Roman
  • 01/12/2025

28-SENDEN VAZGEÇİYORUM

“Sandığı gibi ondan gitmemiştim sadece adım atmayı bırakıp durdum. O ise beni ardından bıraktığından habersiz yürümeye hep devam etti.”

                                                                                                                   Geçmiş

Farah Kalender

Tutsaklığımın kaçıncı günündeydim ve kaç gün geçti, bilmiyordum. Mahzende hiç pencere olmadığı için burayı aydınlatan tek şey tavandan sarkan küçük bir ampuldü. Bu yüzden sabah mıydı yoksa akşam mı, bilmiyordum. Artık duvarlarda kabaran rutubet kokusunu solumaya alışmıştım. Tıpkı hücremin duvarları gibi vücudumda da çürümeye yüz tutmuş morluklar vardı. Ne yazık ki artık şiddet görmeyi bile kafamda normalleştirmeye başlamıştım.

Açlığa alışmıştım mesela… Midemin boşluğundaki o sızıyı ve dinmeyen gurultuyu o kadar çok duyuyordum ki, artık bu tanıdık sese kulaklarım aşinaydı. Bana çok nadir yiyecek bir şeyler verirlerdi, bazen bunu unutup iki güne yakın aç kalmama neden oluyorlardı. Burada çok az uyuyabiliyordum ama o kısacık anlarda bile gözlerimi ne zaman kapatsam annemin yemeklerini görürdüm. Sanki bir daha hiç yiyemeyecekmişim gibi gelirdi. Belki de artık öyleydi.

Ne zaman gözlerimi yumsam göz kapaklarımın arkasında o köpeğin silüeti belirirdi. Salyalarını akıtır, sarkık dişlerini bana göstererek hırlardı. Uykumda bile bana rahat vermezdi. İrkilerek gözlerimi açar ve kâbus gördüğümü anlayıp rahat bir nefes alırdım ancak bu mutluluğum çok kısa sürerdi. Köpek oradaydı, tam karşımda ve bu sefer rüya değil gerçekti.

Bugün de böyle olmuştu. Kulaklarımı sağır edecek bir şiddette duyduğum köpek sesiyle gözlerimi açmak için kendimi zorlamıştım. Büyük bir saldırganlıkla havlayan köpeğin sesi çok yakınımda geliyordu. Titreyen kirpiklerimi güçlükle araladığımda simsiyah bir canavarın gözleriyle karşılaşınca yattığım yerde sıçrayarak doğruldum. Rüyada ve gerçeklikte hiç peşimi bırakmıyordu.

Eski ve kokuşmuş döşeğin üzerinde otururken köpeğin zincirlerinin biraz daha uzadığını gördüm. O yüzü yanık herife her itaat etmediğimde bu köpeğin zincirini biraz daha uzatıyordu. Bana göre daha iri ve kaslı olan pitbull köpeğe korku dolu bakışlar atıyordum. Onunla aramda sadece birkaç adım vardı.

Tek bir itaatsizliğimde zincirini kısaltan kelepçeyi çıkartacaklardı. Beni parçalamak için sabırsızlandığını görebiliyordum. Dişlerinin arasından salyalar akıtarak bana hırlıyor, sürekli havlayarak zincirine asılıp bana ulaşmaya çalışıyordu.

“Sus.” Yatakta otururken yerimde iyice küçülerek ona yalvardım. “Lütfen sus...” Artık ona bağırmıyor, demir parmaklıklara asılarak beni buradan çıkartmaları için kimseye sesimi duyurmaya çalışmıyordum. Biliyordum ki her çığlık ağır bir ceza demekti. Direnişim acı, çırpınışlarım havlama ve her havlama belleğimden bir şeyleri yitirmemdi.

Bugün hava kötü olmalı ki dışarıdaki yağmurun şırıltısını duyabiliyordum. Keşke sadece yağmur olsaydı ama her duyduğumda korkup annemin odasına koştuğum gök gürültüsü de vardı. Gökyüzü yıkılırcasına gürledikçe yatağın üzerinde biraz daha küçülüyordum. Üstelik gardiyanım zincirlerini çekiştirip havladıkça yüreğimdeki korku artıyordu.

O şeytan herif değil, bu köpek bana korkmayı öğretmişti. Korkmayı ve yalvarmayı… Günlerdir onunla aynı hücreyi paylaşırken saldırgan tutumu ve sesiyle beni şimdiden uysallaştırmıştı.

Hareket ettikçe zincirinden çıkan metalik ses, yeri tırmalayan pençeleri, dinmek bilmeyen sesi ve buna ek olarak gök gürültüsü beni delirtecekti. “Sus,” diye fısıldadım. “Sadece sus.” Ellerimi kulaklarıma bastırıp öfke patlamasıyla haykırdım. “Sus, sus, sus artık yeter!”

Sesli bir şekilde ağlarken sinirden kafamın iki yanına vurmaya başlamıştım. Onun sesinden kurtulmak için beynimi dağıtmak istiyordum ve gökyüzünü susturmak için kendimi sağır edebilirdim. Bugün ikisi bana karşı birleşmiş gibiydi. Köpeğin sesi sanki beynimdeki tüm sinirlere sızmış artık uykudayken bile onun sesini duyuyordum. Zaten uyumama da izin vermiyordu.

Sahibinden aldığı yeni emir buydu! Ne zaman uykuya yenik düşsem ve birazcık uyumak istesem o kadar çok havlıyordu ki sıçrayarak gözlerimi açıyordum. Yalnızlık, açlık, uykusuzluk ve suskunluk çürümeye başlayan akıl sağlığımın tutunduğu son dalı kırmak üzereydi.

Yumruk yaptığım ellerimi başımın iki yanında tutarken hiç kıpırdamadım. Ben kıpırdanmayı kesince köpekte nihayet susmuştu ancak gök gürültüsü hâlâ devam ediyordu. Keşke köpekte olduğu gibi gökyüzünü de hareketlerimle susturabilseydim. Ne yazık ki artık bu köpekle birlikte bir refleks geliştirmiştim. Küçük bir kapı gıcırtısı duysam bile hemen irkiliyor, omuzlarımı kaldırıyor ve bir köşeye sinip diz çöküyordum. Beni cezalandırmasınlar diye istemsizce aldığım bir pozisyondu bu.

Bu köpek artık benim için bir his yaratığıydı ve aynı zamanda bir refleks canavarıydı. Kaybettiğim irademin yerini alan otomatik tepkilerin tamamıydı. O şeytan adam evcil köpeğini eğitmişti, köpeği de günlerdir beni eğitiyordu.

Adım seslerini duyunca uykusuzluktan kıvranan gözlerimi kapıya diktim. O şeytan herif yanında adamlarıyla hücremin kapısının önünde belirmişti. Gürleyen gökyüzünün tüm yıldırımları onun üzerine düşmüş gibi korkunç bir şekilde yanmıştı. Adamları onun birkaç adım arkasındaydı ancak yanında da birileri vardı. Oldukça şık giyinen ve böylesine berbat bir yerde göze çarpan dört kişi daha vardı.

Bunlardan üçü Şeytan’la aynı yaşlardaki adamlardı ancak dördüncü kişi on üç veya on dört yaşlarındaki bir kız çocuğuydu. Kızıl saçlarına çiçekli bir taç takan kız gerçekten çok güzeldi. Böyle rezil bir yere düşen bir meleği andırıyordu. Kocaman mavi gözleri vardı ve yanaklarındaki çiller yüzünde çok hoş duruyordu.

Üzerinde yarım kollu, gümüş tonlarında oluşan kısa bir elbise vardı, üstelik fiyonklu pabuçlarını sevmiştim. Ben ona hayranlıkla, o ise bana tiksintiyle bakıyordu. Ben onda gördüğüm her şeyi beğenmiştim ancak o, bende gördüğü her şeye iğrenerek bakıyordu. Günlerdir taranmadığı için kabarıp düğümlenen saçlarıma attığı bakışları beni rahatsız ediyordu.

Kirli yüzüme baktıkça benim yerimde olmadığı için kendini şanslı sayıyordu. Üzerimdeki yakası yırtılmış tişörte, hücrenin içinde sürünmekten dizleri deforme olan pantolonuma ve çıplak ayaklarıma uzun uzun bakması beni rahatsız ediyordu. Kız konuşmaya başlayana kadar onu Türk sanmıştım ancak acıyan gözlerini bana dikip, “Parece tan pobre,” diye bir şey söyleyince buranın yerlisi olmadığını anlamıştım.

Onunla aynı fiziksel özelliklere sahip bir adam elini kızın omzuna koyup belli belirsiz gülümsedi. “Es solo un error, Harper. No deberías sentir lástima por él.” Bizim dilimizi konuşmuyorlardı ama bana bakarak küçük kıza söyledikleri sebepsiz yere beni rahatsız ediyordu. Yüz ifadesinden hakkımda iyi bir şey söylemediğini anlayabiliyordum.

Babası olduğunu düşündüğüm kızıl adamın kurduğu cümlede tek anladığım ona hitap ettiği isimdi. Ona Harper demişti. Benden dört veya beş yaş büyük olduğunu düşündüğüm kız kibirle çenesini dikleştirdi. Bunu yaparken aşağılayıcı bakışları üzerimde geziniyordu. “No siento pena por él, papá, solo lo encuentro tan miserable.” Hangi dili konuştuklarını bilmiyordum ancak hakkımda ne söylediklerini bilmeyi isterdim.

Harper denen kızın yanında şeytanın oğlu duruyordu. Uyumama yardımcı olsun diye boynumdaki yakut sarkacı veren ve her fırsatta gizlice benimle ilgilenen o çocukta buradaydı. Belki de içlerinde iyi olan tek kişiydi. Onların benim hakkımda ne söylediklerini anlıyor olmalı ki duyduğu her kelimeyle yanında duran elini sıkıyordu. Ancak babasından korktuğu için sesini çıkartamıyordu.

Sanki bir panayırdaydık ve ben sirkteki o ucube yaratıkmışım gibi hepsi parmaklıların önünde durmuş, kendimi ezik hissettiren gözlerle beni izliyorlardı. Şeytan’ın sağında duran kahverengi gözlü adam bir adım öne çıktı. Parmaklıklara biraz yaklaşınca beyaz yakasında görünen dövmesini dördüm. Boynunun sol tarafında akrep dövmesi vardı. Küçük kızın yanındaki o kızıl adamda da aynı dövme mevcuttu.

Geniş omuzları olan bu akrep dövmeli adam gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. Kısa bir an Şeytana bakıp beni gösterdi. “¿Es esta realmente la hija de Ümit? ¿Por cuánto me lo vendes?

Şeytan tepkisizliğini koruduğunda bana sarkacı veren çocuk sertçe yutkunmuştu. Adam ne söylediyse bu hoşuna gitmemiş olacak ki yanında duran elini sıkarak, “¡No está a la venta!” dedi. Daha sonra Şeytana dönüp bakışlarını düz tuttu. Benim için endişelendiğini babasından saklamaya çalışıyordu.

“Onu İspanyollara satarsan babasından intikam alamazsın.” Midem kasılmıştı. Satmak derken ne demek istemişti? Parmaklıklara yaklaşan adam bana fiyat mı biçiyordu?

Buradaki tek dostum benim için endişelendiğini gizlemek için birkaç kez derin derin nefesler almıştı. Babasının dostlarının yanında tam bir ezik gibi görünüp onu utandırmak istemediği için rahat görünmeye çalışıyordu. “Kız elinde olduğu sürece Ümit’e karşı avantajlısın. Eminim Benedict için daha iyi bir köle ayarlayabilirsin.” Köle mi?

Küçük arkadaşım bir elini cebine koyarken başını omzuna eğerek gelişigüzel beni süzdü. “Bu kızın kendine hayrı yok, iş ortaklarını eğlendiremez.” Eğlendirmekten ne kastediyordu? Bu çocuğun her söylediği beni sinirlendiriyordu.

Şeytan biraz düşününce onun haklı olduğunu anlayıp memnun homurtular çıkardı. Oğluna bakarken bir konuda onu takdir eder gibiydi. “Aferin, sonunda işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya başlamışsın.”

Sanırım tüm bu gösterinin nedenini anlamıştım. Buradaki herkes babamın düşmanlarıydı. Şeytan onları buraya getirerek Ümit’in kızına neler yaptığını onlara gösterip böbürleniyordu. Korkunç gözlerini bana dikerek bastonunun kuş başlığını sıktı. “Buraya gel.” Bu cehennem zebanisinde dikkatimi çeken bir diğer şeyde bastonunun gümüş başlığıydı.

Bastonlarının rengi bazen değişiyordu ama yırtıcı kuş başlığı hep aynıydı. Bastonun üst uç kısmında olan gümüş kuşun kartal olduğunu düşünmüştüm. Ancak bir keresinde onun oğlu, yani arkadaşım onun kartal değil, şahin olduğunu söylemişti. Şeytan beni çağırmasına rağmen yerimden hiç kıpırdamadığımı görünce bastonunun gümüş başlığını biraz daha sıktı.

“Sana buraya gel dedim!” O kadar hızlı ayağa kalkmıştım ki kendime hayret etmiştim. Artık emir kipi kullandığı an elimde olmadan ona itaat ediyordum.

Günlerdir uyguladığı işkenceler sonucu beynimin merkezine sızmayı başarmıştı. Ne zaman kaşlarını çatıp sesini yükselterek bana emir verse kalbim korkudan çılgına dönüyordu. Beynim istemsizce devreye giriyor ve beni korumak için daha itaatkâr biri olmaya zorluyordu. Bu kadar kısa zamanda dokuz yaşındaki bir çocuğu böylesine uysallaştırmak büyük bir başarı değildi. Bunu herkes yapabilirdi.

Çocukların direnci yetişkin insanlara kıyasla daha zayıf ve kırılgandı. Her gün günün farklı saatlerinde sırtıma bir kırbaç gibi inen bastonlarının sayısı, sık sık kafamı ayaklarının altında ezmesi ve karnıma attığı tekmeler herkesi bu hale getirebilirdi. Bazı anlarda babama sinirlenip sarhoş olana kadar içerdi. Ne zaman içse soluğu hücremde alırdı ve yüksek sesle bana bağırıp kan kusturana kadar döverdi.

Ölmeme de izin vermiyordu. Ağır yara alıp bilincimi kaybettiğim anlarda doktoru bana gereken tedaviyi uyguluyordu. Burada yaşadığım tek sorun işkence görmek ve her gün aşağılanmak değildi. Kafesimin içine bağladığı köpek yüzünden uyuyamıyordum ve hep açtım. Bana sadece iki günde bir yemek veriyorlardı. Hatırladıklarımla gözlerimden bir damla yaş süzülmüştü.

Su da vermiyorlardı ve içeceğim suyu en rezil şekilde temin ediyordum. Başımı çevirip kafesimin köşesinde duran klozete bakınca ikinci bir damla gözyaşı yanaklarımdan süzüldü. Burada bir cehennemi yaşıyordum.

Şeytan yanındaki dostlarına küçük bir gösteri sunmak istediği için benden istediğini almadan durmayacaktı. Benden gitmemi istediyse gidecektim. Kendimi zorlayarak ona doğru yürüdüm. Attığım her adımla nefesim sıklaşıyor, dizlerim titriyordu. Köpek kulaklarını dikmiş beni izliyordu ama sahibi burada olduğu için hareket etmeme izin veriyordu ve bana havlamıyordu.

Gördüğüm işkencelerden sonra yürümeye bile halim olmadığını gören Şeytan kaşlarını yavaşça çattı. Hızlanmam gerektiğini anlayıp daha büyük adımlar için kendimi zorladım. Tıpkı bir köle gibi ona itaat edip parmaklıklara yaklaştım. Yanık derisiyle beni ürküten Şeytan tam karşımda duruyordu. Aramızda sadece demir parmaklıklar varken korkunç yüzünde alaycı bir şeyler belirdi.

Tam bir şey söyleyecekti ki midemin guruldayan sesini duydu. “Aç mısın?”

En son bana iki gün önce yiyecek bir şeyler verilmişti. Onun oğlu da bir türlü onun adamlarını geçip yanıma gelemediği için bana yiyecek bir şeyler getirememişti. Açlıktan artık başım dönerken kuruyan dudaklarımı kıpırdattım. “A-açım.”

Sesim o kadar kısık çıkıyordu ki beni duyduğundan bile emin değildim. Beni buraya ilk getirdiğinde sesim ne zaman yüksek çıksa canımı çok kötü yakmıştı. Artık normal düzeyde bile konuşmaya korkuyordum. Kazara sesim bir tık yüksek çıkarsa diye endişeleniyor, kendimi hep fısıltıyla konuşmaya şartlıyordum.

İlk kural: Sesini asla yükseltme.

İkinci kural: Tüm emirlere itaat et.

“Demek açsın?” Şeytan bunları söylerken yüzü katı ve ifadesizdi ancak sesi alaycıydı. Sadece sesini duymak bile mideme krampların girmesine neden oluyordu. Onun küçümseyici çıkan sesi bile beni korkutuyordu.

“Madem karnın aç o zaman yemeğini hakketmelisin.” Bana ayaklarının tam önünü gösterdi. “Dizlerinin üzerine çök.”

Demir parmaklıklarının ardından onu izlerken önce ona, daha sonra da göz ucuyla yanındaki dostlarına baktım. Hepsi Türkçe biliyor olmalı ki onun benden ne istediğini anlamışlardı. Bunu yapıp yapmayacağımı görmek için düz bir ifadeyle beni izliyorlardı. Harper denen o kız bile babasının elini sıkıca tutmuş, meraklı gözlerini bana dikmişti. Tıpkı benim gibi o da bu dünyanın içine doğmuş olmalı ki benden farklı olarak burada olan şeyler onu ürkütmüyor veya rahatsız etmiyordu.

İki gün boyunca klozetteki su dışında mideme hiçbir şey girmediği için açlıktan kıvranıyordum. Yavaşça eğilip dizlerimin üzerine çöktüm. Artık ona başkaldıracak gücüm yoktu, zayıf bedenimle birlikte direncimde kırılmıştı. Benden istediği gibi diz çökünce bana biraz yemek verecek sanmıştım ama o, arkasında duran adamlardan bir poşet aldı. Bana dönüp elini poşetin içine daldırdı ve bir avuç bayat ekmeğin kırıntılarını yüzüme fırlattı.

Ufalanmış ekmek parçaları yüzüme çarparak etrafıma saçılmıştı. Hücrenin pis zeminine dağılıp tozla kaplanan ekmek atıkları küçücüktü. Küçük, bayat, küflü ve artık kirli... Şeytan’ın dudaklarında sadistçe bir parıltı oluştuğunda seyircilerimiz sırıtarak bu gösteriyi izliyordu hatta o kızıl saçlı kız çocuğu bile. Yerdeki tüm kırıntıları tek tek toplayıp yememi bekliyorlardı.

Şeytan’ın dudakları kıvrıldıkça yüzünün yanmış derisi gerginleşiyordu. Yüzüme atarak etrafıma saçtığı ekmek kırıntılarını bana gösterdiğinde gülüşü genişlemişti. “Kolların ve dizlerin üzerinde sürünerek onları ye.”

Bu kadar açken eğer yalnız olsaydım bunu yapacağıma hiç şüphem yoktu ancak onların yanında… Bu mümkün değildi. İçimde ona direnen hâlâ bir şeyler vardı. Tüm bu insanların önünde babamın aşağılanmasını istemiyordum. Ümit’in kızı bir parça ekmek için onun düşmanlarının önünde daha fazla küçülmemeliydi. Hayır, bunu yapmayacaktım. En kötü bir gün daha aç kalırdım ve en iyi ihtimalle açlıktan ölürdüm.

Günlerdir burada yaşadıklarımı düşünürsek ölmek benim için iyi bir ödül olurdu. “Hayır.” Yorgun ve açlıktan halsiz düşen vücudumdan çıkan seste fazla cılızdı.

Ellerimi pis zemine bastırıp ayağa kalktığımda bu eylemimin başıma büyük bir dert açacağını biliyordum. “Bunu yapmayacağım.” Başımı yavaşça sağa ve sola sallayarak arkaya çekildim. “Bunların hepsi bir kâbus. Babam gelecek ve beni buradan kurtaracak.”

Ona karşı çıkmanın bende yarattığı tedirginlikle titremeye başlamıştım. Birazdan beni en ağır şekilde cezalandıracağını biliyordum. Bunun bilincinde olarak itaat etmekle ilgili kuralı ihlal etmiştim. “B-ben aç değilim.” Çok açtım.

Midemden çıkan gurultular sözlerimi yalanlarken gözlerimde biriken yaşlarla Şeytan’a baktım. “Yemesem de olur.” Hıçkırmamak için kendimi zor tutarken tırnaklarımı avuçlarımın içlerine geçirdim. “Lütfen… Sadece gidin.” Korkuyorum gitsinler. Daha dokuz yaşındaydım, sadece dokuz.

Şeytan kendisine karşı çıkılmasından hoşlanmazdı. Onu sorgulayanlara tahammül edemez, karşı çıkanlara müsamaha göstermezdi. Dudaklarımdan dökülen iki kelime depodaki havanın ısısını düşürmüştü. Soluduğum hava birden ağırlaştığında bakışları delici bir boyuta ulaşmıştı. Sıktığı dişlerinin arasından bu sefer hükmedici bir sesle, “Diz çök dedim sana!” diye bağırdı. “Diz çök ve sürünerek ye onları!” Bu bir emirdi.

Yüksek çıkan sesiyle irkildiğimde üzerimdeki etkisinden bir kez daha nefret etmiştim. Beynimde oluşturduğu çatlak beni ona itaat etmeye zorluyordu ancak buna direnerek, “Ha-hayır,” dedim yavaşça. Gözlerimi kaldırıp ona bakmadan konuşmuştum. Korkunç görünüyordu, sadece ona bakmak bile beni itaat etmeye zorluyordu. “Bunu yapmak istemiyorum.”

Ona karşı çıktığımda oğlu gözlerini yere indirdi, sonra da arkasını döndü ve kapıya yürüdü. Babasının birazdan bana yapacaklarını görmemek için kaçıyordu. Her şey bittiğinde yaralarımı sarmak için geleceğini biliyordum ama öncesinde ya susardı ya da görmemek için giderdi. Ondan büyük beklentilerim hiç olmamıştı çünkü babasına sesini çıkardığında onun da akıbeti iyi olmazdı. Henüz on dört yaşında ürkek bir çocuktu.

Israrla ona karşı çıkmam küçük gösterisini mahvettiği için Şeytan bastonunun gümüş başlığını sıktı. Onu dostlarının karşında mahcup etmişim gibi gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. Bastonunu kaldırıp yere hafifçe vurdu ve bunu bir kez daha yaptı. Bastonun ucu zemine değip kulaklarımda tok bir ses bırakırken kapıya yürüdü.

Gittiğini düşündüğüm için sevinmeye başlamıştım ki, “Kızı getirin!” demesiyle henüz hiçbir şeyin bitmediğini anladım.

Köpek kulaklarını biraz daha dikti, benim haykırışlarım ise içgüdüseldi. Hücremin kapısını açıp yaka paça beni zorla dışarı çıkardılar. Çok fazla zayıfladığım için istesem de onlardan kurtulamıyordum. Beni zemin katına çıkartıp köşkün içine sokmuşlardı. Şimdi yağmurun şırıltısını daha yoğun duyuyordum, gökyüzü ise bir savaş alanında atılan naralar gibi kükrüyordu.

Günler sonra daha temiz ve daha aydınlık bir yerde olmanın sevincini yaşamadan giriş katındaki odalardan birine beni atmışlardı. Burası bir evde olması gereken sıradan bir oda değildi. Bembeyaz bir odaydı ve içinde ahşap bir sandalye vardı. Bazı cihazlar vardı ancak onların ne işe yaradığını bilmiyordum.

Bir adam saçlarımdan sürükleyerek beni zorla ahşap sandalyeye oturturken başka bir adam ellerimi bileklerimden sandalyenin kol dayanaklarına kelepçelemişti. Çırpınışlarım ve bağırışlarım izleyicilerime görsel bir şölen sunmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı.

Şeytan ve İspanyol dostları odanın içindeydi, kapıya yakın bir yerde durarak beni izliyorlardı. Şeytan bastonunu adamlarından birine verip cihazların yanında duran makası aldı. Makasla ne işi vardı? Korkudan kalbim patlayacakmış gibi hızlanırken bileklerimdeki deri kayışları çekiştirdim. “Bı-bırak beni!” Çırpınışlarım artarken dehşete kapılmış bir ifadeyle elinde tuttuğu makasa bakıyordum. “Onunla ne yapacaksın?”

“Ne mi yapacağım?” Çok sakindi ve ağır bakışlarla saçlarımı süzüyordu. Onun bakışlarına maruz kalan saçlarımın her bir teli daha şimdiden acıyordu.

Gülümsüyordu ancak yanık yüzünde gülümseyişi bile korkunç görünüyordu. “İkinci kuralı ihlal etmenin sonuçlarını sana yaşatacağım küçük kölem.” Sahibimmiş gibi davranmasından sadece nefret etmiyor aynı zamanda tiksiniyordum.

Makasla yanıma geldiğinde bileklerimi acıtacak kadar çok çekiştiriyordum. Üzerime eğildiğinde korkunç yüzüne bu yakınlıkta bakmak beni dehşete düşürdüğü için bağırarak geri çekilmeye çalıştım ancak kaçacak yerim yoktu. Bir sandalyeye bağlıyken ondan kurtulamıyordum. Onun yüzü bana kuzenim Aksa’yla izlediğim Elm Sokağı Kâbusu filmini hatırlatıyordu.

Yaşımıza uygun olmayan bir filmi ailemizden gizlice izlerken bir gün Freddy Krueger gibi biriyle karşılaşacağımı hayal dahi edemezdim. Deri eldivenli elini uzatıp çenemi sertçe kavradığında daha çok ağladım. Parmaklarını yanaklarıma geçirerek ona bakmam için beni zorluyordu. Bunu yapmak istemiyordum hatta onu görmemek için gözlerimi bile kapatmayı düşündüm ancak o makasla ne yapacağını bilmiyordum. Yüzümü kesebilirdi ya da makası gözüme saplayabilirdi.

Çenemi sıkarak yüzünü yüzümün hizasına getirip derisi yanan suratını gözüme soktu. “Eğer daha itaatkâr olsaydın bu odada hiç olmayacaktın.” Gırtlağından çıkan kalın sesi vücut ısımı düşürecek kadar ürkütücüydü. Burada olmak benim suçummuş gibi yaptığı eylemlerin sonuçlarını bana aşılıyordu. “Seni bu odaya getirmek benim için son seçenekti.”

Derime batan parmakları çeneme işkence ederken makasın sivri ucunu yüzümde gezdirmeye başlamıştı. Bunu yapmasıyla soluğum kesilerek çırpınmaya son vermiştim. Direnmek şöyle dursun, onu kızdırmamak için nefes bile almıyordum. Yüzümü kesmesinden korktuğum için öylece kalakalmıştım. “Daha şimdiden istediğim kıvama geldin ama bu yetmez.”

Bana yaşattığı korkunun hazzını sürerken makasın sivri ucunu hafifçe bastırarak yanağımda gezdirdi. “Bir daha asilik yapma ihtimalini tamamen ortadan kaldırmalıyız.” Ne asiliğinden bahsediyordu? Artık ona sesimi bile yükseltmiyordum. Bugün yaptığım tek şey yere saçtığı ekmek kırıntılarını yememekti. Bunu asilik olarak adlandıramazdı.

Bir anda elini yüzümden çekti ve arkama geçti. Saçlarımdan bir tutamı yumruğuna dolayıp sertçe çekince haykırdım ancak bu onu durdurmadı. Altımdaki ahşap sandalye gıcırdadığında makasın o keskin sesini duymuştum. Elindeki makası acımasızca kullanarak saçlarıma olan ilk katliamını yapmıştı. Daha sonra saçlarımı tekrar ve tekrar kesti. “Bırak yapma!” diye bağırdıkça daha fazlasını kesiyordu.

Onun kaba, hoyrat elleri saçlarıma asılarak parça parça keserken hiçbir şey yapamıyordum. Her bir tutamı gizli bir öfke, sadistçe bir zevk ve babama duyduğu hınçla kesiyordu. Yere düşen her bir saçımla sanki kendimden bir parçayı yitiriyordum.

Ağlayarak sandalyeden kurtulmaya çalışıyordum, bunu yaparken artık ona yalvarıyordum. “Bırak… N’olur dokunma onlara!” Sadece dokunmakla kalmadı, koyun kırpar gibi saçlarımı yamuk yumuk kesti. Eline geçirdiği tutamları kafa derimden sökmek ister gibi sertçe çekip kesmişti. Kulaklarımın duyduğu tek ses hıçkırıklarımın boğuk sesi, gök gürültüsü ve makasın saçlarımda bıraktığı o keskin sesti.

Saçlarımı beş altı santim uzunluğunda bıraktığında kendimi çıplak hissetmeye başlamıştım. Yamuk yumuk kestiği saçlarımın bir kirpi gibi göründüğüne emindim ama burada hiç ayna olmadığı için bakamıyordum. Beyaz fayansların üzerinde bir çöp yığını gibi duran saçlarıma baktıkça boğuk sesler çıkartarak ağlıyordum. Hepsini benden alıp ayakları altına atmıştı. O çok acımasız biriydi.

Islak kirpiklerimin arasından gözlerim kapıyı bulduğunda onu gördüm. Şeytan’ın oğlu… Onunla aynı yaşlarda gösteren Harper denen kızın arkasındaydı ve kapının tam önünde. Boynumdaki sarkacın sahibi olan çocuğun gözleri yerdeki saçlarımda oyalandıkça bakışlarındaki acı artıyordu. Onunla göz göze geldiğimizde babasının suçunu üstlenmiş gibi başını eğdi ve yüzüme bakamadı. Hiçbir şey yapamamak canını yakıyordu.

Babasına karşı çıkacak güçte olmadığı için tüm bu vahşete seyirci kaldığı için ona kızamıyordum. Şeytan elindeki makası yere attığında ceketine saçlarım bulaşmış gibi tiksinerek ceketini sildi. Parmak uçlarıyla ceketinin tozunu alır gibi davranırken yüzünde iğrenmiş bir ifade vardı. Kısa bir an hastalıklı gözlerle ıslak yüzüme baktığında kanım donmuştu. Gözlerinde gördüğüm o tehlikeli parıltı henüz hiçbir şeyin bitmediğini gösteriyordu.

Kapının önünde dikilen dostlarına doğru ağır adımlarla ilerlerken adamlarına, “Başlayın,” deyince buz kestim. Daha yapmadıkları ne kalmıştı?

Şeytan, İspanyol dostlarının yanında durup yönünü bana çevirdi. İçeri giren bir hizmetçi onlara puro servis ettiğinde ürkek gözlerle bir adamın elindeki kablolu başlığa bakıyordum. Bir monitörün üzerinde duran metal başlığı aldığında başka bir adam o monitörü çalıştırmıştı. Biri gelip çenemi sıkarak çırpınmalarımı en az indirdi, diğeri ise o garip başlığı zorla kafama geçirmişti.

Başımı kıpırdatmaya çalışarak çenemdeki ellerden kurtulmaya çalışıyordum. Bunun yersiz bir çaba olduğunu bilmeme rağmen gözyaşlarına boğularak küçük bir merhamet kırıntısı görmeyi bekliyordum. “Hayır, hayır, bu ne! Bırak dokunma bana!” diye ağlayıp bileklerimi çekiştirdim ancak hiç fayda etmiyordu. Bu sandalyeden kurtulamıyordum.

“B-bırakın beni hepinizi babama söyleyeceğim!” Başlığın kemerini çenemin altından geçirerek o şeyi kafama monte etmişlerdi. Dişlerimin arasına kalın bir bez parçası sıkıştırıp yanımdan ayrılmışlardı.

Adamlar sandalyemden uzaklaşıp o cihazın yanında durduğunda Şeytan purosunu keyifle içiyordu. “Ölürsen şanslısın.” Yoğun dumanı içine çekip sesli bir şekilde üflediğinde yüzünü yalayan dumanın ardından beni izliyordu. “Ölmezsen bugünden sonra benim küçük, itaatkâr köpeğim olacaksın.”

Harper denen kızın yanında duran o kızıl saçlı adam telefonunu çıkartarak beni çekmeye başlamıştı. Sanki bu gösterinin tek bir sahnesini bile kaçırmak istemiyordu. Harper ise en az Şeytan kadar hastalıklı duygularla bu yaşananları izliyordu. Bunu yaparken dudaklarında bir çocuğa yakışmayan bir sırıtış vardı. Tüm bu insanların babamla sorunu neydi? Şeytan başını küçük bir açıyla çevirip monitörün yanındaki adamına bakınca hayatımın en acı dolu saniyeleri başlamıştı.

İlk şok dalgası en acısıydı.

Adam monitördeki metal kolu aşağıya çekince ağzımdaki bez parçasına rağmen boğazımı yırtarcasına haykırmıştım. Yoğun bir elektrik akımı beynime nüfus edip beni zangır zangır titretirken bir an için yaşam son bulmuştu. Vücudum histerik bir şekilde sandalyede sarsılıyor, sıktığım ellerim iki yanımda kenetleniyor ve ayak parmaklarım bükülüyordu. Dişlerimin arasındaki bez parçasını tüm gücümle ısırırken burnumdan garip sesler çıkıyordu.

Bir kez daha gök gürüldedi.

Ama bu sefer tüm yıldırımlar beynime düştü.

Tüm vücudum şiddetle kasılıyordu. Bacaklarım otokontrolünü yitirmiş gibi sandalyeye çarpıyordu ve bedenimdeki her kas istemsizce seğiriyordu. Dilim dolanıp boğazıma kaçacak gibi gerilmişti. Bu öylesine bir acıydı ki salyalarım dudaklarımın kenarında birikip ısırdığım kirli bez parçasına karışıyordu. Gök gürültüsü kesildi, yağmurun şırıltısı hâlâ duyuluyordu ve acım bir anlığına son bulmuştu. Ancak cehennemin yeni bir kapısından geçmem uzun sürmemişti.

Bir kez daha o metal kol aşağıya indi.

Ve ikinci bir şok dalgası beni istila etti.

Bu kez daha şiddetli, daha sert ve daha uzundu. Haykırışımla birlikte ağzımdaki bez parçası düştüğünde dişlerim birbirine çarparak zangırdadı. Kökü zayıf olan süt dişlerimden biri kırılarak ağzımın içine yuvarlandığında burnumdan kan fışkırmıştı. Zangır zangır titrerken yanık kokusu burnuma ulaşmıştı. Çenem kitlenmiş ve gözlerim kaymaya başlamıştı. Bileklerimden sandalyeye bağlı olan ellerimi sıkıyor, boğuk iniltiler çıkartarak acı içinde kıvranıyordum.

Ayak parmaklarım kıvrıldığında sırtım yay gibi gerildi ve şişen göğüs kafesimi patlatırcasına haykırdım. Beynime akın eden yıldırımların altında can çekişirken kollarım kas spazmıyla gerilmişti. Hemen sonra bacaklarımın arasında bir ısı hissettim, ılık ve ıslak bir şeyler… Altıma kaçırmıştım. Bu acı çok yoğundu, katlanılmazdı ve dayanılacak gibi değildi.

En ağır şekilde işkence görürken altıma kaçırmam çok büyük bir rezillikmiş gibi Harper denen o kızın, “Esto es asqueroso,” diye bir şey dediğini güçlükle duymuştum. Henüz bilmiyordum ama ilerleyen günlerde bu cümlenin ne anlama geldiğini anlamak için İspanyolca öğrenecektim.

Kulağımdaki yoğun basınca rağmen ve tüm bu acının içinde Harper’ın iğrenerek söylediği birkaç kelimeyi ayırt edebilmiştim. Bilincimi kaybetmeden hemen önce son duyduğum şey o kızın söyledikleriydi. Sonrası yoktu çünkü sonrası acı, karanlık ve ölümdü. Bu odada çok şey yaşanmıştı ve ben bu odada çok şey kaybetmiştim. Farah Tozlu’ya dair her şeyi bu odanın içinde bırakacak ve uzun yıllar boyunca onu bulamayacaktım. Çok direndim, karşı koydum ama yenildim.

Emirlere itaat etmemenin sonuçları çok ağırdı.

İkinci kural asla çiğnenmemeliydi.

Tıpkı ilk kural gibi…

Sessiz ol, Farah ve sana denileni yap.

***

Şimdiki Zaman

Burnuma gelen güzel bir kokuyu içime çekerken bilincim yavaş yavaş açılmaya başlamıştı. Deniz esintisini andıran bu koku bir yerlerden tanıdık geliyordu. Kokunun kaynağına inmişim gibi çok yoğun ve ferahlatıcıydı. Tuhaf mırıltılar çıkartarak gözlerimi açmaya çalıştığımda üzerimde tatlı bir yorgunluk vardı. Yanağımın yaslı olduğu yerde hafif bir hareketlenme hissettim. Usulca yükseliyor daha sonra aynı ritimle alçalıyordu. Sanki birinin göğüs kafesi gibi.

Kıpırdanmaya çalışırken dudaklarımdan çıkan mırıltılara engel olamadım. Ne olduğunu anlamak için gözlerimi tamamen aralayınca başlarda hiçbir şey anlamadım ama daha sonra birinin göğsünde uyuduğumu fark ettim. Dehşete kapıldığımda öylece kalakalmıştım. Birinin kollarının arasında sarmaş dolaş yatıyordum! Burada neler oluyordu?

Başımı kaldırıp onun kim olduğuna bile bakamıyordum. Kimin yüzüyle karşılaşacağımı bilmediğim için bunu öğrenmekten çok korkuyordum. Acaba biriyle mi yattım? Bunu yapmak için ne kadar içmiş olabilirdim ki? Alkol bile tüketmezdim bu nasıl olabilirdi? Bir adamın göğsünde ne işim vardı, hiçbir şey anlamıyordum. Aklıma gelenlerle midemdeki asit yükselerek ağzımda acı bir tat bırakmıştı.

Gurur’u başka bir adamla mı aldattım?

İhtimali bile midemi bulandırırken cesaretimi toplayarak başımı kaldırdım. Bir yabancının yüzüyle karşılaşmayı beklerken gördüğüm yüzle şoke olmuştum. Dudaklarımdan dökülmeyen tüm kelimeler boğazıma dizilirken gözlerim irileşmiş, ağzım bir karış açılmıştı. “Gurur?”

Birbirinden farklı birçok yüz gözümün önünden geçmişti ancak Gurur’un yüzüyle karşılaşmayı beklemiyordum. Onunla son olanlardan sonra ikimiz nasıl aynı yatakta olabilirdik? Bunu düşünüyor ve hatırlamaya çalışıyordum ama hafızamda bununla ilgili hiçbir şey yoktu. Ne dün gecesi ne de ondan önceki günlere dair bir şeyleri hatırlıyordum. Sevkiyattan sonra olan her şey zihnimde kopuk ve yarımdı.

Ağır bir uykusuzluğun bende yarattığı semptomlar yüzünden çok zor zamanlar geçirmiştim. Gördüğüm halüsinasyonlar o kadar gerçekçiydi ki hayal ve gerçeği ayırt edemediğim günlerden geçmiştim. Ne yazık ki zihnim hep bulanık ve puslu olduğu için o günlere dair çok az şey hatırlıyordum. Gerçek anlamda deliliğin ve çıldırmanın eşiğinde olduğum sancılı günlerdi. Vücudum motor kabiliyetlerini yavaş yavaş yitirmeye başladığı bir dönemden geçtiğimi daha yeni anlıyordum.

Yaşadığım hafıza kayıpları çok ağır olduğu için o günlere dair pek bir şey hatırlamıyordum. Gurur’dan sonrası çok kötü ve sancılıydı. Boşanma davasını açınca ve sevkiyatı başarılı bir şekilde yapınca hayatımdaki her şey düzelecek sanmıştım. Ne yazık ki hiçbir şey umduğum gibi olmamıştı. Sevkiyattaki zaferimi sadece iki gün yaşayabilmiştim, üçüncü güne girdiğimde bir gram uyku için çıldırıyordum.

Bu adam hayatımda olmadığında bile bana gün yüzü göstermemişti. Beni kokusuna bağımlı bir hale getirdiğini en acı şekilde anlamıştım. Ne sarkaç ne de başka bir şey beni bir türlü uyutamayınca bir gerçekle en ağır şekilde yüzleşmiştim. Gurur olmadan artık uyuyamıyordum. Bunu nasıl başardı, bilmiyordum ama beni yıllardır muhtaç olduğum yakut sarkaçtan koparmış ve kendine bağımlı hale getirmişti.

Gurur Kalender artık benim sarkacımdı.

Neden onunla burada olduğumuzu hatırlamak için kendimi zorlayınca gözümün önünde bazı sahneler canlanmıştı. Annemin beni babamdan gizli dışarı çıkardığını hayal meyal hatırlıyordum. Beni gizlice bir yere götürmüş ve Karun’a teslim etmişti. Uykumu aldığım için zihnim gittikçe açılırken gözlerimi büyüttüm. Annem beni Karun ve Duha’nın yanında bırakıp gitmişti!

O esnada ayakta bile zor durduğum için hiçbir şeyi anlamıyor ve karşı çıkamıyordum. Tek hatırladığım şey bayılmadan hemen önce Karun’un beni kucağına aldığı ve annemin ona, “Kızımı daha iyi bir şekilde bana getir,” diyen sesiydi. “Uykusunu almış ve dinlenmiş bir şekilde…” Annem, Karun aracılığıyla beni hep eleştirdiği damadının yanına mı gönderdi?

Depoda olanları da hatırlayınca kaskatı kesilmiştim. Tıpkı benim gibi Gurur’da, Karun ve Duha tarafından kaçırılmıştı! Onu burada zorla tuttukları her haliyle belliydi. Beni görünce verdiği tepkileri hatırlayınca kısık bir sesle inledim. Onu tanımamıştım bile. Buradaki tüm konuşmalarımız zihnimde belirince gözlerimi yumdum. Bir yabancıyla konuşur gibi benimle konuşurken kocam olduğunu bana söylememişti.

Bana çok kızgın olduğunu biliyordum zaten dün söylediği birçok şeyde bunu belli etmişti. Benden daha fazla kızgın olamazdı. Onu kandırdığım için ayaklarına kapanıp yalvaracak değildim. Ona yaptığım her şeyi hakketmişti. Onu uyandırmadan yataktan çıkmak istedim ama kıpırdayamadım. Başımı eğince beni sıkıca göğsüne bastırarak uyuduğunu görünce ne yapacağımı bilemedim. O uyanmadan bu yataktan çıkıp gitmenin bir yolunu bulmalıydım.

Küçücük bir yatakta sarmaş dolaş bir vaziyette yatıyorduk. Başım göğsüne yaslıydı ve kolumu onun beline dolamışım. Hepsi bu da değildi, Gurur bir kolunu belimin altından geçirmiş, elini sırtımın arkasına yaslayarak beni kollarının arasında tutuyordu. Üstelik bir bacağı benim bacaklarımın arasındaydı. Yüzü ise kafamın tam üstündeydi. Onu tanımasam burnunu saçlarımın arasına gömerek uyuduğunu düşünürdüm.

Artık benden nefret ettiğini düşünürsek saçlarımın kokusuyla uyuma ihtimali milyonda bir bile değildi. Belindeki elimi çekeceğim esnada belli belirsiz mırıltılar çıkardığını duydum. Ona sarılırken yakalanmamak için elimi hemen çekmiştim. Telaşa kapıldığım için kollarının arasından kıpırdanıp yataktan çıkmak istedim ancak Gurur tuhaf homurtular çıkartarak beni daha çok göğsüne yapıştırdı.

Bu sefer elimi göğsüne bastırarak kollarının arasından çıkmayı denedim. Uykulu bir sesle, “Nereye gittiğini sanıyorsun?” diyen sesini duyunca irkilerek başımı kaldırdım. Olamaz, uyandı.

Yeni uyanmaya başlıyordu. Kirpiklerini araladığında yeşil gözleri uyku mahmurluğuyla bana baktı. Çenem onun göğüs kafesinin hizasında olduğu için gözlerimin üstünden onu izliyordum. Gurur ise başını hafifçe omzuna doğru eğmiş, içinde bulunduğumuz uygunsuz pozisyonun farkında olmadan bana bakıyordu. Bilinci henüz tam açılmadığı için uyku sersemiyle aramızdaki sorunları daha idrak edememişti.

Bunu birazdan anlayacağını ve bana karşı olan düşmanca tutumunu tekrar sürdüreceğini biliyordum. Ancak şu an için henüz kendine gelememişti. Yeni bir güne benim yüzümü seyrederek uyanmak hoşuna gitmiş gibi yeşil gözlerinde iç ısıtan bir parıltı belirdi. Tam bir şey söyleyecekti ki gerçeklerin farkına varınca gözlerindeki ışıltı kaybolmuştu. Ellerimin altındaki vücudu gerilince sonunda kendine geldiğini anladım.

Henüz o bir şey söylemeden hızlıca, “Bırak beni,” dedim. “Neden seninle aynı yataktayım?”

Yüzü sinirle kasılırken sıktığı dişlerinin arasından küfrederek belimdeki kolunu çekti. “Kalk üstümden.”

Kolunu üzerimden çekince bir saniye bile beklemeden yataktan çıktım. Hızlı adımlarla kapıya ilerleyip metal kapıyı açmaya çalıştım ancak kilitliydi. Avucumun içiyle kapıya sertçe vurup, “Çıkartın beni!” dedim aceleyle. “Bu herifle aynı yerde kalmak istemiyorum.”

“Acaba ben seninle aynı havayı solumak istiyor muyum?” Kapının önünde durup ona döndüğümde yataktan yeni çıkmıştı. Üstünü başını düzeltirken çatık kaşlarının altında ters gözlerle bana bakıyordu. “O sikik düşüncelerinden kurtul seni buraya ben getirmedim.” Bu işte onun parmağı olmadığını biliyordum. Beni görmek bile istemiyordu.

Etrafıma bakıp bir kaçış yolu ararken ondan ne kadar korktuğumu gizleyemiyordum. Burası küçük bir depo olduğu için burada onunla yalnızdım. Sevkiyatta olanlar ve benim hakkımda öğrendiği gerçeklerden sonra her türlü çılgınlığı yapabilirdi. “Neden bu kadar sessizsin?” İğneleyici sesi bile beni sindirmeye yetiyordu. Başını hafifçe omzuna eğerek gelişigüzel beni süzdü. “Yoksa bana söyleyecek yeni yalanların yok mu?”

Onunla herhangi bir söz dalaşına girmek istemediğim için sessizliğimi korudum. Gözlerinin radarından çıkmak için başımı eğip ayaklarıma bakarken stresten tırnaklarımı kemiriyordum. Eğer biraz daha buradan çıkamazsam ciddi bir şekilde ağlayabilirdim. “Şu elini çek ağzından!” Kızgın ve hükmedici sesini duyunca ellerimi hemen yanıma indirmiştim. Bana sesini yükseltmemesini defalarca ona söylemiştim ama böyle anlarda hep unutuyordu.

Duyduğum adım sesleriyle yüreğimdeki korku çığ gibi büyüdü. Bana yakın olmasını istemiyordum. Yanıma gelmesini, benden hesap sormasını, bana bağırıp canımı yakacak bir şeyler yapmasını istemiyordum. Cesaret edip başımı kaldıramıyordum ama attığı her adımla vücudumdaki titreme biraz daha artıyordu.

“Yaklaşma.” Cılız sesimi duydu mu, bilmiyorum ama sesimde büyük bir yakarış vardı. “Orada kal.”

Adım seslerini duymaya devam edince beni bir yerlerine takmadığını anladım. “Lüften…” Bu sefer rica ederek yanımda duran ellerimi sıkmaya başladım. “Sadece orada kal.”

“Bırak bu korkan kız ayaklarını.” Alaycı sesi fazla soğuk ve hissizdi. “Masken düştü prenses, çirkin yüzünü göreli çok oldu.” Tükürürcesine söyledikleriyle içimde bir şeyler parçalanıp kırılmıştı. Ona söylediğim yalanlara rağmen bana böyle davranmasını hak etmiyordum.

Kendimi zorlayarak başımı kaldırdığımda dolan gözlerimi görünce Gurur’un adımları kendiliğinden durmuştu. Bana doğru atacağı tek bir adımla beni ağlatmaktan endişelenmişti. Ancak daha sonra gözyaşlarımı bile ona karşı kullanacak kadar sahtekâr biri olduğumu düşünüp kaşlarını çattı. Beni izliyordu ama onun için hiçbir değerim yokmuş gibi bakışları boştu.

Gurur’un gözlerinde olan tek şey saf bir öfkeydi. Gözlerime akın eden yaşların bile gerçekliğini sorguladığını görebiliyordum. Onda öyle bir hayal kırıklığı yaratmıştım ki, bana olan güvenini yerle bir etmiştim. Artık benimle ilgili neyin gerçek neyin yalan olduğundan hiç emin olamayacaktı. Ne yazık ki onda yarattığım güvensizliği telafi etmenin bir yolu yoktu. Belki de bir daha hiçbir konuda bana güvenmeyecekti.

Kaşları çatıktı ve çene çizgisi gergin. Birbirine bastırdığı dudakları düz bir çizgide buluşmuştu. Yüzünde hissiz bir memnuniyetsizlik varken sadece soğuk bakışlarıyla beni değersizleştiriyordu. “Kumarhaneme sızarak babana büyük bir bahis kazandırdın. Aynı şekilde sevkiyatla birlikte ona biraz zaman kazandırdın.” Şakaklarındaki damarlar belirginleştiğinde dişlerini sıkarak gıcırdattı. “İstediklerini aldığına göre bırak şu masum kız pozlarını.”

“Pekâlâ.” Derin bir nefes aldığımda asıl şimdi kendim olmayı bırakıp ona rol yapmaya başlamıştım. Gerçek halim ona sahte geliyorsa o zaman bende görmek istediği kişi olurdum. “Madem çirkin yüzüm ortaya çıktı…” Çenemi dikleştirerek küstahça güldüm. Bunu yapmak için kendimi zorluyordum. “O zaman açık konuşmanın vakti geldi. Nereden başlamamı istersin?”

Sanki ben onun omuzlarında ağır bir yükmüşüm ve şimdi o yükten kurtuluyormuş gibi parmak uçlarıyla omuzlarını siler gibi yaptı. Sadece bu basit hareketi bile beni çok incitiyordu ama bunu gizlemek için karşısında güçlü durmaya çalışıyordum. Gurur’un yeşil gözleri küçümsercesine beni izlerken bana kendimi ezik hissettiriyordu. “Tek bir şeyi bilmek istiyorum.” Bir adım daha öne attı ama daha fazla yaklaşmadı. “Neden yaptın?”

Bir ayağımın üzerinde salınırken baygın bakışlarımla bende ona kötü hissettiriyordum. Kuzenim Seçil yıllardır beni zorbaladığı için onun davranışlarını taklit etmeye başlamıştım. Şımarık, küstah ve kibirli… “Neyi neden yaptım?”

Ciddiyetsiz bir şekilde güldüm. “Şu konuşmayı bir an önce bitirmek için daha açık olursan sevinirim.” Ondan sıkılmışım gibi yanaklarımın içini havayla doldurdum. “Vaktimi senin gibi biriyle harcamak istemiyorum.” Birbirimize karşılıklı acı vermeye başlamıştık.

Geniş omuzları kasıldığında yanında duran ellerini öyle bir sıkıyordu ki, parmak boğumları gerilmişti. Yüzündeki her kas seğirmeye başladığında bana olan bakışları delici bir boyuta ulaştı. “Ben vaktimi senin gibi biriyle harcıyorsam sende bunu sorun etmeyeceksin!”

“Benim gibi biri mi?” Bakışlarımda bir kırılma olduğunda sadece bir anlığına ona olduğum kişinin gözleriyle bakmıştım. Ancak bu çok kısa sürmüştü çünkü hemen ardından kendimi toparlayıp derin derin nefesler aldım. “Söylesene benim gibi biri tam olarak nasıl biriymiş?”

Konuşma şeklimi taklit ederek gözleriyle beni gösterdi. “Sen söyle.” Satır aralarında bunu ilk benim başlattığımı yüzüme vuruyordu. “Benim gibi biriyle vaktini harcamak istemediğine göre belki de sen bana nasıl biri olduğumu söylemek istersin?” Sesi normal düzeyindeydi bağırmıyordu ama öyle bir tonda konuşuyordu ki, sesindeki karanlık insanın içindeki tüm ışıkları söndürüyordu.

“Nasıl biri olduğunu gerçekten bilmiyor musun?” Onun karşısında dimdik durup bu konuşmayı yapmak beni çok zorluyordu. “Sen Melek ve yeğenlerinden başka kimseyi umursamayan birisin, Gurur Kalender. Bencilsin, kincisin ve gaddarsın!” Sinirden saçlarımın her bir tutamını dağıtarak dikkatini saçlarıma çektim. “Ve acımasızsın. Söylesene beni gerçekten umursadığın bir an oldu mu?”

Yeşil gözleri yoğun bir şekilde saçlarımda oyalandığında bakışlarında geçen ifade sarsıcıydı. Yumruğuna doladığı saçlarıma acı çekercesine bakıyordu. Canını yaktığı kişi bendim ancak bunun acısını o çekiyordu. Saçlarıma, bıçak yasladığı boynuma ve vurduğu vücuduma yenilgi içinde bakıyordu. Belki de zerre kadar pişmanlık duymuyordu, o da beni kandırmak için böyle yapıyordu. Yıkılan güven tek taraflı değildi, artık bende hiçbir konuda ona güvenmiyordum.

Bana yaptıklarını hatırlayınca tüm bunlara benim yalanlarım sebep olduğu için çenesi kasılmıştı. Geniş omuzları dikti, boynu geride ve başı hafif eğikti. Köşeye kıstırdığı avını izleyen bir psikopat gibi hissizdi. “Neden bana yalan söyledin?” Ona sorduğum sorudan kaçarak konuyu değiştirdi. “Oynadığın bu oyunun amacı neydi?”

Sert sesi boğazımda düğümlenen bir korku gibi nefesimi tıkarken çatık kaşlarının arası derinleşti. “Kendini bana olmadığın biri gibi tanıtarak neyi elde etmeyi planlıyordun?”

“Senden hiçbir çıkarım yoktu.” Bu yalan değildi. Bana böyle davranmasından hoşlanmadığım için rol yapmayı bırakıp başımı iki yana salladım. “Hâlâ yok. Sana yalan söyledim çünkü başlarda senden çok korkmuştum. Sonra da hiçbir şeyi geriye alamadığım için oynadığım rolü sürdürmek zorunda kaldım.”

“Siktir etsene, sevkiyatta gördüğüm o kadın hiçbir şeyden korkmuyordu!” Ona hâlâ yalan söylediğimi düşündüğü için gözlerini bana dikti. Bu öyle bir bakıştı ki, boğazıma dizilen tüm kelimeleri yutmak zorunda kalmıştım. “Gözlerimin içine bakarak hâlâ bana yalan söylüyorsun.”

“Yalan söyleyerek ne elde edebilirim ki? Bu çok mantıksız.”

Kendini tutamayıp, “Birçok şey elde ettin!” diye bağırdığında yüksek çıkan sesi yüzünden irkilmiştim. Gurur ise beni korkuttuğunun farkında bile olmayarak üzerime yürüdü.

Sinirden tüm vücudu kasılırken yeşil irisleri karanlık bir duygunun esareti altına girmişti. Bana baktıkça içinde büyüyen öfke onu ele geçiriyordu. “Oynadığın o oyunlarla önce hayatıma sızdın, sonra aklıma ve sonra da…” Dilini sertçe ısırarak son anda kendini susturmuştu. Sonra da ne? Hayatı ve aklı dışında sızdığım sonraki yer neresiydi?

Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi geçmesine izin vermeden elimi kaldırarak onu durdurdum. “Benden hesap sormaya hakkın var mı?” İnanamayan gözlerle ona bakıyordum çünkü bunu yapması gereken kişi bendim. “Senin aileme yaptıkların benim yalanlarımla kıyaslanabilir mi?”

Tam bir şey söyleyecekti ki, “Ne bekliyordun, Gurur?” diye sordum sakince. “Sen evime yerleşip gözlerimin önünde ailemi dağıtırken buna seyirci kalacağımı mı?” Sert ama abartısız bir hareketle başımı sağa ve sola salladım. “Yerimde kim olsa karşılık verirdi.”

“Ama böyle kalleşçe değil!” Bir anda aramızdaki mesafeyi kapatıp omuzlarımdan tuttuğu gibi sırtımı arkamdaki kapıya sertçe yasladı. “Benim sorunum verdiğin karşılıkla mı sanıyorsun?” Bir pençe gibi omuzlarımı kavrayan elleri hareketlerimi kısıtladığı için kapı ve onun arasında sıkışmıştım.

Nabzı boğazında atarken dişlerini sıktığı için çenesi kaskatıydı. “Ne yapacağını görmek için sevkiyattan seni haberdar eden bendim, gerçekten bunu dert ettiğimi mi düşünüyorsun?” Kendini kasmaktan gırtlağından hırıltıyı andıran sesler çıktığında tehlikeli bir yırtıcıdan farklı değildi. “Kumarhaneme sızıp babana bir bahis kazandırman çok mu sikimde sanıyorsun!”

Omuzlarımı sıkıp canımı yakmıyordu ancak parmaklarının gücü ve hakimiyeti hissediliyordu. Başını küçük bir açıyla hareket ettirip üzerime eğildiğinde sinirden yüzündeki kılcal damarlar bile belirginleşmişti. “Başından beri bana bir yalanı yaşattın. Senin yüzünden artık kiminle evli olduğumu bile bilmiyorum!”

Birden elini çekti omuzlarımdan ve bana geçirmek istediği yumruğu yaslı olduğum kapıya geçirdi. Arkamdaki kapı zangırdarken Gurur çıldırmış gibi bir küfür savurup saçlarını sinirle dağıttı. “Bir daha nasıl inanacağım lan ben sana!” Tüm bu öfkesinin altında derin bir kırgınlığı olduğunu hissedince tek kelime edemedim. “Bir yalan aramadan nasıl bakacağım yüzüne?”

Yüzündeki ifade değiştiğinde daha delici bir boyuta ulaşmıştı. Artık tamamen soğuk ve kontrolsüzdü. “Her şeyin mi yalandı? Bana olan o bakışın, gülüşün ve tüm o tatlı sözlerin yalan mıydı?” Gözlerimin içine bana kendimi berbat ve değersiz hissettiren bir duyguyla bakıp, “Sen tam bir hayal kırıklığısın, Farah Tozlu!” dedi sertçe. Öyle miydim gerçekten?

Gözlerimden süzülen bir damla yaşı kontrol edemedim. Onun gözleri yanağımı ıslatan yaşı takip ederken ben, içimdeki acıyı bastırmaya çalışıyordum. Bana böyle bakması, böyle davranması ve benimle böyle konuşması canımı yakıyordu. “Sen bana hesapsız ve çıkarsız gelmedin ki, Gurur.”

Ne kadar incindiğim titreyen sesime yansıyordu. “Sen bana kendin olarak gelmedin ki, benden nasıl yalansız olmamı beklersin?” Ortada bir yanlış varsa bu sadece bana ait olamazdı.

“Neden sadece beni suçluyorsun? Senin gibi sesim gür çıkmıyor diye mi?” Kaskatı kesildiğinde nefes dahi alamamıştı. “Abim beni sana sattı, Gurur.” Ona bu gerçeği hatırlatarak gözlerimden süzülen yaşlarla başımı salladım. “Tanımadığım adamların önüne beni atarak gitti. Kendimi senin yanında bulduğumda ne kadar korktuğumu biliyor musun?”

Gözlerinin içine tüm kırgınlıklarımla bakıp, “Bana tecavüz bile edeceğini düşünecek kadar çok korkmuştum,” diye fısıldadım. Vücudundaki tüm kan çekildiğinde yüzü sararmıştı. “Seni tanımıyordum ve hakkında duyduklarım iyi şeyler değildi. Beni kaçıran bir adam hakkında daha iyi şeyler düşünebilir miydim?”

“Sonra seninle ilgili bir şey keşfettim… Merhametin.” Onun aksine yanlışlarımı savunmadığım için ne mağrurdum ne de gururlu. Olduğum tek şey hiçlik duygusunu kalbinde taşıyan bir kadındı.

“Merhametli bir yanın vardı ve bu yönünü ortaya çıkartan benim masumiyetimdi.” Yavaşça elimi kaldırdım. Titreyen parmaklarla ıslak gözlerimi silerken istesem de onun karşısında uzun süre güçlü duramıyordum çünkü Gurur benim zayıflığım ve zaafımdı.

Tek kelime etmeden sessizlik içinde beni izleyip bitirmemi bekliyordu. Bunu yaparken öylesine hissiz ve tepkisizdi ki ne düşündüğünü anlayamıyordum. “Bana olan davranış şeklin hoşuma gitmeye başlamıştı.” O ister inansın isterse de beni yalancılıkla suçlasın, umurumda değildi. Ben üzerime düşeni yapıp ona gerçekleri söyleyecektim. İnanıp inanmamak ona kalmış bir şeydi.

“Bana iyi davranıyor, üzerime titriyor ve bana kendimi değerli hissettiriyordun. Tüm bunları bilgisiz biri olduğumu düşündüğün için yapıyordun. Bunu kaybetmek istemedim. Bu yüzden başlattığım o saçma oyunu bir türlü sonlandıramadım.” Islak gözlerimle onu gösterdim. Öfkeden kasılan vücudunu, sert ifadesini ve bana olan katı bakışlarını işaret ettim. “Karşımda böyle bir adam görmekten korktuğum için sana gerçekleri söyleyemedim.”

Kaşları usulca çatıldığında sert bakışlarında zerre kadar bir yumuşama olmamıştı. “Şu anda bile bana yalan söylemediğini nereden bileyim? İki gözyaşı döküp rol yapmakta üstüne yok.”

Sustuğunda aramızda yarattığı sessizlik bir çığlık gibiydi. “Sen bir yalanı bana yıllarca yaşatan bir kadınsın.” Yeşil gözleri hafif kısıktı ama yüzü ifadesizdi. Sessiz bir serzeniş değil, sitemin ta kendisiydi. “Senin sözlerinde bir gerçeklik aranılabilir mi, Farah? Sen diye bir şey yok çünkü sen, başlı başına bir yalansın.”

Bana olan bu güvensizliğini ortadan kaldırmanın hiçbir yolu yoktu. Omuzlarım yenilgi içinde düşmüştü. Bunu kendime ben yapmıştım. Onu kandırmamamı söyleyen bir adamı kandırarak bana duyduğu tüm güveni yıkmıştım. Canımı yakan da tam olarak buydu. Gurur bir daha bana hiç güvenmeyecekti. Bundan sonra ona ne söylersem söyleyeyim her sözümü sorgulayacak, yalan mı yoksa gerçek mi emin olamayacaktı.

“Ben seni hiç kandırmadım, Farah.” Son derece ciddi bir şekilde beni izlerken bakışlarında beni yerin dibine sokan bir şeyler vardı. “Evet, yaptıklarımın hiçbir savunulur yanı yoktu, kendimi savunmuyorum da ancak inkâr edemeyeceğin tek şey sana karşı dürüst olduğumdu.”

Benimle bunları konuşmak bile canını sıkıyormuş gibi gözlerini yavaşça yumdu, sonra tekrar açarak derin bir nefes aldı. Artık sinirli bile değildi. Öfke bile insani bir şeydi ancak onun yüzünde insani hiçbir duygu kalmamıştı. “Seninle neden evlendiğimi, evine neden yerleştiğimi ve ailene neden kafayı taktığımı senden hiç saklamadım.” Ne yazık ki bu konuda haklıydı.

Dudaklarında içi boş, donuk bir gülümseme belirdi ve bu çok yapmacık bir gülümsemeydi. “Benim sana karşı olan tüm kartlarım hep açıktı, çirkin sürprizleri olan sadece sendin.” Tüm ağırlığını bir ayağının üzerine vererek alaycı gözlerle beni izledi. “Yalanlarımla seni kandırdığımı, kendimi olmadığım biri gibi gösterip seni aldattığımı söyleyebilir misin?”

“Hayır, ancak bunları yapmaman seni aklamıyor.” Sakince konuşup onun karşısındaki soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. “Bana karşı hep açık olman senin yüzünden yaşadıklarımı hafifletmeli mi?”

“Neyden bahsediyorsun?”

“Benim yalanlarım canını ne kadar yaktıysa senin de dürüstlüğün o kadar yaktı.”

Elimi kaldırıp ona parmağımdaki alyansı gösterdim. “Başka bir kadın için düşündüğün bu yüzüğü parmağıma takman canımı yaktı. Bana kendimi ikinci bir kadın gibi hissettirmen ise canımı yakmaktan çok daha fazlasını yaptı.” Tam bir şey söyleyecekti ki, “Bunu yapmadım deme çünkü yaptın,” diyerek onu susturdum. Birazda onun hatalarını konuşalım, bakalım o kendi yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilecek miydi?

“Sen Leyla için acı çektikçe benim canım yanıyordu. Onun intikamı için benimle evliydin ve onun için ailemi bitirmeye çalışıyordun.” Gözlerime akın eden yaşlardan nefret ederek tırnaklarımı biraz daha avucumun içine geçirdim. “Sende olan tek şey Leyla’ydı, söylesene Farah bunun neresindeydi?”

“Dinle-“

“Hayır, sen beni dinle çünkü ben seni yeterince dinledim.” İnsanın kırgınlığı onu diri tutar, öfkesi beslerdi ancak bende öyle değildi. Ona duyduğun kırgınlık ve incinmiş duygular beni paramparça ediyordu. Öfkeye gelirsek… Bu hiç bilmediğim bir şeydi. Şu anda bile bu konuşmayı yaparken onun aksine fazla sakindin.

“Evet, bana iyi davranıyordun ama aynı zamanda bana ikinci kadın olduğumu aşılıyordun.” Kirpiklerimden taşan bir damla yaşla ağlamaklı bir sesle, “Senin için bir yara bandıyım dediğimde bile öyle olmadığımı söyleyemedin,” diye fısıldadım. “Bazı insanlar yara bantlarını çöpe atmaz dedin ancak öyle olmadığımı söylemedin çünkü öyleydim ve sende aksini düşünmeme izin vermedin.”

Yatağın bir köşesinde duran telefonunu ona gösterdim. “Söylesene hâlâ telefonunun ekran resmi Leyla mı?” O fotoğrafı gördüğümü doğrudan benden duyunca beyninden vuruşmuş gibi hareketsiz kalmıştı. Hıçkırmamak için kendimi zor tuttuğumda dudaklarım titremişti. “Hiç fark etmedin değil mi, Gurur?”

“Neyi?”

“Benim telefonumun ekran resminde senin olduğunu.”

Vücudundaki tüm kan çekilirken istese de tek kelime edememişti. Yeşil irisleri büyüdüğünde boğazı düğümlenmiş gibi sertçe yutkunmuştu. Bu durumu kabullenmiş gibi ona burukça gülümsedim. “Gördüğün gibi bendeki durum hep sendin ama sendeki son durum hep Leyla’dı.”

Aramızda bir sessizlik oluştuğunda içerideki hava gittikçe daha çok soğuyordu. Onu kendi penceremde bakmaya zorladığımda artık onun da düşünecek bir şeyleri vardı. “Ben sana Gurur’um derken…” diye fısıldadım acı içinde. “Kim bilir sen kaç kez içinden Leyla’m dedin.”

Gözlerinin içine yoğun bir kederle bakarken başımı hafifçe kaldırmıştım. “Leyla senin toprağında büyüdü, bense senin için hep el kızıydım.”

Sıktığı ellerinin parmakları açıldığında kendini savunmak için tek kelime edememişti. Burada suçlu olanın sadece ben olmadığımı nihayet anlamaya başlamıştı. En azından bu konuda beni hayal kırıklığına uğratmamış ve tüm hatalarını bana yıkmaya çalışmamıştı. Karşılıklı bir şekilde birbirimize karşı büyük yanlışlar yapmıştık.

Buradan dönmezdi, dönmesini de istemiyordum çünkü o sevkiyata gelmesi benim için bardağı taşıran son damlaydı. “Senden vazgeçtim, Gurur.” Ona sert bir tokat ya da çok güçlü bir yumruk atsaydım bu onda bir etki yaratmazdı. Ancak dudaklarımdan çıkan üç kelimelik küçük bir cümle onu sarsmıştı.

Bu sözlerimin onun üzerinde bir etkisi olacağını bile sanmıyordum ancak yutkunmasına ve arkaya doğru sarsakça bir adım atmasına neden olacak kadar büyük bir etki yaratmıştı. “Sana aileme dokunursan beni kaybedersin demiştim ve sen beni kaybetmeyi göze alarak o sevkiyata geldin.”

Ağlamayı her şeyden çok isterken ona sadece gülümsedim. Onunla yaşadığım tüm o güzel ve kötü anıları tek bir tebessüme sığdırmıştım. “Biliyor musun o gece oraya gelmemeni çok istemiştim.” Şimdi gözlerime bakamayan ve bakışlarını kaçıran oydu.

“Hiç gelmeseydin beni seçecektin, gelmen ise Leyla’yı seçtiğini gösterirdi.” Kirpiklerimin arasından akan bir damla yaşın sıcaklığıyla, “Geldin, Gurur,” diye sitem ettim. “Farah’ı ardından bırakıp Leyla’yı seçerek oraya geldin.”

Aramızdaki son adımı kapatarak tam karşısında durdum. Yüzük parmağıma uzandığımı görünce yeşil gözlerinde bir kırılma meydana gelmişti. Gözleri titreşti, yüzü acıyla kasıldı ve beni durdurmak için yanındaki eli havalandı. Ancak ona izin vermeyerek annesinin yadigarı olan lotus çiçekli alyansı çıkardım. Bana engel olmak için havalanan o elini tuttum ve yüzüğü avucunun içine bıraktım. Bunun bir dönüşü yoktu.

“Mademki Leyla’yı seçtin o zaman al bu yüzüğü, ister Leyla’nın toprağına göm istersen de başka bir kadının parmağına tak.” Parmaklarını kapatarak yüzüğü avucuna hapsettim. “Karın olmaktan vazgeçiyorum.”

Parmaklarımın sardığı eli buz kestiğinde başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Senin için savaşmaktan vazgeçiyorum.” Elimi elinden yavaşça çektim ve arkaya doğru bir adım atarak ondan uzaklaştım. “Kısacası senden vazgeçiyorum.”

Kapıdan gelen seslerle ona sırtımı dönüp kapıya yürüdüm. Bunu yaparken kendimi bile şaşırtacak kadar soğuk ve hissizdim. “Yalanlarım için belki bir gün beni affedersin ama ben seni hiç affetmeyeceğim.”

Bir kez bile ona dönmeden kapının önünde durup açmalarını bekledim. Sırtımla bakışırken beni durduracak veya bir şey söyleyecek durumda değildi. Avucuna bıraktığım bir yüzükle öylece kalakalmıştı. “Senin hikayendeki tek yerim ikinci kadın olmaktı,” dediğimde bile hiç sesini çıkartamamıştı çünkü haklı olduğumu biliyordu.

Tanımadığım adamlar bizim için kapıyı açtıklarında bir saniye bile duraksamadan kapının dışına adımımı attım. “Seni terk ederek kendi hikayemi yeniden yazmaya gidiyorum. Bu sefer bir erkeğin ilk tercihi olmaya dikkat edeceğim.” Bunları söyledikten sonra onu orada bırakıp uzaklaştım.

Seni asla affetmeyeceğim, Gurur Kalender.


Yorumlar