“Onun hayatında iki kadın vardı. Bir adam ve iki kadın… İlkinin ahı, ikincisinin mutluluğu olamazdı. Onun hayaleti hep aramızda olacaktı çünkü ilkti, bense ikinci kadındım.”
14/04/2021
Bize ayrılan masada sessiz sedasız otururken eğlenmediğimi söyleyemezdim. Karadenizlilerin nişanı buysa düğünlerini hayal dahi edemiyordum. Çoğunlukla zenginlerin tercih ettiği son derece elit bir nişan gibi başlamıştı fakat daha sonra her şey değişmişti. Kemençe eşliğinde horonlar, halaylar ve daha birçok şeyi izleme fırsatı bulmuştum. Nişan düşündüğümden daha güzel geçiyordu. Kalender erkekleri kemençe eşliğinde oynadıklarında bu hayatımda gördüğüm en güzel şeydi. O kadar etkilenmiştim ki gözlerimi dahi kırpmadan onları izlemiştim.
Eğer babamdan çekinmeseydim telefonumu çıkartıp onları videoya alırdım. Gurur, Karun, Çağıl ve Levent orta alana çıkıp horon oynadıklarında herkesi adeta mest etmişlerdi. Tabii içlerinde eğlenmeyen tek kişi Karun’du. Gurur ve Çağıl onu zorla horona kaldırdıklarında tekrar yerine geçene kadar suratındaki o ifade hiç değişmemişti. İşkence görüyormuş gibi yüzünde bir ifade vardı ve bu ne zaman bitecek der gibi Gurur’a bakıp durmuştu.
Bir süre sonra Karun ve Duha’nın atışmaları yüzünden nişan bir anda daha eğlenceli bir hale gelmişti. Bu iki adam neredeyse ezelden beri rekabet ettikleri için Gurur’un nişanında bile yarışacak bir şeyler bulmuşlardı. Masalar daire şeklinde konulmuştu ve orta alanda Karun ve Duha zeybek oynuyordu. Anneme onları gösterdim. “Nasıl oldu bu?” Karun Kalender ve Duha Tunus’u aynı karede görmek her zaman mümkün değildi.
Annem büyülenmiş gibi zeybek oynayan ikiliyi izlerken kıkırdadı. “Birbirlerini o kadar çok kışkırttılar ki geldikleri son nokta bu.” Kahkaha attı. “Bence şu anda onlarda işin buralara nasıl geldiğini sorguluyor. İkisinin yüzündeki memnuniyetsizliğe baksana.” Haklı olabilirdi. Karşılıklı zeybek oynarken ikisi de birbirlerini öldürmek ister gibi bakıyordu. İnkâr edilemeyen tek şey şu anda tüm kadınları kendilerine hayran bırakmalarıydı.
Annem gözlerini onlardan ayırmadan, “Hâlâ nasıl bekar olduklarını anlamıyorum,” diye mırıldandı. Karun ve Duha’ya aşk dolu gözlerle bakan kadınları gösterdi. “Etraflarındaki tüm kadınların kalbini fethetmişken onlara karşı bu kadar kayıtsız olmaları inanılır gibi değil.”
“İkisi birbirleriyle didişmeyi bırakıp biraz etraflarına baksa belki çoktan evlenmişlerdi.” Aklıma gelenlerle güldüm. “Bazen Karun ve Duha’nın gay olduğunu ve içten içe birbirlerine âşık olduklarını düşünüyorum.”
Annem gür bir kahkaha patlattı. “Kadınlar için büyük bir kayıp olurdu.” Bana onları işaret etti. “Seçme şansın olsaydı hangisiyle olmak isterdin?”
Bu soruyu Karun ve Duha için sormuştu fakat gözlerim istemsizce Gurur’un olduğu masayı kaydı. Nişanlısıyla keyifli bir sohbete tutuşan adama neden baktığımı bile bilmiyordum. Mutlu görünüyordu, ikisi de mutluydu. İç çektiğimde annemin, “Bu da ne?” diyen sesiyle hemen önüme döndüm ama çoktan ona yakalanmıştım. Olamaz, beni Gurur’a bakarken yakalamıştı.
Yan yana oturduğumuz için annem bana doğru kayarak koluma yapıştı. “Az önce deli Gurur’a olan o bakışlarında neyin nesiydi?” Babam onun yanında, Seçil’de benim yanımda oturduğu için kimse duymasın diye bunları kısık bir sesle söylemişti. Gözlerinde dehşete kapılmış bir ifade vardı. “Ondan hoşlanıyor musun?”
“Ha-hayır.” Sesim titrerken panikleyerek başımı iki yana salladım. “Leyla’ya bakıyordum ben.”
Annem bana bakarken ne görüyorsa yüzü bembeyaz oldu. Güzel gözlerinin ardında endişe verici bir ifade geçtiğinde şoke olmuştu. “Yanakların kızardı.”
Yüzümü ondan çekip hemen masadaki suya uzandım. “Erkekler hakkında konuşmak beni hep utandırır.” Kendime gelmek için sudan birkaç yudum aldım. “Ondan hoşlandığımı düşünmek senin için bile çok fazla. Daha bu gece tanıştığımızı sende gördün. Ondan etkilenecek kadar onu tanımıyorum.”
Siyah gözlerinde canımı sıkan bir kinaye oluştuğunda buradan kaçmak istedim ama annemden uzun süre kaçmak mümkün değildi. “Onu hiç görmediğini söylüyorsun ama şu işe bak ki hiç görmediğin bir adam senin şu hizmetçilik saçmalığını biliyor.”
“Her yerde gözü kulağı varsa bu benim suçum mu?”
“Onun her yerde gözü kulağı varsa senin de onda gözün var gibi.”
“Anne bu çok ciddi bir iddia! Alt tarafı onun olduğu bir tarafa baktım, niye bu kadar büyütüyorsun?”
Kafasının üzerinde antenleri varmış gibi bana başının üstünü işaret etti. “Radarlarım kolay kolay yanlış frekans yakalamaz.” Masamızdakileri kontrol edip dibime kadar girdi. “İstediğin her erkekten hoşlanabilirsin ama o olmaz!”
Gurur’dan hoşlandığımı düşündüğü için alarma geçmişti. Gözlerini belerterek bana bakarken aklımı başıma getirmek ister gibi tırnaklarını koluma geçirdi. “Onunla olamazsın. Herif hem kafadan kırık hem nişanlı hem de babanın düşmanı.” Sinirden ağlamama ramak kalmıştı. Sandığı gibi Gurur’dan hoşlanmıyordum.
Seçil hemen sağımda oturduğu için yalvaran gözlerle anneme bakıyordum. “İnan ki radarların yanılıyor, sandığın gibi bir şey yok.”
“Olmadığına yemin et.”
“Sen öl ki öyle bir şey-”
İnsanların içinde kafama sertçe vurarak beni susturdu. “Anneciğini niye katıyorsun, Nesibe’nin üzerine yemin etsene.” Eltisinden kurtulmak istediğini o kadar iyi gizliyordu ki!
“Nesibe yenge ölsün ki öyle bir şey yok,” dediğimde açtığı avuçlarını yukarı kaldırıp, “Âmin,” diyerek avuçlarını yüzüne sürdü.
Hayretler içinde kalarak ona bakmaya başladım. “Sen az önce Nesibe yenge ölsün diye âmin mi dedin?”
Umarsızca omuzlarını kaldırıp indirdi. “Babanın tüm akrabaları için derim.”
Ona olan bakışlarımda gözle görülür bir kınama vardı. “Allah’tan kötü kalplisin de duaların kabul olmuyor.”
Hayatında duymadığı bir hakareti şimdi benden duymuş gibi afalladı. “Sence ben kötü biri miyim?”
Masadaki tatlılara uzanırken omuz silktim. “Bence öylesin.”
“Değilim!”
“Abime hep üvey anne oldun.”
“Çünkü o piç sana hep üvey abi oldu! On yaşına kadar annesi olacak o cadının yanında kaldığı için Elmas onu bize karşı doldurdu.”
“Elmas anne öyle bir şey yapmaz.”
“O kadını savunup beni kızdırma. Abin olacak o hasta İstanbul’a gelip bizim yanımıza taşındığında sana hamileydim ve o, sürekli karnıma vurmaya çalışıyordu.” Kendini haklı çıkartmaya çalışırken inanamayan gözlerle bana baktı. “Zamanında ona annelik yapmaya çalıştım ama şimdi nasılsa çocukken de öyleydi. Doğmanı hiç istemedi, doğduğunda da kaç kez onu senin beşiğinin yanında elinde yastıkla yakaladım.” Kaşlarını çattı. “Nefretimi kazanan birine gün yüzü göstermem.”
Tüm bunları zaten bildiğim için nefesimi bıkkınlıkla verdim. “Pekâlâ, kapatalım bu konuyu.”
İnatçı bir tutumla çenesini dikleştirdi. “Önce benim iyi biri olduğumu söyle.”
“Kötüsün.”
“Babanın sülük akrabalarından nefret etmem beni kötü biri yapmaz!”
“Kendi akrabalarından da nefret ediyorsun.”
“Çünkü akrabalar nefret etmek için var.”
“Bana hep ördek diyorsun.”
“Gerçekleri de söylemeyelim artık.”
“Sürekli beni zorbalıyorsun.”
“İnsanların sevdiği şeyleri yapması ne zamandan beri suç oluyor?”
Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “Beni zorbalamayı sevdiğini mi söylüyorsun?”
“Hayatım bu bir sır değil ki, evdeki herkes bunu biliyor.”
“Anne sen kötüsün!”
“Derhal bana dünyanın en iyi annesi olduğumu söylemezsen az önce seni Gurur’a bakarken yakaladığımı babana söylerim.”
“Sen hayatımda gördüğüm en iyi annesin!”
“Biliyorum canım.” Bana kocaman gülümseyerek uzanıp yanağımı öptü. “Senin annen bir melek.” Keyfi yerine gelmiş gibi önüne dönen kadına nutkum tutulmuş bir halde bakıyordum. Ben az önce ne yaşadım?
Sinirden gülerek başımı iki yana salladım. “Bana sinir krizleri geçirtsen de seni çok seviyorum,” dediğimde masadaki elimi tutup dudaklarını avucuma bastırdı. “Biliyorum hayatım.”
Avucumda onun dudaklarının sıcaklığını hissederken bana dünyanın en güzel gülümsemesini sundu. “Bende seni çok seviyorum.” Bunu biliyordum. Sürekli benimle uğraşıp durması bile aslında yoğun sevgisinden kaynaklanıyordu çünkü annem sevdikleriyle didişirdi.
Karun ve Duha bize zeybek ziyafeti çektikten sonra kendi yerlerine geçtiler. Rahat durmak Duha’nın kanında olmadığı için bu seferde kendi masasından babama sataşmaya başladı. “Eee Ümit, bu gece Tozlu’lardan da bir şeyler izler miyiz?” Bu adam girdiği her yeri karıştırıyordu.
Duha Tunus’ta bir mafya lideriydi. Henüz yirmi sekizinde olmasına rağmen ihtiyar kurtların arasında bu kadar uzun süre hayatta kalması şaşılacak bir şeydi. Duha’yı diğer liderlerden ayıran bir şey vardı, bulunduğu yere aile desteği veya baba parasıyla gelmemişti. Duha Tunus sıfırdan başlayıp tüm basamakları hızla tırmanarak kendi imparatorluğunu kurmuştu. Bugün geldiği son nokta ülkenin sayılı milyarderlerinden biri olmaktı.
Nereden bakarsan bak bu bir başarı öyküsüydü. Duha’nın en büyük artısı zekasıydı. İşi bile strateji ve manipüle üzerineydi. Duha Tunus deyince herkesin aklına gelen ilk şey strateji ustası ve manipüle dehası olmasıydı. Kendilerine bölge liderleri diyebilirlerdi ama aslında hepsi bir bölgeyi yöneten mafyaydı. Duha ise içlerinde en çok merak uyandıran mafyalardan biriydi çünkü diğerlerinin aksine ciddi biri değildi.
Diğer liderler gibi suratında her zaman donuk bir ifade olmazdı. Aksine neşeli, alaycı ve eğlenceli biriydi. Karanlık tarafını iyi gizleyen sempatik bir adamdı. Kömür karası gözlerinde hep bir muzırlık olurdu ve dolgun dudaklarında gülümseme eksik olmazdı. Erkeksi hatları, kaslı vücudu ve uzun boyuyla ona bakan her kadının kalbini hızlandırıyordu.
Arka planda öldürdüğü her adamın serçe parmağını alırken görünürde çapkındı, haylazdı ve eğlenceliydi. Birazda çöpsüz bir üzümdü çünkü ailevi yönden kimsesi yoktu. Ne anne ne baba ne de akrabası vardı. Tek yakını sağ kolu ve en iyi dostu Kadem Aktan’dı. Kadem’den başka değer verdiği kimse yoktu. Tek eğlencesi de Karun ile uğraşıp onunla rekabet etmekti.
Şimdi ise gözlerini babama dikmiş, meydan okurcasına babama bakıp sırıtıyordu. “Doğu bölgesine ait bir şeyler izlemeyelim mi?”
Babam bu tür kışkırtmalara pek gelmediği için reddedeceğine çok emindim. Ancak rakıyı kafasına dikip bardağını sertçe masaya bıraktı. Sandalyesinden ayağa kalktığında annemle göz göze geldik. İkimizde babamın ters bir şey yapmasından korkuyorduk. Bahçede her aileye ait birçok masa varken babam orta alana yürüdü. Merakla onu izliyorduk çünkü henüz ne yapacağını bilmiyorduk.
Babam yönünü bize çevirdiğinde gözlerinin ardından muzır bir ifade vardı. “Bizim oralara ait bir şey oynayacaksam bana eşlik etmesi için bizimkilerden birileri lazım.” Ne yani ciddi ciddi oynayacak mıydı? Kalbim hızlandı. Bunu görmeyi istiyordum.
Anneme bakıp hınzır gözlerle, “Müsaade var mı hatun?” dediğinde onu kalbime sokasım geldi. Babamın anneme davranış şeklini çok seviyordum.
Annem evimizin hanımı olmanın hakkını vererek babama bizimkileri gösterdi. “Seç istediğin kişileri,” dediğinde bir halay için gereken herkesi ona sunmuştu.
Ancak babam bizden kimseye fazladan bir saniye bile bakmadan, “Bir kişi yeter bana,” dedi muzip bir sesle. Daha sonra annemin gözlerinin içine bakarak, “Reyhani iki kişiyle oynanır,” deyince kıkırdadım. Bu yaştayken bile hâlâ birbirlerine kur yapıyorlardı.
Annem tebessümünü saklamaya çalışarak alt dudağını dişledi. “O zaman sana eşlik edecek kişiyi seç.” Bakışları, sesi ve gözlerini süzüşü fazla cilveliydi.
Annem dahil buradaki herkes babamın annemi oraya çıkartacağına çok emindi fakat babam ters köşe yaparak gözlerini bana dikti. Kalbim öyle bir hızlandı ki bir an duracak sandım. Dudağının köşesi kıvrılırken bana tam karşısını gösterdi. “Gel bakalım küçük hanım ağa.” Kemiklerime kadar titredim.
Beni seçmişti.
Korkudan betim benzim atarak ona bakarken annemin kıkırtısını duydum. “Şanslısın, Farah çünkü kocamın yanında görmekten hoşlandığım tek kadın sensin.”
“Kızı olduğum için olabilir mi?”
“Evet.”
Oraya çıkmamak için annemin koluna yapışmıştım ki daha ben bir şey demeden, “Deneme bile,” diyerek kısık bir sesle beni uyardı. “Baban her şeyden önce bir bölge lideri. Tüm gözler onun üzerindeyken onu orada tek başına bırakamazsın.” Midem kasıldı. Oraya çıkmak istemiyordum ama çıkmazsam bu hem babamı üzer hem de insanlara konuşacak daha çok şey verirdi.
Ecel terleri dökmeye başlayarak sandalyemden kalktım. Babama doğru yürüdüğümde kalbim duracak gibiydi. İnsanların bakışlarına fazladan bir saniye bile dayanamazken babamla reyhani oynayacaktım. Tüm bu gözler üzerimizde olacaktı. Düşüncesi bile dizlerimi titretip nefes alışlarımı hızlandırıyordu. Babam annem yerine beni seçerken ne düşünüyordu, hiç bilmiyordum.
Babamın karşısında durduğumda titrediğimi görebiliyordu. Bunun benim için ne kadar büyük bir adım olduğunun farkındaydı. Gözleri titreşen gözlerimle kesiştiğinde kahve hareleri sinirlerimi yatıştıracak bir güzelliğe büründü. “Sakin ol küçük ördek,” diye fısıldadı. “Her an düşüp bayılacak gibisin.”
“Her an düşüp bayılabilirim baba.”
Gülmemeye çalışarak dudaklarını birbirine bastırdı. “Her an düşüp bayılma.”
“Düşüp bayılırsam ne olur?” Üzerimizdeki gözlere ürkekçe baktım. “Hepsi benimle alay edip güler, değil mi?”
“Bayılmak istiyorsan bayıl, sana gülenin ecdadını sikerim.”
“Bayılmak istemiyorum baba.”
Bu sefer kendini tutamayıp güldüğünde kalbim titredi. Gözlerimin içine muzırca bakıp, “O zaman bayılmak yok küçük ördek,” dedi eğlenen bir sesle. “Anlaştık mı?”
Asık suratımı neşelendirmenin bir yolu yoktu. “Denerim.” Bu konuda kendime hiç güvenmiyordum. Bence o da bu konuda bana hiç güvenmiyordu.
Müzik başladığında ikimizde derin bir nefes alıp geriye çekildik. Karşı karşıya durduğumuzda insanlara rezil olmamak için onların burada olmadığını düşünmeye çalışıyordum. Kollarımı iki yana açıp ağır ritimlerle oynarken ellerimi bileklerimden raks eder gibi oynatıyordum. Benim hareketlerim fazla zarif ve kadınsıydı, babamınkilerse ağır ve ölçülü. Bacaklarımı arada bükerek oynarken müziğin ritmiyle uyum içindeydim.
Diğer herkesi gözlerime yasaklayarak sadece babama bakıyordum çünkü onun bakışları beni rahatlatıyordu. Ona bakmak bana izlendiğimizi unutturuyor ve korkularımı yatıştırıyordu. Kollarımızı iki yana açarak müzik eşliğinde birbirimizin etrafında dönerek oynamaya devam ettik. Bir süre sonra etrafımdaki her şeyi unutup kendimi babamın gözlerinde gördüğüm huzura bırakmıştım.
Birbirimize yaklaşıp bacaklarımızı usul usul bükerek yere doğru hareket ettiğimizde dudaklarımdaki tebessümün farkında değildim veya izlendiğimin.
Ben oynarken babam bir dizinin üzerinde karşımda diz çöktü ve ellerini ağır bir hareketle birbirine vurdu. Elini yere vurup bastığım yeri öpercesine elini dudaklarına ve alnına doğru götürdüğünde kalbim yerinden çıkacak sandım. Babam bana verdiği değeri herkese göstermekten çekinmiyordu.
Biricik kızına duyduğu sevgi gözlerinde okunuyordu. Bana karşı hep bu kadar iyi bir baba olduğu için onu o kadar çok seviyordum ki, ona duyduğum sevginin büyüklüğü hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Babama yaklaşıp ona sırtımı döndüğümde sırtım onun göğüs kafesine çok yakındı. İki yana hafifçe açtığım kollarımı müziğin ritmine uydurdum. Ellerimi bileklerinden bükerek oynarken Gurur ile göz göze gelmiştim. Soluğum kesildi.
Sırtını yasladığı sandalyede erkeklere has bir şekilde otururken gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. Bakışları öylesine yoğun ve keskindi ki iliklerime kadar titredim. Yeşillerinde kanımı kaynatan, aklımı başımdan alan bir şeyler vardı. Çok yoğun bakıyordu hem de haddinden fazla.
Koltuğun dayanağına yaslı olan elinde rakı bardağı gevşekçe duruyordu. Kolunu hareket ettirerek rakıyı dudaklarına yaklaştırdığında bile gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Bardağı hafifçe bana doğru kaldırıp rakıyı içtiğinde kaskatı kesilmiştim. Benim şerefime içiyormuş gibi yaptığı bu hareket yanaklarımın ısınmasına neden olmuştu. Yoğun bakışlarından kaçmak için ona sırtımı dönmeden hemen önce dudaklarının belli belirsiz kıvrıldığını gördüm. Beni utandırmak için öyle yapmıştı!
Korkularımın aksine başarılı bir şekilde bu oyunun sonuna geldiğimizde insanlardan çıkan alkış tufanıyla derimin altı yanmaya başlamıştı. Babam kolunu omuzuma atarak saçlarımın tepesine bir öpücük kondurdu. “İşte böyle küçük ördek,” diye fısıldadı. “Göz önünde olmak her zaman kötü bir şey değildir.” Bunun için annem yerine beni seçmişti, değil mi? Beni insanlara alıştırmak istiyordu.
Babamın kolunun altında kendi masamıza doğru yürürken kısa bir an Gurur ile göz göze geldim. Gözlerim onun yeşil harelerine kenetlendiğinde kaburgalarım küçülüp kalbimi sıkıştırmaya başlamıştı. Gözlerinde çok yakıcı bir ifade vardı. Emin değilim ama onun etkileyici gözlerinde sanki hayranlık görüyordum. Az önce izledikleri hoşuna gitmiş gibi bakıyordu.
Leyla’nın Çağıl ile konuştuğunu görünce aradığım küçük fırsatı yakalamıştım. Babamla birlikte onların masasının önünden geçerken içkisini yudumlayan Gurur’a döndüm. Bakışlarımız bir kez daha kesişince ona göz kırptığımda püskürterek içtiği içkiyi çıkardı. Kıkırtıma engel olarak hemen önüme döndüm. Yüzündeki o şaşkın ifadeyi görmek keyfimi yerine getirmişti. Benim gibi korkak birinden karşı atak beklemiyordu. Az önce şerefime içtiği o içkiyi öksürerek çıkarmasını sağlamıştım.
Yerimize geçtiğimizde kutlamalar kaldığı yerden devam ediyordu. Oturduğum yerde sessizliğimi koruyarak dans eden insanları izledim. Onların içinde Gurur ve Leyla’da vardı. Birlikte dans ederken ikisi de mutlu görünüyordu. Gurur’un Leyla’nın belini saran ellerine bakıp durdum. Leyla’nın Gurur’un boynuna dolanan kollarına ve kendi aralarında sohbet ederek birbirlerine olan bakışlarını izledim.
Dışarıdan bakıldığında gerçekten de hoş ve birbirlerine çok yakışan bir çiftti ancak bir şeyler eksikti. Annem ve babam birbirlerine her baktığında gözlerinde oluşan o pırıltı, Gurur ve Leyla’nın gözlerinde yoktu.
Belki de bana öyle geliyordu, sonuçta aşk hakkında herhangi bir yorumda bulunacak kadar deneyimim yoktu. Aslında bu konuda hiç deneyimim yoktu. O kadar korkaktım ki erkeklerle bir şey yaşamayacak kadar kendi küçük dünyamın içinde saklanıyordum.
Gecenin sonlarına gelmeye başladığımızda herkes yavaş yavaş ayrılmaya başlamıştı. Babam ayağa kalkınca bizim de gitme vaktimizin geldiğini anladık. Babamla birlikte tüm Tozlu soyadını taşıyan herkes yerinden kalkmıştı. Kalenderler giden konuklarını uğurlamak için yan yana duruyordu. Leyla, Gurur’un hemen yanındaydı.
Onlara doğru yürürken annem bana yaklaşıp kısık bir sesle, “Çantandaki o mücevheri kendine saklamayı düşünmüyorsan Leyla’ya takmayı unutma,” diye fısıldadı. Son ana kadar onu çantamdan çıkarmamıştım.
Herkes Leyla’ya bir şeyler takıp durmuştu çünkü Gurur kimsenin ona bir şey takmasına izin vermemişti. Bu takı merasiminden nefret ediyormuş gibi ona yaklaşan herkesi Leyla’ya yönlendirmişti. Bense son ana kadar yerimden hiç kalkmayarak bizimkileri delirtmiştim. Şimdi herkes yavaş yavaş dağılmaya başladığı için belki bu zorlu görevin üstesinden gelebilirdim.
Kalenderlerin karşısında durduğumuzda annem ve babam tüm iyi niyetleriyle onlara mutluluk diledi. Daha sonra ikisi gözlerini dikip bana bakınca haliyle karşı tarafta bana bakmaya başladı çünkü anne ve babamın neden bana baktıklarını merak ediyorlardı. Şu ana dek geceyi kazasız belasız tamamladığım için son anda bizimkileri utandıracak bir şey yapmak istemiyordum.
Üzerimdeki bakışların bende uyandırdığı rahatsız edici hissi gizlemeye çalışarak çantamdaki kadife kutuyu çıkardım. Bunu neden ben yapıyorum ki! Kutuyu açtığımda içinde gördüğüm gerdanlık değerli taşlardan oluşan pahalı bir şeydi. Annem ailemizin şanına yakışan bir şey seçmişti. Gerdanlığı çıkartıp boş kutuyu anneme uzattım. Gurur’un bakışları eşliğinde Leyla’ya yaklaşıp karşısında durdum. Pekâlâ, bunu yapabilirim.
Leyla ile karşı karşıya dururken bir şeyler bana yanlış geliyordu. Onun nişanına katılıp ona takı takmam yanlışmış gibi hissediyordum. İçimden cılız bir ses bunun doğru olmadığını söylüyordu. Gözlerim parmağına kayınca gördüğüm alyansla şaşırmıştım. Leyla’nın parmağındaki alyans arka bahçede bulduğum lotus çiçekli alyans değildi. Gurur annesinden kalan yüzüğü ona takmayı düşünüyordu, o zaman neden o yüzüğü Leyla’nın parmağına takmamıştı?
Bakışlarımı Leyla’nın parmağından çekip kehribar gözlerine kenetledim. Birkaç kez derin derin nefesler alarak kendimi toparladım. “Rabbim hiç ayırmasın ve mutluluğunuzu daim kılsın.” Tüm kalbimle ona iyi dileklerimi sunarken bu konuda samimi ve dürüsttüm. Her ne kadar bazı şeyler bana yanlış gelse de ikisi adına gerçekten mutluydum.
Leyla’ya biraz daha yaklaşıp gerdanlığı boynuna taktım. Bunu yaparken bana yardımcı olarak başını eğmişti. Gerdanlığın klipsini takarken kendimden beklemediğim bir şekilde soğukkanlıydım. Elim bile titrememişti oysaki panikleyip takamam sanıyordum.
Leyla bana tebessüm etmek için kendini zorlayıp, “Teşekkür ederim, Farah,” dediğinde bakışları samimiyetten çok uzaktı. Böyle bakmasının nedeni belki de dün kuyumcudan çıkan kavganın benim yüzümden olduğunu bilmesiydi. Yapmacık bir ilgiyle beni izledi. “Burada olmanızdan mutluluk duyduk.”
Herhangi bir alınganlık yapmadan, “Bizde öyle,” dedikten sonra başımı çevirip Gurur’a baktım. İşte yine olmuştu. Onunla her göz göze geldiğimde hissettiğim o statik elektrik tekrar ortaya çıkmıştı. Karşı koyamadığım güçlü bir mıknatısla ona çekiliyordum. Bu öylesine güçlü bir çekimdi ki aynı şey ona da oluyor mu, diye merak etmeden duramıyordum. Bu hissettiğim güçlü çekim sadece beni mi etkisi altına alıyordu?
Gözlerimi onun bakışlarına dikip konuşmak için kendimi zorladım. Onun karşısında olmak bile bana tüm sözcükleri unutturuyordu. Tek kelime etmeden onu böyle saatlerce izleyebilirdim. İşin garip tarafı bunu yaptığımda en küçük bir rahatsızlık duymayacağını hissetmemdi. Belki de yanılıyordum ama ona olan bakışlarımdan rahatsız olmadığını hissediyordum. “Mutluluklar dilerim.”
Gurur derin bir nefes alarak başını hafifçe salladı. “Eyvallah.”
Onlara iyi dileklerimizi sunduktan sonra neyse ki fazla oyalanmadan yanlarından ayrıldık. Arabaya binip yola çıktığımızda annemin bakışlarından kaçmak için başımı cama yaslayıp gözlerimi yumdum. “Senin bir tadın kaçtı sanki,” diyen sesini duymazdan gelerek uyuyormuşum gibi numara yaptım. Tadımı kaçıracak bir durum yoktu.
***
02/05/2021
Oturduğum köşede sessizlik içinde kitabımı okurken babam ve amcam kendi aralarında iş konuşuyorlardı. Seçil ve abimin eşi Yonca yenge ise moda dergilerini karıştırıyorlardı. Annem ve eltisi Nesibe yengeyse her zamanki gibi birbirleriyle itişecek bir şeyler bulmuştu. Akşam yemeğinden sonra hepimiz aynı salonun içinde kendi halimizde takılıyorduk. Biri kulağımdaki kablolu kulaklığı çekip çıkartınca irkilerek başımı kitaptan kaldırdım. Seçil’in abisi Doğan sıkılmış gibi kulaklığımı çıkartıp yanıma oturdu.
“Ne okuyorsun?” Elimdeki kitabı alıp baktığında kaşları havalanınca güldüm. Sanırım genç kızlara özgü aşk romanları okumamı bekliyordu. Kitabın arka yazısını okuduktan sonra bal sarısı gözlerini bana dikti. “Sıkıcı bir şeye benziyor.”
“Sıkıcı değil.” Doğan abi ailesinin aksine bana insan gibi davranan nadir kişilerden biriydi. Ailesi gibi bizim evimizde yaşayıp babamın sırtından geçinmiyordu. Yirmi sekiz yaşında genç bir avukattı. Kendi ofisi, evi ve kurulu bir düzeni vardı. Bizi özleyince arada buraya geliyordu. Bazen bir gece kalıyordu bazense hiç kalmadan evine dönüyordu.
“Ağır Devlet,” diyerek kitabın adına değindi. “Bu tür kitaplar okuduğunu bilmiyordum.”
Kitabı yanıma bırakarak annemin benim için hazırlattığı meyve suyuna uzandım. “Bana siyasi bir görüş kazandırıyor.”
Yanımda otururken yüzüne düşen kumral tutamlarını arkaya iterek güldü. “Siyasete atılmayı mı düşünüyorsun bücür?”
“Öyle bir düşüncem yok ama her konu hakkında biraz bilgim olsun istiyorum.” Meyve suyu sandığım şeyin aslında annemin zayıflatıcı toniklerinden biri olduğunu anladım. İçtiğim bir yuduma yüzümü buruşturarak bardağı sehpanın üzerine bıraktım. “Kitap siyasetten çok ırkçılığı ve bölücülüğü anlatıyor.”
Sır verir gibi ona doğru yaklaşıp, “Mesela sizinkiler için ben bir Kürt kızıyım,” dedim kısık bir sesle. “Annem ve onun akrabaları içinse ben bir Türk kızıyım. Her iki tarafta beni kendilerine benzetmeye çalışıyor, ikisi veya hiçbiri olmama izin vermiyorlar. İlla bir tarafta mı olmalıyım?”
Diğer akrabalarım ve Diyarbakır’daki yakınlarım Kürt, Türk ayrımı yapmazdı ancak iki ailede bunu yapanlarda vardı. Babamın tarafından Kerim amcam, karısı ve Seçil bunu yapıyordu. Annemin tarafındaysa anneannem ve dedem yapıyordu bu ayrımı. Kürt veya Türk olmanın ne önemi olduğunu bile anlamıyordum. Türkü, Kürdü, Çerkez’i ve daha birçok şeyi hepimiz aynı ülkenin içindeydik. Farklılıklarımız bizi bir diğerinden daha üstün veya daha aşağı yapmıyordu.
Hepimiz sahip olduğumuz farklılıklarla güzeldik. Her Türk ülkücü değildi veya her Kürt eline bir silah alıp dağlara çıkmıyordu. Bazılarımız içinde bulunduğu ülkeyi seviyor ve ellerinden geldiğince uyum içinde yaşamaya çalışıyordu. Aykırı bir düşüncede olan insanların yaptıkları şeylerin cezası ne tüm Kürtlere kesilebilirdi ne de tüm Türklere. Kendi içimizde ırkçılık çıkardığımız için ülkemiz bölünüyordu.
Doğan abinin yakışıklı yüzünde gözle görülür bir gülümseme belirdiğinde bunu saklama çabasında bulunmadı. “Bizimkiler yine bu konuda üzerine mi geldi?” Başıyla ailesinin bulunduğu yönü gösterdi. “Her söylediklerini dikkate alma.”
“Hayır, ben genel olarak öyle söyledim.” Ailesine karşı sık sık beni savunduğu için yine benim yüzümden onlarla sorun yaşamasını istemiyordum.
“Sanırım okuduğum kitabın etkisinde kaldım abi,” dediğimde yüzündeki tebessümü silinince bazı konularda onu Seçil’e benzettim. Seçil ona abla dememden nefret ediyordu ve çoğu zaman Doğan abi de ona abi dememden hoşlanmıyormuş gibi ifadesi değişiyordu. Seçil neyse de Doğan abiyle aramızda altı yaş vardı. İstesem de ona adıyla seslenemezdim.
“O kızın bizim depoda ne işi var!” Babamın gür sesini duyunca hepimiz ona döndük. Gelen telefon onu deliye çevirmiş gibi oturduğu yerden ayağa fırlamıştı. “Ne demek bilmiyorum, Melih!” Endişelenerek ayağa kalktım. Kötü bir şeyler oluyordu.
Babam sinirden parmaklarını saçlarından geçirirken çılgına dönmüş gibi yüzündeki damarlar şişti. “Tuzak!” Beti benzi atarken sertçe yutkundu. “Kız oradaysa Gurur’da gelmek üzeredir. Nesini anlamıyorsun, bu iki aileye kurulan bir tuzak!” Hangi kızdan bahsediyordu ve Gurur bu işin neresindeydi?
Babam hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken, “Ben gelmeden sakın bir şey yapmaya kalkışmayın!” diye bağırıyordu. “Gurur benden önce oraya ulaşırsa kızın saçının teline bile zarar vermeden ona teslim edin! Melih eğer Leyla Mahlaz oradan canlı çıkamazsa iki taraftan da çok kan dökülür. Ben gelene kadar kızı koru!” dedikten sonra gitti. Leyla bizim depoda mıydı?
Korkuyla yutkundum.
Kötü şeyler olmak üzereydi.
Durumun ciddiyetini bildikleri için hemen amcam ve Doğan abide babamın peşinden çıkmıştı. Biz kadınlarsa bembeyaz olmuş bir suratla birbirimize bakıyorduk. Annem neler olduğunu öğrenmek için hemen babamın peşinden dışarı çıkmıştı. Babam arabaya binmeden onu yakalayıp neler olduğunu öğrenmeye çalışacaktı. Abimin eşi Yonca yenge, “Bu da ne demek oluyor?” diye yutkunarak Nesibe yengeye döndü. “Leyla Mahlaz neden bizim depoda?” Mavi gözleri korkudan titreşirken yüzünü ovuşturdu. “Ya ölürse?” İhtimali bile beni dehşete düşürmüştü.
“Ölürse ölsün bundan bize ne?” Seçil’in söyledikleriyle bakışlarım hızla ona buldu. Rahattı, keyifliydi ve zerre kadar endişe etmiyordu. Kızıl saçlarından bir tutamı parmağına dolarken fazla umursamaz görünüyordu. “Hasımlarımızdan birinin ölmesi bizim sorunumuz değil.”
“Niye ölsün?” Sert bir sesle ona müdahale ettim. “Babamı duymadın mı? Leyla’ya zarar gelmesine müsaade etmez.”
Seçil saçlarını sinirle yüzünden çekerken ona kızdığım için yönünü bana çevirdi. En az benim kadar tersti bana olan bakışları. “Bende kötü bir şey demedim ama ölürse de bunun için üzülecek değiliz, değil mi?” Merhamet duygusu olmayan biriydi.
“Ay tövbe de.” Yonca yengenin yüzü en az sarı saçları kadar sararırken endişesini gizleyemiyordu. Leyla için endişelendiğini düşünüp şaşırmıştım ki dudaklarını büktü. “Kalenderlerden biri ölürse saldırı sırası onlara geçer. Leyla’nın ölümü yüzünden korku içinde yaşamak istemiyorum.” Aslında şaşırmadım çünkü en az kocası kadar bencil ve acımasızdı.
Yonca yengenin şu zamana kadar ortalığı karıştırmak dışında bir şey yaptığını hiç görmemiştim. Abimin dişi versiyonuydu. En az abim kadar sadakatsiz ve iğrenç bir kadındı. Kocasından tek farkı Caner abim her haltı açık açık yapıyordu ama o, gizli yapardı. Hafifmeşrep bir kadın olduğunu çoğu zaman gizleyemiyordu. Abimle hâlâ evli olmasının tek nedeni Tozlu soyadının ona sağladığı ayrıcalıklardı. Bunun dışında bu aileye ve kocasına tahammül edemiyordu.
Yonca yengenin aklı fikri kendinden daha genç ve yakışıklı erkeklerdeydi. Yirmi yedi yaşında olmasına rağmen yirmili yaşların başındaki erkekleri görünce ağzının suyu akıyordu. Gözlerim ona bakarken dalıp gitmiş olmalıyım ki, “Ne dik dik bakıyorsun?” deyince bakışlarımı ondan çektim. Şimdi bir de onunla uğraşamazdım.
Bazen bu eve bir yıldırım hatta deli bir fırtınanın düşmesini istiyordum. Herkesi silkeleyip kendine getirecek bir felaket güzel olabilirdi.
Gecenin ilerleyen saatleri annemle ikimiz için çok gergin geçmeye başlamıştı. Babam gideli saatler olmuştu ancak hiçbirimiz ona ve yanındaki adamlara ulaşamıyorduk. Caner abim bile telefonuna cevap vermiyordu. Gerçi o evde olmadığı için babamlarla birlikte gitmemişti ama telefonu kapalı olduğuna göre haberi alınca bizimkilerin yanına geçmiş olabilirdi.
Annem duvardaki büyük saate sık sık bakıp durdukça beni de endişelendirmeye başlamıştı. Bizimkilerden haber alamadıkça yerinde duramıyordu. Babamın apar topar onca silahlı adamla nereye gittiğini bilmemek bizi korkutmaya başlamıştı. Açıklama yapacak zamanı yokmuş gibi evden çıkarken annemin tüm sorularını yanıtsız bırakmıştı.
Annem salonun ortasında dönüp dururken kulağına yasladığı telefonu indirdi. “Ümit açmıyor.” Saat gecenin üçü olmuştu ama gidenlerden hâlâ ses seda yoktu. “Saatler oldu artık korkmaya başladım.”
Nesibe yenge gerilerek rahat bir şekilde otururken güldü. “Abla her zamanki şeyler.” Ortada bir sorun yokmuş gibi keyif kahvesini içmeye devam ediyordu. “Birazdan dönerler kendinle bizi de germe.”
Yengemin bu rahatlığı annemi çıldırttığı için kaşlarını çatması uzun sürmemişti. “Kocam ortalarda yok ve sen kahve mi içiyorsun!” İnanamayan gözlerle yengeme bakıyordu. “Pes doğrusu! Sizdeki bu rahatlık padişah torunlarında yok.”
Nesibe yenge kahvesini önündeki sehpaya bırakıp alaycı gözlerini anneme dikti. “Ne yapmamızı bekliyorsun? Bizde mi elimize bir silah alıp peşlerinden gidelim?”
“Senin de kocan gidenlerin arasında.” Annemin bakışlarında şaşkınlık ve öfke karışımı bir duygu vardı. “Ne bu rahatlık?”
“Babam eve dönmenin bir yolunu bulur,” dedi Seçil.
Onun bu sözleri annemi daha fazla kızdırdı. Siyah gözleri sinirden tutuşurken gerçeklikten uzak bir gülüş kondurdu dudaklarına. “Haklısın baban eve dönmenin bir yolunu bulur çünkü o sinsi herif tehlike anında sıvışmasını çok iyi bilir.”
Nesibe yenge oturduğu yerden dikleşerek annemi hedef aldı. “Söylediklerine dikkat et ileri gidiyorsun.”
Ona bakmak bile annemin sabrının sınırlarını zorladığı için elindeki telefonu sıkıyordu. “Kızını da al odana çık, Nesibe.” Onlara kapıyı gösterdi. “Odanızda da keyif kahvesi içebilirsiniz.”
Nesibe yenge yine mağduru oynayıp haksızlığa uğramış gibi dudaklarını bükmeye başlayınca sinirlerim bozuldu. Bunu hep yapıyordu. “Olanlar için endişelenen sadece sen değilsin. Her konuda kendini haklı çıkarmayı bırak.” Onların aksine annemin endişesi gerçekti.
Annem bu kadar sinirliyken her an onların üzerine atlayabilirdi. Bunun olmasını engellemek için Nesibe yengeye döndüm. “Saat geç oldu yenge.” Sakince konuşup ona kapıyı gösterdim. “Gidip biraz uyu.” Aynı şekilde Seçil ve Yonca yengeye de kapıyı işaret ettim. “Sizde.”
Seçil bana sinirli bir bakış attı. “Ne yapıp yapmayacağımıza ne zamandır sen karar veriyorsun?”
Gözlerinin içine bakarak kaşlarımı usulca yukarı kaldırdım. “Neden sözlerimi çarpıtıyorsun?” Her gün bu tartışmaların içinde olmaktan başıma ağrılar girmişti. Düz bakışlarım Seçil’in üzerinde oyalanırken bıkkınca nefesimi verdim. “Gitmezseniz yine annelerimiz kavga edecek.”
Çatık kaşlarla tam bir şey söyleyecekti ki annem dişlerini sıkarak gözlerini ona dikti. “Yukarı çıkın dedim!” Annemin sert sesiyle düşman gözlerle bize bakarak gittiler. Beni insan yerine koymazlardı ama anneme kolay kolay hayır diyemezlerdi.
Üçü dışarı çıkınca annemle baş başa kalmıştık. “İyi misin anne?”
Endişeli vücudunu yanıma bıraktığında omuzları çöktü. “Bu sırtlan sürüsünden bıktım.” Ev üstüne ev olmuyordu fakat Kerim amcam ve ailesi bir türlü ayrı eve çıkmaya yanaşmıyordu.
“Onunla evlenirken babamın bir aşiret ağası olduğunu biliyor muydun?” Aklını bu gece olanlardan uzaklaştırmak için ona bu soruyu sordum. Babam dönene kadar annemi bir şekilde oyalamalıydım.
Nefesini yorgunca vererek başını salladı. “Kalabalık bir ailesi olduğunu biliyordum ama evlendikten sonra bile evimize yerleşeceklerini bilmiyordum.”
“Aynı sorun Elmas annenin de başında.” Diyarbakır’daki konakta da yaşayan çok fazla kişi vardı.
Elmas annenin adını duymak bile sinirden tüylerini diken diken ettiği için yüzü sertleşti. “Bana şu kadından bahsedip durma.”
“Madem ondan bu kadar rahatsız oluyorsun o zaman kocanı neden onunla paylaştın?”
“Farah sen aptal mısın?” Her an bana bir tane yapıştıracakmış gibi bakıyordu. “Sence ben üzerine kuma getirtecek bir kadın mıyım?”
“Anne senin bir kuman var.”
“Biliyorum ama sandığın şekilde değil.” Hikâyenin tamamını bilmiyormuşum gibi bakıyordu. “Baban benimle evliyken asla bir kadının koynuna girmedi. Sandığın gibi ikinci bir kadına gidip beni aldatmadı.”
Yerimden kıpırdanarak öne eğildim. “Ne demek istiyorsun?” Şu zamana kadar merak edip ona bu olayın nasıl olduğunu hiç sormamıştım. Onu üzmemek için bu konuyu hiç açmamıştım ama belli ki bilmediğim bir şeyler vardı.
Annem yüzünü sıkıntıyla ovuşturarak tekrar duvardaki saati kontrol etti. Babam eve dönene kadar kendini bir şeylerle oyalamak için bana geçmişi anlatmaya başlamıştı. “Benden çocuğu olmadıkça ailesi babanı çok zorluyordu. Sadece babanın değil benim de üzerime geliyorlardı. Babana kumayı kabul ettirmeye çalışıyorlardı ancak o buna yanaşmıyordu. Ailesi bizde huzur namına bir şey bırakmadığı için en sonunda dayanamayıp ondan boşandım.” Doğru mu anladım? Daha önce babamdan boşandı mı? İşte bunu bilmiyordum.
Soru dolu bakışlarıma başını sallayarak karşılık verdi. “Ondan boşandığımda Ümit perişan olmuştu. Bana kızgındı, onu artık sevmediğimi düşünüyordu ve acı çekiyordu. Ailesi onun bu halinden faydalanıp onu Elmas’ evlendirdi. Baban bana olan öfkesinden ikinci kez evlenmeyi kabul etti ancak bana ne kadar sinirli olursa olsun Elmas’a resmi nikah kıymadı. Bu da kendince onlara verdiği bir cezaydı.” İşin bu boyutunu bilmediğim için hayretler içinde anneme bakıyordum. Babamdan boşandığına hâlâ inanamıyordum.
Yerimden ona doğru kayarak, “Tekrar nasıl evlendiniz?” diye sorduğumda ortada komik bir şey varmış gibi güldü. “Elmas’la evlendiğini duyunca o kadar sinirlendim ki bende evlenmeye kalkıştım.” Dudaklarındaki gülüşü büyüdüğünde o günü hatırladığını biliyordum. “Baban düğünü basıp beni kaçırdı.”
“Bir dakika, ne?”
Kıkırdayarak başını salladı. “Beni düğünden kaçırıp üç ay alıkoydu. O üç ayda bana duyduğu sevgiyi tüm çıplaklığıyla gördüm. Onunla tekrar evlenirsem Diyarbakır’dan ayrılıp benim şehrim olan İstanbul’a taşınacağımızı ve asla Elmas’a yaklaşmayacağına yemin etti.” Yüzünü buruşturdu. “Zaten Elmas’ta hamileydi, yani artık ona gitmesinin bir nedeni yoktu.”
“Vay canına.” Babamın annemi düğünde kaçırdığını duyunca ister istemez gülmeye başladım. Babamla düşündüğümden daha olaylı bir geçmişleri varmış.
Gecenin devamında annemle hiç konuşmadık. Sabaha kadar süren bir sessizlik bizi esir almıştı hatta öğleye kadar. Şu saate kadar endişe ve stresten bizimkilere ulaşmaya çalışmak dışında hiçbir şey yapamadık. Arabaların sesini duyunca hemen odamdan çıktım. Merdiveni aceleyle inerken odasından çıkan annemde bana katılmıştı. Tıpkı benim gibi o da bu saate kadar bir gram uyumamıştı.
Babamın güzel haberlerle dönmesi için dua ediyordum. Umarım bu sorunu kazasız belasız çözmüştür. Dışarı çıktığımızda bizimkiler arabalarında iniyordu. Hepsinin suratında düşen bin parçaydı. Hepsinin de üstü başı dağınık, toz ve is içindeydi. Bir enkazın içinde kalmış gibi berbat haldeydiler. Midem kasıldı. Kötü bir şey olmuştu. Amcam, Caner ve Doğan abi bozuk bir suratla yanımızdan geçip içeri girdi. Yanımızdan geçerken bile üzerlerine sinen yangın ve is kokusunu solumuştum.
Arabalardan inen tüm korumalara dönen babam, “Evin etrafındaki güvenliği arttırın,” deyince dizlerimin bağı çözüldü. Bir şey olmuştu.
Babam güvenlik şefi Melih abiye yönünü çevirdi. “Koruma sayısını arttır, evin etrafında kuş uçmayacak.” Nefes alışlarım hızlandı çünkü tüm bu tedbirler yaklaşmakta olan felaketin habercisiydi.
Babam eve doğru yürürken gözleri bizi bulduğunda kahve hareleri titreşti. Bizi kaybetmekten korkarcasına bakınca endişelerim artmıştı. Bakışları annemin gözleriyle kesiştiğinde ise omuzları çökmüştü. Yüzünde keder oluşurken anneme karşı boynunu eğdi. “Dün gece gencecik bir kız öldü hanım.” Gözlerimin ardı sızladığında yaşlar gözpınarlarımda taştı. Leyla.
Leyla öldü mü?
Ellerimi dudaklarıma bastırıp hıçkırığıma engel olmaya çalıştım. Leyla’yı en son onun nişanında görmüştüm. Ölüm haberinin bana ulaşacağını tahmin bile edemezdim. Onu yakından tanımıyor olabilirdim ama bu onun için üzülmeme engel değildi. Gözyaşlarım süzülürken içime çöreklenen bu acının tek sebebi erkeklerin kavgasında yine bir kadının can vermesiydi. Babamın dünyası buydu işte, silahlar ve ölümlerden ibaret kanlı bir dünyaydı.
Ailesi olarak bizlerde o dünyanın bir parçasıydık. Gurur kim bilir ne haldedir. Babamın gözleri beni bulunca içi acımış gibi ifadesi değişmişti. Anneme beni işaret edip acı çeken bir sesle, “Farah gibi gencecikti,” deyince annem koşarak ona sarıldı çünkü babam düşündüğümüzden daha kötüydü. Her ne yaşandıysa bunun isteyerek olmadığını görebiliyordum. Bu yine de onları haklı çıkarmazdı. “Leyla öldü,” dediğinde artık durmaksızın ağlıyordum. Bu haksızlıktı.
Annem onu yatıştırmaya çalışırken babam yüzünü annemin boynuna gömdü ve kısık bir sesle, “Bizim adamlarımızdan biri kıza ateş etti,” dedi. Olanlara engel olamadığı için hiddetlenerek kaşlarını çatmıştı. “Eğer Caner o piçi vurmasaydı onu konuşturup Gurur’un önüne atabilirdim!” Caner abim bir kez daha her şeyi mahvetmişti. Öldürdüğü o adamın kimin ajanı olduğunu öğrenemedikleri için suç bizim ailenin üzerine kalmıştı.
***
Günler birbirini kovalıyordu ancak üzerimdeki matem havasında değişen hiçbir şey yoktu. Her şey bir kâbus gibiydi. Babam biraz sakinleştiğinde bize olanları anlatmıştı. Birileri Leyla’yı bizim depolardan birine kaçırıp oraya zincirlemişti. Caner abim ve Gurur eş zamanlı bir şekilde depoya gitmişler hatta neredeyse aynı anda. Babam arayıp ona haber verdiğinde Caner abim depoya yakın bir yerde olduğu için tam vaktinde oraya gidebilmişti.
Gurur çoğunlukla tek gezdiği için haberi aldığında öfkeden deliye döndüğünü söylüyorlar. Yanına hiç adam almadan doğrudan depoya gitmiş. Caner onun Leyla’yı çözmesine izin vermiş ve bu işte bir payımız olmadığını ona söylemiş. Ancak babam adamlarıyla içeri girdiğinde babamın yanındaki adamlardan biri silahını çekerek Leyla’yı vurmuş. Buna öfkelenen abim de o adamı kurşuna dizmiş. Depoda gaz sızıntısı olduğu için silahlar patlayınca deponun birçok yerinde patlamalar ve yangın çıkmış.
Trajik olansa Gurur ateşten çok korkardı.
Bunu herkes bilirdi.
Babam Gurur’un çıldırdığını, Leyla’nın kanlı bedeninin yanında ayrılmadığını söyledi. Sarsıntılar ve patlamalar şiddetini arttırdığı için depo yıkılmak üzereymiş. Depo mahşer yerine döndüğü için herkes kaçmaya çalışıp canını kurtarmanın derdindeymiş. Leyla ilk kurşunla oracıkta can verdiği için babamın adamları onun yerine Gurur’u dışarı çıkartmışlardı.
Bunu yaparken de çok zorlanmışlar çünkü Leyla’nın kanlı vücuduyla deliye dönen Gurur onu orada bırakmaya yanaşmamış. Babamın emriyle adamları Gurur’u bayıltarak oradan çıkartabilmişler. Aslında Leyla’yı da orada bırakmayı istememişler ancak Leyla’nın cesedini kucağında taşıyan adam zamanında depodan çıkamamış. Gurur’u baygın bir şekilde dışarıya çıkardıktan sonra depo yerle bir olduğu için Leyla’yı çıkartmadılar.
Daha sonra patlama ve yangını kontrol altına alabilmişler ama birçok kişi zamanında çıkamadığı için o enkazın altında can verdi. İtfaiye çalışanlarının enkazda çıkardığı cesetlerin neredeyse hepsi tanınmaz bir haldeymiş. Cesetlerden sadece bir tanesi bir kadına aitti ve onun da Leyla olduğunu düşünüyorlardı. Leyla’nın cenazesi çoktan kaldırılmıştı ancak evdeki yasak hâlâ devam ediyordu.
Sadece bizim evde değil, tüm akrabalarımızın evinde de aynı yasak vardı. Ortalık durulana kadar ailenin kadınları evden dışarı çıkmayacaktı. Duyduğumuza göre Gurur büyük yemin etmiş, ondan alınan bir kadına karşılık ailemizden bir kadını bizden alacakmış. Herkes bunu konuşuyordu.
“Daha ne zamana kadar eve tıkılıp kalacağız?” Yonca yenge yatağının üzerinde şort ve atletle otururken ayak tırnaklarına oje sürüyordu. Saat öğlenin ikisiydi ama bu saate kadar uyuduğu için henüz giyinip aşağıya inmemişti. Can sıkıntısından Seçil ile ikimiz onun odasına gelmiştik.
“Ortalık yatışana kadar bir süre daha evde kalmalısınız.” Annem ve babam hâlâ eve dönmedikleri için camdan dışarıya bakıyordum. Bir yakınları küçük bir kaza geçirdiği için onu ziyarete gitmişlerdi. “Gurur sakinleşene kadar dışarı çıkmanız tehlikeli olabilir.” Kaç gündür bu ikisini evde tutmaya çalışıyordum.
“Senin açından konuşması kolay tabii. Ne de olsa sen ev kuşusun.” Seçil ayna karşısında yengemin makyaj ürünlerini kullanırken nefesini bıkkınca verdi. “Günlerdir eve tıkılıp kaldık. Ne olacaksa olsun artık. Ayrıca bizden bir kadını alarak ne yapacak ki?”
Oje sürdüğü ayak parmaklarına doğru eğilip üfleyen Yonca yenge güldü. “Birçok şey yapabilir.” Aklına ne geldiyse gülüşü solmuştu. “Tecavüz bile edebilir.”
Midem fokurdarken itiraz ederek başımı iki yana salladım. “Bu kadarını yapacak biri değil.” Buna ihtimal dahi vermiyordum çünkü daha önce tacize uğradığımda Gurur o adamı çok pis benzetmişti. Tacize bile göz yummayan bir adam birine tecavüz etmeye kalkışmazdı.
Yengem başını kaldırdığında karşısında bir aptal varmış gibi bana bakıyordu. “Farah sen gerçekten çok safsın.” Küçümseyen gözlerini bana diktiğinde mavilerinde apaçık bir aşağılama vardı. “Nişanlısını yeni kaybeden bir adamın acısını hafife alma. Öfkeli, şuursuz ve intikam istiyor. Gözü bu kadar dönmüşken her şeyi yapabilir.” Kanım damarlarımdan çekilmeye başladı. Düşüncesi bile korkudan soluğumu kesiyordu. Gerçekten bu kadar ileri gidebilir miydi?
“Ben biraz kitap okuyacağım.” Onun odasından çıkarak kendi odamın yolunu tuttum. Günlerdir hep bu tür şeyler konuşulduğu için artık ne düşüneceğimi bilmiyordum. Gurur’un nasıl bir intikam alacağını bilmediğimiz için hepimiz diken üstündeydik.
Odama girdiğimde kitaplığıma doğru yürümüştüm ki telefonum çaldı. Caner abimin aradığını görünce şaşırdım çünkü beni sık arayan biri değildi. Telefonu açıp kulağıma yasladığımda, “Seni dışarıda bekliyorum,” diyen sesini duydum. “Babam bizi bekliyor acele et. Kimseye tek kelime etmeden arka kapıya gel.”
“Arka kapıya mı?” Kafa karışıklığıyla yönümü pencereye çevirdim. “Neden ön kapıyı kullanmıyorum? Ayrıca babam hiçbir koşulda evden çıkmamamı söylemişti?”
“Babamın aklından geçenleri nereden bileyim ben!” Beni azarladığında sesi sabırsız ve aceleciydi. “Bana hemen Farah’ı buraya getir dedi. Ön kapı Kalenderler tarafından gözetleniyor olabilir. Seni babama sağ salim götürmem için kimseye görünmeden arka kapıdan çıkmalısın. Evdekilere bir şey söyleyip onları da telaşlandırma.” Onu onaylayarak telefonu kapattığımda endişelenmeden duramadım. Babam neden beni çağırıyordu?
Çantamı alıp odamdan çıkarken babamı aradım. Evden çıkmadan önce bunu ona teyit ettirmeliydim. Üst üste onu aramama rağmen telefonu açmadı. Ondan bir cevap almadan dışarı çıkmak istemediğim için ısrarla arayıp durdum. En sonunda telefonu açıp tek kelime etmeme izin vermeden, “Farah şu anda hiç vaktim yok,” dedi hızlıca. “Bir sorun mu var?”
Arkada çok fazla gürültü geldiği için sesini tam olarak duyamıyordum. “Hayır, ciddi bir sorun yok ama Caner abim-”
“Farah önemli bir şey yoksa şimdi kapatıyorum. Abin eve geliyor o seninle ilgilenecek,” dedikten sonra telefonu kapattı. Caner’in eve geleceğini biliyordu. İlgilenmekten kastı abimin beni ona götürmesi miydi? Sanırım öyleydi.
Abimin isteği üzerine arka bahçeden dışarı çıktığımda arabasını gördüm. Beni bekliyordu. Hızlıca yürüyüp arabaya bindiğimde arabayı hemen çalıştırdı. Evden uzaklaşırken emniyet kemerimi takarak ona döndüm. Ona babamın beni neden görmek istediğini soracaktım ki suratını görünce tek kelime edemedim. “Seni bu hale kim getirdi?” Berbat görünüyordu.
Birileri onu çok kötü hırpalamış olmalı ki kan revan içindeydi. Onu ölümüne dövmüş olmalılardı kaşı patlamış, akan kan yanağında kurumuştu. Alnı da kanıyordu ve gözünün altında korkunç bir darbe izi vardı. Kravatı boynunda sarkıyor, kustuğu kanların izleri beyaz gömleğine bulaşmıştı. Endişelenerek, “Abi?” diye mırıldanıp ona doğru biraz eğildim. “Kim yaptı bunu?”
Onu bu hale getiren benmişim gibi bir anda çatık kaşlarla bana dönünce arkaya çekildim. Sinirden fıldır fıldır dönen gözleri bana tersçe bakıyordu. “Aklının alamayacağı sorular sorma!” Önüne döndüğünde kısık bir sesle bana saydırmakla meşguldü. “Sanki anlatsam o kuş beyni alacakmış gibi bir de soruyor!” Koltuğuma sinerek ağzımı kapattım. Benimle aynı arabanın içinde bulunmaktan bile rahatsızdı.
Öfkesini daha fazla üzerime çekmemek için yolun kalanında tek kelime etmemiştim. Sessizlik içinde babama gitmeyi bekliyordum. Önemli bir şey olmasaydı babam ona gitmemi istemezdi. Umarım kötü bir şey yoktur. Yan aynadan arkaya bakınca korumaların olmadığını daha yeni fark ettim. Caner yanına hiç koruma almadan yola çıkmıştı. Bunun nedenini ona sormak istedim lakin yine bana kızacağını bildiğim için ağzımı açmadım. Babama gittiğimizde o bana gereken açıklamayı yapardı.
Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra telefonum çalınca çantamdan çıkardım. Annemin aradığını görünce tam açacaktım ki Caner sert bir hareketle telefonu elimden çekip aldı ve camdan dışarı fırlattı. Korkuyla kasılarak ona döndüğümde artık paniklemeye başlamıştım. “Bu ne demek oluyor?” Kalbim endişe içinde hızlandı. “Telefonumu neden attın?”
Bir sokak kenarında arabayı durdurup indiğinde beni görmezden geliyordu. Bana cevap vermek yerine hızlı adımlarla arabanın etrafında dönüp kapımı açtı. Emniyet kemerini sertçe açıp koluma yapıştığında şoke olmuştum. Beni arabadan çıkardığında neler olduğunu anlayamıyordum. Yan yana durmuş birçok siyah arabayı görünce bir terslik olduğunu nihayet anladım. Bizim gelmemizle arabalardan inen takım elbiseli adamlar gözümü korkutuyordu.
Dehşete kapıldım. Bunlar babamın adamları değildi. Caner kolumdan sürükleyerek beni onlara doğru çekerken bağırarak kolumu kurtarmaya çalıştım. “Abi sen ne yapıyorsun?” Kendimi arkaya doğru çekmeye çalışarak ondan kurtulmak için direndim. “Kim bunlar? Abi bırak beni!” Beni nereye getirmişti?
Direnip ona zorluk çıkardığım için kolumu daha sert sıkarak beni sürüklemeye devam etti. Bizi bekleyen adamların ayaklarının önüne beni fırlattığında sertçe yere kapaklanmıştım. Abimin, “Onun istediği Tozlu’lardan bir kadın değil miydi?” diyen sesini duyunca gözlerimin ardı sızladı. “Size Ümit Tozlu’nun kızını getirdim!” Kanım donarken düştüğüm yerden başımı kaldırıp karşımdaki adamlara baktım. Bunlar Gurur’un adamlarıydı, değil mi? Kalbim öyle bir acıdı ki bu acıya merhem olacak hiçbir şey yoktu.
Abim beni satmıştı.
Ayağa kalktığımda buradaki işi bitmiş gibi arabasına gidiyordu. “Abi!” Peşinden koşmak istedim ancak arkadan birileri beni yakalamıştı. Kollarımı tutup abime gitmeme engel oldular. Kendimi onlardan kurtarmaya çalışarak, “Abi beni bırakma!” diye öyle bir haykırdım ki adeta boğazımı kanatmıştım. “Abim gitme, n’olur bırakma beni!” Beni bu adamların ellerine bırakıp gidiyordu.
O kendi kardeşini satmıştı.
Ben direnip çırpındıkça kolumu tutan adamlar tutuşunu sertleştirip canımı yaktılar. Bense onların ellerinden kurtulmaya çalışarak abime gitmeye çalışıyordum. Ben yerimden bir adım bile kıpırdayamıyordum ama abim gidiyordu. Beni bırakıp gidiyordu. Gözyaşları içinde ağlayarak, “Abi,” diye hıçkırdım. “Abim gitme, öldürür bunlar beni.” Islak gözlerle ona yalvarıp beni de yanında götürmesini istedim ama Caner bir kez olsun arkasını dönüp bana bakmadı. Beni bırakıp giderken içi bile acımadı.
“Abi!” diye haykırdım boğazımı yırtarcasına. “Annem ve babam çok üzülür, bırakma beni!” Annemin benden başka hiç çocuğu yoktu. Ölürsem annem çok üzülürdü. Bana olacakları değil, benim yüzümden annem ve babamın çekeceği acıları daha çok düşünüyordum.
Abim gitti.
Bir kez olsun arkasına bakmadan arabasına binip gitti. Kız kardeşini düşmanlarının eline bırakarak gitmişti. Çok yalvardım, çok bağırdım ama dönüp arkasına bakmadı. “Abi geri dön,” diye hıçkırdığımda arabası çoktan gözden kaybolmuştu. “Geri dön abi, geri dön!” Dönmedi, öylece gitti. Bana olacaklar umurunda bile değildi.
Beni zorla bir arabaya bindirdiklerinde artık onlara direnmiyordum. Hemen gaza basarak abimin beni bıraktığı yerden uzaklaştılar. Arka koltukta cama doğru sinerek o kadar çok ağladım ki yol boyunca gözyaşlarım hiç dinmemişti. Caner’in bu yaptığı kanıma dokunuyor, canımı yakıp kalbimi kırk parçaya bölüyordu. Beni gözden çıkartıp bu adamların ayaklarının önünde atarken vicdanı bile sızlamamıştı.
Yirmi iki yıllık hayatımda canımı yakıp bana zorbalık yapmadığı tek bir günü bile olmamıştı ama bu yaptığı hepsinden daha ağırdı. Benden kurtulup ölmemi istediğini hep hissettirmişti ancak gerçekten ölmemi istediğini hiç düşünmemiştim. Aslında o bunu hep fazla belli etmişti lakin ben kabul etmek istememiştim çünkü bir yanım onun tarafından sevilmeyi istemişti.
Abisi tarafından sevilmeyi bekleyen o yanım içten içe hayallere kapılmış ve bunun bir gün gerçekleşeceğini ummuştu. Şimdi ise böyle bir günün asla gelmeyeceğini kabullendim. Bunu kabullenmek bile canımı o kadar çok yakıyordu ki bu acının üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyordum. Gözyaşlarım durmaksızın aktığı için yüzümün yakınına uzatılan bir mendille irkilerek cama biraz daha yaklaştım.
Başımı çevirdiğimde yirmili yaşların ortasındaki genç bir adam beni izliyordu. Siyah gözleri saçlarıyla aynı renkteydi ve üzülmüş gibi bana bakıyordu. Bana olan bakışları katı ve sert değildi. “Korkma,” derken sesini bile beni ürkütmemek için oldukça yumuşak çıkarmaya çalışıyordu.
Uzun ve kemikli bir yüzü vardı. Yüz hatlarındaki sertlik bakışlarında ve sesinde yoktu. “O kansız Caner’in yanında olmaktansa belki de Gurur’un yanında olmak senin için daha hayırlıdır.”
Titreyen ellerle uzattığı mendili alıp burnumu çekerken, “Ben Ümit Tozlu’nun kızıyım,” diye fısıldadım ıslak gözlerle. “Leyla’ya olanlardan sonra Gurur beni sağ koymaz.”
İç çekerek başını iki yana salladı. “Masumlara dokunmaz.” Masum değildim. Babamın kızı olmak bile herkesin nazarında beni günahkâr yapıyordu.
Leyla’nın ölümünden beri doğru düzgün hiç uyuyamadığım için fazla ağlamaktan göz kapaklarım ağırlaştı. Ancak yine uyuyamadım. Uyku problemim beni uyutmayacak kadar büyüktü. Bir süre sonra gözyaşlarım bile artık akmamaya başladı. Belki de ağlamanın bir çözüm olmayacağını sonunda anlamıştım. Bu kadar adama karşı yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tek düşündüğüm annem ve babamdı. Ölmek sorun değildi ki, benim için asıl sorun ölümümle onlara yaşatacağım acılardı.
Şehir dışına çıkmıştık ancak bunu yaparken farklı bölgelerde durup sık sık araç değiştirmiştik. İzimizi bulmasınlar diye aldıkları bir önlem olduğunu biliyordum. Bir süre sonra arabalar ormanlık bir alana girmişti. Uzun süre şehrin dışında bir ormanın içinde hareket etmiştik, daha sonra arabalardan inip yolun kalanını yürümek zorunda kalmıştık. Etrafta bu kadar ağaç varken arabalar bizi bir yere kadar götürebilirdi.
Yürümekten ayaklarıma kara sular inmişti ki tepeyi aşınca karşımıza çıkan kulübeyle iç çektim. “Beni gerçek anlamda dağa kaldırdığınıza inanamıyorum.” Kısık bir sesle homurdandığımda yanımda yürüyen Ali’nin gülüşünü duydum. Bana mendilini veren adamın adının Ali olduğunu öğrenmiştim.
Muzırlık yaparak beni neşelendirmeye çalıştı. “Dağ havası iyi gelir derler.” Yol boyunca bana iyi davranması oldukça şaşırtıcıydı.
Kulübenin önüne geldiğimizde hiç istemesem de beni içeri girmeye zorladılar. İçeri girince gördüğüm dağınıklıkla kendimi bir canavarın inindeymişim gibi hissettim. Her yer darmadağındı ve kırılmadık tek bir şey yoktu. Ali beni üst kata çıkmaya zorladı. Ahşap merdivenin basamaklarına bastıkça ortaya çıkan gıcırtı bir cenazedeki ağıtları anımsatıyordu. Belki de benim cenazem…
Üst katta sadece iki oda vardı. Ali bir kapının önünde durunca tehlikenin kokusu beni kıskıvrak yakalamıştı. Ali’nin beni zorladığı kapıya doğru yürürken adımlarımı güçlükle atıyor, gözlerimden durmaksızın akan yaşlara direnemiyordum. Korkuyordum hem de daha önce hiç olmadığı kadar çok.
Kapının önünde durduğumda bacaklarım o kadar çok titriyordu ki her an olduğum yere yıkılabilirdim. Ali kapıyı çaldığında nabzım hızlandı. Bu kapı hiç açılmasın istiyordum. Gurur’un sert, öfkeli ve buz gibi sesi içeriden, “Gel!” dediğinde Ali kapıyı açıp içeri geçmem için bekledi. Eğer bugün dua kapılarım açıksa… N’olur Allah’ım benim için hızlı bir ölüm olsun.
Ecel terleri dökerek bir yatak odasına girdiğimde gördüklerimle ağlamamak için kendimi zorladım. Burada da kırılmadık tek bir eşya yoktu. Paramparça olup yere saçılan eşyaların yıkıntılarıyla dolu bir odaydı. Duvarda hatta yerlerde bile kan lekeleri vardı. Alkolün yoğun bir şekilde koktuğu bu odada yerde birçok içki şişesi vardı. İlaç paketleri her yere saçılmış, kırılan şişelerdeki haplar yere dökülmüştü.
Odada sağlam olan tek şey köşedeki tekli koltuktu ve o koltukta Gurur oturuyordu. Nabzım boğazımda attı. Oradaydı, beni izliyordu.
Kadehi tutan elinin parmak boğumlarında kanlar akıyordu. Ellerini kanatana kadar duvarları yumruklamış gibiydi. Bacakları hafif aralıktı, erkeklere has bir oturuşu vardı. Ayaklarının önünde boş içki şişeleri, şırınga ve kauçuk lastik vardı. Midem kasıldı. Damardan kendine bir şeyler enjekte ettiği çok açıktı. Nişanlısının acısını daha katlanabilir bir acıya dönüştürmek için her şeyi denediğini görebiliyordum. Kendini her anlamda uyuşturmaya çalışmıştı.
Beyaz gömleğinin kollarını toplamış, gömleğinin ilk birkaç düğmesi açıktı. Yüzü kaskatıydı, delici bakışları sinirli bir şekilde üzerimde oyalanıyordu. Onun sert bakışları altında soğuk terler dökmeye başlamıştım. Gözlerinin baktığı yerde olmamak için her şeyi yapabilirdim. “Bu da ne demek oluyor, Ali?” Buz gibi bir sesle konuşarak omurgama soğuk bir ürperti gönderdi. “Bu kız neden burada?” Afalladım. Beni isteyen o değil miydi?
Aynı zamanda içim umutla dolmuştu. Eğer seçtiği kurban ben değilsem belki gitmeme izin verirdi. Ali derin bir nefes alarak onun karşısında ellerini önünde birleştirdi. “Caner’in bize getirdiği kız buydu.”
Kaşlarının kavisi çatıldığında sert bakan gözlerinde aynı zamanda küçük çaplı bir şaşkınlık vardı. “Ondan kuzeni Seçil’i istedim ama o kanı bozuk herif bana kız kardeşini mi gönderdi?” O bile Caner’in böyle bir şey yapmasının şaşkınlığını yaşıyordu.
Zihnimde bir şeyler çığlık çığlığa acı içinde haykırdı. Abim Seçil’i koruyup beni feda etmişti. Beni babama götüreceğini söyleyerek evden çıkartıp Gurur’un adamlarına vermişti. Ölen bir nişanlıya karşı beni vermişti. Caner benden o kadar çok nefret ediyordu ki, Gurur’un ellerinden ölmemi istiyordu. Birinin onun yerine beni öldürmesini istemişti. Gurur ölen nişanlısının karşılığında beni öldürsün diye öz kardeşini kurban edecek kadar acımasızdı.
Caner’in Seçil yerine beni gözden çıkarması Gurur’u hem kızdırmış hem de şaşkınlığa sürüklemişti. Burnundan garip bir ses çıkarttığında güler gibi dudakları kıvrıldı ama gülümsemenin yakınında bile değildi. “Nasıl bir aile bu?”
Gözleri bir şeyi tartar gibi benim üzerimde gezinmeye başladığında titreyişlerim artmıştı. Kafasında bir şeylerin hesabını yapıyor ve bunun sonuçlarını düşünüyor gibi uzun uzun beni izliyordu. Bakışları o kadar yoğun ve ürkütücüydü ki onun yeşil irislerinin altında kıvranmaya başladım. Zümrüt yeşillerinin ardından karanlık bir parıltı geçtiğinde bu bakışın anlamını bilmediğim için nabzım hızlanmıştı. Başını çevirip Ali’ye baktığında fazla gizemliydi. “En kısa zamanda bana kızın kimliğini getir.” Kimliğim mi?
Kimliğimi ne yapacaktı?
Kafa karışıklığıyla dolup taştığımda Ali’ye kapıyı işaret etti. “Şimdi bizi yalnız bırak,” deyince yalvaran gözlerle Ali’ye bakıyordum. Beni burada onunla yalnız bırakıp gitmesini istemiyordum. Yapabilseydim koluna yapışıp beni de götürmesini söylerdim ancak Gurur her hareketimi izlerken yerimden bile kıpırdayamadım. Ali dışarı çıkıp kapıyı kapatınca bir canavarın ininde tek başıma kalmıştım.
Kapıya korku dolu gözlerle bakarken Gurur’un bakışları üzerimde oyalanıyordu. “Kaldık mı baş başa, Farah Tozlu?” Metalik ve hafif sarhoş sesiyle yutkunarak ona döndüm. Onunla yalnız olmaktan ne denli korktuğumu görebiliyordu.
Korkudan tir tir titrediğimi görünce Caner’e küfreder gibi birkaç homurtu çıkardı. “Bu iş için istediğim kız sen değildin.” Burun delikleri genişlediğinde nefesini sertçe verdi. “Burada olmamalıydın. Bu siktiğim olayın dışında kalmalıydın!” Planlarının içinde Caner’in kızları değiştirmesi yoktu.
Etrafımızdaki dağınıklığı gösterdiğinde dizinin üzerinde duran elini sıkıyordu. “Bu cehennemin içine sürüklemek istediğim kişi sen değildin!” Çenesinden bir kas seğirdi. “Elimde yanlış bir kız varken şimdi seninle ne yapmalıyım?”
Tırnaklarımı kemirirken göz pınarlarımdan sızan yaşlar gözlerimi yaktı. “Be-beni öldürecek misin?”
Dişlerini gıcırdatarak başını iki yana salladı. “Bunun için fazla masumsun.” Bundan nefret etmiş gibi bakıyordu çünkü benim yerime Seçil burada olsaydı işi daha kolay olurdu. Seçil burada olsaydı onu öldürür müydü? Kanım dondu. Ne amaçla Seçil’i istediğini bilmiyordum.
Beni öldürmeyeceğine sevindim ancak diğer korkunç ihtimaller hâlâ aklımda dönüp duruyordu. Tüm bu dağınıklığın tam ortasında dururken sessizce akan gözyaşlarım yüzünden burnumu çektim. “Bana işkence mi edeceksin?”
Kadehi dudaklarına yaklaştırmadan önce, “Hayır,” dedi hissiz bir sesle.
Yengemin söylediği korkunç şeyler aklıma gelince ürperdim. Buna hiç ihtimal vermiyordum ama yine de bu soruyu sormadan duramadım. “Ba-bana tecavüz mü edeceksin?”
Yüzü kaskatı kesildiğinde yeşil gözlerinde beliren hiddet, korkudan kalp krizi geçirmeme neden olabilirdi. Sorduğum her soru onu iyice sinirlendiriyor olmalı ki şakaklarındaki damarlar belirginleşmişti. “İhtimal dahilinde bile değil!”
Korktuğum hiçbir şeyin yaşanmayacağını kesin bir dille ifade etmesiyle rahat bir nefes aldım. Ona bakmak için kendimi zorladığımda bakışları fazla sertti. “Peki, bana ne yapacaksın?”
“Karım.”
Kemiklerime kadar titredim. “Karın mı?”
İçkisini yudumlarken verdiğim tepkileri ölümcül bir sakinlikle izliyordu. “Sana ne yapacağımı sormadın mı?” Büyük bir rahatlıkla omuzlarını kaldırıp indirdi. “Seninle evleneceğim.”
Alay ettiğini düşündüğüm için başlarda gerektiği kadar endişelenmedim ancak bakışlarındaki ciddiyeti görünce kalbim teklemişti. Ciddiydi, şaka yapmıyordu! Bir yerlere tutunma ihtiyacı hissettim çünkü ayakta durmaktan güçlük çekiyordum. “Ben evlenmek istemiyorum.” Bunu söylerken bile sesim o kadar kısık çıkıyordu ki beni duyduğuna emin değildim.
Kaşlarını alaycı bir ifadeyle yukarı kaldırdığında ne düşündüğüm zerre kadar umurunda değildi. “Sence ben yirmi ikisinde bir çocukla evlenmek istiyor muyum?” Aramızda altı yaş vardı. “O siktiğim aileden biri soyadımı taşıyacak ve baban olacak piç bundan kurtulamayacak.”
Boş kadehini yere atarak ayağa kalktığında içtiği ve kullandığı şeyler yüzünden başı dönmüştü. Kendine gelmek için bir süre hareketsiz kaldı. “Anlaman gereken tek şey şu, onun kızı olmana rağmen senin burada olmanı istememiştim!” Başını iki yana sallayarak ayakta duracak gücü bulmaya çalıştı. “Burada olması gereken kişi kuzenindi.” Seçil burada olsaydı onunla mı evlenecekti?
“Planlarında bir değişiklik yapmana gerek yok.” Onu buna ikna etmek için sesimi mümkün olduğunca yumuşak bir tınıda çıkarmaya çalıştım. “Beni gönderip daha sonra Seçil’i alabilirsin.” Gözlerinin içine yalvarırcasına bakarken gitmek için her şeyi yapabilirdim. “Benim yerime onunla evlenebilirsin,” dediğimde yüzünü buruşturmasına bir anlam veremedim. Planı zaten Seçil ile evlenmek değil miydi?
Yerdeki dağınıklığın içinde geçerek bana doğru yürüdüğünde arkaya doğru küçük adımlar atmaya başlamıştım. “Seni kaçırdığım çoktan duyulmuştur artık bunun bir dönüşü yok.” Attığı her adıma karşılık aramızdaki mesafeyi korumak için geriye çekiliyordum.
Kesik kesik nefes alırken sebepsizce ortaya çıkan kalbimin çarpıntılarını bastırdım. “Şimdi ne olacak?”
Bana sırtını dönüp yatağa yürüdü. “Evleneceğiz.” Ağır vücudunu gürültüyle yatağa bırakıp sırtüstü uzandı. “Birkaç saate kalmadan Ali kimliğini getirmiş olur.” Kollarını ensesinden birleştirip boş gözlerle tavana bakmaya başladı. “Nikah kıyıldıktan sonra gitmekte serbestsin.”
“Seninle evlenmek istemiyorum.”
“Bende sana bayılmıyorum, Nemrudun Kızı.”
“Adım Farah.”
“Benimki de Gurur.”
“Zaten biliyorum.”
“Bende seninkini zaten biliyorum.”
“Susayım mı?”
“Keyfine bak.”
Gözlerim kapıda oyalandı. “Kaçmaya çalışırsam bana ne yaparsın?”
Kaç gündür hiç uyumamış gibi gözlerini yumdu. “Deneyebilirsin.”
Kapıya doğru küçük adımlar atmaya başladım. “Bunu denediğimde bana ne yaparsın?”
Gözleri hâlâ kapalıydı. “Seni bodrum katındaki sıçanların içine atarım.” Işık hızıyla kapıdan uzaklaşmıştım.
“Sen uyuyacaksın peki, ben ne yapacağım?” Tüm bu dağınıklığın içinde ne yapacaktım?
Gözleri kapalıyken uyuşuk bir sesle, “İstersen sende uyu,” diye mırıldandı.
Etrafıma baktım. “Nerede uyuyayım?”
Kolunu kaldırdı ve yanındaki yere birkaç kez vurdu. “Yatakta.”
İrkilerek arkaya doğru birkaç adım daha attım. “Yatakta sen varsın.”
Sesimle onu rahatsız edip uyumasına izin vermediğim için gözlerini açıp bıkkınlıkla bana baktı. “Ben yatakta olunca ne halt oluyor, Nemrudun Kızı?” Gözlerinde bariz bir alay vardı. “Evlendiğimizde aynı yatağı paylaştığın tek kişi ben olacağım.” Derimin altı ısınırken kalbimin uğultusu kulağımda bir basınç oluşturdu. Onun rahatça söylediği şeyleri duymak bile domates gibi kızarmama neden oluyordu.
Kapının önünde dururken ifademe fazladan biraz sertlik katmak için kaşlarımı çattım. “Seninle evlenmeyeceğim!” Bunu söylerken aramızdaki mesafeye güveniyordum.
Onu bir türlü uyutmadığım için yatakta oturarak burnundan nefesini sertçe verdi. “Sence ben seninle evlenmek istiyor muyum?”
“İstiyorsun ki evleneceğimizi söylüyorsun.”
“Ulan ikisi aynı şey mi!”
“Ben bir fark göremiyorum.”
“Körsün de ondan.”
“Ben nerede kalacağım?” Odadaki dağınıklığı ve kırılan eşyaları gösterdim. “Buradaki her şeyi parçalamışsın.” Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Seninle aynı odada kalmam.”
Tekrar yatağa uzanarak uyumak için gözlerini kapattı. “Yan odada kalabilirsin.” Hemen dışarı çıkıp yan odaya yürüdüm. Umarım babam bir an önce beni bulurdu.
***
Akşama kadar saklandığım odadan dışarı hiç çıkmamıştım. Pencereden dışarıya bakıp durduğum için Ali’nin geldiğini görmüştüm. Bu kadar kısa sürede kimliğime ulaşmasını beklemiyordum. Acaba bunun için kimi paraya boğmuştu? Evimizde çalışan birilerini kendi saflarına çekmiş olmalılar çünkü odama girip kimliğimi almak hiç kolay değildi. Caner’den istediklerini sanmıyordum. Caner beni Gurur’a öldürmesi için vermişti, yani kimlik olayını ona söylemezlerdi.
Odadan çıktığımda etrafıma dikkatli gözlerle bakarak aşağıya iniyordum. Gurur’un odasının kapısı açıktı ancak o odanın yakınına bile gidemezdim. Midem kazındığı için aşağıya inip yiyecek bir şeyler bulmayı umuyordum. Hızlıca karnımı doyuracak bir şeyler alıp odama kaçacaktım. Gurur’a yakalanmadan bir şeyler yemek istiyordum.
Korumaların hepsi dışarıda bekledikleri için içeri girmiyorlardı. Mutfağa doğru yürürken içeriden Gurur’un şarkı söyleyen mırıltısını duyunca içim acımıştı. Onu özlüyordu. “Ey kaşları ebru, zülfü siyahım.
Atma bu sineme taş Leyla, Leyla.
Bana gel diyorsun nasıl geleyim?” Leyla için acı çekiyordu.
“Dağlar yol vermiyor, kar Leyla, Leyla.
Kar Leyla, Leyla.
Kar Leyla, Leyla.
Kar Leyla, Leyla.” Gözlerimden süzülen bir damla yaşla öylece kalakalmıştım. Acısı sesine yansıyordu.
Sesi bir ağıttan farklı değildi. Evden gizlice kaçıp Leyla’nın cenazesine katılmıştım. Kimse beni görmeden mezarlığın bir köşesine saklanıp uzun süre orada kalmıştım. Herkes gittikten sonra bile Gurur onun mezarının başından ayrılmamıştı. Leyla’nın mezarına kapanıp ağladığında bende saklandığım yerde ne çok ağlamıştım. Hayatımda ilk kez bir erkeğin gözyaşlarını görmüş ve o yaşların altında ezilmiştim. Leyla ölmemeliydi.
Kendimi toparlayıp mutfağa yürüdüğümde hâlâ, “Umudum sendedir dur Leyla, Leyla,” diyen şarkıyı söylüyordu. Leyla durmamış, onu bırakıp gitmişti. Tek bir kurşun onu Gurur’dan almıştı.
Mutfağa girdiğimde adımlarım kendiliğinden durmuştu. Kapının önünde kalakalmıştım çünkü mutfak masasının üzerinde gördüklerim beni şaşkına çevirmişti. Masanın üzerinde çok fazla ilaç paketi ve ilaç şişesi vardı. Orada otuza yakın ilaç vardı. Gurur hepsinden bir tane çıkartıp avucunda biriktiriyordu. Kapının önünde dikilirken, “Şey…” diye bir şeyler mırıldandım. “Hepsini bir anda mı içeceksin?”
Sesimle birlikte başını kaldırdığında gözlerini görünce kalbim kırk parçaya ayrıldı. Gözleri kanlanmıştı, uzun süre ağlamış gibi gözlerinin akı kızarmıştı. Ben odamda ondan saklanırken o da kendi odasında kaybettiği nişanlısına gözyaşı dökmüştü. Bunu gizlemek için yüzünü benden çekerek başını eğdi. Masanın üzerindeki ilaçları tek tek çıkartırken nefesini sesli bir şekilde vermişti. “Yanımda kaldığın sürece hepsini kullanmalıyım.” Ben buradayım diye mi bu kadar çok ilaç alıyordu?
Kısık bir sesle, “Onları kullanmazsan ne olur?” diye sordum.
Uzanıp bir şişenin daha kapağını açtığında bunu yaparken özellikle bana bakmıyordu. “Leyla aklıma geldikçe kriz geçirip sana zarar veririm.” Midem kasıldı. Beni kendinden korumak için o ilaçları alıyordu.
“Ama orada çok fazla ilaç var.” Cesaretimi toplayıp küçük adımlarla ona doğru yürürken gözlerim masanın üzerindeki ilaçlardaydı. “Hepsini bir anda almak seni zehirlemez mi?”
“Belki zehirler.” Sonuncu paketteki hapı da çıkartıp masanın üzerindeki suya uzandı. Kısa bir an bana baktığında bakışlarında anlam veremediğim bir şeyler geçmişti. İliklerime kadar beni titreten, kalbimin ritmini bozan bir pırıltı bakışlarında belirip aynı hızla kaybolmuştu. “Bunları kullanmak beni zehirler ama kullanmadığımda ben seni zehirlerim.” Nabzımın hızını hissettim. Tüm o ilaçları beni kendinden korumak için alıyordu.
Avucundaki hapları su yardımıyla içtikten sonra masanın etrafındaki üç sandalyeden birine oturdu. Dirseklerini masaya yaslayıp başını ellerinin arasına aldığında çok yorgun görünüyordu. Günlerdir doğru düzgün uyumamış, yememiş ve içmemiş gibi halsiz ve uykuluydu. Ona fazla yaklaşmamaya çalışarak masanın diğer tarafında durdum. “Karnın aç mı?” Bunu sorarken ürkek bakışlarım şakaklarına baskı uygulayan ellerindeydi. Başı mı ağrıyordu? “En son ne zaman bir şeyler yedin?”
Ellerinin arasına aldığı kafasına baskı uygularken eğdiği başını kaldırıp bana bakmadı. “Dolapta bir şeyler var, acıktıysan karnını doyur.” Sorduğum soruyu geçiştirerek bunları söylemişti.
Karşısındaki sandalyeye oturup kederli gözlerle onu izlemeye başladım. “Karnım çok aç ama ben yalnız yemek yiyemiyorum.” Sesimi mümkün olduğunca üzgün çıkartırken artık ilgilendiğim kendi açlığım değildi. Kim bilir ne zamandır bir şeyler yemiyordu.
Ellerini kafasından çekerek başını kaldırdı. “Niye?” İğneleyici bir ifadeyle gözlerime baktığında bakışlarına yenildim. “Yemeğini kaşık kaşık sana yediriyorlar mı?” Dudaklarını büktü. “O kadar çocuksun ki evet dersen hiç şaşırmam.”
Suratım biraz daha asıldığında küçümseyen bakışlarına direnmeye çalışıyordum. “Kendi yemeğimi kendim yiyebiliyorum ama yalnız yemek iştahımı kaçırıyor.” Gözlerimle onu işaret ettim. “Yemekte bana eşlik etmelisin.” Bir şeyler yemeliydi yoksa aç karınla aldığı o ilaçlar onu gerçekten zehirleyecekti.
Gurur yüzünü buruşturarak ayağa kalktığında sesimi duymak bile onu rahatsız ediyormuş gibi davranıyordu. “O zaman aç kal.” Beni bırakıp kapıya yürüdü. “Yemek yiyecek durumda değilim.”
Sandalyeden hemen kalkarak, “Karnım aç,” diye sızlandım. “Evimde olsaydım babam benimle yemek yerdi.”
Hayretler içinde kalarak bana döndüğünde irislerinde apaçık bir şaşkınlık vardı. “Ben senin baban mıyım?” Çenesinde bir kas seğirdiğinde bana tersçe bakarak kendisini gösterdi. “Beni o piçle kıyaslama!”
Bana sesini yükseltince gözlerimden süzülen birkaç damla yaşa engel olamadım. Başımı eğip boynumu büktüğümde kısık bir sesle küfrettiğini duydum. Öfkesini her zerremde hissederken, “Tamam ula!” dedi sertçe. “Hazırlayasun yemeğu yiyelum!”
Güçlükle başımı kaldırıp, “Şey…” dedim utana sıkıla. “Ben yemek yapmayı bilmiyorum.”
“Ha oni de ben yapacağum?” İnanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Söyler musun bağa, sen tam olarak ne bilirsun?” Dişlerini sıkarak dolaba yürürken ara ara bana dönüp sinirle bakıyordu. “Şu hale bak elunde hiçbir şey gelmeyi! Bir de bağa kari olacak, daha yemek yapamayi!”
Bana kızıp durduğu için sandalyeme oturduğumda başımı yerden kaldırmıyordum. Dolaptan bir şeyler çıkardıkça küfreder gibi söyleniyordu. “İlk günden çaliştirayi beni!” Çıkardığı yumurtaları kaba bir hareketle mutfak tezgahının üzerine bıraktı. “Böyle kari mi olurmuş, ben almayunca evde kalirdun.” Sinirlendiği için konuşma şekli değişmişti.
“Alma o zaman beni!” Kaynana gibi dırdır yapması beni kızdırdığı için somurtarak dik dik ona bakıyordum. “Bu kadar beceriksizsem alma beni.”
Dolapta tereyağını çıkartırken bana sırtı dönüktü. “Alacağum.”
“Yemek yapamam sana.”
“Ben yaparum sana.”
“Neyi?”
“Yemeğu.”
“Bana yemek mi yapacaksın?”
“Daha şimdiden yapayim ama sende yapacaksun.” Dolabın kapısını sakince kapatıp inatçı bir tutumla omuzlarını dikleştirdi. “Önce karim olacaksun sonra da yemek yapmayi öğreneceksun.”
“Öğrenmeyeceğim.”
“Öğreneceksun.”
“Öğrenmeyeceğim işte.”
“Getirmeyesun beni oraya! Öğreneceksun deduysem öğreneceksun!”
“Öğrenmeyeceğim dedim.”
Durup bana baktı. “Öğretursem öğrenmez musun?”
Başımı istekli bir şekilde salladım. “Sen öğretirsen öğrenirim.”
Gözlerinde memnuniyet dolu bir parıltı oluştu. Tavayı çıkartırken yanını işaret etti. “Gel bakayim.” Şaşırdım. Hemen şimdi mi öğretecekti?
Ayağa kalkıp yanına gittiğimde doğrama tahtası ve sucuğu önüme koymuştu. Çıkardığı bıçağı elime verip sucukları gösterdi. “Keseceğun şey odur.” Bu sefer elimi gösterdi. “Elin değul.” Başını çevirip omuzunun üzerinde uyarı niteliğinde bana baktı. “Anladun mi?”
“Anladım.” Ona sucukları gösterdim. “Onları keseceğim.” Elimi kaldırıp yüzünün önünde salladım. “Parmakları kesmek yok.”
Dudakları titrediğinde bir an gülecek sandım ama gülümsemenin yakınına bile uğramadı. “Aferun.”
Sucuğu soymaya başladığımda o da su ısıtıcısında kaynayan suyu çaydanlığa boşalttı. Çaydanlığı alıp ocağın üzerine koyduktan sonra çok garip bir şey olmuştu. Cebinde çıkardığı çakmağa yutkunarak bakıp durdu. Bakışları ocak ve çakmak arasında gidip geldikçe gerginliğini soluyordum. Derin derin nefesler alarak ocağı açtı. Çakmağı tutan elini ocağa yaklaştırdıktan sonra başını omuzuna doğru çevirdi ve çakmağı yaktı. Bu şekilde çaydanlığın altını yakmıştı ancak bunu yaparken ateşi hiç görmemişti.
Ateşe bakamıyordu.
Ateşten korktuğunu duymuştum ama bu kadar ileri boyutta olduğunu bilmiyordum. Duyduğum o söylentilerden yola çıkarak ateşle ilgili derin bir mazisi olduğunu anlayabiliyordum. Derin bir nefes alarak önüme döndüm. Sucukları doğramaya başladığımda bıçak elimde çok eğreti duruyordu. Parmağımı kesmemeye çalışarak doğradığım için sucuk dilimleri çok kalın oluyordu. “O nedur kafam kadar?”
Sesini duyunca daha ince doğramaya çalıştım ama yeteri kadar ince olmuyordu. “Anlaşilan babanin evunde gerçek anlamda bir prensestun.” Dalga geçerek yanıma geldiğinde yüzündeki alaycılığı görmemek için başımı doğrama tahtasından kaldırmıyordum.
Yanımda durup elimdeki şeyleri alarak kendisinin yapacağını düşündüm ancak o, bana bir şeyler öğretmeye kararlıydı. Arkamda durup kollarını belimin iki yanında tezgâha uzattığında kalbim müthiş bir hızla ritmini arttırdı.
Tam arkamdaydı.
Kolları belime sürtündüğünde vücuduma binlerce voltluk elektrik akın etmiş gibi irkildim. Sırtım onun sert ve sıkı göğüs kafesine değiyordu. Ona olan bu temasım bile soluğumu kesiyordu. İri elleri ellerimin üzerini kapladığında titremeye başlamıştım. Bıçağı tutan elimi kavrayıp sucukları daha ince doğruyordu. Bıçağı her hareket ettirdiğinde tuttuğu sol elimi hafifçe geriye çekiyor, bir şeyi doğrarken elimi hangi açıdan koruyacağımı bana öğretiyordu.
Bıçak kullanmayı öğretmek için bana dokunuyordu fakat ben şu anda bir şeyler öğrenecek durumda değildim. Ellerimin üzerindeki elleri, belime sürtünen kolları ve sırtımın yaslı olduğu göğüs kafesi o kadar sıcaktı ki, Gurur Kalender’i bir ateşe benzettim. Oysaki Gurur ateşten nefret ederdi. Sadece nefret etmekle kalmaz, ateşten korkardı. Sanki korktuğu ateş vücudunu ele geçirmiş gibi kalbinin tam ortasında yanıyordu.
Yeğeni Karun soğuktan nefret eder, yaz kış ceketini çıkarmazdı.
Gurur ise sıcaktan nefret eder, yaz kış nadiren ceket giyerdi.
Biri donuyordu.
Diğeri yanıyordu.
Çok garip.
Bu ikisinin geçmişinde ne vardı?
Sıcak temasının etkisine girip ferahlatıcı kokusuyla uyuşmaya başlamıştım ki, “Gösterdiğum şekilde yapacaksun,” diyen sesiyle başımı kaldırıp omuzumun üzerinden ona baktım.
Ellerimin üzerindeki elleri hâlâ beni yönlendirip sucuğu doğruyordu ancak onları doğrayan ben değildim. Kolları arasında küçücük kalmışken omuzumun üzerinde güzel yüzünü seyre dalmıştım. Başı boynuma çok yakın bir yerdeydi. Tahtayı görmek için başını sol omuzumdan öne uzattığı için çenesi boynuma değmek üzereydi. Kafasını biraz daha eğse çenesi boynuma sürtünecekti.
Bunun olmasını isterdim. Ilık nefesini boynumda hissetmeyi isteyen bir yanım vardı. Bu olduğunda bana nasıl hissettireceğini merak ediyordum. Ne yazık ki kontrolüm dışı ona çekiliyordum. Uzun süre sessiz kaldığım için nedenini merak ederek başını çevirince onunla göz göze geldik. Bir anda mutfağın içi sessizlik altında kalmıştı.
Titreşen gözlerim onun yeşilleriyle kesişince nefes alışlarım biraz daha hızlandı. Yüzlerimiz birbirine çok yakın olduğu için aldığım hızlı nefesler onun yüzüne çarpıyor, kirpiklerini titreştiriyordu. Dışarıdan bakan biri onun arkadan bana sarıldığını düşünebilirdi oysaki öyle değildi. Heyecanım karşısında fazla sakindi.
Dokunuşu bana binlerce şey hissettiriyordu ancak bana dokunmak ona hiçbir şey hissettirmiyormuş gibi çok sakindi. Benim yaşadığım heyecanın küçük bir bölümü bile onda yoktu. Yakınlığından dolayı kalbim göğüs kafesimi tekmeleyip duruyordu ancak onun kalbinin ritmi bile değişmemişti. Aklı ve fikri Leyla’dayken başka bir kadının onu heyecanlandıracağını sanmıyordum.
Kolları arasında çok fazla titriyordum ve muhtemelen yanaklarımda kızarmıştı. Bu konuda bir şeyler söyleyip beni utandırmak yerine yavaşça benden uzaklaştı. Çayı çıkarttığında iç çekerek önüme dönmüştüm. Benden uzaklaşınca tüm vücudumda soğuk bir esinti başlamıştı. Saçma bir şekilde onun vücudunun sıcaklığını benimsemiştim.
Çayı demledikten sonra bizim için sucuklu yumurta pişirdi. Bu saatte en hızlı hazırlayacağı tek şey buydu. Dolapta birkaç şey daha çıkartıp masaya dizdiğimde o da ekmeği dilimliyordu. Kısa sürede masanın başındaki yerimizi almıştık. Gurur başlamadan yemeyi düşünmediğim için hiçbir şeye elime sürmedim. Bunu görünce bana tersçe bakarak ekmekten küçük bir parça kopartıp sucuklu yumurtaya bandı.
Belki de uzun zaman sonra bu akşam ilk kez bir şeyler yiyordu. Yalnız yemekle bir sorunum yoktu ancak ona bir şeyler yedirmek için bu bahaneye sığınmıştım. Onu yeteri kadar kandıramadığımı, yemeye zorlamak için yalnız yiyemediğimi söylediğimi bence biliyordu. Ben iyi yalan söyleyen veya rol yapabilen biri değildim.
Çayımı doldururken bakışları fazla düzdü. “Her şey ayarlandı yarın sabah evleniyoruz.” Kaskatı kesildiğimde doldurduğu çayı önüme koymuştu. Hareketleri çok sakin ve çok doğaldı. Sanki sıradan bir şeyden bahseder gibiydi oysaki söyledikleri sıradanlıktan çok uzaktı. “Ali yarın nikah memurunu buraya getirecek.”
Tüm iştahım kaçtığı için ekmeğe uzattığım elimi çektim. Tam karşımda oturduğu için değişen yüzümü görmüştü. Bu konudaki endişelerimi dağıtmak ister gibi son derece yumuşak bir ifadeyle bana bakıyordu. “Bu gerçek bir evlilik olmayacak, Farah.” Ekmeğe uzanıp sucuklu yumurtayı ekmeğin arasına bolca koyarak bana uzattı. “Düzeninde ve yaşamında değişen hiçbir şey olmayacak.”
Önümdeki çay bardağımı alıp içine iki kaşık şeker attı. Çayı nasıl içtiğimi bilmediği için kendi zevkine göre şeker atmıştı. “Evlendikten sonra bir daha karşına çıkmayacağım.” İçim burkuldu, hiç mi diye sormamak için kendimi zor tutuyordum.
Çayımı karıştırıp bardağı önüme itti. “Bu evliliğin senin için sakıncalı olan tek yanı ailen ve diğer herkes tarafında benim karım olarak anılmak.” Gözlerinde alaycı ancak can yakıcı bir ifade belirdi. “Bir delinin karısı olarak anılmak dışında bu evliliğin sana bir zararı olmayacak.” Bir delinin karısı olmak… Bu tüm kadınların korkulu rüyasıymış gibi konuşmuştu. Oysaki birçok kadın onun karısı olmaya can atıyordu. Ben değil ve bunun onun akıl sağlığıyla bir ilgisi yoktu.
İlk evliliğimi aramızda hep başka bir kadının hayaletini taşıyacak bir adamla yapmak istemiyordum. Hayalimdeki evlilik hiçbir zaman bu olmamıştı. Bu konulardaki düşüncelerim daha romantikti. Beni seven biriyle evlenmeyi istemiştim, başka bir kadının yasını tutan bir adamla değil. Evliliğimin aşk evliliği olmasını istemiştim, intikamdan doğan bir evlilik olmasını değil. Bir erkeğin hayatındaki ikinci kadın olmak istemiyordum.
“Seninle evlenmeyi istemiyorum.” Gözlerimin ardı sızlarken her an ağlayabilirdim. “Gitmeme izin ver.” Annem ve babam kim bilir ne haldedir. “O nikah defterine asla imzamı atmayacağım.” Kararlı bir şekilde gözlerinin içine baktım. “Silah zoruyla bile bana bunu yaptıramazsın. Babama ihanet edip düşmanıyla evlenmektense beni öldürmeni yeğlerim.” Bana o imzayı attıramazdı.
Babama olan bağlılığımı gözlerimde gördüğü için yüzü kasıldı. “Benimle evlenmen için kafana bir silah dayamama gerek yok.” Ellerini masaya bastırarak öne eğildi. Gözlerini gözlerime diktiğinde bakışları buz gibiydi. “O silahı babanın kafasına dayayacağım.” Karanlık bir ormanı andıran yeşillerinde delici bir şeyler vardı. “Baban için aklımda olan sadece iki ölüm şekli var. Ya yarın onu doğrudan öldürürüm ya da kızını karım yapar ve ona aldığı her nefesi zehrederim.” İki seçenekte birbirinden kötüydü.
Sandalyesine yaslanarak umursamaz bir ifadeyle omuzlarını kaldırıp indirdi. “Baban için hangi sonu istediğine yarın sen karar vereceksin.” Yaşlar gözlerimi zorlarken karşımda oturan adam fazla acımasız görünüyordu. “Her iki şekilde de baban zarar görecek ve her iki şekilde de bir tek sen zarar görmeyeceksin.”
“Babamın canı yandığında mutlu olacağımı mı sanıyorsun?”
Kaşları çatıldığında bana kızgınlıkla bakıyordu. “Baban can yakmadan önce bunu düşünecekti.”
“Babam hiçbir şey yapmadı. Ateş eden o adam babamdan bağımsız hareket etmiş.”
Çenesinde bir kas seğirdiğinde, “Sikerler bu yalanı!” diye bana sesini yükseltti.
Ona ne söylersem söyleyeyim inanmayacağını bildiğim için ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. Tüm iştahımı kaçırdığı için onunla aynı masaya oturup bir şeyler yemeyecektim. Yukarıdaki odama çekilip uyumaya çalışacaktım. Sarkacım yanımda olmadığı için bu gece uyuyabileceğimi bile sanmıyordum. Sarkacım odamda yastığımın altında kalmıştı.
Mutfak kapısının önünde durup ona döndüğümde beni izliyordu. Aramızdaki mesafeyi kontrol ettiğimi gördü, daha sonra başımı kaldırıp ters bakışlarımı ona diktim. “Yarın seninle evlenmeyeceğim!”
Ona bağırdığım için kaşlarını çatıp, “Kıs şu sesini!” deyince, “Senin gibi bir akıl hastasıyla evlenmeyeceğim!” diye daha yüksek bir sesle bağırdım. Bir küfür savurup sandalyesinden ok gibi fırlayınca hemen dışarı çıkıp koşmaya başladım. Merdiveni hızlıca çıkıp daha o beni yakalamadan kendimi odama atmıştım. Son anda kapıyı içeriden kilitleyerek ondan kurtuldum. Az kalsın yakalanıyordum.
Kendimi güvenli bir alana atınca rahat bir nefes alıp ayakkabımın ucuyla kapıya vurdum. “Git Seçil ile evlen, seninle evlenmeyeceğim!”
Kapıya geçirdiği yumrukla sıçrayarak arkaya çekildim. “Göreyim ki kapali kapilarin ardunda kaplan kesileysun! Çık ula dışari! Bir de yüzüme karşi konuş bakayim!” Sinirlenince gerçekten de Karadeniz ağzıyla konuşuyordu.
“Ne var konuşurum!”
“Aç kapiyi de konuş!”
“Sana mı soracağım açıp açmayacağımı!” Açarsam canıma okurdu. “Canım istediğinde açarım!”
Kapıya çok sert vurunca kapının menteşeleri zangırdadı. “Başlayacağum şimdi o canina!” İstese kapıyı kırardı çünkü çok eski bir kapıydı ama bunu yapmıyordu. Sanki bu kapının bana kendimi güvende hissettiren tek şey olduğunu biliyordu. Kısık bir sesle küfredip, “Nemrudun Kızi!” diyerek bir kez daha kapıya vurdu.
Elime geçirdiğim bibloyu kapıya fırlatıp, “Laz Hödüğü!” diye bende ona bağırdım. “Babam geldiğinde saklanacak yer arayacaksın!”
“Ben mi saklanacağum? O siktiğum piçi kaç gündür benden saklanayi!”
“Babama küfretme!”
“Ona küfretmekten daha fazlasuni yapacağum!”
“Laz Hödüğü!”
“Nemrudun Kızi!”
“Uzaklaş kapımdan!”
“Ula ev benumdur sen uzaklaş!”
“Çek adamlarını gideyim o zaman!”
“Çekmeyim git bakayim!”
“Çekmezsen nasıl gideceğim?”
“Kal diye çekmeyim.”
“Ama gitmek istiyorum.”
“Karim olduğunda gideceksun.”
“Ben senin karın olmayacağım!”
Kapının diğer tarafında kısa bir sessizlik olduğunda bir süre hiç konuşmadı fakat daha sonra, “Gönlünde biri mi vardur?” diye sordu.
Görmemesine rağmen başımı iki yana salladım. “Yok.”
“Sevdalanduğun biri var midur yok midur?”
“Kimse yok.”
“Bağa bak bir kez daha sorayim, var midur sevdalanduğun biri?”
“Yok dedim ya.”
“O vakit evleneyik.”
“Hayır, var!”
“Kes yalani tam üç kez yok dedun. Evleneceğum senunle!”
“Evlenmeyeceğim seninle! Böyle evlilik mi olurmuş ne gelinliğim var ne de yüzüğüm!”
Bir kez daha sessizleşmişti. Hemen sonra sorduğu soruyla bana sinir krizleri geçirtebilirdi. “Bunlari mi isteysun?”
“Hayır.” Suratımı asarak yatağa doğru yürüdüm. “İstemediğim biriyle evlenmeyeceğim.”
Kapıdan uzaklaşan adım seslerini duydum ama öncesinde, “Kaçişin yok, Nemrudun Kızi,” diyen sesini duydum. “Karim olacaksun.”
Olmayacağım.
Yorumlar