Roman
  • 25/11/2025

10-ŞEYTANIN MELEĞİ

“Ben hep onun yaralarını sarıp iyileştirmeye çalışırken o, ondan daha çok yaralı olduğumu hiç bilmiyordu.”

Üç yıldan sonra insanların yoğun olduğu bir yerde olmaktan çok tedirgindim. İçeri girdiğimizden beri herkesin meraklı bakışları üzerimdeydi. Onların gözlerinin hedefinde olmak beni çok gerdiği için elim sık sık ağzıma gidiyordu. Stres altındayken tırnaklarımı kemirip tırnak etlerimi dişlerimle kopartırdım. Baskı altındayken bunu istemsizce yapardım. Ne zaman elim dudaklarıma doğru havalansa Gurur tam vaktinde elimi tutup yanıma indiriyordu.

Tüm gece karısının bebek bakıcılığını yapmak hoşuna gitmiyordu ama yakışıklı suratında bundan rahatsız olduğunu gösteren hiçbir belirti yoktu. Resim galerisi iki bölümden oluşuyordu. Bunlardan biri konukların kaynaşıp bir şeyler içtiği alandı. İnsanlar uzun masaların etrafında ayakta durup gruplar halinde sohbet ediyorlardı. Dileyenler de tabloların sergilendiği koridora girip orada zaman geçiriyordu.

Gurur beni tablolardan uzak tutmak istediği için herkesin birbiriyle kaynaştığı salona getirmişti. İçeri girmeden önce hiçbir tablonun yanında bir dakikadan daha uzun kalmamam konusunda beni uyarmıştı. Bir Kalender gelini olduğum için Gurur beni yeğenlerinin olduğu masaya getirmişti. Karun, Çağıl, Levent ve Melek’te buradaydı. Hepimiz bir masanın etrafında ayakta duruyorduk.

Gurur sadece benim ailemin yanında değil kendi ailesinin yanında da beni görmezden geliyordu. Etrafımızda birileri olunca onun için bir değerim yokmuş gibi davranması can sıkıcıydı. Bakalım nereye kadar bu oyunu sürdürecekti. Melek ve Levent’in beni konuşturma girişimlerinden kurtulmak için çantamdaki kulaklığı çıkardım. Siyah kablolu kulaklığım yine çantada dolaşmıştı.

Kulaklığı açarken Gurur’un bana olan bakışlarını yakalamıştım. Yeşil gözleri açmaya çalıştığım kulaklığa garip bir şekilde bakıyordu. Muhtemelen bluetooth kulaklıklar revaçtayken neden hâlâ bu eski moda kulaklığı taktığımı merak ediyordu. Eski alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçen biri olmadığım için yeniliklere uyum sağlayamıyordum.

Kulaklığı açtıktan sonra Gurur’un bakışları altında kulağıma taktım. Telefonumda müzik uygulamasını açıp sesi son ayara getirdiğimde Gurur bunu görmüştü. Müziğin sesini sonuna kadar açtığımı gördü ama telefonu tuttuğum elimi yan tarafa indirirken sesi kıstığımı görmedi. Yan tuşa basarak sesi belli bir düzeyin altına düşürmüştüm. Masadaki herkese yüksek sesle müzik dinlediğimi ve onları duymadığımı düşündürttüm çünkü benimle konuşmalarını istemiyordum.

Ailem ve Gurur dışındaki insanlara alışık olmadığım için kendime yabancı bulduğum insanların karşısında tek kelime edemezdim. Parazit kelimeler kullanıp onların karşısında can çekişmektense sessizliğimi korurdum. Kulaklıklar sayesinde masadaki Kalenderlerle ilişkimi kesip etrafıma bakarken Melek’in, “Amca karın çok yabani,” dediğini duydum.

Dönüp ona bakarsam onu duyduğumu anlar diye bunu yapmadım. “Bizimle konuşmaya bile yanaşmıyor fazla sessiz biri.” Kulağımdaki kulaklıktan çalan şarkı yüzünden onu duymadığımı düşündüğü için bunları rahatça söylemişti.

“Sessiz mi?” Buradan geçen garsonları izliyordum ama Gurur’un sesi bir an gülecek gibi çıkmıştı. “Ben ona sessiz demezdim.” Yalnız kaldığımızda nasıl gevezeleştiğimi iyi biliyordu.

Gözlerim tek bir noktada yani ayaklarımda takılı kalmıştı. Üç yıldan sonra beni gören herkes dönüp baktığı için çok baskı altındaydım. Onların bakışlarından kaçmak için başımı eğmiş, ayaklarıma bakıyordum. “Sosyal anksiyetesi olan bir kızı neden buraya getirdin?” Bu konuşan Karun’du. Alnımda biriken terleri ve balon gibi şişip sönen göğüs kafesimi görüyor olmalı ki, “Kriz geçirecek gibi duruyor,” dedi.

Gurur’un bana baktığını hissettim ama eğdiğim başımı kaldırmadım. Kulaklıklar sayesinde onları duymuyormuş gibi davrandığım için benim hakkımda konuştukları şeylere karşı tepkisizdim. Gurur’un, “Ümit’in kızına ne olduğuyla ilgilenmiyorum,” diyen sesini duyunca hiç alınganlık yapmadım çünkü yalan söylediğini biliyordum. Bu duruma artık alıştığım için sözleri beni incitmiyordu.

Düşmanının kızına duyduğu hassasiyeti gizlemek için ikimizin ailelerinin yanında tam bir pislik gibi davranıyordu. “Kriz geçirmesi benim sorunum değil.” Hayır, sorunuydu çünkü gerçekte böyle bir adam değildi.

“O senin karın.” Başımı kaldırıp ona bakmadım ama Çağıl’ın amcasına attığı sert bakışları görür gibiydim. “Kızla evlenmeyi bildiysen insan gibi davranmayı da bileceksin. Ayrıca bu elbise ne böyle? Kazara eğilse her yanı görünecek. Böyle bir elbisenin içinde onu hiç mi kıskanmıyorsun?”

“Neden kıskanayım?” Bunları söylerken Gurur onu duymadığıma çok emindi. Hepsi bundan emin olduğu için yanımdayken benim hakkımda bu kadar rahat konuşuyorlardı. “Aramızdaki gerçek bir evlilik değil. O gerçek anlamda benim karım bile değil, bir eşten çok kız kardeşim gibi.” Kemiklerime kadar kırılmıştım.

Gözlerimde yer edinen yaşları gizlemek için eğdiğim başımı kaldırmadım ama sözleri burnumun direğini sızlatacak kadar canımı yakmıştı. Hâlâ mı kız kardeş konumundaydım? Üç yılda değişen hiçbir şey olmamıştı. Beni bir kadın gibi görmemesini bile anlardım ama kız kardeş de çok ağır değil miydi? Doğru an geldiğinde bu kız kardeş ve abi mevzusunu ona unutturmayacaktım. Şimdi şuursuzca sarfettiği lafların elbet ona bir geri dönüşü olacaktı.

Kulaklığı çıkartıp masadan ayrılmak için birkaç adım atmıştım ki Gurur’un, “Nereye gidiyorsun?” diyen sesi beni durdurdu. Yüz ifademi sabit tutarak ona döndüm ve kırgınlığımı hepsinden gizlemeye çalıştım. “İlgilendiriyor mu?”

“İlgilendiriyor ki soruyorum.”

Başımı omzuma doğru eğerek dalga geçer gibi bir tavır takındım. “Ümit’in kızına ne olduğuyla ilgilenmediğini sanıyordum?”

Gurur tam bir şey söyleyecekti ki ortanca yeğeni, yani Çağıl’ın yüzünde pis bir sırıtış oluştu. “Senden izin alacak değil ya abisi,” dediğinde çok eğleniyor gibiydi.

Abi kelimesi duyduğu an Gurur elektrik çarpmışa dönmüştü. Binlerce voltluk elektriğe maruz kalmış gibi tüyleri diken diken olmuş ve kaşları çatılmıştı. Bu konudaki rahatsızlığını gizlemek için burnundan birkaç kez sert nefesler vermişti. O söylerken iyi ama başkasından duyunca kötü, öyle mi?

Karun’un mavileri sıkıntılı bakarken Gurur’a beni gösterdi. “Benim yaptığım hataları yapma ve karına insan gibi davran yoksa üzülen sen olursun.” Karun’un amcasına olan bu sözleri nasihat niteliğindeydi. “Sonra gelip bana ağlama.”

“Siktir git lan ağlamam.”

“Mecazi anlamda hep ağlarsın,” dedi Karun. “Kıza iyi davran ki bu sefer gerçek anlamda ağlama. Sözlerimi dikkate alsan iyi edersin çünkü karşında tüm bunları en acı şekilde deneyimlemiş bir adam var.” Onu bir yıl boyunca süründüren karısından bahsediyordu. “Ben ki kimsenin karşısında eğilip bükülmeyen bir adamdım ama o ruh hastası hayatıma bir girdi, ecdadımı sikti. Aynı şeyleri Farah’ın da sana yapmasını istemiyorsan kızın kinini kazanma.”

Gurur hayıflanarak kaşlarını büktü. “Birinizde benim tarafımı tutun. Yeğenlerim konusunda hiç yüzüm gülmüyor.”

Çağıl’ın gülüşünü gördüm. “Benim sana bir zararım yok.”

Gurur memnuniyetsiz gözlerle ona dik dik bakıyordu. “Sen başlı başına bir zararsın piç. Ailen yedi kuşaktır karanlık işlerin adamı ama sen git asker ol.” Kafasında oturtamadığı bir şeyler varmış gibi kısık gözlerle Çağıl’ı baştan ayağa süzüyordu. “Anan seni kimden yaptı lan?” dediğinde Melek ve Levent gülmeye başladı.

“Bizden asker kaçağı bile çıkar ama asker çıkmaz.” Yaptığı değerlendirmeler sonucu bir karara varan Gurur, omuzlarını dikleştirdi. “Sen kesin başkasının oğlusun. Abim olacak şerefsizden senin gibi şereflisi çıkmaz.”

Karun onu destekleyerek sakince başını salladı. “Seninle aynı şüpheleri taşıyorum.” Kısa bir an Çağıl’a baktığında yüzünde büyük bir gizem vardı. “Annemin babama pek sadık olduğu söylenemez.” Son derece ciddi bir ifadeyle kardeşine bakıp, “Kimin oğlusun sen?” diye sordu. Bunu sorarken bu kadar ciddi olmasaydı gülebilirdim.

Levent sırıtarak abisine, yani Çağıl’a döndü. “Baştan söyleyeyim eğer aynı anneden değilsek kardeşim değilsin.”

Karun garsondan bir kadeh viski alırken gülmemeye çalıştı. “Aynı anneden olsak bile kardeşim saymam.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Babamın oğlu değil sonuçta.”

Gurur gözlerindeki muzırlığı saklamaya çalışarak ikisini destekledi. “Benimde yeğenim olmaz, abimin oğlu değil ne de olsa.”

Melek kıkırdadı. “Benim de dayım olmaz.”

Bir küfür savuran Çağıl ailesine tuhaf bakışlar atıyordu. “Ne pis insanlarsınız lan siz.” Bunları söylerken Melek dahil dördüne dik dik bakıyordu. “İki dakikada beni anamın piçi yaptığınız yetmezmiş gibi bir de aileden attınız.”

Karun ona yaratıcı bir teklif sundu ve bunu yaparken oldukça eğleniyordu. “Askerliği bırakırsan tekrar bizden biri olabilirsin.”

Çağıl ellerini cebine koyup gururla göğsünü kabarttı. “Sizi bırakırım ama yine de mesleğimi bırakmam.”

“Siktir!” diye küfretti Gurur. “Bu kesin abimin oğlu çünkü onun da ilk tercihi hep ailesini bırakmak oluyor.”

“Tüh be.” Karun hüsrana uğramış gibi başını eğdi. “Ondan kurtulmaya çok yaklaşmıştık.”

“Bir de hayal kırıklığına mı uğradın piç?” Çağıl’ın yüz ifadesi hepsini güldürüyordu. “Derdiniz ne sizin benimle?”

Karun ona bıkkın gözlerle bakıyordu. “Harp akademisini kazanan ilk Kalender’sin.”

“Ailedeki tek üsteğmensin,” dedi Gurur.

“Bakıldığında ayrık otu gibisin.” Bunu diyen Melek’ti.

Ve Levent, “Beni ihbar edip zorla askere gönderen bir hainsin,” dedi.

Çağıl onun kafasının arkasına bir tane geçirdi. “Sen hiç konuşma çocuk. Askere gitmemek için ülkeden kaçıyordun, yaptığın askerlik de zaten bedelli.” Kızgın gözlerle ona Karun’u gösterdi. “Birileri o parayı ödemeseydi asıl sen o zaman görecektin askerliği.”

Levent gözlüğünü düzeltirken çatık kaşlarla abisine bakıp homurdanmaya başladı. “Bedelli yaptığım askerliği bile burnumdan getirdin!” Ona en büyük travmasını yaşatmış gibi Çağıl’a olan bakışları suçlayıcıydı. “Beni kendi alayına aldıracak kadar piçsin.”

Gurur gülmemek için yanaklarının içini ısırdı. “Oysaki seni bulmasın diye ta Van’a göndertmiştim.”

“İstersen cehennemin diğer ucuna gönder yine bulurdum onu.” Çağıl kendisiyle övünerek çenesini kaldırdı. “Bir üsteğmen olarak onu kendi alayıma almam zor değildi.”

“Askerde ne yaptın lan bu çocuğa?” Karun bunun cevabını hiç bulamamış gibi meraklı gözlerle Çağıl’a bakıyordu. “Sağ gönderdik ölü almıştık. Döndüğünde bir hafta boyunca odasından hiç çıkmadı.”

Çağıl masumca, “Herkese nasıl davranıyorsam ona da öyle davrandım,” dediğinde sesi şeytaniydi.

“Yalan söyleme!” Levent ne hatırladıysa yüzü bembeyaz olmuştu. “Beni açık yem olarak kullanmak istedin!”

“Kardeşimsin diye torpil mi geçseydim sana?”

“Ekibinde onca adam varken beni teröristlerin inine göndermeye kalkıştın.”

“Ekibimdekilerin tırnağı kadar olsaydın ağlayarak paçama yapışmak yerine o mağaraya girerdin.” Çağıl bir kez daha onun ensesine vurdu. “Boş mağaraydı İstanbul bebesi!”

“Ordu’luyum ben.” Levent sızlanarak ailenin erkeklerine sitem etti. “Yıllardır bir kez bile gitmediğiniz Ordu’yu hatırlıyor musunuz?” Açık bir suçlamayla, “Doğduğunuz yeri ne çabuk unuttunuz?” diye sordu.

Gurur’un yeşillerinde bir memlekete duyulan özlem olduğu kadar oraya ait nefrette vardı. “O şehre yıllardır adımımı atmadım, atmam da.” Bunu söylerken soğuk bakışlarında can yakıcı bir şeyler vardı.

“Ordu’yu unutmadık,” dedi Çağıl.

“Orada yaşadıklarımızı da öyle,” diye ekledi Karun sitemle.

Tıpkı benim gibi Levent’te onların neyden bahsettiğini anlamadığı için merakla, “Ne yaşadınız orada?” diye sordu. “Anne ve babamla görüşmemi istemiyorsunuz ama bunun nedenini bile söylemiyorsunuz. Sürekli benden bir şeyler saklıyorsunuz.” Boynunu büktü. “Kendimi dışlanmış hissediyorum.”

Gurur, Karun ve Çağıl göz göze geldi ama hiçbiri Levent’in aklındaki sorulara açıklık getirmedi. Eminim susmalarının çok haklı bir sebebi vardı fakat Levent konusunda hassasiyet göstermeleri gerektiğini düşünüyordum. Ondan ne saklıyorlarsa bence Levent bunu kaldıracak yaştaydı. Yirmi iki veya yirmi üç yaşlarında gösteriyordu yani ailevi sorunları anlayacak olgunluğa erişmişti.

Abileri ve amcası ondan bir şeyler sakladıkça onun da dediği gibi kendini aileden dışlanmış hissetmeye devam edecekti. Ona çocuk muamelesi yapmak yerine Levent’i karşılarına alıp bilmesi gereken her şeyi anlatmalılardı. Susarak ona kendini değersiz ve yetersiz hissettirirlerdi.

Sosyal anksiyetenin üstesinden bir türlü gelemediğim için biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Tüm bu insanların içinde olmaya alışık değildim. Kimseye tek kelime etmeden masadan uzaklaşmak için aceleyle birkaç adım atmıştım ki birine çarptım. Geriye çekilmek istediğimde topuklu ayakkabıların gazabına uğrayıp sendeledim. Bunca insanın içinde yere düşüp rezil olmamı engelleyen şey tam zamanında belimi yakalayan kollardı. Başımı kaldırınca Asaf Bolatlı ile göz göze gelmiştim.

Benim için gecenin asıl sürprizi buydu çünkü Asaf’ı en son beş yıl önce kuzenim Aksa’yla olan düğününde görmüştüm. Aksa ile olanlar Tozlu ailesiyle tüm bağlantısını kesmesine neden olduğu için beş yıldır hiç karşılaşmamıştık. Onu en son gördüğümde yirmi yaşında genç bir kızdım ve o da babasının tahtına yeni geçmiş bir adamdı. Şimdilerde ise bakan herkese tekrar baktıracak birine dönüşmüştü.

Bir zamanlar simsiyah olan saçlarında şimdilerde aklar vardı ama öyle çok yoğun değildi. Şakaklarındaki beyaz saçlar ona olgunluk kattığı gibi onu daha karizmatik gösteriyordu. Otuzundaki bir adamın çekiciliğine bürünmüş siması şaşırtıcıydı. Mavi gözlerinde bir zamanlar olan o parıltılar yoktu. Yakışıklı görünüşünün aksine gözleri fazla düz bakıyordu. Ne yazık ki ruhunu yitirmiş bir adamın gözlerine sahipti. Belki de Aksa’nın kuzeniyim diyedir tüm bu boş bakışları.

Ne de olsa Aksa onu bir nikah masasında terk etmişti. Tüm Tozlu’lardan nefret ediyor olmalıydı. Aksa kaçıp gittikten sonra Asaf fazla beklemeden evlenmişti. Kuzenime acıyıp onu amcamın elinden kurtarmak istediği için evlenmek istediğini hepimiz biliyoruz. Fakat Aksa’dan birkaç ay sonra evlenmesini de beklemiyorduk. Bu öfkeli birinin kızgınlıkla vereceği bir karara benziyordu. Evliliği de uzun sürmemişti aynı yıl içinde boşanmıştı.

Asaf kendi bölgesinin karayollarını tutan bir bölge lideriydi. Onun bölgesine istemediği hiçbir liderin ticari aracı giremezdi. Anadolu yakasının bir bölümü onun sorumluluğu altındaydı. Gurur ise Avrupa yakasındaki bir bölgenin eski lideriydi. Yerini Karun’a bırakmış olabilirdi ama hâlâ kendi bölgelerinin ticari hakları onlardaydı. Kalenderler denizlerin efendileriydi. Onların bölgesindeki iskelelerdeki tüm yük ve ticari gemileri onlardan sorumluydu.

Karadeniz’in bağrından çıkıp geldiklerini nasıl da belli ediyorlardı. Bu adamlar denizsiz yaşayamazdı. Asaf’taki bu değişiklik beni oldukça şaşırttığı için beni tutan kollarının arasından çıkmak aklıma gelmemişti. Biri kolumdan tutup beni arkaya çekene kadar bunu yapmayı düşünemedim. Oldukça sert bir şekilde geriye çekilmiştim. Başımı omzuma doğru çevirince Gurur’un kızgın bakışlarıyla karşılaştım. Çatık kaşlarla bana bakarken yeşilleri kanımı donduracak bir öfkeyle yanıyordu.

Gurur’un bana olan birkaç saniyelik bakışı yüreğime korku tohumları ekmeye yetmişti. Asaf’a döndüğünde ise onun suratını dağıtmak ister gibi bakıyordu. “Kendi iyiliğin için bir daha o ellerin karıma uzanmasın!” Karım derken sergilediği sahiplenici tutumla Karun ve Çağıl göz göze gelmişti. İkisinin birbirine attığı bakış oldukça manidardı.

Gurur’un sert çıkışı karşısında sakinliğini bozmayan Asaf, “Düşüyordu,” diye donuk bir sesle konuştu. “Bu kadar insanın içinde karının yere düşmesini mi isterdin?”

Çenesinden bir kas seğiren Gurur sıktığı dişlerini gıcırdattı. “Tuttuysan aynı saniyede geri bırak. Karımla film mi çekiyorsun orospu çocuğu, ne o uzun bakışlar!”

“Hasbinallah!” Asaf burnundan nefesini vererek Karun’a döndü. “Orada izleyeceğine çek şu deli amcanı yolumdan.”

Karun rahatını hiç bozmadan viskisini yudumlamaya devam etti. “Sağından geç.”

Çağıl gülmemeye çalıştı. “Solundan geç.”

“Ama doğrudan önünden geçme,” dedi Melek.

“Riskli olabilir.” Levent’in yüzünde de eğlenen bir ifade vardı.

Asaf önce Gurur’a daha sonra da onun baş belası yeğenlerine bezginlikle bakıyordu. “Siz Kalenderler can sıkmaktan başka bir halt bilmez misiniz?”

Gurur açık bir alayla gözlerini onun mavilerine dikti. “Can sıkmak tek meziyetimiz değil.”

Karun’un dudağının köşesi belli belirsiz kıvrıldı. “Bilirsin can almakta da çok iyiyiz.”

Çağıl abisine yaklaşıp kısık bir sesle, “Herif düşmanımız mı lan?” diye sordu. “Niye posta koyuyoruz adama?”

“Dayı sus ve akıma uy,” diyen Melek, Çağıl’ı güldürmüştü. Bu ailenin tüm fertleri tımarhaneden çıkmış gibiydi.

Acaba hepsi aynı evin içindeyken ortaya nasıl bir cümbüş çıkıyordu? Sırf bunu görmek için bile birkaç günlüğüne Kalenderlerin malikanesine taşınabilirdim. Kedi ve köpek gibi birbirleriyle didişiyorlardı ama dışarıya karşı mıknatıs gibi birbirlerine kenetleniyorlardı. Belki de Kalenderleri bu kadar uzun süredir hayatta tutan buydu.

Asaf onların ne denli illet bir aile olduğunu iyi bildiği için fazla uzatmadan Gurur’un yanından geçip gitti. Gurur onun arkasından bakarken bile öfkesinden bir şey kaybetmemişti. Bunu gören Çağıl’ın yüzünde şeytani bir ifade belirdi. “Sence de sahte karını biraz fazla kıskanmıyor musun?”

İçerideki sıcak hava bile onun için yetersizmiş gibi ceketinin önünü kapatan Karun, “Ne kıskanması?” dedi alayla. “Abisi olarak gelinimize sahip çıkıyor.” Bıyık altında gülerken imalı gözlerini Gurur’a dikti. “Değil mi abisi?”

Abi lafını duyunca Gurur’un boynundaki damarlar belirginleşti. “Siktir git orospunun evladı!” dediğinde Çağıl kahkaha attı. “Kardeşi gibiymiş kimi kandırıyorsun koçari?” Yanlış bilmiyorsam koçari, delikanlı demekti.

Bir kaçış yolu arayarak, “Tuvalete gitmek istiyorum,” dedim kısık bir sesle. Başımı çevirip yalvaran gözlerle Gurur’a baktım. “Gidebilir miyim?” Biraz daha burada kalırsam tüm bu insan kalabalığı yüzünden kalp krizi geçirebilirdim.

Gurur alnımda biriken boncuk gibi terlere bakınca biraz uzaklaşmaya ne denli ihtiyacım olduğunu gördü. “Melek sana eşlik etsin.”

“Melek mi?” Çağıl küçük ve hasta yeğenine baktığında onu fazla zayıf gördüğünü gizleyemiyordu. “Etraf it kopuk dolu, iki kızı tek başına göndermek akıl karı değil.” Gurur’a döndü. “Sende onlarla git ya da ben gidebilirim.”

Melek dayısına gözlerini devirerek baygın bir ifade takındı. “Bir sorun çıkarsa ben hallederim. Farah yenge benim yanımda güvende.”

“Bir metre boyunla seni kim koruyacak bacaksız?” diyen Çağıl’a cevap Gurur’dan gelmişti. “Benim kızım lan o.” Melek’e olan bakışlarında büyük bir hayranlık vardı. “On yaşından beri benim yanımda, sandığın gibi boş bir kız değil.” Dudağının köşesi yana doğru kıvrılırken yeşil gözlerinde tehlike vardı. “Onu çekirdekten eğittim, boyuna aldanma seni bile yere serebilir.”

“Her neyse.” Melek yanıma gelip koluma girdi. “Gidelim yenge.” Bana yenge dedikçe yüzümün şekli değişiyordu. Rahatsızlığımı gören Gurur daha önce yaptığı gibi alay ederek çenesini kaldırdı. “Bana yaptığı gibi sana da mı amca desin?”

“Bir şey demedim ki.” Kısık bir sesle homurdandığımda bana sataşmak için bir saniye bile beklemedi. “Ama gözlerin çok şey söylüyor, Farah Hanım.” Keşke gözlerimin her söylediğini bu kadar hızlı anlasaydı.

Melek ile dışarı çıktığımızda kadınlar tuvaletinde onu atlatmam çok kolay olmuştu. Kabinlerden birine girdiğine emin olunca hemen dışarı çıkıp oradan uzaklaşmıştım. Bir koridordan diğerine girerek saklanacak bir yer arıyordum çünkü sergi bitene kadar bir yere saklanmaya ihtiyacım vardı. İlk kez bir davette bir yerlere saklanmıyordum. Asansöre binip en üst katın düğmesine basınca kısa sürede terasa çıkmıştım. Kimsenin beni bulmasını istemediğim için ışıkları yakmamıştım.

Karanlığın içinde yürüyüp buradaki boş masaların arasından geçtim. Terasın cam korkuluklarına yaklaşıp derin bir nefes alana kadar kendime gelememiştim. Soğuk hava tenimi ürperttiği için evden üzerime bir ceket almadan çıktığım için pişmandım. Başımı kaldırıp karanlık kubbenin içinde ışıldayan yıldızları izlerken gözlerim hilal ayda duraksadı. Geçmişimde kalan bir çocuğun sesi zihnimde belirince ellerim boynumdaki sarkaca uzanmıştı.

“Ay benim olsun güneş senin.”

“Neden?” diye sormuştum ona.

“Sen güneşi kuşanıp ışılda, bende ayın gölgesinde saklanayım,” demişti. O an bu sözlerdeki derin anlamı bilememiştim. O yıllarda onun korktuğu her şeyden saklanmaya ihtiyacı vardı. Tıpkı artık benim de saklanmaya ihtiyacım olduğu gibi. Her şeyimle ona dönüşmüştüm.

İçim buruk bir şekilde gökyüzünü izlerken gözlerimden süzülen bir damla yaşla, “Ay benim olsun güneş senin,” diye mırıldandım. Artık ondan daha çok ayın gölgesinde saklanmaya ihtiyacım vardı.

“Güneşi neden istemiyorsun?” diyen bir ses duyunca irkildim. “En değerli elmaslar en çok güneşte ışıldamaz mı?”

Burada yalnız olduğuma çok emindim ama anlaşılan öyle değilmiş. Başımı sol omuzuma doğru çevirince terasın diğer ucunda dikilen birini gördüm. İkimizde terasın farklı uçlarında olduğumuz için birbirimizi iyi göremiyorduk, gördüğümüz tek şey gölgelerimizdi. Terasın ışığını yakmadığımıza göre aynı amacı taşıyorduk. Görünmez olmak istiyorduk.

Sorduğu soruya cevap vererek, “Bazılarımız dikkat çekecek kadar ışıldamayı istemiyor,” dedim huzursuzca. “Bu durumda bir elmastan çok kömür olmayı yeğlerim.”

Karanlığın içinde onu göremiyordum ama gülüşünü duydum. “Elmaslardan nefret eden bir kadının boynunda yakuttan bir elmas olmasını neye yormalıyız?” Soluğum kesildi. Terasın ışıkları bile yanmıyorken boynumdaki sarkacın taşını nasıl görebilmişti?

“Boynumda bir elmas olduğunu nereden çıkardınız?”

“Işıldıyor.”

“Karanlıkta mı?”

“Nadir elmaslar en çok karanlıkta ışıldar.” Bu sözler boynumdaki sarkaca söylenmemiş gibiydi.

Sarkacımın iri taşına dokunarak derin bir nefes aldım. “Sahte bu.” Bunun doğruluğundan emindim. “Gerçek bir elmas değil.” Geçmişimdeki o çocuk bana hakiki bir elmas alacak parayı bulamazdı. Üvey babası ona bir kuruş bile koklatmıyordu.

Karanlığın içindeki gizemli adamın, “Hımm,” diyen mırıltısını duydum. “Sahte olduğuna bu kadar eminsen o zaman onu ucuz bir dükkândan aldın. Yanılıyor muyum?”

“Aslında bu bir hediye.”

“Kimden diye sormamın bir mahsuru var mı?”

“Saklımda kalan biri vardı,” dedim iç çekerek. “Onun hediyesi.”

Yönünü tamamen bana doğru çevirdiğini gölgesinin hareketinden anladım. “O kişi hâlâ saklında mı?” Sesindeki merak hayal gücümün bir ürünü olmalıydı.

“Evet.” Gözlerimdeki özlemi görmemesi iyi bir şeydi ama üzgün çıkan sesim konusunda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. “Korkarım ki onu tekrar görüp iyi olduğundan emin olmadıkça hep saklımda kalacak.”

“Gördüğündeyse aklından çıkıp gidecek öyle mi?” Sesi alaycıydı.

Göremeyeceğini bilmeme rağmen başımı iki yana salladım. “Sadece aklımla sınırlı olsaydı belki bu dediğiniz olabilirdi.” Elimi kaldırıp sol göğsümün üzerine bastırdım. “Ama kalbimde de büyük yer edindi ve bilirsiniz kalp unutmaz.”

“Katılıyorum.” Kulağa etkileyici gelen karakteristik sesinde anlam veremediğim bir ima vardı. “Kalp unutmaz,” diye sözlerimi tekrarladı. “Aradan kaç yıl geçerse geçsin onu hatırlar ve bulmanın yollarını arar.”

Bir yabancıyla konuşmanın bana bu kadar iyi hissettirmesinin en büyük nedeni birbirimizi göremiyor olmamızdı. Beni görüp gözlerini doğrudan bana kenetlese belki onun karşısında bu kadar rahat olmazdım. “Sanırım sizin de beklediğiniz biri var,” diye küçük bir varsayımda bulundum. “Son söyledikleriniz bana böyle düşündürttü.”

“Evet.”

“Kim olduğunu biliyor musunuz?”

Gülüşünü duydum. “İnsan kimi beklediğini bilmez mi?”

“Ben bilmiyorum.” Suratım asılmıştı. “O bana kim olduğunu hiç söylemedi.”

“Hımm.” Bir kez daha düşünürcesine mırıltılar çıkardı. “Karşına çıksa bile onu nasıl tanıyacaksın?”

Gülümsedim. “Dönerse ıslık çalar, anlarım geldiğini.”

“Islık mı?”

“Evet, bu onunla aramızda olan özel bir şey.” Ne zaman hücremde beni ziyaret etse döndüğünü önceden bana bildirmek için hep ıslık çalardı.

Meraklanarak, “Sizin beklediğiniz kişi nerede?” diye sordum.

Aramızdaki mesafeye rağmen iç çekişini duydum. “Hem yakınımda hem de çok uzağımda.”

“Neden ona gitmiyorsunuz?”

“Zamanı var.”

“Tam olarak neyi bekliyorsunuz?”

“Önce yolumuzdaki engelleri çekmeliyim.”

“Bunu yapabilecek misiniz?”

Güldü. “Onu elde etmek için neler yapabileceğim hakkında en küçük bir fikrin yok.” Sesindeki kararlılık insanı tedirgin ediyordu.

“Pekâlâ.” Yönümü terasın kapısına doğru çevirdim. “Benim artık gitmem gerekiyor.”

Kinaye barındıran bir sesle, “Anlaşılan bekleyenin var?” deyince başımı iki yana salladım. “Hiç sanmıyorum.” Bir bekleyenim yoktu ama Gurur bana kızmasın diye artık gitmeliydim. Uzun süre ortadan kaybolursam canıma okurdu.

Terasın kapısına yürüdüğümde arkamda o gizemli sesini duydum. “Unutma ki herkesin bir bekleyeni mutlaka vardır ama yakınında ama uzağında.” İnsanı düşünmeye iten sözleriyle terastan çıktım.

Aşağıya inip Kalenderlerin yanına geldiğimde Gurur ve Karun burada yoktu. Masada sadece Çağıl, Levent ve Melek vardı. Kadınlar tuvaletinde onu ektiğim için Melek gücenmiş gözlerle bana bakıyordu. “Benden kaçtığına inanamıyorum. Neredeydin?” Birini arar gibi kapıya baktı. “Gurur amcam ve dayım seni aramaya gittiler. İkisi de çok sinirliydi.” Bir şeyi anlamıyormuş gibi bakarken kafasındaki soru işaretlerini gizleyemiyordu. “Tablolardaki sorun nedir, bilmiyorum ama orada olma ihtimalin onları kızdırdı.” Tablo konusunda benim de kafamı karıştıran çok şey vardı.

Meraklı bakışlarımı Çağıl’a yönelttim. “Neden tablolardan uzak durmamızı istiyorlar?”

“Ortada usulsüz bir iş varsa o ikisi özellikle bunu benden saklar çünkü başlarına bela olacağımı bilirler.” Bu konuda onun da kafası karışıkmış gibi yüzünde tuhaf bir ifade vardı. “Benden de tablolardan uzak durmamı istediler.” Bir şeyi yeni fark etmiş gibi çatık kaşlarla Levent’e döndü. “Ailenin kadınlarına geçtikleri uyarıyı niye bana da geçiyorlar lan!”

Levent eğlenerek, “Abi sen fazla temizsin,” dediğinde kahkahasını bastırmaya çalışıyordu. “Araya kaynamanı istememiş olabilirler.”

“Masada suratının izini çıkarmamı istemiyorsan kapat çeneni hergele.”

“Hangi cehennemdeydin?” Tam arkamda Gurur’un sinirli sesini duyunca irkilerek ona döndüm. Onu karşımda sinirli bir şekilde bulmayı beklemiyordum. Beni bulana kadar aklına olur olmadık senaryolar getirmiş gibi yeşil gözleri kızgınlıkla bakıyordu. Öfkesi iliklerime kadar işlediği için, “Ben…” diye bir şeyler geveledim ama ne diyeceğimi bilemedim.

Hesap sorarcasına karşımda dimdik dururken sert ifadesinde herhangi bir yumuşama olmamıştı. “Melek’i atlatıp nereye gittin?” Aklına gelenlerle dişlerini sıktığında çenesi kasılmıştı. “Ya da kimin yanına?” Biriyle buluşmak için ondan özellikle kaçtığımı mı düşünüyordu?

“Kimsenin yanında değildim,” demiştim ki bir garson yanımıza gelip elinde tuttuğu bir kadeh içkiyi bana uzattı. “Terastaki beyefendi ona eşlik ettiğiniz için teşekkür mahiyetinde bu şarabı size gönderdi.” Pek küfreden biri değildim ama Gurur’un değişen suratını görünce garsona küfredesim gelmişti. Zamanlaması bundan daha kötü olamazdı.

Gurur’a tam kimsenin yanında olmadığımı söylediğim sırada garson elinde bir kadeh içkiyle gelmişti. Beni deşifre etmek ister gibi terastaki adamdan bahsetmesi de yangına körükle gitmekti. Terastaki o adam karanlıkta yüzümü bile görmemişti, kim olduğumu bilmeden bana bunu nasıl gönderebilirdi? Belki de başından beri kimin kızı olduğumu biliyordu. O karanlıkta boynumda sarkaç olduğunu bildiğine göre beni tanıyordu.

Kadeh garsonun elinde öylece duruyordu ama onu almaya cesaret edemiyordum. Gurur beyninden vurulmuş gibi kaskatı bir suratla bana bakarken ecel terleri döküyordum. Artık biriyle buluşmak için Melek’i atlatıp terasa çıktığımdan emindi. Oysaki gerçek bunun tam tersiydi, oraya giderken biriyle konuşup sohbet etmek aklımda yoktu.

Gurur kırmızı görmüş boğalar gibi bana ve garsonun elindeki kadehe bakarken şakaklarındaki damarlar belirginleşti. “Terasta biriyle mi buluştun?” Sesi soğuk ve bakışları ölümcüldü. “Kim o adam?”

Yutkunarak, “Bilmiyorum,” dedim hızlıca. “Kimseyle buluşmadım.”

Kan beynine sıçramış gibi sıktığı dişlerinin arasından, “Yalan söylemeyi kes!” diye bana sesini yükseltince arkaya doğru adımlar attım. Sırtım arkamdaki masaya çarpana kadar gerilemiştim çünkü bana bağırdıklarında korkuyordum. Ne zaman biri bana sesini yükseltse refleks gösterip geri çekiliyordum.

“Kimseyle buluşmadım.” Bunları söylerken titreyen sesim ve korkaklığım yüzünden kendimden nefret ettim. Her defasında böylesine bir zavallıya dönüştüğüm için kendimden iğreniyordum.

Gurur herkesin içinde beni böyle korkuttuğu için kendine kızararak kısık bir sesle küfürle karışık bir şeyler söyledi. Bakışlarını benden çekip tüm öfkesini garsona yöneltti. Her an garsonun suratına yumruğunu geçirecekmiş gibi dururken sinirlerine güçlükle hâkim oluyordu. “Bu kadehi kim gönderdi!”

“Bilmiyorum efendim.”

“Ne demek bilmiyorsun!” Elinin tersiyle vurup kadehi yere devirdiğinde birkaç göz üzerimize çevrilmişti. Gurur kimseyi umursamadan garsonun yakasını tuttuğu gibi onun ayaklarını yerden kesmişti. Parmak uçlarında duran garson tir tir titriyordu ama kendini kurtarmak için hiçbir şey yapamıyordu. Gurur yakasına yapıştığı adamın soluğunu keserek, “Kim!” dedi bir kez daha. “Karıma içki gönderecek kadar eceline susayan kim bu herif!”

Olayın büyümesinden endişelenen Çağıl, “Yine bir kriz geçireceksin sakin ol,” demişti ki, Gurur yakasından tuttuğu garsonu yere fırlatarak belindeki silahı çıkardı. Garson yere yuvarlanınca buradaki kadınların çıkardığı korku dolu sesleri duydum. Allah kahretsin, Gurur yine yapmıştı yapacağını!

Yere fırlattığı garsonun üzerine yürüyüp elindeki silahı onun tam alnına doğrulttu. “Konuş yoksa elimden bir kaza çıkacak!” Şuurunu yitirmiş gibi davranıyordu. Bana karşı hiçbir şey hissetmediği halde bir adamın gönderdiği içki onu böylesine kızdırdıysa… Bana âşık olsaydı kim bilir neler yapardı. Kıskançlığının tehlikeli boyutunu tahmin bile edemiyordum.

Gurur onun tepesine dikilip silahı ona doğrultunca zavallı garson neredeyse ağlayacaktı. Korkudan kekeleyerek, “Bu-bugün işe başladım. O beyefendinin kim olduğunu bilmiyorum,” diye fısıldadı.

“Nesi beyefendi lan! Amına koyduğumun orospusu benim karıma içki gönderiyor, bunun nesi beyefendilik!” Parmağı tetiğe gidince hemen koluna yapışıp ona engel oldum. En az garson kadar ödüm kopmuş bir halde Gurur’un silah tutan elini sıkıca tutuyordum. “O sadece bir çalışan onun bir suçu yok.”

Bileğini sertçe çekerek temasımdan kurtulduğunda bana olan bakışları soluğumu kesiyordu. Tüm bunların tek suçlusu benmişim gibi buz gibi gözlerle bana bakıyordu. “Kimdi o adam!”

“İnan ki bilmiyorum.” Beni korkutsa da ona yaklaşıp boştaki elini tuttum. Ateş gibi yanan eli sıcacıktı ama bana olan bakışları fazla soğuk. “Sende biliyorsun kalabalık beni rahatsız eder. Biraz hava almak için terasa çıkmıştım hatta kimse beni görmesin diye ışıkları açmamıştım.”

İnce parmaklarımın sardığı elini bu sefer elimden çekmedi ama bana olan bakışlarını da yumuşatmadı. Çatık kaşlarla beni izlerken, “Devam et,” dediğinde aramızda büyük bir uçurum açılmış gibi sesi mesafeliydi. İhanetin düşüncesi bile onun benden uzaklaşmasına neden olmuştu.

Bana olan soğuk tavrı tüm cesaretimi kırarken konuşmak için kendimi zorladım. “Terasın bir ucunda karanlıkta tek başımaydım, sonra terasın diğer tarafında bir adamın sesini duydum.”

Kaşları biraz daha çatıldı. “Ne dedi sana?”

“Havadan sudan konuştuk.”

Çenesinde bir kas seğirdiğinde inanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Farah karşındaki seninle çirkin imalarla konuşsa bile sen havadan sudan konuştuğunuzu düşünecek kadar safsın!” Şakaklarındaki damarlar belirginleştiğinde boğazından çıkan hırıltılı bir sesle, “Ne dedi sana!” diye tekrarladı.

“Elmasların güneşte parladığını söyledi.”

“Durduk yere ne sikimden elmastan bahsetti?”

“Şey… Öncesinde ben elmastan bahsetmiştim.”

Dişlerini sıktı. “Elin herifine niye elmas diyorsun?”

“Ona söylemedim ki.”

“Kime söyledin?”

“Kendi kendime.” Sorgudaymışım gibi hissediyordum, ki zaten öyleydim. “Yalnız olduğumu düşündüğüm için ay benim olsun güneş senin diye mırıldandım.” Üzgünce dudaklarımı büzüp bakışlarımı kaçırdım. “Sonra işte karanlığın içinde göremediğim bir adamın sesini duydum. Neden güneşi istemiyorsun, tüm elmaslar güneşte parlamaz mı dedi?”

Bu duyduklarıyla kan beynine sıçramış gibi Gurur’un bakışları kararırken sinirli bir şekilde beni gösterdi. “O orospu evladı seni elmasa benzetmiş!”

“Hayır, öyle bir şey demedi.”

“Bahsettiğimde tam olarak buydu, ırzını siktiğim piçi sana yürümüş ama senin bundan haberin bile yok!”

“Yürümedi ki o hep terasın diğer ucunda kaldı.”

“Farah senin o zamansız duran beynini sikeyim,” derken hepten çıldırmıştı.

“Normalde de çok küfrediyorsun ama sinirlenince daha fazla,” diye homurdandığımda elini çekip benden uzaklaşmıştı. Yüzünü sertçe ovuştururken benimle ne yapacağını düşünüyordu. “Tek sorunumuz benim bozuk ağzım mı?”

“Her söylediğime kızıp duruyorsun.” Susup kabuğuma çekilmem an meselesiydi. “Terastaki o adamla aramızda sadece bu anlattığım diyalog geçti,” diye ona yalan söyledim. “Senin uyarılarını hatırlayınca hemen oradan ayrıldım. Belli ki bizi tanıyan biriydi ve garsonu özellikle buraya gönderdi. Sana yanlış şeyler düşündürterek huzurunu kaçırmak istediği çok açık.”

Gurur söylediklerimi düşünürken kalabalıktan bir kadın baygınlık geçiriyormuş gibi, “Biz neden bunların kavgasını izliyoruz?” diye sordu. “Vallahi fenalık geçireceğim,” deyince aynı baygın ifadeyle, “Sana izle diyen mi var dedikodu kazanı!” diye ona çemkirdim. “Ne bu havalar sanki masana geldik de yanında tartışıp seni rahatsız ediyoruz.”

“Evet ama-”

“Kapat be çeneni!” diye ona sesimi yükselterek buradaki herkesi şaşırttım. Tüm gece bakışlarıyla beni rahatsız ettikleri için sabrımın sonuna gelmiştim. Gözlerini bize diken insanlara ters ters bakıyordum. “O kadar boş yaratıklarsınız ki tek eğlenceniz birilerinin hayatına burnunu sokmak! Sonra da bundan şikayetçiymiş gibi mızmızlanıyorsunuz.”

Önüme dönüp birkaç kez derin derin nefesler aldım. En sakin insanı bile çıldırtırdı bunlar. Başımı çevirdiğimde Çağıl, Levent ve Melek iri gözlerle bana bakıyorlardı. Az önceki çıkışım onları hayretler içinde bırakmış gibi davranıyorlardı. Bana olan bakışları beni utandırdığı için gözlerimi kaçırdım. Gurur’da anlam veremediğim gözlerle bana baktığı için onun karşısında adeta kıvranıyordum. En büyük şaşkınlığı ona yaşatmışım gibi yüzünde tuhaf bir ifade vardı.

Bana olan bakışları beni rahatsız etmiyordu çünkü gözlerinde bana kendimi kötü hissettirecek hiçbir şey yoktu. Oldukça keyifli görünüyordu. O kadına çıkışmam sinirlerini yatıştırmış gibi biraz sakinleşmişti. “Anlaşılan tamamen umutsuz bir vaka değilsin.” Sinirleri bozulmuş gibi güldü. “Sen git az önce dönüştüğün o kadını gönder bana. Bence onunla kafalarımız daha iyi uyuşur.” Bu adam ne zaman konuşsa iltifat mı ediyordu yoksa hakaret mi, hiç anlamıyordum.

“Benim neyim varmış?” Alınganlık yaparak dudaklarımı sarkıttım. “Benden rahatsız mısın?”

“Bırak şimdi bunları konumuza dönelim.” Eğlenen ifadesi kaybolduğunda ciddileşmesi uzun sürmemişti. “Terastaki o piçi tekrar görsen tanır mısın?” Onu bulmayı kafaya takmıştı.

Başımı iki yana salladım. “Karanlıkta yüzünü göremediğim için tanımam.”

“Peki, ya sesini duysan?”

“Sesinden tanırım çünkü güzel bir sesi vardı.”

Gurur’un çenesindeki kaslar seğirdi. “O evveliyatını siktiğim herifin sesini beğendin mi?”

“Beğendim demedim.”

“Sesi güzeldi dedin!”

“Ben artık seninle konuşmak istemiyorum,” diye somurttum. “Her söylediğimi yanlış anlıyorsun.”

Nefesini burnundan sertçe verdi. “Benim yerime kiminle konuşmak isterdin? Terastaki o herifle mi?” Bozduğu sinirlerim yüzünden gülmeye başladığımda bana olan bakışları ölümcüldü. “Bir de gülmesi yok mu, elimde kalacak.”

Yalnızken beni daha iyi sorguya çekeceği için bana kapıyı gösterdi. “Yürü yalnız kalacağımız bir yere gidelim.”

Ona tebessüm ederek gözlerinin içine baktım ve “Siktir git,” dedim sakince.

Benden böyle bir şeyi duymayı hiç beklemediği için yeşil irisleri büyüdü. “Anlamadım?”

Masum sayılacak gözlerle ona bakıyordum. “Biri bana yalnız kalacağımız bir yere gidelim deyince ona siktir git dememi istemiştin.” Savunmam karşısında Gurur ağız dolusu küfrederken Çağıl kahkaha attı. “Bu kızı sevdim.”

Çağıl’ın aksine Gurur hiç eğlenmiyordu. Benimle ne yapacağını bilmez bir halde bakarken her an bir tane kafama geçirebilirdi. “Bu lafı gel bana söyle diye mi sana dedim?” Gözlerinin ardında karanlık bir parıltı geçti. “Madem beni bu kadar dinliyordun o zaman terasta elin herifleriyle ne işin vardı? Hiçbir erkekle yalnız kalma da demiştim!”

Gözlerimi belerterek şaşkınca ona bakmaya başladım. “Nereden bilebilirdim terasta biri olduğunu?”

“Koca lafı dinlemezsen bilmezsin tabii!”

“Koca lafı dinlediğim için az önce benimle yalnız kalmak isteyen birine o çirkin lafı söyledim.”

“Başkasına değil bana söyledin! Bir tek bana gelince o pençelerini çıkar zaten.”

Başımı eğip tırnaklarıma baktım. “Pençelerim yok ki benim.”

“Farah kaybol gözümün önünden.”

“Peki.” Ona sırtımı dönüp küçük adımlarla uzaklaşmaya başladığımda yerinden hiç kıpırdamadan kolunu uzattı ve ensemi yakalayarak beni yanına çekti. Hesap sorarcasına üzerime eğildiğinde eli kartal pençesi gibi ensemdeydi. “Pıtı pıtı adımlarla nereye gidiyorsun aptal ördek?”

“Git dedin ya.” Kafamı karıştırıp duruyordu.

Son söylediklerimle kaşları belli belirsiz çatılmıştı. “Sana git denilince gidiyor musun?”

“Evet.”

“Ya sabır! Farah yanımdan ayrılmıyorsun.”

“Peki.”

Homurtuyla karışık, “Kurma bebek!” diye bir şeyler söylemişti. “Her şeye de peki diyor çıldıracağım.”

İçeriye giren kişiyle tüm bakışlar onun üzerine çevrildiği için Gurur beni rahat bırakmıştı. Artık onların meraklı bakışlarının hedefinde sadece ben yoktum çünkü en az benim kadar merak konusu olan bir kadın daha gelmişti. Bige Efil Saka bir yıl boyunca kendini ölü gösterdiği için tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Son olanlardan sonra Karun’un olduğu bir yere böyle pervasızca geleceğini hiç düşünmemiştim.

Bige’nin içeri girmesiyle herkes kendi aralarında fısıldaşmaya başlamıştı. Bu kadınla ilgili her şey merak konusu olduğu için kendinden konuşturmayı iyi biliyordu. Onun gelişiyle Kalender kardeşlerin tüm keyfi kaçmıştı. Bir yıl boyunca Karun’u sahte mezarının başında yatırdığı için Çağıl ve Levent düşmanca gözlerle ona bakıyordu. Gurur ve Melek’in ona attığı bakışlar tarafsızdı.

Karun’un karısı fotoğraflarından gördüğümden daha güzeldi. Onu ilk kez çıplak gözlerle görüyordum. Gördüğüm tüm fotoğraflarında hep kısa bir elbisenin içindeydi. Dekolteli ve mini giyinmeyi seviyor olmalı ki, bugün bile üzerinde siyah, kısa bir elbise vardı. Kahverengi gözlerinde magazin sayfalarını süsleyen o cesaretli parıltı yoktu. Karun ile olanlar ondan da çok şey almış gibi gözlerinde gizleyemediği bir çöküş vardı.

Kocasıyla girdiği bu savaştan yorulmuş gibi tükenmiş bakıyordu. Ruhundaki yangını gösteren tek şey gözlerindeki o yenik ifadeydi. Bunun dışında baş döndürücü görünüyordu. Manken gibi uzun bir boyu olduğu için kısa elbisenin gizleyemediği bacakları dikkat çekiyordu. Bige gözleriyle aynı kahvelikte saçlara sahipti ve kaşlarının üstünde kestirdiği kakülü yüzünü daha yuvarlak ve kadınsı gösteriyordu.

Herkesin ona bakıp hakkında konuşması onu da rahatsız etmeye başlamıştı. Cemiyet dışladığı birini taşlamaktan çekinmezdi. Bu gece onu çiğ çiğ yiyeceklerini anlamak zor değildi. Bunu göze alarak buraya geldiğini biliyorum ancak kapının önünde dikilmek dışında hiçbir şey yapmıyordu. Ne içeri giriyordu ne de arkasını dönüp gidiyordu. Sanki bir şeyler onun cesaretini kırmıştı.

Kimsenin beklemediği bir şey yaşandı ve Karun, Bige’nin arkasında belirdi. Aralarındaki sorunu onlara özel kılıp herkesi susturmak istercesine elini karısının beline koymuştu. Bu hareketi onu buradaki insanlardan korumak ister gibi sahipleniciydi.

Bu uzaklıkta duyamıyordum ama karı koca kısık bir sesle konuşurken birbirlerine attıkları bakışlar fazla soğuktu. Daha doğrusu Karun’un Bige’ye olan bakışları soğuktu çünkü Bige, pişmanlık içinde ona bakıyordu. Karun onu bir masaya yönlendirdi daha sonra da onun yanından ayrıldı. Görmek bile istemediği karısı için bundan fazlasını yapmamıştı.

Levent ve Melek yine bir yerlere kaybolmuştu. Gurur ise Bige’nin gelişiyle Karun’un nabzını yoklamak için onun yanına gitmişti. Masada sadece Çağıl ile ikimiz vardık. Meraklı gözlerle Çağıl’a döndüğümde ona Gurur ve Karun’un olduğu yönü gösterdim. “Sence bu kadar ciddi bir suratla ne konuşuyorlar?”

“Nereden bileyim amcamın karısı.” Başını çevirip amcası ve abisine kısık gözlerle bakmaya başladı. “Belki de onlara sorun çıkartan baş belası eşlerinden konuşuyorlardır.”

Somurtarak son söylediklerine itiraz ettim. “Ben amcana sorun çıkartmıyorum.” Gurur’u ona şikâyet etmeye başladığımın farkında bile değildim. “Her konuda arızaya bağlayan senin amcan.”

“Onun kaç raporu var haberin var mı? Arızalı bir deliyle evli olduğunu daha anlamadın mı?” Çağıl’ın ela gözlerinde muzip bir parıltı oluştuğunda bana yaklaştı. “Gurur bir kurtsa sende tavşansın.” Somurtkan suratımı işaret edip tebessüm etti. “Hem de oldukça sevimli bir tavşan.” Neden hayvan familyasının dışına çıkamadığımı bir türlü anlamıyordum. Önce ördek şimdi de tavşan. Tahminen ne zaman insana dönüşeceğimi merak ediyordum.

“Neden ben tavşan oluyorum da o kurt oluyor?” diye sızlandığımda Çağıl yüksek sesle güldü. “Çünkü biz Kalenderler kurt çocuklarıyız.” Gözlerimin içine kinayeyle baktığında sanki bana bir şeyler anlatmak ister gibiydi. “Tavşanı beğenmediysen sende lodos ol.”

Çağıl bana dostane gözlerle bakarken dudaklarındaki tebessüm silinmemişti. “Bir kurtla uzlaşmanın yolu ona kafa tutmak değil. Sen ona hırlarsan o da sana pençelerini gösterir.”

“Peki, ne yapmamı önerirsin?”

Bana kendini gösterip hayıflandı. “Oradan bakınca ilişki uzmanına mı benziyorum? Bende tutuldum bir vicdansıza, kendime hayrım yok ki sana olsun,” deyince gülmeye başladım. Çağıl’ı sevmeye başlamıştım.

Gurur yanımıza gelince ikimizde susmak zorunda kalmıştık. Çağıl’ı görmezden gelip sadece bana bakıyordu. “Senden bir şey isteyebilir miyim?” Sesi rica eder gibi yumuşak ve sıcaktı.

“Bige kendini dışlanmış hissetmesin, hemcinsinden biri yanında olursa yalnız olmadığını anlar.” Gurur kafamın arkasından bir yere baktı. “Sanem ve arkadaşları akbabalar gibi kızın başına üşüşmüş.” Bakışlarını bana indirdiğinde son derece ciddiydi. “O kadının canınızı sıkmasına sakın izin verme. Gerekirse çarp ağzına bir tane.” Bu dediğini asla yapmazdım.

Bige onların gelini olabilirdi ama hiç tanımadığım bir kadının yanına gitmeyi doğru bulmuyordum. Sırf Gurur bunu benden istedi diye kabul etmek zorunda kalmıştım. Bige’nin olduğu masaya yürürken her an geri dönebilirdim çünkü yalnız değildi. Cemiyette karadul lakabını alan Sanem ve iki arkadaşı onun yanındaydı. Ciddi yüz ifadelerine bakılırsa tatsız bir konu hakkında konuşuyorlardı.

Sanem’in karadul lakabını almasının bir nedeni vardı. Şu zamana kadar sayamadığım kadar çok evlenmişti ve tüm kocaları gizemli bir şekilde ölmüştü. Gözüne kestirdiği zengin bir adamla evleniyordu, daha sonra da o adamın başına trajik bir kaza geliyordu. Sanem’e kalan para onu bir ömür boyu idare ederdi ama pek tutumlu bir kadın değildi. Kumar tutkusu yüzünden eski kocalarından ona kalan tüm mal varlığını hızlı bir şekilde tüketiyordu.

Beş parasız kalınca da tekrar koca avına çıkıyordu. Bir süredir kafayı Karun’a taktığını bilmeyen yoktu ama Karun ona hiç pas vermiyordu. Karun’un Bige’deki ısrarını gören Sanem kendini Bige’ye benzetmeye başlamıştı. Saçlarını kahveye boyayıp kâkül kesecek kadar şuursuzdu. Onlara yaklaştıkça aralarındaki soğuk çekişmeyi daha iyi görüyordum. Yanlarına gittiğim esnada Bige onu kızdıracak ne söylediyse Sanem ona tokat atmaya kalkışmıştı.

Son anda Sanem’in havadaki elini yakaladım ama bunu Bige için değil, Sanem için yaptım. Eğer tokadı Bige’nin suratında patlasaydı Sanem’e olacakları düşünemiyordum çünkü Bige onu parçalardı. Gerçek anlamda parçalarına ayırırdı, Saka’nın en bilindik kötü alışkanlığı insanları havaya uçurmasıydı. Bu kadın deccal gibi bir şey olduğu için bombaları seviyordu. Birçok düşmanını havaya uçurduğuyla ilgili söylentiler vardı

Sanem’in elini tutarken aklımdan ne geçtiğini bilmiyordum. Acaba tuttuğum gibi bırakıp siz devam edin desem mi? Bunu yaparsam kendimi iyice rezil etmiş olurdum. Madem başladık o zaman sonuna kadar gideyim. “Sanem şu eline sahip çıkar mısın?” dedim sakince. “Az kalsın kafama çarpacaktı.”

Ani bir refleks gösterip kazara elini tutmuş gibi davranmaya başlamıştım. “Birine vurmak isterken lütfen elinin açısını iyi ayarla çünkü arkanda da birileri olabilir.” Nezaketimden ödün vermeden kibar bir sesle konuşup ona gülümsedim. “Eminim bölge liderlerinden birinin kızına vurmak istemezsin, değil mi?” Buna kalkışırsa babam onu bizim semtten sürerdi ve bir daha da bize ait hiçbir bölgeye giremezdi.

Tehdidimin boyutunu çok iyi anlayan Sanem’in yüzündeki tüm kan çekilmişti. Karşılık olarak bana tek kelime etmeden kaçarcasına yanımızdan ayrıldı. Cemiyetteki tüm bu kadınlar arkamdan dedikodumu yapardı ama yüzüme karşı pek konuşamazlardı. Arkamda babam gibi tehlikeli bir adam ve annem gibi dişli bir kadın varken kolay kolay bana kafa tutamazlardı.

Bige ile yalnız kalınca, “Merhaba,” diye ona elimi uzattım. İlk tanışma için ne kadar gergin olduğumu saklayamıyordum. “Şey… Seninle ilgili çok fazla haber duyduğum için uzun zamandır tanışmak istiyordum.” Aslında bu tanışma için bir nevi zorlanmıştım ama bunu ona söylemeyi düşünmüyordum.

Aynı evin gelini olduğumuz için o da benimle ilgili çok fazla şey duymuş olmalı ki, kahverengi gözlerinde bana karşı yoğun bir merak vardı. Kim olduğumu bildiğine eminim ama yine de âdet yerini bulsun diye kendimi tanıttım. “Ben Farah Tozlu,” demiştim ki aklıma gelenlerle dilimi ısırdım. “Son üç yıldır Farah Kalender.” Ama kocamla geçirdiğim günleri toplasak iki ayı bile doldurmazdı. Üç yıl boyunca evliliği uzaktan yürüttüğümüze inanamıyordum.

Bige şaşkınlıkla beni izlerken ne düşündüğünü bilmeyi isterdim. Baştan ayağa bana baktıkça kahve irislerindeki afallama artıyordu. İnsanların doğrudan bana bakması anksiyetemi ortaya çıkardığı için yerimden rahatsızca kıpırdandım. Kendisi benden daha mini giymesine rağmen üzerimdeki elbiseye bakınca elbisenin eteklerini çekiştirdim. “Çok kısa değil mi?” Şikâyet eder gibi, “Gurur bunu giymem için beni zorladı ama çok kısa,” dedim.

Bige bakışlarıyla beni rahatsız ettiğini anlayınca nihayet kendini toparladı. “Tanıştığıma memnun oldum, Farah.” Beni bir anda karşısında görmenin şaşkınlığıyla az önce ona uzattığım elimi sıkmamıştı. Bu yüzden bu sefer bana elini uzatan o oldu. “Bige Efil,” diye kendini kısaca tanıttı. Elbisemi gösterip yumuşak bir sesle konuştu. “Sana çok yakışmış bence elbisenle uğraşıp durma yoksa bu insanlar bu seferde senin hakkında konuşacak bir şeyler bulur.”

Ellerimi elbisemden çekip uzattığı elini sıktıktan sonra ona bize bakan insanları gösterdim. “İçeri girdiğimden beri bana bakıp duruyorlar.” Onların dikkatini çekmek için elbisemi çekiştirmeme gerek yoktu.

Gerçeklikten uzak bir şekilde bana güldü. “Dikkat çekmek istemiyorsan çok yanlış bir masadasın çünkü gecenin konusu benim.”

Pot kırarak, “Evet, her gün birileri mezarından fırlamıyor,” dediğimde ne söylediğimi fark edince utançla inleyip, “Affedersin,” dedim hızlıca. Bazen şu çenemin hiç ayarı olmuyordu.

Ağzımdan kaçırdıklarımdan sonra bana ters bir karşılık verecek diye endişelenmeye başlamıştım. Bu konudaki mahcubiyetimi fazla belli ediyor olmalıyım ki, Bige’nin bana olan bakışları biraz daha yumuşamıştı. Bana kızması şöyle dursun, karşısında soğuk terler döktüğüm için benim adıma endişelenerek, “İstersen onların yanına git,” diye bana Kalenderlerin bulunduğu masayı gösterdi. “Belki o zaman daha rahat hissedersin.”

“Gurur senin yanında durmamı istedi.” Ona Sanem’i gösterdim. “Onun seni sıkıştırdığını görünce benden seni yalnız bırakmamamı istedi.” Kendimi tutamayıp güldüm. “Gerekirse o kadının ağzına bir tane çarp dedi. Neyse ki buna gerek kalmadı çünkü kimseye vuramam.”

Bige, Gurur’u bulmak istercesine etrafına bakıp, “O nerede?” diye sorunca henüz Gurur ile tanışmadıklarını yeni hatırladım.

“Orada… Hayır, o tarafta değil.” Yanlış yöne baktığı için omuzlarından tutarak onu Gurur’un olduğu tarafa çevirdim. “Karun abiyle konuşuyor.”

Gösterdiğim yere bakarken gözlerini kısmıştı. “Bize sırtı dönük olan şu sarışın adam mı?” demişti ki Gurur garsondan içecek bir şeyler almak için dönünce Bige onu gördü. Gurur’a bakarken gözleri irileşti. “Yok artık,” diye mırıldandığında neredeyse gülecektim. Böyle birini görmeyi beklemiyordu, değil mi?

Gurur onun kocasının amcası olduğu için sanırım Bige onu oldukça yaşlı biri olarak hayal etmişti. Karşısında böylesine yakışıklı ve genç birini bulmayı beklemediğini fazla belli ediyordu. Genelde amcalar daha yaşlı olurdu ama Gurur’un yaşı yeğenlerine yakındı, üstelik Karun’dan da beş ay küçüktü.

Bige’nin bakışlarını üzerinde hisseden Gurur, kısa bir an ona bakıp Karun’a döndü. Ona ne söylediyse Karun bu tarafa dönünce Bige hemen onlara sırtını dönmüştü. Karun ile göz göze gelmekten kaçınarak bana baktığında kahve gözlerindeki endişeyi görebiliyordum.  “Gurur sana benim hakkımda bir şeyler anlattı mı?”

Tam olarak ne bilmek istediğini kestiremediğim için, “Benimle pek konuşmaz,” dedim kafam karışarak. “Zaten bizim eve taşınalı da çok olmadı.” Masadaki suya uzanıp birkaç yudum içtim. “Kendisi hakkında konuşmayı da pek sevmez.”

Dört kişilik bir kadın grubunun bize bakıp fısır fısır konuşmasıyla nefes alışlarım sıklaşmıştı. “Neden kocanın yanında değilsin?” Karun’dan kaçmak yerine onun yanına gitmeliydi.

Başıyla bana Gurur’un bulunduğu yönü gösterdi. “Sen neden benim yanımda durmak yerine kocanın yanında değilsin?”

Gurur’un yeğenlerinin yanında kız kardeşim gibi diyen sözleri aklıma gelince, “O benim kocam değil,” dedim tereddüt bile etmeden. Aramızda gerçek bir evlilik yoktu.

Bir süre daha Bige ile havadan sudan konuştuk. Genelde o soru sordu, bende kısa cevaplar verdim. Söylentilerden yola çıkarak Gurur’un bana vurup vurmadığını bile sormuştu. Bana vurmadığını söyledim ama tepkilerimi biraz abartıp Gurur’un gerçek anlamda bir akıl hastası olduğunu falan söylemiştim. Bunu yapmamın nedeni Gurur’du. Dışarıdaki herkese bana kötü davrandığını söylememi istiyordu.

İnsanların yanında bana olan tutumu değiştiği için bende onun istediği şekilde gerçekleri çarpıtıyordum. Uzun süre Gurur hakkında olumsuz konuşamadığım için ara ara onu savunduğum kısımlarda olmuştu. Hatta Bige’ye Gurur’un bana her gece masal okuduğunu bile söylemiştim. Onun hakkında kötü konuşmak beni rahatsız ettiği için birazda gerçeklerden bahsetmiştim.

Anlattığım şeyler Bige’yi şaşkınlığa sürüklediği için hayretler içinde kalmıştı. “Karun’a yaşattıklarımdan sonra bana zarar vermesini bekliyordum,” deyince güldüm. “Herkes yapmasını bekliyorsa yapmaz, Gurur insanların tersine gitmeyi seviyor.”

Gurur bu tarafa doğru gelmeye başlayınca Bige ile tedirgin olduk. Sanki onun hakkında konuştuğumuzu anlamış gibi buraya geliyordu. Bige ile aynı anda kaçmaya çalıştık. Neden kaçtığımızı bile bilmiyorum ama Bige’nin paniği bana da bulaşmıştı. Daha ondan yeteri kadar uzaklaşamamışken arkamızdan Gurur’un, “Bak sen şu Kalender karilaruna,” diyen alaycı sesini duyduk. “Nasıl da kaçayiler.”

Bige kolumu tutarak beni durdurduğunda güzel yüzünde korku vardı. “Ben saklanana kadar sen onu oyala.”

“Ben ne olacağım?”

İnanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Kocan değil mi? senin zaten ondan kaçışın yok, bari birimiz kurtulsun.” Nasıl bir bencillikti bu!

Tam arkamızda Gurur’un uyarı anlamındaki öksürüğünü duyunca durmak zorunda kaldık. Bige ile arkamızı döndüğümüzde bizim aksimize Gurur’daki rahatlık kimsede yoktu. Ellerini cebine koymuş bize bakıp duruyordu. Bakışları Bige ile ikimizin arasında gidip gelirken gözleri bende durdu. Bige’yi işaret ederek, “Sen bu kızin yaninda çok durmayasun,” diye beni uyardı. “Senu de kendune benzetur hiç uğraşamam.” Konuşma şekli bende ne sinir bırakıyordu ne dargınlık. Ne zaman böyle konuşsa çok hoşuma gittiği için hemen yumuşuyordum.

Beni Bige’nin yanına gönderen o değilmiş gibi konuştuktan sonra yönünü Bige’ye çevirdi. “Sende doğrudan kocanin yanina gideysun. Uşağa kafayi yedurten sensun, toparlayacak olan da sensun.”

Bige buna yanaşmayarak, “Gidersem vurur beni,” diye fısıldadı.

Gurur ceketinin önünü kenara çekip onu tehdit ederek belindeki silahı gösterdi. “Gitmeyunce de ben senu vurayim.” Buz gibi gözlerini Bige’nin kahve irislerine kenetlediğinde bu konuda şakası yok gibiydi. “Karar ver bakayim, hangimizun elunde ölmek isteysun?”

“Bir C şıkkı istesem?”

“Ula bak atayi kafam.”

“Tamam, gidiyorum!” Bige istemeye istemeye Karun’un yanına giderken bende Gurur’a döndüm. Ona tatlı tatlı gülümseyip koluna yapıştım. “Çok yoruldum artık evimize gidelim mi?”

Başını çevirip omzunun üzerinden kolundaki ellerime baktı. Adeta ahtapot gibi koluna yapışmıştım. Sırf beni eve götürsün diye yavru kedi gibi ona baktığımı görünce gülümsedi. “Sarmadı mı burası seni?”

Suratımı asarak başımı iki yana salladım. “Seninle yalnız olmayı daha çok seviyorum. Etrafımızda birileri olmayınca bana kızmıyorsun veya aşağılamıyorsun,” dediğimde kaskatı kesilmişti. “Seni aşağıladım mı?” Bunu yaptığının farkında bile değildi.

“Yanımızda birileri olunca bunu hep yapıyorsun.” Asık bir suratla başımı eğip ayaklarıma bakmaya başladım. “Yeğenlerinin yanında senin karın olmadığımı, bana ne olduğuyla ilgilenmediğini söyledin.” Kız kardeş konusuna değinmek bile istemiyordum. “Bunlar bana kötü ve kendimi değersiz hissettiriyor.”

Olaylara daha önce hiç benim açımdan bakmamış olacak ki, aldığı sıkıntılı nefesi soludum. Gurur’un sıcak elini çenemde hissettiğimde irkilmiştim. Çenemi hafifçe sıkarak başımı kaldırdığında şimdi karşımda tanıdığım Gurur vardı çünkü bana olan bakışları içimi ısıtıyordu. “Yalnızken sana nasıl davrandığımı bilmemeliler, Farah. Seni korumak için bu gerekli.” Buradaki insanları gösterdi. “Tüm bu insanların içinde canını yakmadığım tek bir kişi bile yok. Hepsi de saldırmak için zaafımı arıyor.”

“Peki, bir zaafın var mı?”

Cevap vermeden önce haddinden fazla beni izledi. Bu soruyu o da kendine soruyormuş gibi uzun uzun bana bakıyordu. Çenemde olan elinin bile beni heyecanlandırmasını, bakışları karşısında ısınan yanaklarımı ve kaçırmak istediğim gözlerime soluksuz bakıyordu. “Sanırım artık var,” deyince dudaklarımda yarattığı gülümsemeye dünyanın en güzel şeyiymiş gibi bakıyordu.

“Evimize gidelim mi?” Bunu söylerken babamın evini kastetmediğimi biliyordu. Çatı katındaki küçük dairemiz bizim evimizdi.

“Gidelim.” Ağır ağır başını sallayarak bana tebessüm etti. “Bende zaten sıkılmıştım tüm bu boş insanlardan.”

“Sen masadaki çantamı al bende lavaboya gidip geliyorum.” Yine ortalıkta kaybolmamı istemediği için tam benimle gelmeyi teklif edecekti ki, “Hiçbir yere sapmadan hemen döneceğim,” dedim hızlıca. “Tuvalete bile kocası onu götürüyor demesinler.” Her yere peşimden gelip beni koruyamazdı.

Gurur bu konuda bana güvenmeyi seçtiği için tek başıma oradan çıkmama izin verdi. Salondan çıktığımda tuvaletlerin olduğu yöne sapacaktım ki, neon ışıkların aydınlattığı loş bir koridor dikkatimi çekti. Koridorun o tarafı bu kadar aydınlık değildi. Tuhaf bir merakla oraya doğru yönümü değiştirdim çünkü Gurur’un uzak durmamı istediği tabloların sergilendiği yer burasıydı.

“Bu da nedir böyle?” Gördüğüm tablolara şaşkın gözlerle bakıyordum. Tabloların hepsi cinselliği çağrıştırıyordu. Müstehcenliği yansıtan tüm bu şeylere ağzım açık bakıyordum. Bir tabloda dağınık yatak varsa diğerinde yerde ipler ve göz bandı vardı. Başka bir tabloda farklı cinsel objeler yer alıyordu ve her birinde bunun gibi birçok şey resmedilmişti. Bu serginin amacı neydi?

Kızıl bir kadının dikkatle baktığı resmi merak ederek yanında durdum. Loş bir koridor olduğu için ona yaklaşana kadar bu kadının Duha Tunus’un doktor sevgilisi olduğunu anlamamıştım. Sanırım adı Elay’dı ve bildiğim kadarıyla o da biraz benim gibiydi. Bir mafyayla ilişkisi vardı ama tüm bu kirli dünyanın dışında bir hayat yaşamaya çalışıyordu. Başını çevirip bana baktığında ilk dikkatimi çeken mavi gözleri ve yanağındaki çilleri olmuştu.

Gözlerini kısarak beni incelemeye başladığında o da beni tanıyor olmalı ki merhaba bile demeden, “Sen Gurur Kalender’in karısı Farah değil misin?” diye sordu merakla.

“Farah yeterli.” Tebessüm etmek için kendimi zorladım. “Sende Elay Zemheri olmalısın.” Ona etrafımızdaki tuhaf tabloları gösterdim. “Sence de tüm bu resimler fazla müstehcen değil mi?” Belki tablolarda çıplak insanları resmetmemişlerdi ama cinselliği çağrıştıran her şeyi ustaca çizmişlerdi.

Aynı kafa karışıklığını o da yaşıyormuş gibi etrafımızı kontrol ederek bana yaklaştı. Sır verir gibi gizemli ve kısık bir sesle konuşmaya başladı. “Bence burada bilmediğimiz bir şeyler dönüyor. Duha tablolardan uzak durmamı söyledi ama nedeninden bahsetmedi. Az önce bir şey dikkatimi çekti.”

Elay bana parçalanmış bir odayı yansıtan tabloyu gösterdi. “O tablonun yanında bir kadın duruyordu. Kadın birini bekler gibi özellikle orada oyalandı, sonra bir adam kadının yanına gelip onun kulağına fısıldadı. Hemen sonra da ikisi gülüşerek gittiler.”

“Belki de tanıdığı biridir?”

“Ama adam ona tabloyu gösterip demek sekste şiddeti seviyorsun dedi.” Ellerini kızıl saçlarının içine daldırıp kafasını kaşıdı. “Bu ne demek?”

Beni korkutmayı başladığını söyleyebilirdim. “Bilmiyorum ve öğrenmek de istemiyorum.” Burada kirli bir şeyler döndüğü çok açıktı. “Gidelim buradan.”

Elay’da ürkmeye başlamış gibi benimle gelmeyi kabul ederek başını salladı. Bana bir yönü gösterip, “Kadem, Melek’in peşinden o tarafa gitti,” diye sızlandı. “Onları bulup hemen geliyorum,” dedikten sonra yanımdan ayrıldı. Kadem neden Melek’in peşinden gitmişti?

Elay’ı takip etmek yerine onu burada beklemeye karar verdim. Melek’in sağ salim döndüğünü görmeden buradan ayrılamazdım. Onu bulmak için gitmeyi düşünmüyordum çünkü Melek’i ararken bu garip yerde kaybolmak istemiyordum. Bir kadın çığlığı duyunca koridordan sağa döndüm ve gördüklerime inanamadım.

Melek bir kadının saçlarına yapışmış hunharca yoluyordu. Kadem onları ayırmaya çalışırken Elay film izler gibi tüm bu olanları izliyordu. Hemen Elay’ın yanına gidip, “Ne yapıyor bunlar?” diye sordum.

Elay birine kızar gibi çatık kaşlarla bana tabloları gösterdi. “Meğerse tüm bu şeyler zengin piçlerin uçkuruna göre düzenlenmiş! Bu gece için kiraladıkları kadın ve erkek fahişeler tabloların yanında durup alıcısını bekliyormuş!” Tabloların amacını nihayet anlayınca buz kesmiştim. Resmedilen bu şeyler insanların cinsel fantezileriyle ilgiliydi. Sekste nasıl bir şey istiyorlarsa gidip bunu simgeleyen bir tablonun yanında mı duruyorlardı? Gurur beni böyle rezil bir yere nasıl getirirdi!

Elay bana Duha’nın sağ kolunu gösterdi. “Kadem bu yerin amacını unutup telefonla konuşurken dalgınlıktan bir tablonun yanında durdu.” Melek’in saçını başını yolduğu kadını işaret etti. “O da gelip Kadem’i satın alamaya kalkıştı.”

“Melek bunun neresinde?”

“Bence Kadem’i kıskandı. Biri onlara iki ezeli düşmanın yakınları olduklarını söylemeli. Ne Duha ne de Karun bu ikisinin birlikte olmasına izin verir.” Kafasındaki korkunç ihtimallerle yüzündeki tüm kan çekilmişti. “Karun eğer yeğeninin Duha’nın adamıyla olduğunu öğrenirse bunu bahane ederek Duha’ya saldırır.” Ve bu olduğunda Gurur yeğeninin yanında yer alıp Tunus cephesine savaş açardı.

Melek farkında olmadan büyük bir düşmanlığı körüklüyordu. Bu adamlar yeraltının tehlikeli liderleriydi. Silahlarını çektikleri an ortalık mahşer yerine dönerdi ve iki taraftan da çok kan dökülürdü. Gurur veya Karun gelmeden Melek’i buradan uzaklaştırmalıydım. Onlara doğru bir adım atmıştım ki elinde sopayla bu tarafa gelen birini gördük. Dayak yiyen kadın o adamın yakını olmalı ki sopayla geliyordu.

Elay ile göz göze geldiğimizde ikimizin de aklında adamı Melek’ten uzak tutmak vardı. Adam önümüzden geçerken Elay hiç düşünmeden arkasındaki duvarda asılı olan tabloyu aldı ve adamın kafasına geçirdi. Bense hemen sağımda duran şamdanı alıp ona vurmuştum. Arkadan kafasına şamdanla çok sert vurunca adam küt diye yere düşüp bayıldı. Soluğum kesilmişti. Yaptığım şeye inanamayarak elimdeki şamdana bakıyordum. Az önce birine mi vurdum ben?

Dehşete kapılmış bir halde yerde baygın yatan adama bakıyordum. Bu tür şeylere Elay’da yabancı olduğu için ikimizde ürkmüş gözlerle bayılttığımız adama bakıyorduk. Elay’a yerdeki adamı gösterirken gözyaşlarım birbiri ardına akıyordu. “Öldü mü?” Buz kestim. “Ben mi öldürdüm onu? Katil mi oldum ben?”

Beti benzi atan Elay titremelerini kontrol edemiyordu. “Bi-bilmiyorum.” Aklına ne geldiyse başını çevirip elimde tuttuğum şamdana baktı. “Şamdan daha ağır.”

Önce elimdeki şamdana daha sonra da ona baktım. “Ne demek istiyorsun?”

Duha’nın sevgilisi de en az onun kadar şeytandı. Beni bu işin içinde tek başıma bırakarak hemen benden uzaklaştı. “Ona ilk ben vurmuş olabilirim ama benim elimdeki hafif bir çerçeve.” Suçlarcasına mavi gözlerini bana dikti. “Öldüyse bile sen ona vurduğun için ölmüştür.” Dehşete kapılarak başını iki yana salladı. “Senin suçunu üstlenmeyeceğim!” Ne diyor yahu bu!

“Hapse girmek istemiyorum!” Elay’ın koluna yapışıp onu yerdeki adama doğru ittim. “Sen doktorsun iyileştir onu.” Yalvaran bakışlarımı ona çıkardığımda korkudan ağlıyordum. “Bari nabzını kontrol et.” Ne biçim doktordu!

İnatçı bir tutumla arkaya doğru bir adım attı. “Suç mahallinde parmak izlerimi bırakmayacağım!”

“Nasıl doktorsun sen!”

“Hapse girmek istemeyen bir doktor!”

Tüm bunları başımıza açan o değilmiş gibi Melek hâlâ bağırıp duruyordu. Elindeki ortası delik tabloyu yerdeki bir kadının kafasına üst üste geçirecek kadar delirmişti. Kadem onu belinden yakalayıp arkaya doğru çekiştirdikçe Melek, “Bırak beni!” diye daha çok bağırıp kadına saldırıyordu.

Kadem’in elinden kurtulup kadına doğru atıldı ve tablonun çerçevesinin kenarıyla kadının kafasına bir kez daha vurdu. “Sen kimin yanında kimi satın almaya kalkışıyorsun!” Kadını sırtüstü yere düşürüp üzerine atladı. “Bir de beş dolar teklif ediyor!”

Kadem onu kadından uzaklaştırmaya çalışırken, “Beş dolardan daha fazla ederim ama konumuz bu değil!” diye bağırıp kadının saçına yapışan Melek’i durdurmaya çalıştı. “Kızım bir dur artık herkesi başımıza toplayacaksın!”

Melek bacak kadar boyuyla resmen kadını evire çevire dövmüştü. Kadının saçlarını tutup kafasını üst üste yere vururken Kadem’i de tehdit ediyordu. “Önce şunun saçını başını yolayım sonra sıra sana da gelecek!”

“Ben ne yaptım?”

“Kendini satmaya pek hevesliydin!”

“Beş dolardan fazla ederim dedim bu satılmak değil.”

“Pazarlık yapıyordun.”

“Bıraksana şu kadını.”

“Çek elini belimden!” Kalenderlerin sadece erkekleri değil kadınları da fenaydı.

Yaşadığım bu kâbusun içinde duymayı beklediğim son şey kaçık eltim Bige’nin gülüşüydü. Melek yerde bir kadının üstüne çıkmış onu tartaklıyordu. Kadem ise Melek’i kadının üzerinden çekmeye çalışıyordu. Elay ile ikimiz ölüp ölmediğini bilmediğimiz bir adamın başında dikiliyorduk ve sonradan aramıza katılan Saka, bu tür şeyler onun günlük rutiniymiş gibi gülerek bize doğru geliyordu. Her şey kamera şakası gibiydi!

Bige yanımıza gelip tam bir şey söyleyecekti ki koridorda bir kadın belirdi. Kadın arkasındaki adamlara bizi gösterince Bige, “Hassiktir!” diye mırıldandı. Üzerimize gelmekte olan beş adam vardı.

Takım elbiseli adamlar sadece ben ve Elay’ı korkutmuştu. Tıpkı benim gibi Elay’da bu tür şeylere yabancı olduğu için aynı anda bağırarak Bige’nin arkasına saklandık. Bige önümüzde dimdik dururken, “Kadem bırak Melek’i,” diyerek gözlerini adamlardan ayırmadı. “Burada sana ihtiyacım var.”

Duha’nın sağ kolu koşarak onun yanına geldiğinde ikisi de fazla korkusuz görünüyordu. Bige ve Kadem bizi arkalarına alıp gelen adamlara bakmaya başladılar. Kadem sabırsızca gelenlerle arasındaki mesafeyi kapatıp birinin suratına yumruğunu geçirmişti bile. “İkisini ben alırım.”

Melek’e saldıran bir adamın karın boşluğuna tekme atarak onu arkaya püskürten Bige, “İkisini de ben alırım,” dedi. Başka bir adamın savurduğu yumruktan son anda eğilerek kurtulmuştu. “İlk bitiren buçuğu alır.” Buçuktan kastı sanırım beşinci kişiydi.

Adamların ikisi Kadem’e yöneldi fakat kalan üçü gözüne Bige’yi kestirmişti. Bir anda kızın etrafını sardıkları için saldırıları fazla hızlıydı. Yardıma ihtiyacı vardı bunu görebiliyordum. Adamlardan biri Bige’nin göğüs kafesine sert bir yumruk atınca ondan çok benim canım yanmıştı. Hiçbir şey yapmadan buna daha fazla seyirci kalmayacaktım. Yardımıma ihtiyaçları vardı.

Bige kısık iniltiler çıkartarak arkaya doğru sendelediğinde ona yardım etmek için bir adım öne attım ama Bige kendini çok hızlı toparlamıştı. Kahve gözlerinde tehlikeli bir ışıltı ortaya çıktığında öne atıldı ve ona vuran adamın göğsünü ayakkabısının topuğuyla deşti. Bu kadının tekmeleri müthişti. Arkadan ona yaklaşan adamın varlığını çok hızlı sezdi. Daha adam Bige’nin saçını yakalamadan başını omzuna doğru eğdi ve adamın bileğini yakaladı.

Bige onun bileğini bırakmadan kolunun dirseğini adamın karnına geçirmişti. Hemen sonra da tuttuğu eli öne doğru çekerek arkasındaki rakibine omzunun üzerinden takla attırdı.

Vay canına.

Onun hakkındaki söylentiler yalan değildi. Bige Efil Saka sahaya çıktığında küçük bir kuştan çok daha fazlasıydı. Bige nefes nefese doğrulduğunda üçüncü adamın beklenmedik yumruğundan onu kurtaran Karun olmuştu. Karun tam zamanında karısının yardımına yetişmişti. Bige’ye vurmak üzere olan adamın bileğini yakalayıp sertçe bükerek kırdı. Tüm gece görmezden geldiği kadın için o adamın ensesini kavrayıp suratını duvara çarpmıştı.

Hemen sonra Gurur ortaya çıkmıştı. Buradaki saldırganlardan birini yakalayıp sadece iki yumrukla onu sersemletti. Gurur’un yeşillerinde kan dondurucu bir şeyler varken ifadesi fazla ciddiydi. Sinirini çıkaracak bir şeyler bulmuş gibi yumrukları vahşiydi. Omuzlarını kavradığı adamı kendine doğru çekti ve onun tüm kemiklerini kırmak istercesine dizini adamın suratına geçirdi. Bu uzaklıkta onu duyamıyordum ama kısık bir sesle küfredip adamı yere savurmuştu.

Ortalığı fena karıştırmıştık.

Duha ve Kenan’ın da gelişiyle burası iyice karışmıştı. Hepsi birini gözüne kestirip saniyeler içinde tüm adamları etkisiz hale getirmişlerdi. Onların gelişiyle Bige yanımıza gelip ben ve Elay’ın yanında durarak Karun’u izledi. Aralarındaki soruna rağmen Karun’un onu korumasını beklemediğini görebiliyordum. Gurur ve diğerleri bize saldıran adamlarla işlerini bitirince hepsi de kendi için özel olan kadının yanında soluğu almıştı.

Gurur’un da benim yanıma gelmesi içimi ısıtmıştı. İyi olup olmadığımı anlamak ister gibi baştan ayağa beni süzüp duruyordu. Duha soluğu Elay’ın yanında almıştı çünkü Elay onun sevgilisiydi. Karun’un göz hapsine aldığı tek kişi Bige’ydi ve Gurur’da benim yanıma gelmişti. Bunun benim için anlamı büyüktü. Yeşil gözlerindeki endişenin tek sebebi olduğumu bilmek kalbimi hızlandırıyordu.

İlk konuşan Karun oldu. Mavi gözleri mesafeliydi fakat gizleyemediği bir endişeyle Bige’yi süzerken, “Sen iyi misin?” diye sordu.

Onu başıyla onaylayan Bige, “Hallediyordum,” dediğinde Karun’a duyduğu özlemi gizleyemiyordu. Ancak Karun onun iyi olduğunu anlayınca eski soğukluğuna geri dönüp ondan uzaklaşmıştı.

Duha hesap sorar gibi Elay’a bakarken, “Burada neler oldu?” diye sordu. “Sen iyi misin?”

Elay kaşlarını çatarak elindeki çerçeveyi Duha’ya fırlattı ama çerçeve Duha’ya ulaşmadan Gurur’un ayaklarının önüne düşmüştü. Elay kızgın gözlerle sevgilisine bakarken, “Beni fuhuş yapılan bir yere getirmişsin!” diye bağırdı.

“Sana tabloların yakınında durma demiştim.” Duha’nın savunması inanılmazdı. “Ayrıca görüyorum ki bir şeyin de yok.”

“Psikolojimin çok şeyi var ama!”

“Elay, insanların içinde şu sesini alçalt güzelim.” Uzlaşmacı bir sesle konuşarak ona yalnız olmadıklarını hatırlattı. “Eve gidince kaldığın yerden kafamı ütülersin.”

Elimdeki şamdanı daha yeni fark eden Gurur’un yüzünde çok tuhaf bir ifade vardı. Herkes hayatındaki kadına iyi misin diye sorarken Gurur’un bana sorduğu soru insanı delirtirdi. Benim iyi olmamdan daha çok ilgilendiği bir şey vardı. Şamdanı işaret edip, “Birinin üzerinde kullandın mı bari onu?” diye sordu. Evet, asıl merak ettiği buydu.

Sıkıca tuttuğum şamdana bakarken her an ağlayabilirdim çünkü bununla birini yere sermiştim. Korkudan tir tir titrerken kısık bir sesle benden cevap bekleyen Gurur’a, “Şey... Evet,” dedim. Ona yerdeki adamı gösterdiğimde Gurur’un dudağının köşesi kıvrıldı. “Aferin.” Bu arıza herif beni hep kötüye teşvik ediyordu.

Hepimizin bakışları baygın kadını pataklayan Melek’i buldu. Kadını öldürmeden bırakmayacak gibiydi. Onu kadından uzaklaştırmaya çalışan herkese tısladığı için kimse Melek’e yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Karun burnundan soluyarak, “Melek,” dedi bezgince. “Kalk dayıcığım oradan.” Bence kadını tabuta koymadan onun üzerinden kalkmayı düşünmüyordu.

“Kalkmıyorum!” diye bağırıp baygın kadının yüzüne bir tokat daha attı. “Çok kızdırdı beni.”

Gurur onun yanına gidip buradaki kalabalığı gösterdi. “Herkes bize bakayi.”

“Kalkmayim amca!” Bağırarak kadının yakasına yapıştı. “Ölsun o vakit kalkacağum!”

“Şunun dediğune bak hele amcasinin kopyasi.” Gurur gülerek onun üzerine eğilip Melek’i yakaladı ve bir çuval gibi onu omuzuna attı. Sanırım bu adamın normali buydu, sırtına atmak. Melek onun omuzundan çırpınınca, “Rahat duraysun!” diye ona kızdı. “Kafan attikça insanlarun üzerine zıplamak da nedur!”

“Sen yapaysun ama!”

“Benum yaptiklarum şahsima münhasirdur.” Gurur’un gülüşü kalbimi eritiyordu. “Ve ben kimsenun üzerine atlamayim.” Keşke hep böyle konuşsa.

“Amca indiresun beni bir şey yapmayacağum!”

“Ula daha ne yapacaksun kari yerde yatayi!”

“Sirtundan salinayim mi amca!”

“Bağa bak kıs o sesuni, kiracağum yoksa kafani!”

Melek baş aşağı sarkarken, “Amca başım döneyi,” diye sızlandı. “Ha bu uşağuna hiç mi acimaysun? Amca bak karnim da ağriyi.” Gurur dayanamayıp onu indirdiğinde ben çoktan yanlarından ayrılmıştım. Mekân sahibi gelip defalarca özür dilediği için orada daha fazla durmamın gereği yoktu. Tüm o kargaşanın içinden çıkıp temiz bir hava almak istiyordum. Gurur, Melek ile uğraştığı için gittiğimi bile fark etmemişti. Umarım şamdanla kafasına vurduğum o adam ölmemiştir ve sadece bayılmıştır.

Dışarı çıkıp Gurur’un koruması Ali’ye doğru yürüdüm. “Gurur gelene kadar senin arabanda bekleyebilir miyim?” Ali hemen bana arabanın kapısını açınca içeri girip rahat bir nefes aldım. Bu gece olan her şey benim için çok fazlaydı. Ben arabanın içinde beklerken Ali’de Gurur’u arayıp ona burada olduğumu söylemişti.

***

Eve geldiğimizde ikimizde çok yorgunduk. Yol boyunca Gurur’un sorularını yanıtlayıp durmuştum. Kavganın nasıl çıktığını, birilerinin bana askıntılık yapıp yapmadığını falan sormuştu. Beni öyle bir yere götüren kendisi değilmiş gibi bir de tabloların olduğu yere girdim diye bana kızmıştı. Birbirimize tripli bir şekilde gecenin geç saatinde eve gelmiştik.

Gurur üzerini değiştirip kanepeye uzanmıştı bende gecenin terini üzerimden atmak için duşa girmiştim. Yıkandıktan sonra vücuduma bir havlu sararak banyodan çıktım. Saçlarımdaki suyu alsın diye kafama bir havlu dolarken Gurur’u gördüm. Uzandığı yerde telefonuyla meşguldü ama ben banyodan çıkınca bakışları bana kaymıştı. Başını telefondan kaldırıp bir havlunun sardığı ıslak vücuduma baktığında ne düşündüğünü anlamayacağım kadar bakışları düzdü.

Yeşilleri ifadesizdi ancak gözlerini üzerimden de çekmiyordu. Kulağımın altında kayan su damlacıklarının boynuma süzüldüğünü görünce gözlerinin ardından nefesimi kesen yakıcı bir duygu belirmişti. Karşısında kısa bir havluyla duruyordum ve havlu en fazla kalçamın altına kadar geliyordu. Ne göğüslerimin kıvrımı ne de çıplak bacaklarım onda bir kıpırtı yaratamamıştı. Ancak boynuma süzülen su damlaları hissiz gözlerine karanlık bir tutku getirmişti.

Uzandığı yerden doğrulup ayağa kalkınca gerildim. Koyulaşan gözlerini bir saniye olsun boynumdan ayırmıyordu. Neredeyse gülecektim. Delice bir istekle yine boynumu öpmek istiyordu, değil mi? Bakalım bu sefer bunu yapmak için nasıl bir bahane bulacaktı. Doğrudan gelip öpmeyeceğini biliyordum, bunun için önce kendine bir zemin oluşturmalıydı.

Yeşil gözleri yoğun bir şekilde boynumda gezinirken, “Farah,” diye mırıldandı boğuk bir sesle. “Sen bana küs müsün?”

“Hayır, değilim.” Sakince konuşup her adımına karşılık arkaya doğru bir adım atmaya başladım. “Neden sana küs olayım ki?”

Arkaya doğru attığım adımlara bakıp aramızdaki mesafeyi ölçtü. “Yol boyunca soğuk yapıp durdun.” Bana doğru bir adım daha attı. “Seni öyle bir yere götürdüm diye belli ki bana gücendin.”

“Ben gücenmeyi bilmem, kin tutmam ve kalbimi nefretle kirletmem.” Ona gülümseyerek arkaya doğru gitmeye devam ettim. “Neden gidip yerine yatmıyorsun?”

Boynumdaki bakışlarını güçlükle yüzüme çıkardı ama gözleri sık sık boynuma kayıyordu. “Bence sen bana küsmüşsün,” derken yakışıklı suratında hınzır bir ifade vardı. “Öpeyim de barışalım mı?” Adi herif kendine nasıl da fırsat yaratmıştı.

“Sana küsmediğim için öpmene de gerek yok.”

“Küsmüşsün diyorsam küsmüşsün, bırak öpeyim.”

“Benden iyi mi bileceksin küsmedim.”

Kısık bir sesle küfredip, “Alt tarafı bir öpücük ne uzattın,” deyince gülmemeye çalışarak omuzlarımı dikleştirdim. “Alt tarafı bir öpücükse o zaman öpmezsen bir şey kaybetmezsin.”

Aramızdaki mesafeyi kapatmak için adımlarını hızlandırdı. “Ben düşünceli bir kocayım,” diye kendini övmeye başlamasını şaşkınlıkla izliyordum. “Karım bana küsken uyuyamam bu yüzden öpmeliyim.” Bıyık altında gülerken, “Öpmek istediğimden değil, sadece barışalım diye bu gerekli,” demesine kahkaha atabilirdim. Yalancı.

Tam bana yetişmişti ki hemen yatağın üzerine çıkıp diğer tarafa atladım. Arkamda homurtuyla karışık kızgın sesini duydum. “Keçi gibi oradan oraya atlarken o havlu bir düşsün, bakalım o zaman kim kurtaracak seni benden!” Bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar çocuk olduğumu düşündüğü için lafını hiç esirgemiyordu.

Yatağın diğer tarafına geçip ona üzerimdeki havluyu gösterdim. “Havlu düşünce ne olacak ki?” Bir kez daha aptalı oynayarak göğüslerimin arasındaki havlunun düğümüne uzandım. “İstersen çıkartabilirim.” Masum sayılacak bir yüzle ona başımı salladım. “Yonca yenge bir seferinde evli çiftlerin birbirlerini hep çıplak gördüğünü söylemişti.” Ona soğuk terler döktürürken gözlerimi çocuksu bir edayla kırpıştırdım. “Beni çıplak görmek ister misin?” Artık nefes almıyordu.

Gurur’un gözleri havlunun düğümünü tutan elimde oyalanırken şakaklarında oluşan bir ter damlası kulağına doğru süzüldü. Bunu istediğini görebiliyordum. Beni arzulamak için bana karşı bir şeyler hissetmesine gerek yoktu çünkü her şeyden önce o bir erkekti. Leyla öldüğünden beri, yani son üç yıldır bir kadınla sevişmediğini tahmin etmek zor değildi. Sekse olan açlığı doruklarda olmalıydı. Beni istese bile onunla olmazdım ama bu onu kışkırtmayacağım anlamına gelmiyordu.

Havluyu çıkartmak gibi bir niyetim yoktu ama blöf yaparak, “Çıkartayım mı?” diye sordum safça. Evet, derse büyük bozguna uğrardım. Havluyu çıkartacakmış gibi yapıp elimi oynattığımda, “Hayır!” dedi hızlıca. Kendine gelmek için başını iki yana sallayarak silkelendi. “O şeyi çıkarma.”

“Peki.”

“Şimdi konumuza dönelim.” Gözlerindeki o yoğun tutkuyla boynumu gösterdi. “Öpmeme izin var mı?”

“Yok.”

“Sana soranda kabahat.” Bir anda yatağın üzerine çıkıp bana doğru atılınca hemen kapıya doğru koştum. Daha ben kapıya yetişmeden kolumdan yakaladığı gibi beni kendisine çevirdi ve eğilip beni omzuna attı. Bir kez daha kendimi onun sırtından baş aşağıya sarkarken bulunca şoke olmuştum. “Diğer herkesin yaptığı gibi sende beni kucağında taşısana!”

Gülüşünü duydum. “Sende öptürseydin.”

“Küslük bahane kendin için öpmek istiyorsun!”

“İstersen senin için de öperim,” deyince sinirlerimi bozduğu için dudaklarımdan çıkan kıkırtıya engel olamadım. Bazı konularda çocuk gibi inatçıydı.

Sırtından sarktığım için kafamdaki havlu düşmüştü. Beni yatağa attığında saçlarım yastığa dağılmıştı ve vücudumu gizleyen havlu biraz daha yukarı toplanmıştı. Yataktan çıkmadım veya kaçmaya çalışmadım. Gurur yatağın yanında durup beni seyrederken izlemesine izin verdim. Bu sefer gözlerinin tek odağı boynum değildi çünkü bakışları vücudumun her yerinde yoğun bir şekilde geziniyordu.

Belki de ilk kez bana bir erkek gözüyle bakıyordu. Çoğunlukla beni çocuk yerine koyduğu için daha önceki bakışları fazla masumdu. Onca zamandan sonra Gurur’un beni bir kadın olarak gördüğü tek an bu olabilirdi. Bu yüzden yataktan çıkmayıp beni izlemesine göz yumdum. Yastığıma dağılan nemli siyah saçlarımın her tutamına bakıyordu. Makyajsız yüzüme, ince boynuma ve havlunun yeteri kadar gizleyemediği göğüslerimin kıvrımına yutkunarak bakıyordu.

Tutku dolu bakışları vücudumun neresine değse orada bir yangın başlatıyordu. Yeşil gözleri koyulaşırken bakışları dolgun göğüslerimden karnıma ve oradan da çıplak bacaklarıma kaydı. Kaskatı kesilmişti. Karısıydım fakat bana dokunamazdı çünkü bu her şeyi altüst ederdi. Oynadığı intikam oyununda benimle sevişmek yoktu. Bu onun planlarının arasında olmadığı için bunu yapamazdı.

Derin bir nefes alarak yatağın kenarına oturup boynumu gösterdi. “Hâlâ öpmeme izin yok mu?”

İnadına, “Hayır,” dedim.

O da benimle inatlaşarak, “Öpmezsem bu gece sana masal okumam,” diye benimle restleşti. “Sabaha kadar o sarkaçla kendini uyutmaya çalışırsın.”

Homurdanarak başımı omzuma doğru eğip boynumu onun için açığa çıkardığımda dudağının köşesi kıvrılmıştı. “Şöyle yola gel.”

Beni nereden vuracağını iyi biliyordu. Masal okuduğunda daha hızlı uyuduğum için beni en hassas noktamdan vurmuştu. Üzerime eğildiğinde henüz beni öpmeden kalbim hızlanmaya başlamıştı. Gurur yatağın kenarında otururken ellerini belimin iki yanına bastırarak üzerime eğilmişti. Yüzlerimiz birbirine bu kadar yakınken sadece bir an boynum yerine beni dudaklarımdan öpmesini istedim.

Boynumdaki öpücüklerinin nasıl hissettirdiğini biliyordum ama dudaklarım için aynı şeyleri söyleyemezdim. Daha önce kimseyi öpmediğim için bunun nasıl bir his olduğunu merak ediyordum. Gurur’dan beni dudaklarımdan öpmesini istemeyecek kadar utangaçtım. İlk öpücüğümün kiminle olacağını henüz bende bilmiyordum.

Birbirimize bu kadar yakınken ılık nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Üzerime eğilirken amacı boynumdan öpmekti ama hafif aralıklı dudaklarım gözlerine ilişince omuzları gerildi. Bu yakınlıkta davetkar dudaklarım aklını bulandırıyormuş gibi şimdi baktığı tek yer dudaklarımdı. Yüzlerimiz birbirine yakınken vücudunun kaskatı olduğunu hissedebiliyordum. Beni öpse ne yapardım, hiç bilmiyorum ama onu durdurmaya çalışmazdım.

Kendini zorlayarak bakışlarını dudaklarımdan çekince büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Başını eğerek boynuma uzandı ve yüzünü boynuma gömdüğünde kalbim patlayacak sandım. Tüm göğüs kafesimi kan revan içinde bırakacak bir patlamaya kendimi hazırlarken burnunu boynuma sürttü. Kemiklerime kadar titremiştim. Hep olduğu gibi öpmeden önce yine ciğerlerini kokumla doldurması tek önceliğiydi.

Kokuma meftunmuş gibi saçlarımın ve tenimin kokusunu uzun uzun içine çekti. Buna ihtiyacı varmış hatta bunun bağımlısı olmuş gibi davranıyordu. Ellerini iki yanımdan yatağa bastırdığı için üzerime eğilse de göğüs kafesi benim göğsüme değmiyordu. Bana olan tek teması boynumdaki yüzüydü. İçimi gıdıklayacak bir şekilde burnunu boynuma sürtüp kokumu içine çektikçe nefes alışlarım hızlanıyordu.

Dudaklarını şah damarımın tam üstüne bastırınca vücudumdaki kıvranışlara direnmeye çalıştım. Beni öpmeye hep nabzımın üstünden başlıyordu. Boynuma kondurduğu küçük bir öpücük beni nasıl böyle etkileyebilirdi, aklım almıyordu. Bu sefer öpüp geri çekilmedi çünkü kendini kaybetmiş gibi dudakları boynumda gezindi. Sanki kendini durduramıyordu veya bunu yapmaktan kendini alıkoyamıyordu. Boynum onun zayıflığıydı ve şimdi o, kendi zayıflığının içinde kaybolmuştu.

Gurur boynuma kaç öpücük kondurdu, sayamadım ama her bir öpücükle dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırıp ses çıkarmamaya çalıştım. Dudakları boynumda gezinirken iniltili sesler çıkartamazdım yoksa beni tahrik ettiğini anlardı. Kontrolünü kaybetmiş gibi boynuma dişlerini geçirince ağzımdan çıkan iniltiyi durduramadım. Boynumu ısırınca vücudum titremiş, bacaklarımın arası zonklamaya başlamıştı.

Artık üzerimde nasıl bir cinsel açlık varsa vücudum onun dudakları karşısında çok zayıftı. Bacaklarımın arasındaki sızıya bakılırsa hiç uğraşmadan bana bir orgazm yaşatabilirdi. Bunun olmaması için direndim çünkü bu beni utandırırdı. Dişlerini geçirdiği yere dudaklarını bastırıp öptü. Önce izini bırakmıştı hemen sora da o izi öpmüştü. Boynumda bıraktığı o iz sanki onun mührüydü. Sadece ona ait olduğumu gösteren bir mühür.

Gurur başını geriye çekip yüzüme bakınca bende yarattığı sarsıcı etkiyi daha iyi gördü. Çok hızlı nefes aldığım için göğüs kafesim balon gibi şişip iniyordu. Yaşadığım heyecandan dolayı derimin altı kor gibi yanarken yüzümün kızardığına emindim. Gurur gözlerini hafifçe kısarak neyim olduğunu anlamaya çalıştı. “İyi misin?”

Güçlükle çıkan kısık bir sesle, “Bilmiyorum,” dedim.

Bakışları ciddileşti. “Canını mı yaktım?”

“Bilmiyorum çok garip hissediyorum.”

“Ne tür bir gariplik?”

Yanaklarım kıpkırmızı olurken, “Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum,” diye mırıldanıp dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırdım.

Sorunun ne olduğunu bilmek istediği için kendini geriye çekerek bana nefes alacak alan sundu. “Anlatamıyorsan tarif etmeyi dene.”

“Sen beni bir daha öpme,” diye homurdandım. “Sen beni öpünce bana bir şeyler oluyor.”

Kaşlarını yukarı kaldırdı. “Öpünce tam olarak ne oluyor?”

Ellerimi yatağa bastırarak oturdum. “Nefesim kesiliyor.” Başımı sallayarak kendime gelmeye çalıştım. “Boğazım düğümlenmiş gibi hiç nefes alamıyorum.” Elini tutup omzuma bastırdım. “Bak nasıl da sıcağım çünkü sen öpünce kalorifer gibi ısınıyorum,” diye sızlandığımda gülüşünü bastıramayıp kahkaha attı. “Kalorifere kadar gayet iyi gidiyordun.”

“Gülmesen olmaz mı?”

Uzanıp burnumun ucuna canımı yakmayacak hafiflikte küçük bir fiske vurdu. “İnsanın senin gibi sevimli bir karısı varken gülmemek elde değil.” Ayağa kalkıp bana sırtını dönerek gardıroba yürüdü. “Saydığın tüm o şeyler her sağlıklı vücudun gösterdiği reaksiyonlar.” Dolabın bana ait olan kısmını açıp pijamalarımı karıştırdı. “Benim yerime kim seni öpse aynı belirtileri göstereceğine eminim,” demişti ki, bunun ihtimaliyle sırt kasları gerilmişti. “Karımı öpmeye kalkışanın zürriyetini sikerim!”

Durduk yere kendi kendini sinirlendiren tek insandı.

Giymem için dolaptan benim için gri bir eşofman altı ve beyaz bir tişört çıkardı. Tişörtün kapalı yakasını görünce gözleri kısa bir an öptüğü boynuma kaymıştı. O tişörtü giyersem boynumu göremeyeceğini anlayınca tişörtü dolabın içine fırlatıp yeni bir tane çıkardı. Bu sefer çıkardığı tişört değil ince askılı bir atletti. Boynuma ve gerdanıma daha kolay ulaşacağı bir atlet seçen adama inanamayan gözlerle bakıyordum. Boyunlu bir şey giysem acaba tepkisi ne olurdu?

Dolaptan çıkardığı şeyleri bana verip giyinme odasını gösterdi. “Giyinip gel hadi.”

Gece için giyeceğim şeyleri ondan aldıktan sonra dolaptan giyeceğim iç çamaşırını çıkardım. Uyurken sütyen takmadığım için sütyenlere elimi sürmedim. Giyinme odasından hızlıca giyindikten sonra tekrar odaya döndüm. Tarağı alıp saçımı tararken Gurur kitaplığın önünde duran koliyi açıyordu. Orada bir koli olduğunu daha yeni görüyordum. “O nedir?”

Koliyi açınca içinde birçok masal kitabı olduğunu gördüm. İçlerinden birini seçerken beni kısaca yanıtladı. “Telefonda masal okumak gözlerimi yoruyor.” Ayağa kalkarak bana yerdeki koliyi gösterdi. “Yarın bunları kütüphaneye dizersin.”

Şaşkınlıkla birbirinden farklı masal kitaplarına bakıyordum. “Kim aldı bunları?”

Elindeki masal kitabıyla yatağa doğru yürürken, “Ben,” dedi kısaca. “Boş bir vaktimde hepsini senin için seçtim. Biz sergideyken çocuklar odana bırakmış olmalı.” Dudaklarımdaki tebessüme engel olmadım. Bu masal kitaplarını adamlarına da seçtirip aldırabilirdi ama o bunları bizzat kendisi almıştı.

Saçlarımı taradıktan sonra ayağımdaki peluş terlikleri çıkartıp yatağa girdim. Gurur yorganı göğüslerimin üstüne kadar çektikten sonra yatağın kenarına oturdu. “Bu geceki hangi masal?” diye sorduğumda masal kitabının kapağına baktı. “Rapunzel.” Başını çevirip yeşil gözlerini bana kenetledi. “Sever misin?”

“Çirkin ördek dışında tüm masalları severim,” dediğimde bu onu güldürdü. “Okuyalım o zaman.” Derin bir nefes alarak kitabı açıp bakışlarını ilk sayfaya indirdi. “Bir varmış, bir yokmuş. Uzak ülkelerin birinde mutlu bir aile varmış. Hiç çocukları yokmuş ve bir kız çocukları olmasının ümidiyle yaşar, her gün bunun için dua ederlermiş.” Okumayı bırakınca daha masalın başında yine takılacak bir şeyler bulduğunu anladım.

Bana elinde tuttuğu kitabı gösterip, “Ne bu cinsiyetçilik?” diye sordu. “Bu siktiğim ailenin hiç çocuğu olmuyorsa neden kız çocukta bu kadar ısrarcılar? Aynı durumda olsam çocuğum olsun da kız-erkek fark etmez derdim.”

“Çocuk mu istiyorsun?”

“Senden değil.”

Kaşlarımı yukarı kaldırıp dik dik ona bakmaya başladım. “Kimden çocuğun olsun istiyorsun?”

Alay eden bakışlarını bana çıkardığında gözlerinde apaçık bir kınama vardı. “Bebekleri leyleklerin getirmediğini bilen bir kadından olabilir mesela.” Ona kendimi her konuda bilgisiz biri gibi göstermeseydim şimdi bu söylediklerine iyi bir cevabım olurdu.

“Peki.” Hiç bozuntuya vermeden sakince ona başımı salladım. “Çocuğunun annesi için kendine başka bir kadın seçebilirsin. Bu konuda kimse sana karışamaz.” Aklıma güzel bir şey gelmiş gibi heyecanlanarak ona gülümsedim. “Sana sunduğum özgürlüğü o zaman sende bana sunmalısın.”

Dudaklarımdaki gülümsemenin altında nasıl bir şey çıkacağını merak ederek gözlerini kıstı. “Nasıl bir özgürlükten bahsediyorsun?”

“Bende başka bir adamın bebeğinin annesi olacağım.”

Gözlerinde yıldırımlar çaktı. “Çocuğunu doğuracağın o orospu evladı kim?” Ağzı gerçekten çok bozuktu.

“Doğurmak mı?” Anlamayan gözlerle ona bakmaya başladım. “Nasrettin Hocanın kazanı mıyım ben? Niye bir şeyleri doğuruyorum?” Aptal rolü oynamayı sürdürerek pencereyi gösterdim. “Onunla bebeğimizi leylekler bize getirir.”

“O dediğin kim ulan!”

“Henüz bende bilmiyorum.” Hayallere kapılmış gibi iç çektim. “Sen çocuğun için bir anne seçince bende dışarı çıkıp birini bulacağım ve ona çocuk yapalım mı diyeceğim.”

Kan beynine sıçramış gibi Gurur kızgın gözlerle bana bakıyordu. Mümkün olsa bir tane ağzıma geçirebilirdi. “Allah’ın safı sandığın gibi çocukları leylekler getirmiyor.” Beni başka bir adamla yatakta hayal etmiş olmalı ki çenesindeki kaslar seğirmişti. “Sana ne yapacağını bilmiyorsan elin siktiğim heriflerine çocuk yapalım mı diyemezsin!”

Sert çıkışına rağmen heyecanımdan bir şey kaybetmeden yatakta bağdaş kurarak oturdum. “Leylekler getirmiyorsa nereden geliyor bu bebekler?”

Bunu o kadar masum bir yüz ifadesiyle sordum ki, aptallığım konusunda zerre kadar şüphe etmediğine emindim. “Annem ben çocukken bana bebekleri leyleklerin getirdiğini söylemişti.”

“Sende o lafı alıp beynine kodladın öyle mi?” Sinirden yüzünü ovuştururken kısık bir sesle küfretti. “Hiçbir konuda bilgisi olmayan, kabir azabı gibi bir kadınla evliyim!”

Ona kocaman gülümsedim. “Kabir azabını biliyorum.”

“Bilirsin tabii ne de olsa uzmanlık alanın.”

“Yok ben kitapta okumuştum onu.” Ürkmüş gibi irkildim. “Kabir azabıyla ilgili çok korkunç şeyler yazıyordu. Ben cehenneme gitmek istemiyorum.”

Sinirlerini harap etmiş olmalıyım ki kendini tutamayıp güldü. “Bu konuda rahat ol, melekleri cehenneme almıyorlar.” Kalbimin tüm odacıklarına iç ısıtan bir duygu yayılmıştı.

Aptalı oynamaya devam ederek başımı omzuma doğru eğdim. “Beni meleğe mi benzetiyorsun?”

Gurur gözlerimin içine dalıp giderken dudaklarında nadiren ortaya çıkan gerçek bir gülümseme vardı. Bu konuda hiç şüphesi yokmuş gibi başını ağır ağır salladı. “Benim gibi bir şeytanın meleği olamayacak kadar temizsin.”

Omuzlarımdan bastırarak tekrar sırtımı yatakla birleştirdi. Üzerimi örterken sıkıntılı bir şekilde iç çekmişti. “Ben mi bilmeden birini sevindirdim yoksa sen mi affedilmez bir günah işledin, bilmiyorum ama benim gibi bir adamla lanetlendin.” Taş kesilmiştim. Gurur’un dudaklarından bu cümleler dökülene kadar içten içe kendini benim için yetersiz gördüğünü hiç anlamamıştım.

Uzanıp damarlı iri elini iki elimin arasına alıp ona tebessüm ettim. “Sen benim cezam değil ödülümsün,” dediğimde ince parmaklarımın sardığı eli başta olmak üzere tüm vücudu kasılmıştı. Her söylediğimle onu şaşkına çeviriyordum.

Onu mutlu etmeyi ve iyi hissettirmeyi sevdiğim için tüm samimiyetimle gözlerinin içine baktım. “Birbirimize ödül veya ceza olmak bizim elimizde.” İçim buruk bir şekilde konuşmak için dudaklarımı araladım. “Sen bana yara olmadığın sürece ben sana şifa olurum.” Soluğu kesilmiş gibi yutkunamadı.

İntikamı konusunda aklında nasıl bir şey var, bilmiyorum ama gözlerindeki bu ifade intikamdan sonrasını düşünür gibiydi. “Ya sana yara olursam?” diye sordu tatsız bir sesle.

“O zaman beni kaybedersin.”

“Hangi anlamda?”

“Gerçek anlamda.”

Elini tutmayı bıraktığımda bakışları az önce tuttuğum eline kaydı. Onunla kıyaslanınca daha küçük olan ellerimin bıraktığı hissi arar gibi eline bakmıştı. “Kalbime nefreti getirirsen bir daha beni kendi hayatında bulamazsın.”

Gözlerimin ardı sızlarken ona karşı dürüst olmaya çalıştım. “Gurur ben yirmi beş yıllık hayatımda kimseden nefret etmedim.” Bu yalan değildi. “Çok istedim ama canımı yakanlardan bile nefret edemedim çünkü kalbim nefret gibi büyük ve çirkin bir duyguyu tanımıyor.”

Sakince konuşup ona kendimi gösterdim. “Beni nefretle tanıştıran sen olursan iki cihan bir araya gelir ama sen ve ben bir daha bir araya gelemeyiz.” Ailemle ilgili her ne planlıyorsa bu sözlerimi aklında tutsa iyi ederdi.

Hiçbir şey söylemedi veya söyleyemedi. İnsanı düşünmeye zorlayan sözlerim karşısında dalıp gitmişti. “Ben senin öfke yönetimini yapabilirim, krizlerini en aza indirebilirim hatta…” Derin bir nefes alıp ona tebessüm ettim. “Sadece karın değil, arkadaşın bile olabilirim. Tüm bunların karşılığında senden istediğim tek şey beni ve ailemi incitmemen. Başına gelenlerin suçlusu ailem değil.”

Leyla’yı öldüren babam değildi ama ortada ona sunacağımız bir kanıt olmadığı için Gurur gerçekleri görmek istemiyordu. Tüm deliller babamı gösterdiği için yana döne ondan intikam almaya çalışıyordu. Benimle evlenmesi yüreğini soğutur diye ummuştum ama onun için bu da yeterli değildi. İnsanlara gösterdiğim gibi aptal bir kadın değildim. Bir şeyler planladığının farkındaydım.

Gurur ile aynı odanın içinde yaşıyorduk ve telefonu çaldığında bazen terasa çıkıp orada konuşuyordu. Telefon görüşmesini duymamı istemediğine göre Tozluları ilgilendiren bir şeyler olmalıydı. Gurur amacına ulaşmadan ne planladığını öğrenmeliydim. Öğrenmeli ve ona engel olmanın yollarını aramalıydım. Korktuğum gibi babamı yıkarsa başına nasıl bir bela alacağının farkında bile değildi çünkü Ümit Tozlu’nun kayda geçen sıradaki varisi bendim.

Ve henüz kimse benden nasıl bir lider olacağını bilmiyordu hatta ben bile.


Yorumlar