Roman
  • 01/12/2025

27-NEMRUDUN KIZI

“Yanımdayken dilimden eksik etmediğim bir duayken, yokluğunla nasıl üzerimdeki bedduaya dönüştüğünü anlamış değilim.”


Gurur Kalender

Hiçbir yere sığamadığım için gittiğim her yerde boğuluyordum. Onu aklımdan çıkarmanın hiçbir yolu yoktu. Aradan kaç gün geçerse geçsin bıraktığı acıdan bir gram eksilme yoktu. Bugün klinikte bile duramamıştım. Her şey üstüme üstüme gelirken onsuz nefes alamıyordum. Hangi ara bu kadar bağlandım, bunu bile bilmiyordum. Bana ne yapmış olursa olsun içimdeki özlem duygusunu bastıramıyordum. Bu çok sikik bir durumdu.

Bu akşam deniz kıyısındaki küçük bir meyhaneye gelmiştim. Denizin tuzlu kokusunu soluyacağım kadar denize yakındı. Burası çok sık geldiğim bir meyhane olduğu için buradaki herkesi tanırdım. Bu yüzden diğer günlerden farklı olarak hep aynı türküyü çaldırmama kimse bir şey demiyordu. Çalan türkü ise Nemrudun Kızıydı. Bu akşam dinlemek istediğim tek şey buydu.

Masam içki ve mezelerle donatılmışken tek başıma kafayı buluyordum. Ali ve diğer adamlarıma haber vermeden buraya kaçmıştım. Biraz yalnız kalmalıydım. “Ocağım söndü nasıl beladır.” İçimdeki yangına eşlik eden şarkı sözlerini sesli mırıldanmaya başladığımda halim hal değildi. “Bırakıp gitti, bu nasıl devrandır.

Dünya gözünde ker beladır.

Allah’tan bulasın.” Off ulan of!

Parmaklarımın arasında duran rakı bardağından birkaç yudum alıp sandalyeye yaslandım. Acaba şimdi ne yapıyordu? Saat geç olmuştu, bu saatte çoktan uyumuş olmalıydı. Bende uyku namına hiçbir şey bırakmadı uyur tabii. Hava serindi umarım uyumadan önce pencereyi kapatmıştır. Camı kapatmayı hep unutuyordu. Bana ne ki bundan! Sanki çok umurumda. Sikeyim, umurumdaydı!

“Nemrut’un kızı, yandırdı bizi,” derken sesim sitemkardı.

“Çarptı sillesini felek misali.

Sil yazımızı kurtar bizi.

Çarptı sillesini felek misali.

Mevlam gör bizi.”

“Ooo ateş bacayı sarmış.” Başımı çevirdiğimde Karun ve Duha’yı gördüm. İkisi destursuz bir şekilde yanıma gelip masama oturduğunda kaşlarım çatılmıştı. “Ne işiniz var burada!” Her yerde karşıma çıkmalarından bıkmıştım.

Duha ceketini çıkartıp sandalyesinin arkasına asarken Karun meyhaneyi işleten Cevat dayıya seslendi. “Usta bize de koy bir kadeh.” Önüne döndüğünde kızgın bakışlarımla karşılaşınca omuzlarını kaldırıp indirdi. “Keyfimden buraya geldiğimi sanma. Seni yalnız bırakmamam için Bige her gün beynimi sikiyor.”

Aklına gelenlerle kaşları belli belirsiz çatılmıştı. “Karım senin neyini seviyor lan.” Bu piçin kıskançlığı da hiç çekilmezdi. İşin garip yanı Farah’ta Karun’u çok seviyordu. Bana duymadığı saygıyı bu ite duyardı.

“Siktirin gidin masamdan.” İkisine çıkış kapısını gösterdim. “Kimsenin tesellisine ihtiyacım yok.”

Duha hemen oturduğu sandalyeden ayağa kalkıp Karun’a kapıyı gösterdi. “Uzun uzun konuştuk diye Bige’ye yalan söyleriz. Gidelim hadi.”

Karun buna dünden razıymış gibi oturduğu yerden tam kalkacaktı ki, kapıya yakın bir masada oturan Celil, Nedim ve Furkan’ı görünce kısık bir sesle küfretti. Duha’ya Bige’nin adamlarından Furkan’ı gösterirken ifadesi işkence çeker gibiydi. “Şimdi gidersem bu ispiyoncu piç hemen gider Bige’ye yetiştirir. Hamile bir kadının gazabıyla uğraşmak istemiyorum.”

Duha’ya yanındaki sandalyeyi gösterdi. “Yarım saati doldurup gideriz.” Karun’un karısından ne denli korktuğunu cümle alem biliyordu.

Duha istemeye istemeye kalktığı sandalyeye geri oturduğunda çalan şarkıya değindi. “Anlaşılan Nemrudun Kızı seni ta buralara kadar düşürmüş.” Bu küçük meyhane onların alıştığı kulüplerden çok farklı olduğu için rahatsız edici gözlerle etrafına bakıyordu. “Fakir miyiz oğlum biz, ne işimiz var burada?”

“Katılıyorum.” Karun bileğinde pahalı saatinin olduğu kolunu masaya yaslarken bana tuhaf bakışlar atıyordu. “Hepimizden daha zenginsin neden biraz elit takılmıyorsun?” Ücra meyhaneye ve içindeki yoksul insanlara üstten bakışlar atması sinirlerimi bozuyordu. Eğer sahip olduklarımı o ve kardeşleriyle bölüşmeseydim buradaki insanlardan farklı olmazlardı.

Bu konuda tek kelime etmeden rakımı yudumladığımda Cevat dayı masamıza yaklaştı. Cevat dayı, Karun ve Duha’nın önüne içki bardağı ve mezeleri dizerken onların buradaki insanlara attığı bakışları yakalamış olmalı ki, ikisine selam bile vermemişti. Daha sonra bana dönüp oldukça sevecen bir ifadeyle, “Bir eksiğin var mı oğlum?” diye sordu.

“Canının sağlığı dayı.” Ona buradaki dostlarımı gösterdim, yani diğer masalarda oturan kişileri. “Hepsinin hesabını bana yaz.”

Cevat dayı küçük bir baş hareketiyle yanımızdan ayrıldığında Karun ve Duha buradaki insanları rahatsız ederek onlara bakmaya devam ediyordu. Şık takım elbiseleriyle masamda oturan ikili fazla göze batıyordu. İkisinin korumaları dışarıda beklerken onlar bakışlarıyla buradaki insanları rahatsız ediyordu. “Önünüze dönün,” diye uyardım ama beni duyduklarını hiç sanmıyorum.

Duha diğer masadaki insanları göstererek diliyle damağına vurdu. “Buraya korumasız gelmen büyük aptallık.” Duha’nın söylediklerini yan masamda duran insanlar bunu yanlış anladı. Gelenlerin dostum olduğunu bilmedikleri için bardağını masaya bırakan Halit amca, “Hayırdır Gurur oğlum?” diyerek yönünü buraya çevirdi. Bunu sorarken gözlerini Karun ve Duha’dan ayırmıyordu. “Rahatsız mı ediyorlar?”

Halit amcanın biraz yüksek sesle söyledikleriyle diğer masadaki herkes susmuş buraya dönmüştü. Hepsinin delici bakışları bizimkileri bulunca dudağımın köşesi kıvrıldı. Rakıdan bir yudum alarak keyifli bakan gözlerimi Duha’ya kenetledim. “Hâlâ korumaya ihtiyacım olduğunu mu düşünüyorsun?” Benim onlar gibi sürüsüyle korumaya ihtiyacım yoktu.

Halit amcaya dönerek belli belirsiz tebessüm ettim. “Bir sıkıntı yok usta. Bu piçler eski tanıdık.” Bunu benden duyana kadar kimse önüne dönmemişti. Karun homurdanarak masadaki içki şişesine uzanırken ağzının içinde söyleniyordu. “Bu delilikle gittiğin her yerde kendini nasıl sevdiriyorsun, aklım almıyor.” Bunun cevabı çok basitti onlarda olan kibir bende hiç yoktu.

Asıl konumuza dönmek isteyen Duha, gözlerimin altında oluşan koyu halkalara değindi. “Anlaşılan hâlâ uykusuzluğun üstesinden gelememişsin.”

“Farah-“ Karun onun adını anmıştı ki kaşlarımın çatıldığını görünce dilini ısırarak kendini susturdu. “O da aynı durumda.” Rakı koyduğu bardağına su çekerken başını ağır ağır salladı. “Bige onunla bir mağazada karşılaşmış.”

Mavi gözlerinde endişe yer edinirken kısık ama baskın bir sesle, “Bige’yi tanımamış,” dedi. Rakıdan bir yudum alınca yüzünü buruşturdu. “Bu yerde viski yok mu?” Duha’nın uyarı dolu öksürüğüyle derin bir nefes alıp konuya odaklandı. “Karın, Bige’yi bile tanımayacak kadar kötü durumda.”

Gerçekten buna inanmamı mı bekliyordu? Anlaşılan Farah onları da kandırmıştı. O kız usta bir oyuncuydu, istediğinde herkesi ayakta uyutabilirdi. O masum yüzü ve saf bakan gözleriyle kendi tuzağına düşürmeyeceği kimse yoktu. Birkaç numarayla Bige’yi kandırdığına hiç şüphem yoktu. En basitinden Farah’ın sarkacı yanındaydı, yani onunla uyuyabilirdi. Uykusuzluk çektiğine inanacak kadar aptal değildim. Tüm bu oyunlarla ne amaçladığını bilmiyorum ve öğrenmekte istemiyorum.

“Şu haline bak basbayağı aşk acısı çekiyorsun!” Karun yüzünü sıvazlayarak biraz sinirli ama aynı zamanda yumuşak bir sesle öne eğildi. “Sakın inkâr etme körkütük âşık olmuşsun.”

“Siktir git!”

Kızgındı ama kendini sabırlı olmaya zorlayarak derin derin nefesler aldı. “Gurur sen Farah’tan önce aşkı hiç bilmiyordun.” Kaşlarımı çattığımda beni kızdırmayı göze alarak başını usulca salladı. “Farah’tan öncekiler aşk değildi, öyle olduğunu sanıyordun ama hiçbiri aşk değildi.” Bana Leyla’yı hatırlatan bir kinayeyle gözlerimin içine dikine bakmaya devam ediyordu. “Bazıları suçluluktu, bazıları çocukluk hevesiydi bazıları ise kimsesizliğini bastırma çabasıydı ama hiçbiri aşk değildi.”

Rakı bardağını sıkarken vücudumdaki tüm damarlar belirginleşmeye başlamıştı. “Sana siktir git masamdan yoksa iyi şeyler olmayacak!” Biraz daha canımı sıkarsa konuşamayacak durumda olacaktı.

Karun başını geriye atıp sıkkın bir ifadeyle ensesini ovuştururken benim önümde canından bezmiş gibi davranıyordu. “Şu kızı sevdiğini kabul etsen her şey daha kolay olacak.”

“Edemez çünkü korkuyor.” Duha manidar gözlerle beni izlerken derdimin ne olduğunu biliyormuş gibi bir hali vardı. “Düşmanının kızına âşık olduğunu kabullenmek tüm planlarını altüst eder, değil mi?” İçine düştüğüm çıkmazdan keyif alıyor olmalı ki gülüşü tüm yüzüne yayılmıştı. “Hey gidi Deli Gurur, hey. Sen gel bu alemdeki herkesin canına oku, hepsinin kâbusu ol ama körpe bir kıza yenil.”

“Körpe sandığınız o kız yalancının teki.”

Duha sırıttı. “Ona yenilmediğini söyleyemiyorsun.”

Çenemi sıktığımda ifadem sertleşmişti. “Ego ve kibri birbirine karıştırma piç!” Ona kendimi gösterdim. “Egom var mı?” Hızlıca başımı salladım. “Ordulara bedel hem de. Peki, kibrim var mı?” Durup bir süre gözlerine baktım. “Zerre kadar yok. Bir kıza yenilmek koyar mı lan bana? Hele ki bu kız karımsa.” Agresif bir tutumla başımı iki yana salladım. “Aslanın dişisi de aslandır oğlum. Ona kızgınım ama bu onunla gurur duymadığım anlamına gelmiyor.”

“Senin bizim beynimizle derdin ne lan!” Duha artık gülmüyordu ve az önceki gibi keyifli de görünmüyordu. “Bu kızı övüyor musun yoksa sövüyor musun, bir anlasak bizde ona göre davranacağız. O kadar tutarsızsın ki insanda seni anlayacak kafa bırakmıyorsun.”

“O beni anlıyordu.” Ya da ben anladığını sanıyordum.

Karun çocuk kandırır gibi kollarını masaya bastırarak öne eğildi. “O zaman git onun yanına. İkinizde bir diğeri olmadan uyuyamıyorsunuz.” Beni ikna etmek için sesini oldukça yumuşak çıkartıyordu. “En azından uyursunuz.”

Duha’nın dudakları yana kıvrıldığında bıyık altında gülüyordu. “Uyumak dışında da bir şeyler yapabilirsiniz.” Açıkça bana bir şeyler ima ederken lafını esirgemedi. “Sevişmekte bir alternatif.”

“Deme öyle Gurur ona asla dokunmaz.” Karun’un muzır bakan gözlerinde geçmişe dair bir hatırlatma vardı. “Onu kız kardeşi gibi görüyor ona elini bile sürmez.” Bu piçlerin derdi beni daha fazla kızdırmaksa iyi gidiyorlardı!

Duha’nın yüzünde küçük bir şaşkınlık oluştu. Siyah gözlerindeki hayret nidasıyla beni izliyordu. “Üç yıldır evlisiniz. Şu üç yılda gerçekten onu hiç arzulamadın mı?”

Bu soru beni biraz düşündürmüştü. Aslında düşünmeme de gerek yoktu çünkü onun evine taşınana kadar gerçekten onu kardeşim gibi görüyordum. İçimdeki merhamet duygusuna dokunan biri olduğu için bende hep onu koruma iç güdüsü oluşturmuştu. Yalan söyleyemem onunla aynı evde yaşamadan önce benim için Melek’ten farklı değildi. Daha onu ilk gördüğüm an gözlerimin önünde Melek’in yüzü belirmişti.

O köşkün arka bahçesinde onunla ilk kez karşılaştığımızda o kadar saf ve masum görünüyordu ki, içimde bir şeylere dokunmuştu. Bu yüzden annemin yüzüğünü taktığı için ona hiç kızmamıştım. Kuyumcuda tacize uğradığında ağladığını görmek bile gözümün önüne Melek’i getirmiş ve kendimi onu korurken bulmuştum. Aynı şey nişanımda da yaşanmıştı.

Babasıyla reyhani oynarken başlarda o kadar gergindi ki, bir an kaçıp bir yerlere saklanacağını düşünmüştüm. Ama o bunu yapmamış ve korkusuna direnerek oyunun sonuna kadar kalmıştı. İnsanlardan korkup kaçmak yerine kalıp devam etmesini takdir ettiğim için ona göz kırpmıştım. Leyla bunu yakalamıştı ama bu konuda bana hiç sorun çıkarmamıştı çünkü Farah’a olan tutumumun beğeniden çok uzak olduğunu biliyordu.

O gün Leyla ile aramızda geçen konuşmayı bile hâlâ hatırlıyordum. “Ona göz kırptığını başka biri görseydi yanlış anlayabilirdi. Sen onun abisi değilsin, ona sataşma.”

“Sen beni doğru şekilde anladığın sürece kimin ne anladığı umurumda değil.”

“Aslında Farah’a üzülüyorum. İnsan içine çıkamayan korkak biri, nereye kadar böyle yaşayabilir?”

“Hayatımızın hiçbir yerinde olmayacak bir kızdan konuştuğumuz yeter. Neden şu elbiseyi çıkarmıyorsun? Belki çocuk konusunu tekrar gözden geçirebiliriz.”

Hatırladıklarımla iç çektim. O gün Leyla’ya Farah’ın hayatımızın hiçbir yerinde olmayacağını söylerken nasıl da yanılmışım. Şimdilerde hayatımın kıyısında veya köşesinde değil, tam ortasındaydı. Tozlulara yerleşene kadar Farah’ı bir kadın olarak değerlendirmemiştim. Ancak onunla aynı evde ve aynı odada yaşadıkça bir şeyler değişmeye başlamıştı.

Bu değişimin tam olarak hangi ara ve nasıl başladığını bilmiyorum ama son zamanlarda onu yatağımda ve kollarımın arasında istediğim anların sayısı çok fazlaydı. Bunu yapmamamın tek nedeni de onun cinsellik hakkında hiçbir şey bilmemesi ve ne istediği hakkında bir fikrinin olmamasıydı. Daha doğrusu ben onun hiçbir şey bilmediğini düşünüyordum çünkü bu konuda da beni kandırmıştı.

Karun başını hafifçe eğdiğinde yavaşça seslenir gibi düşük bir ses tonuyla, “Artık bir seçim yapmanın zamanı geldi,” dedi. “İki kadını aynı anda kendinde tutamazsın.” Neyin içinde olduğumu çok iyi biliyormuş gibi bu sefer beni yargılamadan bakıyordu. “Aklındaki ve kalbindeki aynı kişi değil. Birini seç diğerine yol ver gitsin.”

İçim burkulduğunda bardağı kafama dikip içindeki tüm içkiyi içtim. Boş rakı bardağını masaya sertçe bırakırken içimde acıyan bir şeyler vardı. “Leyla’yı bırakırsam ahı üzerimde olmaz mı?” Benim yüzümden on altısında tüm ailesini kaybetmişken nasıl vazgeçerdim? Kanı yerde kalırsa Leyla mezarından ters dönmez miydi?

Babasını öldürürsem bu seferde aynı şeyi Farah’a yapmış olacaktım. Bir zamanlar Leyla’nın ailesine sebep olduğum gibi bu seferde aynı şeyi Farah’a yapmış olacaktım. İntikamımdan vazgeçersem Leyla’nın kemikleri sızlardı, intikam aldığımda ise Farah yıkılırdı. Son üç yıldır iki kadın arasında sıkışıp bir cehennemi yaşıyordum. Sevkiyatı bu yüzden durdurmak istemiştim çünkü oraya gitmek aklımın seçimiydi ve aklım Leyla diyordu.

Kalbim ise bir tek Farah’ı biliyordu. Ondan önce kimse oraya uğramamış gibi kalbim sadece Farah’ı biliyor ve onun adını sayıklıyordu. Siktiğim kalbi günlerdir canıma okuyordu. O kıza kapıldığım bir gerçek ama bir yalancıya âşık olmayı reddediyorum. Ona aşık değilim sadece etkisinde kaldım. İnanmak istediğim tek gerçek buydu.

Omuzlarım çöktüğünde dirseklerimi masaya yaslayarak ellerimi enseme bastırdım. Eğdiğim başım yerden kalkmazken yorgunca, “Olmuyor,” diye mırıldandım. “Aklım ve kalbim birbirine eş değil. İntikam almazsam Leyla vicdanımı sızlatır, alırsam da Farah.” İki kadının beni içine çektiği bu ateş çemberinin içinde üç yıldır yanıyordum. Geriye küllerim kalmışken yapılacak tek bir şey vardı.

Meyhanenin ağır havasını içime çekerek başımı küçük bir açıyla kaldırdım. “İntikamımdan vazgeçiyorum ama Farah’ı da boşuyorum.” Duha şaşırmıştı, Karun ise sertçe yutkunmuştu ama en doğru kararı verdiğimi biliyordum. Bu kararı vermek benim için hiç kolay olmamıştı ancak en başından beri olması gereken buydu.

Leyla’nın intikamından vazgeçip Farah ile bir hayat kurarsam Leyla ile yaşadığım on bir yılı hiç etmiş olurdum. Bunu yaparsam Leyla bir hiç uğruna ölmüş olurdu. Bunu hakkedecek bir kadın değildi. İntikam alırsam da Farah incinmiş olacaktı. Bu yüzden ikisinden de vazgeçiyordum. Hem Leyla’nın intikamından hem de Farah’tan. Artık ne aklımın istediği şey olacaktı ne de kalbimin arzuladığı.

Masanın üzerindeki telefonu alıp Ali’yi aradım. Daha ilk çalışta Ali telefonu açınca, “Ümit’in peşini bırakıyoruz adamlarımızı geri çek,” dedim. Yarın sabah uyandığımda verdiğim karardan vazgeçmemek için bunu şimdi yapmalıydım. “Onu takip etmesinler veya işlerini baltalamasınlar. Bundan sonra o aileyle işimiz bitti.”

Benden duymayı beklemediği sözler karşısında Ali’nin şaşkınlığını soludum. “Abi sarhoş musun? Sarhoşken verdiğin bir kararsa yarın sabah bunu tekrar konuşalım.”

“Konuşacak bir şey yok koçum bu iş bitti.” Evet, sarhoştum ama ilk kez sarhoşken doğru bir şey yaptığımı biliyordum. “Karşı tarafın avukatıyla görüş, müvekkili ne kadar nafaka istiyorsa beş katını vereceğim. Duruşma haftaya, Ali bu iş ilk celsede bitsin,” dedikten sonra telefonu kapattım. Sen haklıydın Nemrudun Kızı, biz ikimiz başka masalların kahramanlarıydık. Kendi masalımdan çıkıp senin hayatına girdiğim hızda çıkıyordum masalından.

“Boşanma konusunda emin misin?” Daha sonra pişman olmayayım diye Duha beni uyarırken başıyla Karun’u göstermişti. “Sonun bunun gibi olmasın çünkü bazı kadınlar bir kez boşanınca aynı adamla ikinci kez evlenmeye yanaşmıyorlar.”

Karun gerildiğinde homurtuyla karışık, “Sekiz etti,” dedi. Neyden bahsettiğini anlamadığımız için sinirlenerek güldü. “Şu zamana kadar Bige’ye ettiğim evlilik tekliflerinin sayısı.” Çenesini sıktı. “Manyak karı hiçbirini kabul etmedi.”

“Öyle kuru kuruya bir evlilik teklifini bende kabul etmezdim.” Duha açık bir şekilde onu kınarken sandalyesinden ona doğru kaydı. “Lan oğlum kıza adam gibi bir evlilik teklifi yaptın mı? Bulduğun her boşlukta benimle evlen demeni kastetmiyorum.”

Karun’un gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdiğinde ustasından ders alan çaylaklar gibi kafasını Duha’ya doğru uzatmıştı. “Nasıl bir evlilik teklifi ona evet dedirtir?”

Duha çenesini kaşıyarak bir süre düşünmeye başladı. Bunu yaparken garip mırıltılar çıkartıyordu. “Kadınlar duygusal yaratıklardır ve romantizmi severler. İstanbul’un en iyi mekanını onun için kapatıp içini mumlarla ve çiçeklerle doldur.”

“İşe yarar mı dersin?”

“Dediğimi yap anında sana evet demezse gel yüzüme tükür. İyi bir pırlanta almayı da unutma.” Bence Duha şimdiden yüzüne tükürülmesine kendini alıştırsın.

Gözlerimi devirerek bu iki andavalı izliyordum. “Bige’yi birazcık tanıyorsam kafasından aşağıya bir kepçe dolusu pırlanta döksen bile kabul etmez.” Uzanıp masadaki çerezlerden birkaçını ağzıma attım. “Bige gibi kadınların romantizm anlayışı kaos ve aksiyondur. Onunla bir çatışmaya girerek evlenme teklifi yap, bak nasıl kabul ediyor.”

Sanki ona ana avrat küfretmişim gibi Karun’un gözü seğirmişti. “Sırf benimle evlensin diye karım ve çocuğumun hayatını tehlikeye atmayacağım.”

Kendimi tutamayıp güldüm. “İkiniz birlikte bir çatışmaya girdiğinizde emin ol hayatı tehlikeye giren o olmazdı.” Gözlerimle onu gösterdim. “Sen belki ama o kuşun burnu bile kanamayacağına eminim.” Bige ile daha önce bir çatışmaya girdiğim için ne kadar yetenekli olduğunu biliyordum. Bige Saka tam bir saha oyuncusuydu.

“Gerçek bir tehlike olması gerekmiyor.” Tavsiyem konusunda ısrarcı olarak bulduğum çözümü Karun’a anlatmaya başladım. “Bige’nin daha önce hiç görmediği adamlarını devreye sok. Hepsi çelik yelek giysin ve sizi ıskalayacak şekilde ateş etsinler.”

Aklına ne geldiyse Karun sesli gülmeye başladı. “Peki, onları Saka’dan kim koruyacak çünkü benim karım çoğunlukla kafaya ateş eder.”

“Eminim adamlarının içinde sevmediklerin vardır.” Gözlerinin doğrudan Furkan’ı bulması beni güldürmüştü. “Buna kalkışırsan karın canına okur.”

“Bu piçten kurtulmanın bir yolu olmalı,” dediğinde ters gözlerle Furkan’ın olduğu masaya bakıyordu.

Günlerdir doğru düzgün uyuyamadığım için sesli bir şekilde esnemem okları yine bana çevirdi. “Sen inanmasan da Farah’ta aynı uykusuzluğu yaşıyormuş.” Karun benim yanımda onun adını söyleme cesareti göstererek tüm dikkatini bana yöneltti. “Uykusuzluk basit bir eylem gibi görünebilir ama uzun soluklu devam ettiğinde ölümcül sonuçları vardır.” O sonuçları bilmediğimi mi sanıyordu?

Uykusuzluğun çok ciddi ve tehlikeli yan etkileri vardı. Bir insan iki gün uykusuz kalırsa halsizlik ve duygusal dengesizlikler başlardı. Konsantrasyonu zorlaşır, karmaşık görevleri yerine getirirken zorlanırdı. Üçüncü günün uykusuzluğu görsel ve işitsel halüsinasyonları doğururdu. Duygu kontrolünü yapamaz, depresyon, kaygı ve aşırı öfke gibi duygular ortaya çıkardı.

Dördüncü günün uykusuzluğu bağışıklık sistemini zayıflatır, hastalıklara karşı vücuttaki antikorları düşürürdü. Beyin hücreleri uykuda kendini onardığı için dört gün uykusuz kalmak beyin hücrelerindeki riski arttırırdı. Beşinci günün uykusuzluğuyla vücut daha fazla stres hormonu, yani kortizol salgılardı. Bu da anksiyete ve depresyon seviyesini arttırırdı.

Altıncı günün uykusuzluğu beynin işlevini engelleyip düşünme yetisini kişinin elinden alırdı. Yedinci güne girdiğindeyse kişinin dengesi tamamen kaybolmaya başlardı. Paranoya başlar, hafıza ve öğrenme becerileri önemli ölçüde azalırdı. Konuşmakta bile zorlanırlardı ve kas hareketleri yavaşlardı. Uykusuz geçirdikleri günlerin sayısı arttıkça sinir sistemlerinin çöküşü, felçlik hatta kalp krizi bile görülebilirdi.

Bir kolumu sandalyenin kenarına yaslayarak biraz daha sert bir tonla kendimi ifade etmeye çalıştım. “Kendiliğinden uyuyamıyor olsam da bunun yan etkilerinden kaçınmak için morfin ve diğer kimyasal ürünleri kullandığımı biliyorsunuz. Farah’a gelirsek…” Adını zikretmek bile bana katlanılmaz bir ızdırap veriyordu. “Uyuması için onun sarkacı var.”

Karun gözlerini kapattığında bir an için sessizleşmişti. Sonra yavaşça başını kaldırdı ve araladığı gözlerini bana dikti. “Artık sarkaçla uyuyamıyormuş diyorum, bunun nesini anlamıyorsun?” Sinirlenmeye başlıyor olmalı ki kaşlarının arasında çizgiler oluşmuştu. “Uyku için o bir yakuttan medet umuyor, sense seni bir bağımlıya çevirecek kimyasallardan. Bu inadı bırakıp neden bir araya gelmiyorsunuz?”

“Sen beni hiç dinlemiyor musun? Boşanıyorum lan ne bir araya gelmesi!”

“Boşanmanız bir araya gelmeyeceğiniz anlamına gelmiyor ki.” Duha sırıtarak bana Karun’u gösterdi. “Pek medenice olmasa da bunlarda boşandı ama aynı evin içinde yaşıyorlar.”

“Beni Karun ile karıştırma, boşandığım bir kadınla aynı evde yaşamam.”

“Sana onunla aynı evde yaşa demiyorum.” En saçma fikirler genelde hep Duha’dan çıkardı ve yine beni yanıltmamıştı. Küçük bir çocuğun haylazlığına sahip gözlerini bana diktiğinde dudağının köşesi kıvrılmıştı. “Uyku ihtiyacınızı karşılamak için iki günde bir buluşup uyuyun sonra yine ayrılırsınız.” Bu ne sikik bir öneriydi böyle.

Sigara paketimi çıkartıp Karun’un önüne attığımda ne istediğim çok açıktı. Sigara içmek istiyordum ama kendi sigaramı yakmaktan bile acizdim. Karun pakete uzanmıştı ki Duha’nın aklına ne geldiyse güldü. “Sen şimdi sigaranı hep başkalarına yaktırıyorsun ya.” Gülüşü genişlediğinde beni kızdırmaya yemin etmiş gibiydi. “Başkalarının dudaklarının değdiği yerden sigara içtiğinin farkında mısın?”

“Amına koyduğum piçi, paketin içinde sigara ağızlığı var.” Onu terslediğimde Karun paketten bir dal sigara çıkartıp ağızlığı sigaranın filtresine takmıştı. “Gerçekten varmış.”

Duha hınzırca sırıttı. “O şey olmasaydı doğrudan olmasa da öpüşmüş sayılırdınız.” Neyden bahsediyordu?

Karun öğürür gibi bir ses çıkardığında yaktığı sigaradan içine bir nefes çekti. O sigarayı yakarken ateşi görmemek için başımı eğmiştim. “Bu piçi öpmektense kurşunların hedefi olmayı yeğlerdim.”

Duha paketten kendi için de bir dal sigara çıkartırken son derece ciddi bir ifadeyle başını salladı. “Katılıyorum.”

Kendim için yaktırdığım sigarayı rahatça içen Karun aklına ne geldiyse kaşlarını belli belirsiz çattı. “Faruk’u öldürmüşler. O herif iş ortağımdı.”

Duha yan dönerek ateşi benden gizleyip sigarasını yaktığında üzülmüş gibi, “Benimde,” diye mırıldandı. “Daha benden aldığı borçları tahsis etmemişti.”

“Cenazesi yarınmış.”

“Katılmamak olmaz ama hiç katılmak istemiyorum.”

Karun omuzlarını hafifçe silkti. “Ne işimiz var orada, çelenk gönderelim.”

“Haklısın,” diyen Duha başını çevirip bana baktı. “Sen cenazeye katılacak mısın?”

Bardağımı rakıyla doldururken sakince başımı salladım. “Katılacağım.” Bunu söylediğim an Karun ve Duha aynı anda bir küfür savurdu. Şoke olmuş ifadeleri çok komikti. “Sen mi öldürdün onu!” Bunu da aynı anda sormuşlardı.

Bardağı dudaklarıma yaklaştırdığımda masumu oynayıp hafifçe gülümsedim. “Günlerdir klinikteyim neden benim öldürdüğümü düşünüyorsunuz?”

Karun’un ifadesi sertleşirken dişlerini sıkmıştı. “Öldürdüğün kişilerin cenazesine katıldığını bilmeyen yok!” İşin eğlencesi de tam olarak burada saklıydı. Öldürdüysek taziyeleri de kabul edeceğiz.

“O piç bana zarar vermek için Melek’in peşine düşmeye kalkışmış,” dediğimde Karun’un kaşları çatılmıştı. “Melek senin evinde yaşıyor olabilir ama hâlâ benim himayemde. Onunla ilgili her bilgi hızlı bir şekilde bana ulaşır. Kızıma dokunmaya kalkışanın hayatını sikerim!” Onun evinde yaşıyor diye hiçbir zaman Karun’dan Melek’i korumasını istemedim veya böyle bir beklentim olmadı. Melek benim korumamdaydı, nerede olursa olsun onu koruyacak güçteydim.

Duha’nın yüzü ciddileştiğinde beni uyarmak için masadan öne eğilmişti. “O cenazeye katılayım deme. Sadece kurbanlarının cenazesine katıldığını bilmeyen yok. Yarın oraya gidersen herkes senin yaptığını anlar.” Yüzünü sertçe sıvazladıktan sonra kolunu masaya yasladı. “Faruk’un oğulları belalıdır seni o cenazeden çıkartmazlar!”

Ayağa kalkıp masadaki telefonumu aldığımda fazla içmekten başım dönüyordu. “Cenazeye katılmayacaksam ne diye öldürdüm o herifi?” Cüzdanımdan biraz para çıkartıp masaya attım. “O itler bana hiçbir şey yapamazlar ama denediklerini görmek isterdim.” Bunları söyledikten sonra oradan ayrılmıştım. Bu ikisine çok bile katlanmıştım.

***

“Melek eve gideysun artık. Bu nedur, bekçu köpeğu gibi başimda dikileysin.” Sabahın köründe buraya gelmiş ve şu saate kadar ne yaptıysam gitmemişti.

Benimle kliniğin bahçesinde yürürken koluma girerek yanağını omzuma sürttü. “Heç uğraşmayaysun gitmeyim amca.” Bana şirinlik yaparak takma kirpiklerinin altında gözlerini kırpıştırdı. “Ha bu uşak tüm gün senunle kalacak.”

“Derdunun ne olduğuni bilmeyim mi sanırsın?” Kolumu çekerek burnunun ucuna küçük bir fiske vurdum. “Dayin olacak o piç senu gönderdu, değul mi?” Faruk’un cenazesine katılmayayım diye Karun’un Melek’i başıma sardığını iyi biliyordum.

Melek tekrar koluma girerek bana yılışmaya devam etti. Bunu yaparken gözlerinin yeşilinde muzır parıltılar vardı. “Dayim göndermedu, özledum deyim da nesuni anlamaysun?”

“Neden saa inanmayim acaba?”

“Çok ayiptur baba.” Kaşlarını hafifçe çatarak koluma dişlerini geçirdi. “İnsan heç kizina inanmamazluk yapar mi?” Bu yerden bitme işine geldiğinde hemen baba derdi. Yıllardır şu huyundan bir vazgeçmemişti.

Pes ederek omuzlarımı düşürdüm. “Tamam ula gitmeyeceğum o cenazeye.” Yarım saattir bahçede yürüdüğümüz için fazla yorulmaması için onu bir banka oturdum. “Az dinlenup sonra sende doğrudan eve gideysun.”

Yanına oturduğumda çipil çipil bakan gözlerini bana dikmiş, kocaman gülümsüyordu. “Benumle gelsen olmaz midur? Senden heç bu kadar ayri kalmamiştum.”

“Geleceğum meleğum.” Kendi saçlarından oluşan sarı peruğunu okşayarak yanağından makas aldım. “Birazcuk kafami dinleyeyim sonra geleceğum.”

Elini uzatıp yanağımı okşarken annesinin o sevgi dolu gözleriyle bana baktığını ah bir bilse… “Benum güzel amcam,” dediğinde bile içim kıyılmıştı çünkü Defne’de bana hep böyle derdi. Melek avucunu yeni çıkan sakallarıma sürterek iç çekti. “Senu böyle görmeye yüreğum dayanmayi. Gel inat etme gidelum buralardan.” Günlerdir ısrar ettiği konuyu tekrar açtığında gözleri titreşiyordu. “Burada üzeyler senu, yine gidelum mu çok uzaklara?”

İstesem de bu kadar bencil olmazdım. Meleğimin tüm hayatı aile özlemi çekmekle geçmişti. Yıllar boyunca annesini ve ailesinin diğer fertlerini sorup durmuştu. Sormadığı tek kişi babasıydı. Ne şimdi ne de çocukken Melek bana hiç babasını sormamıştı çünkü onun için babası bendim. Baba yokluğunu aratmadığım için babasının nerede olduğunu ve kim olduğunu hiç merak etmemişti.

Ancak annesi ve annesinin ailesini hep merak etmiş ve onlara özlem duymuştu. Onu Karun’un evine bırakmamın nedeni yıllar boyunca özlem duyduğu o aileyle zaman geçirmesiydi. Yoksa hiçbir güç Melek’i benden ayıramazdı. Bir yıl öncesine kadar benim yanımda ve benim evimde yaşıyordu. Onu hep kendime saklamak istesem de dayılarına da ihtiyacı olduğunu biliyordum. İçinde biriken o özlem duygusunu dindirmesi için annesinin erkek kardeşleriyle olmalıydı.

Hayatının son demlerini yaşarken onu ailesinden kopartıp çok uzaklara götüremezdim. Melek ile ilgili kaçınılmaz sonu hatırlamak bile gözlerimin dolmasına neden olduğu için bunu ondan saklamaya çalıştım. Melek’i göğsüme çekip saçlarının tepesine dudaklarımı bastırmıştım. Son günlerde tek duam Melek’ten önce o toprağın altına girmekti. Melek’in ölümünü görmektense ölmeyi yeğlerdim.

“Amca.” Melek başını göğsüme yaslayıp kollarımın arasına sokulmuşken sesi içli çıkmıştı. “”Benim çok gizli bir hayalim var. Sence gerçekleştiğini görür müyüm?”

Her an kollarımın arasından kayıp gidecekmiş gibi ona daha sıkı sarıldım. “Şu hayalini bana bile anlatmayacak kadar çok mu gizli?”

Huzur bulduğu tek yer benim kollarımın arasıymış gibi sesi rahatlatıcı bir mırıltıyla çıkıyordu. “Sana bile anlatmayacağım kadar gizli amca.”

“Gizli hayalini bilmezsem onu senin için nasıl gerçekleştiririm meleğim?”

“Oluru olmayan bir düş amca, bu yüzden bilmesen de olur.” Bilmediği şeyse en gizli düşlerini bilecek kadar onu iyi tanıdığımdı. Gizli düşü her genç kız gibi gelinlik giymekti, değil mi? İçime çektiğim nefes bile canımı yakarken kendimi aciz ve çaresiz hissediyordum. Bir tek Melek bana böyle hissettiriyordu çünkü her şeyi yapacak gücüm vardı ama sahip olduğum güç Melek’i yaşatmaya yetmiyordu. Onsuz bir hayat düşünemiyordum.

Konuyu değiştirerek, “Farah yengeden gerçekten boşanacak mısın?” diye sordu. Melek’in bendeki yeri çok ayrı olduğu için yanımda onun adını söylemesine kızmadım.

“Dört gün sonra duruşmamız var.” Bu konudaki kararımı çoktan verdiğim için başımı salladım. “Kesin bir şekilde boşanıyorum.”

Başını göğsümden ayırdığında yeşil gözlerini gözlerime kenetlemişti. “Ondan ayrılınca üzülmez misin?”

Bir an ona yalan söylemeyi düşündüm ama bunu yapamadım. Melek ile birbirimizin sırdaşıydık. Bizim birbirimizden gizlimiz saklımız olmazdı. Öğle güneşi Melek’in solgun yüzüne düşerken sessizliğimi bozdum. “Üzülürüm meleğim.” Bir tek Melek’e yalan söyleyemezdim. “Bundan nefret ediyorum ama onu düşünmediğim tek bir anım yok.”

Şeref’in beni canlı canlı gömdüğü o mezarda öleceğimi düşünürken bile aklımda olan tek kişi Farah’tı. Melek konusunda endişelenmemiştim çünkü ben olmasam bile Karun’un yanında güvende olacağını biliyordum. Melek’ten önce öleceğim için mutlu bile olmuştum. Ancak Farah konusunda mutlu olmak şöyle dursun, daha önce hiç olmadığım kadar üzülmüştüm.

O mezarın içindeyken onu bir daha göremeyeceğimi düşündüğüm için gerçek anlamda canım yanmıştı. Karımı son kez görmeden öleceğimi düşünmek en ağır işkencelerden farksız değildi. Yerin altında telefon çekmediği için onu arayıp sesini son kez duyamamıştım. Bunun yerine gülüşünü kaydettiğim o ses kaydını dinlemiş, bendeki tek fotoğrafına uzun uzun bakmıştım.

O esnada düşündüğüm şeylerden biri de neden daha fazla fotoğrafımızın olmadığıydı. Farah’ın bende sadece bir fotoğrafı vardı ve o da evlendiğimiz gün çekilen bir fotoğraftı. Mezarın içinde oksijensiz kalıp bilincimi kaybedene kadar baktığım tek fotoğraf Farah’ındı. Ali’nin ikimizi çektiği o fotoğrafın her detayı aklıma kazınmıştı.

Farah’ın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Nikahımız kıyıldığında giydiği elbisenin rengi beyazdı. Formaliteden bir evlilik olduğu için ona gelinlik giydirmemiş, beyaz bir elbiseyle onu geçiştirmiştim. Mezarın içindeyken en büyük pişmanlıklarımdan biri de Farah’a alamadığım gelinlikti. Onu beyaz gelinliğin içinde hiç görmemiştim ve o ana kadar ona ne denli bir haksızlık yaptığımı hiç anlayamamıştım.

Fotoğrafta onun boynunu öperken oldukça şaşkın görünüyordu. Gül goncasını aratmayan yanakları pembeleşmişken gözlerini irice açmıştı. Siyah gözlerindeki o ifade o kadar çok hoşuma gitmişti ki, öleceğimi düşünürken bile dudaklarımda küçük bir tebessüm vardı. Sesli bir şekilde iç çektim. Ondan ayrı kaldığım şu günlerde özlediğim şeylerden biri de onun gülüşüydü.

Farah gülünce güzelleşen kadınlardandı. Ne zaman gülse dudaklarından kuş cıvıltısını andıran tatlı bir kıkırtı dökülürdü ve gözleri hafifçe kısılırdı. O anlarda Farah gülümserdi benimse içimde ne gam kalırdı ne de keder. Bir cehennemin içine doğduğum için cennetin nasıl bir yer olduğunu bilmezdim ama Farah ne zaman gülse, cennetin varlığına daha çok inanıyordum.

Günlerdir elim defalarca kez telefonumdaki o ses kaydına gitmişti ama bir kez bile kaydı açmamıştım. Bunu yapmayı delice istesem de yapmamıştım çünkü kendimi onun yokluğuna alıştırmaya çalışıyordum. Sadece dört gün sonra hayatımda sonsuza kadar çıkacak bir kadını unutmaya çalışıyordum.

Melek kolunu bankın kenarına yaslarken bakışları üzerime sabitlenmişti. Arada derin nefesler alırken gözlerindeki endişeyi gizleyemiyordu. “Fena çuvalladın, değil mi?”

Tatsız bir şekilde gülerek başımı salladım. “Hem de öyle böyle değil.”

“Sevda mı dersin?”

“Abartma derim.”

“Hâlâ inkâr aşamasındasın.” Başını geriye atıp sesli gülmeye başladı. “Kaçmak yakışmaz bize.” Benim sıklıkla ona yaptığım gibi o da yanağımı iki parmağının arasına sıkıştırarak benden makas aldı. “Biz senle belanın üzerine gideriz. Neleri aştık be, buna mı yenileceğiz?”

Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda sinirlerim çok yıpranmıştı. “İyi gaz veriyorsun ama sanki bu sefer fena çakıldık.”

Çenesini dikleştirip bana yandan bir bakış attığında bugün haylazlığı üzerindeydi. “İlk kez mi yere çakılıyoruz, Deli Gurur. Önce düşer sonra kalkarız, kul hatasız olmaz.” Elini kaldırıp omzunun üzerinden gelişine bir hareket yaptı. “Meyhaneler bizim, bir rakıya gömülmeyecek acı yok.” Baş belası bücür.

Şebekliği beni güldürdüğü için başımı iki yana sallayarak ciddi görünmeye çalıştım. “İçmek için kendine yer yapıyorsan hiç şansın yok.” Eskiden onunla küçük kaçamaklarımız olurdu. Ne zaman birimizden biri dertlense bir çilingir sofrası kurar kafaları çekerdik. Tabii Melek’in bir kadehten fazlasını içmesine izin vermezdim çünkü sağlığını kötü etkilerdi.

Melek ile uzun süre sohbet etmek düşündüğümden daha iyi gelmişti. Birine içimi dökmek az da olsa sıkıntımı dağıtmıştı. Melek’ten başka kimseyle bu kadar açık konuşamazdım. Ne yazık ki Melek gidince tekrar sıkıntılarım başlamıştı. “Sikeyim, boğuluyorum burada!” Odamın içinde deli danalar gibi dolanıp duruyordum. “Koskoca memlekette kız mı kalmadı, neden o! Neden onu düşünüyorum?”

“Abi dönüp durma artık başımı döndürdün.” Sakinleşmemi bekleyen Ali dertli gözlerle beni izliyordu. “Kabul et artık âşık oldun.”

“Şunu söylemekten vazgeçin!” diye onu tersledim. “Ümit’in kızına aşık değilim.”

“Abi sendeki bu tutarsızlığı ne yapacağız?” Önümden yaka silkiyormuş gibi Ali şakaklarını ovuşturdu. “Onu düşündüğünü söylemekten çekinmiyorsun ama iş aşka gelince yan yollara sapıyorsun.”

Dönmeyi bırakıp durduğumda sert bakışlarımın hedefinde bu piç vardı. “Onu düşünmem ona âşık olduğum anlamına gelmiyor.” Gömleğimin yakasını çekiştirerek tekrar odada dönmeye başladım. “Alıp başımı gideceğim ama hiçbir yerde huzur yok!” Öyle bir yere gitmeliydim ki aradığım huzuru orada bulmalıydım. Böyle bir yer neresi olabilirdi acaba?

Aklıma gelenlerle tekrar Ali’de döndüğümde dudaklarımda küçük bir sırıtış vardı. “Toparlan gidiyoruz?”

Ali gözlerini kısarak ayağa kalktığında başına geleceklerden korkar gibi, “Yine nereye?” diye sordu kısık bir sesle.

Güldüm. “Huzur bulacağım bir yere.”


***

Altınçağ Huzurevi

“Ömrümü çürüttün abi, illallah dedirttin!” Ali etrafını kontrol ederek bana baktığında yüzünde ifade şoke olmuş gibiydi. Kızgın mıydı yoksa şaşkın mı, tam anlayamıyordum çünkü ifadesi fazla tuhaftı. “Bu yaşta huzurevinde ne işimiz var bizim?”

“Huzur bulmaya geldik koçum.”

“Sen huzurevlerinin işleyişini çok yanlış anlamışsın.” Kaşlarını belli belirsiz çattığında oturduğu yere sığamıyordu. “Huzurevleri huzur vermiyor.”

“O zaman adı niye huzurevi?” İnat ederek sandalyeme yayıldım. “Adı huzureviyse bana huzur verecek o kadar.”

“Abi bi duyan olursa valla bak rezil oluruz.”

“Ecdadından girip soyunu sopunu bana belletme, Ali. Ne zamandır o siktiğim insanlarının ne dediğini umursuyorum? Şanımız yürüyor, bırak konuşsunlar.”

“Huzureviyle mi şanımız yürüyecek?”

“Ben nefes alsam bile şanım yürür koçum, abin böyle bir mevzu.” Onu daha fazla kızdırdığımın bilincinde olarak sırıttım. “Bu gördüğün adam bugüne bugün tek başına bir ulus.”

“Sen böyle davrandıkça tüm o ulus beynimi becermiş gibi hissediyorum. Sayende kafam durdu.”

“Ali sikilmek istiyorsan git yanımdan. Gördüğün gibi benim keyfim yerinde.”

Üzerimizdeki meraklı gözleri gösteren çocuk yerinde rahatsızca kıpırdandı. “Herkes bize bakıyor, sence neden?”

Dudağımın köşesi yavaşça kıvrıldı. “Çünkü abin çok yakışıklı. Baksana yaşlılar bile gözlerini benden ayırmıyor.”

Ali tek kaşını yukarı kaldırdığında gözleri iğneleyici bakıyordu. “Grup etkinliğine katılan tek genç olduğun için de bakıyor olabilirler.”

“Kısmen ama ben ilk ihtimali tercih ediyorum.”

“Sinirlerimi bozuyorsun bir süre seninle konuşmayacağım!”

“Ali triplerini de alıp siktir git yanımdan. Gördüğün gibi grup etkinliğindeyiz ve senin yüzünden her şeyi kaçırıyorum. Safiye’yi o delilerin arasında bıraktık diye zaten canım sıkkın.”

“Sanki o çok akıllıydı da.”

“Ali içine içine konuşma, duyuyorum seni piç!” Şunun şurasında iki kafa dinleyeceğiz ama hiç susmuyordu.

Bir saat önce huzurevine gelip buraya kaydımı yaptırmak benim için zor olmamıştı. Paranın açamayacağı hiçbir kapı olmadığı için beni buraya almakta tereddüt etmemişlerdi. Otuz yaşındayken huzurevine yatan tek insan olabilirdim. Karun benden beş ay büyük olduğu için o otuz bir yaşına çoktan girmişti ama benim daha zamanım vardı. Her neyse buraya gelip yatışımızı yapmıştık işte. Genel kurallardan ve etkinliklerden bahsetmeleri bir saatlerini almıştı.

Buranın müdürü konuşmayı çok seviyordu. Masasına bıraktığım o çeki görünce huzurevini öve öve bitirememiş ve en doğru yeri seçtiğimi söylemişti. O piç burada olmamı yadırgamamıştı bile. Her adımım basında büyük olay yarattığı için müdür beni tanıyordu. Burada bir gün geçirirsem yarın sabah tüm gazetelerin manşetlerinde bu huzurevi olacağını biliyordu. Sayemde o piçin reklamı dönecekti.

Grup etkinliğine katılmak zorunlu değildi ama sosyal biri olduğum için katılmayı istemiştim. Bu etkinliğin rehabilitasyon merkezini aratmayacağını bilmiyordum. Benimle toplamda dokuz kişi daire şeklinde sandalyelerimizde oturuyorduk. Etkinlikten sorumlu kadın sırasıyla birilerini seçiyordu ve onlardan bir şeyler anlatmasını istiyordu. Daha şimdiden sıkılmıştım. Keşke Safiye’yi yanımda getirseydim o daha kafa dengiydi.

Benimle konuşmayacağını söylemesinin üzerinden daha beş dakika geçmemişken Ali kafasını yana yatırarak bana doğru eğildi. “Şu eğitmen kadın seni kesiyor.” Kimse duymasın diye kısık bir sesle konuşurken bıyık altında gülüyordu. “Her yirmi saniyede bir sana baktığının farkında değil misin?”

“Farkında olduğumuz için o tarafa hiç bakmıyoruz herhalde.”

Ali benimle uğraşacak yeni bir şey bulmanın sinsiliğiyle sandalyesinden bana doğru kaydı. “Belki de tek ihtiyacın olan şey bir kadınla sevişmek.” Salondaki ihtiyarları kontrol edip dibime kadar girmişti. “Biraz ter döküp enerjini atarsan daha aklı başında biri olabilirsin.” Başıyla bana Jülide adındaki genç eğitmeni gösterdi. “Fena parça değil.”

Kan beynime sıçrarken yıldırım çarpmışa dönmüştüm. “Düzgün konuş lan, manavdan et mi alıyorsun!” Kafasına sertçe vurarak onu kendimden uzaklaştırdım. “Kadınlardan parça diye bahsetme, onlar bütünüyle özel.”

Düşündüğümden daha sert vurmuş olmalıyım ki Ali kafasına tutarak homurdanmaya başladı ama yediği fiskeye rağmen rahat durmadı. “Tamam, düzeltiyorum kadın fena değil.” Gözlerindeki o haylazlık tüm yüzüne yayıldığında ikinci kez kafasını bana doğru uzattı. “Geceyi yalnız geçirmek zorunda değilsin.”

Elimi kaldırıp gözüne sokar gibi parmağımdaki yüzüğü gösterdim. “Bana bunlarla gelme koçum, başım bağlı benim.”

“Dört gün sonra o bağ çözülüyor.” Piç kurusu beni delirtmeye ant içmiş gibi sırıttı. “Bir kadını unutmanın en iyi yolu başka bir kadın.”

“Sence başka kadınlar umurumda mı? Karımdan başka kimseyi istemiyorum.”

“Ama onunla da olmuyor. Hep böyle rahip hayatı yaşayamazsın.”

“Sikimin derdi sana mı düştü! Biraz daha konuşursan buradan çıkıp bir kiliseye giderim. Kendimi manastıra kapatmayacağımı düşünüyorsan etrafına bak derim.” Bir huzurevine geldiysem kiliseye gitmeyeceğimin garantisini kimseye veremezdim. Şahsen ben kendimden her şeyi bekliyordum.

Sıradaki durağımın kilise olmasından ödü koptuğu için Ali hemen susmuştu. Bir şey söylememek için dudaklarını sımsıkı birbirine bastırırken önüne dönmüştü. Jülide denen sarışın eğitmen bu sefer doğrudan bana bakıp buradakilere ithafen konuştu. “Bugün aramıza yeni biri katıldı.” Bana küçük bir tebessüm sunarak ayağa kalkmamı işaret etti. “Buradaki dostlarımızın sizi tanıması için neden bizlere biraz kendinizden bahsetmiyorsunuz, Gurur Bey?”

Sırf o istedi diye ilkokul öğrencileri gibi ayağa kalkmadım. Bunun yerine sandalyeme yaslanarak daire şeklinde oturan ihtiyarlara kısaca baktım. “Öncelikle bir konuda anlaşalım yanımda ateş yakılmasından hoşlanmam. Bunu yapmadığınız sürece bir sorun yaşamayacağımıza eminim.” Eğer ateş yakarlarsa burası yarın sabah tüm manşetleri süslerdi ama müdürün istediği şekilde değil, bir katliamla.

Kolumu sandalyenin kenarına koyduğumda bacaklarım hafif aralıklı bir şekilde oturuyordum. Gözlerim sırasıyla buradaki tüm ihtiyarların üzerinde gezinirken, “Şimdi size biraz kendimden bahsedeyim,” dedim rahatça. “Gurur Kalender, on yedi raporu olan bir akıl hastasıyım. Hobilerim: Nefret ettiğim herkesi asıp kesmek veya onlardan yemek yapmak.” Buradaki herkesin beti benzi atarken masumca omuzlarımı kaldırıp indirdim. “İntikam anlayışım çok yaratıcıdır.”

Ali öksürür gibi yapıp eliyle ağzını kapatırken, “Abi,” diye fısıldadı kısık bir sesle. “Bu kadar derine inmesen mi?”

“Tanıt dediler kendimizi tanıtıyoruz, ne var bunda?” Bakışlarımı Ali’den çekip tekrar buradakilere yöneldim. “Tek bir fobim var o da ateş. Tekrar ediyorum ateş yok.” Gözlerimle her birini işaret ettim. “Sizin sormak istediğiniz bir şey var mı?”

Bir teyze konudan bağımsız olarak, “Kaç doğumlusun?” diye sordu. Sanırım yaşımı merak ediyordu.

“1993.”

“Otuz yaşında burada ne işin var?”

“Otuz yaş sendromu geçiriyorum.”

“Burcun ne?” Astronomiyle ilgilenen biri olmalıydı.

Yaka kartına baktığımda Habibe yazıyordu. Onların kim olduğunu daha hızlı öğreneyim diye Jülide Hanım bugüne özel hepsine bir yaka kartı takmıştı. “Burçlardan zerre kadar anlamam, Habibe,” dediğimde yetmişli yaşlarda olmasına rağmen ona adıyla hitap etmemi biraz garipsemişti. Safiye’de başlarda böyleydi ama sonra alışmıştı.

Habibe bir mücevheri andıran mavi gözlerini bana diktiğinde ruhumu görmek ister gibi derin bakıyordu. “Hangi ayda doğdun.” Neredeyse gülecektim. Falcılığa merakı olan o teyzelerden biriydi, değil mi? Sandalyesinin kenarına sıkıştırdığı Tarot kartları bile yanılmadığımı gösteriyordu. Bembeyaz saçlarını kafasının üstünde kabarık topuz yapan ve birçok aksesuar takan tuhaf bir kadındı.

Bu etkinliğin amacı kaynaşma olduğu için sorduğu soru hiç ilgimi çekmese de ona cevap verdim. “20 Ağustos.”

Bu konular uzmanlık alanı olmalı ki bir saniye bile düşünmeden, “Aslan burcusun,” dedi. Hayatımın hiçbir bölümünde işime yaramayarak bu bilgiyi benimle paylaşırken orta parmağındaki yüzüğü okşuyordu. Yüzüğün siyah taşı o kadar büyüktü ki iki parmağının üstünü kapatıyordu. Habibe gözlerimin içine manidar bir şekilde bakıp beni süzdü. “Ateşten hoşlanmadığını söyledin ama sen ateşin oğlusun.”

“Anlamadım?”

“Aslan burcunun elementi ateştir.”

“Yanlışın var ben Karadeniz çocuğuyum, bir elementim olacaksa bu su olmalı.”

“Hayır, ateş.” Habibe insana kendini çırılçıplak hissettiren gözlerini bir an olsun benden ayırmazken başını yavaşça salladı. “Ateş senin burcundakilerin bir parçası ondan kaçamazsın.” Şimdiyse dik duran omuzlarıma, kolay kolay eğilmeyen başıma ve rahatça sandalyeye yayılmış halimi izliyordu. “Aslan burcunda olanlar lider ruhludur, doğuştan cesur olurlar. Sende öyle misin?”

“Ana bir dur gözünü seveyim,” diye sızlanmaya başladım. “Birazdan işi fincandan fal bakmaya kadar götüreceksin diye korkuyorum.” Gülmeye başladığında birkaç kişi onun gülüşüne eşlik etmişti.

“Senin hakkında çok fazla şey okudum ve izledim.” Bunu söyleyen başka bir teyzeydi. Habibe Hanım’dan biraz daha genç görünen, kaba gözlükleri olan ve hafif kilolu bir teyzeydi. Bacaklarının arasında bastonu olan bu teyzenin yaka kartında Sevim yazıyordu. Bilyeyi andıran kahverengi gözlerinde adlandıramadığım bir heyecan vardı. “Sabah Şekeri hep senden bahsediyor.”

“Af buyur?” Gözlerimi kısarak onu anlamaya çalıştım. “Sabah Şekeri nedir?”

Yaka kartında İlhami yazan bir amca, “Magazin programı,” diye beni bilgilendirdi. “Buradaki televizyon ortak salonda. Kadınlar sayıca üstün olduğu için kumanda hep onlarda oluyor.” Bu konuda hayıflanır gibi nefesini sesli verdi. “Haberleri izlemeyi sevmedikleri için ünlülerden bahseden o programları izliyorlar.”

“Ben ünlü değilim.”

Sevim Hanım şiddetle karşı çıkarak, “Hayır, ünlüsün!” dediğinde beni burada görmenin heyecanı küçük bedenine sığmıyordu. Şişe dibi gözlüklerinin ardından beni izlerken genç bir kızın o tutkulu coşkusu tüm vücuduna yayılmıştı. “Sabah Şekerinin spikerleri hep senden bahsediyorsa ünlüsün.” Kim ulan bu Sabah Şekerini sunan işsizler. Ayrıca Sabah Şekeri diye program adı mı olurmuş?

“O spikerler hakkımda ne diyor, Sevim teyze?” diye sorduğumda gücenmiş gibi benlerin çil çil olduğu ellerini önünde birleştirdi. Küskün bir ifadeyle başını eğince neredeyse gülecektim. Habibe’ye ismiyle hitap etmişken ona teyze dedim diye mi küstü? Anlaşılan burada yaşlı bir hayranım vardı.

Boğazımı temizleyerek gülmemeye çalıştım. “Eee soruma cevap vermedin, Sevim?” Bu sefer densizlik yapmayıp ona adıyla seslenince hemen başını kaldırdı. Bunu görmek bana tebessüm ettirmişti. Çocuklara ve yaşlılara bayılırdım. Kendi jenerasyonumla anlaşamazdım ama çocuklar ve yaşlılarla çok iyi geçinirdim.

Ona ismiyle seslenince Sevim gözlüklerinin ardından kalpler çıkartarak gülümsedi. “Çok yakışıklısın.”

Elimi hafifçe sol göğsümün üzerine bastırarak, “Eyvallah,” dediğimde ona muzırca göz kırptım. “Bu kadar güzel hanımların içinde daha azı olamazdı.” Buradaki teyzeler genç kızlara özgü bir şekilde kıkırdarken tam bir huysuz olduğuna çok emin olduğum İlhami Bey, “Biz çirkin miyiz?” diye sorarak gruptaki amcaları gösterdi. “Her yerde kadınlara torpil geçiliyor. Kumandayı bile bize vermiyorlar.”

“Dayı tek derdin televizyon olsun, hallederiz sıkıntı yok.” Anlaşılan bu yerin çok fazla eksikleri vardı. Bu konuda neler yapabileceğimi düşünürken gözlerimin hedefinde İlhami Bey vardı. “Dayı sen bana bu kurumun eksiklerini yaz, yarına her şey gelmiş olur.” Ali bir kez daha homurdanınca onu zerre kadar bir yerlerime takmadım.

Gittiğim her yeri yenilememden Ali hiç hoşlanmıyordu çünkü ona göre tüm bunlar gereksiz bir çabaydı. Sıkılana kadar kalacağım bir yerin eksiklerinin beni ilgilendirmediğini düşünüyordu ama ilgilendirirdi. Kafa dinlemek için gittiğim yerlerde uzun soluklu kalmasam bile o yerlerde dostlar edinirdim. Bir saatimi bile geçirdiğim birinin eksikleri beni ilgilendirirdi. Konu yaşlılar ve çocuklarsa daha fazla ilgilendirirdi.

Başında tüllü kocaman bir şapkası olan ve oldukça süslü görünen bir teyzenin gözleri mutlulukla ışıldadı. “Listeye sadece kurumun eksiklerini mi yazabiliriz?” Tırnaklarında yıpranıp silinmeye başlayan ojesini gösterdi. “O listeye birkaç şahsi ihtiyacımızı da yazabilir miyiz?”

Tebessüm ederek başımı salladım. “Ne istiyorsan onu yaz, Müjgan gerisi bende.”

“Listeye kitapta ekleyebilir miyiz?”

“Yusuf amca her istediğinizi yazabilirsiniz.” Onlara Ali’yi gösterdim. “Aslında ben değil bu piç halledecek. Sizin için burada.” Ali gözlerini belertip kısık bir sesle bana küfrederken koluna hafifçe vurdum. “Ben şimdi dinlenmek için odama gidiyorum sende dostlarımızı tek tek dinleyecek ve ne istiyorlarsa en hızlı şekilde temin edeceksin.”

Kapıya yürüdüğümde sandalyesinden kalkan herkes Ali’nin başına üşüşüp ona ihtiyaçlarından bahsetmeye başlamıştı. Ali tüm o yaygaranın içinde, “Abi senden gerçekten nefret ediyorum!” diye bana kızıyordu. Buraya kadar peşimden gelirse olacağı buydu.

Dışarı çıkıp koridorda yürümeye başladığımda Jülide Hanım peşimden gelip, “Gurur Bey bir dakika,” diye seslendi. Ona döndüğümde telaşlı bir hali vardı. Hızlı adımlarla bana yetişip koridoru gösterdi. “İlk günden odanızı karıştırmanızı istemem size eşlik etmemin bir sakıncası var mı?”

“Var,” dedim kabaca. “Odamı bulacak kadar ayığım.”

Onu bırakıp yürümeye başladığımda peşimden gelerek sohbet girişiminde bulundu. “Duyduğuma göre yön duygunuz çok kötüymüş.” Anlaşılan benim hakkımdaki haberleri takip eden sadece Sevim teyze değilmiş.

Jülide bir tutam sarı saçını kulağının arkasına sıkıştırırken yanımda yürümeye başlamıştı. “Sizin yaşınızdaki birinin huzurevinde ne işi var?”

“Sizin yaşınızdaki birinin burada ne işi var?” Aynı soruyu ona yönelterek gelişigüzel onu süzdüm ama bakışlarım öylesineydi. “Aramızda fazla yaş olmasa gerek.” Yirmilerin sonlarında olduğuna eminim.

Pembe rujun süslediği dudaklarını emerek gülümsedi. “Burada gönüllü çalışıyorum. İhtiyar dostlarımızla ilgilenmeyi seviyorum.” Bunu duymak sebepsiz yere beni mutlu etmişti çünkü onun gibi bir işimin olmasını isterdim.

“Sevdiğiniz bir işi yapmak güzel.” Tekrar yürümeye başladığımda adımlarım ona kıyasla daha büyük olduğu için bana yetişmeye çalışıyordu. Bu bana Farah’ı hatırlatmıştı. O tanıdığım herkesten daha küçük adımlar atardı. Genelde ben yürürken o ördek gibi arkamdan pıtı pıtı adımlar atıp bana yetişmeye çalışırdı.

“Hakkınızda çıkan o haberlerin aslı var mı?” Jülide bana yetiştiğinde gözlerindeki merakı gizleyemiyordu. O gözlerde aynı zamanda bana kur yapan alımlı bir şeyler vardı. “Yakında boşanacağınızı iddia ediyorlar.”

“İddia değil.” Bana hatırlattıklarıyla canım sıkılmıştı. “Boşanıyorum.” Elimi küçük bir açıyla kaldırıp alyansımı ona gösterdim. “Ama bu hâlâ evli olduğum gerçeğini değiştirmez.”

Gözlerindeki o beğeni dolu ifadeyi oradan kaldırmak için son derece ciddi bir sesle, “Ya da boşandıktan sonra bile karıma sadık kalmayacağım anlamına gelmez,” dedim. Sertçe yutkunduğunda onu orada bırakıp yoluma devam ettim. Kadınları hiç anlamıyordum. Onlara zarar verecek erkeklere mıknatıs gibi çekiliyorlardı.

Benim gibi erkekler iyi kadınların katiliydi.

Odama geldikten sonra çift kişilik büyük yatağın üzerine kendimi yorgunlukla attım. Uyuyacağım için yatağa girmemiştim, fiziksel ve ruhsal olarak çok yorgun olduğum için uzanmıştım. Kimyasal ilaçların yardımı olmadan keşke uyuyabilsem ama bunu yapamıyordum. Her akşam uyumak için ekstradan bir şeyler kullanmaktan bezmiştim. “Ah ulan Nemrudun Kızı!” O vicdansız beni ne hallere düşürmüştü.

Telefonumu çıkardığımda parmağım bir kez daha galeriye uzandı ama kendime küfrederek hemen telefonu kapattım. Özlesem bile onun fotoğrafına bakamazdım. Boşanmamıza bu kadar az kalmışken kendimi onun yokluğuna alıştırmalıydım. Bunu yapmak imkânsız gibi geliyordu. Benim onu düşündüğüm kadar acaba o da beni düşünüyor muydu? Gram aklına getirmediğine o kadar eminim ki!


***

Hazırlanıp huzurevinden çıktığımda direksiyonu kırıp geri dönmemek için kendimi zor tutuyordum. Duruşma günü sonunda gelip çatmıştı. O mahkemeye gitmek kendi ölüm fermanımı imzalamak gibiydi ama bunu yapacaktım. Son olanlardan sonra Farah’ın hayatında kalmak için daha fazla diretmeyeceğim. Direksiyonu tutan elimdeki yeni yaralara baktığımda iç çektim. Ondan boşanırsam bir daha canını yakacak kadar hayatında olmazdım.

Son dört günde çok şey yaşanmıştı. Karun’un Levent’i yurtdışına gönderdiğini öğrenmiştim. Karun bana onun suçsuz olduğunu, babasının oyununa geldiğini söylemişti. Açıkçası Levent’in Türkiye’den sürülmesine memnundum çünkü ona olan öfkem bu kadar tazeyken onu elime geçirseydim hayatını sikecektim. O piç bilinçli yapsın veya yapmasın, benim için fark etmiyordu. Onun yüzünden Karun ölebilirdi!

Levent yüzünden canlı canlı gömülmek zerre kadar umurumda değildi, ama Karun’a yapılanı affetmeyecektim. Şeref ve Güzin, Karun’un elindeydi. Karun onların yerini bilmediğimi sanıyordu ama o ikisini nerede tuttuğunu biliyordum. Hâlâ karşılarına çıkmadıysam bunun tek nedeni günlerdir berbat bir halde olmamdı. Uyku sorunuma bir çözüm bulup eski düzenime kavuştuktan sonra o depoya gidecek ve Şeref’in kâbusu olacaktım.

O kansızı öldürmek Karun’un hakkı değildi, istese de beni çiğneyip bunu yapamazdı. Şeref benim elimde ölmedikçe onunla ödeşmeyecektim. Kabul ediyorum Şeref, Karun’a da çok şey yaşattı ama benim hayatımı sikmişti. Onun yüzünden adım deliye çıkmış, deli diye herkesin maskarası olmuştum. İşin trajik tarafı bana deli diyenler de haksız değildi çünkü abim olacak kansız bende akıl namına bir şey bırakmamıştı. Kendi sigaramı bile yakamıyordum, bana daha ne yapsın.

Geçtiğimiz günlerde hep kötü şeyler olmamıştı. Çağıl’a Çiçek’i istemiştik. Bu kadar kötü bir haldeyken oraya gidip kız isteme merasimine katılmayı hiç istememiştim. Ancak Çağıl beni görmeye bizzat huzurevine gelmişti. Onun için bu kadar önemli olan bir günde büyüğü olarak orada olmamı isteyince ona geri çevirememiştim. Hatırladıklarımla güldüm. Kızı almıştık almasına ama tam bir fiyaskoydu.

Karun ve Duha gerçekten yan yana gelmemeliydi.

Tek başıma araba kullanırken biraz ilerleyince yoldakileri gördüm. Birçok siyah araba geçeceğim yolun üzerinden duruyor, yolumu kapatıyordu. Hızımı düşürürken önümdeki arabaların plakalarına baktım ama tanıdık gelmiyordu. Aynı şekilde o arabaların yanında duran adamları da ilk kez görüyordum. “Gündüz vakti pusu kuracak kadar ne yaşıyor bunlar?” Arabayı durdurup torpido gözündeki silahı belime takarak indim. Bakalım dertleri neymiş.

Onlara doğru yürürken kırka yakın adama yaklaşmıyormuş gibi rahattım. Sinirlerim bozulduğu için güldüm. Beni almaları için kırk adam gönderdiklerine göre bu itlerin sahibi benden çok korkuyor olmalıydı. Tam karşılarında durup alaycı bir dille, “Hayırdır beyler?” diye sordum her birini göz hapsine alırken. “Bu ziyaretinizi neye borçluyuz?”

Karşımda olmak bile her birini gerginliğe sürüklerken içlerinden biri öne doğru bir adım atmak için kendini zorladı. Bunu yaparken dizlerinin bağı çözülmüş gibi yüzü bembeyazdı. “Bizimle gelmelisiniz.” Alnından süzülen bir damla teri elinin tersiyle sildi. “Patron sizi görmek istiyor?”

“Patronunuzun bir ismi var mı?”

“Gidince öğrenirsiniz.” Bana kendi arabalarını gösterip tehdit etme cüretinde bulundu. “Zorluk çıkarmanızı tavsiye etmem.”

Dudağımın köşesi yavaşça kıvrıldı. “Sorun şey ki ben zorlamayı severim.”

Adamlardan biri arabaya binmem için bana yaklaşma cesareti gösterdiği an tek bir yumrukla onu yere serdim. Arkadan biri koluma tutunca hızla ona döndüm ve omuzlarını kavrayıp kafamı suratına gördüm. Bu şekilde beni götüremeyeceklerini anlayınca hemen silahlarına davrandıklarında zerre kadar korkmamıştım. Ancak durmuştum çünkü ellerindeki silahın arması beni durdurmuştu.

Üzerinde Kalender arması olan bu silahları biz üretiyorduk. Karun piçi üzerime adamlarını salarak ne amaçlıyordu? Evet, bu Karun’un adamlarıydı çünkü bu armayı Şeref bile kullanamazdı. Derin bir nefes alarak bileğimdeki saate baktım. Duruşmanın başlamasına daha iki saat vardı. Adliyeye erken gidip geç kalma ihtimalimi ortadan kaldırmak istemiştim.

Ancak yeğenim olacak piçin yaptıkları hesapta yoktu. Karun’un derdinin ne olduğunu öğrendikten sonra mahkeme salonuna tam vaktinde gidebilirdim. Karşımdaki adamlara arkalarındaki arabaları gösterdim. “Arabanıza dönün.” Bunları söyledikten sonra kendi arabama yürüdüm. “Önden gidin sizi takip edeceğim.” Bu yaptığı için Karun’un iyi bir mazereti olsa iyi ederdi yoksa ona ebesinin nikahını gösterecektim! Sırf merakımdan bu adamlarla gidecektim.

Arabama binip öndekileri takip ederken Karun’u aradım ama açmadı. Bu beni daha fazla sinirlendirmişti çünkü neden aradığımı iyi bildiği için açmıyordu. Yirmi dakika boyunca öndeki adamları takip etmiştim. Allah’ın unuttuğu izbe bir yere geldiğimizde hepsi arabalarında inmişti. İyi bir yere park ederek dışarı çıktığımda onlara arabamı gösterdim. “Tek bir çizik olursa Allah yarattı demem, hepinizi mermi manyağı yaparım!” Arabalarım en değer verdiğim şeylerin başında geliyordu.

Öndeki adamları takip ederek depoya girdiğimizde Karun ile buluşacağımı düşündüğüm için hiçbirine zorluk çıkarmadım. Üst katı teknolojik ürünlerinin depolandığı bir alandı. Alt kata indiğimizde bir kapının önünde durarak benim için kapıyı açtılar. “Patron sizi içeride bekliyor,” dediklerinde Karun’dan hesap sormak isteyen yanım baskın çıkmıştı. Bu yüzden Karun’un içeride olmama ihtimalini hiç düşünmeden içeri girmek gibi bir aptallık yaptım.

Adımımı içeri attığım an kapı üzerime kapanınca bir küfür savurup hemen kapıya yöneldim. Ancak adamlar bir saniye bile beklemeden kapıyı dışarıdan kilitlemişlerdi. Sinirden yumruğumu kapıya geçirirken, “O piçi söyleyin hemen buraya gelsin!” diye bağırdım. “Daha önemli işlerim var onunla kaybedecek vaktim yok!” Bir an önce karşımda olmazsa buradan çıktığımda yeğenim değil, düşmanım konumunda olacaktı! Bunun bilincinde olarak beni fazla bekletmese iyi ederdi.

“Senin ecdadını sikeceğim, Karun!” Ona küfrederken başımı çevirip tutulduğum yere baktım. Oldukça temiz bir depo olduğunu gördüm. Deponun içinde bir dolap ve bir tane de yatak tek vardı. Bu yatak böyle bir yerde çok sırıtıyordu. Daha önce çok fazla kişiyi alıkoymuş ve birçok kez de alıkonulmuştum ama bir yatakla ilk kez karşılaşıyordum. Bir yatağın burada ne işi vardı?

Deponun içine yürüyüp yatağa yakından bakınca sinirlerim tepeme fırlamıştı. “Ben bu yatağa sığmam orospu çocuğu!” Karun buraya tek kişilik yatak koymuştu, bunun neresine sığacaktım. Buradan çıkınca yeğenim olacak piçin celladı olacaktım. Beni uzun süre rehin tutacağını mı sanıyordu?

Kapının dışında, “Neden hiç karşı koymuyor?” diye bir ses duydum. “İnsan kaçırılınca karşı koymaz mı?” Benden bahsetmediklerine eminim çünkü silahlarını görmeden önce teslim olmamaya kararlıydım.

Deponun metal kapısı gürültüyle açılınca içeri bıraktıkları kızla donup kalmıştım. Karun’a çalıştıklarına emin olduğum iki adam onu kollarından çekerek içeri koydular ve dışarı çıkıp kapıyı üstümüze kilitlediler. Bu karşılaşmaya hiç hazır olmadığım için öylece kalakalmıştım. Farah’ın burada ne işi vardı?

Neler olduğunu anlayınca yumruğumu sıkmaya başlamıştım. Bu olanlar sadece Karun’un değil, Duha’nın da işiydi! En son benimle konuştuklarında uyumak için Farah ile bir araya gelmemi söylemişlerdi! Ben buna yanaşmayınca o piçler böyle bir şeye kalkışmışlardı. Yan yana gelmeyin diye kırk defa söylemişimdir ama dinleyen kim! O iki piç bir araya gelince beyinleri işlevini yitiriyordu!

“Sizin yapacağınız planın amına koyayım!” Bu kızı görmek istemediğimi bilmelerine rağmen ikimizi bir yere kapatacak kadar canlarına susamışlardı. Buradan çıktığımda o ikisi saklanacak yer arasın!

Çatık kaşlarla Farah’a döndüğümde onda ilk baktığım şey saçları olmuştu. Giydiği kapüşonlu sweatshirtün şapkası kafasında olduğu için saçlarını göremiyordum. Yoğun bir korku kalbimin tam ortasına kurulmuştu. Saçlarını kesmiş olamazdı, değil mi? Kabahatim ve günahım sağ elimde yer edinince elimi sıkmaya başlamıştım. Saçlarını kesmemiş olsun.

“Çıkar o şapkayı.” İçimde başlattığı yangınların aksine sesim çok cılız çıkmıştı. Belki de yalvarır gibi.

Beni hiç duymuyor gibiydi, sorun şu ki burada olduğumu bile henüz anlamamıştı. Siyah gözleri ürkekçe deponun içine bakıyor, sık sık kapıya kaçamak bakışlar atıyordu. O kadar çok titriyordu ki ayakta durmak için yanındaki duvardan destek alıyordu. Buraya kendi isteğiyle gelmiş olamazdı çünkü karşıma çıkacak yüzü olduğunu hiç sanmıyordum. Etrafına attığı korku dolu bakışları bile buraya kendi isteğiyle gelmediğini gösteriyordu.

Gözlerimi kısarak tüm dikkatimi ona verince ondaki değişimle neye uğradığımı anlayamadım. Yüzü hastalık derecesinde solgundu ve gözlerinin akı kanlanmıştı. Ağlamaktan değil, uykusuzluktan kaynaklanan bir kanlanma. Tüm vücudum gerildi. Hiç uyumamış mıydı? Bu nasıl olabilirdi, sarkacı ondaydı. Bu sefer sarkacını da almamıştım, o zaman bu hali neydi?

Tek sıkıntı uykusuz gözleri ve solgun yüzü değildi. Gözlerinin altında bağımlıları aratmayan bir koyuluk vardı. O koyu halkaların bir benzerini yüzümde taşıyordum. Dudakları susuz kalmış gibi çatlamıştı. O kadar zayıflamıştı ki, giydiği kıyafetlerin içinde kayboluyordu. Ona kızgın olmama rağmen bu hali hiç hoşuma gitmemişti. Sikeyim, hiç iyi görünmüyordu! Bana yaptıklarından sonra bir yerlerde kutlama yapıp eğlendiğini düşünmüştüm.

Beni izliyordu ama bakışlarını uzun süre yüzümde sabit tutamıyordu. Hayır, böyle olmasının tek sebebi uykusuzluğun yarattığı semptomlar olamazdı. Gözlerinin içindeki sarılıktan bile ilaç kullandığı anlaşılıyordu. Asıl merak ettiğim ne tür ilaçlar aldığıydı ve en önemlisi aldığı ilaçlardan haberi var mıydı? Onu hastaneye götürüp kan testi yaptırsam acaba kanında ne tür şeyler çıkacaktı?

Puslu gören gözlerle bana tuhaf bakışlar atarken kuruyan dudaklarını araladı. “Sizi de mi zorla buraya getirdiler?” Sizi derken? Neden bir yabancıyla konuşur gibiydi?

Sinirli bir şekilde kaşlarımı çattığımda her an bir delilik yapabilirdim. “Yeni oyunun bu mu? Şimdi de beni tanımamazlıktan mı geleceksin?”

Gözlerini kırpıştırdığında o masum bakışları öfkelenmeme neden oluyordu çünkü gerçek değillerdi. Bakışlarındaki ifadeye kadar her şeyiyle sahteydi. Bu kadın en başından beri saf halleriyle beni ayakta uyutan bir şeytandı. Masumiyet maskesinin ardına o kadar iyi gizlenmişti ki, o maskenin arkasında nasıl bir kadın olduğunu hiç görememiştim. Bundan sonra ne onu affedebilirdim ne de ona el kaldıran kendimi.

Günlerdir bana bir cehennemi yaşatıyordu.

Burada benimle yalnız olmaktan ödü kopuyormuş gibi bana ürkek gözlerle bakarken, “Sizi anlamıyorum,” diye fısıldadı. Sadece vücudu değil, sesi de titriyordu. “Tanışıyor muyuz?”

“Kes artık şu sikik oyunu!” Kontrolüm dışı bağırdığımda sıçrayarak arkaya attığı adımlarla kendime küfrettim. Birilerinin ona bağırmasından çok korkardı. Belki de bu da yalandı. Siktir, artık onunla ilgili hiçbir şeyden emin olamıyordum! Gerçek anlamda bana kafayı yedirtecekti.

Sert ifademi ve sıkmaktan parmak boğumlarının gerildiği elimi görünce, “Be-ben,” diye bir şeyler geveleyip arkaya adımlar atmaya devam etti. “Hatırlıyorum.” Hızlıca konuşup sırtı kapıya değene kadar arkaya çekilmişti.

Kısa bir an arkasındaki kapıya bakınca çaresizliği her hücresinden hissederek, “Sizi hatırlıyorum,” dedi bir kez daha. Korkudan titreşen gözlerine yaşlar akın ettiğinde kendini benden korumak ister gibi kollarını göğsünde çaprazlamıştı. “Hatırlıyorum bana zarar vermeyin.” Kaskatı kesildim. Boğazım düğümlendiğinde nefes alamıyordum. Bir yabancının gözleriyle bana bakarken korkudan söyledikleri yetersiz kalıyordu.

Beni hatırlamıyor mu?

“Ne yaptılar sana?” diye sorarken ne yapacağımı ne diyeceğimi bilmez bir haldeydim. “Farah beni unutmuş olamazsın!” Bu kadarını bana yapamazdı. Bu kadının bana attığı kazıkların haddi hesabı yoktu. Beni onunla ilgili binlerce anıyla bırakıp her şeyi unutmuş olamazdı. Saçmalıktı lan bu, saçmalık!

Şimdi ne halt edecektim?

Ben onun son bakışını bile unutamazken o, adımı bile hatırlamayacak kadar benimle ilgili her şeyi unutmuştu. Nasıl bu kadar acımasız olabilirdi? Birbirinin canını yakan iki kişinin birbirini unutması ödül olabilirdi ama bir taraf hatırlarken diğer tarafın unutması cezaların en büyüğüydü.

Farah’ın gözlerine baktıkça o siyah gözlerde kendime dair hiçbir şey bulamıyordum. Onun gözlerinde yoğun bir korku dışında hiçbir şey yoktu. Karanlık bir geceyi andıran irislerinde o tanıdık sıcaklık ve görmeyi sevdiğim parıltılar yoktu. Boş ve ölü bakıyordu. Eğer bu kadar çok korkmasaydı duygusuz biri olduğunu bile düşünebilirdim ama korkuyordu ve korku da bir duyguydu. Nefret ettiğim tek duyguyu kuşanmış, onda sevdiğim diğer her şeyi yok etmişti.

Onu olduğundan daha fazla ürkütmemeye çalışarak ona doğru küçük adımlar attığımda her adımımla biraz daha kapıya sindi. “Sanırım seni birine benzettim.” Kendimi zorlayarak bunları söylediğimde amacım onu beni hatırlamaya zorlamamaktı.

Hatırlaması için onu zorlarsam bu ters tepebilirdi ve bu sefer beni hatırlama şansını tamamen kaybedebilirdim. Bir şekilde kendimi ona hatırlatmalıydım ama bunu onu ürkütmeden ve korkutmadan yapmalıydım. Tam karşısında durduğumda aramızdaki iki adımlık mesafeyi aşamadım çünkü bakışlarıyla adeta bana yalvarıyordu. Her adımımla o kadar çok korkmuştu ki daha fazla yaklaşmayım diye ağlayabilirdi.

“Beni hatırlamaman normal çünkü tanışmıyoruz.” Bana yaşattığı sinir ve hayal kırıklığından duvarları yumruklamayı isterken derin bir nefes aldım ve ona elimi uzattım. “Gurur Kalender.”

Tahminen beni hatırlaması ne kadar sürerdi? Eğer bu süre yarım saati geçerse yapabileceklerimi kestiremiyordum. Hatırlaması bir güne uzarsa Ümit’in evini basar ve o herifin canına okurdum. Farah bu hale gelene kadar o piç nerelerdeydi! Kıza ilaç verildiği o kadar belliydi ki, bunu nasıl anlamadılar. Onu biraz yalnız bırakınca geldiğimiz şu hale bak. Ona arkamı döner dönmez beni unutmuştu.

İkimizin arasında duran elime baktığında gözleri, içinde nefes alamadığım sisli bir geceye dönüşmüştü. Nefes alışları sıklaşırken yanında duran elini güçlükle kaldırmıştı. Kendini zorlayarak titreyen elini avucuma bıraktığında korkusunda değişen hiçbir şey olmamıştı. Kuruyan dudaklarını aralayıp o nahif ve yumuşak sesiyle, “Farah Tozlu,” dedi. Hayır, Kalender diyememekten daha acı bir şey yoktu.

Narin eli avucumun içinde kaybolmuştu. Parmaklarım onun elini sardığında hızlanan kalbimi ve baştan ayağa titreyen vücuduma bir anlam veremedim. Sadece elini tutmak bile yoğun bir elektrik akımına kapılmama neden oluyordu. Tanışmak için uzattığı eli avucumdaydı ancak ben paniklemiş durumdaydım. Elini fazla sıkarsam canı yanar mıydı, hiç sıkmasam bunu yadırgar mıydı? Ne yapmalıydım, hiçbir şey bilmiyordum.

Canını yakma ihtimalini göz ardı edemediğim için küçük bir el sıkma olayını bile kendi içimde fazla büyütüyordum. Parmaklarım onun elini hiç bırakmak istemiyormuş gibi sardığında onun elini sıkmadım. Eli sadece avucumun içinde duruyordu, hepsi bu. Kontrol edemediğim bir duyguyla başparmağımla elinin üstünü hafifçe okşamıştım. Parmağımın ucuyla bile olsa onun tenine dokunmayı özlemiştim.

Elinin hep avucumda kalmasını isterken tanışma faslını acı verecek derecede kısa tuttu ve elini usulca çekti. “Şey…” Sesi kısık ve derinden çıkarken titreşen gözlerinde merak vardı. “Sizinle daha önce hiç karşılaştık mı?” Bir kadifeyi andıran yumuşak sesi içime dokununca kirpiklerini kırpıştırdı. “Bir yerlerden tanıdık geliyorsunuz?”

Bir an kendi varlığımı sorgulamıştım. Farah beni hatırlamadıkça sanki hiç var olmamış ve bu dünyaya hiç doğmamışım gibi geliyordu. O beni anımsamadıkça bu dünyada bir yerim olmayacakmış gibi berbat bir hisle kuşanmıştım. Beni ben yapan oymuş gibi varlığım bile artık şüpheliydi. Ya bu nefret ettiğim bir kâbus ise? Böyle bir şey hiç yaşanmıyor, nefret ettiğim ve başıma gelmesini istemediğim bir yanılgıyla sınanıyorsam? Kâbus olmasını isterdim çünkü uyandığımda unutulmuş olmazdım.

“Tanışmıyoruz.” Kuruyan boğazımı ıslatmak için yutkunduğumda derin derin nefesler alıyordum. Görmekten hoşlandığım güzel bir yüzde bana dair hiçbir şey yokken tanıştığımızı söyleyemezdim. “Tanışsaydık hatırlardım çünkü unutulacak bir yüze sahip değilsin.” Benim aksime.

“Anlıyorum.” İçimi bir hoş eden o sesini ne zaman duysam istemsizce sinirlerim yatışıyor, ben susayım o konuşsun istiyordum. Sırtını kapıdan güçlükle ayırıp deponun için bir adım atınca sendeledi. Ayakta bile zor durduğu için daha ilk adımında bacakları titremiş ve yer çekimine direnememişti.

Düşmesinden endişe ettiğim için onu tutmak istedim ancak ona yaklaşmamı istemediği için dengesini korumuştu. Ona yaklaşmamı istemiyordu. “Sizce bizden ne istiyorlar?” Başıyla kapıyı işaret etti. “Bizi neden kaçırdılar?” Karun ve Duha piçinin aklından geçenleri kim bilebilirdi ki.

“Bilmiyorum,” diye onu geçiştirirken solgun yüzüne, kanlı gözlerine bakıyordum. Narin vücudu uykusuzluktan çökmüştü. Onda görmekten hoşlanmadığım her şeye bakıyordum.

İçimde taşan bir öfke ve engel olamadığım bir endişeyle, “Sana ne yaptılar?” diye sordum bir kez daha. Bu hale gelmesinin tek sebebi uykusuzluk olamazdı. Buna sebep olanları bulduğumda Allah şahidim ki yatacak bir mezarları bile olmayacaktı! Benim gözümden bile sakındığım bir kızı yokluğumda ne hale getirmişlerdi.

Bakışlarını benden kaçırıp ayaklarına baktığında hıçkırmamak için direniyor gibiydi. “Be-ben,” diye bir şeyler gevelediğinde sesi ağlamaklıydı. “Başım çok dönüyor.” Kısa bir an yatağa bakınca içim kıyıldı, kıyamadım ona. Düşmeden o yatağa nasıl ulaşacağını düşünüyordu.

Onu korkutacağımı iyi bilmeme rağmen aramızdaki mesafeyi kapattım. İzni bile olmadan onu kucağıma aldığımda acı tüm vücudumu sarmıştı. O kadar zayıflamıştı ki eskisine göre daha hafifti. Oysaki bir öğün atlamasına bile izin vermezdim. Bir anda kendini kollarımın arasında bulunca gözlerini irileştirerek bana bakmaya başladı. Korktuğunu ve gerildiğini görebiliyordum ama aşağıya inmek için de çırpınmadı. Bunu hiç yapmazdı. Bazı yönlerde hâlâ biraz kendi gibiydi.

İnmek için çırpınmadı ama bana sarılmadı da. Hep yaptığı gibi elleri kucağında dururken o kolları bir kez daha boynuma dolanmamıştı. Kollarımda camdan bir bebeği tutar gibi dikkatliydim. Her an kırılıp tuzla buz olacakmış gibi hissettiren porselen bir bebekten farkı yoktu. Yürüyüp onu yavaşça yatağın kenarına bıraktığımda o rahat bir nefes aldı, bense sıkıntıyla.

O kollarımın kıskacından kurtulduğu için mutlu olmuştu, bense onu bırakmak zorunda kaldığım için aramıza ördüğü duvarlardan nefret etmiştim. Onu yavaşça yatağın kenarına bırakıp kollarımı üzerinden çekmiştim ki, soluduğu havayı içine çekerek, “Bu koku,” diye mırıldandı güçlükle duyulan bir sesle. “Çok rahatlatıcı.”

Burnunu hafifçe kırıştırarak havadaki kokuyu içine çekerken gözleri deponun her noktasında gezindi. Sanki kokunun kaynağını arıyordu. Sertçe yutkundum. İhtiyaç duyduğu koku benim kokumdu. Farah bana uyuşturucuyu bıraktırmıştı ama beni kendi bağımlısı yapmıştı. Bense ona sarkacı bıraktırmış, kendi kokumun bağımlısı yapmıştım. Farkında bile olmadan karşı tarafı kendimize muhtaç ve bağımlı bir hale getirmiştik.

Bu yüzden Farah olmadan uyuyamıyordum çünkü her şeyiyle ona ihtiyacım vardı. Ve Farah bu yüzden artık sarkaçla bile uyuyamıyordu çünkü kokuma bağımlı hale gelmişti. Her gece masal okurken ona çok yakın bir şekilde yatağının kenarına otururdum. Onu masalla uyutmaya çalışırken aslında soluduğu kokumla uyuduğunu hiç fark etmemiştim. Onu uyutan okuduğum masallar değildi, içine çektiği kokumdu. Son seferinde ona masal bile okumadan kollarımda uyuyana kadar bunu hiç anlamamıştım.

Ondan en uzak şekilde yatağın diğer ucuna oturdum. İkimizde aynı yatağın farklı kenarlarında oturuyorduk. Önünde birleştirdiği elleriyle oynarken stresten ara ara tırnaklarını kemiriyordu. Bu onda en nefret ettiğim alışkanlıklarından biriydi. Tırnaklarını bir kez daha ağzına götürünce, “Bunu yapma,” diye onu uyardım ama bakışlarımda ona kızan veya ayıplayan hiçbir şey yoktu.

“Gün içinde ellerinle her şeye dokunuyorsun ve bir elde en çok bakteri taşıyan tırnaklardır. Seni hasta edecek bir eylemde ısrarcı olma.” Tırnak kemirme alışkanlığını unutmalıydı. Tıpkı beni unuttuğu gibi…

Elini ağzından çektiğinde gözleri parmağımdaki alyansa ilişti. Çipil çipil bakan gözlerini ilk günkü masumluğuyla kırpıştırdığında iç çektim. Artık bakışları bile bana aldatıcı geliyordu. Farah benden ne aldığı hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ona duyduğum tüm güveni yerle bir etmişti. Ben artık onun bakışlarında bile bir yalan arıyordum. Her konuda sorgusuz sualsiz ona güvenirdim ancak bir daha güvenir miydim, hiç bilmiyordum. Ona olan güvenimi yıkmıştı.

Bana nasıl hissettirdiğinden habersiz parmağımdaki yüzüğü işaret etti. “Evli misiniz?”

Beni hatırlamayan bir kadının yüzüğünü taşımak parmağımdaki halkayı daraltıyor ve parmağımı sıktıkça sıkıyordu. İçli bir nefesle başımı usulca salladım. “Evliyim.” Boşanmamı sağlayacak duruşmanın başlamasına çok az kalmıştı.

“Sanırım bende evliyim veya nişanlı.” Karamsar gözlerle parmağında duran annemin yüzüğüne bakarken aklı bulanıktı. “Evli miyim yoksa nişanlı mı, bilmiyorum.”

“Yüzük sağ elinin parmağında olsaydı nişanlı olurdun ama solda. Bu da evli olduğunu gösteriyor.” Biraz düşününce söylediklerimde haklı olduğumu anladı. Eğer yüzüğü çıkartıp içine baksaydı içinde ismimin yazdığını görürdü.

O yüzük annemden bana kalan tek şeydi. Annemin döneminde yüzüklerin içine isim yazdırmak yaygın olmadığı için içinde hiç isim yazmıyordu. Oraya kendi adını yazdıran bendim. Henüz on yaşında annemin tüm mücevherlerini kimsesiz çocuklar yurdundaki müdireye vermiştim. Meleğime iyi bakması karşılığında annemin mücevherlerini vermek zorunda kalmıştım. İçlerinde bir tek bu alyansı almıştım çünkü anneme ait bir şeyin bende kalmasını istemiştim.

O yıllarda bu yüzükle ne yapacağımı hiç bilmiyordum ama yaşım büyüdükçe o yüzüğü annemin gelinine takmaya karar vermiştim. Ruhu huzur bulsun eğer annem yaşasaydı gelinine en güzel takıları takardı ama genç yaşta vefat etmişti. Ondan bana kalan tek hatırayı onun gelinine takmak için yıllarca yüzüğü saklamıştım. Karım olacak kadının parmağına annemin yüzüğünü takmak ona verdiğim değeri gösterirdi.

O kadının Leyla olacağına çok emindim ama kaderin işleyişi çok farklıydı. Annemden sonra bu yüzüğü takan kadın Farah’tı. Bir köşkün arka bahçesinde düşürdüğüm yüzük kendi sahibini seçmişti. Farah yerde bulduğu bir yüzüğü parmağına taktığı anda kaderin işleyişi değişmişti.

O esnada ikimizde bilmiyorduk ama annemin gelini ve benim karım Farah olacaktı. Öyle de olmuştu. Aradan geçen günler bizi öyle bir noktaya getirmişti ki, bir de bakmıştık ki artık evliydik. Sonuç ve sebepler değişebilirdi ama yazgıyı kimse değiştiremezdi. Farah benim yazgımdı artık bunu daha iyi anlıyordum. Belki geçmişim değildi ama geleceğimmiş gibi hissettiriyordu.

Burada olmaktan daha şimdiden sıkılmış gibi kapıya bakmaya başlamıştı. “Acaba bizi neden burada tutuyorlar?” Sebebi çok açıktı, boşanmamamız için. Oysaki biz gitmesek bile vekalet verdiğimiz avukatlar o duruşmaya katılacaktı. Tabii Karun ve Duha piçi avukatların da icabına bakmadıysa.

Eğer Ali’de bu işin içindeyse bu sefer o itin kırılmadık kemiğini bırakmazdım. Daha önce bir kez inisiyatif alıp bana sormadan arabamın frenlerini kesmişti. Bunun için çok haklı bir sebebi vardı ama bu onun yüzünden az kalsın ölecek olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Ali canımı sıkacak derecede benim hakkımda kafasına göre inisiyatif alan biriydi. Eğer bu seferde boşanmayayım diye Karun ve Duha ile iş birliği yaptıysa benden çekeceği vardı.

Telefonumu çıkartıp onu aramaya kalkıştım ancak hiç şebeke olmaması beni şaşırtmamıştı. Dışarıdan yardım almayayım diye depoda sinyal kesici cihazlar olmalıydı. Telefonu cebime koyarak Farah’a döndüğümde o da beni izliyordu. Uykusuzluktan baygın bakan gözleri her an kapanacak gibiydi ama uyuyamıyordu. “Eşiniz nasıl biri?” Burada yapacak pek bir şey olmadığı için bir sohbet konusu açmaya çalışıyordu.

“Yakın zamanda öğrendiğim gerçekler aslında onun hakkında hiçbir şey bilmediğimi anlamamı sağladı.” O kafes dövüşünün kaydını defalarca kez izlemiştim. Yüzünde onu gizleyen bir maske varken o kafesin içinde nasıl devleştiğini, rakibine nasıl nefes aldırmadığını soluksuz izlemiştim. İzlediğim o Farah, benim tanıdığım Farah’tan çok uzaktı ve aynı zamanda hep olmasını istediğim Farah’tı.

“Ama öncesinde nasıl biriydi diye sorarsan…” Onun yorgun ve puslu gözlerinde kaybolurken içime çektiğim nefes bile bana yaşadığımı hissettirmiyordu. “İyi biriydi.” Onunla geçirdiğimiz o kısacık günlerde yaşadıklarımızı hatırlayınca içim burkulmuştu. Bir daha tekrarının olmayacağı güzel günlerdi.

“Nazlıydı benim karım. O kadar hassastı ki tıpkı bir gül gibi tek bir kötü söze boynunu bükerdi.” Sevkiyattan önceki kızdan bahsediyordum ve o günlere duyduğum özlemi ondan saklayamıyordum. “Kaburgalarının arasında sırça bir kalbi varmış gibi nahif ve fazla kırılgandı.” O öyle biriydi ki onu bakışlarımda bile sakınmak isterdim. Sanki ona biraz fazla uzun baksam gözlerimin önünde paramparça olacakmış gibi hissettirirdi.

Güzel yüzünün her zerresini izlerken ruhum sanki gözlerimde taşıyor ve onda hayat buluyordu. Ruhuma kadar her şeyimle ona mühürlenmiş gibiydim. “Tatlı dilli ve fazla sevimliydi.” Hatırladıklarımla burukça gülümsedim. “Ve çok titizdi, dağınıklığa tahammül edemezdi. Ne zaman odasını dağıtsam kaşlarını çatar, sinirli görünmeye çalışarak bana dik dik bakardı.” Küçük bir tebessümle başımı iki yana salladım. “Doğru düzgün sinirlenemezdi bile.” Bunu yapmak için önce bir kapının arkasına saklanması gerekirdi.

“Kibardı yanında küfredilmesinden bile hoşlanmazdı.” Ona onu anlattığımdan habersiz Farah can kulağıyla beni dinlerken kendimi gösterdim. “Bense ağzı bozuk bir adamım. O nahifti ben hoyrat, o nazlıydı ben kaba. O bir psikologdu bense on yedi raporlu bir deli.” Gülüşüm içtenliğini yitirirken umursamaz görünmeye çalışarak omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Öyle işte her konuda yanlış bir eşleşme.”

“Aslında kusursuz bir eşleşme.” Kadifemsi yumuşak sesiyle ona döndüğümde dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Bir pilin bile bir ucunda artı diğer ucunda eksi olur. Bu şekilde bir çekim ve etkileşim oluştururlar. İnsanlarda da bu böyle.”

Bakışlarını kaçırdığında o benim dışımda her yere bakıyordu, bense bir tek ona. “Bizi yaradan öyle güzel yaratmış ki karşımıza çıkardığı kişiler bile pilin diğer ucundaki işarette. Yaradan bende eksi olan şeyleri nasibime artı olarak verir ki birbirimizi tamamlayalım.”

Başını çevirip bu sefer bana baktı hatta doğrudan gözlerime. “Eşinizle birbirinizi tamamladığınızı hiç fark etmediniz, değil mi?” O tatlı diliyle bir kez daha aklıma sızıp tüm sistemimi ele geçirmeye başlamıştı. “Bir delinin psikoloğa ihtiyacı vardır. Bir küfürbazın uyarıya ihtiyacı vardır ve bunu sadece küfürden hoşlanmayan biri yapabilir. Bir hoyratı nahif bir kadından başkası durduramaz çünkü kırıp dökmeye kalkıştığında en çok onu inciteceğinden korkar.”

Başını omzuna eğip bana tatlı tatlı gülümsedi. “Görüyorsunuz ya, siz her anlamda kusursuz bir eşleşmesiniz.” Soluğum kesilmişti.

Farah onunla olan ilişkimize farklı bir pencereden bakmamı sağlayınca ne diyeceğimi bilememiştim. Biraz düşününce haklılığı tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Kanım donmuş gibi kaskatı kesilmiştim. Sahiden de haklıydı. Zıtlıklarımız aslında bizi tamamlayan şeylerdi. Onda eksik olan cesaret bende vardı ve bende olmayan iyilik onun yüreğinde fazlasıyla mevcuttu. Sanki başından beri birbirimizin eksikliklerini kapatıyorduk.

Fark ettiklerimle bir küfür savurdum. Hafızasını kaybetmiş olsa da karşımda bir manipülasyon dehası vardı. Kendi düşüncelerini benim düşüncelerimmiş gibi bana dayatmak onun uzmanlık alanıydı. Onun gerçek yüzünü gördükten sonra şu zamana kadar beni parmağında nasıl oynattığını daha iyi anlamıştım. Otuz yıllık hayatımda sadece iki manipülasyon ustası tanımıştım. Bunlardan biri Duha Tunus’tu, diğeri ise Farah.

Duha fikri ve zikri bir adamdı. Karşıdakini etkisi altına almaya çalıştığında bile onun neyin peşinde olduğunu anlardınız. Ancak Farah büyük bir gizemdi. Farah öldürücü darbeyi yapmadan önce asla elindeki kartları göstermezdi. Gördüğüm en hilekâr kadınlardan biriydi. Hadi beni geçtim ama bu kız aynı evin içinde yaşadığı ailesini bile yıllarca ayakta uyutmuştu. Farah birçok yönden çok tehlikeli bir kadındı.

İçine hapsolduğu o kabuğunu kırdığında içinde nasıl bir kadın çıkacağını artık bilmek bile istemiyordum. Ondan ayrı kaldığım günlerde onu çok araştırmış ve Farah konusunda çok kafa yormuştum. Abisinden ve kuzeninden zorbalık gören biriydi. Sahip olduğu yeteneklere rağmen şu zamana kadar bir kez olsun kendini korumak için bir şey yapmamıştı. Yapmak istemediğinden değil, yapamamıştı.

Farah’ın o tehlikeli cesareti bir tek sevdikleri söz konusu olunca ortaya çıkıyordu. Ringde o maçı kazandı çünkü kaybederse babasını bitirecektim. Aynı şekilde sevkiyatı da benden almıştı ve sebep aynıydı, yani babası. Bu da demek oluyor ki Farah, silah ve savunma sanatlarında iyi olsa da kendi için bir şey yapamıyordu. Onu tetikleyen ve bastırdığı karakterini ortaya çıkartan şey sevdikleriydi.

Bir gün kendinin farkına varacağını biliyordum. Kendine değer vermeye başladığında işte o zaman asıl benliğine kavuşacaktı. Ve bu olduğunda karşımızda nasıl bir Farah bulacağımızı hiçbirimiz bilmiyorduk. Korkarım ki Farah’ın öfke patlaması başta o olmak üzere herkes için çok sarsıcı ve yıkıcı olacaktı. Şu an için kendine bile faydası olmayan beceriksiz bir psikologdu ama bu her an değişebilirdi.

Aklımdan geçen endişelerden habersiz çipil çipil bakan gözlerini bana dikmiş, merakla beni izliyordu. “Az önce eşinizden bahsederken geçmiş eki kullanmanız dikkatimi çekti.” Siyah irisleri hafifçe kısılmıştı. “O nerede?”

“Çok yakınımda ve bir o kadar da uzağımda.”

“Onu kaybettiniz mi?”

“Bir nevi evet.”

Bakışları mahzunlaştığında benim için üzüldüğünü görünce derin bir nefes aldım. “Ölmedi ama benim için yaşamıyor da.”

Yerinde hafifçe kıpırdanarak yönünü bana doğru çevirdi. “Anladığım kadarıyla bir konuda ona kızgınsınız, neden?”

“Çünkü o hiçbir sözüne itimat etmeyeceğim biri. Her şeyiyle yalan.”

“Size yalan söylediği için ona kızgınsınız. Peki, bu yalanları neden söylediğini hiç düşündünüz mü?”

“Düşünmeme gerek yok o sinsi bir kadın.”

“Kimse sebepsiz yere birine yalan söylemez. Bizi yalana iten sebep ve sonuçları da göz önünde bulundurmak gerek.”

“Onun sebepleriyle ilgilenmiyorum.”

“İlgilenmediğiniz asıl şey onu anlamaya çalıştığınızda olacaklar bence.” İnce omuzlarını yavaşça kaldırıp indirdi. “Onu anlamak işinize gelmiyor çünkü ondan uzak durmak için bir sebep arıyordunuz ve artık bir sebebiniz var.” Başını yan tarafa yatırarak kaşlarını yukarı kaldırdı. “Yanılıyor muyum?” Sikeyim, o gerçekten bir psikologdu!

Tıpkı bir psikolog gibi durum değerlendirmesi yapıp bir sonuca varıyordu. Asıl can sıkıcı olansa diğer psikologlara kıyasla iyi analiz yapma becerisiydi. Benimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorken bile kısa sohbetimizde hemen bir sonuca varmıştı. Daha önce bunu nasıl hiç fark etmemiştim? Bir psikolog gibi insanları sıkıştırıyor, sorular soruyor ve düşünmeye itiyordu! Başından beri bana yaptığı şey bu muydu?

Konuyu kendimden uzaklaştırmaya çalışarak parmağındaki yüzüğü gösterdim. “Kocanın kim olduğunu hatırlıyor musun?”

“Hayır.” Sesi üzgün çıkıyordu. “Çok az şey hatırlıyorum ama onunla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum.” Yanında duran güçsüz kolu havalandığında boynundaki sarkacına dokunmuştu. İç çekerek, “Umarım evlendiğim adam düşündüğüm kişidir,” dedi. O sikik şeye dokunurken neden iç çekmişti?

Öfke usul usul içime işlerken kontrolümü yitirmemek için derin nefesler alıyordum. “Kocan çıkmasını istediğin kişi kim?”

Parmakları sarkacın yakut taşının üzerinde gezinirken bakışları uzaklara dalmış gibiydi. “Bu sarkacın sahibini bekliyorum.” İçime çektiğim nefes ciğerlerime hapsolduğunda susmasını istedim. Ancak Farah bana nasıl hissettirdiğinden habersiz hülyalı gözlerle geçmişe sürüklenmişti. Mümkün olsa gözlerindeki o ifadeyi oradan söküp alırdım.

“Bu sarkacı küçük bir çocuk bana vermişti ve bir gün benim için geleceğini söylemişti.” Bendeki tüm mutluluğu yok etmişken başını çevirip bana gülümsedi. “Yıllardır onu bekliyorum, dönerse ıslık çalar biliyorum.” Yıllardır onu mu bekliyordu?

Daha önce evlerinin arka bahçesindeki salıncakta bana dokuz yaşında kaçırıldığını ve orada ona yardım eden bir çocuğun olduğunu söylemişti. Boynundan hiç çıkarmadığı sarkacı ona o çocuğun verdiğini biliyordum ama yıllardır onun yolunu gözlediğini bilmiyordum. Çenemi sıktığımda vücudumdaki tüm damarlar nabız gibi atmaya başlamıştı. Onu bekliyordu ve kocasının o çıkmasını istiyordu. Sikeyim, o piç onun çocukluk aşkı mıydı?

Kaşlarım çatıldığında ona olan kızgın bakışlarımın farkında olmayacak kadar bahsettiği kişinin anılarıyla kaybolmuştu. “O senin çocukluk aşkın mı?”

Sesimi duyunca bakışlarını bana kenetleyip kararsız bir şekilde dudaklarını büzdü. “Sanmıyorum.” Sesli bir şekilde nefesine vererek başını eğdi ve parmaklarının arasındaki yakuta bakmaya başladı. “Çocukken olan şeyler bence çocuklukta kalır. O yıllarda ona olan hislerim özel anlamda değildi ama onu bir arkadaş olarak sevmiştim.” Bana biraz daha ondan bahsederse hiç iyi şeyler yaşanmayacaktı.

Parmağında duran ve bana ait olan yüzüğü gösterdi. “Kocam o çıksın isterdim çünkü onunla iyi anlaşırdık.” Ama onun kocası o it değildi! Onu düşünmeyi bırakmalıydı artık. Ayrıca benimle de iyi anlaşıyordu, benim neyimi beğenmiyor ki?

Farkında olmadan yapsam da yaptığım en iyi şey onu o sarkaçtan koparmaktı. Artık uyumak için o piçin sarkacına değil bana ihtiyacı vardı. Onu o çocuğa bağlayan şeylerden biri de sarkaçtı ve artık onun sarkacı bendim. Günün tek güzel haberi bu olabilirdi. Durmaksızın esnerken sanki kokum olmadan uyuyabilecekmiş gibi gözleri yatağa kaymıştı. “Uykum var.” Benim de öyle.

Destek almadan kalkamadığı için ellerini yatağın kenarlarına bastırarak ayağa kalkmıştı. “Burada sadece bir yatak var.” Yanakları al al olduğunda utanarak gözlerini benden kaçırdı. “Yatakta ben uyusam olur mu?” Şimdi düşmüştü elime.

Onu hayretler içinde bırakarak boylu boyunca yatağa uzandım. “Ben konforuna düşkün bir adamım.” Kollarımı ensemde birleştirerek rahatıma baktım. “Yatak benim sen yerde uyu. Gördüğün gibi bu yatağa ben zor sığıyorum.” Tek kişilik bir yatağa iki kişi sığamazdık.

Yatağın kenarında dikilirken kaşları çatıktı. “Biraz kibar olur musunuz?” Bana kızarken bile sesi fazla yumuşak ve kısık çıkıyordu. Farah genelde konuşurken sesi hep fısıldar gibi çıkardı.

Kollarını göğsünde birleştirip tüm yatağı kapladığım için kınayan gözlerle beni izliyordu. “Bu yatağı buraya sadece sizin için koymadıklarına eminim. Yatağın yarısı benim ama o kadar irisiniz ki tamamını istila ettiniz.”

Onu zerre kadar takmadığımı gösterircesine tavana bakıp alaycı bir dille, “Sende fazla zayıf ve ufaksın,” dedim. “Yani her yere kolayca sığabilirsin. Neden yerde yatmıyorsun?”

“Bayım biraz centilmen olabilir misiniz?”

“Olamam hanımefendi git başımdan.”

“Ama yatağın yarısı benim.”

“O kapüşonu çıkarmadığın sürece hepsi benim.”

Durup aval aval bana baktığında gözlerimle başındaki şapkayı gösterdim. “Çıkar onu.” Saçlarını görmek için içimde delice bir istek vardı. Benim yüzümden saçlarını bir santim bile kısaltmışsa bu beni mahvederdi. Umarım böyle bir katliam yapmamıştır çünkü yaptırsa asıl katliamı bende yaratmış olurdu.

Derdimin ne olduğunu anlayamıyordu ama daha fazla ayakta duracak gücü de yoktu. Bu yüzden bir şeyleri sorgulamadan ondan istediğim şeyi yapmaya karar verdi. Sweatshirtünün kapüşonuna dokunduğunda soluğum kesilmişti. Nefesimi tutarak o şapkayı çıkarmasını bekliyordum.

Şapkayı yavaşça kafasından sıyırdığında toplu saçlarıyla karşılaştım. Kontrol edemediğim bir sabırsızlıkla, “Saçındaki kalemi de çıkar,” dedim aceleyle. Göreceklerimden ödüm kopuyordu.

Ayakta durmaktan başı döndüğü için yerinde hafifçe sendelemişti. Gözleri sık sık odağını yitirdiği için Farah hiçbir yere birkaç saniyeden daha uzun bakamıyordu. Kollarını güçlükle kaldırıp saçındaki kalemi çekip çıkardı. Hacimli siyah saçlarının her bir tutamı omuzlarından aşağıya döküldüğünde ne zamandır tuttuğum nefesimi sesli vermiştim. Bedenim gevşerken her zerreme yoğun bir rahatlama çökmüştü. Şükürler olsun ki saçlarını kesmemişti.

O saçların küçük bir kısmı bile eksilirse diye günlerdir azap içindeydim. Yüzüne düşen bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırırken beklenti dolu gözlerle beni izliyordu. “Dediğinizi yaptım.” Çekingen bir sesle konuşup yatağı gösterdi. “Şimdi çıkar mısınız yataktan?”

Anlaşmanın bana düşen kısmını yerine getirmek için yataktan çıktım. Saçlarını kesmediği için yaşadığım mutluluktan benden ne isterse yapacak durumdaydım. Farah yatağa girdiğinde sırtüstü uzanarak gözlerini kapattı. Gerçekten ben olmadan uyuyabileceğini mi sanıyordu? Denesin bakalım. Tepesinde dikilip onu rahatsız etmek istemediğim için bir köşeye çekilip sırtımı duvara yasladım. Kendi başına uyuyup uyuyamayacağını görmek istiyordum.


İki saat sonra

Gülmemeye çalışarak yatakta dönüp duran kızı izliyordum. Ne kadar kıvranırsa kıvransın bir türlü uyuyamıyordu. İki saat boyunca yatakta bir o yana bir bu yana dönmesini izlemiştim. İlk bir saat kendini sarkacıyla uyutmaya çalışmıştı. İşe yaramayacağını bilmesine rağmen şansını denemişti. Kolu yoruldukça sarkacı diğer eliyle tutmuş ve kendini hipnoz etmek ister gibi o sikik şeyi gözlerinin önünde sallamıştı. İşe yaramamıştı.

Bir saatin sonunda sarkacın artık onu uyutamadığını kabullenmiş ve onu tekrar boynuna takmıştı. Son bir saattir de yatakta dönerek uyumaya çalışıyordu. Bir gram uyku için ölüp biten sadece o değildi. İki günde bir kendimi kimyasal ilaçlarla uyutuyordum ve en son iki gün önce uyumuştum. O da sadece birkaç saat.

Daha fazla dayanamayıp yatağa yaklaşıp, “Kay kenara,” dedim. Farah’a itiraz şansı tanımadan veya yataktan çıkmasına izin vermeden yatağın kenarına kıvrıldım. Bu yatak onun gibi zayıf biri için büyük bile gelebilirdi ama kolayca sığmayacağım kadar dar ve küçüktü. Yatağın kenarına uzanıp yere düşmemeye çalışıyordum. O amına koyduğum piçleri buraya daha büyük bir yatak koysalardı olmaz mıydı?

Benim yatağa girmemle Farah hemen yataktan çıkmaya çalıştı ama buna izin vermedim. Uyumak için benim de ona ihtiyacım olduğu için ona doğru kaydım ve belinden tuttuğum gibi onu kollarımın arasına çektim. Son yaptıklarından sonra ona bu kadar kızgınken ve en önemlisi beni unutmuşken ona yakın olmak hiç hoşuma gitmiyordu ama bunu yapmalıydım. İkimizin de uyku ihtiyacını karşılaması için bu gerekliydi.

Kendini bir anda kollarımın arasından bulunca Farah şoke olarak gözlerini büyüttü. Sanki daha fazlası mümkünmüş gibi suratı bembeyaz olurken ağzı O şeklini almıştı. Yatakta yan bir şekilde yatarken ve ikimizin de yönü birbirine dönükken kollarımın arasında taş kesilmişti. Donmuş gibi vücudu kalıplaşmıştı. Çenesi göğüs kafesime yaslıydı ve başını kaldırmış şaşkınca bana bakıyordu. Bu hali fazla komik ve sevimli görünüyordu.

Yaşadığı şoku üzerinden atınca kaşlarını çatıp kollarımın arasından çıkmak için çırpındı. Daha doğrusu bunu denedi. “Ne yaptığınızı sanıyor-“ demişti ki kokum burnuna ulaşınca sertçe yutkunmuştu. Soluduğu kokuyla dehşete kapılmış gibi derin derin nefesler alırken çırpınışları yavaşlamıştı. Siyah gözlerindeki o boşluk hissinin nasıl kaybolduğunu hızlanan bir kalple izliyordum.

Farah bende alışık olduğu o tanıdık kokuyu solurken boş bakan gözlerinde küçük yıldızları andıran parıltılar oluşmaya başlamıştı. Yaşadığı duraksama kollarımın arasında son bulurken nefes alışları hızlanmıştı. Çenesini göğüs kafesime sürterek başını biraz daha kaldırdı ve yüzüme daha dikkatli baktı. Sık sık gözlerini kırpıştırıyor, hatırlamaya çalışıyordu. Bunun için kendini zorladığını görebiliyordum çünkü kokum onu hatırlamaya zorluyordu.

Sonra bir şey oldu ve Farah’ın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi irileşti. Beyninde yıldırımlar çakmış gibi gece karası gözlerini kocaman açarak bana bakıyordu. Tam olarak ne hatırladığını bilmiyorum ama yüzünde ve gözlerinde aynı anda birlerce duygu oluşmuştu. Şiddetli bir yağmurun toprağa düşmesi gibi anıları sırasız bir şekilde zihnine düşmüş olmalıydı.

Beni hatırlamaya başlamıştı, değil mi? Bunu değişen yüzünden ve gittikçe gevşeyen vücudundan anlayabiliyordum. Kuruyan ve çatlayan dudaklarını güçlükle kıpırdatıp, “Gurur…” diye fısıldamıştı ki kokumla gevşeyen vücudu daha fazla uykuya direnemedi ve kollarımın arasında gözleri kapanmıştı. Başı göğsüme düştüğünde burnunu gömleğime sürterek derin bir uykuya dalmıştı. Bense günler sonra gerçek bir tebessümle onu izliyordum. Hatırlamıştı, Farah beni hatırlamıştı.

Kalbim nasıl da hızlı atıyordu, adımı söylediğinde bana yaşattığı heyecanın bir tarifi yoktu. Şükürler olsun ki beni hatırlamıştı. Uyanık olsaydı bunu asla yapmazdım ama günler sonra huzurlu bir uykunun derinliğinde olduğunu biliyordum. Top patlasa bile uyanmazdı. Bu yüzden başımı eğdim ve burnumu onun saçlarına gömerek kokusunu uzun uzun içime çektim. Özlediğim ve ihtiyaç duyduğum tek koku buydu.

Ciğerlerimi onun tatlı kokusuyla doldurana kadar burnumu saçlarından çekmemiştim. Farah’ın kokusu da en az onun kadar yumuşak notalardan oluşuyordu. Bir çiçeğin polenleri gibi iç gıdıklıyordu ve aynı zamanda eşsizdi. O çok sevdiği güller gibi derinlerden duyulan ve yoğun bir şekilde hissedilen bir kokuya sahipti.

Burnumu saçlarına gömerek dakikalarca kokusunu içime çekmiştim. Buna ihtiyacım olduğunu biliyordum ama asıl ihtiyaç duyduğum şey başkaydı. Saçlarının tepesine küçük bir öpücük kondurarak başını yavaşça geriye çektim. Göğsüme sürtünen başı koluma düşünce boynu açığa çıkmıştı. Dudaklarım karıncalanıp uyuşmaya başladığında dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırmıştım.

Onun ince ve pürüzsüz boynuyla bakışırken bunu yapmamam gerektiğini biliyordum ama yapmak için çıldırıyordum. O uyurken izni olmadan onu öpmem doğru değildi fakat uyanıkken onu öpemezdim. Ona bu kadar sinirliyken ondan böyle bir şey isteyemezdim. O da bana çok kızgın olduğu için istesem bile onu öpmeme izin vermezdi. Sikeyim, izni olmadan onu öpmek istemiyordum ama öpmek için de deliriyordum!

Buna direnmeye çalıştım, yanlış olduğunu kendime hatırlatıp karşı koymaya çalıştım ancak yapamadım. Bana yuvammış gibi hissettiren boynu, ulaşacağım kadar yakınımdayken ve bu kadar davetkar görünürken karşı koymak imkansızdı. Bir kolumu belinin altından geçip omzunu sararken ona yenildim ve yavaşça üzerine eğildim.

Kısa bir an yüzüne baktığımda uyurken fazla huzurlu görünüyordu. Kollarımın arasında güvendeymiş gibi endişesizdi. Yaşadığımız onca şeye rağmen yanımda huzurluydu. Onu öpmek istediğim için kendime küfrettim. Rızası olmadan onu öpmek ondan faydalanmakla aynı şeydi. “Off ulan of!” Canımızın istediği gibi öpemiyorduk bile.

Yüzünü seyrederken çatık kaşlarım kendiliğinden düzelmişti. Farah’ın üzerimde böyle bir etkisi vardı işte. Beni kızdırması da sakinleştirmesi de çok kolaydı. Bakışlarım yüzünün her noktasında uzun uzun gezinirken iç çektim. İçimde taşan bu özlem duygusu boğucu ve yakıcıydı. Yanımdaydı, kollarımın arasındaydı ama buna rağmen yüreğimdeki özlem duygusu son bulmuyordu. Bir insanı yanınızdayken bile özleyebilir miydiniz? Ben onu yanımdayken bile özlüyordum.

Her defasında ona bir adım atmak istiyor, sonra duraksıyordum. Sanki kendimi bıraksam tüm adımlarımın sonu ona çıkacaktı. Bana olan o son bakışına rağmen ondan nefret edemiyordum. Farah’tan nefret etmek imkansızlıkla eşdeğerdi. Üzülür, kırılırdım ama nefret edemezdim. Bütün bu zaman boyunca görmeyi beklediğim tek kişi oymuş gibi gözlerimi ondan ayırmıyordum.

“Sana ama en çok da kendime bir şey itiraf etmeliyim.” Kısık bir sesle mırıldanırken koluma değen yumuşak saçlarına, tek tek saymak istediğim kapalı kirpiklerine ve hafif aralıklı dudaklarına bakıyordum. “Bundan kaçabilirim sanmıştım ama kaçış yok, yolun sonundayım.”

Farah sanki bir yerlerde hep beni bekliyordu ya da ben ona gitmeyi bekliyordum. Ne kadar kaçarsanız kaçın bazı kadınlar insanın son durağı gibi hissettirirdi. O kadınlara baktığınızda uzun yolculuğunuzun sonuna gelmiş gibi hissederdiniz. İşte o zaman bir kaçış olmadığını anlardınız. Gözlerine her baktığınızda size bir yuva sıcaklığı sunan o kadından kaçamazdınız. Farah’ın bana hissettirdikleri tam olarak buydu. Kimsesizliğime kimse olan bir yuva sıcaklığı…

Bunu kabul etmekten nefret ediyordum ama on bir yıllık ilişkimde hiç böyle hissetmemiştim. Leyla ile birlikteyken bile içten içe oraya ait değilmişim gibi hissederdim ama bu hissi en derinlere gömerdim. Bazı anlarda bir şeyler eksik veya zorlama gelirdi ancak kendimi tam tersi şeylere inandırırdım. Kurulu düzenimin bozulmaması için içimde hissettiğim eksiklikleri hiç sorgulamazdım.

Sanki durup sorgulasam bir şeyler kökünden sarsılacaktı. Bunun olmaması için çoğu şeyi görmezden gelirdim. Şimdilerde her şey bir netlik kazanmıştı. Çoğu zaman Leyla’nın bile dile getirdiği o şüphe artık şüphe olmaktan çıkmıştı. Bana her kızdığında bana aşık değilsin, dediği o isyanının cevabı şimdilerde daha netti ama gerçeği kabullenmek istememiştim.

Leyla haklıydı, herkes haklıydı, ona olan hislerim hiçbir zaman aşk değildi çünkü gerçek aşkın nasıl bir şey olduğunu artık biliyordum. Farah’a baktıkça bunu daha iyi anlıyordum. Farah’ın başı, koluma yaslıyken hiçbir zaman benim olmayacağını bilmek yüreğimi dağlıyordu. Keşke hep bu anda sıkışıp kalsak ama mümkün değildi. Uyandığımızda her şey son bulacaktı. İkimizde kaldığımız yerden birbirimize kızgın ve kırgın olacaktık.

“Şimdi beni iyi dinle Nemrudun Kızı çünkü bunu sadece bir kez söyleyeceğim.” Uyuyan yüzünü seyrederken bu itirafı yapmak benim için hiç kolay değildi. Uyanık olsaydı muhtemelen bunları söyleyemezdim. Yüzümü yüzüne yaklaştırarak dudaklarına doğru fısıldadım. “Sanırım sana âşık oldum.”

Düşmanımın kızına feci şekilde âşık olmuştum.

Ne kadar kaçarsam kaçayım gerçek buydu. Herkesin bildiği ve ısrarla bana dayattığı bir gerçeği daha fazla yalanlayamazdım. Nefes dahi almadan onu izlerken kaçtığım duyguların doğruluğundan artık şüphe etmiyordum. “Sanırım değil...” Kaşlarımı belli belirsiz çattım. “Şüphe yok.” Sevgim bir çığlığa dönüşüp kalbimde yankısını bırakırken, “Dümdüz seviyorum seni...” dedim. “Tertemiz kafayı seninle bozdum.”

Başım çok büyük beladaydı.


Yorumlar