“Merhametimin tamamını sana yöneltmişken ve tek bir saç teline bile kıyamazken beni kendi katilin yapamazsın.”
Geçmiş
Gurur, kimsesiz çocuk yurdunun koridorunda yürürken biraz heyecanlıydı. Birazdan küçük meleğini görecekti. Her ayın ilk günü yaptığı gibi bugün de okuldan kaçmış ve bir tekneye atlayıp buraya gelmişti. Abisi onu bulmasın diye Melek’i yaşadığı eve çok uzak bir yurda bırakmıştı. Taşbaşı Kilisesine yakın bu küçük yurt Melek’i Şeref’ten saklıyordu.
Üzerinde beyaz gömlek ve siyah pantolondan oluşan lise üniforması vardı. Sabah evden okula gidiyormuş diye çıkmış ama gizlice buraya gelmişti. Gurur artık on beş yaşındaydı ve eskisinden daha kötü bir psikolojideydi. Defne öldükten sonra hayat onun için anlamını yitirmiş gibiydi. Ona iyi gelen ve dayanma gücü veren tek şey Defne’nin küçük kızı Melek’ti.
Onun adını Melek koymasının nedeni Defne’ydi çünkü Karun ona Defne’nin son nefesinde Melek isminden bahsettiğini söylemişti. Karun bebeğin hâlâ yaşadığını bilmiyordu ama ikisi konuşurken ablasının kızına Melek ismini vermek istediğinden bahsetmişti. Karun o esnada iç çekmiş ve elinde olsa bebeğin mezarını bulup mezar taşına Melek yazdıracağından bahsetmişti.
Gurur, Karun’a bebeğin yaşadığını söylememişti çünkü en az Şeref kadar Karun’da bebekten nefret ediyordu. Defne doğum yaparken öldüğü için Karun ablasının katili olarak bebeği görüyordu. Böyle düşündüğü için Gurur ona kızamazdı çünkü Karun, Defne’nin cesediyle iki gününü geçirmişti. Evet, Defne’nin öldüğü o gece Şeref, Gurur’u yakmaya kalkışmış ve Karun’u soğuk hava deposuna kapatmıştı.
Defne’nin cesediyle iki gün o soğuk hava deposunda kalmıştı. Şeref iki gün boyunca Karun’u o soğuk yerden çıkarmamıştı. Orada her ne yaşandıysa Karun artık hiç ısınmıyordu.
Gurur, Melek’i yurdun içinde bulamayınca burada kalan çocuklara onun yerini sormuştu. Bahçede olduğunu öğrenince Gurur kısa sürede bahçeye çıktı. Melek’i bulmak için etrafına baktığında bir an donup kalmıştı. Melek bahçedeki bir defne ağacının altında oturuyor ve içli bir şekilde ağlıyordu. Bu görüntü karşısında Gurur’un içi acımıştı çünkü Defne’yi hatırlamıştı. O da ne zaman üzülse evlerinin bahçesindeki defne ağacına giderdi.
Melek sanki annesine sığınmış gibi defne ağacının gölgesine sığınmış, sessizce gözyaşı döküyordu. Gurur adım adım ona yaklaştıkça sanki daha çok Defne’yi görüyordu. Melek annesine çok benziyordu. Tıpkı onun gibi altın sarısı saçları ve yeşil gözleri vardı. Farkında bile olmazdı ama çoğu zaman annesinin gözleriyle Gurur’a bakardı. “Kaderi benzemesin,” diye fısıldayıp adımlarını hızlı attı. Defne’yi yaşatamamıştı ama onun kızını yaşatmak istiyordu.
Gurur ağacın gölgesine girip Melek’in ayaklarının önüne diz çöktüğünde endişelenmişti. “Neden ağlıyorsun meleğim?”
Gurur’un sesiyle Melek eğdiği başını kaldırınca ağlamayı bırakmıştı. Gurur her ayın ilk günü onu görmeye gelirdi ama Melek bunu unutmuş olmalı ki onu gördüğüne şaşırmıştı. Kimsesizliğin gölgesine sığındığı bu yerde kimsenin onun için gelmeyeceğini düşünmüş gibi bakıyordu. “Baba,” diye mırıldandığında bakışları ıslak, sesi ağlamaktan çatlamıştı. Gurur ne yaptıysa ona amca dedirtememişti çünkü Melek onu babası sanıyordu.
Henüz beş yaşında olduğu için on beş yaşındaki bir çocuğun onun babası olamayacağını bilmiyordu. Melek boynunu eğip dudaklarını bükerek ona kendisini gösterdi. “Melek anni yok baba.”
Gurur’un tüm vücudu yoğun bir acıyla titrediğinde, “Hayır,” diye fısıldadı güçlükle. “Melek’in bir annesi var ve adı Defne.” Ona bunu zaten söylemişti.
Melek ayağa kalktığında yumuk yumuk olan yüzünde kızgın bir ifade vardı. “Baba yalan diyo, hani nerde anni?” Daha beş yaşında olduğu için akışkan konuşamıyordu ve çoğu kelimeyi eksik söylüyordu. Annesini bulmak istercesine etrafına bakarken yine ağlıyordu. “Yok, Melek’in anni yok!”
Gurur ne yapacağını bilmez bir halde hemen ayağa kalkıp ona doğru bir adım attı. “Meleğim bu konuyu konuştuk annen sana gelemez.” Keşke gelse ama istese de ona gelemeyeceği bir yerdeydi.
Melek burnunu çekerken her nefesle daha çok ağlayıp Gurur’dan uzaklaşmaya başlamıştı. “Baba anni gelsin.” Bir kez daha kimsesizlik küçük yüreğine işleyince yeşil gözlerinde akan yaşlar yanağını ıslatmıştı. “Emine’nin anni var.” Minik ellerini kaldırıp başının üstüne koydu. “Ona şapka ördü baba.” Gurur’a nasıl hissettirdiğinden habersiz titreşen gözlerini onun gözlerine dikti. “Melek’te üşüyo ama anni ona şapka örmüyo çünkü yok.”
Gurur’un gözlerinin ardı sızladığında neredeyse ağlayacaktı. “Meleğim yapma böyle,” diye fısıldadığında sesi boğuk çıkmıştı. “Böyle konuşup üzme beni.”
Melek henüz beş yaşında olduğu için ondan bir imkansızı istediğinin farkında değildi. Üzerinde montu, ayağında en kaliteli çizmeleri olmasına rağmen üşüyormuş gibi titriyordu. Gurur’un geçen ay ona aldığı kıyafetler bile onu ısıtmaya yetmiyormuş gibi üşüyordu çünkü annesi yoktu. Pahalı kıyafetlerin ona verdiği ısıyı değil, bir annenin sıcak kollarını istiyordu.
Burada Emine diye bir arkadaşı vardı ve Emine’nin annesi yurtta çalışıyordu. Melek onları sürekli görüyordu. Annesi Emine’ye sarılıyor, onu öpüyor ve onu çok seviyordu. Bu sabah Emine’nin kafasında güzel bir yün bere görmüştü. Annesinin onun için ördüğünü söylemişti. Melek’in de şapkaları vardı hem de birbirinden farklı şapkalar. Hepsini Gurur onun için almıştı ama hiçbirini annesi örmemişti.
“Anni gelemiyorsa Melek’e şapka örsün.” Suratını asarak bir kez daha küçük kollarını kaldırdı ve ellerini sarı saçlarının üstüne bastırdı. “Baba, Melek anniden şapka istiyo. Söyle ona bana şapka örsün.”
Gurur gözlerine akın eden yaşlara direnirken umutsuzca başını salladı. “Söylerim meleğim.” İkinci kez onun önünde diz çöktü ve Melek’i kollarının arısına alıp ona sımsıkı sarıldı. “Söz veriyorum tekrar geldiğimde istediğin şapkayı getireceğim kızım.” Melek ona o kadar çok baba diyordu ki bir yerden sonra Gurur’da onu kendi kızı gibi görmeye başlamıştı. Henüz yaşı on beş olsa da Melek’in hakkettiği gibi bir baba olmaya çalışıyordu.
Kendi de çocuk olmasına rağmen Gurur son beş yıldır küçük bir çocuğun babasıydı. Beş yıl önce Şeref’in adamlarından biri olan Numan küçük bir bebeği öldürmeye kıyamamıştı. Numan bebeği karısına emanet etmiş ve bir süre ona bakmıştı. Daha sonra Gurur ile ikisi bebeği almış ve kimsesiz çocuk yurduna vermişlerdi. Numan, Şeref’ten çok korktuğu için uzun süre bebeği evinde saklayamayacağını söylemişti. Bu yüzden Gurur, Melek’i çocuk yurduna vermeye mecbur kalmıştı.
Bu kararı vermek onun için hiç kolay olmamıştı hatta bunu yapmadan önce Melek’i kime emanet edeceğini çok düşünmüştü. Çarşıdaki esnaftan tanımadığı kimse yoktu ancak onlara bir bebeği emanet edemezdi. Melek’i kimselere emanet edemezdi. Kaptan Salim ve karısı bir çocuk hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Allah onlara bir çocuk nasip etmemişti. Gurur bir an Melek’i onlara vermeyi düşünmüştü ama yapamamıştı.
Şeref, Gurur’un kimlerle görüştüğünü çok iyi biliyordu. Etrafındaki insanlardan biri nereden geldiği belli olmayan bir çocuğa sahip olursa bu Şeref’i şüphelendirirdi. Küçük bir araştırmayla Melek’in yaşadığını anlayabilirdi. Gurur bu riski almak istememişti. Bu yüzden hiç istemese de Melek’i çocuk yurduna vermişti.
Gurur’un annesi ölünce ondan kalan tüm mücevherleri Güzin yengesi almıştı. Annesi öldüğünde Gurur çok küçük olduğu için onu doğru düzgün hatırlamıyordu ama fotoğrafları duruyordu. O fotoğraflarda annesinin taktığı tüm mücevherleri Güzin’de gördüğü için onların annesine ait olduğunu biliyordu. Anne ve babasından ona kalan her şeyi yengesi ve abisi kullanıyordu.
Beş yıl önce Melek’i yurda bırakmadan hemen önce Gurur gizlice Şeref ve Güzin’in odasına girmişti. Güzin’in mücevher kutusunu açmış ve içinde annesine ait olan tüm mücevherleri çalmıştı. Bunu yaparken Karun’a yakalanmıştı ama Karun, Gurur’u ele vermemişti. Eğer Gurur’un yaptığı şeyi anne ve babasına söylerse Gurur’a neler yapacaklarını bildiği için görmezden gelmişti.
Çalınan mücevherler için evdeki hizmetçiler suçlanmıştı. Gurur’un böyle bir şey yapmaya cesaret edemeyeceğini düşünen Güzin ondan hiç şüphelenmemişti. Odasına girip çıkan hizmetçileri suçlamış ve büyük olay çıkarmıştı. Gurur o hizmetçiler için üzülmemişti çünkü her biri Güzin’in yardakçısıydı. O evde olanları çok iyi bilen ama Güzin’e yaranmak için susan insanlardı.
Gurur tüm mücevherleri sırt çantasına koymuş ve Numan ile gizlice evden ayrılmıştı. Melek’i Numan’ın evinden alıp yurda bıraktıklarında Gurur annesinin mücevherlerini yurdun müdiresine vermişti. Mücevherlerin içinde sadece annesinin alyansını almış ve diğer her şeyi Melek için vermişti.
Çok parası vardı ama sahip olduğu parayı kullanmak için babasının vasiyetinde yazdığı şartı yerine getirmeliydi, yani önce yirmi yaşına girmeliydi. O zamana kadar Şeref’in lütfediyormuş gibi ona verdiği harçlıklarla idare etmeliydi. Gurur’un birkaç kuruşluk cep harçlığı Melek’i yurtta koruyamazdı. Bu yüzden annesinin mücevherlerini Melek için çalmış ve yurdun müdiresine vermişti.
Mücevherler karşılığında istediği sadece üç şey vardı. Bunlardan ilki ve en önemlisi Melek’in kimseye evlatlık verilmemesiydi. Çünkü Gurur bağımsızlığını kazandığında Melek’i oradan çıkartacaktı. İkinci şartı ise Melek’in tüm ihtiyaçlarının en iyi şekilde karşılanmasıydı. Verdiği mücevherlerin tek bir taşı bile servet değerindeydi.
Tek bir gerdanlık Melek’in on yıllık masraflarını karşılayabilirdi. Melek’e iyi baktıkları sürece hepsi onların olabilirdi. Son şartı da istediği her an Melek’i görecek olmasıydı. Masasındaki mücevherleri gören müdire, Gurur’un tüm şartlarını kabul etmiş ve Melek’in kimliğini gizli tutacağına söz vermişti.
Müdire sözünde duruyordu çünkü Melek’e farklı bir soyadı vermiş ve onun hangi aileye ait olduğunu yurtta çalışanlara bile söylememişti. Yurttaki o kimsesiz bebeğin Kalender hanesinin torunu olduğunu sadece Gurur, Numan ve yurdun müdiresi biliyordu. Bu üçü dışında kimse Melek hakkındaki gerçeği bilmiyordu.
Melek’e verdikleri soyadı Yitik’ti. Gurur bunu duyduğunda o gün ağlamıştı çünkü Defne’nin kızına Yitik soyadını vermişlerdi. Kimi kimsesi yokmuş gibi o artık Melek Yitik’ti. Yitik ve kimsesiz bir çocuk olduğunu yüzüne vurur gibi ona bu soyadı vermişlerdi.
***
Bugün evdeki herkesin Gurur’a tuhaf gözlerle bakmasının bir nedeni vardı. Gurur’u daha önce de delice şeyler yaparken gördükleri için onun tuhaflıklarına alışkınlardı. Ancak ilk kez Gurur’u örgü şişleri ve iplerle görüyorlardı. Gurur dizinin üzerine koyduğu telefondaki videoya bakıyor ve Melek’in istediği yün şapkayı örmeye çalışıyordu. Annesinden istediği şapkayı Defne yerine Gurur ona örecekti.
Örgü yapmaktan hiç anlamadığı için sürekli bozup en baştan başlıyordu. Her denemesinde videoyu başa sarıp videodaki kadının anlattıklarını anlamaya çalışıyordu. Salonun en başındaki köşesinde oturan Şeref, alaycı gözlerle kardeşini izliyordu. “Bakıyorum da artık kadınlara özeniyorsun. Bir de etek giy istersen.”
Gurur ellerindeki şişlerle boğuşurken abisinin onunla dalga geçmesini zerre kadar umursamadı. “Bana her şey yakıştığı için eminim etek giyseydim üzerimde sırıtmazdı.” Tüm kusurlarına rağmen kendine hayran bir çocuktu.
Acemice ördüğü örgüyü bir alttan bir üstten geçirirken ecel terleri döküyordu. “Ayrıca örgü örmek neden kadınlara özgü bir şey olsun?” Beceriksizce iki sıra ördüğü şapkayı gösterdi. “Elime de yakışmıyor değil.”
“Yakışmıyor lan.” Karun onunla ne yapacağını bilmez bir halde yüzünü ovuşturdu. “Bırak onu yarınki sınava çalışalım.”
“Sen çalış benim ders çalışmama gerek yok.” Gurur başını çevirip gözlerini Şeref’in mavilerine kenetledi. “Beş yılım kaldı.”
Şeref kaskatı kesildiğinde Gurur ona bir şeyleri hatırlatmak ister gibi gözlerinin en derinine bakıyordu. “Babamın vasiyetindeki yaş şartını karşılamama sadece beş yılım kaldı.” O zaman abisinin saltanatını yıkacak ve hakkı olan her şeyi ondan geri alacaktı. Dün yediği dayakları unutmamıştı. Nasıl unutabilirdi ki, o dayakların izleri ve sızısı vücudunun her yerindeydi.
Abisi dün gece sarhoş bir şekilde Gurur’un odasına girmiş ve ona kan kusturana kadar kemeriyle onu dövmüştü. Üstelik hiçbir sebep yokken bunu yapmıştı. Onu kızdıracak hiçbir şey yapmamasına rağmen gecenin bir vakti uykusundan uyandırılmış ve acıdan bayılana kadar dayak yemişti. Gurur yirmi yaşına yaklaştıkça Şeref kontrolden çıkıyordu ve ona karşı daha da saldırganlaşıyordu. Gurur bu evde bir cehennemi yaşıyordu.
Şeref elindeki gazeteyi buruşturup sıkarken gözlerini Gurur’dan ayırmıyordu. Küçük kardeşine olan bakışları nefret dolu ve kindardı. Cebindeki zippo çakmağı çıkardığında Gurur korkuyla irkilmişti Gözlerini Şeref’in elindeki çakmaktan ayırmıyordu çünkü o çakmak alev alırsa diye gerilmişti. Çakmağa baktıkça üzerine bir bidon benzinin döküldüğünü hatırlıyordu.
Benzinin vücudunda bıraktığı o soğuk hissi ve yanma korkusunu tekrar ve tekrar yaşıyordu. Şeref, Gurur’un değişen suratını ve korku dolu yeşillerini görünce sırıttı. “Yirmi yaşına girdiğinde ne olacak sanıyorsun?” Bilerek çakmağı parmaklarının arasından çevirip Gurur’a yoğun bir korku ve gözdağı veriyordu.
Şeref belki Gurur’u tamamen delirtememişti ama onda bir zayıflık, asla üstesinden gelemeyeceği bir korku bırakmayı başarmıştı. Gurur kaç yaşına gelirse gelsin veya ne kadar güçlenirse güçlensin, küçük bir kıvılcımla hepsi yıkılabilirdi. Onun cesareti ateşi görene kadardı. Bunu bilmek Şeref’e tarifsiz bir haz veriyordu. Ateş var oldukça Gurur hiçbir zaman Şeref’i yıkacak güçte olamayacaktı.
Babasının elindeki çakmağı gören Karun yerinde rahatsızca kıpırdandı. “Gurur kalk yukarı çıkalım.” Babasının yine bir bahane bulup Gurur’a sataşmasını istemiyordu. “Sınava çalışmalıyız.”
Gurur bir ilmeği kaçırdığı için ördüğü iki sırayı söküp tekrar başladı. “Bunun yapılışını öğrenmeden hiçbir yere gitmem.”
“Öğrenip ne yapacaksın?” Güzin onunla dalga geçerken Gurur’un parmağına sardığı pembe ipe şaşkınlıkla bakıyordu. “Sen beyaz ve siyah dışında bir renk giymiyorsun.” Okul üniformalarını bile giymez, hep beyaz gömlek ve siyah pantolon giyerdi. “Belli ki bunu bir kız için yapıyorsun.”
Gurur gözlerini öğretici videodan ayırmadan, “Evet,” dedi kısaca. “Bu şapka gördüğüm en güzel ve en sevimli kız için.” Hiçbiri bilmiyordu ama bu şapka kızı içindi.
“Kim o kız?” Çağıl, annesinin dizinin dibinde otururken Gurur’un yapmaya çalıştığı şeyi anlamıyordu. “Ayrıca kızlar erkeklere bir şeyler örer, erkekler değil. Neden her şeyi tersten yapıyorsun?”
“Sadece kadınlar erkeklere bir şeyler örmeli diye bir kanun mu var?” Gurur elindeki işi kaldırıp Çağıl’a gösterdi. “Bak ben bir kıza bere örüyorum. Bunu yaptım diye kadın mı oldum?”
“Erkekte olmadın, karı kılıklı piç.” Şeref bilerek onun üzerine oynuyordu. Gurur’un canını yakmak için ters bir cevap vermesini bekliyordu.
Gurur bunu çok iyi bildiği için ayağa kalkıp yaptığı el işini koltuğun üzerine bıraktı. “Demek karı kılıklı ha?” Bunları söyledikten sonra tek kelime etmeden salondan çıkmıştı.
Karun ve Çağıl endişeli gözlerle birbirlerine bakıyorlardı çünkü Gurur’un ne için gittiğini bilmiyorlardı. Tek temennileri geri döndüğünde Şeref’i fazla kızdırmamasıydı. Güzin, Gurur’un çıktığı kapıya sinir bozucu gözlerle bakarken ifadesi hoşnutsuzdu. “Bu sığıntı son zamanlarda fazla asileşti.” Söylediği her şeyle kocasını Gurur’a karşı biraz daha dolduruyordu. “Ona çok yüz veriyorsun. Bu gidişle yirmisine basmadan sana karşı bir isyan başlatabilir.”
“Endişen olmasın anne, Gurur’un size bir zararı olmaz.” Karun, Gurur’u savunarak iğneleyici bakışlarını annesine dikti. “Kafasının içindeki seslerden onun kimseye zarar verecek hali kalmadı. Kendi halinde takılıyor, neden bu kadar gözünüze batıyor?”
“Ne biçim konuşuyorsun lan sen annenle!” Şeref hiddetlenerek ayağa kalkıp Karun’un üzerine yürüdüğünde Çağıl hemen araya girdi. Abisini korumak ister gibi Karun’un önünde durup kollarını iki yana açmıştı. “Baba n’olur ona dokunma.” Şeref’e geçit vermezken dolan gözlerle ona yalvarmaya başlamıştı. “Yine onu o yere kapatma, sonra çok üşüyor.” Çağıl’ın bahsettiği o yer evlerinin altındaki soğuk hava deposuydu. Şeref, Karun’u sık sık oraya kapatırdı.
Çağıl’ın Şeref gibi birine yalvarması Karun’u kızdırdığı için kaşlarını çatarak kardeşini önünden çekti. “Senin korumana ihtiyacım yok.” Henüz on beşinde olmasına rağmen Karun’un çok ağır ve gururlu bir kişiliği vardı. Sevdiklerinin onun için Şeref gibi insanlara yalvarmasına katlanamazdı çünkü bunun hiçbir işe yaramayacağını iyi bilirdi.
Daha önce Gurur için babasına secde etmiş ve Defne’nin hayatı için ona çok yalvarmıştı. Değişen hiçbir şey olmamıştı. Karun’un ona yalvarmasına rağmen Şeref, Gurur’u yakmaya kalkışmış, Defne’yi ölüme terk etmişti. Beş yıl önce olanlardan sonra Karun artık bu insanlara yalvarmayacaktı. Gurur’dan korkuyorlardı ama aslında Karun’dan korkmalılardı. Çünkü Karun büyümeyi en çok bu insanları mahvetmek için istiyordu.
Bir gün büyüyecek ve bu insanlara hayatı dar edecekti. Ona yapılanlar umurunda değildi ama Defne ve Gurur’a tüm yaptıklarının hesabını soracaktı. Karun’un içinde biriken öç duygusu soğuk bakan mavilerine yansıdığı için Şeref yumruğunu sıktı. Büyük oğlunun onu kızdırması için ekstradan bir şey yapmasına gerek yoktu, bakışları yetiyordu. Şeref, Gurur’u bile ateşle sindirebilmişti ama Karun’un direncini bir türlü kıramıyordu.
Bu çocuktaki sağlam irade onu dehşete düşürüyordu. Tüm kemiklerini kırsa bile onu kolay kolay ağlatamıyor, günlerce onu soğuk hava deposunda tutsa bile onu kendine yalvartamıyordu. Sanki çektiği acılar onun etrafına çelikten bir katman oluşturuyordu. Karun gittikçe daha soğuk, daha sert, daha güçlü ve daha olgun bir çocuğa dönüşüyordu. Daha şimdiden böyleyse Şeref onu yirmili yaşlarında düşünemiyordu.
Oğlunun büyüdüğünde ilk işinin babasını yıkmak olacağını iyi bilen Şeref, öfkesine yenilip Karun’un üzerine yürüdü. Ona atacağı birkaç yumruk içini rahatlatabilirdi. Çağıl bir kez daha abisinin önüne geçip, “Baba yapma,” diye ona yalvarınca Karun bu sefer Çağıl’ı daha sert itti. “Sana çekil dedim!”
Karun’un onu itmesiyle yere düşen Çağıl, kaşlarını çatarak hemen ayağa kalktı. Koşarak yerde oynayan Levent’in yanına gitti ve yerdeki oyuncaklardan birini alıp Levent’in kafasına vurdu. Güzin cırlayıp, “Çağıl!” diye bağırdığında Levent kafasına tutarak ağlıyordu. Bunu gören Karun ise gülmeye başlamıştı çünkü Çağıl bunu hep yapıyordu. Ne zaman Gurur veya Karun onu hırpalasa Çağıl’da gidip hırsını Levent’ten çıkartıyordu.
Levent ıslak gözlerini annesine dikip ellerini yere vurmaya başlamıştı “Anne kardeş istiyom!” diye ağlamaya başlayınca bu seferde gülen Çağıl olmuştu. O da dövecek birilerini istiyordu çünkü şu anda zincirin son halkasıydı.
Güzin, Levent’i kucağına alıp susturmaya çalışırken Gurur’un içeri girmesiyle içerideki tüm tantana durdu. Herkesin susup Gurur’a bakmasının bir nedeni vardı. Beyaz gömleği üzerinde duruyordu ve hep yaptığı gibi gömleğin manşetleri yine birkaç kat toplanmıştı. Buraya kadar her şey tamamdı ama Gurur’un pantolonu ayağında değildi. Bunun yerine siyah bir etek giymişti. Evet, bunu gerçekten yapmıştı.
Güzin daha iki gün önce aldığı siyah, kısa eteğine şoke olarak bakıyordu. Henüz bir kez bile giyemediği eteği Gurur’un üzerindeydi. Etek Gurur’un dizlerinin bir karış üstünde durduğu için çıplak bacakları ortadaydı. Güzin ve Şeref şoke olmuş bir halde onu izlerken Karun’un tepkisi en iyisiydi. Gülmemeye çalışarak Gurur’un ayağındaki postalları gösterdi. “O eteğin altına bu ayakkabılar hiç olmamış.”
Karun, Gurur’un anormalliklerine alışkındı çünkü daha geçen hafta okulda sıranın üstüne çıkmıştı ve fermuarını açıp öndeki çocuğun üstüne işemişti. Bunun için disiplin kurulu kurulduğu için az kalsın okuldan atılıyordu. Gurur’un üzerine işediği o çocuk bir ders önce Karun’a vurmuştu ve Gurur bunu öğrenmişti. Sınıfta kız öğrencilerin de olmasını zerre kadar umursamamış ve ön sırasında oturan çocuğun üzerine işemişti.
Şaşırtıcı olansa sınıftaki kızların bile bunu yadırgamamasıydı. Gurur ne yaparsa yapsın tuhaf bir şekilde kızlar tarafından hoş karşılanıyordu. Bazı insanlarda şeytan tüyü olurdu ve Gurur’da onlardan biriydi. Ondaki anormallikler bir şekilde etrafındaki insanlara onu sevdirtiyordu. Okulda sekiz kişilik bir arkadaş grubu vardı ve o gruptaki tek erkek Gurur’du. Kızlarla daha iyi anlaşıyordu. Onlarla kızsal dedikodular yapıyordu ve onların pijama partilerine katılıyordu.
Erkek olarak adlandıracağımız tek arkadaş çevresi çarşıdaki ve kahvedeki arkadaşlarıydı ve onlarda Gurur’dan yaşça çok büyüktü. Hepsi bu da değildi, o adamların eşleriyle de çok iyi anlaşıyordu. Mahalledeki kadınların mevlitlerine, altın günlerine ve Kuran günlerine hep giderdi. Kimin kızı kimin oğluyla ne yapmış Gurur hep bilirdi çünkü içlerindeydi.
Ordu’daki kimse Kalender ailesini sevmez, onlardan birini görünce kapı pencerelerini kapatırlardı. Bir tek Gurur Kalender’e tüm kapılar açılırdı. Gurur bu evde yaşıyor olabilirdi ama aslında mahallelinin elinde büyüyordu. Onu gördükleri yerde evlerine veya dükkanlarına buyur ediyorlardı. Kek poğaça veya o esnada ellerinde ne varsa ona yediriyorlardı. Ordu halkı Haşim Kalender’i severdi ve onun oğlunu da bağrına basıyorlardı.
Ne yazık ki Şeref aynı babadan doğan bir şeytandı bu yüzden hiç sevilmezdi. Karun’un ayakkabılarını eleştirmesiyle Gurur güldü. O eteğin içinde çok sakin ve çok rahat görünüyordu. “Yengemin ayak numarası bana uysaydı sen bir de beni topuklu ayakkabılarla görseydin.”
Şeref bu rezilliği öfke dolu gözlerle izliyordu. Mavilerine akın eden tehlike, sertleşen yüz ifadesine yansıyordu. “Ne bu hal!” diye sesini yükselttiğinde Çağıl ve Levent korkudan saklanacak yer aramıştı.
Gurur’un yeşilleri alaycıydı, dudaklarında ise Şeref’i daha da kızdıran bir gülüş vardı. “Karı kılıklıyım ya abi.” Onun sözlerine atıfta bulunarak giydiği eteği gösterdi. “Bende karı kılıklı olmanın hakkını veriyorum.”
“O benim eteğim!” Güzin kucağındaki Levent’i yere indirip öfkeyle doğruldu. “O etek senden daha pahalı, çıkar hemen onu!”
“Altıma don giymedim, çıkarmamı istediğine emin misin yenge?” Gurur’un gülüşü tüm yüzüne yayıldığında gözlerinde haylaz parıltılar vardı. “Çıkar diyorsan bana uyar, yiğidin malı ortada olur.”
“Gözünü seveyim çıkarma.” Gurur dışında bu odada eğlenen sadece bir kişi vardı ve o da Karun’du. “Ben yiğidin o malını geçen hafta sınıfta gördüm bir de götünü görmek istemiyorum.” Karun bunları söylerken gür bir kahkaha atmamak için kendisiyle cebelleşiyordu.
Gurur koltuğa yürürken yengesini daha fazla sinir ederek üzerindeki eteği gösterdi. “Keşke daha önce giyseydim nasıl da alttan püfür püfür esiyor. Yenge eteklerinden birkaç tane ayırdım sakın onlara dokunma.” Karun kahkaha atarken Şeref ve Güzin’in yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Karşılarında etek giymeye bile gocunmayan bir ruh hastası varken sakin kalamıyorlardı.
Gurur o akşam pantolonla kalktığı koltuğa etekle oturmuş ve bacak bacak üstüne atarak abisi ve yengesini sinir etmişti. Evdekilerin ona olan kızgın bakışlarını zerre kadar umursamadan örgüsünü eline almış ve Melek’i için şapka örmeye çalışmıştı. Bir ay boyunca kaç ip eskitmiş, defalarca söküp tekrar denemiş ve en sonunda Melek’in şapkasını örebilmişti.
Bir ay sonra Melek’i tekrar ziyaret ettiğinde elinde pembe bir yün şapka vardı. Melek’in arkadaşının annesi gibi güzel bir şapka örememişti ama Melek çok beğenmişti. Gurur’un acemice yaptığı o şapkayı annesinin ona yaptığını düşündüğü için çok mutlu olmuştu. Melek’in o tatlı heyecanı, şapkaya sımsıkı sarılması ve gülüşünü gören Gurur içinden, “Değdi,” demişti. O şapkayı yapmak için evdeki herkesin maskarası olmasına değmişti.
***
Gurur Kalender
Psikoloğumla birbirimize bakarken çoğu söylediğini anlamıyordum. Bu kadın bana en uzun süre dayanan doktorlardan biriydi. Şermin Hanım ile dört yıllık bir terapi geçmişimiz vardı. Kadının saçlarının bir kısmını ben ağartmış olabilirdim. Israrla beni farklı bir kliniğe veya psikologlara yönlendirmiyordu çünkü bendeki sorunu bulmaya kararlıydı. Belki de emekli olmadan önce mesleki başarısına bir yenisini eklemek istiyordu.
“İlerleme katettiğimizi düşünmeye başlamıştım, Gurur.” Gözlerimin altındaki koyu halkalara ve sağ elimdeki sargıya baktıkça hüsrana uğruyordu. “Görüyorum ki yine en başa dönmüşüz.” O ilerlemeyi onunla değil, melek yüzlü bir şeytanla katettiğimi ama beni ilerlettiği gibi daha da geriye çektiğini ona söylemedim.
“Şermin ben iyiyim.” Ona adıyla hitap etmeme alışkındı. Sıkkın gözlerle onu izlerken bir kez daha esnedim. “Şu uyku sorunuma bir çözüm buldun mu?” Morfin kullanmaktan yakında tekrar uyuşturucuya başlayabilirdim. Morfinlerde bir tür uyuşturucu sayılırdı ve bağımlılık yapardı.
“Sandığının aksine kimse sana kendi uykusuzluğunu bulaştırmadı çünkü uykusuzluk bulaşıcı değildir.” Kahve gözlerindeki ima ve sözlerindeki kinaye ne demek istediğini açıkça belirtiyordu.
Ellerini masaya bastırarak yaşlı vücudunu biraz öne itti. “Adını yasakladığın o kişinin uyku problemi travmatik bir vakadan kaynaklanıyor olabilir ama sendeki sorun onunla aynı değil.” İşaret parmağını kaldırıp şakağına bastırdı. “Sendeki sorun burada. Olanları düşünmeyi bırakırsan tekrar uyuyacağına eminim.”
Olanları unutmak şöyle dursun, hatırlaması bile beni çıldırtıyordu. Yumruk atmaktan parmaklarımın eklem yerlerini zedelediğim elimi sıkmaya başladım. Sardığım elimdeki acı bile kafamın içindeki kaosu dindirmeye yetmiyordu. “Bunca zamandır beni aptal yerine koymuş, olanları nasıl düşünmem?” O kızdan daha yalancı ve sahtekâr birini tanımıyordum. Yüzünü dahi görmek istemiyordum.
Her şeyi mi yalandı? Birlikte geçirdiğimiz tüm o süre zarfında bana yaşattığı şey bir yalan mıydı? Bana bakışı, gülüşü, ilgisi yalandı öyle mi? Yüzümü sertçe ovuşturduğumda onu düşündükçe kalan aklımı da yitirecek gibi oluyordum. Meğerse tanıdığımı sandığım Farah diye biri yokmuş, koskoca bir yalandan ibaretmiş. Daha önce kimse bende böyle bir hayal kırıklığı yaşatmamıştı.
Dün geceyi hatırlamıyordum ve ondan önceki tüm geceleri de. Hiçliğin içinde kaybolup kırık döktüğüm ve sabahında bir enkazın içinde uyandığım o geceleri hatırlamıyordum. Hatırladığım ve aklıma mıh gibi çakılan tek gece sevkiyat gecesiydi, yani onun gerçek yüzünü gördüğüm o gece.
“Unutamıyorum.” Bu itirafı yaparken bile kendimi kötü hissettiğim için kollarım iki yanıma düşmüştü ve omuzlarım çökmüştü. Doktorum sessizlik içinde beni dinlerken acı bir tebessümle dudaklarım kıvrıldı. “Bana olan o son bakışını unutamıyorum doktor.” Gecelerimi haram edip uykularımı kaçıran buydu, Farah’ın son bakışı.
Sevkiyat gününün üzerinde çok zaman geçmişti ama etkisi çok yeniydi. Günlerdir onu bu konuda uğraştırdığım için nihayet çözülmeye başladığımı düşünen Şermin, sandalyesinden biraz daha öne kaydı. “Sana nasıl bakmıştı?”
Bunu anlatmak için hangi kelimeleri seçeceğimi bilmiyordum çünkü hepsi yetersiz kalıyordu. Farah’ın bana birçok şey hissettiren o bakışını tek bir kelimeye sığdırmayı denedim. “Tiksinerek.” İçim ezilirken duygudan yoksun bir şekilde güldüm. “Bana bakarken yüzünü buruşturması çok koydu be doktor.” Bunu yaparken biliyor muydu, tüm hayatım boyunca o bakışlar altında büyüdüğümü?
“Peki, bu sana nasıl hissettirdi?”
“Bir kırılma hissettim. Belki vücudumda belki aklımda belki de…” Başımı eğip ona sol göğsümü gösterdim. “Yüreğimde.” O an Farah’ın o bakışıyla bir şeylerin çatırtısını hissetmiştim ve hemen sonra kemiklerime kadar kırıldığımı biliyordum.
Şermin her söylediğimi not aldığı için odada kalemin çıkardığı sesler dışında hiç ses yoktu. Başını kaldırdığında kırışıklıklarla çevrili dudakları düz bir çizgide buluşmuştu. “Yani sana herkes gibi baktı?” Herkes gibi… Tüm hayatımı iki kelimeyle özetlemek gibi bir şeydi bu. Ve evet, olan buydu, o an Farah diğer herkesten biri olmuştu.
“Daha derine inersek…”
“İnmeyelim doktor,” dedim yakıcı bir tebessümle. “Daha derini yangın yeri. Bir kez inersek orada ne ben sağ çıkabilirim ne de sen.” Geçmişim derinlerde bir yerde hâlâ yanıyordu. Her bir kıvılcım kor olup sırtıma işliyordu. Daha derini azaptı, işkenceydi ve ölümle sonlanmayan bir cehennemdi. Ben geçmişimi sırtımda taşıyordum ve bu kaldıramadığım tek yüktü.
“Hiç boş yer kalmadı mı abi?”
Şermin ondan istediğim gibi geçmişi kurcalamadı. Nerede durması gerektiğini bilen bir kadındı. Konuyu değiştirerek yumuşak bir sesle konuştu. “Sevkiyattan önce ona bir soru sormuştun.” Neyden bahsettiğini anlamaya çalıştığımda ihtiyar gözleri manidar bakıyordu. “Hastanenin çatı katında ona bir soru sormuştun. Kalbinde sana yer var mı diye.”
İçimden kendime küfretmeye başlamıştım. Bunu hangi ara ona anlatmıştım? Kliniğe yattığım günden beri Şermin ile her gün görüştüğüm için bir ara anlatmış olmalıydım. Omuzlarımı dikleştirerek kendime çekidüzen verdim. “Ne olmuş o soruya?”
Vereceğim hiçbir tepkiyi kaçırmamak için gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. “Ona kalbinde bana da yer var mı diye sorduğunda cevabı ne olmuştu?”
Zihnimde canlanan o anıyla bir anda her şey durmuş veya son bulmuştu. Hoş bir anı değildi çünkü verdiği cevapta hoş değildi. “Kalbinde bana hiç yer olmadığını söylemişti.”
Şermin’in meraklı gözleri ikinci bir deri gibi üzerime yapışmışken başını yavaşça salladı. “Ya evet deseydi?” Gözlerinin ardında sinirlerimi bozan o ifade geçmişti. “Kalbinde büyük bir yerin olduğunu söyleseydi o zaman yine sevkiyatı durdurmaya çalışır mıydın?”
“Sikerdim sevkiyatını.” İçime çektiğim her nefes boğazımı yakarken derin bir nefes almak mümkün değildi. “O an eğer cevabı evet olsaydı… Onunla yeni bir başlangıç yapmak için her şeyi bitirmeye hazırdım.” Bunların hiçbiri yalan değildi. O soruyu ona bir şansımız olup olmadığını bilmek için sormuştum. Farah’ın cevabı evet olsaydı, yemin ederim ki bu intikam oyununu sonlandıracaktım. Leyla’ya rağmen bunu yapacaktım.
“Peki, ya şimdi?” Şermin yüzümdeki en küçük mimiğe kadar her hareketimi izlerken gözlerini kısmıştı. “Şimdi burada olsa ve kalbinde büyük bir yerinin olduğunu söylese yine intikamından vazgeçer miydin?”
Tereddüt dahi etmeden, “Hayır,” dedim. “Ben o soruyu tanıdığımı sandığım masum bir kadına sormuştum, bir sahtekara değil.” Bir yalandan ibaret olduğunu kabullenmek acı vericiydi ama olan buydu, benim değer verdiğim o kadın aslında gerçekte yoktu. İyi bir oyuncunun sergilediği bir rolü önemsemişim. Maskesini çıkartınca güzel olan her şey son bulmuştu. O tatlı gülüşlerine kadar her şeyi yalandı.
“Olaylara onun açısından hiç bakmadığını düşünüyorum.” Şermin derin bir nefes alarak sandalyesine yaslandığında beni objektif olmaya zorluyordu. “Ailesini bitirmek için onu kullandın, Gurur.”
“Onu hiç kullanmadım.” Kaşlarım çatıldığında içimde nükseden öfkeye direndim. “Ben başından beri ona karşı net bir adamdım. Onun yaptığı gibi maskelerim yoktu benim.” Agresif bir tutumla ona kendimi gösterdim. “Ne görüyorsan oyum, ona da öyleydim.” Onu kullanmanın birçok yolu vardı ama bunu yapmamıştım. Babasının işleri hakkında ağzından hiç laf almadım veya ona şantaj yapıp kendi maşam yapmadım. Tehditle onu pis işlerimde kullanmadım. Farah’ın bile inkâr edemeyeceği tek şey onu bu işin dışında tutmamdı.
“Olaylara biraz da onun penceresinde bakmanı istiyorum.” Şermin sanki onun doktoruymuş gibi beni kızdırmaya devam ediyordu. İğneleyici bakışlarını bana kenetleyerek ellerini bir kez daha masanın üzerinde birleştirdi. “Ailesini bitirmek için onun hayatına girdin. Karşılık vermesi çok doğal değil mi?”
“Versin benim sorunum onun verdiği karşılıkla değil ki!” Gözlerimin önü karardığında bir anlığına her şey anlamını yitirmişti. “Sevkiyatı üstlendiğini bana söyleseydi sence onun karşısına çıkar mıydım?” O gece yaşananlar boğazıma kadar beni dibe çekmişken kimse nasıl hissettiğimi anlamıyordu. Ona el kaldırdığım gerçeğini aşamıyordum!
Parmaklarımı sinirle saçlarımın arasından geçirdiğimde saçları aklıma geliyordu ve saçlarımın her bir tutamını daha sert dağıtıyordum. “Evde olduğu yalanını söylemek yerine orada olduğunu söyleseydi dinime imanıma karşısına çıkmazdım!” Çatık kaşlarla yumruğumu sıktım. “Ona yenilir ve yolundan çekilirdim ama o ne yaptı? Yine ve yine bana yalan söyledi!” Tıpkı her şeyde olduğu gibi. Olan aklımı da yitirmek üzereydim.
Şermin’in gözleri sağ elimi bulduğunda bakışları değişmişti. Sorunun asıl kaynağına bakar gibi hislenmişti. “Senin öfken onun yaptıklarına değil, değil mi?” Kanların sargının dışına çıktığı elimi gösterdi. “Öfkenin asıl sebebi ona yaptıkların.” Keşke bunu inkâr edebilseydim ama hiçbiri yalan değildi. Onun bana yaptıklarını zerre kadar gözüm görmüyordu ama benim yaptıklarım… Mevzu büyüktü.
Farah’ı en çok bu yüzden affedemiyordum çünkü ilk günden beri gözümden sakındığım biriydi. Onunla geçirdiğim tüm o sürede onun tek bir tel saçına zarar vermemek için ilaçlarımı eksiksiz kullanıyordum. Bir kriz esnasında farkında olmadan onu incitirim diye ödüm kopardı. Bunun karşılığında sevkiyatta olduğunu benden gizleyerek ona zarar vermeme neden olmuştu.
Bunun için bir gün o beni affetse bile ben ne kendimi affederdim ne de sebep olduğu şey için onu. Hiç yapmam dediğim bir şeyi bana yaptırmış ve beni derin bir vicdan azabıyla baş başa bırakmıştı. Eminim şimdi zaferini kutluyordur. Gurur Kalender’i nasıl ayakta uyuttuğunu anlatıp kuzenleriyle eğleniyor olmalıydı.
Karşıma çıkmadığı sürece ne halt ederse etsindi, artık umurumda değildi. Açtığı boşanma davasında ona zorluk çıkarmayı düşünmüyordum. Avukatımla görüşüp mahkemeyi mümkün olduğunca öne almasını istemiştim. İki haftaya kalmadan ondan boşanmış olacaktım. Bir yalancının karım diye anılmasına daha fazla tahammül edemezdim.
Benden boşandıktan sonra ister yeniden evlensin ister hiç evlenmesin artık umurumda değildi. Tercihim hiç evlenmemesi. Sikeyim, bende akıl namına bir şey bırakmamıştı!
O son bakışını unutmak için neler yapmazdım ki.
O gece yüzünü buruşturarak bana bakarken gözleri ne çok şey söylemişti, bense sadece izlemiştim. Ne diyeceğimi ne yapacağımı ve onu nasıl durduracağımı bilmez bir halde sadece izlemiştim. Kalbim dağlanırken ve kafamın içindeki tüm sesler aynı anda bana böyle bakma! diye haykırırken sadece izlemiştim. Belki de ilk kez kafamın içindeki sesler bile bir konuda aynı fikirdeydi, onlar bile Farah’a o bakışı yakıştıramamıştı.
Bir adama nasıl kötü hissettirilir, iyi biliyordu. O gece yaşanacakları bilemezdim ama o biliyordu. Şimdi her şey bir netlik kazanmıştı. Olmaması gereken en çirkin şekilde beni tuzağa düşürmüştü. Kaybettiğim bir sevkiyat umurumda bile değildi, benim sorunum ona kalkan, vuran, boğazına bıçak dayayan ve saçlarını acıtan elimleydi. Ve bir de bana olan o son bakışıylaydı. Hepsi bu.
Şermin tam bir şey söyleyecekti ki masasının üzerindeki kum saatini gösterdim. “Bize ayrılan sürenin sonuna geldik.” Ayağa kalkıp kapıya yürüdüğümde adımlarımı atmak bile güçtü. Dışarı çıkınca rahat bir nefes almıştım çünkü Şermin bu sefer beni çok zorlamıştı.
Bir alt kata inip odama girdiğimde Ali’yi görmek beni hiç şaşırtmamıştı, her gün eksiksiz beni ziyarete gelirdi. Onu kovsam bile hiç alınganlık yapmıyor ve ertesi gün yine beni görmeye geliyordu. Masanın üstündeki eşyaları görünce neredeyse gülecektim. Piç kurusu hiç eli boş gelmezdi.
Ali elinde çöp poşetini tutarak yerdeki kırık şeyleri topluyordu. Her gün buraya gelip odamı toplayıp temizlerdi ama ertesi gün geldiğinde daha büyük bir dağınıklıkla karşılaşırdı. Gece yarattığım enkazın kırık parçalarını toplarken bana ters duran sandalyeyi gösterdi. “Bir ayağı kırılmış, yenisini gönderirim.” Kırık olan sadece o sandalye değildi.
Dolaptan çıkardığım rakıyı alarak kendimi koltuğa bıraktım. Elimdeki şişeyi gören Ali’nin bakışları eleştireldi. Çöp poşetinin içine tıktığı boş içki şişelerini gösterdi. “Çok fazla içmeye başladın. Seni en son ne zaman ayık gördüğümü hatırlamıyorum.”
“Şu anda ayık olduğum için içmeliyim.” Rakının kapağını açıp kafama diktim. Boğazımda yakıcı bir sızı bırakan birkaç yudumdan sonra derin bir nefes almıştım. “Sarhoş olunca daha az düşünüyorum.”
“Yengeyi mi?”
“Hayır, ona yaptıklarımı.”
Ali çöp poşetini bir kenara bırakıp karşıma oturduğunda fazla ciddi görünüyordu. “Daha nereye kadar kendini suçlayacaksın?” Günlerdir bunu söylemekten hiç bıkmamıştı. “Bile isteye ona zarar vermedin.”
Başımı koltuğa yaslayıp boş gözlerle tavana bakmaya başlamıştım. “Sana söylediğim şu konuyu araştırdın mı?”
Sinirli gülüşünü duydum. “Abi gözünü seveyim biraz mantıklı ol. Bilmeden yaptığı bir hata yüzünden kimse hafızasını sildirmeye kalkışmıyor. Bilerek ona vurmadın, bu bir hataydı.”
“O siktiğim hatası bende ne kafa bıraktı ne de yaşama hevesi.” Tavandaki bu lamba biraz daha gözümü kamaştırırsa belasını sikecektim. “Ben elimi kökünden kesmeden bana bu işi yapan doktorları bul. O geceyi beynimden silsinler.” Tavana bakmayı bırakıp sinirli bakışlarımı ona diktim. “Üstesinden gelemiyorum lan, çıkmıyor aklımdan!”
Ali sıkıntılı gözlerle beni izliyordu ama bu konudaki kararımı kolay kolay değiştiremeyeceğini iyi biliyordu. “Hadi diyelim ki bu işi yapan doktorları buldum. Operasyon esnasında yaşanacak en küçük bir komplikasyonla sadece o geceyi değil, her şeyi unutabilirsin.” İmalı bir bakışla gözlerini gözlerime kenetledi. “İstediğin bu mu, onunla ilgili her şeyi unutmak mı?”
Bir şeyler söylemek için dudaklarım aralandı ama tek kelime edemedim. Ne evet diyebildim ne de hayır. Onu tamamen unutmak istiyor muydum, bilmiyordum. Bir gün bu olacaksa bile bir doktorun müdahalesiyle değil, kendi çabamla olmalıydı. Her nefesle daha çok öldürse de onu kendi içimde yavaş yavaş bitirmek istiyordum.
Acısını sindire sindire onu da diğer herkes gibi en derinlere gömmeliydim. Böylece tekrar bir yerlerde karşılaştığımızda canımı yakmayacak kadar onu sıradanlaştırmış olurdum. İstediğim tek şey buydu. Bana herkes gibi bakan bir kadını herkesten biri yapmak.
“Bilmen gereken bir şey var.” Ali biraz tereddütle bana bakmaya başlayınca henüz her şeyin son bulmadığını anladım. Bakışlarındaki bu çekingenlik Farah ile ilgili bir şeyler olduğunu gösteriyordu.
Ali ağzının içinde bir şeyler gevelemeye başınca sabırsızca öne doğru eğildim. “Söyle koçum.” Duyacağım hiçbir şey o gece yaşananlar kadar beni şaşırtamazdı.
Konuşmadan önce ayağa kalkıp yatağın üzerinde duran çantayı açtı. Çantanın içinde önce dizüstü bilgisayarı çıkardı hemen ardında da küçük bir kutu. Kutunun içinde çıkardığı şırıngayı ve bir şişe sakinleştirici serumu görünce küfrettim. “O ilacı almayacağım!” Sadece ölümcül krizlerde Ali’nin bana yaptığı bir serumdu çünkü diğer türlü beni durduramıyordu. Kendime zarar vermeyeyim diye bu serumu hep yanında taşırdı.
Ali beni hiç duymuyormuş gibi bir boğayı bile sakinleştirecek o serumu şırıngaya çekti. Şırıngadaki hava boşluğunu çıkartırken aynı zamanda, “Bunu kullanmazsan yeni gelişmeleri sana söylemem,” diye beni ikna etmeye çalışıyordu. “Kırmızı kod patron.”
Bu piç kurusu hayati önem taşıyan ağır krizlerime kırmızı kod ismini vermişti. Beni çok iyi tanıdığı için nelerin beni çıldırtacağını iyi biliyordu. Seruma ihtiyaç duyuyorsa demek ki duyunca kontrolümü kaybedeceğim bir şeyler vardı. Farah ve diğerlerinin tanık olduğu o krizler gerçekte yaşadıklarımın yanında hiçbir şeydi.
Kafamdaki tüm şarteller atınca nasıl bir canavara dönüştüğümü bir tek Ali ve Karun biliyordu. Kafamdaki sesleri susturacak bir ilaç bulamamıştım ama bana daha iyi hissettirecek ve beni yatıştıracak serumlar vardı. Bir delilik yapmamak için kaç gündür bu ilaçlarla kendimi uyuşturuyordum. Kontrolümü kaybedip onlara zarar veririm diye yeğenlerimin yanına bile gidemiyordum.
Beni mutlu eden tek gelişme Karun’un hayati tehlikeyi atlatıp yeniden uyanmasıydı. Karun hastaneden taburcu olalı günler olmuştu. Eskiye göre daha iyi olduğuna eminim. Bige’nin yanında eski sağlığına hızla kavuşacağını biliyordum. Karun uyanana kadar hastaneden hiç çıkmamıştım. Onun iyi olduğunu görünce daha fazla dayanamamış ve kendimi bu kliniğe kapatmıştım. Hayatım fazla boktandı.
Farah’ın yaptıklarından sonra kontrolümü yitirip bir çılgınlık yapmamak için gözlem altında tutulmalıydım. Ali şırıngayı bana uzatınca ona ters gözlerle bakarak gömleğimin kolunu yukarı topladım. Dönem dönem kullandığım uyuşturucuların iğne izleri gözüme çarpınca bir kez daha uyuşturucuya özlem duymuştum. Günlerdir yeniden kullanmamak için kendimle cebelleşiyordum. Sanki ihtiyacım olan tek şey buydu.
“Uyuşturucu kullanmanı istemiyorum.”
O yalancı kadının naif sesini kafamın içinde duyunca ona küfrederek serumu koluma enjekte ettim. “Onun nasıl hissedeceğini neden umursuyorsam!” Ne zaman uyuşturucu kullanmaya kalkışsam o sinir bozucu sesi hep kulaklarımda çınlıyor ve bana engel oluyordu. Yanımda değilken bile beni kontrol etmesinden nefret ediyordum.
Ağır sakinleştirici serumu enjekte ettiğimi gören Ali karşımdaki yerini aldı. Yatağımın kenarına otururken söyleyeceği hiçbir şeyin artık bana şiddetli bir kriz geçirtemeyeceğini biliyordu. Damarlarımdaki serum daha ilk dakikada sinirlerimi yatıştırmaya başlamıştı. Beni daha fazla bekletmeden ne söyleyecekse bir an önce söylemeliydi.
Ali bilgisayarı dizlerinin üzerine koyup tuşlara hızlıca basmaya başlamıştı. Bilgisayarı bana doğru çevirdiğinde ekranda gördüğüm şeylere bir anlam veremedim. Bu video kaydı kumarhanemde çekilmişti. Nevra ve Tahir’in, Ceylan ve Kamuran ile olan maçıydı bu. Gerçi ringdekilerde Ceylan ve Kamuran değilmiş. İçeriye gizlice sızan iki kişi onları etkisiz hale getirip yerlerine geçmişti.
Farah ile son olanlardan sonra onların kim olduğunu araştırmayı bırakmıştım ama anlaşılan Ali bu işin peşini bırakmamıştı. Ali hafifçe öne büküldüğünde sıkıntılı ifadesinde değişen bir şey yoktu. “Biliyorum bunu yapmamı benden istemedin ama son olanlardan sonra nasıl bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için onu araştırmalıydım.”
Eskiden olsa bu yaptığı için suratına sert bir yumruk geçirirdim çünkü Farah’ı araştırarak değil, onu ondan dinleyerek tanımak istemiştim. Şimdi her şey değiştiği için nasıl bir kadınla evli olduğumu bende merak ediyordum. Dizlerinin üzerinde duran bilgisayarı kenarlarında tutan Ali, “Abi yenge sandığımız gibi biri değilmiş,” dedi kısık bir sesle. “Detaylı bir şekilde araştırınca karşıma matematik hafızası çok güçlü bir kadın çıktı.”
“Başka?”
“İçine kapanık biri olduğu için ortak ders aldığı arkadaşları bile onun hakkında pek bir şey bilmiyor. Onun hangi bölümü okuduğunu bilmeyenler kızı bir matematikçi sanıyorlar ama aslında öyle değil. Şaşırtıcı bir derecede sayıların algoritmasına hâkim ancak bu dalda mezun değil.” Başını iki yana salladı. “Okuduğu bölüm bu değil.”
Kanıma karışan serum sinirlerimi yatıştırmaya başlamışken halsiz bir şekilde yerimde kıpırdandım. “Hangi bölümden mezun olmuş?” Bunu sorarken ara ara Ali’nin dizlerinin üzerinde duran bilgisayara bakıyordum. O maskeli kız bana çok para kaydettirmiş olsa da sağlam yumruk atıyordu. Nevra’ya nasıl sert darbeler attığını izliyordum.
Ali dudaklarını ısırarak başını eğdiğinde bekleyişim büyük bir sabırsızlığa dönüşmüştü. Başını hafifçe kaldırdı ve tepkimi ölçmek ister gibi gözlerini yüzüme kenetledi. “Yenge psikoloji bölümü mezunu.” Bir anda odanın içi sessizleşmişti. Ağır bir gerginlik tüm vücudumu ele geçirdiğinde hiç kıpırdayamadım ama bunun sebebi aldığım serum değildi. Bende felç etkisi yaratan şey Ali’nin dudaklarından dökülen birkaç kelimeydi. Farah bir psikolog mu?
“Öfke kontrolünü yapmalıyız. İzin verirsen bu konuda sana yardımcı olabilirim.”
“Nefes alışların çok düzensiz benimle nefes almalısın.”
“Benimle her şeyi konuşabilirsin, seni dinlerim.”
Ağır bir serumun etkisindeyken bile geçmişte söylediği bazı şeyler kafamın içinde canlanmaya başlamıştı. Boğazımda bir düğüm oluştu. Şu ana kadar hiç fark etmemiştim ama o, en başından beri bana hastasıymışım gibi davranmıştı. O yumuşak ifadesi, yatıştırıcı sesi ve kriz yönetimlerini bu kadar iyi yapmasının nedeni buydu, değil mi? Benim üzerimden pratik yapıyordu!
“Tıpkı bipolar ve şizofreni gibi senin narsist olduğunu da sanmıyorum.” O gün bana konulan teşhislerin yanlış olduğunu söylerken ne kadar da kendinden emindi.
Bu konuların uzmanlık alanı olduğunu bilmeden nasıl bu kadar çok şeyi bildiğini merak etmiştim. Tüm o ilaçların ne işe yaradığını biliyordu ama ben ondan hiç şüphelenmemiştim. Acemi bir psikoloğun ilk vakası ve onun kobay faresi olduğum aklıma bile gelmemişti. Ne düş kırıklığı ama. Ali endişelenerek bana bakıyordu bense öylece kalakalmıştım. Bu durumda ne denir ki, onu bile bilmiyordum.
Dışarıdan bakıldığında sessiz ve soğukkanlı göründüğüme eminim ama gerçekte olan şey olanların farkına varmamdı. Bir kadın tarafından nasıl değersizleştiğimle yüzleşirken patlayacak gibiydim. Yüreğimde öyle bir doluluk vardı ki sanki tek bir damlayla patlayacak ve paramparça olacaktım. Sani çoktan parçalanmamış gibi. Farah Tozlu, evet Tozlu çünkü artık onu soyadımla bağdaştırmıyordum. Farah Tozlu bende başlı başına bir hayal kırıklığıydı.
“Yaşadığın hayal kırıklığını anlayabiliyorum ama bana güvenebilirsin,” diyen sesi aklıma gelince kendi acınası halime gülmek istedim. Ona güvendik de ne oldu, en büyük kazığı o atmıştı. O tatlı sözleriyle beni nasıl da kandırmıştı. Konu o olunca belki de ben kandırılmaya fazla müsaittim.
Söylediği her şeye katıksız bir şekilde inanmış, ondan hiç şüphe duymamıştım. Farah benim nazarımda o kadar masum ve temizdi ki, onun bir melek olduğunu düşünürken oynadığı çirkin oyunu görememiştim. O bilgisizliği, saflığı ve hiçbir şey bilmeyen halleri bile yalandı. Onunla ilgili gerçek olan tek bir şey bile yoktu. Gün geçtikçe onun hakkında öğrendiğim her yeni şeyle nasıl bir kadın olduğunu daha iyi anlıyordum.
“Farah, dudaklarından çıkan her söze çok kolay inanıyorum çünkü bir tek senin dürüstlüğünden şüphe duymuyorum.” Geçmişteki konuşmalarımız aklıma gelince içim öyle bir acıdı ki, sanki tüm kemiklerim kırılıyordu. “Sana yalvarıyorum beni düş kırıklığına uğratma.”
“Gurur-“
“Yapma, Farah kaldıramam.” O gün benden hiçbir şey saklamaması için bir tek ona yalvarmadığım kalmıştı. Rol yapma yeteneği müthişti, usta bir oyuncuyla konuştuğumu bilmeden, “Sen benim kendimden bile sakındığım bir güzelliktesin,” demiştim. “Bana her şeyi yap ama sende beni kandırma.” Şimdi anlıyordum ki güzel olan ruhu değildi, bana yaşattığı yalanlardı. Ben bir yalana kapılmıştım.
Bu konuşmanın devamında ona, “Bilmem gereken bir şey var mı?” diye sormuştum ve benden birçok şey saklamışken hiç utanmadan, “Yok,” demişti. “Senden sakladığım hiçbir şey yok.” O gün nasıl da gözlerimin içine bakarak bunları söylemişti. Gözlerimin içine bakıp yalan söylerken yüzü bile kızarmamıştı. Bu kadının aldığı nefes bile yalandı.
Söyleyecekleri daha bitmemiş gibi Ali ayağa kalkıp odanın içinde yürümeye başlamıştı. Yatağın üzerine bıraktığı bilgisayarın ekranı bana dönük olduğu için video devam ediyordu. Ali’nin stresten attığı adımların bir rotası yoktu ama bir amacı vardı. Bakışlarını benden kaçırıp bana sırtını döndüğünde artık yüzünü göremiyordum. “Bilmen gereken bir şey daha var.”
Dayanamayıp bana döndüğünde vücudu kasılmış ve gözleri daralmıştı. Başıyla bana bilgisayarı gösterdi. “Ringde Nevra ve Tahir’in karşısına çıkan o maskeli iki kişiden biri Kılıç Aslan’mış.” Üzgün olduğunu gösteren bir kaş bükmesiyle, “Diğeri de senin karınmış,” dedi. Kalbimin sıkıştığını hissettim. Ali ne dediğinin farkında mıydı? Nevra’nın rakibi nasıl Farah olabilirdi?
“Senin o ağzın ne diyor lan!” Bir hışımla ayağa kalktığımda serumun etkisiyle yerimde sendelemiştim. Ayak parmaklarımdan başlayıp boğazıma kadar yükselen tuhaf bir his beni kıskıvrak yakalamıştı. O kafesteki Farah olamazdı, olmamalıydı! Sikeyim, her taşın altında çıkmamalıydı!
“Yanlışın var, Ali.” Histeri bir krizle başımı iki yana sallarken vücudumda dizginleyemediğim bir öfke başlamıştı. “O olmamalı çünkü ben kafesteki o kızın üzerine iki kişi saldım!”
Gözlerim bilgisayarın ekranına kaydığında maskeli kız da yukarıya bakıyordu. Tahir ona saldırınca yukarıya, yani benim olduğum locaya bakmıştı. Bilgisayara yaklaşıp onun yüzünü yakınlaştırdığımda sertçe yutkunmuştum. O gerçekten Farah’tı!
Benim bulunduğum locaya bakıyor ve Tahir’i durduracak bir şeyler yapmamı bekliyordu. Yapmamıştım, ringdekinin o olduğunu bilmeden sadece Nevra’yı değil Tahir’i de onun üzerine salmıştım! Farah’ın hissettiği hayal kırıklığını görmeye dayanamadığım için bilgisayarı alıp duvara fırlattım. Odanın içinde yürümeye başladığımda adımlarım bile odağını kaybetmişti.
Bir adım ileri bir adım geri giderken hissettiğim çaresizlik arttıkça omuzlarım geriliyordu. “Ne yaptım lan ben!” Sadece sevkiyatta değil, öncesinde de onu öldürmeye kalkışmıştım, öyle mi? Siktir, bu nasıl bir oyundu!
Ali panikleyerek bana doğru bir adım atıp, “Abi sakin ol,” demişti ki arkamı döndüğüm gibi yumruğumu duvara geçirdim. “Orada ölebilirdi!” O maçın her saniyesini izlemiştim. Orada ölebilirdi ve bunun tek suçlusu ben olurdum.
Korku tüm vücudumu ele geçirince parmak boğumlarımı kan revan içinde bırakacak yeni bir yumruk duvardaki çerçeveyle buluşmuştu. Melek ile ikimizin olduğu çerçeve ayaklarımın önüne düştüğünde parmaklarımın arasında sızan kanlar yere damlıyordu. O kafesin içine hangi cesaretle girmişti? Nasıl bu kadar aptal olabilirdi!
Kafamın içinde senin yüzünden, diyen bir ses beni delirtiyordu. Onu buna sen mecbur ettin! diyen başka bir ses çok acımasızdı. Daha kalın ama daha keskin bir ses, sen bir canavarsın! diye kaçtığım bir gerçeği yüzüme vurunca öfkeden haykırarak dolabın üstündeki tüm ilaçları yere serdim. Bundan kaçamazsın bu intikam oyununda sen bir tek ona zarar verdin dedi başka bir ses ve hemen ardından yeni bir ses, kabul et artık, dedi. Sen herkese zarar verecek kadar korkunç birisin!
Gerçek anlamda delirmiştim. Kafamın içindeki seslerden kurtulamadıkça odanın içindeki her eşyayı yere sermiş, sıktığım elimi defalarca duvara geçirmiştim. Elimin derisi kanadı, parmak boğumlarım her bir yumrukla duvarı biraz daha kanımla kirletti ama acısını hiç hissetmedim. Kalbimin tam ortasında öyle bir acı vardı ki, bu acıyı bedenimde değil, ruhumda hissediyordum.
Ne damarlarımdaki serum beni durdurabildi ne de Ali’nin girişimleri. Kafamın içindeki sesleri susturamadıkça çıldırmış bir şekilde etrafımdaki her şeyi kırıp dökmüştüm. Tasması olmayan kuduz bir itten farkım yoktu! Kumarhaneme sızıp işlerimi baltalaması zerre kadar umurumda değildi. Beni bu noktaya getiren şey benim yüzümden az kalsın ölecek olmasıydı! Duyduğum tüm bu sesler haklıydı.
Ben herkese zarar veren korkunç bir canavardım ama en çok ona.
***
Öğrendiğim son şeylerden sonra günün kalanında bok gibiydim. Yatıştırıcı serum bile kriz geçirmeme engel olamadığı için Ali buradaki doktorlardan yardım istemişti. Bana ne yaptıklarını hatırlamayacak kadar o esnada şuurumu yitirmiştim. Uyandığımda yatağa bağlıydım. Beni ilaçla kaç saat uyuttuklarını bilmiyordum ama o süre zarfında Ali bir kez daha odamdaki tüm dağınıklığı toplamıştı.
Biraz sakinleştiğimi gören doktorlar beni yatağa bağlayan kemerleri açmışlardı. Akşamüzeri gözlerimi açtığım için kendime gelmek için soğuk bir duş alıp Safiye’nin odasına gelmiştim. Safiye klinikteki arkadaşlarımdan biriydi. Seksenine merdiven dayayan bipolar hastası bir kadıncağızdı. Otuz yıl önce kocası, kızı yaşındaki biriyle kaçtığından beri kendini toparlayamamıştı.
Safiye’de en sevmediğim şey odasıydı çünkü onun odası çiçekler ve dantellerden oluşuyordu. Odasının her yerinde mutlaka bir saksı vardı ve her eşyanın üzerine bir dantel atmıştı. Odamdaki birkaç içki şişesini getirmiş, onunla kafaları buluyorduk. Bir yandan tavla oynuyor, bir yandan da içiyorduk. Bu gece Safiye’nin odasının kapısını kilitlememeleri için doktordan müsaade almıştım. Burada kalan hastaların geceleri klinikte dolaşmaları sakıncalı olduğu için herkesin kapısını kilitliyorlardı. Benimki dışımda.
Safiye’nin bakıcısı gece on ikiye kadar bize izin vermişti. Saat on iki olduğunda odamda olmam gerektiğini ve Safiye’nin kapısını kilitlemek için geleceğini söylemişti. Tek şartı bu değildi. Bu gece için ikimizin de taşkınlık yapmasını istemiyordu ve en önemlisi odamdaki içkileri hiçbir hastaya vermemi istemiyorlardı.
Kliniğe yaptığım bağışlar yüzünden beni kısıtlayamıyorlardı ama diğer hastaları tehlikeye atacak bir şeye sebep olmamalıydım. Buna müsaade etmezlerdi. Bu kliniği en çok bu yüzden seviyordum çünkü sırf param için istediğim gibi at koşturmama izin vermezlerdi. Eğer bir hastanın hayatını tehlikeye sokacak bir şey yaparsam sonum tecrit odası olurdu.
Tecrit odasıyla bir sorunum yoktu hatta en sevdiğim yer olabilirdi. Hiç olmazsa orada kendime ve başkalarına zarar vereceğim şeyler yoktu. Buradaki tüm hastaların korktuğu tecrit odası benim en sevdiğim yerlerden biriydi. Kriz esnasında birilerine zarar vermediğim her yeri sevebilirdim.
Safiye’nin odasındaki küçük teypten sırasıyla şarkı çalarken tavla tahtasına boş gözlerle bakıyordum. Odasında bir masa olmadığı için yere oturmuş rakı içerek tavla oynuyorduk. “Safiye ataysun artık şu zarlari,” dedim bıkkınca. “Avucunda yonttuğun yeter da gönder gelsun.”
Safiye hayatının oyununu oynuyormuş gibi dudaklarında bir gülümseme, ihtiyar gözlerinde bir ışıltı vardı. “Bir tane daha düşeş yakalarsam senin taşlarını da bar’a gönderirim.” Heyecanı beni güldürmüştü. Bu oyunu bu kadar ciddiye alacağını bilseydim onunla hiç tavla oynamazdım.
“Bir konuda hakli olduğuni inkâr etmeyeceğum.” İç çekerek yanımdaki rakı şişesine uzandım. “Tavladaki bar’a olmasa da gitmek isteduğum tek yer gerçek bir bar ama gidemeyim.”
Kırışıkların çevrelediği dudaklarında geniş bir gülümseme oluştu. “Birlikte gidelim barlara.” İhtiyar yüzü heyecanla aydınlandığında gözlerinde büyük bir coşku vardı. “Gecelere akalım Gurur’cuğum.”
Başımı geriye atarak yüksek sesle güldüm. “Fazla içmemen şartuyla bunu düşüneceğum.” Yanımda seksen yaşındaki bir nineyle gece kulübüne gitsem eminim kimse şaşırmazdı çünkü benden her şeyi beklerlerdi.
Safiye avucunda tuttuğu zarları biraz daha salladı ve daha sonra elinin üstünü öperek zarları tahtaya attı. Üst üste ikinci kez ona altılı gelince ellerini yukarı kaldırıp, “Düşeş!” diye bağırınca güldüm. Şanslı kadındı.
Zarları alıp biraz salladıktan sonra attığımda tek sayıların kombinasyonuyla karşılaştım. “Aha gör bu uşağı, Safiye,” diye ona attığım taşları gösterdim. “Attuğum taşlar da hayatum gibi hep yek.”
Safiye sırıtarak kendi taşlarını ilerletirken teselli vermekten pek anlamıyordu. “Daha oyun bitmedi hemen karamsarlığa kapılma.”
“Ben kendum bir oyunun içindeymişum, napacağum birkaç taşi” Rakı şişesini kafama dikip sert yudumlar aldıktan sonra elimin tersiyle ağzımı sildim. “Bazen heç beni dinlemeduğuni düşüneyim.”
Rakıyı doldurmam için porselen fincanını bana uzatırken ihtiyar gözlerinde o ezbere bildiğim parıltı oluştu. Tam bir şey söyleyecekti ki hemen onu susturdum. “Gülperi dersen giderum bak.” Günlerdir dilinde düşürmediği torunuyla tanışmaya hiç niyetim yoktu. Kendi perimizin üstesinden geldik de onunkisi kalmıştı. Gerçi bizdeki de peri değil, süpürgesiz cadıymış, o apayrı bir mevzuydu.
“Gülperi demeyecektim.” Fincanına biraz rakı koyduğum için Safiye kraliyet kadınlarına yakışır bir şekilde rakıdan küçük yudumlar aldı. Fincanı tutuşunda bile ayrı bir zarafet vardı. “Dışarıda tek bir bakışına peşinden koşacak çok kız var.” Dudaklarına bulaşan rakıyı emdiğinde haylaz bakışları fazla işgüzar bakıyordu. “Değerini bilmeyen bir kız için kendini yıprattığın yeter. Dışarıda ondan daha iyi kızlar var.”
“Safiye sen bu uşağı hiç anlamaysun.” Daha şimdiden ikinci şişenin yarısına geldiğim için beynim uyuşmuş gibiydi. “Ben istemeyim başka kiz, benimki bağa yeter da.”
“E seninki de ağzına sıçmış.”
“Valla senle anlaşamayik, çıldıracağum. Bağa yaptuklarunda değulum, benim derdum yalan söyleyup beni kandirmasi. Bu kiz yumruk atayi da, yumruk! Hani bilmeydi?” Düşündükçe kafamı duvarlara vurasım geliyordu. Her konuda beni ayakta uyutmuştu.
“Ona kenduni savunmayi öğretmeye kalkuştuğumda bilmeyim dedi, kum torbasuna bile vuramadi.” Parmaklarımı saçlarıma geçirip her bir tutamı sinirle çekiştirdim. “Kumarhaneme kadar sızmıştur, sadece sızmakla kalmadi bir de ringe çıkmuş.” Ona kendimi gösterdim. “Gözümun önunda iki kişiyi yere serdu da. Benim haberum bile olmadi!”
Dert ortağım olan hain kadın gülüşünü bastırmaya çalışırken şekilde şekle giriyordu. Gülmemeye çalıştıkça dudakları daha çok titriyordu. “Sence de onu fazla düşünmüyor musun?”
“Bir yalancunun nesuni düşünecek mişum?” Baygın gözlerle ona yandan bir bakış atıp önüme döndüm. “Derdum büyüktür, Safiye üstüme gelmeysun. Ben oni gözümden sakinaydim bu yaptuği heç oldi mi?”
Safiye beni destekleyerek başını salladı. “Ayıp etmiş.”
“Hem de en büyüğünden etmiştur ayıp.” İçli bir nefesten sonra elimdeki zarları sallamaya başladım. “Ha sen söyle bağa Safiye’ciğum,” dedikten sonra zarları attım. “Şimdi ben bu kizi öldürsem hâksiz miyum?”
Safiye çoktan sarhoş olmaya başladığı için baygın gözlerle beni izlerken ikinci kez beni onayladı. “Sana çok büyük yanlış yapmış bence ondan kurtulmalısın.”
“Sorunumuz tam olarak budur, kurtulmak da istemeyim.” Kendimle ne yapacağımı hiç bilmiyordum. İçkiden sert yudumlar aldıktan sonra nefesimi sesli bir şekilde verdim. “Ne kurtulabilim ne de unutabilim. Söyleyesun bu uşağa şimdi napacağum ben?”
Attığı son zarlardan sonra Safiye zaferini kutlayarak taşlarını ilerletirken ben demiştim dercesine bakıyordu. “Sana dedim boşa o kızı, gel benim torunu al. Gülperi olsa seni hiç üzmezdi.” Yine mi Gülperi? Sırf Safiye’yi susturmak için o kızı bulup evlendirmek istiyordum.
Esnememek için kendimle cebelleşirken, “Uykular da artık haramdur,” diye kaderime küfrettim. “Ne halt edeceğumi heç bilmeyim.” Benden uykularımı çalan o vicdansız eminim şimdi yatağında mışıl mışıl uyuyordur.
Safiye fincanındaki tüm rakıyı içtikten sonra doldurmam için bana uzatınca ona olan bakışlarım hoşnutsuzdu. “Safiye yine fazla içeysun sonra çarpmasun?” Onu zil zurna sarhoş edersem hemşiresi canıma okurdu.
Bu sefer fincanına çok az içki koymuştum. Bir yudum aldığında derdi benden daha büyükmüş gibi içini çekmişti. “Boş ver Gurur’cuğum bize çarpan çarpmış zaten.”
“Ah ulan Nemrudun Kızı!”
“Topraklara gelesin, Remzi!”
“Selam gençler!” diye bir ses duyduğumda bir an boş bulunup irkilmiştim. Başımı tavladan kaldırıp yavaşça kapıya döndüğümde onları görmeyi beklemiyordum. Sarhoş olduğum için hangi ara içeri girdiklerini bile anlamadığım davetsiz misafirlerimize bakıyordum. Karun, Bige, Duha, Kenan ve Kadem buradaydı. Bu saatte bunların burada ne işi vardı?
Safiye bir anda odasında bu kadar çok kişiyi gördüğü için korkmuştu. Bana onları gösterdiğinde kadının beti benzi atmıştı. “Kim bunlar?”
“Bilmeyim.” Onu korkuttukları için her birine ters gözlerle bakıyordum. “İpini koparan buraya geliy da.”
Bige’nin kaşlarının arası çatıldığında her an kafama bir şeyler fırlatabilirdi. “Düzgün konuş be, köpek miyiz biz!” Bana kızarak kapıya yürüdü. “Seni dışarıda bekliyoruz çabuk gel.”
Hepsi dışarı çıkınca üşenerek ayağa kalktım. Her şey etrafımda döndüğü için dengemi korumaya çalışarak Safiye’nin kalkmasına da yardım etmiştim. Uyumadan önce alması gereken ilaçlarını ona verdikten sonra yatağına girmesini sağladım. Battaniyeyi üzerine çektiğimde dalga geçercesine güldü. “Bana masal da oku tam olsun bari.”
Gülümseyerek başımı iki yana salladım. “İşte bunu yapamam.” Aklıma gelenlerle gülüşüm dudaklarımda solmuştu. “Okuyacağım tüm masallar bir zalime zimmetli.”
“Benden başka bir kadına masal okursan bu iş biter,” demişti. Sonuçta yaşlı da olsa Safiye’de bir kadındı.
Safiye’yi yatağına yatırıp dışarı çıktığımda bizimkiler beni bekliyordu. Doğru düzgün hiçbirinin yüzüne bakmadan sarhoş ayaklarla kendi odama yürüdüm. Odaya girip ışığı yaktığımda hepsi odada gördüğü dağınıklığa inanamayan gözlerle bakıyordu. Ali bu odayı ne kadar toplarsa toplasın bir şekilde dağıtıyordum. Yaşadığım yerde benim gibi paramparçaydı.
Kendimi bir koltuğa bıraktığımda uzanıp koltuğun yanındaki içki şişesini aldım. Odamın her köşesinde bir içki şişesi bulmak mümkündü. Karun sırtını duvara yaslayarak beni izlerken mavi gözleri sitemli ve kızgın bakıyordu. “Ne bu halin?” Onu en son gördüğümden daha iyi görünüyordu.
Başımı koltuğa yaslayıp gün içinde defalarca baktığım ve nefret ettiğim çirkin tavanı izlemeye başladım. “Ne varmış halimde?” Güldüğümde gülüşüm mutluluktan çok uzaktı. “Keyfim yerinde benim.” Düşündüğümden daha fazla içmiş olmalıydım çünkü doğru düzgün konuşamıyordum. Kelimeler dilime dolanıyordu.
“Sorun uyku problemin mi?” Duha’nın sesini duyduğumda bile gözlerimi tavandan ayırmamıştım ta ki, “Yoksa asıl sorun Farah mı?” diyene kadar.
Onun ismini duymaya bile tahammül edemediğim için vücudumda şiddetli bir elektrik akımı oluştu. Çarpılmışım gibi çatık kaşlarla Duha’ya döndüğümde her an bir delilik yapabilirdim. “Benim yanımda onun adını anmayın!” Günlerdir etrafımdaki kimse onun adını söylemeye cesaret edemiyordu. Kendi iyilikleri için söylememelilerdi de!
Kadem olacak kuş beyinli gerzek soru soran gözlerle, “Kimin adı yasaklı?” diye Kenan’a döndü. “Farah’ın mı?” Bu piç eceline mi susamıştı?
“Farah deme lan herif cin çarpmışa dönüyor!” Kenan onu tersleyerek iyi bir halt yemiş gibi bana döndü. “Sen rahat ol Farah demeyeceğiz?” Dememiş hali bu muydu?
“Farah’a Farah demeyecek miyiz?” Beynini kahvaltıda yiyen gerzek, yani Kadem yerdeki boş şişelerden birini tekmeleyerek odanın içine yürüdü. “Peki, Farah’a ne diyeceğiz?” Şakasız tüm şarjörü beynine boşaltabilirdim!
Akıl konusunda Kadem’den bir farkı olmayan Kenan, “Farah dışında her şeyi diyebiliriz,” dediğinde başına geleceklerden habersizdi. “Ama Farah demeyeceğiz.” Bunu bilerek mi yapıyorlardı?
“Siz salak mısınız? Onun yanında Farah’tan bahsetmeyeceğiz, bunun nesini anlamıyorsunuz?” Duygularıma tercüme olan Bige ikisine kızınca rahat bir nefes aldım. En azından içlerinden biri daha akıllıydı. “Farah’a Farah demeden de bir şeyler söyleyebiliriz.” Sözlerimi geri alıyorum!
Bu üçü daha şimdiden sinirlerimle oynamaya başlamışken Karun kafası karışmış bir halde Duha’ya döndü. “Neden Farah’a Farah demiyoruz?” Hepsinin ecdadını sikmek üzereydim!
Duha dudaklarını büzdüğünde onun da gözlerinde aynı soru işareti vardı. “Neler olduğunu bende bilmiyorum ama biz Farah dedikçe bu piçin rengi değişiyor. Bir süre Farah’a Farah demeyelim.” Yemin ederim hepsini mermi manyağı yapmak üzereydim.
Sinirden parmaklarımın arasındaki içki şişesini sıkarken Karun yüzünü buruşturarak, “Ne diyelim lan kıza?” diye sordu. “Cemşid falan mı?” Ciddi bir konuda fikrini belirtiyormuş gibi başını iki yana salladı. “Farah’a Cemşid demem.”
“Oğlum Farah ile Cemşid’i nasıl bağdaştırdın?” Duha güldüğünde kontrolümü kaybetmeme ramak kaldığını bilmiyordu. “Bari Faysal falan diyelim kıza, hem Farah ismiyle de uyumlu.”
Daha fazla dayanamayıp şişeyi sert bir şekilde onlara fırlattığımda ikisi son anda başını eğmişti. Şişe arkalarındaki duvara çarpıp paramparça olduğunda Karun ve Duha önce korku dolu gözlerle duvardaki ize baktılar ve daha sonra da birbirlerine. İkisi yutkunarak aynı anda, “Farah’a Farah demiyoruz!” dediklerinde Bige gülerken ben bir küfür savurmuştum. “Orospu çocukları size kaç kere daha az yan yana gelin diyeceğim! Birlikteyken beyniniz işlevini kaybediyor!” Yan yana geldiklerinde bunlardan daha salağı olmuyordu.
Bir hışımla ayağa kalktığımda iki dakikada bana yaşattıkları öfkeyle cebelleşiyordum. Sinirden çenemi sıkarken gözlerimin önü kararmaya başlamıştı. “Bir kez daha benim yanımda o ismi kullanırsanız Allah yarattı demem, gırtlağınızı sikerim!” Bilerek üzerime oynamasalar iyi ederlerdi.
Bige bu sefer pot kırmadan ılımlı bir sesle, “Ne yaptı sana o ismi yasaklı kız?” diye sordu. “Seni bu kadar kızdıracak ne yapmış olabilir?”
Kendimi kalktığım koltuğa bırakırken vücudumdaki öfke yerini derin bir suçluluk hissine bırakmıştı. Uzanıp koltuğun diğer yanında duran içki şişesini aldım. “Onun yaptıklarının bir önemi yok.” Pişmanlığını çektiğim şey ona gösterdiğim iltimas değildi. “Mevzu benim yaptıklarım.”
Karun oturacak düzgün bir yer ararken meraklı bakışları benim üzerimdeydi. “Ne yaptın?” Bunu sorarken Bige’nin yanına, yani yatağımın kenarına oturmuştu. “Kıza ne yaptın?”
Elimdeki şişeyi kırmak ister gibi sıkarken tek söylediğim, “Onu incittim,” demek olmuştu. “Ona vurdum.” Bunu sesli söylemek bile tüm parmaklarım kırılana kadar bir yerlere yumruk atma isteğimi arttırıyordu. Bugün birkaç parmağımı eklem yerlerinden çatlatmış olmam umurumda değildi. “O olduğunu bilmeden canını yaktım!” Nasıl bu kadar ileri gidebilmiştim, aklım almıyordu.
Son söylediklerim herkesi susturmaya yetmişti. Odadaki hava bir anda herkes için boğucu olmaya başlamıştı. Hepsi birbiriyle göz göze geldiğinde Karun’un tepkisi en sarsıcı olandı. Boynundaki nabzı atarken çatık kaşlarla, “Sikeyim!” diyerek sert bakan gözlerini bana dikmişti. “Kıza vurdun mu lan!” Oturduğu yerden ayağa fırlayıp üzerime yürüdüğünde suratımı dağıtmak ister gibiydi. Bunu yapmasını isterdim çünkü hakkediyordum. “Yaptın mı bunu!”
Daha Karun bana ulaşmadan Duha hemen onu durdurdu. Karun’un koluna yapışıp onu geri çekmeye çalışırken, “Önce bir anlayıp dinleyelim,” dedi ancak Karun onu sertçe itmişti.
Ona engel olmaya çalıştığı için tüm hırsını Duha’dan çıkarmak ister gibi yumruğunu sıkıyordu. “Sence bunun mantıklı bir açıklaması olabilir mi?” Yumruk yaptığı eliyle beni gösterdi. “Sebep ne olursa olsun karısına el kaldıran birini bana savunmayın!” Keşke haksız olduğunu söyleyebilsem ama onunla aynı fikirdeyken savunulacak bir yanım yoktu.
Bana ulaşmasın diye Duha onun önünde dururken meraklı bakan gözlerini bana dikti. “Bunu neden yaptın?”
Ona cevap vermeden önce kendimi alkolle zehirlemek ister gibi rakıdan büyük yudumlar aldım. “Onun kim olduğunu bilmiyordum.” İçtiğim rakı boğazımı yakıp ciğerlerimi talan ederken omuzlarım çökmüştü. “Her yer zifiri karanlık ve sisti.”
Başımı ağır ağır sallarken o gece yaşanalar gözlerimin önünde canlanıyordu. “Bunun olmasından korktuğum için yola çıkmadan önce onu aramıştım. Bir sevkiyatı baltalayıp Ümit’i bitirmeyi amaçlıyordum. Oraya kızını bizzat göndereceğini tahmin bile edemezdim.” En önemlisi Farah’ın oraya geleceği aklımın ucundan bile geçmemişti.
“Yine de içime bir kurt düştü ve onu aradım.” Onlara olanları anlatırken hiçbirine bakamıyordum. Yaptıklarımdan sonra kimseye bakacak yüzüm yoktu. “Bana evde olduğunu söylemişti.” Bakışlarım yara bere içinde kalan elime kaydığında kalbim sıkışmıştı. Ben bu elle ona vurmuştum. “Karanlıkta kiminle dövüştüğümü bilmiyordum veya onun karım olduğunu…” Nasıl o olduğunu anlayabilirdim ki, bu kadar iyi dövüşebildiğini bile bilmiyordum.
Hakkını yiyemem sıkı yumruk atıyordu. Bu bilgi normalde beni çok mutlu ederdi hatta göklere çıkartırdı. Farklı şartlarda karımın kimseye muhtaç olmadığını ve kendini savunabildiğini öğrenseydim bu beni çok mutlu ederdi. Ancak şimdi zerre kadar mutlu değildim çünkü öğrenmemem gereken en hazin şekilde gerçekleri öğrenmiştim.
“Nasıl anlamadın?” Karun’un şaşkın sesiyle başımı kaldırınca şimdi o kadar da sinirli görünmüyordu. Yüzündeki afallamış ifadenin nedeni duyduklarının şokunda kaynaklanıyordu. “O dövüşmeyi bile bilmez, karın olduğunu nasıl anlamadın?”
“Sandığımızın aksine iyi silah kullanıyormuş ve yakın dövüşte de çok iyiymiş.” Tüm bunları hiç istemediğim bir şekilde öğrendiğim için fazla hissizdim. “Onun hakkında bildiğimi sandığım her şey yalanmış.” Nasıl bu kadar iyi rol yapabilmişti, hayret ediyordum. Oysaki hep içi dışı bir sanmıştım. Ne büyük yanılgı ama.
Bige gözlerini kırpıştırarak tuhaf bir sesle, “Kokusundan da mı anlamadın?” diye sordu.
Alkolden dolayı bakışlarımı bir yerde uzun süre tutamadığım için odanın her köşesine soğuk gözlerle bakıyordum. Nereye bakarsam bakayım bir şekilde son durağım hep sağ elim oluyordu. “Kendi gibi kokmuyordu.” O gece onda aldığım koku alıştığım o kokusundan çok farklıydı. “Ona vurdum.”
Dizimin üzerinde duran elimi sıktığımda sesim çok cılız çıkmıştı. “Saçlarını incittim ve boğazına…” Siktir, bunu gerçekten yapmıştım! “Bir bıçak yasladım.”
Gözlerimi kapatarak onun hayalinden kurtulmaya çalıştım ama hiç işe yaramıyordu. Farah her yerdeydi. “Karının orada olduğunu bilseydin yine gider miydin?” Bunu soran Karun’du.
Eğer biraz ayık olsaydım onlara yalan söyleyip evet derdim ama damarlarımdaki yoğun alkol yalan söylememe engeldi. Yenilgi içinde omuzlarım düştüğünde, “Hayır, gitmezdim,” diye gerçeği itiraf ettim. “Sahadaki rakibimin karım olduğunu bilseydim yolundan çekilirdim.” Onun tek bir saç teline zarar vermektense, kazanmasına göz yumardım.
Durmaksızın hep aynı şeyleri anımsıyordum. Neredeyse onu öldürmek üzere olduğum gerçeği bana işkence ediyordu. Orada en küçük bir zayıflık gösterseydi bıçağım boynunu kesmiş olacaktı. Onda en sevdiğim şeylerden biri boynuyken bıçağım plansız bir şekilde onun boynundaki yerini almıştı. Ya bana engel olmasaydı ve her şey bittiğinde ayaklarımın önündeki cesediyle karşılaşsaydım? Düşüncesi bile kanımı donduruyordu.
Ve saçları… Yumruğuma dolayıp asıldığım o saçlarının tek bir telini yere atmasına bile dayanamazdım. Saçlarını her taradığında yere düşen saçlarını ben toplardım. Üzerine basmaya bile kıyamadığım o saçlarına yaptıklarım ne olacaktı? Bana kızıp saçlarını kesmezdi, değil mi? Bu ihtimal günlerdir bana nefes aldırmıyordu. Eğer saçlarını keserse veya kesmişse ne yapardım, hiç bilmiyordum.
Burnumun direği sızladığında içimde peyda olan acının yangını gözlerime vurmuştu. Bir konuda ricacı olarak Bige’ye bakıp, “Onunla konuşursan…” diye iç çektim. “Yalvarırım söyle ona saçlarını kesmesin.” Buna dayanamazdım.
Herkes kaskatı kesilerek birbirine baktığında bunları duymayı beklemiyorlardı. Onun saçlarını bile önemsiyor olmam hepsini hayrete düşürüyordu. “Gurur.” Bige oturduğu yerde biraz öne eğilerek benimle göz kontağı kurdu. Kahve gözlerindeki ima can sıkıcıydı. “Sen bu kızı seviyor musun?”
Beynimden vurulmuşa dönerek kaşlarımı çattım. Söylediklerimden bunu mu anlamıştı? Sinirlenerek ona odamdaki enkazı ve duvardaki kanları gösterdim. “Beni bu hallere düşüren kızı bir de seveceğim, öyle mi?” Bundan daha büyük bir saçmalık olmazdı. “Gözüm görmesin o yalancıyı!”
“Harika.” Bige’nin kahve irisleri ışıldadığında bana kocaman gülümsedi. “O kızı zaten gözüm hiç tutmamıştı.” Odadaki herkesi şoke etmeyi başarmıştı. “Düşman kızından bize iyi bir gelin olmazdı.” Duymayı beklemediğim sözlerle ona tuhaf bakışlar attığımda Bige’nin keyfine diyecek yoktu. “Daha nasıl giyindiğini bile bilmeyen zevksiz biri.”
Konu Farah’ın nasıl giyindiği değildi! Susması için uyarı dolu gözlerle Bige’ye bakıyordum çünkü sabrımı zorlamaya başlamıştı. “Gayet iyi giyiniyordu ve oldukça zevkliydi.”
Bige abartıyla gözlerini devirdi. “Sürekli sweatshirt ve pantolon giymek onu zevkli yapmaz.”
“Ona yakışıyordu!” Kim ne derse desin, giydikleri ona yakışıyordu.
Farah’tan bahsederken Bige’nin yüzünde oluşan o küçümseyici bakış beni kızdırmaya başlamıştı. “Fazla sünepeydi.”
“Sen onu bir de sevdikleri söz konusuyken gör.”
“Kekelemeden iki cümleyi bir araya getiremiyordu.”
“Benim yanımda fazla konuşkandı.” Yalnız kaldığımızda ondan daha gevezesi olmazdı.
Bige sinirlerimi bozmaya devam ederek alaycı bir üslupla, “İnsan içine çıkamayan bir yabaniydi,” dedi. Ya sabır!
“Siktiğim insanların içine çıkmak zorunda değildi!”
“Güzel değildi bir kere.”
“Sorsana bana ondan güzeli var mı diye!”
“Yanına bile yakışmıyordu.”
“Ondan başka kimse yanıma yakışamazdı!”
“Sen bu kıza aşıksın!” Son söyledikleriyle Bige orta sahadan kaleme gol atmış gibi sırıtırken öylece kalakalmıştım.
Ona aşık değilim demeyi istedim ama alkolden midir, bilmem tek kelime edemedim. Herkes susmuş beni izlerken hiçbir şey yapamıyordum. Konuşursam kaçtığım bir gerçekle yüzleşirim diye dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırmıştım. Kaçtığım asıl şey neydi? Farah mıydı yoksa bir türlü kabul etmek istemediğim hislerim miydi? Gerçekten ona aşık mı olmuştum yoksa herkes böyle söylüyor diye bundan kaçmak mı istiyordum?
Aklım karmakarışıkken hiçbir şeyden emin olamıyordum. Emin olduğum tek bir şey vardı ve o da ona âşık olmak istemediğimdi. Hayatımın içinden geçen bir kadına aşk gibi özel hisler beslememeliydim. Hayır, ona aşık değildim. Aşk bu kadar karmaşık bir his olamazdı. Ben aşkı bilmeyen bir adam değildim çünkü daha önce de âşık olmuştum hem de birçok şeye.
İlk aşkım bir erik ağacıydı. Erikten nefret ederdim hatta eriğe tikim vardı ama bahçemizdeki o ağaca âşık olmuştum. Her açıdan imkânsız bir aşktı ama çocukken insan mantıklı düşünemiyordu. Karun ve Çağıl’ı o ağacın yanına yaklaştırmayacak kadar kıskanç bir çocuktum. Ne yazık ki kafalarımız pek uyuşmadığı için bir süre sonra erik ağacından ayrılmıştım. Beni hiç anlamamıştı.
Daha sonra oyuncak arabama âşık olmuştum ama o da çok hızlı gidiyordu. Bence ilişkimizi biraz ağırdan almalıydık. Defne’nin oyuncak bebeğine de âşık olmuştum ama onunla da uzun soluklu bir ilişkimiz olmamıştı çünkü çok dırdır yapıyordu. Altı ayı geçmeden ondan da ayrılmıştım. En uzun soluklu ilişkilerimden biri de kendimle olandı.
Kendime âşık olduğumda bu dört yıl sürmüştü ve bence en iyi ilişkim buydu çünkü kendime pek sorun çıkarmıyordum. Üstelik iyi de anlaşıyorduk. Kafalarımız uyuşuyordu ve zevklerimiz aynıydı. Şimdiki aklım olsaydı kendimden hiç ayrılmazdım ama o yıllarda ilişkimizin çok monotonlaştığını düşünmüş ve kendimi terk etmiştim. Konunun özeti ben aşkı biliyordum.
Üstelik daha sonra Sezin öğretmene ve Leyla’ya da âşık olmuştum. Demek istediğim aşk hayatım sandıklarının aksine çok yoğundu. Durum böyleyken Farah’a âşık olsaydım bunu anlamaz mıydım? Farah’a hissettiklerim çok farklı ve bambaşka bir şeydi. Bir oyuncak arabadan bulamadığım, erik ağacından hiç olmayan, bir bez bebeğin hissettiremeyeceği bir şeydi bu. Kendimde bile bulamadığım farklı bir heyecandı.
Sezin öğretmenin bana asla veremeyeceği bir duyguydu ve Leyla’nın yanında bile tatmadığım bir histi bu. Farah’ın bana hissettirdikleri sıra dışı ve çok yeni bir şeydi. Hangisi aşktı? Bir zamanlar diğerlerine karşı hissettiklerim mi yoksa Farah’ın bana hissettirdikleri mi gerçek aşktı? Farah’tan boşanmayı düşünürken bu sorunun cevabını bilmek istemiyordum.
Bige bir dedektif edasıyla nefes bile almadan yüzümdeki değişimleri izlediği için bakışlarımı kaçırdım. “Şu sikik varsayımlarınla canımı sıkma.” Fikirlerini kendine saklamalıydı.
“Kimse sevmediği birini körü körüne savunmaz,” diyen Bige beni köşeye sıkıştırmaya kararlıydı. “Ona kızgınken bile toz konduramıyorsun çünkü ona aşıksın.”
“Sen bakma Saka’ya her zamanki gibi abartıyor.” Karun’un telaşı az kalsın beni güldürecekti. İfadesi korkmuş gibiydi. “Düşman kızına âşık olacak kadar aptal değilsin.” Karun çocukluktan bu yana aşk hayatımla ilgili tüm skandalları iyi bildiği için birine veya bir şeylere âşık olmamı istemezdi. Böyle anlarda onun başına bela olduğum için telaşlanması normaldi.
Duha’da Karun’u destekleyerek beni manipüle etmeye çalışırken o da ürkmüş görünüyordu. “Sen aklı başında bir adamsın, intikam için evlendiğin kıza bakmazsın.”
“Ben mi aklı başındayım?” Bu ikisinin benden bu kadar çok korkması beni güldürdü. Sesli bir şekilde gülerek Duha’ya bulunduğumuz yeri gösterdim. “Bir klinikteyim orospu çocuğu, bana hangi akıldan bahsediyorsun?”
Yeterince canımı sıktıkları için artık hepsinden kurtulmak istiyordum. Ağzımı bir karış açarak esnerken gitmelerini istediğimi fazla belli ediyordum. “Siktirin gidin kimseye aşık değilim.” Onları kovarak kapıyı gösterdim. “Uyumak için morfin alacağım, rahat bırakın beni.”
Neyse ki daha fazla uzatmadan hepsi gitmişti. Tabii gitmeden önce Bige birkaç tavsiye vermeyi ihmal etmemişti. Onu doğru düzgün dinlemediğim için açıkçası ne söylediğini bile anlamamıştım. Sanırım onların yaptığı hataları yapmamız için birkaç uyarıda bulunmuştu. Hepsi beni yalnız bırakınca morfin şişesini açarak tekrar koltuğa yığıldım. Üzerimi değiştirmeye üşenmiştim tıpkı yatağa girmeye üşendiğim gibi. Doğuştan tembel ve üşengeç bir adamdım.
Elimdeki morfin şişesine bakarak yüzümü buruşturdum. “Uyumak için morfinden medet umuyoruz. Düştüğümüz şu hale bak!” O kız karşıma çıkmasa iyi ederdi.
Yorumlar