşak tutuyordu. “Seni son kez uyarıyorum inadı bırak ve gözlerini açıp benimle konuş. Bu son uyarım,” dediğinde eğer gözlerim açık olsaydı ona göz devirirdim. Yapacağı hiçbir şey inadımı kıramazdı.

“Açmıyor musun?” diyen keyifli sesini duydum. “Benden günah gitti.” Yanağımda sıcak dudaklarını hissetmeyi beklemiyordum. Beni öpmüştü. Midem kasıldı bunu gerçekten yapmıştı.

Afallayarak gözlerimi açtığımda şoke olmuştum. “Sen beni öptün mü?” dediğimde sakalları yanağıma sürtünerek başını geriye çekti ama hâlâ yüzü çok yakınımdaydı. Gözleri kısa bir an öptüğü yanağıma kaydığında yutkundu. Boğazındaki o çıkıntının sertçe aşağıya kayıp tekrar yukarı çıkışını izledim. Sanki bunu yapmayı o da beklemiyormuş gibi gerilmişti.

Hayatında bir kadın varken başka bir kadını yanağında bile öpecek bir adama benzemiyordu. Kaskatı kesilerek öptüğü yanağıma bakıyordu. İlk kez sınırlarının dışına çıkmış gibi gergindi. Bir günahı benim tenimle işlemiş gibiydi. Yanağa konulan küçük bir buse onu gerçekten sarsmış görünüyordu. Yanağımda bir delik açmak ister gibi bakınca kaşlarımı çattım. “Diğer yanağımı da öpmelisin” dedim ona kızarak. “Bunu hiç istemiyorum ama bir yanağımda öpünce diğerinde de öpmek zorundasın.” Bazı inançlarım ve takıntılarım vardı benim.

Tüm gün başıma gelecek felaketler yüzünden onu suçlamamı istemiyorsa öpücüğünü eşitlemek zorundaydı. Karun beklemediği bu taleple başını omzuna doğru eğip alay edercesine kaşlarını kaldırdı. “Batıl inançların mı var senin?” Artık bundan eminmiş gibi bakıyordu. “On üç sayısına takılı kalman ve şimdi de bu,” diye kaşlarını hafifçe çattı. “Öpmeyince ne olacak?” İkinci kez öpmek istemiyordu ve ikinci kez beni öpmesini istemiyordum ama yapmak zorundaydı.

“On üç gün dolmadan beni konuşturduğun için zaten geride kalan yedi gün boyunca tüm uğursuzlukları üzerime çekeceğim,” dediğimde bakışlarım onu suçlarca gibiydi. “Daha fazla tek sayıların gazabına uğramak istemiyorum.” Ona yaklaşıp diğer yanağımı uzattım. “Eşitle öpücüğünü.”

Burnundan garip bir ses çıkartarak güldü. “Sen ciddi misin?”

“Eğer şimdi beni öpmezsen on üç gün boyunca gördüğüm her erkeğin iki yanağını öperim!” dediğimde mavilerinde şimşekler çaktı. Sinirli bir şekilde bana bakıp sıktığı dişlerinin arasından, “Tımarhaneye yatırmak gerek seni!” dedi küfreder gibi. Hiç istememesine rağmen bana doğru uzandı. Evet, öpücüğünü eşitleyecekti.

Yüzü yüzüme yaklaştığında göz göze gelince ikimizde yutkunduk. İkinci bir günahın izini yanağıma bırakmak istemiyordu ama gözlerime baktıkça bir yandan da ister gibiydi. Beklenti dolu bakışlarım bunu istemesine neden oluyordu. Başını biraz daha eğdi ve sakalları yanağıma sürtünecek şekilde yüzünü yüzümün yanına kaydırdı. Araladığı dudaklarının ısısını hissedince ürperdim. Dudaklarını yanağıma bastırınca istemsizce gözlerimi kapatmak istedim ama bunu yapmadım.

Sadece bitmesini bekledim. Sanki bu öpücüğü diğerinden daha uzun sürmüştü. İçimdeki bu lanet kıpırtıda neyin nesiydi? Dudaklarının yanağımdaki teması kopunca başını küçük bir açıyla çevirip bana baktı. Şimdi bakışları daha yumuşaktı. “Oldu mu?” dediğinde beni öpen dudaklarına bakmamak için kendimi zorlayıp başımı salladım. Neden utanmış hissediyorum?

Dağılmış gibi hissettiğim için kendimi toparlamak için hemen geriye çekildim. Aramıza belli bir mesafe koyunca daha iyi hissetmiştim. “Biz neredeyiz?” dediğimde onun dışında her yere bakıyor, ısındığını düşündüğüm yanaklarımı gizlemeye çalışıyordum.

“Bana ait evlerden biri.” Umursamaz bir sesle küçük bir açıklama yaptı. “Kimse bizi rahatsız etsin istemedim çünkü dün gece duyduklarım ve gördüklerim hakkında bana söylemen gereken çok şey var,” dedikten sonra bir süre duraksadı. Ben ocağı inceler gibi yaparken, “Saka,” dedi muzip bir sesle. “Kocan tarafından öpülmek seni bu kadar utandırmamalı,” deyince gözlerimi irice açarak ona baktım. Ne diyor yahu bu?

Artık ona nasıl bakıyorsam bu onu daha fazla eğlendirmiş olmalı ki yüz hatları gevşedi. Mavilerindeki ürkütücü karanlık bir sis gibi dağılmaya başlayınca gözlerindeki berraklık ortaya çıktı. Mavi gözleri kısıldığında göz çevresindeki kırışıklıklar belirgin hale gelmişti. Gülmemek için direndiğini anladım. Dudaklarını birbirine bastırdı ve gülüşünü görmeyeyim diye başını yere eğerek kapıya yürüdü. Bana sırtını dönerek yüzünü gizlemişti ama sırtıyla bakışırken aslında yüzünde bir gülümseme olduğuna eminim.

Dün gece ne yaşandıysa bana karşı olan tutumu değişmişti. Asıl garip olan kapıdan çıkarken ceketini çıkarıyordu. Donuyormuş gibi her zaman ceketiyle dolaşan adamın ceketini çıkardığını ilk kez görüyordum. Peki, bu evde kaç gün kalacağız ve benden öğrenmek istediği şeyler neydi? Olamaz, Azap tarikatı ve Serhat hakkında sorular soracaktı, değil mi?

Yorumlar