Roman
  • 01/12/2025

11-ŞAH YIKILMADIKÇA KİMSE KAZANAMAZ

Malikanemizin arka bahçesinde iki salıncak vardı. Biz çocukken babam bu salıncakları Aksa ile ikimize yapmıştı. Gecenin on ikisinde uyku tutmayınca şalımı alıp bahçeye çıkmıştım. Çocukluğumun en güzel hatırası olan bu salıncağa oturup hafif ritimlerle sallanıyordum. Yılın ilk ayında olduğumuz için hava buz gibiydi. Ocakta dışarıda olmak akıl karı değildi ama Gurur olmayınca odamda da duramamıştım. Saat çok geç olmasına rağmen o hâlâ eve dönmemişti.

Gurur’u tanıdığımdan beri hayatımdaki mutlulukların kısa süreli olması beni artık üzüyordu. Sergiden döndüğümüz gece, yani dün gece her şey yolundaydı. Her zamanki gibi birbirimizle biraz uğraşmış ve gecenin sonunda masal okuyarak beni uyutmuştu. Ancak sabah kalktığımda onu odamda bulamamıştım. Evdekilere sormuştum ama kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu ve merakta etmiyorlardı. Gurur bu evde istenmeyen damat olduğu için ona ne olduğuyla kimse ilgilenmiyordu.

Ayaklarım boşlukta sallanırken başımı kaldırıp gökyüzündeki yıldızlara iç çekerek baktım. İnsan en çok özlediği biri olunca yıldızlara bakarmış çünkü onu hep uzaklarda ararmış. Benim de vardı çok özlediğim ve yolunu gözlediğim biri.

Telefonum dizlerimin üzerinde duruyordu ve taktığım kablolu kulaklığımda yine o şarkı çalıyordu. Kaybolan yıllar… Eski bir dizinin jenerik müziğiydi ama çok sevdiğim bir şarkıydı. Bolahenk’in kaybolan yıllar şarkısında beni hüzünlendiren bir şeyler vardı.

Yıldızları izlerken şarkı sözlerini ağlamaklı bir sesle mırıldanmaya başladım. “İçerimde yangın yakılır of.

Küllerine cezve sokulur.

İçerimde yangın yakılır of.

Küllerine cezve sokulur.”

Gözlerimden bir damla yaşın süzülmesine engel olamamıştım. “Son bakışın aklıma takılır.

Aklıma takılır, aklıma takılır.” Hâlâ bir yerlerde yaşadığını ve nefes aldığını bilmeye ihtiyacım vardı.

“Ah, gece gündüz susar dudakların.

Çözmüş gemiyi, yakmış konakları.

Kimseler duymaz gizlice ağlar.

Sessiz sedasız kaybolan yıllar.” On altı yıl, onu bulamadan geçen koskoca on altı yılı ardımda bırakmıştım. Bu şarkı sözleri sanki bizi anlatıyordu çünkü sessiz sedasız kaybolmuştu birlikte geçireceğimiz tüm o yıllar.

***

Geçmiş

Rutubet ve küf kokan hücrenin içinde hareketsiz dururken gözlerimi tam karşımdaki köpekten ayırmıyordum. O korkunç görünümlü adam bu köpeği hücremin içine bağlamıştı. Simsiyah bir görünümü olan bu köpekten korkmadığımı söyleyemezdim. Dokuz yaşında olabilirdim ama pitbull cinsi köpekler hakkında bir şeyler duymuştum. Bu hayvanların çene kasları çok kuvvetliydi. Isırma kuvveti güçlü oldukları için pitbulların çenesi 1-2 ton basardı. Birçok ülkede yasaklanan bu tehlikeli hayvanlardan biriyle hücremi paylaşıyordum.

Bağlı olduğu zinciri hiç zorlamıyordu veya kendini kurtarmak için saldırgan hareketlerde bulunmuyordu. Bu tıknaz, kaslı, bodur ve güçlü hayvan hücrenin diğer köşesinde hiç kıpırdamadan beni izliyordu. Onu buraya bağladıktan sonra beni kaçıran adamların hepsi gitmişti. Bu köpeği buraya getirmekteki amaçlarının ne olduğunu merak ediyordum.

Korkunç yaratık tam karşımdaki duvarın önünde durup bana baktığı için, “Ne?” dedim sinirlenerek. “Öyle aval aval ne bakıyorsun?” Bana bakıp durması sinirlerimi bozuyordu.

Oturduğum yerden ayağa kalkana kadar köpek hiç kıpırdamamıştı veya herhangi bir tepki vermemişti. Ayağa kalktığımda tüm dişlerini göstererek bana hırlamaya başladı. “Sen benim bekçi köpeğim değilsin!” Hırlayarak beni zorla yere oturtamazdı. Bir köpeğe itaat edecek değildim.

Demir parmaklıklara doğru yürüdüğümde köpek zincirlerine asılıp havlamaya başladı. “Kapat çeneni!” Ona bağırarak adımlarımı hızlandırdım. “Aptal bir köpekten emir almayacağım!”

Bu köpek rahatsız edici sesini hiç kesmeyip sürekli havladı ama umurumda olmadı. Ürkütücü hırıltılar çıkartıp delirmiş gibi bağlı olduğu zinciri çekiştiriyordu. O zincirden kurtulduğu an beni paramparça edeceğine emindim. Sahibi ona beni yerde tutmasını söylediği için ayağa kalktığımda çıldırmıştı. Köpeğin çıkardığı gürültüleri duymazdan gelip hücrenin demir parmaklıklarına asıldım. “Çıkartın beni buradan!”

Zincirinden bağlı olduğu için o köpekten korkmuyordum. Üst üste, “Çıkartın beni!” diye bağırırken başıma geleceklerden haberim yoktu.

Ben bağırıp yerime geçmedikçe bu hayvan daha çok havlayıp bana hırladı. Çıkardığımız sesler yüzünden nihayet açılan kapının sesini duydum. Parmaklıkların arasından kafamı uzatıp gelenleri kontrol edemediğim için beklemeye başladım. Hücremdeki canavar hâlâ durmaksızın havlıyordu çünkü ona itaat edip yerime geçmemiştim. “Çirkin hayvan!” En az sahibi kadar çirkindi.

Derisi yanan o korkunç adam tekrar gelince arkaya doğru bir adım attım. Bu adama bakmak bile ödümü kopartıyordu çünkü gerçek anlamda ürkütücü bir görüntüsü vardı. Yüzü ve kafasındaki deri tamamen yandığı için cehennemden fırlayan zebanileri andırıyordu. Parmaklıkların diğer tarafında durduğunda arkasında birkaç adamı vardı ve yanında o küçük çocuk duruyordu. Çocuğun kahve gözleri hayatımın hatasını yapmışım gibi acıyarak bana bakıyordu.

Korkunç adamın gelişiyle köpek havlamayı bırakmıştı. Bakınca bile korkudan insanın aklını başından alan adam gözlerini gözlerime dikti. “Burada gürültücü çocuklara ne yaptığımızı bilmek ister misin?” Bunu söylediği an yanındaki çocuk irkilerek başını eğmişti. Sanki bu sözler bana değil de ona söylenmiş gibi korkmuştu.

On üç yaşındaki o çocuğun aksine canavar tipli adama korkusuzca bakıyordum. “Sen aptal mısın? Senin kime ne yaptığını neden bilmek isteyeyim?” Ona sesimi yükselterek parmaklıklara tekme attım. “Çıkar beni buradan!”

Siyah gözlerini bir saniye olsun benden ayırmadı ama saçsız başıyla adamlarına kapıyı gösterdi. Kapının kilidini açtıklarında birkaç adım gerilemiştim. Cehennem zebanisi elinde kartal başlıklı bastonuyla içeri girdi. Üzerime yürürken bile gözlerini dahi kırpmadan beni izleyip yüreğime korku tohumları ekiyordu.

Tam karşımda durduğundaysa bastonu kaldırıp boynumun sol tarafına öyle bir vurdu ki, zayıf bedenim hücrenin içine savrulmuştu. “İlk kural: Asla sesini yükseltme!”

Söylediklerini uğultuyla duyuyordum çünkü düştüğüm yerde dehşet ötesi bir acıyla boğuşuyordum. Boynuma yani şah damarımın olduğu yere vurduğu için beynimin bir kısmı felç geçirmiş gibiydi. Bastonunun gümüş kartal başlığının sert darbesi beni yerde iki büklüm etmişti. Yerde yan bir şekilde yatarken hiç kıpırdayamadım. Acının beynimdeki etkisinin geçmesini beklerken yerde kısık ve acı dolu iniltiler çıkartıyordum.

Bana yaşattığı acının üstesinden gelememişken yaklaşıp karnıma tekme atınca yüksek sesle haykırdım. “Tekrar et!” diye bağırıp ikinci kez tüm gücüyle karnıma tekme attı. “Tekrar et! İlk kuralı duymak istiyorum!”

Üçüncü tekmesiyle ağız dolusu kan kusup yerde kıvranmaya başladım. “Çı-çıkar beni buradan!” Ayakları altında ezilirken kollarımı karnıma sarıp cenin pozisyonu almıştım. Ona duymak istediklerini söylemeyecek kadar inatçı bir çocuktum.

Karnımı korumak için kollarımı kendime sararak ona direndim. Kan kusuyordum, canım inanılmaz derecede yanıyordu ve ağlıyordum ama buna rağmen, “Çıkar beni!” dedim öncekinden daha yüksek bir sesle. “Ben senin kölen değilim söylediklerini tekrarlamayacağım!”

Başımı ayağının altında ezince kafatasım kırılıp beynim patlayacak sandım. Ayağını kafama sertçe bastırıp yanağımı zemine yapıştırmıştı. Gözyaşlarım artık sadece acıdan değil bana yaşattığı aşağılanma duygusu yüzünden de akıyordu. Zemin ve onun ayak tabanının altında sıkışan başım yüzünden acıyı hat safhalarda hissediyordum. O ise durmaksızın, “Söyle!” diye bağırıyordu. “İlk kuralın ne olduğunu söyle!” İlk kuraldan daha şimdiden nefret etmiştim.

Ayağının altında başımı ezerken hiç geri çekilmemişti. Beni bir böcek gibi çiğnerken kıvranışlarımdan ve gözyaşlarımdan zevk alarak ona itaat etmemi bekledi. Ağzımdan salyayla birlikte kan akarken boğuk sesler çıkartarak nefes almaya çalışıyordum. Aldığım nefesler bile yeterli değildi. Dokuz yaşındaydım ve ona karşı çok zayıftım. İstesem de kendimi ondan koruyamıyor veya kurtaramıyordum.

Yerde acıyla kıvranıp kısık iniltiler çıkarmak dışında hiçbir şey yapamıyordum. Buna rağmen inatla ona duymak istediği şeyleri söylemiyordum. Bir çocukta olmaması gereken bir inatla karşılaşınca, “Ümit’in küçük orospusuna bak sen!” diyen sesini güçlükle duydum. Ayağını kulağımın olduğu yere bastırarak kafamı eziyordu.

Bana küfrettikten sonra bile ayağını çekmeyip başımı ezmeye devam etti. Sıradaki hamlesini göremiyordum çünkü hâlâ gözyaşları içinde zeminde yan bir şekilde yatıyordum. Elindeki o bastonla ikinci kez bana vurmaya kalkışmış olmalı ki üzerime kapanan bedenin ağırlığını hissettim. O çocuk kendini bana siper edince babasının kırbacı, yani bastonu onun sırtıyla buluşmuştu. Çocuğun acı dolu nidasını duyunca bunu anlamıştım.

Çocuk kendini bana siper edip babasının başımın üzerinde olan bacağına yapıştı. “Baba n’olur yeter.” Tıpkı benim gibi onun da sesi ağlıyormuş gibi çıkıyordu. “Durmazsan ölecek.” Bunları söylerken beni babasının darbelerinden korumak için bir an olsun üzerimden çekilmiyordu. “İntikamını almak istiyorsan kızın ölmesi işine gelmez.” Zebani kılıklı herifin ayağını başımdan çekmesini sağlayan bu sözler olmuştu.

Başımı ezmeyi bırakıp geriye çekilince kafamdaki baskı ortadan kalkmıştı. Acılar içinde kıvranırken babası olacak şeytan, çocuğun kolunu sertçe tutarak onu üzerimden çekti. “Şu kaltağa bile merhamet gösterecek kadar zavallısın!”

Ağlamaktan birbirine yapışan kirpiklerimin arasından çocuğu duvara fırlattığını gördüm. Sırtı duvara çok sert çarptığı için titreyen dudaklarından çıkan iniltiyi duyabildim. Böyle bir muamele göreceğini bile bile neden bana yardım etti?

Ellerimi yere bastırarak güçlükle yerimden kıpırdanabildim. Uzandığım yerden dizlerimin üzerine oturmam benim için çok zorlayıcıydı. Başım dönüyor, burnum kanıyor ve yutkundukça ağzımdaki kanı yutuyordum. Attığı sert tekmeler yüzünden ellerimi karnımdan çekemiyordum çünkü acısı bir an olsun kesilmemişti. Hareket etmeye kalkışınca bile karnım yırtılacakmış gibi ağrıyordu.

Dağılan saçlarım gözyaşlarının ıslattığı yüzüme yapışırken zebani adam cebinden bir anahtar çıkartarak köpeğe yaklaştı. O ana kadar köpeğin zincirine bir kilit takarak kısalttıklarını hiç fark etmemiştim. Zincirdeki kilidi açtığında köpek sahibine itaat ederek hiç kıpırdamadı. Köpeğin zincirini on diş uzatarak tekrar kilit takmıştı. Neyse ki zincirin ucu duvardaki metal halkaya takılıydı yoksa o hayvan serbest kalırdı.

Anahtarı cebine koyarak yanıma geldiğinde ondan korktuğumu gizleyemiyordum. Üzerime eğilip çenemi sertçe kavrayarak başımı kaldırdı. Parmakları yanaklarımı delecek sertlikteydi. Yüzünü iyice yüzüme yaklaştırdığında bu yakınlıkta ona bakmak kontrol edemediğim bir şekilde daha çok ağlamama neden oluyordu. Çok korkunçtu. “Her itaatsizliğinde Şeytan’ın zincirini on halka daha uzatacağım.” Bir köpeğe verdiği isim en çok bu adamı yansıtıyordu.

Sırıttığında yanmaktan pembeleşen yüz derisi gerilmişti. “Sana ulaşacağı kadar zinciri uzadığında neler yapacağını hayal edebiliyor musun?”

Çenemdeki parmaklarına rağmen ağzımdaki kanı suratına tükürdüm. “Çok çirkinsin git yanımdan!”

Yüzüne tükürmemle gözlerinde delici bir parıltı geçmişti. Elini kaldırıp suratıma attığı tokatla beni tekrar yere savurdu. Başım zemine çarptığında yanağım yanıyordu ve kulağım zonklamaya başlamıştı. “Seninle işim bittiğinde bu köpekten daha itaatkâr olacaksın!” Bunları söyledikten sonra oğlunu ve adamlarını alıp gitmişti.

Onlar gittikten sonra adeta sürünerek köşedeki döşeğe ulaştım. Hücremin içine temiz bir yatak koyma zahmetine bile girmedikleri için yayları gıcırdayan leş gibi bir döşeğim vardı. Uzanıp vücudumdaki acıların geçmesini bekledim ama hiç geçmeyecek gibiydi. Bu uğursuz hayvan yine gözünü dikmiş beni izliyordu. Artık on zincir halkası kadar bana daha yakındı. “Sende geber!”

Karnımda, boynumda ve kafamdaki ağrılar çok şiddetli olduğu için acıdan sızıp kalmam uzun sürmemişti. Tam olarak ne kadar uyuduğum hakkında bir fikrim yoktu ama kulağıma gelen ıslık sesiyle gözlerimi araladım. O çocuk gelmişti. Bu sefer çaldığı melodi hüzünlüydü. Şarkıları ıslığa çevirmekte gerçekten çok iyiydi. Onun çaldığı ıslıkta bile şarkının sözlerini kafamda duyabiliyordum.

Bu çaldığı şarkıyı daha önce hiçbir yerde duymadığıma emindim ama sözleri bir şekilde kafamda yankılanıyordu. Yataktan kalkmak için kendimi zorladığımda dudaklarımdan çıkan acı dolu iniltilere engel olamadım. Tişörtümü yukarı sıyırınca karnımda belli belirsiz görünen morluklarla yutkundum. Etim çürümüş gibi o adamın karnımı tekmelediği yerler morarmaya başlamıştı. Yarına daha kötü olacağına emindim.

Adım sesleri yaklaştıkça ıslık sesini daha yoğun duyduğum için tişörtümün eteklerini aşağıya çektim. O zebani herif veya adamları geldi diye korkmadım çünkü gelen o çocuktu. Başkası sanıp korkmayayım diye yine ıslık çalarak bana geldiğini bildiriyordu.

Köpeği kontrol ettiğimde onun da uyuduğunu gördüm. Çocuk parmaklıkların diğer tarafında durup tam bir şey söyleyecekti ki, “Şşş,” diye onu uyarıp işaret parmağımı dudaklarımın üstüne koydum. “Sessiz ol bu şeyi uyandıracaksın.” Ona köpeği gösterdim. “Ayağa kalktığım an havlamaya başlıyor.” Uyanıp havlarsa dışarıdaki adamları buraya toplardı.

Yataktan yavaşça çıkıp parmak uçlarıma basmaya başladım. Yürürken acıyan karnım bana zorluk çıkardığı için ellerim karnımdaydı. Küçük ve sessiz adımlar atarken sık sık Şeytan’ı kontrol ediyordum. Ona bundan daha iyi ve daha komik bir isim veremezlerdi. Parmaklıklara yaklaştığımda henüz adını bilmediğim çocuğun tam karşısında durdum. Aramızdaki demir parmaklıkların arasında birbirimize bakıyorduk. İkimizde korkuyorduk. Ben kendim için o da benim için. Bunu görebiliyordum.

Kahverengi gözleri gizleyemediği bir endişeyle beni izlerken sık sık karnıma ve babasının ezdiği kafama bakıyordu. “Sen…” diyen sesi benimle konuşmaya çekinecek kadar alçaktı. “Sen iyi misin?” Konuşurken sesi o kadar kısıktı ki onu güçlükle duyuyordum. İçimden bir ses bunun tek nedeninin köpeği uyandırmak olmadığını söylüyordu.

İlk kural sesini yükseltme.

Derin bir nefes alarak ona başımı salladım. “Babam gelip zebani babanı dövdüğünde daha iyi olacağım.” Babam burada olsaydı o herifi bir güzel döverdi.

Ayakta durmak ağrılarımın şiddetini arttırdığı için yavaşça yere oturdum. O da parmaklıkların diğer tarafına oturmuştu. Kısa bir an geldiği yeri kontrol edip cebinden küçük bir hap kutusu çıkardı. Kutuyu açıp içinden çıkardığı bir hapı parmaklıkların arasından bana uzattı. “Ağrı kesici belki acını hafifletir.”

Bana verdiği hapın ağrı kesici olup olmadığından emin değildim bu yüzden onu almadım. Bu konuda ona güvenmediğimi görünce başını hafifçe omzuna doğru eğdi. “Ben babam gibi değilim.” Bana tüm bunları yapan o değildi ama babası adına utanıyormuş gibi yüzü kızarmaya başlamıştı. “O benim üvey babam.” Onu rahatlatan tek şey buymuş gibi bakıyordu. Öyle bir canavarın öz oğlu olmadığına memnundu.

Israrla bana uzattığı hapı aldım. “Neden o zebaninin yanında kalıyorsun?”

“Zebani mi?”

“Korkunç görünüyor.”

“Eskiden böyle değildi.” Ceketinin cebine tam sığdıramadığı su şişesini çıkardı. “Onu bu hale getirip yakan senin babanmış.” Yakalanmamak için tekrar etrafını kontrol etti ve bu seferde ceketinin iç cebinde küçük bir sandviç çıkardı. Streç filme sardığı sandviçi bana uzattı. “Aç olmalısın birileri gelmeden hızlıca karnını doyur.”

“Baban yalan söylüyor!” Kaşlarımı çatarak elimdeki hapı ona fırlattım. “İkinizde yalancısınız.” Yemem için getirdiği şeyler almadan ayağa kalkıp yatağa yürüdüm. “Babam kimseyi canlı canlı yakmaz. Babama iftira atacak kadar korkunç insanlarsınız. Bir daha beni görmeye gelme yoksa seni o Şeytan’a söylerim!”

Yatağa uzanarak ona sırtımı döndüm. “Benim babam iyi biri ve senin babanın aksine beni seviyor. Git buradan aptal korkak!” Yutkunuşunu uzandığım yerden bile duymuştum ama ona doğru dönmedim. Buradaki kimseyi sevmiyordum.

Gitmesini bekledim ama gittiğini gösteren sesler duymadım. Ayağa kalktığını bile sanmıyordum hâlâ parmaklıkların yanında oturuyor olmalıydı. “Nasıl bir his?” diyen sesini duydum. Sesi kırgın ve birazda buruktu. “Baban tarafından sevilmek nasıl bir his veya herhangi biri tarafından?” Sesi dokunsan ağlayacakmış gibi çıkıyordu.

“Bana sevmek ve sevilmenin neye benzediğini söyleyebilir misin?” Gerildim. Bunlar hiç sevmemiş ve sevilmemiş birinin sözleriydi.

Ona sırtım dönük bir halde yatakta uzanırken, “Belli ki bilmiyorsun ama sevginin bir şekli yok,” diye fısıldadım. “Bu yüzden sana neye benzediğini söyleyemem.”

“Bir şekli olsaydı sence neye benzerdi?” Sevgiyle ilgili her şeyi bu kadar merak etmesinin nedeni neydi? Gerçekten sevmeyi ve sevilmeyi bilmiyor muydu?

“Kâğıt helva olabilir,” diye mırıldandım. “Dışı sert ama içi yumuşacık. Sevgi de böyle bir şey işte, uzaktan bakınca sert ama tadını alınca lezzetli ve yumuşacık.”

İç çekişini duydum. “Sevginin tadını bilmiyorum çünkü hiç tatmadım.” İçimde bir şeylerin acıdığını hissettim. Nasıl bir çocuk hiç sevilmez ki?

Yataktan çıkıp küçük adımlarla ona doğru yürüdüm. Şeytan’ı uyandırmamak için adımlarımı yine dikkatlice atıyordum. “Kimseler sevmedi mi seni?” Tam karşısına oturduğumda kahve gözleri her an ağlayacakmış gibi hisli bakıyordu. “Ya da sen kimseleri sevmedin mi?” Bu hiç inandırıcı gelmiyordu.

Gözlerini kaçırıp sandviç ve suyu parmaklıkların arasından önüme koydu. “Kendimi birilerine nasıl sevdireceğimi veya nasıl seveceğimi bilmiyorum.” Cebindeki hap kutusunu çıkartıp bana yeni bir ağrı kesici uzattı. “Ben burada doğdum ve bu köşkte sevgi yok.”

Gözlerini gözlerime kenetlediğinde acısını ta içimde hissediyordum. “Ölüm, öfke, kan ve şiddet var ama sevgi hiç yok.” Avucundaki hapı bana uzattı. “Bunu almalısın ağrılarını dindirir.”

Bu sefer inadı bırakıp ağrı kesiciyi su yardımıyla içtim. Çok aç olduğum için sandviçi açarken meraklı bakışlarım onun üzerindeydi. “Annen nerede, o sevmiyor mu seni? Veya diğer akrabaların?” Köpeği uyandırmamak için fısıltıyla konuşuyorduk.

Her an biri gelir korkusuyla geldiği yönü kontrol ederken, “Annem ve gerçek babamı hiç tanımadım çünkü ben evlatlığım,” diye fısıldadı. Bana döndüğünde bakışları mahzundu. “Babam kısır olduğu için çocuğu olmuyor.”

Sandviçten kocaman bir ısırık alırken gözlerimi merakla kırpıştırdım. “Kısır ne demek? Elmas annenin yaptığı kısır yemeğinden mi bahsediyorsun?”

Bana söylediği şeyi bir yemeğe benzetmem onu gülümsetti. “Hiçbir koşulda çocuk sahibi olmayan insanlara kısır denir.” Daha iyi anlamam için bunu bana açıklarken oldukça sabırlı görünüyordu. “Babam kısır olduğu bilinmesin diye beni evlat edinip herkese onun çocuğu olduğumu ve annemi doğumda kaybettiğini söylüyor.”

“Ama seni sevemedi, değil mi?”

Başını eğdiğinde suskunluğuyla beni onayladı. “O kimseyi sevemez.”

“Babamla sorunu ne?”

Biliyordu ama beni geçiştirerek başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.”

Sandviçle karnımı doyururken sızlanmaya başladım. “Dışarıda olmayı özledim.” Parmaklıkların diğer tarafını işaret ettim. “Orada olmalıydım.”

Dudaklarında ona bakan herkese acı verecek bir tebessüm oluşmuştu. Bir insanın tebessümü bile can yakabilir miydi? Onun tüm gülüşleri buruktu. Hisli bakan gözleri bulunduğum yeri işaret etti. “Ben on dört yıldır oradayım.”

“Sen özgürsün.” Ne demek istediğini anlamadığım için ona kendimi gösterdim. “Parmaklıkların bu tarafında olan benim.”

Kaşları büküldüğünde gözleriyle beni yalanlıyordu. “Tutsaklık sadece bedende mi olur sanıyorsun?” Elini kaldırıp işaret parmağıyla şakağına hafifçe vurdu. “Asıl mahkûmiyet kafada başlar.”

“Dokuz yaşında olduğumun farkında mısın? Seni anlayacağım şekilde konuşmalısın.” Sandviçin son lokmasını ağzıma attıktan sonra suya uzandım. “Söylediklerini anlamıyorum.”

Göğüs kafesini şişirecek bir büyüklükte nefesini içine çekti ve sesli bir şekilde geri verdi. “Umarım ne demek istediğimi anlayacağın bir gün gelmez.”

Bunları söyledikten sonra içindeki tüm suyu içtiğim boş şişeyi aldı. Yakalanmamak için daha fazla yanımda kalamazdı. O giderken bende arkasından tuhaf gözlerle ona bakıyordum. Asıl mahkûmiyet kafada başlar diyen sözlerini düşünüp ne anlama geldiğini merak ettim. O an için bunun cevabını bilmiyordum ama öğreneceğim bir gün gelecekti. Bir gün onu anlayacağımı biliyordu ama ben bunu henüz bilmiyordum.

Onun da bilmediği bir şey vardı.

Sevmeyi ve sevilmeyi benimle öğreneceğini o da bilmiyordu.

***

Günümüz

Adım sesleri duyunca hemen kendimi toparladım. Arka bahçeyi aydınlatan ışıklardan Gurur’un döndüğünü gördüm. Bu soğukta bile üzerinde yine ceketi yoktu. Hep olduğu gibi beyaz bir gömlek ve siyah pantolon giymişti. Gurur bu iki renk dışında başka hiçbir rengi giymiyordu. Dolabındaki tüm kıyafetleri beyaz gömlek ve siyah pantolondan oluşuyordu. Ona yakışmadığını da söyleyemezdim.

Onu en son dün gece gördüğüm için, “Şu saate kadar neredeydin?” diye sordum kırgın bir sesle. Sabah uyandığımda odada yoktu ve tüm gün beni hiç aramamıştı. Hiç olmazsa arayıp iyi olduğunu ve neden evde olmadığını açıklayabilirdi.

Ağır adımlarla bana doğru yürürken oturduğum salıncağa tuhaf gözlerle bakıyordu. Sorumu yanıtsız bırakıp iki yanından zincirlerini tuttuğum salıncağı gösterdi. “Buna binmek için fazla büyük olduğunu düşünmüyor musun?”

Ayaklarımı yukarı kaldırıp sallanırken tebessüm ettim. “Bu benim salıncağım, babam ben çocukken yapmıştı.”

Yüzündeki alaycı ifadeyi saklamadı. “Sen çocukken yapmış, büyüdüğünde de ona otur diye değil.”

“Beni kınıyorsun.”

“Çünkü çocuk kalmakta ısrarcısın.”

“Sen büyüdüğüne memnun musun?”

İfadesiz gözlerle omuzlarını kaldırıp indirdi. “Halimden şikayetçi değilim.”

“İlginç.”

“İlginç olan nedir?”

Ona yanımdaki boş salıncağı gösterdim. “Aksa burada değil otur hadi.”

Yüzünü buruşturarak salıncağa bakıyordu. “O şeye oturmayacağım.”

“Kasıntı herif.”

Kaşlarını belli belirsiz çattı. “Ağır gel.”

“Sen gel.” Bir kez daha Aksa’nın salıncağını gösterdim. “Kocamın yanıma oturmasını istiyorum.”

“Karımın her istediği olmaz.”

“Niye?” Dalga geçerek başımı yukarı kaldırdım. “Her istediğimi yapacak gücün yok mu?”

“Derdin ne senin?”

“Otur yanıma.”

“İnatçı çocuk.”

“Huysuz ihtiyar”

Homurdanarak yanıma gelip iri bedenini salıncağa sığdırmaya çalıştı. Salıncağa sığmakta güçlük çekmişti ama nihayetinde oturdu. Ben ayaklarımı yere vurup kendimi ileri geri sallarken o bunu yapmıyordu. Ayaklarını yere bastırıp o salıncakta hiç kıpırdamadan rahatsız bir şekilde oturuyordu. Gözlerini benden ayırmadan beni izliyordu. “Az önce ilginç bulduğun şey neydi?”

“Büyümekte şikayetçi olmadığını söyledin.” Kendimi ileriye itip daha yükseğe havalandıkça rüzgârı yüzümde hissediyordum ve bu hissi seviyordum. “Çocukluğu kötü geçen insanlar çocuk olmayı sevmez ve bir an önce büyümek isterler.” Gözlerimi kapatarak kendimi rüzgârın dokunuşlarına bıraktığımda beni izlediğini biliyordum. “Anlaşılan çocukluk anıların pek iç açıcı değil.”

Gözlerimi açmadım ama dalga geçen sesini duydum. “Herkes senin gibi pamuklara sarılarak büyümüyor prenses.” Nasıl bir çocukluk geçirdiğim hakkında zerre kadar fikri yoktu.

“Anlatmak ister misin?”

“Siktir etsene.”

Ayaklarımı yere bastırarak sallanmayı kestim. Salıncağımın zincirlerini sıkıca tutarken başımı çevirip omzumun üzerinden ona baktım. “Sabah uyandığımda seni bulamadım. Saat kaçta evden ayrıldın ve bu saate kadar neredeydin?”

“Ne o merak mı ettin?” Geldiğinden beri yaptığı huysuzlukların sebebi buymuş gibi sitemini alaycı üslubuyla gizledi. “Nerede olduğumu bilmek isteseydin gün içinde bir kez olsun arardın.”

Gülmemeye çalışarak yanaklarımın içini dişledim. “Seni aramamı beklemiş olamazsın, değil mi?”

Homurdanarak önüne dönüp gömleğinin ön cebindeki sigara paketini çıkardı. “Tüm gün aklıma bile gelmedin, neden aramanı isteyeyim?”

“Telefonun kapalıydı.” Hızla bana döndüğünde tebessüm ederek ona başımı salladım. “Sabah seni odada bulamayınca endişelenip aradım ama telefonun kapalıydı.” Bunu duyunca bana olan bakışları yumuşamaya başlamıştı.

“Evdekilere sordum ama onlarda nerede olduğunu bilmiyordu. Babamdan Karun abinin numarasını alıp onu aradım.” Bakışlarım buruklaşırken sesimdeki neşe kaybolmuştu. “Karun abi sabaha karşı bir kriz geçirdiğini, seni ücra bir mekânda bulduğunu ve oradaki her şeyi dağıttığını söyledi.” Parmak boğumlarındaki zedelenmiş dokuya iç çekerek baktım. “Etrafında olan herkesi ağır yaralamışsın.” Karun onu kan revan içinde bulmuş ama üzerindeki kanlar ona ait değilmiş.

Gözlerini kaçırarak paketin içinden bir dal sigara çıkardı. “Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Hatırlamadığını biliyordum çünkü kriz esnasında akli dengesini yitirdiği için yaptığı şeyleri hatırlamıyordu.

“Dinle.” Elimi uzatıp dostane bir tavırla omzuna dokundum. “Sana yardım etmeme istekli olursan öfke ve kriz yönetimini birlikte yapabiliriz.” Başlangıçta küçük adımlarla ilerlemeliydik ama her seansta tedavinin dozunu biraz arttırmayı düşünüyordum. Bunu yapmam için önce bana izin vermeliydi. Ona yardım etmem için bir psikolog olduğumu bilmesine gerek yoktu.

Sigarasını yakmamı istediği için çakmakla birlikte bana uzattı. “Bana yardım edemezsin.” Hastalığı konusunda umutsuzdu. “Bu kadar kolay olsaydı gittiğim doktorlar beni bu sorundan kurtarırdı.” Yüzü kasıldığında gözlerimin içine son derece ciddi bir şekilde baktı. “Ben bir canavarım, Nemrudun kızı. Korkunç yüzümle henüz tanışmadın.”

Uzattığı sigara dalını ve çakmağı ondan aldım. “Sen bir canavar değilsin öyle olduğuna inandırılmışsın.” Ona gülümseyerek sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. “Şimdi bunu nasıl yakacağımı tekrar anlat.”

Sigara içmek istediği anlarda sigarasını hep başkalarına yaktırırdı. Yanında benden başka kimse olmayınca yakmam için sigarayı bana uzatırdı. Ancak ne zaman dudaklarımın arasında sigarayı görse bundan hoşlanmaz ve şimdi olduğu gibi kaşları hafifçe çatılırdı. Dudaklarımın arasındaki sigarayı alıp yere atması uzun sürmemişti. “Artık içmek istemiyorum.” Neredeyse gülecektim. Bunu hep yapıyordu. Sigarayı yakmadan dudaklarımın arasından çekip alıyordu.

Üzerinde Trabzon sporun renkleri olan çakmağa bakmaya başladım. Ne bekliyordum ki o bir Karadenizliydi. “Hangi takımı tuttuğunu anlamak zor değil.” Başımı omzuma doğru eğip ona tatlı tatlı gülümsedim. “Fanatik misin?”

“Hiçbir maçı kaçırmayacak kadar.”

“Peki, neden Ordu sporu değil de Trabzon’u tutuyorsun.”

 “Bana Ordu’yu hatırlatacak her şeyden nefret ediyorum.” Elimdeki çakmağı alıp cebine attı. “Takım tutar mısın?”

“Konumuz bu değil.” Sabahtan beri merak ettiğim soruyu daha fazla erteleyemedim. “Dün gece bir şeyin yoktu.” Yüzümdeki gülüşüm yavaş yavaş solmaya başlamıştı. “Ben uyuduktan sonra ne oldu, Gurur? Aralıkta bile değiliz neden kriz geçirdin?”

Karadeniz inadını konuşturarak bakışlarını benden çekmesi uzun sürmemişti. “Bir şey olmadı.” Bana anlatmayacak kadar inatçıydı.

“Gurur-”

“Sen konuş, Farah.” Beni susturarak boynumu işaret etti. “Eğer bana o sarkacın senin için neden bu kadar önemli olduğunu ve onu sana kimin verdiğini anlatırsan bende bilmek istediklerini anlatırım.” Gerildim.

Gözleri rahatsız edici bir şekilde boynumda oyalanıyordu. “Gün içinde ona kaç kez dokunduğunun farkında mısın? Farkında olarak veya olmayarak parmakların hep ona uzanıyor.” Omuzlarını dikleştirerek hesap sorar gibi soğuk gözlerle bana bakmaya başladı. “Ona dokunmak seni rahatlatıyor mu?” O söyleyene kadar yine sarkacımın yakutuna dokunduğumun farkında değildim.

Elimi yavaşça boynumdan çekerek önüme döndüm. “On altı yıl önce başladı uykusuzluğum.” Bilmesi gerektiği kadarını ona anlatabilirdim. “O yıllarda henüz dokuz yaşındaydım ve artık uyuyamıyordum. Bir çocuk vardı, günün belli saatlerinde sık sık beni görmeye gelirdi.” O çocuğun bir hücrede beni ziyaret ettiğini ona söylemedim.

“On üç veya on dört yaşlarında bir erkek çocuğuydu.” Gökyüzündeki yıldızlara bakarken ciğerlerime hapsettiğim nefesimi sesli bir şekilde verdim. “Uyku problemimi biliyordu ve bir gün bu sarkaçla bana geldi.” Parmaklarım bir kez daha boynuma uzandığında Gurur’un beni izlediğini biliyordum. “Sarkacın belki beni uyutabileceğini söyledi ve öyle de oldu. O günden sonra sarkacın yardımıyla uyuyabildim.”

“O çocukla hâlâ görüşüyor musun?” Meraklı sesinde gizli bir öfke olduğunu sezince bakışlarımı ona yönelttim. İfadesi fazla katıydı. “Adı nedir?”

“Adını bana hiç söylemediği için bilmiyorum. On altı yıldır onu hiç görmediğim için nasıl ve nerede olduğunu bilmiyorum,” dediğimde Gurur’un sert ifadesinde bana inanmadığını gösteren bir şeyler vardı. “Her gün buraya gelip seni ziyaret eden birinin adını bilmediğini mi söylüyorsun?”

“Beni görmek için buraya hiç gelmedi. Başka bir yerde buluşuyorduk.”

Çenesinden bir kas seğirdi. “Buluşuyor muydunuz?”

“Öyle değil.” Rahatsız bir şekilde yerimden kıpırdandım. “Ben başka bir yerdeydim ve o da beni görmek için oraya geliyordu.”

Bana olan bakışlarında herhangi bir yumuşama olmadı. “Neredeydin?”

“Kaçırılmıştım, Gurur!” Beni sorguya çekip durmasının siniriyle ağzımdan kaçırdıklarımla omuzları gerilmişti. Dilimi sertçe ısırarak kendime kızdım, bunu bilmesine gerek yoktu.

“Farah?” Oturduğu rahatsız edici salıncakta dikleşti. “Dokuz yaşındayken kaçırıldın mı?”

Başımı önüme eğip kısık bir sesle, “Evet,” diye mırıldandım. Spor ayakkabılarıma bakarken eğdiğim başımı kaldırmıyordum. “Bir ay rehin tutuldum.” Bunları anlatmanın stresiyle yine tırnaklarımı kemirmeye başlamıştım. “Tutsak edildiğim o yerde bana yardım etmeye çalışan bir çocuk vardı. Sarkacı bana o vermişti.”

Gözlerimin ardı sızladığında ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Bu yüzden onun adını bile bilmiyorum çünkü bana adını hiç söylememişti.”

Bileğimde Gurur’un sıcak elini hissedince irkilerek başımı kaldırdım. Tırnaklarımı yememden nefret ediyor olmalı ki elimi ağzımdan çekerek dizimin üstüne koydu. “İsim ver.” Neyden bahsettiğini anlamıyordum ama yeşil gözlerinde ölümün ayak izleri vardı. “Seni kaçıranların ismini bana söyle.”

Bileğimi saran iri parmakları fazla sahipleniciydi. “Onların isimlerini bilmiyorum.” İç çekerek başımı iki yana salladım. “Gerçekten bilmiyorum.”

Gurur bu konuda üzerime gelip beni o günleri düşünmeye zorlamadı ama gözlerindeki o karanlık his bunun peşine düşeceğini gösteriyordu. “Baban mutlaka biliyordur.”

Ona soracaktı ama aradığı cevaplar babamda değildi çünkü babama orada olanları hiç anlatmamıştım. O adamın yanmış bir derisi olduğundan bile bahsetmemiştim. Babamın ona bulaşmasını istemediğim için korku evinde olanları kimseye anlatmadım ve anlatmayı düşünmüyordum. Benden susmam istenildi ve bende yıllarıdır susuyordum.

Gurur orada yaşadıklarımı sormak üzereydi ki, “Lütfen,” diye fısıldadım. “Bu konuda daha konuşmak istemiyorum.”

“Farah kulübede sana saldıranlar o herifin adamları olabilir.” Tüm ciddiyetiyle bakıp bana doğru eğildi. “Sana olanlardan sonra ilk aklıma gelen abim Şeref olmuştu. Üç yıl önce adamlarımı gönderip o herifi Ordu’dan İstanbul’a getirtip sorguladım.” Nefesini burnundan sertçe vererek başını iki yana salladı. “Bunu yapan Şeref Kalender değildi çünkü o kansız acıya dayanıksız biri.” Son söyledikleriyle gözlerim büyümüştü. Abisini sorgularken ona işkence mi etmişti?

Gurur anlam veremediğim bir kinayeyle soğukça güldü. “Şeref insanlara acı çektirmeyi iyi bilir ama kendi canı tatlıdır. Ona en ağır şekilde işkence ettiğimde bile salya sümük ağlayarak sana olanlarla bir ilgisi olmadığını söyledi.” Midem kasıldı. Ben komadayken abisini kaçırıp sorguya çektiğini bilmiyordum.

Gurur bir türlü bulamadığı cevapların sıkıntısıyla nefesini sesli bir şekilde vererek yüzünü ovuşturdu. “Şeref değilse bunu sana yapan kim, Farah? Üç yıldır her yerde onu arıyorum ve hâlâ da aramaya devam ediyorum. Bunu yapacak tüm düşmanlarımı çeşitli yöntemlerle sorguya çektim ama hiçbiri değil!” Bu işin peşini çoktan bıraktı sanıyordum.

Kaşları çatıldığında artık net bir cevap duymak istiyordu. “Benim düşmanlarımdan biri değilse o zaman babanınkilerden.” Gözlerini gözlerime kenetledi ve gerçekleri duymak istercesine, “Farah,” diye mırıldandı. “Seni kaçıran o herif her kimse kulübede seni komalık eden kişi olabilir. Bana onun hakkında bildiklerini anlatmalısın.”

Gözlerimi kaçırarak önüme döndüm. “Bilmiyorum.”

“Bildiğini biliyorum!” Sert bir sesle konuşup bir hışımla ayağa kalkarak tepeme dikildi. “Onu neden koruyorsun!”

“Koruduğum o değil!”

Omuzları gerildiğinde fark ettikleriyle buz kesmişti. “Siktir!” Nemli bakışlarımda ne görüyorsa bu onu bozguna uğratmıştı. “Susarak babanı ondan korumaya çalışıyorsun?”

Gözlerimden süzülen bir damla yaşı görmek yumruğunu sıkmasına neden olmuştu. Ağlamamdan nefret ediyordu. “Onun neler yapabileceğini bilmiyorsun.” O adamın geri dönmesinden ödüm kopuyordu ama bir gün geri döneceğini de biliyordum.

Gurur o adamdan ne kadar korktuğumu görünce bana olan bakışlarını yumuşattı. Yanıma gelip tam karşımda bir ayağının üzerine diz çökerek kucağımdaki elime uzandı. Ben salıncakta oturuyordum ve o da hemen karşımda bir dizinin üzerinde duruyordu. Elimi iri ellerinin arasına alıp güven vermek istercesine hafifçe sıktığında beni cesaretlendirmeye çalışıyordu. “O orospu çocuğu da benim neler yapabileceğimi bilmiyor güzelim,” diye fısıldadı yatıştırıcı bir sesle. “Onu bulduğumda ecdadını sikeceğim!” Yemin eder gibi konuştuğunda bu konudaki kararlılığı beni endişelendiriyordu.

“Ya beni komaya sokan o değilse?”

“Bu bir şeyi değişmez o herifin cehennemi olacağım.”

“Neden?”

“Çünkü bu halde olmanın sebebi belli ki o!” Şakaklarındaki damarlar seğirirken sonunda yapbozun kayıp parçalarını bulmuş gibiydi. “Tüm bunlar sen dokuz yaşındayken başladı, değil mi? Seni kaçırdığında orada her ne yaşandıysa itaatkâr bir köleden farkın yok.”

Onun sorgulayan bakışlarından kurtulmak için hemen ayağa kalktım. “Üşüdüm.” Hızlı adımlarla malikaneye yürürken bu konuda konuşmak istemediğimi fazla belli ediyordum. “Hava çok soğuk hasta olacağız.”

Arkamdan sinirli sesini duydum. “Sonsuza kadar bunu konuşmaktan kaçamazsın!”

Aramızdaki mesafeyi açmak için daha da hızlandım. “Bunun cevabını gerçekten bilmek istediğinde sana söylerim.” Tam karşıma bakarak yürürken bakışlarım hüzünlüydü. “Babamdan istediğin şey kızı Farah değil, Leyla’nın intikamını almak. Bir gün senin için alacağın intikamdan daha önemli olursam o zaman sana kendi hikayemi anlatabilirim.” Bu sözlerim onu susturmaya yetmişti.

Malikaneye girip üst kata çıktığımda Gurur’un peşimden geldiğini biliyordum. Çatı katındaki dairemize girdiğimizde doğruca yürüyüp banyoya girdi. Banyonun kapısını içeriden kilitleyince afalladım. “Kapıyı neden kilitledin?”

Kapıyla bakışırken içeriden onun hissiz sesini duydum. “Banyo yapacağım.”

“Bunun için kapıyı neden kilitliyorsun?”

Mantıklı bir açıklama beklerken söyledikleri şoke ediciydi. “Sen kendini hep buraya kilitliyorsun, ben sana bir şey diyor muyum?”

Yürüyüp kapıyı zorladım. “Ne saklıyorsun, Gurur?”

“Bir şey sakladığım yok yıkanacağım. Rahat bırak şu kapıyı!”

“Her zaman yıkanıyorsun ama daha önce bu kapı hiç kilitlenmiyordu.”

“Soyunacağım, Farah!” diyen sert sesini duydum. “Destursuz içeri dalacak kadar şuursuzsun. Bunun için tüm bu önlem.”

“İçeri girip seni çıplak görsem ne olacak ki?”

“Ne mi olacak?” Daha şimdiden onu sinirlendirmiş olmalıyım ki kapıya sertçe vurdu. “Öğrenme aşamasındaki çocuklardan bir farkın yok! Beni çıplak görsen bu seferde o ne bu ne deyip duracaksın! Soruların kabir azabı gibi!”

“Daha önce seni çıplak gördüm.”

“Havlu vardı üzerimde.”

“Ne farkı var çıplak gördüm sayılır.”

“Gördüklerin sadece o kadarıyla mı ibaret sanıyorsun? Git şuradan Nemrudun Kızı, yıkanıp geliyorum!”

“Uyuşturucu mu kullanacaksın?” Bu kapıyı zorlamamın tek nedeni buydu.

İçeriden küfreden sesini duydum. “Hayır, artık yanımda bile taşımıyorum. Bir süredir temizim.”

Kapıyı açmak için zorlamaya devam ettim. “Sana inanmıyorum, aç kapıyı ceplerine bakacağım.”

“Ya sabır!” Sinirle burnundan soluyup kapıyı açınca birkaç adım gerilemiştim. Çatık kaşlarla üzerime yürüyüp bana ceplerini gösterdi. “Gel bak ulan!” Bunu yapmayacağımı sanıyorsa bundan daha fazla yanılamazdı.

Küçük adımlarla yürüyüp karşısında durdum. Ellerimi tam pantolonun ceplerine uzatmıştım ki onda aldığım kokuyla sertçe yutkunmuştum. Gurur hep aynı marka parfüm kokardı ama bu sefer onda soluduğum tek koku deniz esintisi değildi. Onun kokusuna karışmış daha yumuşak ve kadınsı bir koku üzerine sinmişti.

“Kadın parfümü mü bu?” Şaşkınca konuşup emin olmak için boynuna uzanmıştım ki gördüklerimle tüm vücudum buz kesmişti. Gözlerim tek bir noktada takılı kalırken kalbimin çatırdayan sesini duyabiliyordum.

Gurur’un omzunda bir iz vardı.

Bir kadının ruj izi.

Beyaz gömleğinin omuz kısmında bir kadının dudaklarının izi çıkmıştı. Biri onun omzunu öptüğü için sürdüğü pembe rujun izi net görünüyordu. Üstelik Gurur’un üzerine kadın parfümü de sinmişti. Bu da demek oluyordu ki bir kadın onun üzerine kokusunu bırakacak kadar ona yaklaşmış ve onu öpmüştü. Her şey etrafımda dönmeye başladı. Bir kadının koynundan çıkıp bana mı gelmişti?

Bakışlarımda gördüğü şeye anlam veremeyerek gözlerini kıstı. “Sorun ne?” Nereye baktığımı anlamak için başını omzuna doğru eğince pembe ruj izini gördü. “Siktir!” Küfrederek hemen bana döndüğünde panik olmuştu. “Sandığın gibi değil.”

Hiç kıpırdamadan ona bakıyordum. Tek bir soru bile sormayacak kadar tepkisizdim. İçimde peydah olan acıya direnirken haddinden fazla sakindim. Gurur tam bir şey söyleyecekti ki, küçük adımlarla banyoya ilerledim. Yanından geçeceğim esnada hemen kolumu yakalayarak beni durdurdu. “Kendini banyoya kapatmadan önce beni dinle.”

Yüzünde tuhaf bir ifade vardı sanki onu yanlış anlamamdan ödü kopuyordu. “Hemen bir yargıya varmadan önce beni dinlemelisin. Ayrıca yıkanmam gerek banyo sırası bende. Orası senin tapulu malın değil.”

Kolumu çekerek ondan uzaklaştım. “Omzunda ruj izi var, Gurur?”

Onu yanlış anlamamı istemediği için aceleyle açıklama yapmaya başladı. “Omzumdaki Melek’in yani yeğenimin dudaklarının izi. O hep yapar böyle şeyler.” Belli belirsiz gülümsedi. “Senden bir farkı yok, sırnaşıp dudaklarının izini bırakır böyle.”

“Ben sana sırnaşmıyorum.”

“Bunun dışındaki çoğu hareketiniz onunla benziyor.”

“Omzunu da öpmüyorum.”

Bıyık altında gülerek bana kendisini gösterdi. “Öpmek istiyorsan buyur gel.” Derimin altı alev almıştı.

“Bir başka kadının öptüğü bir adamı öpmek istemiyorum.”

“Melek’ten başkası değildi.” Bunları söylerken bana olan samimi bakışları onun dürüstlüğüne inanmamı sağlıyordu. “Bana inanmalısın sana yalan söylemiyorum.”

Duyduklarımdan sonra rahatlayarak nefesimi vermiştim. Açıklamasını duymadan önce neler düşünmemiştim ki. Bir an beni aldattığını, başka bir kadının koynundan çıkıp bana geldiğini düşünmüştüm. “Hayatında uzun soluklu bir yerim olmadığını biliyorum, Gurur ama-”

“Ama?”

Tüm ciddiyetimle gözlerinin içine baktım. “Benden başka bir kadına masal okursan bu iş biter.” Odanın içine nükseden ağır bir sessizlik ikimizi kuşatmıştı. Bu sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.

Bana masal okuması aramızda özel ve anlamlı olan tek şeydi. Ben hiçbir konuda onun ilki değildim çünkü her konuda ona geç kalmıştım. Sevmeyi, sevişmeyi ve daha birçok şeyi Leyla’yla tecrübe etmişti. Elini tutan, kalbine dokunan ve ona iyi gelen o kadın ben değildim. Leyla’dan kalan boşluğu doldurmaya çalışıyordum ama Gurur için asla bir Leyla olamayacaktım. Ben onun için hep ikinci kadın olarak kalacaktım.

Başka bir hikâyenin başrolü olma şansım olduysa bile Gurur bunu elimden almış ve beni kendi hikayesinin yan karakteri yapmıştı. Bu hikayedeki rolüm kara damga gibi kaderime nakşedilmişti ve adı hep ikinci kadın olarak kalacaktı. Tüm bunların farkında olacak kadar aklım başımdaydı. “Bizim seninle bir sonumuz yok, Gurur,” dediğimde çok sakindim çünkü bir gerçeği kabullenmeye başlamıştım. “Hiç anlamıyorsun değil mi?”

Ne demek istediğimi anlamak için yeşil gözlerini kıstı. “Neyi?”

“Farklı hikayelerin kahramanları olduğumuzu.” Daha şimdiden bu savaştan yenik düşmüş gibi acı bir tebessümle başımı salladım. “Sen benim masalımın başrolü değilsin benden seninkinin. Sen kendi masalından çıkıp benimkine girdin, Gurur. Belki benimle evlenmeseydin bende biriyle tanışacak ve onunla mutlu olacaktım.” Kabul etmemiz gereken tek gerçek buydu.

Akmayan gözyaşlarım beni zorlarken titreyen dudaklarımı araladım. “İkimizin birlikte olduğu bir masal yazılmadı, biz başından beri yanlış bir eşleşmenin kurbanlarıyız.” Ve bunu bize o yapmıştı.

Gurur söylediklerimden sonra uzun süre konuşmamıştı. Dalgın bir şekilde beni izlerken fazla hissiz görünüyordu. Beni haklı mı yoksa haksız mı bulduğunu bilmiyorum ama söylediğim her şeyi düşündüğünü görebiliyordum. Gerginliğe yol açacak bir sessizlikten sonra kararlı bakışlarını bana çıkardı. “Bizim için bir masal yazılmadıysa ne olmuş, Farah? Ben yazarım o zaman.”

Çenesindeki kaslar seğirirken başını ağır ağır salladı. “Kendi masalımdan çıkıp seninkine girdiysem sen artık sadece benimsindir. Benden başka kimse senin başrolün olamaz. Buna izin vermem.”

“Bencillik bu.”

“Siktir etsene, karımı kimseye verecek değilim.”

“Ağzı bozuk herif.”

Kalbimi eritecek bir sıcaklıkta güldü. “Nemrudun nazlı kızı.”

“Uyumak istiyorum.” Dolaptaki pijamalarımı çıkardım. “Sen banyonu yap ben üzerimi değiştireceğim.” Beni başıyla onaylayarak banyoya girdiğinde bu sefer kapıyı kilitlememişti. Sandığının aksine içeri girecek kadar şuursuz değildim çünkü göreceklerime hazır değildim.

Giyinme odasında üzerimi değiştirip mutfağa girdim. Akşam üstü çıkardığım birkaç bulaşığı halledip odaya döndüğümde Gurur yıkanmıştı. Tişört ve eşofman altıyla banyodan çıktığında havluyla sarı saçlarını kurutuyordu. Beni görünce hareketsiz kalıp baştan ayağa beni süzmeye başladı. Üzerimde ince askılı bir atlet ve pamuklu kısa bir şort vardı. Uyumak için rahat bir şeyler giymek istemiştim.

Gurur giydiklerimi fazla açık bulmuş olmalı ki omuzları gerilmişti. Yeşil gözleri yine ilk açık boynumda oyalanmaya başlamıştı. Her gün beni boynumdan öpmeyi alışkanlık haline getirdiği için bugün bunu hiç yapamamıştı. Dudaklarını birbirine sımsıkı bastırdığında kendine hâkim olmaya çalıştığını anladım. Kendini toparlamak için bakışlarını boynumdan çektiğinde bu seferde göğüslerimin çatalı dikkatini çekmişti. Giydiğim atletin yakası çok açık olduğu istemediği birçok şeyle karşılaşıyordu.

Burnundan nefesini sertçe verdiğinde dik göğüslerimin uçları bakış açısına girdi. Geceleri uyurken sütyeni çıkartırdım bu yüzden ince atletten göğüs uçlarım belli oluyordu. Bunu görmek onun gerilmesine neden olmuştu. Yeşil gözlerini düz karnımdan biraz aşağıya kaydırınca kısa şortumu ve çıplak bacaklarımı gördü. Terlemeye başlamış gibi tişörtünün yakasını çekiştirdi. “Git üzerine daha usturuplu bir şeyler giy.”

“Üzerimdekilerin nesi var?”

Alaycı gözlerle baştan ayağa beni süzdü. “Kumaşı yetersiz.” Havluyla işi bitince onu yere atmasıyla kaşlarımı çattım. Bunu görünce gülmemeye çalışarak eğilip havluyu yerden aldı ve banyo kapısından içeri attı. Bir yerden alıp diğerine attı, ne anladım bu işten.

“Pis herif.” Ona söylenerek banyoya girdim. Önce yerdeki havluyu alıp astım daha sonra da burayı topladım. Alt tarafı bir banyo yapmıştı ama her yeri dağıtmıştı. Gerçek anlamda gürültücü ve dağınık bir adamdı.

Odaya döndüğümde Gurur’u yatağımın üzerinde görmeyi beklemiyordum. Elinde benim için seçtiği bir masal kitabı tutarken yatağımın kenarında değil üzerindeydi. Sırtını yatak başlığına yaslayıp ayaklarını uzatırken oldukça rahat görünüyordu. Hesap sorarcasına kollarımı göğsümde birleştirdim. “Neden yatağımdasın?”

Masal kitabını karıştırırken başını kaldırıp bana bakmadı. “Bu gece burada uyuyacağım.” Bunu o da istemiyormuş gibi sıkıntıyla nefesini vererek kitabı kapattı. “Sürekli kanepede uyumaktan sırtım ağrıyor.”

“Peki.” Kanepeye yürüdüm. “Bu gece ben burada uyuyabilirim.”

“O rahatsız edici şeyde bir gece bile uyuyamayacak kadar narin ve nazlısın.”

“Hayır, değilim.”

“Öylesin.” Yatağın boş tarafını gösterdi. “Buraya gel seni hiç rahatsız etmem.” Yastıklardan birini alıp ortaya koydu. “Senin tarafına geçmem.” Bakışlarımdaki kararsızlığı görünce derin bir nefes almıştı. “Sırtım dinlensin diye sadece bir gece yatağında uyuyacağım. Yarın yine kanepeye geçerim.”

“Hayır.” İnatçı bir tutumla buna yanaşmadım. “Ben zor uyuyorum, yatakta kıpırdarsan uyandığımda tekrar uyuyamam.” Bunun için uykudan uyanıp masal okuyarak beni yine uyutmalıydı. Her iki şekilde de sabaha kadar rahat bir uyku çekemeyecekti.

Yatağın büyük bir bölümünü bana bırakıp iyice kenara yanaştı. “Seni rahatsız etmemek için hiç kıpırdamam.”

“Seninle aynı yatakta uyuyamam.” Ona sırtımı dönmüştüm ki gördüklerimle donup kaldım. Masanın üstünde bir buket kara gül ve bir kutu erik vardı. Bir anda kalbim rotasından şaşmıştı. Eve gelirken bunları benim için mi almıştı? İşte bunu beklemiyordum.

Küçük adımlarla yürüyüp kocaman gül buketini kucağıma aldım. Dudaklarımdan oluşan tebessümden habersiz başımı eğip burnumu kara güllerin kadifemsi yapraklarına sürttüm. “Çok güzel,” diye mırıldanırken sesimdeki mutluluğu gizleyemiyordum. Gurur bana ilk kez çiçek almıştı hem de en sevdiklerimden.

Ona döndüğümde beni izlediğini gördüm. Şaşırmış ve biraz da etkilenmiş bir halde dudaklarımdaki tebessüme bakıyordu. Bir buket gülün beni bu kadar mutlu etmesini beklemiyordu. Gülleri göğsüme bastırdığımda gülüşüm genişledi. “Benim için mi aldın?”

“Özellikle sana bir şey almadım.” Yalandan öksürerek boğazını temizledi. “Kırmızı ışıkta beklerken bir kadın bunları bana satmak için çok ısrar etti.” Masal kitabını yan tarafına bırakıp umursamaz bir ifadeyle omuzlarını silkti. “Fazla anlam yükleme istemeyerek aldığım bir şey.” Yalan söylediğini biliyordum. Kırmızı ışıkta beklerken bir kadının en sevdiğim güller ve sevdiğim eriklerle onun camına vurduğuna kim inanırdı ki.

Gülleri masaya bırakıp yanına gittim. Yatağın üzerine çıkıp aradaki yastığı çekerek ona doğru emekledim. Dibine kadar girip karnının üzerine oturduğumda sertçe yutkunmuştu. Bacaklarımı iki yana açarak üstüne çıkmamı beklemiyordu. Üzerine eğildiğimde nefes dahi almadan beni izliyordu. Yüzlerimizi aynı hizaya getirip gözlerimi onun yeşillerine kenetlediğimde hâlâ tebessüm ediyordum. “Teşekkür ederim,” diye fısıldayıp dudaklarımı yanağına bastırdım. Tüm vücudu kasılmıştı.

Sağ yanağına küçük bir öpücük kondurup başımı çektiğimde hayretler içinde kalarak beni izliyordu. “Tüm bu mutluluk küçük bir çiçek için mi?”

Gülümsedim. “Ve erikler.”

Yakışıklı yüzü sertleşmişti. “O şeyleri yanımda yemiyorsun.” Gülüşüme engel olamadım. Eriğe tiki vardı ama ben seviyorum diye her seferinde bana alıyordu.

“Nereden geldi aklına bana onları almak?” Bir sebebi olmalıydı.

Hatırladıklarıyla yüzündeki tüm kan çekilirken keyfi kaçmıştı. “Kâbus,” diye mırıldanırken bundan bahsetmek bile canını sıkıyordu. “Sabaha karşı kriz geçirmeme sebep olan şey gördüğüm bir kâbustu.”

“Ne gördün rüyanda?”

Susup bakışlarını kaçırdığında bunun hakkında konuşmak istemediğini anladım. Elimi uzatıp ürkekçe onun yüzüne dokunmaya başladım. “Bana her şeyi anlatabilirsin, Gurur.” Onu rahatlatmak için parmaklarım yanağına sürtünürken ona tebessüm ettim. “Ben senin karınım, her şeyi konuşabilmeliyiz. Seni üzen, canını yakan şeyleri benimle konuşmaktan çekinme.”

Gözlerinin içine bakıp yumuşak bir sesle konuştum. “Bu Leyla’yla ilgili olsa bile bana anlatabilirsin.” Kendini bana kapatmasını istemiyordum.

İç çektiğinde yanılmadığımı anladım. Gördüğü kâbus Leyla’yla ilgili olduğu için bunu benimle konuşmaktan çekiniyordu. Ne de olsa ben onun karısıydım ve bana sevdiği kadından bahsedemezdi. Bu kadarını yapmayacak kadar düşünceliydi. Avuç içimi onun yeni çıkmaya başlayan kumral sakallarına bastırıp, “Sorun değil,” dedim yatıştırıcı bir sesle. “Leyla’nın sendeki değerini zaten biliyorum.” Canımı yaksa da bu kabullendiğim bir şeydi.

Yüzünde gezinen parmaklarım sinirlerini yatıştırıyor olmalı ki gevşemeye başlamıştı. “Rüyamda benden yardım istiyordu.” Sıkıntılı bir sesle konuşup beni gösterdi. “Sende öyle, Farah.” Rüyasında Leyla ve beni görmüştü. Hayatındaki iki kadın aynı rüyada buluşmuştu.

Devam etmesi için kendini toparlamasın bekledim. Rüyanın detayları zihnini istila ederken bakışları iç karartıcıydı. “Leyla’yla aynı yerde ama farklı köşelerdeydiniz. Bir ateş çemberinin ortasındaydınız ve ben aranızda bir yerde duruyordum.” Burnunun direği sızlamışçasına sesi kısılmıştı. “İkinizde benden yardım istiyordunuz.”

İçim yandı.

Kurtardığı kişi ben değildim, değil mi?

O çiçekler ve erikler mahcubiyeti içindi.

Elimi onun yüzünden çekerken alınganlık yapmamaya çalıştım. “Gurur,” diye mırıldandım zorlama bir sesle. “Hangimizi kurtardın?”

Gözlerimin içine bakmaktan güçlük çekti. “Leyla’yı.”

“Ve beni o ateşin içinde bıraktın, öyle mi?”

İçli bir sesle konuşup başını iki yana salladı. “Leyla’yı kurtardım ama seninle yandım, Farah.”

“Yalancı.” Sesimde bakışlarım gibi küskündü. “Beni avutmak için yalan söylüyorsun.”

“Yalan değil.” Topuzumdan boynuma sarkan saçlarımı enseme ittiğinde bakışları fazla düşünceliydi. “Leyla’yı kurtardığımda onunla gitme şansım vardı ama bunu yapamadım.” Elini çekmediği için parmakları ince boynumda geziniyordu. Dokunuşunun bana nasıl hissettirdiğini tahmin bile edemezdi. “Senin için döndüm.”

“Ve benimle yandın?”

Yorgunca gözlerini yumup başını ağır ağır salladı. “Belki seni kurtaramadım ama seninle yandım, Farah.”

“İnanması güç.”

“Neden?”

“Çünkü sen ateşten korkarsın, Gurur.” Yumduğu gözlerini açtığında burukça ona gülümsedim. “Korktuğun ateşin içine benim için atlamazsın.”

Yüzümü seyrederken hiçbir şey söylemedi ama gözleriyle beni yalanlıyordu. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama güzel bakıyordu. Kaybetmekten ölesiye korktuğu bir şeye bakar gibiydi bakışları. “Hiç anlamıyorsun değil mi?” Sesi pütürlüydü.

“Neyi?”

“Peşinden cehenneme bile geleceğimi.” Soğukça gülümsedi. “Ve orada korktuğum her şey var.” Boğazım düğümlendiğinde nefes alamadığımı hissettim.

“Rüyanın anlamı-”

“Biliyorum.” Beni susturarak nefesini koyuverdi. Bir kez daha gözleri gözlerime kenetlendi ve orada gördüğüm şey kalbimi eritiyordu. “Leyla’yı yaşatırım ama seninle ölürüm, Farah.” Ciğerlerine hapsettiği nefesi burnundan verdi. “Rüyanın anlamı bu.” Bir gün onu sevmeye ne zaman başladığımı sorarsa… Ona bu geceden bahsedecektim.

Masum sayılacak gözlerle onu izlerken başımı omzuma doğru yatırdım. “Birlikte olunca yanacak mıyız?”

Kendini tutamayıp güldü. “Sen yanmaktan ne anlarsın ki el kızı,” diye dalga geçti benimle. “Nasıl can yaktığını yanmayan biri bilemez.” İçim acımıştı çünkü o bunu iyi biliyordu.

“Ama sen biliyorsun.”

“Evet.”

“Ve benim için o ateşin içine atladın?”

“Devamında bir aşk itirafı gelecekse, bavullarımı toplamam için kalk üzerimden.” Kahkaha attığımda gülüşüm onu da güldürmüştü. Birbirimizle uğraşmayı seviyorduk.

Yerimden kıpırdanarak, “Kalkayım bari,” dediğimde kaşlarını dalga geçercesine yukarı kaldırdı. “Emin misin?” Bakışları hınzırdı. “Yerini sevmiş gibisin.”

“Karnına oturarak nefesini tıkadım dimi?” Ona rahat nefes aldırmak için biraz aşağıya kaydığımda kısık bir sesle küfretmişti. “Sikeyim!” Sesi gırtlağından çıkacak bir kalınlıktaydı. Ne yaptığımın farkında değilmiş gibi davrandığım için şaşkınca, “Ne oldu?” diye sordum. Aşağıya kayarak kasıklarının üzerine oturmuştum.

Bacaklarımı biraz daha ayırarak iyice üzerine yerleştiğimde Gurur sıktığı dişlerinin arasından hırıltıyla karışık bir ses çıkarmıştı. “Neye sebep olduğun hakkında bir fikrin yok!” Belimi kavrayıp hareketlerimi kısıtladı. “Kıpırdama.”

Alıngan bir ifadeyle suratımı astım. “Sen rahat nefes al diye uğraşıyordum.” Alt tarafı işaret ettim. “Bir şey batıyor bana, nedir o?”

“Başlayacağım böyle işe!” Dişlerini sıktığında şakaklarındaki damarlar nabız gibi atmaya başlamıştı. “Bunu sana açıklayamam.”

Anlamayan gözlerle ona bakıp, “Neden?” diye sordum safça. Bacaklarımın arasını zorlayan sertliğini hissediyordum. “Altımda bir şey bana batıyor, nedir o?”

Gözlerinin yeşili koyulaşırken nefes alışları hızlanmıştı. Onu kışkırtıp tahrik ettiğimi yeteri kadar gizleyemiyordu. Bunu saklamaya çalıştığını da sanmıyordum çünkü ona yaptığım şeyin ne anlama geldiğini bilmediğimi düşünüyordu. Kararan gözlerle beni izlerken uzanıp gözlüğümü çıkardı. Gözlerimi tüm çıplaklığıyla görmek ister gibi gözlüğü yan tarafa atmıştı. Eli bir kez daha bana uzandı ve bu sefer topuzumdaki kalemi çekip aldı.

Saçlarım dalgalanarak çıplak omuzlarıma döküldüğünde Gurur’un nefesi kesilmişti. Bacaklarımın arasını zorlayan sertliğini daha yoğun hissettim. Gerçek anlamda uyarılmıştı. Büyülenmiş gözlerle beni izlerken eli boynuma sürtünerek bir tutam saç buklemi avuçları arasına aldı. Saçlarımın yumuşak dokusunu sevmiş gibi avucundaki saçımı okşuyordu. “Farah,” diye mırıldandığında saçımı parmağına dolamıştı. “Merak ediyor musun?”

Bana olan bakışları ve altımdaki sertliği nefesimi kestiği için aldığım hızlı solukların arasından, “Neyi?” diye sordum güçlükle.

Parmağını çektiğinde saçım bukle şeklinde omzuma düştü. Gurur’un kor gibi yanan eli yüzüme uzandığında gözleri yoğun bir şekilde dudaklarımda oyalanıyordu. “Öpülmenin nasıl bir his olduğunu?” Midem kasılmıştı. Evet, dersem beni öper miydi?

Parmaklarının tersiyle yanağımı okşayarak elini dudaklarıma kaydırdı. Parmak uçları dudaklarıma sürtündüğünde irkildim. Çenemi kavradıktan sonra baş parmağı alt dudağımı okşamaya başlayınca bedenimdeki ısı artmıştı. Gurur beni öpmek istiyordu. Derimin altı yanmaya başladığında benden cevap beklediğini biliyordum. Konuşmak için kendimi zorladım. “Bilmem.” Onun üzerinde adeta kuş gibi titriyordum. “Daha önce kimse beni öpmedi.”

Deneyimsizliğimden büyük bir haz aldığını gözlerinde oluşan o vahşi parıltıdan anladım. Diline dolayıp sürekli benimle uğraşıyordu ama aslında bu konularda bilgisiz biri olmamdan büyük bir keyif alıyordu. Bunu gizlemek için tam tersi şeyler söyleyip sinirlerimi bozduğunu artık biliyordum. Bana dokunacak ilk erkek olmanın ona verdiği hazzı iyi saklıyordu. Bazı anlarda her şeyiyle ilkim olmak istediğini gözlerinden görebiliyordum. Ve bu da o anlardan biriydi.

Baş parmağı öpmek istediği dudağımı okşarken göğüs kafesi balon gibi şişip inmeye başlamıştı. Kendini tuttukça vücudundaki ısı artıyordu. Alnında biriken ter damlacıklarını görebiliyordum. “Söyle.” Gittikçe daha fazla koyulaşan gözlerini dudaklarımdan ayırmıyordu. “Bunu isteyip istemediğini bana söyle.”

“Ya evet dersem?”

“Evet dersen…” Boğuk bir sesle konuştuğunda ona teslim olmak üzereydim. “Seni hemen şimdi burada öperim.” Titreyişlerim iki katıyla artmıştı.

Nefes almak için daha fazla alana ihtiyacım vardı çünkü Gurur’un bakışları bana ait olan tüm alanı işgal etmişti. Utangaç gözlerle onu izlerken, “Şey…” diye bir şeyler geveledim. “Bu yanlış olmaz mı?”

Beni altına almamak için müthiş bir çaba gösterirken bir türlü gözlerini dudaklarımdan ayıramıyordu. “Neden yanlış olsun, sen benim karımsın.”

Oynadığım rolü ustaca sürdürerek gözlerimi masumca kırpıştırdım. “Evli insanlar yapar mı böyle şeyler?”

“Daha fazlasını yaparlar.”

“Neleri mesela?”

“Şu anda sana yapmak için çıldırdığım her şeyi.” Gerçek anlamda lafını hiç esirgemiyordu.

Dişlerimi alt dudağıma geçirip kirpiklerimin altında cilveli bir edayla onu süzdüm. “Neyden bahsettiğini anlamam için belki de bana göstermelisin.” Onu olduğundan daha çok kışkırttığımın bilincinde olarak, “Bana bilmem gereken her şeyi öğret,” diye fısıldadım.

Bunu yapmaya can atıyormuş gibi tam dudaklarımızın arasındaki mesafeyi kapatacaktı ki, aklına kimin kızı olduğum gelmişti. Bana sahip olmak için değil, babamdan intikam almak için benimle evlendiğini hatırlayınca nefesini sertçe verdi. Beni öperse geçmemesi gereken tek sınırı geçerdi. Bu olduğunda amacından sapabilirdi. İntikam duygusu bana sahip olmaktan daha büyük olduğu için bana dokunamazdı. Yaşadığım hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak onun üzerinden çekildim. Bana engel olmamıştı.

Her şeyimle kendimi ona vermeye hazırdım ama beni istememişti. Ne kadar kırıldığımı gizlemek için birkaç kez derin derin nefesler aldım. Bir kez olsun bana bakmadan yataktan çıkıp kanepeye uzanmıştı. Benimle aynı yatakta yatarsa kontrolünü kaybedeceğini bildiği için sırtı ağrımasına rağmen kanepeye yatmıştı. Masal kitabını açtığında yatağımın kenarına oturmak yerine orada bana masal okuyacaktı.

Öyle de yapmıştı. Külkedisi masalını bana okumaya başladığında sessizlik içinde onu dinlemiştim. Gurur’un yüzünün her zerresini izlerken bu sefer bir gram uykum gelmemişti. Yakışıklı yüzünü izliyor, sesini dinliyordum ama buna rağmen uyuyamıyordum çünkü kokusu eksikti. Yatağımın kenarına otursaydı kokusunu soluyup daha hızlı uyurdum. Kokusunu yeteri kadar almadığım için bir türlü uyuyamıyordum.

Masalın sonuna gelmek üzere olduğunu anlayınca hemen gözlerimi yumdum. Başını çevirip bana baktığında uyuduğumu düşünmeliydi. İki dakika sonra kitaptaki son cümleleri söyleyerek Külkedisi masalını bitirmişti. Onun olduğu taraftan gelen kıpırtıları duyduğumda bile gözlerimi hiç açmadım. Uyuyormuş gibi düzenli nefesler alıp gözlerimi kapalı tutuyordum. Gurur derin bir nefes alıp ışığı kapattığında yaklaşan adım seslerini duydum.

Yatağımın kenarının çökmesiyle hemen yanıma oturduğunu anladım. Şükürler olsun ki ışığı kapatmıştı yoksa titreşen kirpiklerimden uyumadığımı anlayabilirdi. Parmaklarını yüzümde hissedince tepkisizliğimi korumak için kendimi zorladım. Eli yanağımda gezindiğinde dokunduğu her yerde bir yangın başlatıyordu çünkü Gurur bir ateşti. Vücut ısısı bile normal bir insanın çok üstündeydi. O hep korktuğu ateşin ta kendisi olduğunu bilmiyordu.

Ben her uyuduğumda bunu yapıyor muydu, bilmiyorum ama eli uzun süre yüzümde ve saçlarımda gezinmişti. Tüm bu süre zarfında düzenli nefesler alıp uyuyormuş gibi rol yapıyordum. “Bir konuda haklıydın,” diyen mırıltısını duydum. “Biz seninle farklı hikayelerin kahramanlarıyız.”

Nefesini yorgunca verdiğinde parmakları yanağımda hareketsiz kalmıştı. “Ama sorun şu ki ben senin masalında olmayı daha çok sevdim.” Omurgama soğuk bir his yayıldı. Gurur bana alışmaya başlamıştı.

“Farah,” diyen mırıltısı içliydi. “Seninle normal şartlarda tanışmayı çok isterdim. Belki o zaman senin masalının başrolü ben olabilirdim.” Uzanıp dudağımın kenarına küçük bir öpücük kondurduğunda dudağımın çukuru sanki onun sınırıydı.

Ben uyuduğumda sık sık benimle konuştuğunu düşünmeye başladım çünkü Gurur bunu ilk kez yapmıyor gibiydi. “Senden başkasına masal okursam bu işin biteceğini söylemiştin.” Yüzümdeki eli boynuma kaydığında nefes alışlarımı belli bir düzeyde tutmaya çalıştım.

Gurur beni uyandırmaktan çekinirken parmak uçlarını hafifçe boynumun çukuruna batırdı. “Burası benim sığınağım, Farah. Okuduğum masallar sana özelse boynunda benim özelim, benim derin mevzum.” Sadece boynuma dokunmak bile onu rahatlatıyormuş gibi sesi kulağa huzurlu geliyordu. “Benden başkasına boynunu öptürürsen asıl o zaman bu iş biter.”

Yüzünü boynuma yaklaştırdığında ılık nefesini tenimde hissettim. Kendi alanını mühürlemek ister gibi boynumu öpmüştü. Dudaklarını boynuma bastırdığında rol yapmaktan güçlük çektim. Neyse ki bu sefer öpücüğünü kısa tutmuş ve yatağımın kenarından kalkarak benden uzaklaşmıştı. Biraz daha kalsaydı kesin yakalanırdım.

Gurur’un gölgesinden pencereye yürüdüğünü gördüm. Camdan dışarıya bakarken saatin geç olmasını umursamadan telefonunu çıkartıp birini aradı. Hiç kıpırdamadan yatakta yan bir şekilde yatarken sırtıyla bakışıyordum. Ayın aydınlattığı odada bu kadarını görebiliyordum. Bana doğru dönerse gözlerimi kapatırım ama şu an için pencereden dışarıyı izliyordu.

“Hazırlıklar nasıl gidiyor, Ali?” diyen sesi kısıktı. Uyuduğumu düşündüğü için beni uyandırmamak için fısıltılı bir sesle konuşuyordu. “Güzel.” Duyduklarının memnuniyetiyle mırıldandı. “Her şey plana uygun giderse haftaya perşembe Tozluların saltanatını yıkıyorum.” Odadaki oksijen bir anda benim için yetersiz gelmeye başlamıştı. Ne dediğinin farkında mıydı?

Hiç kıpırdamadan onu can kulağıyla dinlemeye başladığımda, “Hayır!” diyen sesi kızgın çıkmıştı. “Sevkiyata katılan kimseyi sağ bırakmayacağız. O piçi iflasın eşiğinden kurtaracak tek şey beklediği tırlar. Mallar eline geçmediğinde iflasını duyurmaktan başka çaresi kalmayacak. Tırların güvenliği için büyük bir ekip ayarlayacağını biliyorum. Tüm adamlarını öldürüp tırlardaki malları ele geçireceğiz.” İliklerime kadar acıdım. Neyden bahsediyordu? Babam iflasın eşiğinde miydi?

Ve onu iflasa sürükleyen kişi Gurur muydu?

Onu ailem konusunda uyarmıştım!

Parmaklarım avuç içime doğru büküldüğünde yumruğumu sıkarak vücudumu istila eden öfkeye karşı koydum. Bu yataktan çıkıp öfkemi yüzüne karşı haykırmayı her şeyden çok istesem de bunu yapamazdım. Bu aptalca bir hareket olurdu. Bir şey yapmadan önce iyi düşünmeli ve en doğru stratejiyi bulmalıydım. Anladığım kadarıyla bahsettiği sevkiyat haftaya perşembe günü yapılacaktı. Bu demek oluyor ki olanları anlayıp harekete geçmek için bir haftam vardı.

Ailemi öylece bitirmesine izin vermeyecektim.

Dişine göre bir rakip yok sanıyorsa yanılıyordu.

***

Dün Gurur uyuduktan sonra gece lambasını açıp kendimi sarkaçla uyutmuştum. Son duyduklarım uykuda bile beni huzursuz ettiği için uyumam uzun sürmüştü. Sabah erkenden uyandığımda Gurur kanepede değildi. Çatı katındaki her odaya bakmıştım ama burada değildi. Kim bilir yine nereye gitmişti açıkçası umurumda da değildi. Dün gece duyduklarımdan sonra bir süre gözüme görünmese iyi ederdi.

Mutfağa baktığımda onu bulamadım ama harika bir kahvaltı masasıyla karşılaştım. Saat henüz yediydi, evdekiler bu saatte kahvaltı yapmazdı ama Gurur erkenden uyanıp bizim için güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Diğerleriyle aynı masaya oturmaktansa burada benimle yemeyi tercih ediyordu. Derin bir nefes alıp mutfaktan çıktım. Dün gece duyduğum konuşmalardan sonra bizim için hazırladığı kahvaltı masası bile keyfimi yerine getirmiyordu.

Yüzümü yıkadıktan sonra pofuduk terliklerimi giyip odamdan çıktım. Bir kat merdiven indiğimde alt katın basamaklarında Gurur ve Seçil’i gördüm. Aramızdaki mesafeden dolayı ne konuştuklarını duyamıyordum ama kuzenimin söylediği bir şey Gurur’u güldürmüştü. Seçil’e gülecek kadar hoşuna giden şey neydi?

Babamın işlerini sabote ettiğini öğrendiğimden beri Gurur’a olan sempatim azalmıştı. Tersimden uyanmış gibi çatacak yer arıyordum. Ne yazık ki bir süre daha aptalı oynayıp gerçekleri bildiğimi gizlemeliydim. Nasıl bir yol izleyeceğime karar verene kadar Gurur benden şüphe etmemeliydi. Yüz ifademi düz tutmaya özen göstererek yürüdüm.

Basamakları inerken adım seslerimden beni fark ettiler. Beni görünce Gurur’un ifadesinde değişen bir şey olmadı ama Seçil’in tadı kaçmıştı. Kuzenim bana gülümsemek için kendini zorlayıp, “Günaydın, Farah,” dediğinde sırf Gurur burada diye dost canlısı görünmeye çalışıyordu.

“Sana da günaydın, Seçil.” Sakince konuşup uyuşuk adımlarla merdiveni inmeye devam ettim.

Seçil üzerimdeki ince ve kısa şeyleri görünce kaşlarını çatmamak için üstün bir çaba gösterdi. Evliliğimizin sahte olduğunu çok iyi bildiği için Gurur’u baştan çıkarmak için böyle giyindiğimi düşünüyordu. Gurur’u baştan çıkarmak istesem böyle giyinmezdim. Seçil gözlerini üzerimdeki ince atlet ve kısa şorttan ayırmadan, “Geceleri böyle mi uyuyorsun?” diye sordu kınarcasına. Keşke Gurur’a olan hislerini daha iyi gizleyebilse, o zaman her şey daha kolay olurdu.

“Gece kocamın yatağına girerken nasıl giyinmemi bekliyorsun, Seçil? Çarşafla mı?” Gurur’u afallatan sözlerim Seçil’i bozguna uğratmıştı. Bir şeyler geveleyip, “Hava soğuk,” demeyi başardı. “Gece üşütürsün diye demiştim.” Beni düşünüyormuş gibi davranması yok muydu, çıldırma sebebimdi.

“Biz geceleri üşümüyoruz.” Merdiveni pat pat inerken her sözümle Gurur’u şaşkınlığa sürüklüyordum. “Hatta terliyoruz,” dediğimde Gurur kısık sesle bir küfür savurmuştu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmeden kafama göre konuştuğumu düşünüyordu. Müstehcen imalardan bulunmayacak kadar saf olduğumu sanıyordu.

“Eee?” dedim kollarımı göğsümde birleştirerek. “Siz ne konuşuyordunuz?”

Gurur alaycı gözlerle bana bakıp derdimin ne olduğunu anlamaya çalıştı. “Hesap mı vereceğiz?”

Dün gece duyduğum şeylerin siniriyle dik dik ona bakıyordum. “Vermez misin?”

Umursamaz bir hareketle omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ben kimseye hesap vermem, Nemrudun Kızı.” Hemen devamında gözleriyle beni işaret etti. “Ama hesap soran karımsa veririz evelallah.” Bu sözlere heyecanlanmamalıydım ama hızlanan kalbim söz dinlemiyordu.

Gurur’un her konuda bana karşı alttan alması Seçil’in hiç hoşuna gitmiyordu. Bana iyi bir ders vermek için gözlerimin içine baktı ve yüzüne yapmacık bir gülümseme kondurdu. “Sen gelmeden önce ne konuştuğumuzu sormuştun, değil mi?” Benden intikam alır gibi üzerindeki elbiseyi gösterdi. “Gurur’a bu elbisenin bana yakışıp yakışmadığını soruyordum.”

Yerimden rahatsızca kıpırdandım. “Gurur ne anlasın kadın kıyafetinden, bunu neden ona soruyorsun?”

Seçil’in gözlerinin ardından şeytani bir parıltı geçtiğinde dudağının köşesi kıvrıldı. “Çünkü bu elbiseyi o bana aldı.” Havadaki atmosfer bir anda değişmişti. Ona bu elbiseyi Gurur mu almıştı?

Hesap soran bakışlarım Gurur’u bulduğunda baktığı kişi ben değildim. Rahatsız gözlerle Seçil’e bakıp neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Seçil’in kızıl saçlarını ortaya çıkartan kısa elbisenin bordo rengi dikkatimi çekmişti. Midem fokurdamaya başladı. Resim sergisinde giymem için Gurur’un bana gönderdiği elbise de bordoydu. Aynı renkten bir elbiseyi Seçil için de aldığını daha yeni görüyordum. Mide bulantımı bastırmaya çalışırken ağzımda acı bir tat oluşmuştu.

“Ne zaman?” Bunu sorarken gözlerim Seçil’in dudaklarındaki pembe rujundaydı. Gurur nereye baktığımı görünce yüzündeki tüm kan çekilmişti. Yanlış bir fikre kapılmama engel olmak için başını iki yana sallayınca bakışlarımı ondan çektim. Seçil’e üzerindeki elbiseyi gösterdim. “Bunu sana ne zaman aldı?”

Gözlerimin içine sırıtarak bakıp, “Dün aldı,” deyince bir hışımla yukarı çıkmaya başladım. Hızlı adımlarla merdiveni çıkarken Gurur’un, “Farah bekle!” diyen endişeli sesini duydum ama onu dinlemedim. Adi herif!

Az önce ikisini gülüşürken gördüğümde aynı evin içinde yaşadığımız için buna bir anlam yüklememiştim. Fakat bu olanlar benim için çok fazlaydı. Bana aldığı elbisenin bir benzerini Seçil’e de almıştı ve gömleğindeki ruj izi… Midem bulanıyordu. O ruj Seçil’e ait olabilir miydi? Ben dün tüm gün evde onun yolunu gözlerken o kuzenimle birlikteymiş!

Bana Melek’in onu öptüğünü söylediğinde ona inanacak kadar aptaldım! Çatı katına çıkıp odama yeni girmiştim ki Gurur peşimden gelmişti. Arkadan bana yaklaşıp kolumu tutarak, “Farah dinle-” demişti ki ona döndüğüm gibi yüzüne çok sert bir tokat attım. Attığım tokat onun yanağını yakmıştı ama benim içimi acıtmıştı.

Donup kaldım.

Ona vurmuştum.

Tokadın şiddetiyle başı omzuna düştüğünde neye uğradığını anlamadı. Ona vurduğum elim sızlarken gözlerimden süzülen bir damla yaş yanağımı ıslatmıştı. Bu tokadı ona ne için attığımı bilmiyordum ama bunu hakkettiğini biliyordum. Dün gece duyduklarım beni tetiklemiş olabilirdi ya da az önce Seçil’in söyledikleri… Emin olduğum tek şey ona bu tokadı atmak için çok geç kaldığımdı.

Beni kaçırıp evliliğe zorlaması, onun yüzünden saldırıya uğrayıp bir ayımı komada geçirmem ve korkudan kendimi üç yıl eve hapsetmem… Gurur’un bana verdiği zararların haddi hesabı yoktu. Bir tokat onun yaptıklarının karşılığı olamazdı. Bana yaşattığı onca şeyden sonra evime yerleşip babamı iflasın eşiğine getirmişti. Bu da yetmezmiş gibi kuzenimle düşüp kalkıyordu! Ondan hiç bu kadar midem bulanmamıştı.

Ona vurmamı hiç beklemediği için şaşkınlığı üzerinden atması biraz zaman almıştı. Nihayet olanları kavrayınca çatık kaşlarla bana döndü. Çenesinden bir kas seğirdiğinde bana kızmaya hazırlanıyordu ki ıslak gözlerim onu durdurdu. Beni ağlarken görmek Gurur’un en nefret ettiği şeylerin başında geliyordu. “Siktir!”

Ona attığım tokadı sindirmeye çalışarak birkaç kez derin derin nefesler aldı. “Hiçbir şey sandığın gibi değil!” Sıktığı dişlerinin arasından hırlarcasına konuşmuştu. “Bir şey yapmadan önce dinlemeyi öğren.” Bana doğru bir adım attığında irkilerek geriye çekildim. Bunu görünce beni korkuttuğunu anlayıp hemen durmuştu. Ona vurmama rağmen tek düşündüğü beni ürkütmemekti.

Beni olduğumdan daha fazla korkutmamak için sinirli ifadesini yumuşatmak için kendini zorladı. “Siz iki kuzenin birbirinizle ne alıp veremediği var, bilmiyorum ama saçmalamayı bırak.”

Ayıplar gibi bana bakarken olanlara inanamıyor gibiydi. “O senin kuzenin, Farah ve bende onun eniştesiyim!” Kaşları çatıldığında onu hayal kırıklığına uğratmışım gibi bakıyordu. “İkimizi birlikte düşünecek kadar bozuk bir zihniyette misin!” Kulaklarımda bir basınç oluştuğunda kızgın sesini uğultular arasında duyuyordum. Beni mi suçluyordu? Seçil onu takıntı haline getirmişken zihniyeti bozuk olan ben miydim?

Kuzenimin ona olan duygularından haberi bile yoktu! Bu durum midemi o kadar çok bulandırıyordu ki bunu en yakınımdakilere bile söylemeye utanıyordum. Kuzenim kocamdan hoşlanıyordu, yüzüm kızarmadan bunu kendime bile söyleyemiyordum. Titreyen bir elle akan gözyaşımı hızlıca sildiğimde suskunluğum onu çıldırtıyordu. Korkunca hemen içime kapanırdım.

Sessizliğim onu iyice delirttiği için parmaklarını kızgınlıkla saçlarının arasından geçirmişti. “Bir şey söyle!” Böyle susmam onu sinirlendiriyordu çünkü hiçbir zaman karşısına geçip ona sesimi yükseltemez veya onunla ciddi bir tartışmanın içine giremezdim.

Tek kelime etmeden küçük adımlarla banyoya yürüdüm. Bunu yaparken bakışlarını sırtımda hissediyordum ama dönüp ona bakmadım. İçeri girip kapıyı sakince kapatıp kilitledim. Hep olduğu gibi saniyeler içinde bağırıp ona kızacağımı düşündü ama bunu da yapmamıştım. “Boşanmak istiyorum.” Sesim önce fısıltıyla çıkmıştı ama daha sonra yüksek bir sesle, “Senden kurtulmak istiyorum!” diye haykırdım boğazımı kanatırcasına. “Git artık buradan, bizi rahat bırak!”

Elime geçen her şeyi duvara, aynaya ve kapıya fırlatırken delirmiş gibiydim. Babamı iflasın eşiğine getirerek bana yaşattığı çaresizlik hissinden nefret ediyordum. Onun tıraş losyonunu lavabonun aynasına atıp aynayı paramparça ederken, “Artık çık hayatımızdan, uzak dur bizden!” diye bağırdım ağlayarak. “Elinin değdiği her şeyi yakıp yok ediyorsun!” Babamı bitirecekti.

Kemiklerime kadar kırılmışken tükenmeye başladığımı hissediyordum çünkü beni tüketmeye başlamıştı. “Sen kalpsizin tekisin, Gurur Kalender!” Sıktığım sabunu kapıya attım. “Seni önemseyen insanlara bile zarar verecek kadar acımasızsın!”

Bana burada sinir krizleri geçirtmişken kapının diğer tarafında, “O dağıttıklarını ben toplamayacağım,” diyen keyifli sesini duydum. Bir de eğleniyor muydu? Onun gibi bir şeyleri kırıp dökmem hoşuna mı gitmişti?

“Defol git evimden aşağılık herif!”

“Yavaş! Çok hızlı gidiyorsun kafamın tasını attırmadan o frene bas biraz.”

“Siktir git!” diye bağırdığımda önce küçük bir sessizlik yaşandı ama daha sonra gülüşünü duydum. “Gel bunu bize söyle diye sana o kelimeyi öğretmedik herhalde. Gerçi ağzına da yakışmıyor değil.” Çıldıracaktım. Ne söylersem söyleyeyim zerre kadar keyfini bozmuyordu.

“Git evimden!”

“Beni kovuyor musun?”

“Evet!” diye bağırdım sinirle. “Git evimden!”

“Sana kötü bir haberim var, ben istemediğim sürece bu evden gitmem.”

“Sana daha da kötü bir haberim var!” diye bağırdım sinirle. “Bugün açıyorum o davayı!”

Kapıya öyle bir vurdu ki kapı menteşelerinden zangırdadı. “Buna kalkıştığın an babanın kellesini sana bir kutuda gönderirim!”

Buna inanmak istemeyerek başımı iki yana salladım. “Yapamazsın.”

Kendinden emin o kararlı sesini duydum. “Neler yapabileceğimi hayal dahi edemezsin, Farah Kalender!” Bilerek soyadını vurgulayarak söylemişti. Artık bir Kalender olduğumu kafama sokmak ister gibi bunu yapmıştı.

Gözlerimden durmaksızın yaşlar akarken bana ve babama yaşattıkları için, “Senden nefret ediyorum,” diye hıçkırdım. “Senden gerçekten nefret ediyorum!”

“Siktir etsene, sen kimseden nefret edemezsin.” Haklı olabilirdi ama böyle devam ederse nefretimi kazanan ilk kişi olacaktı.

“Karının yanına başka bir kadının ruj iziyle gelecek kadar arsız ve rahatsın!”

Kapının diğer tarafında aldığı sıkıntılı solukları duydum. “Melek öptü deyim neden anlamak istemeysun!”

“Sana inanmıyorum!” Sinirden buradaki her şeyi dağıtmaya başlamıştım. Ona olan hıncımı çıkartmak için onun eşyalarını alıp kapıya fırlatıyordum. “Gömleğindeki pembe rujun aynısını Seçil’de sürüyor!”

“Sikeceğum artık o pembe ruju!” diye gürledi kızgınlıkla. “O renkte ruj süren bir tek Seçil mi varidur?”

Tıraş setini dolaptan çıkartıp çantasıyla birlikte kapıya attım. “Ona da elbise almışsın hem de benimkiyle aynı renkte!” Yürüyüp sıktığım elimi kapıya geçirdim. “Kiminle ne yaptığın umurumda değil, bana saygı duymak zorundasın!” Kapıya vurduğum elimin acısını hissetmeyecek kadar sinirliydim. “Kimse Ümit Tozlu’nun kızını aldatamaz! Kime kendini öptürdüysen ona git aşağılık herif!”

“Farah senun o zamansız duran beynini sikeyim!” Küfürler savurarak, “Dinle ula!” diye bağırdı. “Kriz geçirdiğumde kan içindeydum! Karun beni evune götürüp kıyafetlerinden verdi.” Bu tartışmayı sonlandırmak için bana açıklama yapmaya başlamıştı. “Giyemeyim bir başkasinun kıyafetuni, bu yüzden dişari çiktum.”

Sesimi kıstığımda olanları daha rahat anlatmaya başladı. “Mağazada kuzeninle karşilaştum ama bu sandiğun gibi planli değildu. Onin yeşil bir kıyafet baktuğuna eminim ama daha sonra oni bırakip bordo olani aldi. O yanıma gelduğunde ben kasada alduklarumi ödeyidim. Kuzenin olduğu için elbiseyi kendi hesabumdan geçirttum. Aşağıda niye öyle demiştur, bilmeyim ama ona özellukle bir şey almadum. Elbisenun parasını ödedum hepsi budur da!”

Ona inanmaya başlamıştım ama anlattıkları beni mutlu etmek için yeterli değildi. Öfkelenmemin tek sebebi Seçil’in yalanları değildi. Dün gece Ali ile yaptığı telefon görüşmesi sakinleşmeme izin vermiyordu. “Git buradan!” Arkaya doğru adımlar atarken kapıya vurduğum elimin sızısını daha yeni hissetmeye başlamıştım. “Seni daha fazla görmek istemiyorum!”

“Gideceğum ama akşam gelduğumde sakinleşsen iyi edersun çünkü mantıklı davranmayisun!” Benimle daha fazla tartışmak istediği için ondan istediğim şeyi yapmıştı. Otuz saniye içinde dış kapının çarpan sesini duymuştum. Babama yaptıklarından sonra onu görmek dahi istemiyordum. Tüm bu öfkemin sebebi Seçil ile olan yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyordu. Beni bu hale getiren asıl şey babama yaşattığı şeylerdi.

Umarım hiç geri dönmezdi.

Yorumlar