Gurur’la yaşadığımız o tartışmadan sonra uzun süre kendime gelememiştim. Toparlanmam düşündüğümden daha fazla zamanımı almıştı. Evdeki kimseye yakalanmadan babamın çalışma odasına gizlice girip kendi araştırmamı yapmıştım. Masasındaki gizli çekmecenin anahtarını nereye sakladığını biliyordum. Çekmeceyi açtığımda gördüğüm evraklarla yanılmadığımı anladım. Finansal durumumuz berbattı ve borç batağındaydık.
Çekmecede gördüğüm evraklar içler acısıydı. Son üç yılın kayıtlarına özellikle baktığım için bu krizin üç yıl önce başladığını ve babamın üç yıldır bununla uğraştığını anladım. Leyla’nın öldüğü tarihten sonra babamın işleri bozulmaya başlamıştı. Hepsi bu da değil, babam iflasını geciktirmek için kendi gibi olan tehlikeli insanlardan çok fazla borç almıştı. Birini bile ödeyemediğine emindim.
Buna ek olarak amcam ve abimin batırdığı işlerin borçları, evdekilerin savurgan tutumuyla da mücadele ediyordu. Evdekilere batmak üzere olduğumuzu söyleyemiyordu ama onlar savurganlık yaptıkça daha fazla borcun içine giriyordu. Babamı düşündükçe yaşlar gözlerime akın ediyordu. İçinde bulunduğu zor durumu nasıl da bizden saklamıştı.
Deniz kenarında bir bankta otururken taktığım kablolu kulaklıktan Aksa’nın sinirli sesine odaklanamıyordum. Aklımda olan tek şey babamın nasıl olduğuydu. Olanlardan sonra evde duramadığım için yanıma koruma almadan dışarı çıkmıştım. Tek istediğim açık havada biraz yalnız kalıp babama nasıl yardım edeceğimi düşünmekti. Kolay kolay evden çıkan biri değildim ama bugün her şeyden uzaklaşmak istemiştim.
“O akıl hastasının bir şeylerin peşinde olduğunu biliyordum!” Aksa’ya olanları anlattığımdan beri siniri geçmemişti. “Sana ona güvenme demiştim.”
“Sevkiyat başarılı olmazsa babam iflas edecek.” Bir kez daha Gurur kazanırsa babam iflasını açıklamak zorunda kalacaktı. “Bu sevkiyat sorunsuz bir şekilde yapılmalı, Aksa.” Babama zaman kazandırıp iflası geciktirmeliydim ama nasıl?
Kuzenim üzerime gelmeyi bırakıp beni anlamaya çalıştı. “Ne var aklında, Farah?”
“Sevkiyatı ben yapacağım,” dediğimde telefonun diğer ucunda bir sessizlik yaşanmıştı. Bunları duymayı beklemediğini biliyorum. “Her şey benim kontrolümde olmalı.” Bunu yapmaktan başka çarem yoktu. Evet, o sevkiyatı ben yapacaktım.
“Farah sen neyden bahsettiğinin farkında mısın?” Aksa’nın sesi şoke olmuş gibi geliyordu. “Sen ne anlarsın sevkiyattan? Babanın bundan haberi var mı?”
“Ona söylersem buna izin vermez. Bu ikimizin arasında kalmalı.”
“Gurur ve adamları yol üstünde pusu kurup sizi bekleyecektir. Çıkan bir çatışmada ölebilirsin!”
“Bunu göze alıyorum.”
“Farah kes saçmalığı!”
“Beni kararımdan vazgeçirtemezsin.” Eğer Gurur karşıma çıkmak istiyorsa öyle olsun bakalım. Ne pahasına olursa olsun o tırlar babamın deposuna ulaşmalıydı. Gurur bir çatışma başlatırsa karşısında bulacağı kadın onu gerçek anlamda şaşırtabilirdi. Öylece bizi bitirmesine izin vermeyecektim.
Bu konuda geri adım atmayacağımı anlayan Aksa sıkıntı içinde soludu. “Şu sevkiyat ne zaman yapılacak demiştin?”
“Haftaya.” Sevkiyatı düşündükçe daha çok korkuya kapılıyordum. “Sevkiyatla ilgili detayları bir şekilde öğreneceğim.” O tırları sorunsuz bir şekilde buraya getirmek kolay olmayacaktı. “Gördüğüm belgelerde haftaya perşembe günü Gürcistan’dan yola çıkacak yetmiş tırın kayıtları vardı.”
“Peki, tırdaki mallar depoya ulaştıktan sonra amcam onları kime göndermeyi düşünüyor? O mallardan gelen parayla finansal durumunu düzeltmeye çalışacağını biliyoruz. Sevkiyat kime yapılacak ve tırlar saat kaçta Gürcistan’dan yola çıkacak? Araçlar hangi menzillerden geçecek bilmeliyim. Yolun güvenirliliği ve hangi noktaların pusu için elverişli olduğunu hesaplamalıyız. Bu işi yapacaksak dersimizi en iyi şekilde çalışmalıyız. Bunun için sadece bir haftamız var kuzen.” Neden çoğul kullandığını anlamıyordum ama Aksa’yı bu işe bulaştırmamaya kararlıydım.
“Sen İsviçre’de kalmaya devam ediyorsun. Saydığın bu şeyleri halletmeye çalışacağım.”
“Hayır, seni yalnız bırakmayacağım. Ben bir yazılım mühendisiyim dijital algoritmayı benden iyi kimse bilemez. Bana gereken bilgileri ulaştırırsan yolun haritası olmak üzere birçok şeyin analizini senin için çıkartabilirim.”
“Sen karışmıyorsun dedim, Aksa.”
“Sen varsan bende varım kuzen.” Bir süre sustuktan sonra beni ikna etmeye çalıştı. “Bunları yapmak için Türkiye’ye gelmeme gerek yok. Sana buradan yardım edebilirim. Tabii öncesinde senin için çok iyi bir ekip kurmalıyız. Bu işe bulaştığını babanın bilmesini istemiyorsan onun adamlarını kullanamazsın.”
Haklıydı sevkiyat için başka adamlara ihtiyacım vardı. “İstediğim gibi bir ekip kurmak için yeterli zamanım yok.”
“Adamlarını bize ödünç verecek birini bulmalıyız.” Bir süre sustuktan sonra hoşnutsuz sesini duydum. “Düzeltiyorum bizim için adamlarını gözden çıkartacak birini bulmalıyız. Gurur hepsini öldüreceği için aldığımız adamları tek parça halinde sahibine iade edemeyiz.”
“Ve aynı zamanda iyi sır saklamalı. Bu iş babam ve Gurur’un kulağına gitmemeli.”
Aksa’nın sesi artık daha karamsar geliyordu. “Böyle birini tanımıyorum.”
“Al benden de o kadar.”
“Senin hem baban hem de kocan mafya. Odanda saklanmak yerine keşke kendine bir çevre edinseydin.”
“Belki de senin çevrene bakmalıyız?”
“Farah benim bir çevrem yok. İstediğin bir sapıksa sana bir tane gönderebilirim ama güçlü bağlantılarım yok.”
Gerilmeye başlamıştım. “Sapık derken neyden bahsediyorsun?”
“Geçen yıl yeni geliştirdiğim bir kodlama programını test ediyordum. Kazayla yanlış sitelere girdiğim için tutuklanmıştım.”
Oturduğum banktan ayağa fırladım. “Doğruyu söyle cezaevinden mi benimle görüşüyorsun?”
O neşeli kahkahasını duydum. “Geçen yıl beni ters kelepçeyle evden çıkartıp götürdükleri doğru ama cezaevinde değilim.”
“Ve sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun?” Duyduklarıma inanamıyordum. Böyle bir şeyi benden nasıl saklayabilmişti!
“Eğer beni serbest bırakmasalardı seni arayıp olanları anlatırdım. Beni bir gece sorguda tuttuktan sonra sabah serbest bıraktılar.” Bu konuda kafasını kurcalayan bir şeyler varmış gibi sesi düşünceliydi. “Bir terör örgütüne mensup olduğumdan çok emindiler. Ne söylersem söyleyeyim bana inanmayıp sabaha kadar işkence etmişlerdi. Beni serbest bırakmamaya kararlılardı.”
Bunların hiçbirinden haberim olmadığı için duyduğum şeylerin dehşetini yaşıyordum. “Peki, nasıl kurtuldun oradan?”
“Bende bir yıldır bunu öğrenmeye çalışıyorum. Birinin beni oradan çıkarmak için bağlantılarını kullandığına eminim ama kim olduğunu bilmiyorum.” Bir sapığı olduğunu söylerken bundan mı bahsediyordu?
“Neden birinin sana yardım ettiğini düşünüyorsun?”
“Çünkü sorguda bana işkence eden o memurun ölüm haberini yerel gazetelerde gördüm. Tüm bunlar bir tesadüf olamaz. Beş yıldır ne zaman başım belaya girse birileri bir şekilde beni kurtarıyor. Biri beni taciz etse, laf atsa veya bana saldırsa ertesi gün onların öldüğünü öğreniyorum. Kim bunu yapıyorsa kendini çok iyi gizlediği için arkasından hiçbir delil bırakmıyor.” Aksa için korkmaya başlamıştım çünkü bu anlattıkları normal şeyler değildi.
Bu endişelenmemiz gereken bir şeydi, tüm bunları yapan kişinin Aksa’dan ne istediğini bilmiyorduk. “Peşinde sana saplantılı bir manyak olabilir kuzen.”
“Peşimde biri olduğu doğru ama saplantılı bir hasta olduğunu hiç sanmıyorum. Sanki tamamen benim iyiliğim için bir şeyler yapıyor. Beni mutlu eden insanlara dokunmuyor ama canımı yakanları hayatımdan çıkartıyor.” Bilemiyorum bu bana hiç güvenli gelmiyordu.
Aksa’nın sesi buruklaşmıştı. “Her doğum günümde bana kimsesizliğimi unutturmak için küçük bir pasta ve hediye gönderiyor. Evimin musluğu bozulsa ertesi gün tamir edilmiş halde buluyorum. Param bittiğinde ve senden isteyemediğimde odamda bir zarfın içinde yüklü miktarda para buluyorum. Ne zaman kimsesizlik canıma tak etse ve ağlasam, ertesi gün kapımda uçuşan balonlar ve güller buluyorum. Çok ince düşünen biri, bence onun amacı bana zarar vermek değil. O sanki beni koruyor.”
“Evet ama bunu ne için yapıyor?” Bir psikolog olduğum için bu tür vakalarda işlerin nereye gittiğini iyi biliyordum. “Bu saydıklarından anladığım kadarıyla sana aşık. Seni her yerde izliyor, Aksa. Bu tür vakalarda iki tür insan vardır. Bunlardan ilki sevdiğin birine karşı gösterdiğin aşırı korumacı tutum. Bakıldığında bu en masum olanı gibi görünebilir ama inan bana bunun da tehlikeli yanları vardır.” Eğer Aksa’nın peşindeki kişi iki seçenekten biriyse şahsen bu olmasını isterdim çünkü diğer seçenek en korkunç olanıydı.
“Diğeri nedir?
“İkinci gruba girenler genelde en tehlikeli insanlardır.” Derin bir nefes alarak aklımdaki bilgileri toparlamaya çalıştım. “Onlar sevdikleri insanlara karşı saplantılıdır. Onları başka biriyle görmeye katlanamazlar. Hayatlarındaki herkese zarar verip onu bir tek kendilerine isterler. Bu uğurda sevdikleri insana bile zarar verecek kadar tehlikeliler.”
“Nasıl yani?”
“Sana şöyle anlatayım, diyelim ki peşinde sana kafayı takan biri var ve sen başka biriyle çıkıyorsun. Bu kişi sana saldırıp zarar verebilir ve bunu sevgilin yapmış gibi gösterebilir. Aranızı açıp seni manipüle etmeye kalkışabilir. Saplantılı insanların ne kadar tehlikeli olabileceğini hayal dahi edemezsin çünkü onlar her şeyi yapabilirler. Bu tür insanların yaptıklarından mantık arayamazsın.” Saplantılı insanlar en tehlikeli hastaların içindeydi. Onlar istedikleri şeyi elde etmek için her şeyi yapabilirlerdi.
Aksa rahatlayarak nefesini verdi. “Bu durumda benim peşimdeki kişi aşırı korumacı kişilerin grubuna giriyor çünkü saplantılı biri olsaydı çıktığım her adamı ortadan kaldırırdı.”
“Şanslısın ki anlattıklarından öyle görünüyor. Yine de bu bizi mutlu etmemeli, kim olduğunu bilmediğimiz biri beş yıldır her yerde seni izliyor. Aksa bu korkmamız gereken bir şey.”
“Sakin ol kuzen. Beş yıl boyunca bana zarar verecek hiçbir şey yapmadı. Er veya geç onun kim olduğunu bulacağım. Şimdi asıl konumuza dönelim.” Bundan daha önemli bir konumuz olduğunu sanmıyordum.
Bankta oturan insanlara kâğıt helva satmaya çalışan bir çocuk gözlerime ilişince içim burkulmuştu. Gözlerim küçük çocuğun elindeki kâğıt helvalarda oyalanırken Aksa konuşmaya devam ediyordu. “Bize adamlarını ödünç verecek biri olabilir.”
“Kim?”
Yüzünü buruşturduğuna çok emin olduğum bir sesle, “Asaf Bolatlı,” diye homurdandı. “Bence bir şansımızı deneyelim.”
Sinirden gülmeye başladım. “Sen onu nikah masasından bırakmışken sence Asaf en yakın olduğun kişiye, yani bana yardım eder mi?”
Ona hatırlattığım bu detayla o da umutsuzluğa kapılmaya başlamıştı. “Yardım etmez mi?”
Başımı iki yana salladım. “Hiç sanmıyorum kuzen.”
“Ama etmeli.”
“Katılıyorum.”
“Onu kaçırıp bize yardım etmesi için işkence mi etsek? Tutuklandığımda üzerimde denedikleri yaratıcı işkencelerden birkaç şey öğrendim.”
Kahkaha attım. “Bu heriflere işkenceyle bir şey yaptıramazsın.”
“Gurur’dan nefret ediyor.”
“Ne?”
“Asaf ve Gurur’un eskiden yakın arkadaş olduklarını bilmiyor olamazsın.” Beni gerçek anlamda şaşırtmayı başarmıştı. “Bir zamanlar kan kardeşi olacak kadar yakınlarmış. Aralarında ne geçtiyse dostlukları bitmiş ve yerini düşmanlığa bırakmış. İkisi de birbirini görmeye bile katlanamıyor. Sevkiyat Gurur için çok önemliyse Asaf ona bu zevki tattırmak istemeyebilir. Asaf ile konuşup şansını denemelisin.” Gurur ve Asaf’ın bir zamanlar kan kardeşi olduğunu bile bilmiyordum. Günün sürprizi bu olsa gerek.
“Daha geçen gece Gurur ve Asaf’ı bir sergide aynı mekânda gördüm. Birbirlerinden hoşlanmadıkları çok açıktı ama Asaf ona bulaşmaya istekli değildi.”
“Farah sence Gurur gibi bir akıl hastasına kim bulaşmak ister? Herif arızanın teki!”
“Asaf’ta ona bulaşmak istemediğine göre yine kaldık biz bize.”
“Şansını deneyip onunla konuşsan bir şey kaybetmezsin.”
“Aksa senin dışındaki kimseyle kekelemeden konuşamıyorum. Bazen annem ve babamın karşısında bile dilim tutuluyor.” Suratımı asıp başımı önüme eğdim. “Asaf’ın yanında iki kelimeyi bir araya getiremem.”
“Onun ben olduğumu hayal et belki işe yarar.”
“Sen uzun boylu, kaslı ve yakışıklı biri değilsin,” dediğimde o tatlı kıkırtısını duydum. “Eski nişanlım hakkında böyle düşündüğünü bilmiyordum.”
“Sen canımı sıkmaya başlamadan önce kapatıyorum artık.” Benimle uğraşmasına izin vermeden telefonu kapatmıştım. Sevkiyat konusunu iyice düşünüp bir şeyler yapmalıydım. Bunun için bir haftam vardı.
Ayağa kalkıp kayaların üzerine çıkarak denize biraz daha yaklaştım. Aklım beni korkutan bir sevkiyatla meşgulken ıslak kayalara dikkatli bir şekilde basıyordum. Hırçın dalgalar kıyıya çarptıkça denizin tuzlu suyu fışkırıp üzerime sıçrıyordu. Denize çok yakın bir yerde durup biraz huzur bulmak için gözlerimi yummuştum. Gurur’un kazanmasına izin veremezdim.
Dalgaların çıkardığı sesleri dinlerken denizin kokusunu içime çektim. Bunu yapmak bir nebze olsun beni rahatlatmıştı. Yüzüme sıçrayan su damlalarına gülümserken gözlerimi açmadım. Biri arkadan beni itmediği sürece bunu yapmayı düşünmüyordum. Umarım kimse bunu yapmaya kalkışmazdı. Kendi kendimi korkuttuğum için hemen gözlerimi açıp arkama baktım. Orada kimseyi bulamayınca rahat bir nefes almıştım.
“Kendini nasıl huzursuz edeceğini iyi biliyorsun, Farah,” diye homurdandım sitemle. Bunu hep yapıyordum. Gece lavaboya giderken bile küçük adımlarla giderdim ama dönüş yolunda biri arkamdan geliyormuş gibi korkup yatağa koşardım. Gurur odama taşındığından beri bunu yapmıyordum, onun varlığı bana güven veriyordu. İç çektim. O güvenmemem gereken tek kişiydi.
Önüme dönüp dikkatli bir şekilde bir kayanın üzerine oturdum. Ayakkabılarımı ve kısa çoraplarımı da çıkardıktan sonra pantolonumun paçalarını yukarı topladım. Çıplak ayaklarımı suyun içine uzattığımda daha ilk saniyede buz gibi suyu hissedip üşümüştüm ama ayaklarımı sudan çıkarmadım. Soğuğu iliklerime kadar hissetmek belki beni kendime getirirdi.
Ayakkabılarımın yanına bıraktığım telefonum çaldığında Gurur’un aradığını gördüm. Ekranda onun adını görmek bile beni hem heyecanlandırıyordu hem de yoğun bir öfkeyle dolmama neden oluyordu. Hayatımı altüst etmekte çok iyiydi.
Telefonu meşgule attım, onunla konuşmak istemiyordum. Başıma açtığı onca sorundan sonra sesini bile duymaya tahammülüm yoktu. Kendimi daha iyi hissedene kadar oturduğum yerden kalkmamıştım. Soğuk suyun içindeki ayaklarım uyuşmaya başlayınca ayaklarımı sudan çıkardım. Önce beyaz, kısa çoraplarımı sonra da spor ayakkabılarımı giydim.
Yerdeki telefonumu alıp bankta bıraktığım çantama doğru yürürken çok dalgındım. Çantamın olduğu bankta bir adamın oturduğunu görünce adımlarım kendiliğinde durmuştu. Bankın bir ucunda çantam vardı ama diğer ucunda gazete okuyan bir adam oturuyordu. Siyah takım elbisenin içindeki adamın şıklığı o eski bankla çok uyumsuzdu. İçine giydiği gömleğin rengi bile siyahtı.
Gurur ise hiç ceket giymezdi ve giymek için hep beyaz gömlek seçerdi. Bir yabancıya bakarken bile Gurur’u düşünecek kadar aklımı yitirmiştim. Çantamın olduğu banka oturan bu adam bacak bacak üstüne atarak keyfine bakıyordu. Başını hafifçe gazeteye doğru eğdiği için onu izlediğimin farkında değildi. Sanki iş çıkışı biraz rahatlamak için deniz kenarına gelmişti.
Otuzlu yaşların başında gösteriyordu. Rüzgâr ona doğru estikçe elinde tuttuğu gazetenin kenarları uçuşuyordu. Başını yana doğru eğerek gazetesini okuduğu için kısa kestirdiği siyah saçlarının arasındaki yara izi görünüyordu. Sol kulağının üç santim üstünde, yani şakağına yakın bir yerde yara izi vardı. O izin bir jilete mi yoksa bıçağa mı ait olduğunu kestirmek zordu.
O adam orada otururken ona yaklaşıp çantamı nasıl alacağımı düşünüyordum. O kadar boş bank varken neden oraya oturdu ki. Derin bir nefes alıp yürümek için kendimi zorladım. Etraftaki tek tük insanın varlığı normalde beni tedirgin ederdi ama şimdi bana güven veriyordu. Yapacağım tek şey oraya gidip çantamı almaktı. Bunu yapmak ne kadar zor olabilirdi ki? Bunu yapabilirim.
Tehlikeli bir sevkiyatı üstlendiysem çantamı almak gibi basit bir şeyi de yapmalıydım. Banka yaklaşmıştım ki adımlarım yine durmuştu. Onunla aramda beş adım kala durmuştum çünkü yaklaştıkça cesaretimi biraz daha kaybetmiştim. “Şey… Acaba oradan kalkabilir misiniz?” Kısık bir sesle konuşup dikkatini çekmeye çalıştım. Benden hiçbir halt olmazdı. Küçük bir çantayı bile alamıyordum.
Adam sesimi duyunca gazeteyi okumayı bırakıp başını kaldırdı. Gözlerim onun kahveleriyle kesiştiğinde sol göğsümdeki çarpıntıya bir anlama veremedim. Şaşırtıcı bir derecede kalbim bir anda hızlanmıştı. Onun gözlerinde adını koyamadığım bir şeyler vardı. Acaba onu daha önce görmüş olabilir miydim? Hayır, bir yerlerden tanıdık gelmiyordu. Belki de görünüşü beni etkiledi, emin değildim.
Her kadını etkileyecek kadar yakışıklıydı. Alnındaki belli belirsiz çizgiler sadece kaşlarını çatınca belirginleşecek gibiydi. Kirpiklerinin altındaki meraklı bakışları ne istediğimi anlamaya çalışıyordu. Hiç darbe almadığını gösteren biçimli burnu ve düz çizgideki dudaklarına kadar her detayını izliyordum. Tanıdık bir şeyler bulmaya kararlıydım ama hiç tanıdık gelmiyordu. Uzun bir yüz tipi vardı ve çenesinde küçük bir çukur.
Beni etkileyen şey sanki görünüşü değildi çünkü Gurur ondan daha yakışıklıydı. Ancak onun gözlerinde Gurur’un yeşillerinde hiç olmayan bir şeyler vardı. Ne olduğunu bilmiyorum ama göz göze gelince garip hissetmiştim. Hissettiğim bu şey çok tuhaftı.
Aramızdaki sessizliği bozan o olmuştu. “Bir şey mi istediniz?” Sesini duyunca yutkunmuştum, sanki bu sesi yakın zamanda duymuştum. Boğazım kurudu. Geçen gece katıldığım sergide terasta konuştuğum o adamın sesiydi bu.
Birkaç adım geriye çekildiğimde ondan korktuğumu gizleyemiyordum. “Siz o adamsınız.”
Son derece yavaş bir hareketle gazeteyi katlayıp yan tarafına bıraktı. Bakışlarını bana çevirip merakla, “Hangi adam?” diye sordu kibar bir sesle.
“Geçen gece sergideki adam.” Kaşlarım çatıldı. “Kocamın yanında bana içki gönderen o hadsiz sizsiniz.”
“Daha önce birkaç evli kadınla birlikte olduğumu inkâr edemem ama siz…” İşaret parmağıyla baştan ayağa beni gösterdi. Bunu yaparken yüzünde beni beğenmemiş gibi bir ifade vardı. “Hiç şansınız yok.” Ne diyor yahu bu?
Şaşkınlıktan ağzım bir karış açılırken afallayarak karşımdaki hadsize bakıyordum. “Beyefendi konumuz benim tipim değil.”
Bir saniye olsun gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Bakışlarında bana tuhaf hissettiren bir şeyler vardı. “Konumuz sizin beni biriyle karıştırmanız ayrıca-” Dudağının köşesi küstahça kıvrıldığında beni işaret etti. “Bence tipinizde bir sıkıntı yok ama kılık kıyafetiniz için aynı şeyleri söyleyemem.” Ne varmış kıyafetimde?
Bir şey arar gibi etrafına bakmaya başladı. “Dilenci falan mısınız? Yeni jenerasyon bu şekilde mi dileniyor?” Beni utançtan yerin dibine sokarak, “Bu sizin için bir çeşit taktik mi?” diye sordu. “Birine yaklaşıp onu daha önce görmüş gibi davranıp sonra da ondan para mı kopartıyorsunuz?” Keşke alay etseydi ama dilenci olduğuma gerçekten inanıyor olmalı ki bunu sorarken çok ciddiydi.
Sebepsiz yere başımı eğip üzerimdekilere baktım. Üzerimde kalçamın altına kadar gelen uzun bir kazak ve dar bir kot vardı. Ayağımdaysa her zaman olduğu gibi spor ayakkabılar vardı. Hava soğuk olduğu için siyah, uzun hırkam üzerimdeydi. Ben kendimi kontrol ederken o da beğenmemiş gibi bana bakıp duruyordu. Gözlerimdeki gözlükten tut, topuzumdaki kaleme kadar her şeyimi inceliyordu.
Bakışları bende gerginliğe yol açtığı için yerimden rahatsızca kıpırdandım. “Dilenciye mi benziyorum?”
Bunu sorma şeklimi fazla komik bulmuş olmalı ki gülmemek için yanaklarının içini ısırdı. “Sizi bir kaldırım kenarında otururken görseydim önünüze para atardım.” Bu adamdan hoşlanmadım çünkü çok patavatsızdı.
“Etrafa saçacak paranız olması beni bir dilenci yapmaz.” Hesap sorar gibi kollarımı göğsümden birleştirdim. “Geçen gece terastaki o adam sizdiniz, değil mi?”
Onu rahatsız ediyormuşum gibi bezgin gözlerle bana bakıp telefonunu çıkardı. “Hangi gece ve saat kaç civarıydı?” Bir an önce bu sorunu halledip benden kurtulmak istiyormuş gibi bir hali vardı.
“Cuma günüydü, emin değilim ama saat on bir veya on iki olabilir.”
Başını sallayarak birini arayıp hoparlörü açtı. Konuşmaları daha iyi duymam için telefonu bana doğru uzattı ama aramızdaki mesafeyi geçmedim. Bir kadının, “Merhaba, Sonat,” diyen cilveli sesini duydum. “Beni tekrar aramanı beklemiyordum.”
Sonat denen adam bana bir şeyi kanıtlamak ister gibi gözlerimin içine bakarak telefondaki kadına, “Merhaba, Elif,” dedi hissiz bir sesle. “Saatimi bulamıyorum yatak odanda kalmış olabilir mi? Cuma günü sana geldiğimde sarhoş olduğum için belki evinde çıkardım.” Saati bileğindeydi.
Elif denen kadının gülüşünü duydum. “Bana geldiğinde oldukça ayık görünüyordun.”
“Sana saat kaçta geldiğimi bile hatırlamayacak kadar sarhoştum.” Kadının ağzından nasıl laf alacağını bilecek kadar kurnazdı.
“Sarhoş değildin aslına bakarsan sen bana cuma günü-”
“Saat kaçta sana geldim ve kaç saat orada kaldım?”
“Bu soruları neden soruyorsun?”
“Soruma cevap ver!” Ona sesini yükseltince Elif denen kadın, “Saat on gibi geldin,” dedi hızlıca. “Geceyi benimle geçirdin ve sabah sekizde gittin. Gerçekten bunları hatırlamıyor musun? Ama bana geldiğin gün cuma de-”
Telefonu kadının yüzüne kapatıp bakışlarını bana çıkartınca derimin altı yanmaya başlamıştı. Sesleri benziyordu ama belli ki terastaki adam o değilmiş. Onu haksız yere suçladığım için yüzüm yanmaya başlamıştı. “Evet?” Tek kaşını alaycı bir ifadeyle yukarı kaldırdı. “Bana söylemek istediğiniz bir şey var mı?”
Çekingen gözlerle ona bakıp bankın kenarında duran çantayı gösterdim. “Onu alabilir miyim?”
Başını çevirip göz ucuyla bez çantama bakıp daha sonra bana döndü. Kahvelerinde görmezden gelemeyeceğim bir alay vardı. “Buraya gelip birtakım suçlamalarda bulunarak keyfimi kaçırdığınız için özür dilemeyi düşünüyor musunuz?”
“Tabii.” Sakince konuşarak onu onayladım. “Siz benden özür diledikten sonra neden olmasın?”
Ayağa kalktığında arkaya doğru bir adım daha attım. Beni korkuttuğunu gördüğü için bana doğru tek bir adım bile atmadı. Sadece ayağa kalkmıştı. Cebindeki sigara paketini çıkartırken ukala bakışlarından bir şey kaybetmemişti. “Sizden neden özür dilemem gerekiyor?”
“Bana dilenci dediğiniz için.”
“Bunun için beni suçlayabilir misiniz?” Gözlerimdeki gözlüğe, üzerimdeki hırkaya ve topuzumdaki kaleme sinirlerimi bozan bir ifadeyle bakıyordu. “Kaldırıma oturmayı deneyin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.” Caddenin olduğu tarafı gösterdi. “Oraya gidip on dakika boyunca yerde oturun eğer kimse önünüze para atmazsa sizden özür dileyeceğim.” Kan beynime sıçramıştı. Benim gibi sakin birini bile iki dakikada kızdırmayı başaracak kadar şuursuzdu.
“Özrünüz umurumda bile değil, kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilim.” Artık buradan gitmek istediğim için ona çantamı gösterdim. “Tek istediğim çantamı almak.”
“Çantanızı alabilirsiniz.”
“Bankın yanında uzaklaşabilir misiniz?”
Kahve gözleri kısıldı. “Neden?”
“Siz oradayken alamam.”
“Neden?”
“Çünkü çantamın hemen yanındasınız.”
“Yanıma gelip çantanızı almanızın ne sakıncası var?” İhtimali bile kanımı donduruyordu. Burada babamın korumaları olmadığı için bana güven vermeyen birine o kadar yaklaşamazdım.
Sorularını yanıtsız bırakıp terleyen avuç içlerimi hırkamın yanlarına sildim. İçinde cüzdanım ve kimliğim olmasaydı çantayı bırakıp giderdim. Çantayı bankta bırakıp denize yaklaşmam başlı başına bir aptallıktı. Eğer çantamı orada unutmasaydım tüm bunlar başıma gelmezdi. Çantayı almak için onun gitmesini beklemekten başka çarem yoktu.
Bu yüzden aramıza hatırı sayılır bir mesafe bırakıp bir kayanın üzerine oturdum. Başımı eğip kulaklığımı taktıktan sonra müzik listeme girdim. O herifin, “Ciddi misiniz?” diyen dalga geçen sesini duyduğumda onu görmezden gelmeye çalışıyordum. “Gelip çantanızı almak yerine orada oturup gitmemi mi bekleyeceksiniz?”
“Şarkı dinlediğim için sizi duymuyorum!”
Kulağıma gülüşü geldi. “Duymadığınıza ikna oldum.”
Gitmek yerine banka geri oturup sigarasını yaktı. Bu da yetmezmiş gibi bana sigara paketini gösterdi. “İçiyor musunuz?”
“Hayır.”
“Tahmin etmeliydim.”
“Neyi?”
Başını omzuna doğru eğip ağır gözlerle uzun uzun beni süzmeye başlamıştı. “Sigara kullanacak birine benzemiyorsunuz.”
“Haklısınız bir tiryaki yerine ben dilenciye benziyormuşum.”
“Listeye alıngan olduğunuzu da ekleyelim.”
“Başka?”
Gülmemeye çalıştı. “Sevimli bir yanınızda yok değil.”
“Beyefendi siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
“Adım Sonat.”
Önüme dönüp telefonumla ilgileniyormuş gibi yaptım. “Adınızın ne olduğu umurumda değil.”
“Şu listeye kaba olduğunuzu da ekleyelim.”
Kafamı telefondan kaldırıp ters bakışlarımı ona yönelttim. “Bunu dilenciye benzediğimi iddia eden biri mi söylüyor?”
Sigaranın dumanını içine çektikten sonra omuzlarını kaldırıp indirdi. “İddia değildi.”
“Sizinle konuşmak istemiyorum, lütfen susar mısınız?”
Banka yaslanarak bir bacağını diğerine atarak, “Tabii,” dedi sakince. “Bende henüz adını bile bilmediğim bir kadınla konuşmak istemiyorum.” Bir konuda beni değerlendirir gibi garip mırıltılar çıkarmaya başlamıştı. “Bir sapık bile olabilirsiniz.”
“Ben mi?” İşaret parmağımı iki göğsümün arasına tutup şaşkınlık içinde ona kendimi gösterdim. “Oradan bakınca sapığa mı benziyorum?”
“Elinizde bir telefon var.”
“Eee?”
“Gizli gizli beni çekmediğinizi nereden bileyim?” Çıldıracağım!
Beni daha fazla kızdırmasına izin vermeden başımı eğip listedeki şarkılara baktım. Onu görmezden gelmeme rağmen sesiyle sinirlerimi bozmaya devam ediyordu. “Kablolu kulaklıkların modası hâlâ geçmedi mi?”
“Biz dilencilerin bluetooth kulaklık alacak parası her zaman olmuyor,” diye homurdandığımda bir kez daha güldüğünü duymuştum. Benim aksime çok eğleniyordu.
“Hangi şarkıyı dinliyorsunuz?”
Boş bulunup, “Kaybolan yıllar,” dediğimde pot kırmış gibi hemen dilimi ısırdım. Bir yabancıya hiçbir şey söylemek zorunda değildim.
“Hımm.” Düşünceli mırıltısı kulağıma geldiğinde başımı kaldırdım. Kısık bir seste dinlediğim şarkıyı duyamıyordu ama kahve gözleri dalgın bir şekilde elimdeki telefondaydı. “Sevdiğiniz bir şarkı mı?”
Bunu sorma şekli alay barındırmadığı için başımı hafifçe salladım. “En sevdiğim şarkı.”
“Neden?”
“Bilmem.” Bu şarkıyı sevmemin özel bir nedeni yoktu. “Ne zaman dinlesem beni geçmişe götürüyor.”
Gözlerinin kahvesinde iç ısıtan bir parıltı geçtiğinde dudaklarında küçük bir gülümseme belirmişti. “Geçmişinizde hatırlamaya değer bir şeyler olmalı, yanılıyor muyum?”
“Herkesin geçmişinde hatırlamaya değer bir şeyler yok mudur?”
“Her zaman değil.” Yarı ettiği sigarasını içmeye devam ederken ne düşündüğü anlamayacağım kadar düzdü bakışları. “Biri dışında geçmişim hatırlamaya değer değil.”
“Ve o biri sizin için geçmişi hatırlamaya değer kılıyor.” Müziğin sesini iyice kısarak tüm dikkatimi ona vermeye başladım. “O kişi sizin için özel olmalı?”
Kahve gözlerini gözlerime kenetledi ve tereddüt dahi etmeden, “O benim her şeyim,” dedi sahiplenircesine.
“Sizin adınıza sevindim.” Yerdeki küçük taşları seçmeye başladım. “Hiç olmazsa her şeyim diyecek birine sahipsiniz.”
Kinaye barındıran bakışlarla parmağımdaki yüzüğü işaret etti. “Siz değil misiniz?”
Gözlerim lotus çiçekli alyansta oyalandığında Gurur’un babama yaptıklarını hatırladım. Böyle anlarda taktığım yüzüğün bir prangadan farkı olmuyordu. Burnumun direği sızlayarak benden cevap bekleyen adama baktım. “Her şeyim olmasını istediğim kişi benden her şeyimi almak üzere.”
Konunun içeriğini bilmediği için ne demek istediğimi anlamasını beklemiyordum ama beni anlıyormuş gibi bakıyordu. “Bu durumda onu bırakmak daha akıllıca değil mi?”
“Hayır.”
“Senden her şeyini almak istediğini söylemedin mi?” Bir anda resmiyeti bırakmıştı. “Bu durumda ondan vazgeçmek yapılması gereken en mantıklı şey.” İçtiği sigaranın izmaritini yere atarak ayakkabısının ucuyla onu söndürdü. “Tabii ona aşıksan ayrı.”
“Bu öyle bir şey değil.”
“Nasıl bir şey.”
“Çok karışık.”
“Vaktim var.” Bileğindeki saatini kontrol etti. “Birini bekliyorum ama anlaşılan biraz geç kalacak.”
“Onu mu bekliyorsunuz?” Oturduğum kayanın üzerinde bacaklarımı aşağıya sarkıttım. “Şu her şeyiniz olan kişiyi?” Gariptir ama sohbeti sarıyordu.
“Evet,” diye iç geçirdiğinde gözlerime olan bakışı fazla anlamlıydı. “Bekletmeyi seven bir kadın.”
“Birazdan geleceğine eminim, kadınlar geç hazırlanır.” Elimde biriktirdiğim taşları sırasıyla yere atmaya başladığımda kafası karışmış gibiydi. Kolunu bankın üzerine yaslarken avucumdaki taşları gösterdi. “Onları neden topladın ve neden atıyorsun?”
“Satranç taşlarına benzettim.” Siyah bir taş daha parmaklarımın arasından yere düşmüştü. “Aynı soğukluğa sahipler.”
Şimdi elimdeki taşlara daha dikkatli bakıyordu. “Satranç oynamasını biliyor musun?”
Zayıf bir sesle, “Evet,” dedim. Ben matematikte iyiydim, üstelik satranç doğru strateji ve sayıların algoritmasından oluşuyordu. Bu yüzden dikkatimi çekiyordu.
Uzmanlık alanım olan bir konu olduğu için bunun hakkında konuşmaya hevesliydim. “Satranç oynayanları izleyerek onların kişiliğini analiz edebileceğimizi biliyor muydunuz? Tahtada en çok oynadıkları taş aslında kendilerine benzettikleri taştır.” Meraklı bir ifadeyle başımı yana yatırıp gözlerimi ona diktim. “Bana satrançtaki favori taşınızı söylerseniz kişiliğiniz hakkında bazı varsayımlarda bulunabilirim.”
“Hımm,” düşünürcesine mırıltılar çıkartıp yerinde dikleşmişti. Bu hareketi bana karakterinin çözülmesini istemeyen bir insanın tedirginliği gibi gelmişti. Sadece matematikte iyi değil aynı zamanda bir psikologdum. Bu yüzden insanların vücut diliyle söylediklerini çoğu zaman anlayabiliyordum.
Dudaklarını aralayıp, “Fil,” dedi pütürlü bir sesle. “Satrançta favori taşım fildir.” Kahve gözlerinin ardında bariz bir alay oluştu. “Bu durumda sence ben nasıl biriyim?”
“Zikzaklar çizen biri.” Avucumdaki taşlara bakıp file benzettiğim gri taşı ona attığımda taşı havada yakalamıştı. “Düz çıkışlar yapmayan biri olabilirsiniz. Hem iş hayatınızda hem de günlük yaşamınızda çifte tehdit sistemini uygulama ihtimaliniz yüksek. Kilitlendiğiniz şeye sahip olmak için bir hamleyle iki ayrı taşı tehdit etme potansiyeliniz olabilir.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Sağ gösterip sol vurmak fillerin işi çünkü onlar zikzak çizmeyi sever.”
Yerinden hiç kıpırdamadan beni izlediği için tepkisizliğinden ne düşündüğünü anlayamıyordum. Varsayımlarımın ne kadar doğru olup olmadığını bilmiyordum çünkü onu hiç tanımıyordum. Yüzündeki gizemle parmağımdaki alyansı gösterdi. “Sence kocan tahtadaki hangi taş?”
“At olabilir.” Gurur’u satranç oynarken hiç görmediğim için favori taşı konusunda bilgim yoktu ama onu bir satranç taşına benzetsem bu attan başkası olmazdı.
“Kocam kuralsız oynamayı sever, hedefin arkasından dolanıp tuzaklar kurmak en iyi yaptığı şey. İzlediği taktikler arasında feda materyali başta geliyor. Bir amaç uğruna sahip olduğu bir şeyi gözden çıkartabilir.” Bir intikam uğruna beni gözden çıkarması gibi. “Bence kocam tahtadaki en tehlikeli taşlardan biri.”
Gurur’dan bahsetmemle gözlerinde oluşan o yakıcı hisse bir anlam veremedim. Gözlerinin kahvesindeki o ifade nefret ettiği bir şeyi ona övmüşüm gibi hissettirmişti. Düz çizgide buluşan dudaklarını kıpırdatıp bu sefer beni gösterdi. “Sen tahtadaki hangi taş oluyorsun?”
“Siz tahmin edin,” diye konuşup onu gösterdim. “Hadi, bir varsayımda bulunun.”
Pası ona atmamdan keyif alarak bir kez daha baştan ayağa beni süzdü. Pasif görünüşüme aldanarak, “Bir piyon mu?” diye sordu bundan emin olarak.
Dudaklarımdan çıkan kıkırtılarla başımı iki yana salladım. “Hiç sanmıyorum.”
Basamağın en altındaki taşın piyon olduğunu düşünüyordu, en üstte olanın da vezir. Bu yüzden buna hiç ihtimal vermeden alaycı gözlerle, “Yoksa bir vezir mi?” diye dalga geçti.
Onu yanıltarak, “Hayır,” dedim bir kez daha. “Ben vezir değilim.”
“Sen hangisisin?”
“Bence ben şahım.” Bunu söylerken tereddüt dahi etmemiştim. “Yerimde sayıp ağır hareket ederim çünkü tüm oyunlar benim etrafımda döner.” Gözlerimi gözlerine kenetleyip, “Ama ben yıkılmadıkça kimse kazanamaz,” dedim histeri duygularla. “Kazanmak için önce şahı devirmek gerekir.”
Bu konuşma ilgisini çekmeye başlamış olmalı ki sırtını yasladığı banktan ayırıp öne doğru eğildi. “Ya şahı deviren çıkarsa?”
“Her şey son bulur.”
Gizem barındıran gözlerle bana bakıp, “Ta ki yeni başlangıçlara kadar,” diye mırıldandı derin bir kinayeyle. “En baştan başlamak için belki de şah yıkılmalı.” Nedendir bilmiyorum ama bu sözleri tüylerimi diken diken etmişti. Oyun bittikten sonra belki yeni bir başlangıç yapılabilirdi ama hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Bu kadarını da biliyor muydu acaba?
Telefonumun yanan ışığıyla başımı eğince Gurur’un aradığını gördüm. Bir kez daha meşgule atarak onun çağrısını yanıtlamadım. Üst üste aramaya başladı ancak her defasında meşgule attım. Babamı iflasın eşiğine getirmeden önce düşünecekti tüm bunları. Ona olan öfkem hâlâ tazeliğini koruyordu. Ayağa kalkıp Sonat’a doğru yürüdüm. Onunla biraz sohbet etmek korkularımı yatıştırdığı için çantamı alacak cesarete kavuşmuştum.
Oturduğu bankın diğer ucunda duran çantamı alırken dikkatli gözlerle beni izliyordu. Çantamı koluma takıp ona döndüm. “Hoşça kalın.” Hızlı adımlarla ondan uzaklaşırken arkamdan sesini duydum. “Bana adını söylemeyecek misin?”
Ona bakmadan yürümeye devam ettim. “Ne önemi var, nasılsa bir daha birbirimizi hiç görmeyeceğiz.”
“Bundan emin olamayız, hayat tesadüfleri sever.”
Adımlarım durduğunda yönümü ona çevirmedim ama omzumun üzerinden arkaya baktım. Oturduğu bankta hiç kıpırdamadan beni izliyordu. “Adım Farah.” Derin bir nefes aldım. “Tanıştığımıza memnun oldum, Sonat.”
Beni izlerken dudağının köşesi yana doğru kıvrılmıştı. Belli belirsiz gülümserken iç çeker gibi, “Bende memnun oldum, Farah,” dedi adımı vurgulayarak.
Bu ondan duyduğum son şeydi çünkü hemen sonra ondan uzaklaşmıştım. Önüme dönüp yürümeye devam ederken bakışlarını sırtımda hissediyordum. Kâğıt helva satan çocuğun yanında durarak, “Merhaba,” diyerek ona tebessüm ettim. “İki tane verir misin?”
“Tabii abla.” Çocuk sepetindeki iki kâğıt helvayı bana uzattığında cüzdanımdaki parayı çıkardım. Parayı onun sepetine koyduktan sonra kâğıt helvalardan birini aldım. “Şuradaki abiyi görüyor musun?” Ona Sonat’ın olduğu yönü gösterdim. “Diğerini ona götür.” İçimden bir ses onun da biraz sevgiye ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Kâğıt helvaların bendeki anlamı buydu, sevginin somut şekli gibiydi. Onun bunu bilmemesi iyi bir şeydi.
Küçük çocuk yanımdan ayrılırken bende deniz kenarından ayrılmıştım. Bir taksiye binip malikanenin adresini verdikten sonra koltuğa yaslandım. Elimde tuttuğum kâğıt helvaya buruk gözlerle bakıyordum. O hücredeyken sık sık ziyaretime gelen o çocuğa bir gün kâğıt helva almayı düşünmüştüm. Ne yazık ki o gün hiç gelmemişti. On altı yıldan sonra bugün ilk kez iki kâğıt helva aldım. Bunlardan biri hiç tanımadığım bir yabancı içindi diğeriyse Gurur için.
***
Malikaneye geldiğimde bu soğukta annemi bahçede görmeyi beklemiyordum. Üzerinde bir tayt ve sporcu atleti vardı. Malikanenin sosyal tesislerinde spor salonu varken bahçede koşu yapıyordu. Beni görünce terli yüzünde güzel bir gülümseme belirdi. “Dışarı çıktığını bilmiyordum.” Onu mutlu eden şey kendimi kapattığım bu evden dışarı çıktığımı görmekti.
Avlunun ortasında durup hesap sorar gibi ona bakmaya başladım. “Bu havada neden dışarıdasın anne?”
Bana doğru koşarken nefes nefese kalmıştı. “Son günlerde kendimi çok saldım biraz forma girmeye çalışıyorum.” Bir mankenden daha zayıfken buna inanmak güçtü.
“Anne midene kelepçe taktırdığın için sen zaten kilo alamazsın ki.” Estetik manyağı olduğu için kendinde değişiklik yapmaya bayılıyordu. Geçen yıl tartıda iki kilo fazlalığı çıktığı için midesine kelepçe taktırarak hepimizi şoke etmişti. İleride ona benzersem birileri beni vursun.
“Keşke sende benim gibi biraz kendine baksan.” Yine bana sataşmaya başlayıp koşmaya devam etti. “Böyle yemeye devam edersen yakında Nesibe yengenden bir farkın kalmayacak. Bu sorununu halletmek için bir spor hocası tuttum. Yarın sabah sana egzersizlerini yaptırmak için buraya gelecek.” Bana sormadan benim hakkımda kararlar almasından nefret ediyordum.
Yanıma geldiğinde teri soğumasın diye bu seferde etrafımda dönmeye başladı. “Anneciğine haber vermeden nerelere gittin?” Etrafımı turladığı için ona odaklanmakta sorun yaşıyordum. “Evde çok bunaldığım için deniz kenarında biraz yürüdüm. Anne durur musun lütfen? Başım dönmeye başladı.”
“Sen evde bunalacak bir kız değilsin, Farah.” Karşıma geçtiğinde koşuyormuş gibi yerinde saymaya başlamıştı. “Bilmem gereken bir şey var mı?” Aldığı her nefesle göğüs kafesi şişerken benimkinin kopyası olan siyah gözlerini kıstı. “Yanına koruma bile almadan nereye gittin?”
“Gerçekten deniz kenarındaydım.” Bu konuda ona yalan söylemiyordum. “Evde durmayı çok sevsem de arada bunaldığım anlar oluyor.” Koşuyormuş gibi yapıp karşımda yaylanıp durması sinirlerimi bozuyordu. “Neden enerjini daha yararlı şeyler için harcamıyorsun? Zaten zayıfsın bunlarla uğraşmak yerine biraz da dövüş sanatlarını öğrenebilirsin.” Korumalar yanında olmadığında kendini savunacak güçte olmalıydı.
Alnında ter damlacıkları süzülürken nefes nefese durdu. Artık zıplar gibi yerinde yaylanıp durmuyordu. “Dövüş ve hır gür erkeklere göre bir şey. Biz kadınların en güçlü silahı dişiliğimiz.” Eleştirel gözlerle baştan ayağa beni süzdü. “Sende asla olmayan bir şey.”
Bu sefer beni kızdırmasına izin vermemeye kararlıydım. “Biri boynunu kırmaya kalkıştığında inan bana dişiliğin seni kurtarmaz.” Kırmızı ojeli elini gösterdim. “Tabii sıkı yumruk atmayı biliyorsan ayrı.”
Kulağımın pasını silen şuh bir kahkahadan sonra birkaç adım geriye çekildi. “Kendin kötü olduğun konularda bana nutuk atmaya kalkışma küçük ördek.” Uzun tırnaklarına dikkat ederek parmaklarını avucunun içine büktü. “Yumruk atmak ne kadar zor olabilir ki?”
Bana vurmayacağını biliyorum ama vuracakmış gibi yapmıştı. Suratıma doğru yumruğunu savurduğunda bileğini havada yakalamamı beklemiyordu. “Bu şekilde elini sıkarsan başparmağının eklem yerinden çıkmasına neden olursun.” Başparmağı avucunun içindeyken elini yumruk yapmıştı ve bu yapılmaması gereken şeylerden biriydi.
“Ayrıca bileğini yeteri kasmıyorsun.” Parmaklarımın sardığı bileğini sağa sola hareket ettirdim. “Yumruk atarken omzundan gücünü al, bileğini kas ve yumruğunu sık. Eğer bileğini gevşek bırakırsan birine vurduğunda bileğini burkabilirsin.” Duymayı beklemediği sözlerle donup kalmıştı.
“İzlediğim bir filmde aklımda kalan diyaloglardan birkaçı.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Ama ben ne bilirim ki.” Bileğine küçük bir baskı uygulayıp sıktığı parmaklarını açtım ve dudaklarımı avucunun içine bastırdım. “İçeri geç anne hasta olmanı istemiyorum.” Ona evi gösterdim. “Babam döndü mü?”
Öptüğüm avucuna tebessüm ederek bakıp tekrar koşmaya başladı. “Baban daha dönmedi ama diğerleri evde.”
“Kimler evde?”
“Dev ekran yengen Nesibe.”
Onu kınayıp dişlerimin arasından cık cık sesleri çıkardım. “Çok ayıp düzgün konuşmalısın eltinle.”
Yaptırdığı botokslara rağmen öğürerek yüzünü buruşturdu. “Dünyayı yiyen o şişko hakkında en fazla bu kadar düzgün konuşuyorum.”
“En azından zayıflamak uğruna dünyanın nimetlerinden kaçmıyor.”
Adımları durduğunda dudağının köşesi sinsice kıvrılmıştı. “Eğer Seçil sürtüğüne bir gram sempati duysaydım hiç düşünmeden onu evlat edinir ve seni Nesibe’nin kütüğüne geçirirdim.”
“Kırıcı olmana gerek yok.”
“Diyene bak hele.”
“Tamam, pes ediyorum.” Bıkkınlıkla teslim oluyormuş gibi ellerimi yukarı kaldırdım. “Başka kim var evde?”
“Abin olacak kumarbaz, kendinden daha genç erkeklere meyillenen gelinimiz Yonca ve sürtük kuzenin, Seçil.” Düşünürcesine gözlerini kısıp törpülettiği çenesini sıvazladı. “Gözlüklü ördeğimizde ucubeler sirkimize katıldığına göre baban ve işe yaramaz amcan dışında bir eksiğimiz yok.” Bu kadın niye böyleydi!
“Biliyor musun bazen annem olmandan hiç memnun değilim.”
Gülüşüne engel olamadı. “Annen olmam seni şanslı kılıyor aptal ördek çünkü tam tersi olsaydı asıl o zaman benden korkman gerekirdi.” Bana evi gösterdi. “Şimdi daha fazla üşütmeden gir içeri.”
Onunla uğraşmak istemediğim için tek kelime etmeden eve girdim. Odama çıkıp elimdeki kâğıt helvayı masanın üzerine bıraktığımda kafam fazla doluydu. Hava kararmak üzereydi ama Gurur hâlâ dönmemişti. Telefonumu çıkartıp onu aradığımda ulaşamadım. Yine bir kriz geçirme ihtimali beni endişelendirdiği için bu sefer Karun’u aradım. Karun onun nerede ve ne yaptığını biliyordur.
Karun telefonu açar açmaz, “Kocaeli’ndeler, Farah,” diyen sinirli sesini duydum. “Eğer o piç kocanı sormak için aradıysan karımla birlikte Kocaeli’ne gitmişler!” Odanın ortasında donup kalmıştım. Gurur’un Bige ile Kocaeli’nde ne işi vardı?
“Neden Kocaeli’ndeler abi?”
“O ırzını siktiğim herifin yön duygusu oldu olası zayıftır! Bunu ona söylesen inkâr eder ama çocukken bile okuldan tek başına çıktığında evin yolunu karıştırırdı. Sırf bu yüzden her okul çıkışı o piçi beklerdim. Bige ile aynı arabadayken babamın saldırısına uğramışlar!” Korkudan aklımı almıştı. Şeref Kalender kendi öz kardeşi ve gelinine mi saldırdı? Bu adamın Gurur ile derdi neydi!
Korkudan odanın içinde dönüp dururken, “Karun abi onlar iyi mi?” diye sordum endişeyle.
“Bilmiyorum be kızım.” Tüm gün onları aramış gibi sesi yorgun geliyordu. “Kocaeli’ne kadar izlerini sürdük bulmamız an meselesi. İki deliyi bir ormanda arıyoruz ve karşımıza çıkan tek şey arkalarında bıraktıkları cesetler! Gurur’un kafası atarsa kadın falan dinlemez, Bige’nin de sağı solu belli olmaz. Birbirlerine bir şey yapmadan onları bulmak istiyorum. Bir haber alırsam seni ararım,” dedikten sonra telefonu kapatmıştı.
Karısı için mi endişeleniyordu yoksa amcası için mi, anlamamıştım. İkisi de birbirinden arıza olduğu için her yan yana geldiklerinde Karun’un ödünü kopartıyor olmalılar. Kocaeli’ne kadar gittiklerine inanamıyordum. Acaba bunu yapmayı nasıl başardılar? Gurur’un yön duygusunun bu kadar kötü olduğunu daha önce hiç bilmiyordum.
Gurur eğer Kocaeli’ndeyse eve geç gelecektir. Bu şansı heba edemezdim. Gurur ortalarda yokken Asaf ile görüşmeliydim. Aksa’ya mesaj atarak hemen odamdan çıktım. “Birazdan evden çıkıyorum bu akşam Asaf ile konuşmalıyım. Bana onun nerede olduğunu bulabilir misin?” Aksa sade bir yazılım mühendisi değil, aynı zamanda tanıdığım en iyi hackerlerden biriydi. İsviçre’de olabilirdi ama bilgisayarın başına geçince Asaf’ın yerini bulması onun için zor değildi.
Merdiveni inerken mesajıma beklediğimden daha hızlı cevap verdi. “Bolatlı’lara ait gece kulüplerden birinde, sana birazdan konumu atarım. Anlaşılan birileri geceye erken başlamış. Bu akşam onunla buluşmak için uygun bir zaman olduğunu sanmıyorum kuzen.” Bu kadar hızlı Asaf’ın nerede olduğunu nasıl öğrenebilmişti?
Aksa’ya cevap yazmakla meşgul olduğum için basamakları dikkatli bir şekilde iniyordum. “Neden bu akşam görüşme için yanlış bir zaman?”
“Ocağın yirmi sekizindeyiz.”
“Yani?”
“Beş yıl önce onu nikah masasında bıraktığım gün.” Hay aksi!
“Onunla bu akşam görüşmeliyim,” diye yazıp gönderdim.
“Çatacak yer arıyor olabilir bence bunun için yarını bekle, Farah.”
“Anlamıyorsun babam henüz eve dönmedi ve Gurur’da gece yarısından önce eve dönmez gibi. Bu akşam olmak zorunda.”
“Pekâlâ ama seni uyarmadığımı söyleyemezsin. O herif canını sıkacak bir şey yaparsa onda sıkılacak bir can bırakmam haberin olsun.” Bu kızda herkese kafa tutuyordu.
“Bana konumu at kardeşim,” dedikten sonra mesajlardan çıktım. Kardeşim diye adlandıracağım bir tek o vardı. Aksa benim için öz kardeşten farklı değildi.
Başımı telefondan kaldırdığımda arkadan biri bana çarptığı için merdivende düştüm. İkinci katın merdiveninde yuvarlanarak düştüğümde yaşadığım acının bir tarifi olamazdı. Merdivendeki her basamak keskin bir cam gibi bir vücudumun bir yerlerine batıp canımı yakmıştı. Son basamaktan sonra savrularak yeri boyladığımda, “Farah!” diye bağıran annemin korku dolu sesini duydum. Annemin bunu görmesini istemezdim.
Yan bir şekilde yerde yatarken annemin sesi dış kapının olduğu yönden geliyordu. Annem bana doğru koşarken failim yavaş adımlarla merdiveni iniyordu. Bu kişi abim Caner’den başkası değildi. Yerde acılar içinde kıvranırken yardımıma ilk koşan annem olmuştu. Hemen yanıma diz çöküp dikkatli bir şekilde beni kaldırdı.
Alnımdan süzülen kanı görünce siyah gözleri öfkeyle titreşti. Üzerinin kirlenmesini umursamadan beni abimden korumak ister gibi göğsüne bastırmıştı. “Sen ne halt ediyorsun, Caner!” Bağırdığında tüm vücudu bana duyduğu acıdan dolayı titriyordu. “Kızımı toprağa gömmeden durmayacak mısın Allah’ın cezası!”
Babam burada olmadığı için Caner anneme karşı saygısızca konuşup, “Kıs lan o sesini!” diye sinirle soludu. Kızgın sesini duyunca anneme bir şey yapmasından endişelenip onun göğsünden başımı ayırdım. Her şey etrafımda dönüyordu.
Caner hızlı adımlarla merdiveni inerken kızgın gözlerinin hedefinde annemle ikimiz vardık. Bakışları annemde durduğunda kaşlarını çattı. “Sünepe kızın önüne bakmadan yürüdüğü için kendi düştü. Bilip bilmeden boş yere yaygara çıkarma!”
Öfkeden gözü dönen annem ayağa kalktığı gibi Caner’in karşısına dikilip yüzüne sert bir tokat attı. “Seni gördüm onu ittin!” diye bağırdığında güçlükle ayağa kalkabilmiştim. Bunu annem için yapmıştım çünkü Caner o tokadı karşılıksız bırakacak biri değildi.
Annemin parmaklarının izi sol yanağında çıktığında Caner’in yüzündeki her kas seğirdi. Avına kitlenmiş bir yırtıcı gibi delici gözlerle anneme bakarken boğazında hırıltıyla karışık kalın bir ses çıkmıştı. “Bunu bir daha yaparsan babam bile seni benden kurtaramaz!” Annemin üzerine yürüdüğünde ondan çok korksam da hemen araya girip tam zamanında annemi arkama çektim.
Alnımdan yanağıma süzülen kanın sıcaklığını hissederken derin bir nefes alıp, “Düştüm anne,” dedim fısıltıyla. Abimin delici gözlerine bakarken aksini iddia edecek cesaretim yoktu. Anneme kinlenirse beni bırakıp onun canını yakmanın peşine düşebilirdi. Annemi ondan korumak için, “Abim bir şey yapmadı kendim düştüm,” demek zorunda kaldım. Annem ve abimi karşı karşıya getiremezdim.
Gerçeği gizleyerek Caner’i koruduğumu düşünen annem arkamdan çıkıp çatık kaşlarla bana baktı. “Bu işe yaramaz herifi korumayı bırak!”
Caner ona diklenerek, “Düzgün konuş!” dedi sert bir sesle. “Yoksa senin için sonuçları ağır olur!”
“Anne lütfen.” Düştüğüm için kemiklerim sızlarken yalvaran bakışlarımı ona çıkardım. “Daha fazla uzatma ben iyiyim.” Onu bırakıp dış kapıya doğru yürümeye başladım. “Yakınlardaki eczaneye gidip alnıma pansuman yaptıracağım.” Bu evden çıkmak için gereken bahaneyi bulmuştum.
“Eczane mi?” Çılgına dönen annem koşarak yanıma gelip karşıma dikildi. “Çok sert düştün kafa travması geçiriyor olabilirsin.” Bunun ihtimali bile güzel yüzünün bembeyaz olmasına neden olmuştu. “Hastaneye gitmeliyiz, Farah.”
Konu ben olunca ne kadar inatçı olduğunu bildiğim için omuzlarım düştü. “Seni dışarıda bekliyorum hazırlanıp gel,” dediğimde bir an önce beni hastaneye yetiştirmek istediği için koşarak merdiveni çıkmaya başladı. Tabii bunu yapmadan önce yanından geçerken Caner’in omzuna sertçe çarpmıştı. Annem yukarı çıkınca Caner ile holde yalnız kaldık.
Beni ölesiye korkutan sadece iki şey vardı. Bunlardan biri insanların bana bağırması, ikincisi de üzerime yürümeleriydi. Caner tiksinti dolu gözlerini benden ayırmadan üzerime yürüyünce arkaya doğru adımlar atmamak için kendimi zor tuttum. “Şimdi söyleyeceklerimi harfiyen yapacaksın sünepe.” Buz gibi bir sesle konuşup karşımda durdu. Bana olan bakışları tahammülsüzdü.
“Babamdaki kredim tükendiği için hesaplarımı dondurdu.” Kaşlarını çattığında bunun sorumlusu benmişim gibi bakıyordu. “Biricik kızının hesapları için herhangi bir işlem yapmadığını tahmin etmek zor değil.”
Canımı daha da yakarak kolumu tutup sertçe sıktı. “Anneni ben oyalarım, sen dışarı çıkıp ihtiyacım olan parayı bana getireceksin!” Bu konuda itiraz kabul etmiyormuş gibi sıktığı dişlerinin arasından tıslarcasına konuştu. “Bir saat içinde yirmi milyon parayı bana getirmezsen sana yapacaklarımı hayal bile edemezsin!”
Yirmi milyon mu? Benden böyle bir şey istediğine göre gerçekten aklını kaçırmış olmalıydı. “Tüm hesaplarımdaki parayı çeksem bile bende o kadar para çıkmaz abi.” Şoke olmuş bir halde ona bakıyordum. “Parayı ne yapacaksın?”
Aslında o parayı niçin istediğini tahmin etmek zor değildi. Kumar borçları babamın ödeyemeyeceği bir meblağa ulaştığı için babam onun hesaplarını dondurmak zorunda kalmıştı. İflasın eşiğindeydik yani savurganlık yapmayacağımız bir dönemdeydik. Buna rağmen Caner kumar tutkusundan vazgeçmeyip bizi daha da borçlandırıyordu. Kumar bağımlısı olduğu için neyi var neyi yok o masaya koymadan durmazdı.
Benden istediği o yirmi milyonu kumar masasında bir gecede harcayacağını biliyordum. Caner genelde Gurur’un kumarhanelerinden birinin müptelasıydı. Gurur’dan bu kadar çok nefret ederken neden onun işlettiği bir kumarhaneye gittiğini hiç anlamazdım. Daha düne kadar buna bir anlam veremezdim ama artık sebebini biliyordum. Caner’e istediği krediyi veren tek kişi Gurur’du.
Üç yıl boyunca Caner ne zaman onun kumarhanesine gitse Gurur ona bir masa açıp en iyi şekilde onu ağırlamıştı. Aslında yaptığı tek şey Caner’i kendisine daha fazla borçlandırıp babamı iyice dibe çekmekti. Kumar borçlarıyla bizi daha fazla Gurur’un kölesi yapmasını istemediğim için, “Üzgünüm abi,” diye mırıldandım zayıf bir sesle. “Benim hesaplarımda o kadar para yok.”
Hayır cevabıyla kan beynine sıçramış gibi gözü seğirdi. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan!” Yüzüme karşı bağırdığında öfkeyle ağzından çıkan tükürükler yüzüme sıçradı. “Doğru düzgün dışarı çıkıp para bile harcamıyorsun! Sende olmayacakta kimde olacak para. Hesabındaki tüm parayı istiyorum!” Sandığının aksine hesabımda o kadar para yoktu çünkü son beş yıldır paramı gizlice farklı hesaplardan Aksa’ya gönderiyordum. Babamın ödediği kredi kartlarımız bloke edilirse buradaki herkes gibi bende beş parasız kalırdım.
“Üzgünüm abi ama istediğin para bende yok.” Parmaklarıyla işkence ettiği kolumu çekmeye çalıştım. “Babamın iflasın eşiğinde olduğunu biliyor olmalısın. Kumar oynamak yerine ona yardım etmelisin.” Acıdan beni ağlatma noktasına getiren kolumu gösterdim. “Abi çok acıyor n’olur bırak.”
Küfreder gibi, “Sende yoksa bile bul o parayı!” deyip beni sertçe bıraktı. Delici bakan gözleri her şeyi yapabilecek durumda olduğunu gösteriyordu. “İstediğim parayı bir saat içinde getirmezsen başına geleceklerden ben sorumlu değilim!”
“O kadar parayı nereden bulayım?”
“Git kocandan iste!” Yüksek sesle konuşup beni sindirirken aklını kaçırmış gibiydi. “Gurur bu ülkenin gördüğü sayılı milyarderlerden biri! Yeğenlerinin sefasını sürdüğü tüm o şirketler, yatlar ve katlar babasından Gurur’a kaldı. Yarısını Karun’un üstüne yıkmış olabilir ama Karun’dan daha zengin.”
Bildiğim şeyleri bana hatırlatarak çirkin ısrarını sürdürdü. “Sen onun karısısın ondan para istediğinde seni geri çevirmez. Ona git ve istediğim parayı bana getir!” Annemin ona yaptığı gibi o da benim omzuma sertçe çarparak yanımdan geçip gitti. Gurur’dan para istemeyecektim, bana bunu yaptırmak için beni öldürmesi gerekirdi.
Caner’in parmaklarıyla deştiği kolumu tutarken ıslak gözlerle onun arkasından bakıyordum. Ne yaparsam yapayım abimin beni sevip koruyacağı bir gün gelmeyecekti çünkü o beni kardeşi olarak bile görmüyordu. Yerdeki telefonumu görünce yürüyüp onu aldım. Caner beni merdivenden ittiğinde telefonun elimde olduğunu unutmuştum. Az kalsın telefonu almadan gidecektim.
Annem üzerindeki spor kıyafetlerini çıkartıp aşağıya inmeden hemen evden çıktım. Garaja girip üç yıl boyunca hiç kullanmadığım arabama bindim ve yanıma koruma bile almadan malikaneden ayrıldım. Onu beklemeden gittiğim için döndüğümde annem canımı okuyacaktı ama bekleyemezdim. Hastaneye gitmediğim için benimle gelemezdi.
***
Aksa’nın bana attığı konuma gelmek beni biraz uğraştırsa da kulübü bulmuştum. Yol boyunca annem beni arayıp durduğu için telefonumu sessize almak zorunda kalmıştım. Yol üstünde bir eczaneye uğrayıp alnımdaki yaraya baktırmıştım. Islak mendille yüzümü silip alnıma küçük bir yara bandı yapıştırmışlardı. Asaf’ın kulübüyle bakışırken derin bir nefes aldım. Burası bana hiç tekin gelmiyordu.
“Bunu yapabilirim.” Bu gece annesinin korkak ördeği olmak yerine Farah olmaya ihtiyacım vardı. Bir zamanlar olduğum o Farah’a ihtiyacım vardı. “Yapabilirsin.” Arabanın iç aynasından kendime bakarken gereken cesareti bulmaya çalışıyordum. “Bir şeyler yapmazsan babanı bitirecekler.” Korkaklığım yüzünden bunun olmasına izin verirsem kendimi asla affetmezdim.
“Sen sıradaki bölge liderisin.” Bunun düşüncesi bile ödümü kopartıyordu. “Bu adamlarla aynı masaya oturacak tek kadın lider olacaksın.” Hiçbirinin bundan hoşlanmayacağını tahmin etmek zor değildi çünkü bölge liderlerinin içinde daha önce hiç kadın çıkmamıştı.
Babam dahil hepsi yeraltının tehlikeli adamları olduğu için kadınları arka planda tutarlardı. Hepsi daha ölmeden yerine geçecek sıradaki adayı seçerdi ve hiçbirinin veliahdı bir kadın olmazdı. Babam beni varisi seçerken acaba ne düşünüyordu? “Pekâlâ.” Birkaç kez derin derin nefesler aldım. “Bunu yapmaya bir yerden başlamalıyım.”
Ne de olsa hayatımın kalanında beni bundan daha zor günler bekliyordu. Umarım babam hep hayatımda olurdu çünkü aşiretimizin hanım ağası ve bölgemizin lideri olmakla ilgilenmiyordum.
“Cesaretin yoksa varmış gibi davran, Farah.” Kendime bunu hatırlatarak arabadan indim. Omuzlarım dik, adımlarımda kararlı olmalıydı. Attığım her adımla biraz daha titriyordum ama bunun sebebi soğuk hava değildi. Üzerimdeki kıyafet bile böyle bir yer için uygun değildi fakat şu an için daha büyük sorunlarım vardı.
Korumaların önünde durup derin bir nefes aldım. “Asaf Bey’i görmeliyim ona geldiğimi bildirin.” İçten içe korkudan ölmek üzere olsam da soğuk gözlerle onlara bakmaya başladım. “Ya yolumdan çekilin ya da onu arayıp Farah Tozlu’nun geldiğini söyleyin.” Bu gece buraya bir Kalender olarak gelmemiştim.
İçlerinden biri şaşkınca, “Farah Tozlu mu?” dediğinde emin olmak için daha dikkatli bana bakmaya başladı. Hemen telefonunu çıkartıp içeriyi araması beni memnun etmişti. Gözlerini benden ayırmadan, “Abi Tozlu’ların kızı kapıda,” dedi bunun şaşkınlığıyla. “Sen nasıl istersen,” dedikten sonra telefonu kapatıp kapının önünden çekildi. “Buyurun, Farah Hanım.”
Kapıdan girince korkudan titreyen dizlerimi gizlemeye çalışıyordum. Oynadığım rolü sürdürmek için olağanüstü bir çaba gösteriyordum. Hayatımın kalanında bu tür mekanlarda hep bulunacağım için bir nevi pratik yapıyordum. Kulübün gürültücü kalabalığına girmeden merdiveni inen iki adam yanıma gelmişti. Üst katın localarına çıkan merdiveni bana gösterip, “Bizi takip edin,” dediler.
Benden istedikleri gibi merdiveni çıkarken korumalar iki yanımdan yürüyorlardı. Üzerimi aramadıkları için bana karşı temkinliydiler. Gurur gibi bir delinin karısına birçok konuda güvenmediklerini biliyordum. Üst kata çıktığımızda bana gösterdikleri yolda yürüdüm. İçeride ne yaptıklarını görmediğim kapalı locaların yanından geçmeye başladık.
Terasa yaklaştığımızda Asaf’ın, “Seni çıktığın deliğe geri sokarım orospu çocuğu!” diyen kızgın sesini duyunca adımlarım yavaşladı. “Bana ikinci kez söyletmeden dediğimi yap! Kafam yeterince bozuk bir de sizin beceriksizliğinizle uğraşamam!” Keşke Aksa’yı dinleseydim bu görüşmeyi yapmak için hiç doğru bir zaman değildi. Anlaşılan birileri bugün tersinden kalkmıştı.
Terasa çıktığımızda Asaf elindeki telefonu sertçe masaya bıraktı. Henüz beni fark etmediği için, “Beynini siktiğim piçleri!” diye küfrediyordu. Çok yanlış bir zamanda gelmiştim.
Geceyi yalnız geçirmek istemiş olmalı ki terastaki tüm masalar boştu. Bir masa dışında ve o masada Asaf vardı. Yalnız olması beni memnun etti çünkü konuştuklarımız sırrını korumalıydı. Korumalar terasa kadar bana eşlik edip gitmişlerdi. Terasın cam duvarına yakın olan masaya yürürken Asaf yayıldığı yerden çatık kaşlar altında beni izliyordu. Daha şimdiden kafayı bulmaya başlamış olacak ki koltuğuna yayılarak oturuyordu.
Ceketini yan koltuğa atmıştı ve açtığı kravatı boynunun iki yanında atkı gibi sarkıyordu. Gömleğinin ilk birkaç düğmesi açıktı ve gömleğin manşetlerini birkaç kat toplamıştı. Pahalı kol düğmeleri masanın üzerinde öylece duruyordu. Kolunu koltuğun kenarına yaslamış, bacakları aralıklı oturuyordu. Ancak beni görünce bacaklarını hafifçe birbirine yaklaştırdı. Hiç olmazsa benim karşımda öyle sere serpe oturmayacağını idrak edecek kadar ayıktı.
Mavi gözleri baştan ayağa beni süzerken yüzünde alaycı bir ifade belirdi. “Farah Kalender?” Gerçeklikten uzak bir şekilde güldü. “Bu ziyaretini neye borçluyum?” Hemen ardından tek kaşını usulca yukarı kaldırdı. “Burada olduğunu Gurur biliyor mu?”
“Hayır.” Sakince konuşup karşısındaki koltuğa oturdum. “Gurur buraya geldiğimi bilmiyor.”
Uzanıp kadehini doldurduktan sonra bir kadehte benim için doldurmaya kalkıştı. “Kalsın.” Onu durdurarak başımı iki yana salladım. “Buraya içmeye gelmedim.”
Benim için içki doldurmayıp kendi içkisine uzandı. Can sıkıntısını benden çıkarmak ister gibi mavi gözlerinin ardından gizli bir tehdit geçti. “Buraya geldiğin Gurur’un kulağına giderse diye korkmuyor musun?”
“Bunu daha sonra düşünürüm.” Sesimin titrememesine özen göstererek onunla göz kontağı kurdum. “Çok fazla zamanını almayacağım.” Bir an önce konuya girip buradan gitmek istediğim için, “Bir sevkiyat için bana yardım edecek adamlara ihtiyacım var,” dedim. “Bu iş için çok fazla adam lazım.”
Asaf eksik parçayı sonunda bulmuş gibi kafasındaki soru işaretleri dağılmıştı. Beni şaşırtarak soğukça güldü. “Dur tahmin edeyim bu adamları Gurur’a karşı kullanmak için istiyorsun?” Aksa’dan dolayı biz Tozlu’lara duyduğu nefret azımsanamazdı. “Baban batmak üzere ve sen onu kurtaracak tek sevkiyatı sorunsuz bir şekilde yapmak istiyorsun?” Her şeyi bilmesi beni şaşırttı. Bu insanların dünyasında hiçbir şey uzun süre gizli kalmıyordu.
Asaf işlerin bu noktaya gelmesinden aldığı keyfi saklama çabasına girmiyordu. Açık bir şekilde beni küçümsedi. “Bu iş seni aşar, Farah.” Fark ettiğim şeyle boğazımda bir yumru oluşmuştu. En az Gurur kadar Asaf’ta ailemin parçalanmasını istiyordu.
Onu nikah masasından bıraktığı için sadece Aksa’dan değil tüm Tozlulardan nefret ettiğini anladım. Bana terasın kapısını göstererek yardım etmeyeceğini açıkça belirtti. “Evine git bu noktada babanı Gurur’dan kimse kurtaramaz.”
İnatçı bir tutumla gitmeyi reddettim. “Yardımına ihtiyacım var. Bana sevkiyat için gereken adamları vermelisin.” Derin bir nefes alıp, “Lütfen,” diye fısıldadım.
“Kaldır şu omuzlarını, Farah.” Beni uyarana kadar karşısında iki büklüm oturduğumun farkında değildim. “Sen babanın koltuğuna oturacak sıradaki veliahtsın. Buraya babasının küçük prensesi olarak geldiysen kapı orada.” Düz bir sesle konuşup gözlerimin içine baktı. “Bir aşiretin hanım ağası ve bu alemin gördüğü tek kadın lider olarak buraya geldiysen buna yakışır bir şekilde karşımda dur.” Henüz ikisi de değildim.
Sıkıntıyla nefesimi vererek kendimi toparlamaya çalıştığımda bu hiç kolay değildi. “Benden lider falan olmaz bunu en iyi sen biliyorsun.” Bu herkesin çok iyi bildiği bir şeydi. “Babam benim yerime Caner’i seçmeliydi.”
Dudağının köşesi kıvrıldığında bana olan bakışları kinayeliydi. “Ailesi dışında babanın iflas etmek üzere olduğunu bilmeyen yok. Caner bile bunu biliyor.” Bulunduğumuz yeri gösterdi. “Hani nerede Caner? Neden onun yerine sen buradasın?”
“İşleri var.”
Dalga geçercesine güldü. “Kumar oynamak dışında daha önemli bir işi olduğunu mu söylüyorsun?” Tek kelime etmediğimde içkisini yudumlamaya devam etti. “Abin her şeyi bilmesine rağmen bu konuda bir şey yapmayacak kadar beceriksiz ama sen öğrendiğin an bu krizi durdurmanın peşine düştün.”
Benim hakkımda benden daha çok şey biliyormuş gibi mavi gözlerinde derin bir mana vardı. “Ümit akıllı bir adam. Erkek çocuğu dururken yerine kızını geçiriyorsa bu çocuklarının potansiyelini iyi bildiğini gösterir.”
“Bana yardım etme karşılığında ne istiyorsun, Asaf?” Omuzlarımı dikleştirerek eğdiğim başımı kaldırdım. “Buraya babasının küçük prensesi olarak değil, sıradaki bölge lideri olarak geldim.” Beni ciddiye alması için karşısında ezilip bükülmeyi bırakmıştım. “Yüz adam karşılığında ne istediğini söyle?”
“İşte şimdi aynı dili konuşmaya başladık.” Ona istemediğimi söylememe rağmen benim için bir içki doldurarak önüme itti. “Sana toplamda üç yüz adam vereceğim.” Bunu gerçekten yapacağını gösterircesine başını usulca salladı. “İhtiyacın olduğundan daha fazlasını alacaksın. Onlarla işin bittiğinde ister sağ teslim et ister ölü, fark etmez.”
Oturuşunu dikleştirerek masadan öne doğru eğildiğinde bu kadarıyla sınırlı olmadığını anladım. “Karşılığında senden tek bir şey istiyorum. Gurur’un kasasında siyah bir kutu var. Kasanın yerini bulacak ve kutuyu hiç açmadan bana getireceksin.”
“Nerede bu kasa?”
“Onu da sen bulacaksın, Farah. Sen onun karısısın yani ona en yakın olan kişi. Eminim bunu öğrenmenin bir yolunu bulursun.”
“Bu biraz zaman alabilir ama sevkiyat haftaya.”
“Bu demektir ki kutuyu ondan almak için sadece bir haftan var.”
Kendimi köşeye sıkışmış hissediyordum. Gurur’dan o kutuyu almamak gibi bir düşüncem yoktu çünkü onun yüzünden tüm bu işlere bulaşmıştım. Eğer babamı ipin ucuna getirmeseydi bende güvenli evimden çıkıp buralara kadar gelmezdim. Bir bölge lideriyle kocamdaki bir kutu üzerine pazarlık yaptığıma inanamıyordum. Gurur bize zaten ihanet etmişti, benim yapacağım şeyler onun yaptıklarıyla kıyaslanamazdı. Babamı kurtarmak için ne gerekiyorsa onu yapacaktım.
“Pekâlâ.” Kabul ederek ona başımı salladım. “O kutuyu sevkiyattan önce sana getireceğim ama sende sözünde duracaksın. İstediğin kutu eline ulaştığında adamları bana göndereceksin.”
“Karşında bir lider var, Farah verdiğim sözlerde dururum.” Son derece ciddi bir sesle konuşup masadaki sigarasına uzandı. “Sen istediğim şeyi bana getir bende anlaşmanın bana düşen kısmını yerine getiririm.” Bir kez daha önümdeki kadehi gösterdi. “Yerinde olsam bir yerden içmeye başlardım. İlerleyen günlerde bu tür şeyler hayatının bir parçası olacak. Önemli anlaşmaları su içerek geçiştirmen seni gülünç duruma düşürür. Alkole karşı direncini arttırmalısın.”
Alkolün tadını bile bilmiyordum. İçmeye kalkışırsam kadehin yarısına gelmeden sarhoş olacağımı iyi biliyordum. Buradan ayık kafayla çıkmak istediğim için kadehi kendimden uzaklaştırdım. “Gurur babanı bitirmek için atağa geçtiğine göre seçimini yaptı.”
Ne demek istediğini anlamadım. “Ne seçiminden bahsediyorsun?”
İşaret parmağıyla masaya hafifçe vurup sinir bozucu bir ritim tutturmaya başlamıştı. “Gurur son üç yıldır sen ve Leyla arasında sıkışıp kalmıştı.” Benimle dalga geçercesine güldü. “Sen bir psikologsun bunu nasıl anlayamadın? Babandan intikam almazsa Leyla’ya, intikam aldığında da sana ihanet edecekti. Bu intikam oyununu üç yıla yaymasının nedeni iki kadın arasından sıkışıp kalmasıydı.” Buz kestiğimde başını yavaşça salladı. “Babanı bitirmeye kalkıştığına göre Leyla’yı seçti.” Paramparça olduğumu hissettiğimde aklıma Gurur’un gördüğü rüya gelmişti.
Rüyası çıkmıştı.
Leyla’yı seçmişti.
Belki yanacağım ama yemin ederim Gurur’u da kendimle yakacağım.
Tıpkı rüyasında gördüğü gibi o da benimle yanacaktı!
Çalan telefonumu çantadan çıkardığımda ekranda yazan ismi Asaf’tan gizleyemedim. Asaf’ın omuzları gerildi çünkü Aksa arıyordu. Panikleyerek hemen telefonu meşgule atıp ayağa kalktım. “Bana söz verdiğin adamları ayarlamaya başla, istediğin kutuyu sana getireceğim.” Bunları söyledikten sonra aceleyle masadan uzaklaştım. Aksa arayacak zamanı bulmuştu! Artık Asaf onunla hiç iletişimi kesmediğimi biliyordu.
Terasın kapısına doğru yürürken Aksa durmaksızın üst üste arayınca telefonu açıp, “Müsait değilim!” diye ona kızdım. “Zamanlaman berbat.”
“Başım belada, Farah yaralıyım.” Adımlarım kendiliğinde durduğunda kaskatı kesildim. “Yaralı mısın? Aksa neler oluyor?”
Yarası canını çok yakıyor olmalı ki acıyla inleyip, “Peşimdeler!” diye bağırdı sinirle. “Türkiye’ye giriş yaptığımdan beri peşimdeler. Farah…” Sesi kısılırken ağlamak üzere olduğunu anladım. “Babam beni buldu, bulmakla da kalmadı vurdu.” Gözümden bir damla yaş süzülürken, “Neredesin?” dedim aceleyle. “Bana nerede olduğunu söyle geliyorum!” Hemen terastan çıkıp koşmaya başladım. “Aksa bana yerini söyle!”
“Bu haldeyken daha fazla arabayı süremem. Peşimi bırakmıyorlar.”
“Bana nerede olduğunu söyle!”
Locaların yanından hızla geçip merdiveni koşarak indiğimde, “Farah,” diyen acı dolu iniltisini duydum. “Sana söylemem gereken bir şey var.”
“Bana söyleyeceğin tek şey nerede olduğun!” Kulüpten çıkıp koşarak arabamın yanına geldim. Telefonu boynum ve kulağım arasında sıkıştırıp çantamdaki anahtarı aradım. Ona bir şey olacak korkusuyla paniklediğim için anahtarı bulamıyordum. “Lütfen,” diye fısıldarken ona yalvarıyordum. “Bana yerini söyle!”
Nihayet anahtarı bulunca hemen arabaya binip telefonun hoparlörünü açtım. Arabayı çalıştırıp gaza yüklenirken, “Aksa!” diye bağırıp elimi direksiyona sertçe vurdum. “Bir şey söyle!” Sesini duymaya ihtiyacım vardı.
Anayola çıkıp son sürat arabaların arasından geçerken, “O yaşıyor, Farah,” diyen kısık sesini işittim. “Babamın konuşmalarını duyduğum için beni öldürmeye kalkıştı.”
“Bırak bunları ve bana nerede olduğunu söyle!” Onun dışında kimse umurumda değildi.
“Gurur bunu bilmeli.”
“Neredesin, Aksa!”
“Farah-”
“Yerini söylemezsen iki dünyada da sana hakkım helal değildir!” diye bağırdığımda, “Malikaneye gidiyorum,” diyen içli sesini duydum. “Ablam olacak o sürtüğün işini bitirmeden ölmeyeceğim.” Yaralıydı ve eceline gidiyordu!
Ani bir dönüşle direksiyonu kırıp malikaneye giden yöne çevirdim. “Eve gidersen oradan sağ çıkamazsın. Amcam kapıdaki tüm korumalara senin için vur emri vermişti.”
“Um-umurumda değil bugün bu iş bitecek.”
“Mantıklı davranmıyorsun!” Sinirden bağırarak son sürat arabayı kullanmaya başladım. “Daha içeri girmeden ölürsen Seçil ile hesaplaşamazsın. Hiç yoluna gideceksin geri zekalı! Şimdi beni iyi dinle ve dediklerimi harfiyen yap lütfen. Seçil’in canına mı okumak istiyorsun?” Hızlıca başımı salladım. “Tamam, bunu yapman için sana yardım edeceğim ama bunu yapmak için önce yaşamalısın. Çocukken sık sık kaçıp gittiğimiz bir park vardı. Peşindekileri oraya getir gerisini ben halledeceğim.”
Acı dolu gülüşünü duydum. “Giderayak senin hayatını da tehlikeye atmayacağım.”
“Hiçbir yere gittiğin yok şimdi dediğimi yap!”
“Yapamam kardeşim,” diyen sesi ağlamaklıydı. “Öleceğimi bilsem bile senin hayatını riske atamam.”
Gözlerimde akan yaşlarla, “Öleceğimi bilsem bile peşinden her yere gelirim, Aksa,” diye fısıldadım. “Neler yapabileceğim hakkında bir fikrin yok. Sana yalvarıyorum parka getir onları.”
“Peşimdekilerin içinde babamda var.”
Kaşlarımı çatarak direksiyonu sıktım. “Senden daha değerli değil!” Aksa için amcamı bir kalemde silmekten çekinmezdim. Elime ailemden birinin kanı bulaşacaksa bulaşsın, bunu yapardım.
Kayıtlı olmayan bir numaranın aradığını görünce yan aynadan arkaya baktım. Arkamda bir düzine araba vardı. Bunlarda kimdi? Israrla arayıp duran numara yüzünden Aksa’ya odaklanamıyordum. Kuzenimi beklemeye alıp gelen aramayı açtım. Bunu yaptığım an Asaf’ın kızgın sesini duydum. “Nerede! Kuzenin nerede ve nasıl, Farah?” Şaşkınlıktan neredeyse önümdeki arabaya çarpacaktım. Arkamdaki arabalar ona mı aitti? Telefonda konuştuklarımızı duyunca Asaf’ın peşime düşmesini beklemiyordum.
“Sana bunu söylemeyeceğim!” Yüksek bir sesle konuşup onlarla aramdaki mesafeyi açmak için ayağımı gazdan çekmedim. “Onu öldür diye yerini söylemeyeceğim!”
“Onun yerini söylemezsen öldüğünde bunun sorumlusu sen olacaksın!” diye bana bağırdığında çok öfkeliydi. “Ve bu olduğunda seni yaşatmam, Farah!” Vücudumdaki tüm kan çekilmişti. Asaf onu öldürmek için değil, korumak için yola çıkmıştı. Onu nikah masasından bırakan bir kızı hâlâ korumak istiyor muydu?
“Parkta,” dedim hızlıca. Aksa’yı amcamın elinden çekip alacaksa herkese onun yerini söyleyebilirdim. Beş yıl önce bunu yapmıştı belki yine yapabilirdi.
“Çocukken gittiğimiz parka gidiyor. Bir seferinde sende oraya gelmiştin. Lise çıkışı parka kaçtığımızda seninle orada karşılaşmıştık,” dediğimde önce bir sessizlik oldu ama daha sonra, “Onu ilk gördüğüm yer,” diyen mırıltısını duydum. Gaza basarak yanımdan geçtiğinde adamları peşindeydi.
Bir an olsun ayağımı gazdan çekmediğim için sadece on dakika içinde parka gelmiştim. Burası bizim bölgemiz olduğu için bu sokakları benden daha iyi kimse bilemezdi. Tüm kestirmeleri kullanarak Asaf ve adamlarından önce buraya gelmeyi başarmıştım. Parkın girişinde Tozlu’lara ait arabaları görünce frene basarak arabayı durdurdum. Gözlüğümü çıkartıp yan koltuğa attıktan sonra torpido gözündeki silahı aldım. Silahımın hâlâ arabamda durduğunu görmek beni mutlu etmişti.
Arabadan inip hızlı adımlarla parka girerken silahı belimin arkasına taktım. Hareketlerimi kısıtlamasın diye üzerimdeki hırkayı çıkartıp yere atmıştım. Koşarak oyun alanlarının arasından geçtiğimde gördüklerimle kan beynime sıçradı. Amcamın tüm adamları buradaydı ve Aksa karnında yaralı bir şekilde dizlerinin üzerinde duruyordu. Amcam silahını kendi öz kızının alnına dayayacak kadar korkunç biriydi.
Bu her şeyi yapmam için yeterli bir görüntüydü.
Amcamın parmağı tetiğe baskı yapmak üzereydi ki, belimdeki silahı çıkarttığım gibi onu kolundan vurdum. Ateş ederken onda ciddi bir yara açmamak için kolunu sıyıracak bir şekilde hedef almıştım. Korumalar silahına davranıp bana döndüğünde bile gözlerimi amcandan ayırmıyordum. Kolunda küçük bir yara açtığım için kolu yan tarafına düşmüştü.
Kurşunun onda yarattığı acıdan daha büyük bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Farah?” Buraya gelip ona kurşun sıkmamı beklemiyordu.
“Uzaklaş ondan amca!” Hızlı adımlarla onlara doğru yürürken silahı kaldırıp bu sefer tam kalbine hedef aldım. “Yoksa bir Tozlu başka bir Tozlu’yu öldürmek zorunda kalacak!” Beni zorlarsa bunu yapardım.
Ne kadar kararlı olduğumu görünce kan beynine sıçramıştı. “Sen bir Tozlu değilsin!” diye bağırdı hiddetlenerek. Kaşlarını çattığında sinirden gözü seğiriyordu. “Öyle olsaydın amcana kurşun sıkmazdın!”
“Haklısın artık bir Tozlu değilim.” Gözümü kan bürümüşken dışarıdan bana bakan kimse beni tanıyamazdı çünkü bu konuşan onların tanıdığı Farah değildi. “Ben bir Kalender’im,” dedim üzerine basa basa. “Ve bilirsin Kalenderler her türlü deliliği yapmakla meşhurdur!” Beni zorlarsa buradan cesedi çıkardı.
Beni durduramayacağını anlayınca adamlarını üzerime saldı. Ağzından tükürükler saçarken çoktan kontrolünü kaybetmişti. “Ne duruyorsunuz, etkisiz hâle getirin şunu!” Beni öldürtemezdi çünkü babamdan korkardı ancak etkisiz hale getirip yolundan çekmeyi deneyebilirdi.
Amcamın adamları üzerime yürüyünce birbiri ardına silahlar patlamıştı. Arkamdan birileri ateş ederek üzerime yürüyen her adamı vurup yere sermeye başlamıştı. Hiçbirini bana yaklaştırmıyorlardı. Asaf’ın adamları bir anda ortaya çıkıp etrafımızı sarınca amcam neye uğradığını anlayamadı. Arkamdan gelip hızlı adımlarla yanımdan geçen Asaf, amcamın yanına giderek suratına yumruğunu geçirdi. “Sana bu kızdan uzak dur demiştim!”
Amcam düştüğü yerden pörtlek gözlerini irileştirerek tepesinde dikilen adama hayretler içinde baktı. “Seni nikah masasında bırakan birini mi savunuyorsun!”
Asaf sıktığı dişlerini gıcırdattığında sinirden boynundaki damarlar belirginleşmişti. “Sana ne lan bundan!” Amcamın üzerine eğilip yakasına yapıştığı gibi yüzlerini aynı hizaya getirdi. “Onunla olan meselem ayrı senin ona silah çekmen ayrı!” Kızgın gözlerini amcamın pörtlek grilerine kenetleyerek, “Sözde namusunu temizlemedikçe onu rahat bırakmayacaksın, değil mi?” diye sordu sertçe. “Üç gün içinde evleniyorum kızınla! Artık senin değil benim namusum olacak!” Amcamı yere savurdu. “Şimdi siktir olup git buradan!”
Midem kasıldı.
Hâlâ onunla evlenmek mi istiyordu?
Amcam kendini zorlayarak ayağa kalktığında kurşunun sıyırdığı kolunda çok az kan akıyordu. Ama bunu fazla abarttığı için yüzü şekilde şekle giriyordu. Vurduğum kolunu tutarak Asaf’ın karşısına dikilmişti. “İlkinde olduğu gibi yine senden kaçacak! Bu olduğunda herkese madara olacak tek kişi sen olmayacaksın!”
Asaf, kuzenimi amcamdan korumak için onun önünde dimdik dururken yumruklarını sıktı. “Bu sefer kaçamayacak çünkü benim evimde tedavi görecek! Kendini toparladığı an nikah kıyılacak.”
Aksa yerde kanayan karnını tutarken kaşlarını çatarak, “Seninle evlenmeyeceğim!” diye bağırdı ama Asaf dönüp ona bakmadı bile. Onun hayatı üzerine amcamla bir anlaşma yaparken mavi gözleri fazla hissizdi. “Seni tekrar uyarmayacağım, Kerim.” Bakışları tehditkâr, sesi de buz gibiydi. “Beş saniye içinde gözümün önünde kaybolmazsan yarın sabaha selan okunur!”
“Üç gün.” Amcam ona şart koşarak Aksa’yı bırakıp gitmeyi kabul etti. “Üç gün içinde onunla evlenmezsen bundan sonra olacaklara karışmayacaksın!” Aralarındaki son adımı kapatıp kaşlarını sinirle çattı. “Evlenmeden onu evine götürmeyi unut, kızımı senin kapatman yapmayacağım. Hastanede tedavi olacak ve Farah onun yanında kalacak.” Sırf Aksa daha fazla kan kaybetmesin diye Asaf bunu kabul etmek zorunda kalmıştı.
Amcam gidince hemen Aksa’nın yanına diz çöktüm. Gördüklerim beni hıçkırıklarla ağlatabilirdi. Karnından vurulduğu için beyaz bluzunun önü hep kan içindeydi. Ellerini karnına bastırıp acıdan tir tir titriyordu. İsviçre’de sandığım kuzenim hiç beklemediğim bir anda geri dönmüştü ama onu görmek istediğim bir şekilde değil. Onunla sadece sesli değil, görüntülü de sohbet ettiğimiz oluyordu bu yüzden son beş yılda değişip ne kadar güzelleştiğini biliyordum.
Ancak onu çıplak gözlerle görmenin büyüsü ve heyecanı bir başkaydı. Yuvarlak yüzü aşırı kan kaybetmekten solmuştu. Kahverengi gözleri çektiği acıdan dolayı ıslak bakıyordu. Gözleri titreştikçe uzun kıvrımlı kirpikleri arasından yaşlar süzülüyordu. Düz bir çizgide duran kalp şeklindeki dudaklarını hareket ettirip bana burukça gülümsedi. “Ho-hoş geldin demek yok mu kuzen?” Çektiği acıya rağmen işi muzırlığa vurmak istedi ama sol gözünden akan yaş buna izin vermemişti. “Bana kızma daha fazla orada duramazdım.”
Kahverengi saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Saçlarının bir tarafı omzunun üstüne gelecek uzunluktaydı ama diğer tarafı daha kısaydı. Eğer bu halde olmasaydı saçlarını yamuk kesmesi beni güldürebilirdi. Aksa beş yıldır saçlarını hep yamuk keserdi çünkü Asaf’ın simetri hastalığı vardı. Her şeyi orantılı ve tek bir çizgide görmek isteyen psikolojik bir rahatsızlığa sahipti. Aksa bunu öğrendiği günden beri saçlarını hep yamuk keserdi.
Saçlarıyla yaptığı bu eylemin nedenini iyi biliyordum. Ona baktıkça Asaf’ın rahatsız olmasını ve ondan uzak durmasını istiyordu. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp ıslak yanaklarını sildim. “Habersiz dönüşüne kızgınım ama seni gördüğüme sevindim.” Ona çocukluğumuzun geçtiği parkı gösterdim. “Yine buradayız eve hoş geldin, Aksa Atılgan.”
Duymak istediği tek şey birinin bunu söylemesiymiş gibi karnındaki ellerini çekti ve boynuma atılıp bana sımsıkı sarıldı. Kollarımda hıçkıra hıçkıra ağlarken, “Benim evim sensin, Farah,” diyordu içimi dağlayarak. “Sen…Senden başka benim bir yuvam yok.”
Beş yılın özlemiyle ona sarılırken hiç bırakmak istemiyordum. Eksik ve kayıp parçamızı bulmuş gibi ağlayarak birbirimize sarılıyorduk. O benim her şeyimdi. Aynı yaşta olduğumuz için birlikte büyümüştük. Sadece kuzenim değil, dostum, sırdaşım ve kardeşimdi. “Bunu sonraya saklayın. Çok kan kaybetti bir an önce hastaneye gitmeliyiz.” Asaf’ın endişeli sesini duyana kadar Aksa’nın yarasını hatırlamamıştım.
Hemen ondan ayrıldığımda Aksa başını kaldırdı ve tepesinde dikilen adama baktı. Yarasından dolayı acıdan tir tir titrerken kaşlarını çatmak için kendini zorladı. “Seninle evlenmeyeceğim, Bolatlı!”
Asaf dizlerini bükerek onun üzerine eğildi. Buz saçan mavi gözlerini Aksa’nın kor gibi yanan gözlerine kenetledi ve “Üç gün içinde karım olduğunda büyük konuşmamayı öğreneceksin, Aksa Atılgan!” dedi sert bir sesle.
“Bu asla olmayacak!” Karnından çektiği kanlı elini yere vurdu. “Seninle evlenmektense babamın beni öldürmesini yeğlerim!”
Asaf onun çenesini sertçe sıkarak parmaklarını yanaklarına geçirdi. “Seni babandan koruduğumu mu sanıyorsun?” Gözlerinin ardından kan donduran karanlık bir his vardı. “Eskiden sana acıdığım için seninle evlenmek istemiştim ama şimdi nefret ettiğim için! Bu evlilik seni babandan koruyacak ama benden değil.”
Aksa kaskatı kesildiğinde Asaf sıktığı dişlerinin arasından küfreder gibi konuştu. “Benimle aynı evin içinde sana bir cehennemi yaşatacağım. Beni o masada bırakmanın sonuçlarına katlanacaksın!” Mideme kramp girdi. Asaf’ın istediği tek şey ondan intikam almaktı.
Aksa onun elini yüzünden iterek kendini geriye çekmeye kalkıştı. Ancak karnındaki yaradan dolayı bunu yapamadı. Kanlı ellerini yere bastırıp soğuk toprağı sıkarken o da çok sinirliydi. “Bana cehennem olan bir evlilik senin cennetin olamaz!” diye bağırdı. Hızlı hızlı nefesler alırken deliye dönmüş bir haldeydi. “Yine kaçtığımda benimle evlenmenin bu kadar kolay olmadığını daha iyi anlayacaksın!” demişti ki öksürmeye başlayınca korkudan aklım çıkmıştı.
Onun dudaklarından süzülen kanı gören Asaf kaşlarını çatarak Aksa’nın üzerine eğildi. Aceleyle onu kucağına aldığında Aksa ona direnmek istedi ama bilincini kaybetmişti. Başı Asaf’ın göğsüne düşmeden önce son söyledikleri, “Evlenmeyeceğim,” demek olmuştu.
Aksa’nın gözleri kapanınca Asaf’ın değişen bakışlarını gördüm. Çatık kaşları düzeldiğinde hissiz mavilerinde hüzünlü bir şeyler belirdi. Başını eğip kollarında tuttuğu kızı izlerken ona olan bakışları kıyamıyor gibiydi. Aksa uyanıkken ona gösterdiği o sert tutumundan eser yoktu. İçini çekerek Aksa’yı göğsüne bastırmasını beklemiyordum. “Her şeyi zorlaştıracak kadar inatçısın,” diye mırıldandı. “Ve şu saçların…” Yüzünü buruşturarak arabaya yürüdü. “Elime bir makas alıp saçlarını düzeltmemek için kendimi zor tutuyorum!” Fark ettiğim şeylerle donup kalmıştım.
Asaf, Aksa’ya âşık olabilir miydi?
Yorumlar