Roman
  • 01/12/2025

13-KAYBET YA DA KARŞI KOY

Geçmiş

Gurur esneyerek sınıftaki kara tahtaya bakıyordu. Eğer öğretmeni tahtada yazan tüm o şeyleri onun deftere yazmasını bekliyorsa bu iş uzardı. Üşengeç ve tembel bir çocuk olduğu için uzun uzun yazı yazmaktan nefret ediyordu. Sınıfı kontrol ettiğinde buradaki tüm öğrencilerin harıl harıl tahtadaki soruları defterlerine yazdığını gördü. Başını çevirip yan tarafa bakınca sinirleri daha da bozuldu. Sıra arkadaşı Karun’da deftere gömülmüştü.

“Gurur?” Öğretmenin sesiyle başını kaldırıp tahtanın yanında duran kadına baktı. On yaşındaki bir çocuğun küçük kalbi yanlış kişilere atabilirdi. Tıpkı Gurur’un kendisinden yirmi yaş büyük bir kadına âşık olması gibi.

Sezen Hanım ona tahtadaki problemleri gösterdi. “Sen neden yazmıyorsun?”

“Sezen’cuğum ha ben buradaki mantuği anlamayim da,” dediğinde Sezen Hanım gülmemek için yanaklarının içini ısırdı. Küçük hayranının ona ismiyle hitap etmesine alışalı çok olmuştu.

“Öyle mi, Gurur’cuğum?” Yürüyüp masanın yanında durarak kalçasını masanın kenarına yasladı. “Burada tam olarak nasıl bir mantıksızlık var?” Gurur onun sevdiği öğrencilerden biriydi. Zekiydi ve her defasında onu güldürüyordu.

Gurur, Karun başta olmak üzere ona sınıftaki öğrencileri gösterdi. “Bu zarganalar sorulari akillarunda tutamaduklari için yazayiler.” Gömleğinin yakasını düzelterek kendisiyle övünmeye başladı. “Ama ben hepsuni tutayim aklumda. Ha böyle olinca ben niye yazayim?”

Sezen Hanım’ın dudakları bir kez daha kıvrıldı ama küçük öğrencisi ona fazla ciddi baktığı için gülerek onu gücendirmek istemedi. Oysaki Gurur’a bakmak bile onu güldürebilirdi çünkü henüz on yaşında olmasına rağmen kafasının dikine giden bir çocuktu. Ne ailesi ne de okul yönetimi ona üniforma giydiremiyordu. Sınıftaki herkes bej rengi bir tişört ve gri pantolon giyerken Gurur aralarında çok uyumsuz duruyordu.

Her sabah beyaz gömlek ve siyah pantolonla sınıfın kapısından içeri girerdi. Okul müdürü defalarca onunla konuşmuş ama Gurur, okulun ona dayattığı üniformayı giymiyordu. Ele avuca sığmayan bu çocuğa okulu sevdirmek için artık giydiklerine karışmıyorlardı çünkü Gurur okuldan kaçmak için bahane arıyordu. Çantasını bile Karun’a taşıttırırdı. Karun buna yanaşmadığında ise evden okula kadar çantasını yerde tekmeleyerek okula geliyordu. Sorunlu ve biraz da deli bir çocuktu.

Sezen Hanım onunla ilgili düşüncelerinden çıkıp Gurur’a tahtayı gösterdi. “Eve gidince unutursan diye bunları yazmanı istiyorum.”

“Hafizam çok iyidur.” Gurur iç çekerek dirseğini sıraya dayayıp yanağını eline yasladı. “Bak mesela senu de hiç unutmayim.” Yeşil gözleri güzel bir manzaraya bakar gibi öğretmenine dalıp gitmişti. “Allah var aklimdan hiç çıkmaysun.”

Tüm sınıf gülerken Karun’un amcasına olan ifadesi bezgindi. “Başlama yine o bizim öğretmenimiz.”

“Ula he dese yengen olacak ama demeyi.”

“Çünkü on yaşındasın!”

Karun’un son söyledikleriyle Gurur başını çevirip çapkın bakışlarını öğretmenine çıkardı. “Aramuzdaki yaşi sorun edeyi misun?”

Hep yaptığı gibi yine dersi kaynatan haylaz öğrencisine tebessüm eden Sezen Hanım, “Gurur ben yakın zamanda nişanlanıyorum,” diye yumuşak bir sesle konuştu. Onun çocuksu ve masum duygularını incitmek istemediği için bunları söylerken ona karşı çok hassastı. “Hafta sonu beden eğitimi hocanız Selami Bey ile nişanlanıyoruz.”

Duydukları karşısında Gurur hareketsiz kalmıştı. Bir donma anı yaşadığında çocuk kalbindeki çatırtıyı hissetti. Yeşil gözleri doldu, dudakları titredi ama herkesin içinde ağlamaya utandı. Tam zamanında okul zili çaldığında belki de ilk kez sınıfta ilk çıkan kişi o olmamıştı. Sezen Hanım toparlanıp gittiğinde bile Gurur donmuş gibi karşısındaki kara tahtaya bakıyordu.

Karun onun için endişelenerek kolunu dürttü. “İyi misin?”

Asık suratında değişen hibir şey olmazken sesi ağlamaklıydı. “Sevdiğum kadin başkasuni seveyi.” İçli bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Heç iyi değulum.”

Karun onunla ne yapacağını bilmez bir halde bakıyordu. “Senden yaşlıydı zaten olmazdı.” Bunları söyleyerek çantasını toplamaya başladı. “Geç kalırsak babam yine kızar.”

“Gidip ha o Selami’yi götünden vuracağum.” Gurur cebindeki sapanını çıkardı. “Kıçını deleceğum onin.” Selami kime bulaştığını bilmiyordu!

“Bunu yaparsan babam bacaklarını kırar!” Karun ona kızarken Gurur çoktan koşarak sınıftan çıkmıştı. “Bana ne ya!” diye sızlandı Karun. “Babam dövsün de seni gör!” Sızlana sızlana sadece kendi çantasını değil Gurur’un çantasını da topladı. O tembelin çantasını bile Karun taşıyordu. Sanki hizmetçisi vardı!

Gurur koşarak bahçeye çıkmıştı. Beden eğitimi öğretmeni kesin yine bahçedeydi. Aradığı adamı bulması uzun sürmemişti. Beden dersi olan öğrenciler zil çaldığı için okula girerken Selami Bey yerdeki topları topluyordu. Uzun boyu ve eşofmanın içindeki kaslı vücudu Gurur için dezavantajdı. Onunla eşit şartlarda değillerdi bu yüzden bu işi kendi yöntemleriyle halledecekti. Yerdeki taşı alıp sapanına yerleştirdi.

Ona sırtı dönük öğretmeni yerdeki topu almak için eğilince Gurur sapanının kauçuk lastiğini gerdi. Bir gözünü kısıp dilini ısırarak hedefe kilitlendiğinde avına dikkat kesilmişti. Sapanı iyice gerip bırakınca sapandaki taş süratle beden eğitimi hocasının kıçına çarptı. Onu gerçekten götünden vurmuştu.

Selami Bey arkasını tutup aceleyle döndüğünde Gurur’u gördü. Kaşlarını çatarak kızgınlıkla ona doğru yürüdüğünde öfkesi hissediliyordu. “Seni piç!”

Karun ikisinin çantasını elinde tutarak okuldan fırladı. “Koş!” diye bağırıp Gurur’un yanından geçtiğinde Gurur hemen onun peşine takılmıştı. Amca yeğen kaçarak okuldan çıkmıştı, Selami onların boyunu aşardı.

Selami Bey onları yakalamasın diye arkalarına bile bakmadan koşuyorlardı. Bugün içinde Şeref okuldan bir telefon daha alacaktı ve hep olduğu gibi konu yine Gurur olacaktı. Karun’u endişelendiren şey tam olarak buydu. Gurur ele avuca sığmayan yaramaz bir çocuktu ve eylemlerinin sonuçları onun için ağır oluyordu. Babasının yine Gurur’un canını yakmasını istemiyordu. Şeref Kalender’in küçük kardeşine tahammülü yoktu.

İkisi okuldan yeterince uzaklaşınca çantalarını kaldırım kenarında bırakıp nefes nefese soluklanmaya başladılar. Karun’un Gurur’a attığı bakışları çok sinirliydi çünkü her zamanki gibi sorun çıkarmayı başarmıştı. Gurur onun amcası olabilirdi ama ondan beş ay küçüktü ve Karun’a kıyasla kaygısız biriydi. Gurur’un yeşil gözleri her zaman neşeyle ışıldasa da bir tek Karun görürdü o gözlerin arkasında saklanan hüznü.

Onu babasından korumaya çalışıyordu ama Gurur’un yaptığı taşkınlıklar ona hiç yardımcı olmuyordu. “Selami’ye sapanla taş attığın babamın kulağına giderse yine canını yakar.” Bunun olmasından korkuyordu.

Gurur güldü ama yeşillerinde insanın içini sızlatan bir duygu vardı. “Bir şey yapmayunca da abim canimi yakayi.” Küçük omuzlarını kaldırıp indirdi. “Onin beni yakmak için hep vardur bir sebebi.”

Karun kendi çantasını taktıktan sonra Gurur’un çantasını da alınca ikisi evin yolunu tutmaya başladı. İki çocuk kaldırım kenarında yürürken Gurur yine ışıklardan geçmeye kalkıştı ve Karun bir kez daha onun kolunu tutarak durdurdu. “Düz devam edeceğiz.”

Gurur hiç bozuntuya vermeden çenesini dikleştirdi. “Zaten bileyim.”

“Bilmiyorsun.” Homurdanan Karun ona yolu göstermek için onun birkaç adım önünde yürüyordu. “Evin yolunu nasıl bilmezsin?” Okul çıkışı Karun asla onsuz eve gitmezdi çünkü Gurur sürekli evin yolunu karıştırırdı. Yön duygusu o kadar kötüydü ki sık sık kayboluyordu.

Ancak Gurur her defasında bunu inkâr eder ve tıpkı şimdi olduğu gibi, “Ben pusula gibiyumdur,” diye bir savunma yapardı. “Heç kaybolmam.”

“Daha geçen hafta kayboldun. Gelip seni karakolda aldık.”

“Kaybolmadum ula.” İnatçı bir tutumla göğsünü kabarttı. “Kaybolan bir uşak Ordu’da olduğuni bilmez ama ben Ordu’da olduğumi bileydim.”

“Ordu’nun içinde kayboldun!”

“Kaybolmadum deyim sağa.”

“Bir kere de kabul et, kayboldun işte.”

“Karun ben seninle konuşmayim yoksa yine döveceğum senu.” Böbürlenerek omuzlarını dikleştirdi. “Amcayim ben amcalar kaybolmayi.”

Karun’un bam teline basan tek şey amca kelimesiydi. Kaşlarını çatarak Gurur’a dik dik bakıyordu. “Benim amcam değilsin!”

“Öyleyim.” Gurur sırıtarak etrafına bakıp yoldan geçenlere, “Ha dinleyun ula!” diye bağırdı. Bunu yaparken işaret parmağıyla Karun’u gösteriyordu. “Ben bu kot kafali uşağun amcasiyum!”

“Eve kendin git!” Karun onu bırakıp koşmaya başladı. “Bakalım bu sefer yolu bulacak mısın!”

“Peşunde eve geldiğumde göreceksun amcanin kaybolmaduğini!” Gurur’da inat edip olduğu yerde bekledi ve onu takip etmedi. Bugün ona yön duygusunun çok iyi olduğunu kanıtlayacaktı.

Karun gözden kaybolana kadar kaldırım kenarında beklemişti. Kendine olan güveni sonsuz olduğu için beş dakika daha bekledikten sonra yürümeye başladı. En son Karun’u gördüğü yere kadar yürüyüp sola döndü. Bu yoldan eve gidildiğine çok emindi. Aklı biricik aşkını ondan çalan Selami’deyken çatık kaşlarla yürüyordu. “Ha biraz daha büyüyeyum deluk deşuk edeceğum oni.”

Sezen’i ilk Gurur görmüştü ilk kim gördüyse onun olmalıydı. “O zargana okula gelelu ne kadar oldu da Sezen’cuğumi alayi.”

Beden eğitimi hocasına kızarken yine dikkati dağıldığı için girdiği sokakları karıştırmıştı. Eve giden yolu bulmaya çalışırken esnaf çarşısına kadar yürümüştü. Dükkanların önünden geçerken kuaförde çalışan kızlar camdan onu görünce gülüşmeye başlamıştı. Kızlardan biri bir müşterisinin saçlarına fön çekerken kıkırdadı. “Ahanda yine kaybolmuş bizim uşak.” Ordu küçük bir yerdi ve Gurur evin yolunu bulmaya çalışırken Ordu’nun altından girip üstünden çıktığı için onu tanımayan kimse yoktu.

“Kabul etmez kaybolduğunu.” Kuaförün sahibi olan Nimet Hanım tebessüm ederek camdan dışarıya bakıyordu. “Adı gibi fazla gururludur bu velet. Ordu’da olduğumu biliyorsam kaybolmadım der durur.”

Gurur esnafı ne kadar eğlendirdiğinden habersiz kahvenin önünde geçerken, “Hey Koçari,” diye bir ses duydu. Başını kaldırdığında dışarıdaki masada oturan tüm adamların gülerek ona baktığını gördü. “Yine evin yolunu mu unuttun?”

“Kim demiştur oni?” Durup yönünü kahvedeki beylere çevirdi. “Haçan bakarsunuz bağa sizce ben evun yoluni unutacak biri miyimdur?” İçlerinden biri konuşmak için tam ağzını açmıştı ki Gurur cebindeki sapanı çıkardı. “Hele bi evet de bak bakayim nasi kırayim camini, İhsan emmi.” Kahvedekilerden gür bir kahkaha yükselmişti. Yapardı.

İçlerinden biri onun için boş bir sandalye alıp kendi masalarına koydu. “Masamıza buyur, Koçari.” Ona tebessüm ederek yanına çağırdı. “Bir şeyler ikram edelim sana.”

Ordu’dakiler Gurur’u sever, onu sahiplenirdi çünkü herkes ona bakınca öksüz bir çocuk görürdü. Abisinden gördüğü zulümleri az çok bildikleri için esnaf halkı Gurur’un nazıyla oynardı. Hepsi bu da değildi Gurur’da şeytan tüyü vardı. Büyümüşte küçülmüş halleriyle bir şekilde girdiği her ortamda kendini sevdirirdi. Kalender ailesi Ordu’da pek sevilmezdi ama küçük Gurur onlar için bir istisnaydı.

Gurur yürüyüp masadaki yerini almıştı. Çantasını sandalyesinin yanına bırakırken Salim Bey içeriden çıkarak, “Çay getireyim mi Gurur Bey’im?” diye onu şımartmaya başladı. “Bizim miço fırına gidip iki de simit kapsın sana.”

Gurur suratını asarak, “İstemeyim, Salim abi,” diye somurtmaya başladı. “Efkerliyumdur varsa bağa daha sert bir şeyler getireysun.” Sadece bu sözleriyle bile oradakiler gülüşüne engel olmaya çalışmıştı.

Her an katıla katıla gülecekmiş gibi duran Salim Bey, “Oralet vardır sana uyar mı beyim?” diye ona takıldı.

“Yeterunce sert midur?”

“Limonlu.”

“Şişeyi getireysun abi anca keseyi beni.”

Geçimini denizden sağlayan kaptan Salim içeri girip dolaptan onun için bir şişe oralet çıkardı. Daha sonra bir masada oturan miçoya yaklaştı. “Yavrucağız açtır bir simitle olmaz,” diye iç çekti. “Rıza’nın restoranına uğrayıp ona bir şeyler al.”

“Ne sever?”

“Ona kalsa kuru ekmek bile yer ama sen kara lahana sarması al.” Cüzdanından biraz para çıkartıp ona uzattı. “En çok sarmayı sever.”

Miçoyu restorana gönderdikten sonra Salim Bey, Gurur’un olduğu masaya yaklaştı. Kendi için bir sandalye alıp Gurur’un yanına oturduğunda yüzünde küçük bir gülümseme vardı. “Anlat bakalım seni bu kadar efkarlandıran şey nedir?”

Gurur limonlu oralete uzanıp bir kez daha iç çekti. “Sezen’cuğum o dalkavuk Selami ile nişanlanacakmuş.” Masalarında oturup gözlerini ona diken ahaliye kendini gösterdi. “Ula söyleyin bağa benum o Selami zarganasundan ne eksiğum varidur?”

Ahali sırasıyla konuşup ona gaz vermeye başlamıştı. “Ne eksiği senin fazlan vardır.”

“O Sezen karısı bizim uşaktan daha iyisini mi bulacakmış?”

“Kari milleti değil mi, ne bilsin gerçek seveni.”

“Açıldın mı bari Sezen’e?”

Gurur hızlıca başını salladı. “Git açil dedunuz açildum daha ne yapayim?”

Salim Bey merak ederek masada ona doğru eğildi. “Nasıl açıldın kıza?”

Gurur dudaklarını büzerek şişedeki oraletten birkaç yudum alıp sandalyesine yaslandı. “Çiktum karşisuna dedum ki seveyim seni.”

“O ne dedi?”

“Güldü.”

“Kime?”

“Bağa güldü.”

“Neden?”

“Sen çocuksun demiştur da.”

“Doğru demiş sen çocuksun.”

“Heç mi büyümeyeceğum? Bi on yıl beklese ölmezdu!” İçki içer gibi oraletten sert yudumlar aldıktan sonra şişeyi gürültüyle masaya bıraktı. “Ah, ulan ne varidu on yaş daha büyük olaydum!”

Cama yakın oturan Nejat tebessüm ederek başını iki yana salladı. “Bırak Sezen’i büyüdüğünde ben sana bizim kızı vereyim.” Nejat yirmi beşinde genç bir delikanlıydı. Biricik kızı henüz beş yaşındaydı ama Gurur’a takılmak için bu sözleri söylemişti. “Gel benim damadım ol ne dersin?”

“Orda dur bakalım, Nejat.” Başka biri bıyık altında gülerek, “Bende üç kız vardır,” diyerek Gurur’a döndü. “En küçüğünü vereyim sana.”

“Benim kızın yaşı daha yakındır Koçariye. Gülnaz’ı alıp benim damadım ol.”

Gurur onların tekliflerine yanaşmayarak inatla çenesini kaldırdı. “Ula ne yapacağum sizun sidikli kizlarunizi. Ben Sezen’cuğumi isteyim,” dediğinde herkes tekrar gülmeye başlamıştı. Gurur onların gördüğü en inatçı çocuktu. Bir şeyi kafasına koydu mu, kolay kolay vazgeçmezdi.

Gittiği okulun bile üniformasını giymeye yanaşmıyordu. On yaşında olabilirdi ama dediğim dedik inatçı bir çocuktu. Sırf bu yüzden esnaf ona Koçari lakabını takmıştı çünkü büyümüşte küçülmüş bir delikanlı gibiydi.

Gurur, Salim Bey’in onun için getirttiği kara lahana sarmasını afiyetle yemişti. Tüm bu süreçte herkesle laf dalaşına girdiği için kahvedekiler gülmekten kırılmıştı. Ona büyük bir adammış gibi davranıp nazıyla oynuyorlardı ve çocuk kalbini kırmamaya çalışıyorlardı. Buradakiler onu sevdiği için ona iyi davranıyorlardı, büyük bir servetin tek sahibi olduğu için değil.

Gurur’a kalan servet onu ülkenin sayılı milyarderlerinden biri yapabilirdi ancak bu para onun en büyük lanetiydi. Abisinin tüm o serveti ondan almak için ona az eziyet etmediğini biliyorlardı. Ordu küçük bir yer olduğu için her şey kulaktan kulağa çok hızlı yayılırdı. Kalender ailesine çalışan hizmetçiler orada olanlar hakkında iyi sır saklayamıyordu. Ordu’daki herkes o evde yaşayan çocuklara acıyordu.

Kahvedeki herkes Gurur’un eve gidince yine işkence göreceğini çok iyi bildiği için mümkün olduğunca onu orada tuttular. Hava kararana kadar bir şekilde onu oyalayıp ayrılmasına izin vermediler. Ne yazık ki sonsuza kadar onu Şeref gibi birinden saklayamazlardı. Eğer biraz daha eve gitmezse Şeref emrindeki tüm köpeklerini sokaklara salar, yaka paça Gurur’u buradan aldırırdı.

Bu yüzden Salim Bey, Gurur’un elini tutarak onunla oradan ayrıldı. Karısıyla çok istemelerine rağmen hiç çocukları olmadığı için Salim Bey’in Gurur’a olan düşkünlüğü bir başkaydı. Çocuk özlemiyle yanan bu adam Gurur’un onun oğlu olmasını çok isterdi. Şeref izin verse bir dakika durmaz, Gurur’u evlat edinir ve onu öz oğlu gibi büyütürdü. Ancak Gurur’un üzerinde o kadar para varken Şeref onu kimselere vermezdi.

“Babandan kalanları abine devretmenin bir yolu yok mu?”

“Keşke olsaydi.” Gurur bir çocukta olmaması gereken içli gözlerle başını eğdi. “Babam vasiyetune şart koymiştur. Yirmi yaşina girmeden o parayi ne verebilirum ne de ondan kurtulabilirum.” Gurur daha paranın ne olduğunu ve abisi için neden bu kadar önemli olduğunu bile bilmiyordu. Onun tek istediği yeğenleriyle mutlu bir hayat yaşamaktı.

Gurur’un evinin olduğu sokağa girdiklerinde Salim Bey onun gerginliğini solumuştu. Avucundaki küçük parmakların titreyişini nasıl görmezden gelebilirdi. “Gurur?” İçi acıyarak cevabını çok iyi bildiği o soruyu sordu. “O evde dövüyorlar mı oğlum seni?”

Gurur’un adımları durduğunda yeşil gözlerini ondan kaçırdı. “Yok abi,” diyen buruk sesi bile onu ele veriyordu. “Kimse dövmeyi beni.” Çok istese de bazı şeyleri anlatamazdı çünkü utanırdı.

Salim Bey hiç istemese de onu Ordu’daki en gösterişli evin kapısının önünde bıraktı. Daha fazla ilerleyemezdi çünkü korumalar onu içeri almazdı. Gurur’u aklı başında gördüğü sayılı günlerden birini yaşadığını bilmeden elini tuttuğu küçük çocuğa baktı. Yakında yeni bir lakap daha edineceğini bilmeden onu izliyordu. Ahalinin ona verdiği isim Koçariydi ama bir de abisinden ona miras kalan bir ismi olacaktı.

Deli Gurur.

Salim Bey henüz bunları bilmeden uzun uzun onu izliyordu. Gurur’un doğduğu eve attığı korku dolu bakışlar canını yakıyordu ama onun için hiçbir şey yapamıyordu. O bir garip balıkçıydı, Şeref gibi birini karşısına alacak güçte değildi. “Yolumuz burada ayrılıyor Koçari.” Ona gülümseyerek elini bıraktı. “Tekrar bekleriz bizim oralara.”

Gurur istemeye istemeye bahçeye girip büyük kapıların ardında kaybolduğunda Salim Bey oradan ayrılmıştı. Nefret ettiği eve geri döndüğü için suratı asıktı. Zile bastığında hizmetçilerden biri ona kapıyı açmıştı. Gurur doğrudan odasına çıkacaktı ancak hizmetçi kız onu durdurdu. “Abiniz sizi yemek salonunda bekliyor.” Anlaşılan bugün de abisinin gazabından kurtulamayacaktı.

Küçük adımlarla yürüyüp yemek salonuna girdiğinde Kalender ailesini masada gördü. Hepsi de yemeklerini yiyordu ama onun içeri girmesiyle tüm gözler ona dönmüştü. O masaya oturduğundan beri abisi onu bekliyor olmalı ki, “Demek geldin?” diyerek sandalyesine yaslandı. “Yine mi kayboldun?”

Gurur şaşırdı çünkü Şeref’i bu kadar sakin görmeye alışık değildi. “Kaybolmadum.” Tedirgin adımlarla masaya yürüdü. “Sadece yolu bilmeydim.”

Defne ondan üç yaş büyük olmasına rağmen, “Gel amca,” diye tebessüm edip yanındaki boş sandalyeyi Gurur’a gösterdi. “Aç olmalısın yemeğini ye.”

Gurur masadaki yerini alacaktı ki, “Geç kaldın,” diyen Şeref’in sesiyle durdu. “Herkes tam zamanında bu masada olmalıydı.” Şeref yarım ağız ona gülerek uzanıp Gurur için masaya konulan yemeği aldı. İçinde kara lahana sarması olan tabağı yukarı kaldırdı ve tüm sarmaları yere döktü. “Ye şimdi.”

Yengesi sırıtırken masadaki tüm çocuklar yutkunmuştu. Bu masada bir tek Levent eksikti o da henüz küçük bir bebek olduğu için odasındaydı. Defne, Karun ve Çağıl korku dolu gözlerle babasına bakıyordu. Ona karşı çıkmaktan bile korkuyorlardı. Gurur yerdeki sarmalara bakıp dururken çok tedirgindi. “Aç değulum.” Kısık bir sesle konuşarak arkaya doğru bir adım attı. “Salim abi karnimi doyurmuştur.”

“Bu geç kalmanı açıklamaz.” Şeref katı bir sesle konuştuğunda onun için kestiği ceza buymuş gibi kaşlarını çattı. “Sana ye dedim!” En sevdiği yemeği yerde toplayıp yiyecekti. Böylece eve tam zamanında gelmeyi öğrenirdi.

Gurur buna yanaşmadığında yumruğunu masaya geçiren Şeref, “Ye şunu!” diye bağırınca Gurur korkuyla sıçradı. Şeref’in ona sesini birazcık bile yükseltmesiyle irkilmişti.

Hayvanlar gibi dizlerinin üzerine çöküp yerdeki bir yemeği yemek istemiyordu. Ancak bunu yapmazsa Şeref’in ona daha fena şeyler yapmasından korkuyordu. Yürüyüp yere çöktüğünde dokunsalar ağlayacak durumdaydı. Tüm ailesinin gözleri önünde elini uzatıp yerdeki sarmalardan birini aldı. Bunu yaparken eli bile titriyordu. Kara lahana sarmasını ısırdığında yeşil gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü.

Küçük bir parça sarmayı çiğnerken kısık bir sesle ağlıyordu, bu evde yaşadıkları çok zoruna gidiyordu. “Kay kenara.” Karun’un sesini duyduğunda başını kaldırınca onu gördü. Bunu beklemiyordu.

Karun yerinden kalkıp onun tepesinde dikilmişti. “Yere düşünce belki tadı daha güzeldir.” Karun, Gurur’un yanına oturdu ve yerdeki sarmalardan birini alıp yemeye başladı. Onu izlerken Gurur’un içi öyle bir acıdı ki, neredeyse hıçkırıklarla ağlayacaktı. Karun bu muameleyi onunla bölüşüyordu.

Karun babasının sert bakışlarını üzerinden hissetse de Gurur’un yanından kalkmadı. Annesinin onu hiç sevmediğini ama babasının bir zamanlar onu sevdiğini biliyordu. Karun onun ilk oğluydu ve Şeref bir zamanlar onu sevmişti. Ancak Karun, Gurur’u savunup babasına karşı çıktıkça Şeref tıpkı Gurur gibi onu da saltanatı için bir tehdit olarak görmeye başlamıştı.

Bir süre sonra da Karun’a olan tüm sevgisi son bulmuş ve yerini nefrete bırakmıştı. Artık sadece Gurur’u değil, oğlunu da kendine rakip görmeye başlamıştı. Bu da onlardan daha çok nefret etmesine neden oluyordu. Karun babasının yanında olmak yerine onlardan her şeylerini çalan bir sığıntının yanında olacak kadar aptaldı. Şeref bunu gördükçe aklı başına gelsin diye Karun’a da az eziyet etmiyordu.

Defne, Gurur ve Karun’un yerde elleriyle yemek yediğini görünce buruk bir tebessümle ayağa kalktı. Bu ikisinin her konuda birbirlerine destek olmalarını seviyordu. Yürüyüp onların yanına oturarak o da elini yere saçılan sarmalara doğru uzattı. “Bensiz piknik mi yapıyorsunuz?” diye konuşup ikisini neşelendirmeye çalıştı. “Hımm tadı böyle daha güzelmiş.”

Üçünü yerde gören Çağıl hemen sandalyesinde atladı. Ancak annesi kolunu yakalayıp en sevdiği oğluna engel oldu. “Yerler pis, Çağıl hasta olursun.” Onu zorla sandalyesine oturtmaya çalıştı. “Masada yiyeceksin.”

“Bende piynik yapmak istiyom.”

“Onlar piknik yapmıyor, Çağıl!”

“Defne ablam öyle demiyo ama.” Çağıl kendini geriye çekerek annesinin elinden kurtuldu. “Piynik yapcam işte!”

“Piknik yapmıyorlar!”

“Yaptıkları şeyden yapcam ana!”

“Düzelt şu ağzını!” Güzin Hanım kaşlarını çatarak ikaz dolu bakışlarını ona dikti. “Sen önce doğru düzgün konuşmayı öğren!”

Çağıl inat ederek annesini dinlemedi.  “Onlarla piynik yapcam,” dedikten sonra diğerlerinin yanına koştu. Onsuz hiçbir şey yapmalarını istemiyordu.

Kardeşleri ve amcasının yanına oturduğunda hepsi Şeref’in sandalyesinin yanında yerdeydi. Babasının sandalyesinin ayakları Çağıl’ın sırtına değdiği için, “Baba,” diye sızlandı. “Sandalyen sırtımı dürtüyo.”

Güzin Hanım, Defne’den sonra Çağıl’ı da yerde görünce sinirlenerek kocasına döndü. Parmaklarının arasındaki çatalı kızgınlıkla sıkıyordu. “Kardeşin olacak sığıntı tüm çocuklarımızı bize düşman ediyor!”

Şeref’te onunla aynı fikirde olduğu için sandalyesini iterek bir hışımla ayağa kalkmıştı. Gurur’un kolunu tutup onu sertçe yerden kaldırarak peşinden sürükledi. Onu merdivenden çıkartırken çocuklar ona engel olmaya çalışıyordu. Defne, Karun ve Çağıl koşarak babalarının peşinden gelip ona yalvarmaya başlamıştı. Hepsi bir ağızdan, “Baba bırak onu,” diye ağlasa da Şeref, Gurur’u bırakmadı.

Yukarı çıkıp onu çalışma odasının ortasına savurarak atmıştı. Hemen ardından kapıyı içeriden kilitleyerek çocuklarının buraya girmesini engellemişti. Bu odada olanların hiçbirini çocuklar görmemişti ama Gurur buradan her çıktığında onun sırtına bakarak neler olduğunu az çok tahmin ediyorlardı. Defne, Karun ve Çağıl kapıya küçük yumruklarını geçirip ağlayarak ona yalvardı ama Şeref kapıyı açmadı.

Birkaç dakika içinde korumalar yaka paça onları odalarına götürüp kapıları üzerlerine kitlemişti. Şimdi Gurur gerçek anlamda yalnızdı. Düştüğü yerden başını kaldırdığında yanan şömineyi görünce içi korkuyla doldu. Şöminenin önünde bir koltuk vardı ve koltuğun yanında Şeref’in nargilesi. Abisi hep yaptığı gibi şömine rafında duran şişi alıp onu şöminenin közüne gömdü. Gurur artık ağlıyordu çünkü başına gelecekleri çok iyi biliyordu.

Şeref kendisine bir içki doldururken Gurur’a ateşin önündeki koltuğu işaret etti. “Çıkar üstünü!”

Yeşil gözlerinde birbiri ardına yaşlar akarken, “Abi yapmaysun,” diye ona yalvarmaya başladı. Canını yakacaktı. “Korkayim abi.”

Şeref dişlerini kızgınlıkla sıkınca Gurur dudaklarını birbirine bastırarak hıçkırığını yuttu. Kendini zorlayarak ayağa kalktığında birazdan olacaklardan ödü kopuyordu. Titreyen parmakları beyaz gömleğinin düğmelerine uzandı ve sırasıyla tüm düğmeleri açıp gömleği üzerinden çıkardı. Beyaz atletinin eteklerini pantolonun içinden çıkardığında yeşil gözlerinde taşan yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. Bu odaya girmek işkence gibiydi, odada kalmaksa ölüm gibi.

Gurur yaz gününde bile atlet giyerdi çünkü sırtındaki izleri birinin görmesinden utanırdı. Atletini çıkardığında zayıf ve çelimsiz vücudundaki kemikleri sayılırdı. Bu evde yaşadıklarıyla her geçen gün biraz daha zayıflamaya başlamıştı. Titreyen adımları geri geri giderken kendini zorlayarak şömineye yürüdü. Abisinin deri koltuğunun önünde diz çökerek elleri ve dizlerinin üzerinde durdu. Gurur bir köleymiş gibi Şeref ona hep bu şekilde diz çöktürürdü.

Şeref içki bardağıyla koltuğuna oturup bacaklarını Gurur’un sırtına uzatmıştı. Onu basit bir eşya, değeri olmayan bir sehpaymış gibi görüyordu. Abisinin bacakları bile Gurur gibi zayıf birinin sırtında ağır bir yüktü. Başı önde kısık sesle ağlarken çocuk kalbi gördüğü bu muamele karşısında utanç içindeydi. On yaşında olabilirdi ama aşağılanma duygusunu ve hor görülmeyi iyi biliyordu. Bunlar Şeref’in ona öğrettiği şeylerin sadece küçük bir kısmıydı.

Şeref bacaklarını onun sırtına uzatarak yayıldığı koltukta keyifle içkisini yudumlamaya devam ediyordu. “Sana olanlar için bana kızamazsın. Tüm bunları babamızın hatası yüzünden yaşıyorsun.” Eğer babaları Şeref’in hakkı olan serveti el kadar bir velede bırakmasaydı o da tüm bunları yapmak zorunda kalmazdı. Gurur o parayı yönetecek güçte değildi!

İçki kadehini koltuğunun kenarına bırakıp cebindeki sigara paketini çıkardı. Sigarayı yakıp dumanı içine çektiğinde bile Gurur titremeye başlamıştı. “Sende tıpkı abim gibi yoluma çıkan ve kurtulmam gereken bir engelsin.” Bir zamanlar babasının gözdesi Eşref abisiydi ama Şeref ondan kurtulmayı başarmıştı. Tam her şeyin bittiğini düşünmüştü ki bu seferde babası onun yoluna küçücük bir veledi çıkarmıştı! Kimsenin yapamadığını küçük bir çocuk yapacakmış gibi babası ona rakip olarak Gurur’u seçmişti.

Oysaki Gurur’un babasıyla ilgili doğru düzgün anısı bile yoktu. Annesini henüz üç yaşındayken kaybetmişti, babasını da altı yaşında. Onun tek yakını abisiydi ve abisi de onun katiliydi. Gurur onun himayesine girdiğinde küçücük bir çocuktu ve hâlâ da öyleydi. Şeref gibi bir psikopatın çocuklara bile acıması yoktu.

Şeref uzattığı bacaklarıyla onu ayaklarının altında ezerken Gurur’un direncine hayret ediyordu. Babası öldüğünden beri ona yapmadığını bırakmıyordu ancak Gurur hâlâ aklını yitirmemişti. Bu evde ve bu odada yaşananlar bir yetişkini bile delirtebilirdi ancak Gurur ona direniyor ve aklının son kırıntılarına tutunuyordu. Gurur yirmi yaşına girmeden önce akıl sağlığını tamamen kaybetmeliydi. Ancak bu şekilde sahip olduğu her şey Şeref’e geçerdi.

Yarı ettiği sigarasını Gurur’un sırtına bastırdığında Gurur dişlerini sıkarak tırnaklarını yerdeki halıya geçirdi. Yeşil gözlerinden birbiri ardına yaşlar aktığında nefes aldıkça burnundan garip sesler çıkıyordu. Durması için ona yalvarmadı bile çünkü bunu yaptığında Şeref daha çok zevk alıyor ve ona daha fazla eziyet ediyordu. Onun sırtı yıllardır abisinin kül tablasıydı.

Sırtının derisi yandı.

Acısını kemiklerinde hissetti.

Ama dur bile diyemedi.

Şeref ayağa kalkıp şömine ateşinde ısıttığı kızgın şişi aldığında Gurur’un korkusu çocuk bedenine sığmıyordu. Tekrar yerine oturan Şeref, koltuğunun önünde köpek pozisyonunda duran çocuğun sırtına baktı. Gurur’un sırtı hep sigara ve kızgın şiş izleriyle doluydu. Neredeyse sırtının tamamı bu izlerle kaplıydı. Gözlerini kısıp elindeki kor gibi yanan şişi nereye bastıracağını düşünmeye başladı. Sırtında çizgi şeklindeki şiş izleri ve yuvarlak sigara izlerinden hiç boş yer yoktu.

Zangır zangır titreyerek elleri ve dizleri üzerinde duran Gurur’un dudaklarından küçük bir sitem koptu. “Hiç boş yer kalmamış mı abi?”

Şeref şişi onun sırtındaki izlerden birinin üzerine bastırdığında Gurur’un haykırışı tüm odayı doldurmuştu. Sırtının derisi yandıkça kaburgalarının arasındaki kalbi kuş gibi çırpınıyor, pamuk ipliğine bağlı olan aklı, korku ve çaresizlikle sarsılıyordu. Zihninden geçen her düşünce ona bir kâbusu yaşatıp onu yoğun acıların pençesinde kıvrandırıyordu.

Şeref kızgın şişi bilerek onun sırtında çekmedikçe Gurur’un ağlayışı kesik hıçkırıklara dönüşüyordu. Gözlerinin odağında soğuk zemin vardı ancak her şeyi bulanık görüyordu. Yaşların titreştirdiği gözlerini açık tutmakta bile zorlanıyordu. Burnuna kendi etinin yanık kokusu geldikçe aklını yitirecekmiş gibi oluyordu. Bu şiddetli acı onu öldürebilirdi.

“Ab-abi dur canım çok yanıyor,” diye yalvarmaya başladı ama sesi bile doğru düzgün çıkmadı. “Ölüyorum abi n’olur dur.”

Şeref durmadı.

Gurur ise ölmedi.

Ama ölümü her zerresinde hissetti.


***

Gurur

Sabaha karşı eve döndüğümde üstüm başım kan içindeydi. Dün Bige ile yola çıktığımda arabamın frenleri tutmamıştı. Hemen sonra da Şeref’in adamları peşimize düşmüştü. Karun’un eski karısıyla aynı arabanın içindeyken tek düşündüğüm onu korumaktı. Arabanın benzini bitene kadar son sürat giden bir arabayı saatlerce sürmüştüm. Peşimizdekileri atlatmaya çalışırken frenleri tutmayan bir arabayı kullanmak hiç kolay değildi.

Kocaeli’ne kadar nasıl gitmiştik!

Karun’un sorunlu karısıyla yaşadığım küçük macera sinirlerini çok bozmuştu. Gerçek anlamda bir baş belasıydı. “Kırmızı rujunu sikeyim, Bige!” O deli karı kırmızı ruju yok diye ormandaki kırmızı bitkilerden birini dudağına sürdüğü için zehirlenmişti. Neyse ki önemli bir şeyi yoktu.

Tüm günüm Bige ile peşimizdeki adamları atlatmaya çalışmakla geçmişti. Kocaeli ormanlarında kaybolduğumuza hâlâ inanamıyordum. “Oraya kadar nasıl gittik lan!” İstanbul’da olduğumuza çok emindim.

Tozluların malikanesine gelip çatı katına çıktığımda saat sabahın beşiydi. Farah’ı yatağında bulamayınca gözlerim banyo kapısında oyalandı. Banyoda olabilir miydi? Sanki hiç yatağa girmemiş gibi yatağı bozulmamıştı. “Farah?” Adını seslenerek banyo kapısını tıklattım. “Farah orada mısın?”

Ondan ses gelmeyince içeri girip hızlıca banyoyu kontrol ettim. Farah’ı burada bulamayınca hemen banyodan çıkıp önce giyinme odasına daha sonra da mutfağa baktım. Farah hiçbir yerde yoktu. Son olarak terasa baktığımda onu orada da bulamadım.

Odadan çıkıp bir alt kata inmiştim. Ümit ve Demet’in odasına destursuzca dalıp ışığı yaktığımda yaptığım şeyin yanlış olduğunu düşünecek durumda değildim. Ümit burada değildi ve Demet Hanım tek başına yatakta mışıl mışıl uyuyordu. Kızı ortalarda yok ve bu kadın uyuyor muydu?

Yatağın kenarında durup onu omzundan sarstım. “Kaynana uyan! Karım hangi cehennemde?”

Onu sarstığım için Demet Hanım uykulu gözlerini araladı. Cehennem zebanisi gibi tepesine dikildiğim için bağırarak yattığı yerden doğrulmuştu. “Odamda ne işin var senin!” Yavaş yavaş uyku halinden çıkmaya başladığı için yastığı alıp suratıma fırlattı. “Hadsiz piç! Yatak odamıza böyle giremezsin!”

Yüzüme çarpmadan yastığı havada yakalayıp yere attım. “Karım nerede?” Sabırsız bakışlarımda gizli bir öfke vardı. “Farah nerede?” demiştim ki üzerindeki ince geceliği daha yeni fark ediyordum. Hemen ona arkamı dönüp kapıya yürüdüm. “Seni dışarıda bekliyorum, üzerine bir şeyler giyip gel.” Odaya girerken kadının uygunsuz bir vaziyette olacağını düşünememiştim. Ümit piçi hangi cehennemdeydi?

Kapının önünde ileri geri yürürken birkaç dakika sonra Demet Hanım dışarı çıktı. Üzerine geçirdiği sabahlığın kuşağını sıkıca bağlamıştı. Kollarını göğsünde birleştirip hesap soran bakışlarını bana çıkardı. “Sende beyin diye bir şey yok mu? Karının annesinin odasına bu şekilde giremezsin!”

Bu konuda kendimi savunup üste çıkmaya çalışmadım çünkü yaptığım şeyin ne kadar uygunsuz olduğunu daha yeni anlıyordum. Bakışlarımdaki mahcubiyeti gizleyemeden derin bir nefes aldım. “Kusura bakma kaynana, Farah’ı bulamayınca densizlik ettim.” Kendimce ondan özür dileyip asıl merak ettiğim şeyi sormak için fazla beklemedim. “Karım nerede?”

Demet Hanım karşımda durduğunda bana olan bakışları öldürmek ister gibiydi. “Farah kocaya kaçtı.” Neyden bahsediyordu?

“Kocaya mı kaçtı?” Bir an duyduklarımı idrak edemedim. “Kocası benim bana kaçmadıysa kime kaçtı kız?”

Demet Hanım’ın ihtiyatlı bakışları gözlerinin ardında sakladığı alayı iyi gizliyordu. “Sana değil başka bir herife kaçtı.” Kafası karışmış gibi siyah gözlerini kıstı. “Bu durumda benim iki damadım mı oluyor?” Fenalık geçirir gibi ellerini yelpaze şeklinde kullanıp kendini serinletmeye çalıştı. “Ay daha birine alışamamışken başka birini buldu. Umarım o senden daha iyidir ve senin gibi kırıp dökmekten zevk almıyordur!” Ne diyor lan bu?

Duyduklarımla kan beynine sıçrarken omuzlarım gerilmişti. “Neyden bahsediyorsun? Ne demek kocaya kaçtı!” Kocası benim bana kaçmadıysa kime kaçtı!

Kaynanam olacak cadı dudaklarını büzdü. “İnternetten birini bulup onunla gitmiş.” Kahroluyormuş gibi elini göğsüne bastırıp kederli anne rolüne büründü. “Farah’ın nasıl biri olduğunu sende biliyorsun. Belli ki iki güzel söze aldandı.” Gözlerinin arkasında büyük bir kinaye vardı. “Senden bulamadığı ilgiyi başka birinden bulmuş olmalı.”

Tüm vücudum şiddetli bir öfkeyle sarsıldığında içimi yoğun tehlike istila etmişti. Ona doğru sinirle bir adım attığımda yumruklarımı sıkıyordum. “Sakın benim ayarlarımla oynama!” Farah’ın şu anda başka bir adamla olduğunu düşünmek bile katliam çıkarmam için yeterliydi. “Karım yapmaz öyle şeyler!”

Demet Hanım benden bir şeylerin intikamını alır gibi şeytani bir şekilde güldü. “Başta bende inanamadım ama hepsi gerçek.” Ulan şaka yapıyor gibi görünmüyordu!

“Kim?” diye sorarken ellerimin parmaklarını kırmak ister gibi yumruğumu sıkıyordum. “Kime kaçtı!” Nefret ettiğim bir duygu illet bir hastalık gibi her hücreme işlemişti. Farah bunu nasıl yapabilirdi? “Kim benim karımı ayartmaya cesaret edebilir!”

“Karının yaptıklarını bana niye soruyorsun?” Demet Hanım suçlarcasına bana bakıyordu. “Koca olsaydın da karına sahip çıksaydın! Akşama kadar dışarılarda gez toz sonra buraya gelip karım nerede diye hesap sor!” Odasına girerek kapıyı suratıma çarptı. “Bir daha beni güzellik uykumdan sakın uyandırma!”

Kapıya tersçe bakarken her an sinir krizi geçirebilirdim. Deliye dönmüş bir halde yürüyüp kaynananın kapısına yumruğumu geçirdim. “Farah kime kaçtı dedim sana!” Bunu yapacak kadar aklını mı kaçırmıştı!

“Adam bir doktormuş!” Demet Hanım içeriden bağırıp bana bilmem gerekenleri hızlıca söyledi. “Parkın hemen yanındaki hastanede çalışıyormuş. Ümit ve Kerim bunu duyunca onları görmeye hastaneye gitti çünkü ikisi de hastanede saklanacak kadar aptallar. Senin haberin olmadan Ümit onlara imam nikahı kıydırmayı düşünüyordu. Eğer elini çabuk tutarsan nikah kıyılmadan yetişebilirsin.” Daha o sözlerini bitirmeden ben çoktan alt kata inen merdiveni yarı etmiştim. O herifin soyunu sopunu sikecektim! Önce onu sonra da karımı bir başka adamla nikahlamaya çalışan Ümit’in ırzını sikeceğim!

“Amına koyduğum piçi!” Dışarı çıkıp hemen arabaya bindim. “Götünü yırtsan da kızını benden alamayacaksın!”

Farah’ın da canına okuyacağım!

Gaza yüklenerek son sürat arabayı kullanırken telefonum çaldı ama açmadım. “Allah’ın safı!” Farah’a kızarak direksiyona sertçe vurdum. “Bunu yanına bırakmayacağımı nasıl düşünmezsin!” Aklıma gelenlerle kızgınlıkla dişlerimi sıktım. Demek bu yüzden Farah dün sabah sorun çıkartıp boşanmaktan bahsetmişti! Birini bulmuştu. “Hangi ara buldun lan!”

“Senden bulamadığı ilgiyi başka birinden bulmuş olmalı.” Demet Hanım’ın sözleri aklıma gelince ağız dolusu küfrettim. “Daha nasıl ilgi göstereceğiz hanımefendiye? Ulan bir tek ayaklarına kapanmadığımız kaldı!” Çocuk gibi bakıyordum ona daha ne yapayım!

Yol boyunca kafamda kurarak kendi kendimi doldurmuştum. Hastaneye gelince doğru düzgün arabayı bile park etmeden hemen indim. Büyük adımlarla içeri girdiğimde her an bir çılgınlık yapabilirdim. Tüm öfkemi boşaltmak için karımın aşığını bulmayı bekliyordum. Tam resepsiyondakilere Farah’ı soracaktım ki onu gördüm. Açılan asansörden çıkan kızı görünce öfkeden beynim fokur fokur kaynamaya başlamıştı.

Onun üzerindeki şey gelinlik miydi?

Çılgına dönmüş bir halde, “Farah!” diye bağırdığımda irkilerek bana döndü. Deliye dönmüş bir halde üzerindeki gelinliğe bakıyordum. Uzun kollu sade bir gelinlikti. Yakasında dantelleri olan ve ince belini saran gelinliğin içinde çok güzel görünüyordu. Sikeyim, yakışmadığını söyleyemezdim! Elinde de gelin çiçeğini tutuyordu. Ben şimdi burayı kana bulamaz mıyım!

Kıvrımlı kirpiklerini şaşkınca kırpıştırıp, “Gurur,” demişti ki yüzüme bakınca sertçe yutkundu. Sinirli suratımda nasıl bir ifade var, bilmiyorum ama bu onu korkutmuştu. Dişlerimi sıkarak ona doğru bir adım attığımda hemen arkasını dönüp merdivene koştu. Bir de kaçıyor mu?

“Kaç bakalım Nemrudun Kızı! Bakalım nereye kadar kaçabileceksin!” Yediği haltı biliyor ya nasıl da kaçıyor!

Koşarak peşine takıldım. Elindeki gül buketiyle gelinliğinin eteklerini tutarak merdiveni çıkıyordu. O siktiğim gelinliği üzerinde parçalayacağım! Bir üst kata çıkıp koridora atıldığında tazı gibi koşuyordu! Belki de yapabildiği en iyi şey hızlı koşmaktı. Gelinliğinin altına giydiği beyaz spor ayakkabıları da ona çok yardımcı oluyordu. Korumalarla dolu bir koridora girdiğimizde Farah koşarak onların arasından geçti, tabii bende peşinde.

Şaşkınca bize bakan Ümit’in yanından hızla geçerken, “Birazdan sıra sana da gelecek orospu çocuğu!” demeyi ihmal etmemiştim. Kızının canına okuduğumda bu herifle zevkle ilgilenecektim.

Hızımı biraz arttırıp Farah’ın kolunu yakaladığım gibi sırtını duvara yasladım.  Belimdeki silahı çıkartıp ona doğrultmamak için kendimi zor tutuyordum. Her şeyi yapacak kadar çok sinirliydim. Öfke anında benden daha tehlikelisi olmazdı çünkü böyle anlarda gözüm hiçbir şeyi görmezdi!

Yüzümdeki her kas seğirirken bembeyaz olan suratına çatık kaşlarla bakıyordum. “Kim o herif!” diye bağırdığımda korkuyla irkildi. Biri ona bağırdığında çok fazla korkardı ve kahretsin ki ben şu anda bunu yapıyordum! Sakinleşmenin bir yolunu bulmalıydım ama başka biri için gelinlik giymişken bu mümkün değildi! Böyle sikik bir durumda sakin olmanın yakınında bile değildim.

Duvar ve benim arama sıkışmışken kara gözleri korkuyla titreşti. Dudaklarını güçlükle aralayıp, “Gurur,” demeyi başardı. Ürkek bakışlarını bana kenetleyip derin derin nefesler aldı. “Ne yapıyorsun?” O aldatıcı masum gözleriyle bana bakması canımı daha fazla sıkıyordu. “Benimle derdin ne?”

Sinirden yumruğumu arkasındaki duvara geçirdim. “Yediğin haltları biliyorum!”

Gözleri irice açıldığında yüzü kireç gibi solmuştu. “Bu kadar hızlı öğrenmeni beklemiyordum.” Sesi onu güçlükle duyacağım kadar kısık çıkmıştı. “Sen babamı köşeye sıkıştırmasaydın bende ona gitmezdim.” Neyden bahsediyordu?

“Babanla olan meselemin senin yaptıklarınla ne ilgisi var!”

Kaşlarını çatarak kolunu benden kurtarmaya çalıştı. “Onu seviyorum onun için her şeyi yaparım!” Kimi seviyor lan bu!

Kolundaki elim kaskatı kesildiğinde içime çöreklenen bu sikik duygu da neyin nesiydi? Karşıma geçmiş bana başka bir adamı sevdiğinden mi bahsediyordu? Birini seviyordu… Siktir, karım başka birini seviyordu! Bunu ondan duymak bile beynimdeki tüm devrelerin yanmasına neden olmuştu. Buraya gelirken bir yanım ortada bir yanlış anlaşılma olmasını dilemişti ama hiçbir yanlış anlaşılma yoktu. Farah gerçekten birini seviyordu!

Hassiktir!

Onun başka birine âşık olacağı aklıma hiç gelmezdi! Böyle bir şeyin ihtimali bile aklımın kıyısına uğramamıştı. Elim ayağım buz tutmuş bir şekilde ona bakıyordum. Dudaklarından dökülen iki kelimeyle onu kaybetmiş gibiydim ve bunun üzerimde bıraktığı etkisi berbattı. Onu seviyorum… Hiçbir cümle bana böylesine boktan hissettiremezdi. Bir başkasını sevmesi neden bu kadar kötü hissettiriyordu? Hâlâ benimle evli olduğu için mi?

Böyle hissetmemin sebebi bu olmalıydı. Benimle evliyken başka birini bulmasına kızmıştım. Yoksa o umurumda değildi! “Kim?” diye sorarken sesim buz gibiydi. “Sevdiğini söylediğin şu orospu çocuğu kim?” O puşta dünyayı dar edecektim!

Hakkı varmış gibi gücenmiş gözlerle bana bakıp, “Kim olacak babam,” diye homurdandı. “Babamı seviyorum ve onun için herkesten yardım isteyebilirim.”

“Babanın konumuzla ne ilgisi var!” Şu aptallığı bana sinir krizleri geçirtiyordu. “Babana mı kaçtın lan ne sikim dönüyor burada!”

“Bana lan deme lütfen.”

“Demeyiz şimdi soruma cevap ver, aşığın kim!”

Kafası karışmış gibi çipil çipil bakan gözleri irileşti. “Benim bir aşığım mı var?”

Çıldırtacaktı beni! “Varmış işte!”

“Adı ne?” diye sordu safça.

Ya sabır. “Kimin?”

“Sevgilimin.”

“Bende oni sorayim ulan!” Sinirden şivem değişince dilimi ısırarak ikinci kanala geçmeyi kendime yasakladım. “Sevgilinin ismi ne!”

“Bende aynı soruyu sana soruyorum.” Meraklı gözlerle bana bakıp sinirlerimi bozuyordu. “Sevgilimin ismi ne?”

“Farah delirtme beni! Kaçtığın herifin adını söyle!”

“Ama ben kimseye kaçmadım ki.”

“Kes yalanı!” Sinirle tıslayıp üzerindeki gelinliğe ve elindeki çiçeğe baktım. “Şu hale bak bir gün ortalarda yoktum gelin olmuş gidiyorsun!”

“Bir dakika, ne?” Afallayarak gözlerini büyüttü. “Kim demiş sana gelin olduğumu?”

“Üzerinde gelinlik var!”

“Gurur bu beyaz bir elbise, gelinlik değil.”

“Elinde gelin çiçeği var.”

“Gelin çiçeği değil sıradan bir çiçek.”

“Burada ne sikim döndüğünü anlat artık!”

“Belli ki biri sana çirkin bir şaka yapmış.” Ne fark ettiyse korkmayı bırakıp gülmeye başladı. “Birine kaçıp evlenmeye kalkıştığımı mı düşündün?” Şimdi de kahkaha attı. “Seni öyle sinirli görünce bende neler düşünmüştüm.”

Ne güzel hâlâ bir şeyler düşünebiliyordu çünkü sayesinde ben düşünme yetimi kaybetmiştim! Çatık kaşlarımı görünce gülüşünü bastırıp bana burada olanları anlatmaya başladı. “Kuzenim Aksa hastanede olduğu için buradayım.”

Gözlerim kısıldı. “Doktor sevgilin yok mu?”

Kıkırdayarak başını iki yana salladı. “Hayır, yok.” Giydiği beyaz elbiseyi gösterdi. “Üzerime çay dökülünce Aksa’yı burada bırakıp eve gitmek istemedim. Babamın adamları giymem için bana bu elbiseyi aldı. “Elinde tuttuğu çiçeği gösterdiğinde yanakları kızardı. “Şey… Aksa’ya vermek için başka bir hastanın odasından aldım. Sandığın gibi gelin çiçeği değil.”

Siktir!

Kaynanam olacak o cadıyı çıplak ellerle boğacağım!

Nihayet gerçeği anlayınca gergin vücudum gevşemeye başlamıştı. Bir sevdiği yoktu. Bunun bana verdiği rahatlık karşısında şaşkındım. Neden buna bu kadar sevindiğimi bile bilmiyordum. Belki de soyadımı taşıdığı için bu kadar çok tepki vermiştim. Sonuçta o benim karımdı ve birini sevmesi beni elalemin maskarası yapardı. Evet, bu yüzden bu kadar çok sinirlenmiştim. Yol boyunca ciğerlerime hapsolan nefesi sesli bir şekilde verdim. Demet Hanım’ın oyununa geldiğimi bilmeden neler düşünmemiştim ki!

Aklına ne geldiyse Farah gülmemek için yanaklarının içini ısırıyordu. “Sen beni kıskandın mı?” Şu kadifemsi yumuşak sesiyle konuşması yok muydu, beni deli ediyordu.

Bana yaşattığı stres yüzünden onu tersleyerek ondan uzaklaştım. “Siktir git,” dediğimde kahkaha attı. “Kıskanmışsın.”

“Olmayan şeyleri kafanda uydurma!” Ondan uzaklaştığımda koridordakileri gördüm. “Hay sikeyim!” Ümit ve Asaf’ta buradaydı ve ikisinin tüm adamları.

Az önceki tüm konuşmaları duymuş olmalılar ki Asaf piçi bıyık altında gülerek bana bakıyordu. Ümit’in bakışları ise fazla manidardı. Kahve gözleri Farah ve benim aramda gidip gelirken kim bilir ne düşünüyordu. Anlaşılan Farah’ın saçma sözlerine inanıp onu kıskandığımı düşünüyordu. Bu aile fazla hayalperestti.

Farah küçük adımlarla yürüyüp karşıma geçti. Beni sakinleştirmek ister gibi bana sevimlice gülümseyip elindeki gül buketine uzandı. O buketin içinde bir dal gül çıkartıp bana uzatacağını anlayınca hemen üzerine eğildim. Kolumu bacaklarının arkasından geçirip onu sırtıma atarak etkisiz hale getirmiştim. Onca insanın içinde bana o sikik güllerden veremezdi.

Sırtımdan baş aşağı sarkarken hep olduğu gibi çırpınıp bağırmadı. Sıklıkla yaptığı gibi sakince konuşup, “Gurur,” dedi o yumuşak sesiyle. “Beni yere indirir misin?”

“Hayır.” Ümit ve Asaf’a buz gibi gözlerle bakıyordum. “Eve gidiyoruz, Farah.”

“Olmaz, kuzenim buradayken hiçbir yere gitmem.”

“Uykum var ve dünden beri bir şey yemedim. Eve gidip bana yemek hazırlamalısın.”

“Gurur inan ki Aksa’yı bırakamam.” Sesi çok üzgün geliyordu. “O benim için çok değerli.”

“Kocanda senin için öyle olmalı. Karnım aç benim!”

“Kafeteryada senin için yiyecek bir şeyler alırım.”

“Hastane yemeklerinden nefret ederim.”

“Ama Aksa’yı bırakamam.” Dokunsalar ağlayacakmış gibi sesi üzgün çıkıyordu. “Kardeşim gibi.”

“Tamam, öyle olsun.” Yavaşça onu yere indirdiğimde şükürler olsun ki gülleri unutturmuştuk.

Üzerini düzelttikten sonra bana arkamdaki odayı gösterdi. “Aksa yeni ameliyattan çıktığı için uyuyor, neyse ki durumu daha iyi.” Sanki buna çok meraklıymışım gibi gülümseyerek, “Uyandığında onunla tanışabilirsin,” diye kuş gibi şakıdı.

“Bakarız.”

“Ah, bu arada.” Bugün bana gül vermediğini tekrar hatırladı. Elini gül buketine uzatınca kısık bir sesle küfrettim. Hiç vazgeçmiyordu. Kaparcasına elindeki buketini alıp Asaf’a fırlattım. Havada ona doğru gelen şeyi görünce Asaf refleks olarak onu yakaladı. Elinde kabaca duran gül buketine baktığında yüzünde çok komik bir ifade vardı. “Bu ne?”

“Kör müsün çiçek,” dedim bıkkınlıkla. Bu orospu çocuğuyla aynı ortamda bulunmaktan hiç hazzetmezdim. Fırsatım varken işini bitirmeliydim. Gerçi bunu hâlâ yapabilirdim.

Koridorda nöbet tutan korumaların ona olan bakışlarıyla küfredip sinirle kaşlarını çattı. “Bana niye çiçek veriyorsun lan!” Keyfimizden vermedik herhalde. “Al çiçeğini.” Buketi geri bana fırlattığında suratını dağıtabilirdim. O şeyi istemiyordum, bunun nesini anlamıyordu!

“O benim çiçeğim değil!” Havada yakaladığım buketi tekrar ona fırlattım. “İçerideki eski nişanlına verirsin.”

“Kimseye bir şey vermeyeceğim!” Yakaladığı çiçeği sertçe bana attı. “Kurtul şundan!”

“Ulan sen kurtul diye atıyoruz herhalde!” Buketi tekrar ona fırlattım.

“Gönderme şunu bana!” Amına koyduğum piçi süratle ona doğru giden bukete kafa atarak onu bana pasladı.

Daha buket bana ulaşmadan birkaç adım geriye çekildim ve ayakkabımın ucuyla çiçeğe tekme atarak onu Asaf’a gönderdim. “Bu şeyi bana tekrar gönderirsen ecdadını sikerim, Bolatlı!”

Çiçek buketine gelişigüzel tekme attığım için gidip Ümit’in suratına çarpınca koridoru gergin bir sessizlik kaplamıştı. Gül buketi Ümit’in yüzüne çarpıp ayaklarının önüne düşmüştü. Sinirden boynundaki damarlar belirginleşen Ümit, kızgın bakışlarını bana çıkardı. Sanki onun öfkesi beni etkileyebilirmiş gibi… “Siktir git gözümün önünden!”

Omuzlarımı dikleştirerek ellerimi rahatça ceplerime koydum. “Göndermeyi denese nasıl sikiyorum belanızı.”

Farah koluma sertçe vurdu. “Babamla düzgün konuş!” Bak sen şu babasının kızına.

Bakışlarımdaki alayı gizleyemiyordum. “Yoksa ne olur, Farah Hanım?”

Tam karşımda durduğunda siyah gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Bir kapı arkasına saklanmadan bana sesini bile yükseltemezdi. O da bana karşı elindeki tek kozu oynadı. “Ne mi olur?” Kulağa müzik gibi gelen o yumuşak ve sakin sesiyle konuşup başını omzuna doğru eğdi. İnce ve uzun boynuna dikkat çekerek gözlerime baktı. “Bir daha zor…” Devamını getirmedi ama ben onun ne demek istediğini anlamıştım. Bir daha zor öperdim boynunu.

Çok da umurumdaydı.

Sikeyim, umurumdaydı!

Karımın boynu en güçlü sakinleştiricilerden daha tesirliydi.

Gözlerimi onun boynundan ayıramıyordum çünkü bile isteye beni tetiklemişti. Teninin o yumuşak dokusuna burnumu sürtüp kokusunu içime çekmek için çıldırıyordum. Farah’ın o güzel kokusu en yoğun boynunun girintisinde hissedilirdi. Boynundaki o hassas doku öylesine yumuşak ve pürüzsüzdü ki, dudaklarımı boynunun her noktasına bastırmak istediğimi inkâr edemem.

Farah’ın boynu benim ilacımdı.

Kendisi de bağımlılığım.

Bunu kabul etmekten nefret ediyordum ama gerçek buydu. Düşmanımın kızı bana iyi geliyordu. Masum bakışlarıyla içimdeki karanlığı dağıtıyor, yumuşak sesiyle bana huzuru çağrıştırıyordu. Hele bir gülüşü vardı ki ah ulan insana dünyanın daha iyi bir yer olduğunu düşündürtüyordu. Bu boktan dünya bile onun tek bir gülüşüyle güzelleşiyordu. Bu evliliği sürdürdükçe kendi sonumu hazırladığımı biliyorum çünkü bu kız benim felaketim olacaktı.

Bakışlarım onu utandırıyor olmalı ki vücudundaki tüm ısı yanaklarına toplanmaya başladı. Kısık bir sesle, “Ne bakıyorsun?” diye bir şeyler geveledi. Neredeyse gülecektim çünkü yine bakışlarını kaçırmıştı. Utanınca bunu hep yapardı.

Ona sataşarak aramızdaki mesafeyi kapattım. “Bakmayalım mı?”

Aramıza biraz mesafe koymak için arkaya doğru bir adım attı. “Bakın,” demişti ki dilini ısırdı. “Siz kimsiniz ve kaç kişisiniz? Kendinden bahsederken hep çoğul kullanıyorsun.”

“Kızım senin kocan tek başına bir ulus. Olsun o kadar.”

“Benim kocam büyük bir egoist.”

“Bak bu konuda bile fazla büyüğüm,” dediğimde homurtusu beni güldürdü. “Kibirli herif,” diye bir şeyler gevelemesi fazla sevimliydi.

Farah kuzenini kontrol etmek için onun odasına girdiğinde Ümit’in bana attığı bakışlar canımı sıkıyordu. Kızıyla olan garip ilişkimizi sorguladığı çok açıktı. “Ne iş?” Ona Aksa’nın kaldığı odayı gösterdim. “Kızı öldürecek misiniz?” diye sorduğumda Asaf’ın kaşlarını çattığını gördüm. Bildiğim kadarıyla içerideki kız ailesinin ölüm listesindeydi.

Aksa konusu Ümit’in de canını sıkıyor olmalı ki nefesini sertçe verdi. “Kerim’in kızı hakkındaki kararına ben karışamam.” Bu herifte taktir ettiğim tek şey buydu. Kendi kızıyla ilgili meselelere kimseyi karıştırmadığı gibi başkasının da kızına karışmazdı. Asaf’ın Kerim Tozlu’nun bir çılgınlık yapmasına izin vereceğini sanmıyordum. İçerideki kızı canı pahasına koruyacaktır.

Asaf’ın yüzüne bakmak bile sinirlerimi bozuyordu. Şu hayatta görmekten hazzetmediğim tek kişiydi. Aynı nefreti onun da taşıdığını biliyordum. Eski günlerin hatırına mümkün olduğunca birbirimizin yoluna çıkmamaya çalışıyorduk. Biraz hava almak için asansöre binip giriş katına indim. Hızlı adımlarla yürüyüp dışarı çıktığımda soğuk hava bana iyi gelmişti.

Bir banka oturduğumda yağmur çiseliyordu. Herkes içeri kaçarken ben oturmaya devam ederek içimi çektim. Leyla yağmuru çok severdi. Sanki yağan yağmurda bile onun izleri vardı. Son üç yıldır her şey bana onu hatırlatıyordu. Çoğu zaman hayalini görür, sesini duyar ve rüyalarımda bile onu arardım.

Yağmur onunla ilgili bir anımı hatırlamamı sağlayınca burnumun direği sızlamıştı. “Anlaşılan bugün de durum Leyla.”

***

2020

Leyla bana çok kızdığı için emniyet kemerini bile takmamıştı ve onun için takmama da müsaade etmiyordu. Arabayı sürerken göz ucuyla ön koltukta oturan kadına bakıp duruyordum. “Daha ne kadar surat asacaksın?” Yola çıktığımızdan beri ne yaptıysam onu güldürememiştim. Bir konuda bana kızdığında saatlerce tartışmayı sürdürür ve kolay kolay neşelenmezdi.

Derin bir nefes alarak sabırlı olmaya çalıştım. “Leyla’m tak şu kemerini.”

Camdan dışarıya bakarken kızgın bir sesle konuştu. “Bana Leyla’m deme!”

“Ne diyeyim, Asuman mı?”

“Leyla de.”

“Bizde öyle diyoruz.”

“Adımın yanına sahiplenme eki getirme!” Normalde bu hoşuna giderdi ama bana kızdığı zamanlarda aramıza mesafe koymaya çalışırdı.

Israrla bana bakmadığı yetmezmiş gibi soğuk bir sesle konuşup canımı sıkmaya devam etti. “Belki de biraz ara vermeliyiz.”

“Siktir git!”

Bana dönerek kucağındaki çantayı suratıma geçirdi. “Düzgün konuş ben senin emrindeki adamlardan biri değilim!” Az kalsın bana kaza yaptıracaktı. Direksiyonun hakimiyetini koruyup sinirden güldüm. “Bana vurmak iyi geldi mi bari?”

Kehribar gözlerini kıstığında dizinin üzerinde duran elini sıkıyordu. “Kafanı kırarsam belki!”

“Surat asmandansa kafamı kırmanı yeğlerim.”

Alttan almam bile onu sakinleştirmeye yetmedi. Yemekte olanların öfkesini hâlâ üzerinde atamadığı için fazla ciddi bakıyordu. “Aralık ayı yaklaştığı için yine kontrolünü kaybetmeye başladın.” Bu gece olanların yaklaşan ayla hiçbir ilgisi yoktu ama ısrarla bunu anlamıyordu. Derin bir nefes alarak ağzındaki baklayı çıkardı. “Kliniğe yatmanı istiyorum, Gurur.” Az kalsın arabayı yolun ortasında durduracaktım.

Henüz aralığa on beş gün vardı ve ben şimdiden kendimi bir kliniğe kapatmak istemiyordum. Arabayı sağa çekerek ona döndüm. “O herif gözlerimin önünde seni taciz etti.”

Kanayan parmak boğumlarıma çatık kaşlarla bakıyordu. “Ve sen onun suratını kan içinde bıraktın!” Aklımı kaçırmak üzereydim! “Ya ne yapsaydım!” Sinirden ona sesimi yükselterek direksiyona sertçe vurdum. “Amına koyduğum piçi geçmiş karşıma sana asılıyordu! Buna göz yumup seni ona mı pazarlasaydım?”

“Kaba kuvvetle beslenen bir hastasın!”

“Sende benim dışımda herkesin avukatısın!”

“Kırıp dökmek dışında hiçbir şey bilmiyorsun, Gurur!” Bağırarak arabadan indiğinde bir kez daha direksiyona vurdum. Bana kafayı yedirtecekti! Dışarıdaki herkesi fazla umursuyordu, çoğu zaman benden bile fazla.

Onun tarafındaki camı açıp, “Arabaya bin,” dediğimde kaldırıma çıkıp hızlı adımlarla yürümeye başladı. “Defol git başımdan!”

“Keyfin bilir!” Onu burada tek başına bırakmayacaktım ama bırakacağımı düşünsün diye arabayı çalıştırdım. Bir anda yola çıktığımda yan şeritten gelen arabayı fark etmemiştim. Leyla’nın, “Gurur!” diyen korku dolu sesini duyduğumda son anda direksiyonu kırarak olası bir kazayı engelledim.

Kimse benden daha iyi araba kullanamazdı. Direksiyon başında fazla soğukkanlı olduğum için bu tür durumlarda panik yapmazdım. Arabayı kenara çekerek durduğumda diğer arabadakiler iyi durumdaydı. Dışarı çıktığımda Leyla koşarak yanıma gelip boynuma atladı. Bana sinirliyken bunu yapmasını beklemiyordum. “Gurur iyi misin?” diyen sesi korkudan titriyordu. Benimle tartışmayı bırakması için illa başıma bir şey gelmesi mi gerekiyordu?

“Valla hiç iyi değilim, Leyla.” Kollarımı beline sarıp bedenlerimizin arasındaki mesafeyi sıfıra indirdim. “Az kalsın kaza yapıyordum.” Muzır bir sesle konuşup, “Korkudan bak nasıl da titriyorum,” dedim ama titreyen ben değildim. “Daha sıkı sarıl da kendime geleyim,” dediğimde nihayet o gülüşünü duydum. “Seninle ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Evlilik teklifimi kabul ederek beni kocan yapabilirsin mesela.”

Gülüşüne engel olamadı. “Bu konuda ne düşündüğümü biliyorsun.” Ne yazık ki biliyordum. Kendi duygularından emindi ama benimkilerden değil.

Onu sevdiğimden şüphe etmiyordu ancak ona âşık olmadığımı düşünecek kadar saçma fikirleri vardı. Ailesine olanlardan sonra kendimi onu sevmeye şartladığıma çok emindi. Aşk denen şey sevgiyle aynı değil miydi? Bu kuruntuları çok yersizdi çünkü aşk ve sevgi arasında bir fark yoktu.

Ellerim onun belindeyken boynuma gömdüğü yüzünü yavaşça çekti. Artık kolları omuzlarımdaydı. Tüm gece sürdürdüğü öfkeyi bir kenara bırakıp kehribar gözlerini gözlerime kenetledi. “Karın olmaktan daha fazla hiçbir şey istemiyorum.” Bunları söylerken bile bakışlarında yoğun bir endişe vardı. “Ama seni istemediğin bir evliliğe mahkûm edemem.”

Artık bu düşüncelerden çıksın diye kararlı gözlerle ona bakıp üzerine eğildim. “Seninle evlenmekten daha fazla istediğim bir şey yok.”

Bana bakınca ne görüyordu, bilmiyorum ama bu onun canını yakıyormuş gibi omuzlarımı daha sıkı kavradı. “Korkuyorum, Gurur.”

Parmak uçlarından basarak beni izleyen kadının üzerine biraz daha eğildim. “Neyden korkuyorsun?”

“Bir gün gerçek aşkı başka bir kadından bulmandan.”

Kaşlarım çatıldığında artık bu konuyu kapatmasını istiyordum hem de sonsuza kadar. “Leyla ben zaten sana aşığım.”

Güzel gözleri buğulandığında içli bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Sana âşık olan benim ama senin hislerinin aşk olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı gün içinde beni aramadan duramazdın. Çoğu zaman aklına bile gelmediğime eminim.” Rüzgâr saçlarını yüzüne savururken kollarımın arasında titredi. “Senin hislerin bir alışkanlık bile olabilir ama aşk değil.”

“İşlerden dolayı yoğun oluyorum,” diye bir savunma yaptığımda bunun onun için yeterli olmadığını görüyordum. Gün içinde onu aramamın bu kadar önemli olduğunu bilseydim daha sık arardım.

“Yoğunluktan değil, Gurur.” Yaşlar gözlerine akın ettiğinde kirpikleri titreşti. “İnsan gerçekten sevince ölümün eşiğinde bile olsa sevdiğinin yüzünü görmek, sesini duymak ister. Gün içinde bana ayıracak beş dakikan bile yoksa bunun nedeni monotonlaşan bir ilişki ve kalbinin fazla boş olması.” Nefesimi bıkkınlıkla vermemek için kendimi zor tuttum. Dönüp dolaşıp hep bu konulara geliyorduk.

Belindeki ellerimi çekerek güzel yüzünü avuçlarımın arasına aldım. “Bu gereksiz argümanları aklına kim sokuyor, bilmiyorum ama bu kaygıların doğru değil.” Yanağını okşayarak onu bu sikik düşüncelerden uzaklaştırmak istedim. “Kalbim seninle dolu. Bunu artık anlamalısın.”

Gözlerinden süzülen birkaç damla yaş parmağımın ucuna bulaşmıştı. “Aileme olanların suçlusu sen değilsin, Gurur.” Fısıltıyla konuştuğunda acı çeken sesi içimi dağlıyordu. “Kendini bana mecbur hissetmeni istemiyorum.” O esnada babasının son nefesinde, “Kızım sana emanet,” diyen sesini kulağımda duyuyordum.

İçimi çekerek alnımı onun alnına yasladım. “Sürekli bunları konuşmaktan yoruldum.” Yakınlığımızdan dolayı nefeslerimiz birbirine karışıyordu. “Hep aklımdasın bunun nesini anlamıyorsun?”

“Sadece aklındayım ama kalbinde olduğumu hissedemiyorum.” Ağlamamak için dudaklarını birbirine bastırdı. “Korkuyorum.” Sesi onu güçlükle duyacağım kadar kısık çıkmıştı. “Bir gün başkasını seveceksin diye çok korkuyorum.”

“Leyla-”

Elini kaldırıp sol göğsümün üzerine yasladı. “Ben kalbine sızamıyorsam bir başkasını da içeri alma.”

Göğsümün üzerindeki elinin üzerine elimi bastırdım. “Senden başkasına atmaz kalbim anla artık bunu.”

“İkimizi de yakarım.” Bunları söylerken sesi bile titrememişti ve bunu yapacağını kararlı bakışlarıyla bana gösterdi. “Tam şu anda kendini benden kurtarman için sana bir şans veriyorum. Aramızdaki onca şeyin hatırına sana bu şansı veriyorum.”

Yüzündeki ellerimi çekip arkaya doğru birkaç adım atarak benden uzaklaştı. “Eğer aileme olanlar için kendini suçluyor ve suçluluk duygunu bastırmak için benimleysen git, Gurur. Hâlâ şansın varken git.” Kehribar gözlerini gözlerime kenetleyip kanımı donduracak bir soğuklukta güldü. “Bir daha bunu yapmak için ikinci bir şansın olmayacak.”

Başımı omzuma doğru eğip tehdidine alayla karşılık verdim. “Bu ne demek şimdi?”

“Bu şu demek, Deli Gurur.” Bana lakabımla seslenip aramızdaki mesafeyi kapattı ve belimdeki silahı aldı. “Eğer şimdi benden ayrılmaz ve ileride birine âşık olursan…” Arkaya doğru çekildi. “Üç kişinin ölümüne sebep olursun.” Silahımın şarjörünü çıkartıp şarjördeki bir mermiyi aldı. “İlk kurşunu sana sıkarım.”

Şarjörden bir mermi daha aldı. “İkincisini kalbinin attığı kadına.” Gözlerimin önünde üçüncü kez bir mermi çıkardı. “Ve üçüncüsüyle de kendi hayatıma son veririm.”

Kirpiklerinin arasından düşen gözyaşı yanağından süzülürken yemin edercesine, “Yaparım, Gurur” dedi. “Yapmaz deme ben bir Laz kızıyım yemin olsun yaparım.” Beni işaret ederek soğukça güldü. “Üçümüzün sonunu getiririm ve bunun sorumlusu sen olursun.” Tertemiz kafayı sıyırmıştı, bunun başka bir açıklaması olamazdı.

Silahımın şarjöründen çıkardığı üç kurşunu çantasının içine attı. Şarjörü takıp silahı tekrar bana verdiğinde beni tedirgin etmeyi başarmıştı. “Öngördüklerimin yaşanmasını istemiyorsan sana sunduğum şansı kullan ve git benden.” Gitmem için arabamı gösterip başını kaldırdı. “Kalırsan benimsindir ve benim olan kimsenin olamaz.”

“Kızım harbi sıyırdın!”

“Seçimini yap, Gurur!” dediğinde aramızdaki mesafeyi bitirip dudaklarına kapandım. Düşünecek bir şey yoktu bu konudaki seçimim belliydi. Korktuğu gibi hayatımın ilerleyen zamanlarında karşıma aklımı başımdan alacak bir kadın çıkmayacaktı çünkü o kadın Leyla’ydı. Leyla benim evvelim olduğu gibi ezelim de olacaktı.

Soluğunu kesecek uzunlukta onu öptüğümde nefes nefese başını kaldırdı. Gitmek yerine kalmayı, kaçmak yerine onda kalmayı seçtiğimi anlayınca gülümsedi. “Seni kimseyle paylaşamayacak kadar çok seviyorum, Gurur.”

Belini kavradığımda ona olan bakışlarım alaycıydı. “Bizde seni paylaşamadığımız için bu gece o kadar trip yedik,” diye ona takıldığımda gülerek kollarımın arasına sokuldu. Çok zor bir kadındı.

Tüm gün çiseleyen yağmur dolu dizgin yağınca ondan uzaklaşmaya çalıştım. “Hasta olacaksın arabaya girelim.” Onu uyarmama rağmen bana daha sıkı sarılıp başını kaldırdı. Yüzüne düşen her yağmur damlasıyla gözlerini kırpıştırıyordu. “Yağmuru seviyorum.”

“Siktiğim yağmurun seni hasta etmesini sevmiyorum!”

“Hasta olsam bana bakmaz mısın?”

Kaşlarım yukarı havalandı. “Hep bakmıyor muyum?”

İç çekerek parmak uçlarından yükseldi. “Hem de herkesten daha iyi.” Dudaklarıma uzandığında ona karşılık vermek için bir saniye bile beklemedim. Aklındaki tüm kötü düşüncelerden onu korumak istercesine onu öpüyordum. Kaygılarının çok yersiz olduğunu elbet bir gün anlayacaktı.

Yağmur şiddetini arttırdı ama Leyla arabaya girmeye yanaşmadı. Bir süre sonra kollarımın arasından çıkıp başını gökyüzüne kaldırdı. Yüzüne düşen her damlayla gülüşü biraz daha büyüyordu. Kimse Leyla kadar yağmuru sevemezdi. Yağmur yağdığında insanlar içeri kaçardı Leyla ise dışarı. Sırılsıklam olana kadar ıslanırdı ve ertesi güne boğazı şişmiş, burnu kızarmış bir şekilde uyanırdı. İyileşene kadar onu yataktan çıkartmazdım ama tekrar yağmur yağdığında o yine dışarı koşardı. Bu döngü hiç bitmezdi.

Başını yukarı kaldırıp kollarını iki yana açtı ve gözlerini yumdu. Onun yağmurda bulduğu huzuru ben anlayamazdım. Böyle anlarda tek yaptığım küçük bir tebessümle onu izlemek ve her anını beynime kaydetmekti. Gözleri kapalı bir şekilde kendini yüzüne düşen yağmur damlalarına bırakmışken, “Gurur,” diye mırıldandı. “Bir kızımız olsa sence o da yağmuru sever mi?”

Dudağımın köşesi usulca kıvrıldı. “Eğer hamile olduğunu söyleyeceksen bence şu an tam zamanı,” dediğimde yüksek sesle gülerek bana döndü. Yumduğu gözlerini açarak cilveli bakışlarla beni süzüyordu. “Belki bu gece çocuk yapmayı deneyebiliriz.”

“Zaten her gece denemiyor muyuz?” Aklıma gelenlerle tebessümüm kaybolmuştu. “Yoksa korunuyor musun?”

Normalde hiç yapmadığı bir şey yapıp bakışlarını kaçırdı. “Hayır, tabii ki.” Bana sırtını dönüp hemen arabaya yürüdü. “En az senin kadar çocuk istiyorum.” Siktir, bunu istemiyordu ve ben onun buna hazır olmadığını daha yeni fark ediyordum!

İkimizde fazla sağlıklıyken bir türlü çocuğumuz olmuyordu. Her şeyin bir zamanı olduğunu düşündüğüm için bu konuda onu üzecek bir şey söylemiyordum ama onun çocuk istemediği aklıma bile gelmemişti. Hamile kalmamak için gereken tedbirleri aldığını hiç düşünmemiştim. Gerçeği onun kaçamak bakışlarından anlamıştım ama aptalı oynayıp bu konuda ona bir şey söylemedim.

Keyifsiz bir şekilde arabaya bindiğimde çocuk konusunu uzun süre gündeme getirmeyi düşünmüyordum. Çocuk için ısrar ederek Leyla’ya baskı yapmak istemiyordum. Bir gün çocuğumuz olacaksa bile bu onun da isteğiyle olmalıydı. Kendini anne olmaya hazır hissedene kadar onu bekleyecektim.


Günümüz

“Belki de hep hissettin,” diye mırıldandım iç çekerek. “Bir gün ayrılacağımızı hissettin ve çocuk fikrine sıcak bakmadın.” Bu ayrılığın ölümle sonuçlanacağını da hissetmiş miydi?

Telefonumun yan düğmesine bastığımda Leyla’nın arka planda olan fotoğrafı bana gülümsüyordu. Yağmur damlaları telefonumun ekranına düştükçe onun yüzü puslanıyordu. “Sorma durum Leyla,” diye fısıldadım resmini seyrederken. Olur olmadık anlarda duyduğum sesini kastederek, “O sesler yok aslında,” dedim. “Birden çıkagelse…” İçli bir ifadeyle başımı iki yana salladım. “Yok yok olmaz asla, Leyla.” Şimdi çıkıp gelse nasıl bakacaktım ki yüzüne. Artık başka bir kadının kocasıyken ona bakmaya yüzüm yoktu.

Birinin yalancı öksürüğüyle başımı çevirince Farah’ı tam arkamda buldum. Omzumun arkasında durarak bana bakıyordu ama bakışları sık sık elimdeki telefona kayıyordu. Siktir! Hemen telefonun yan tuşuna basarak ekranı kararttım. Umarım arka plandaki fotoğrafı görmemiştir. O fotoğraf yıllardır telefonumun ekranında olduğu için kaldırmayı hiç düşünmemiştim. Belki de bunu yapmamın zamanı gelmişti.

Farah’a fotoğrafı gördüyse bile bunu çok iyi gizliyordu. Bana tebessüm etmeye çalışarak yanıma gelip bankın diğer ucuna oturdu. Aramıza koyduğu mesafeyi beklemiyordum. Elindeki yemek tepsisini ikimizin arasına koyup bana doğru itti. “Aç olduğunu söylemiştin sana kafeteryada yiyecek bir şeyler aldım.” İnsanın içine dokunan sesi bir kadife yumuşaklığındaydı. “Bir şeyler yemelisin.”

“Hastane yemeklerini sevmediğimi söylemiştim,” dediğimde bana çayı gösterdi. “O zaman bir bardak çay iç.” Gülümsemek için kendini zorladı. “Sen çayı seviyorsun.”

“Farah ben karton bardakta çay içmem.” Ayağa kalkıp tepsiyi karşımızdaki bankın üzerine bıraktım. Tekrar yerime geçeceğim esnada spor ayakkabılarının bağcıklarının açık olduğunu gördüm. Derin bir nefes alarak ayaklarının önüne diz çöktüm. Farah’ın ayakkabılarının bağcıkları çok sık açılırdı çünkü bunları doğru şekilde bağlamayı bilmiyordu.

Bağcıklarına basıp düşmesin diye onun için bağlayıp yerime geçtim. O bankın bir ucunda oturuyordu bende diğer ucunda. Aramıza iki kişi çok rahat sığardı. Önüme döndüğümde ikimizde sessizliğe boyun eğdik ama bu sadece birkaç dakika sürdü. Farah diğer herkesin yanında suskundu ama benim yanımda hep fazla gevezeydi.

Bu yüzden sessizliği ilk bozan o olmuştu. “Eskiden Elmas annenin neden annem ve babamın evlenmesine sessiz kaldığını hiç anlamazdım.”

Durduk yere annesinin kumasından neden bahsettiğini anlamadığım için bakışlarım onu buldu. Dümdüz bir şekilde karşısına bakıyordu ama siyah gözlerinde saklayamadığı bir keder vardı. “Bizim oralarda bir erkek kuma getirmeye kalkıştığında karısının rızasını almalı. Annem, babamın hayatında Elmas anneden önce vardı, yani babamın gözdesiydi.” Bana bunları neden anlattığını bilmiyorum ama nereye varacağını merak ettiğim için suskunluğumu korudum.

Başını eğip ayaklarına baktığında ısrarla bakışlarını benden kaçırıyordu. “Annem ve babam ayrıldığında babam hiç istemese de Elmas anneyle evlenmek zorunda kaldı. Hemen sonra annem başka bir adamla evlenmeye kalkıştı ve babam, Elmas anneyi bırakıp annem için İstanbul’a döndü. Anneme resmi nikah kıyarken Elmas annenin fikrini bile sormadı.” Dizlerinin üzerinde duran parmakları beyaz elbisenin kumaşını gergince sıktı. “Onun ne düşündüğünü bile umursamadı çünkü o ikinci kadındı.”

“Ona fikrini sorsaydı ne değişirdi sanıyorsun?” Suskunluğumu bozduğumda sesim soğuktu. “Baban seçimini yapmış.”

Eğdiği başını ısrarla yerden kaldırmıyordu. “Babam, Elmas annenin karşısına geçip ona annemle evlenmek istediğini sorsaydı onun cevabı sence ne olurdu?”

“Hayır derdi. Hiçbir kadın böyle bir şeye müsaade etmez.”

“Evet derdi.” Nihayet başını kaldırıp bana baktığında kara gözlerinde nadiren gördüğüm bir hüzün vardı. “Çünkü Elmas anne inkâr etse de bence babamı seviyor.”

Kafamı karıştırmayı başarmıştı. “Onu seviyorsa babanın evliliğine şiddetle karşı çıkması gerekmiyor muydu?” diye sordum. “İnsan sevdiğini sadece kendisine ister.”

Gözlerinden bir damla yaş süzüldüğünde bana daha önce hiç görmediğim bir gülümseme sundu. Onun gözleri ağlarken dudaklarında can yakan bir tebessüm vardı. “Ama insan her şeyden önce sevdiğinin mutlu olmasını ister, Gurur.”

“Sevdiğini bir başkasına gönderdiğinde mutsuz olan kendisi olmaz mı?”

“Evet.” Hisli bir ifadeyle başını hafifçe salladı. “İşte bu yüzden sevgi bazılarına cenneti sunarken bazılarına cehennemi yaşatır.” Buradaki işi bitmiş gibi ayağa kalktı. “Şanslısın el oğlu, sen cenneti kazananlardansın.”

“Peki, ya sen?”

Islak kirpiklerle bana gülümsedi. “Beni boş ver.” Yanıma geldiğinden beri çok sık gülümsediğini fark ettim ama hiçbiri mutluluktan değildi. “Senin kalbin mutlu olsun,” dedikten sonra gitti.

Sikeyim!

Fotoğrafı görmüştü.

Yorumlar