“Eğer bu bir kusursa, kusuruma bak, ben sana âşık oluyorum.”
10/05/2021
Sabaha kadar odanın içinde dönüp durmuş, pencereden dışarıya bakarak babamın benim için gelmesini beklemiştim. Akıl hastası bir herifin tutsağıyken odamdan çıkmaya bile cesaret edememiştim. Kaçmayı çok istesem de buna yeltenmedim çünkü pencereden bakınca bile Gurur’un adamlarını görüyordum. Adamları kulübenin etrafını sarmışken dışarı çıkmama bile izin vermezlerdi. Gurur’un odası benim odamın hemen yanında olduğu için geçirdiği tüm sinir krizlerini duymuştum.
Odasındaki gürültüler sabah ezanına kadar kesilmemişti. Kullandığı yasaklı maddeler ve tükettiği yoğun alkol bile etki etmemişti. Leyla aklına geldikçe ara ara öfke nöbetleri geçirip kendini dağıtmıştı. Kırdığı eşyaların sesleri ve ettiği küfürleri hep duymuştum. Nöbet esnasında ne yaptığını bilmediğini duymuştum. O öfkeyle odama girip bana zarar verir diye odamın kapısını kilitlemiş ve sabaha kadar sakinleşmesi için dua edip durmuştum.
Çektiği acı ve ızdıraba rağmen bir kez olsun kapıma gelip içeri girmeye kalkışmamıştı. Tüm o krizlerin içinde bile bunu yapmaması hayret vericiydi. Sabaha karşı uyumuş olmalı ki odasındaki sesler kesilmişti. Sabah ezanıyla birlikte Gurur’un uyuduğunu biliyordum. Şu saate kadar bana yaşattığı korkunun farkında bile değildi. İkimiz için de zor bir geceydi.
Odada bulduğum şalı omuzuma atarak ses çıkarmadan dışarı çıktım. Parmak uçlarıma basarak kendi odamdan çıkıp onun odasına yürüdüm. Sarkacım yanımda olmadığı için bir gram uyku uyuyamamıştım. Gerçi sarkaç yanımda olsa bile Gurur’un geçirdiği gürültülü krizler yüzünden uyuyamazdım. Her anlamda çok gürültücü bir adamdı.
Odasının kapısını usulca açarak kafamı içeri uzattım. Eğer uyanıksa hemen kendi odama kaçacaktım. Yatağında uyuduğunu görünce rahat bir nefes alıp içeri girdim. Odası öncekinden daha berbat bir haldeydi. Koltuğu bile duvara fırlattığı için koltuk ters duruyordu. Gardırobun aynası kırılmış, içindeki kıyafetler yere saçılmıştı. Odadaki eşyaları zaten kırmıştı şimdiyse kalanları da parçalamıştı. Yerler kırık eşyalarla doluydu. Her yerde parçalanmış içki şişeleri ve haplar vardı. Tüm bu yıkık ve döküntünün içinde bir şeylere basmadan yürümek çok zordu.
Odanın içi buz gibiydi. Sabahın erken saatleri olduğu için henüz güneş doğmamış ve havadaki soğukluğu kırmamıştı. Dağın başında olmamız soğuk esintiyi daha çok hissetmemize neden oluyordu. Gözlerim pencereyi bulunca Gurur’un camı da kırdığını gördüm. Odasının bu kadar soğuk olmasına şaşmamalıydı. Üzerini örtmeden yatakta uzandığını görünce derin bir nefes aldım. Hasta olacaktı.
Yerdeki kırık şeylerin arasından dikkatli bir şekilde geçerek yatağın kenarında durduğumda gördüklerim içimi acıttı. Gardıroptaki aynaya ve penceredeki cama yumruk attığı için sağ elinin üstü yara bere içindeydi. Parmak boğumlarının üstü kesildiği için kanıyordu. Daha kötüsü de kolundaki şeydi. Uyuşturucu almak için gömleğinin kolunu yukarı topladığı için koluna sıkıca bağladığı kauçuk lastik hâlâ duruyordu. Midem kasıldı. Damardan bir şeyler aldığı çok açıktı.
Leyla’nın ölümüyle her anlamda kendini dağıtmıştı. Onu uyandırmamaya çalışarak eğilip kolundaki kauçuk lastiği çıkardım. Kaç doz aldığını bilmiyordum ama aldıkları onu uyuşturduğu için bir süre uyanmayacağını tahmin ediyorum. Banyoya girip dolapları karıştırmaya başladım, aradığım şey buralarda bir yerde olmalıydı. Bulduğum ilkyardım setiyle rahat bir nefes alıp banyodan çıkmıştım. “Umarım bir bağımlı değilsindir.” Yatağın kenarına otururken ne düşüneceğimi bilmez haldeydim.
Öncesinde de uyuşturucu kullanan biri miydi yoksa Leyla’nın ölümüyle mi başladı? Kanayan eline uzanırken iç çektim. “Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” Kulaktan dolma bilgiler dışında onu hiç tanımıyordum. Ne gibi kötü alışkanlıkları olduğunu bilmiyordum.
Tentürdiyodu pamuğa dökerek parmak boğumlarındaki kanı temizlemeye başladım. Beni kaçıran birine neden yardım ettiğimi bilmiyordum ama onu bu halde bırakamazdım. Nişanlısını henüz yeni kaybetmişken çektiği acıları tahmin bile edemiyordum. Babam yüzünden bu acıları çektiğini düşünmesine rağmen bana zarar vermek yerine beni kendinden korumaya çalışıyordu. Belki de bu yüzden ona yardım ediyordum, bana zarar vermediği için.
Yarasını temizleyip eline merhem sürerek sardım. Battaniyeyi üzerine çekerken onu soğuk havadan korumaya çalışıyordum. Odasındaki işim bittiği için kapıya doğru bir adım atmıştım ki, “Leyla,” diyen mırıltısıyla içim acıdı. Yutkunarak başımı ona doğru çevirdim. Hâlâ uyuyordu ama uykusunda Leyla’yı sayıklıyordu.
Bir kâbus gördüğünü anladım çünkü yakışıklı yüzü acıyla kasılıyordu. Kaşları belli belirsiz çatıktı, dudakları da düz bir çizgide buluşmuştu. Zümrüt yeşili gözlerini saklayan kirpikleri titreşiyordu. Onu izlerken, “Keşke Leyla yaşasaydı,” diye mırıldandım. “O zaman senin yarım kalan öykün olmazdı.” Leyla ölerek Gurur için ölümsüzleşmişti.
Gurur bundan sonraki hayatında Leyla’yı hiç unutmayacaktı. Kiminle olursa olsun Leyla onun hep aklının ucunda, kalbinin bir yerlerinde olacaktı. Eğer Leyla ölmeseydi belki evleneceklerdi ve çok mutlu olacaklardı. Belki de evlendiklerinde zamanla aralarındaki sevgi bitecek ve ayrılacaklardı. Bu olduğunda ikisi de kendi yoluna gidecek, birbirlerini arkalarında bırakacaklardı. Ancak Leyla ölerek Gurur’un yarım kalan öyküsüne dönüşmüştü.
Leyla artık Gurur için yarım kalan bir sevda, tamamlanmamış bir hikayeydi. Bundan sonra kiminle olursa olsun Leyla’nın hayaleti hep ikisinin arasında olacaktı. Gurur için hep önce Leyla, sonra diğer kadın gelecekti. İşte bu yüzden Leyla’nın yaşamasını çok isterdim. Böylelikle ona aşık mı yoksa minnet mi ediyor, bunu anlardı ve buna göre yolunu çizerdi. Leyla öldüğü için artık bunu asla bilmeyecekti.
Keşke Leyla ölmeseydi.
Gurur’un odasında çıktıktan sonraki zamanımı kulübeyi temizlemekle geçirdim. Kulübeden dışarı çıkmadığım için can sıkıntısından öğlene kadar temizlik yaparak kendimi oyalamıştım. Aslında temizlikten de pek anlamamızdım ama leş gibi bir yerde kalmaktansa burayı toparlamaya çalışmıştım. Temizliğe önce kendi odamdan başlamış, daha sonra kulübenin diğer yerlerine geçmiştim.
En zoru Gurur’un odasıydı. O kadar dağıtmıştı ki o odayı daha yaşanılır bir hale getirmem saatlerimi almıştı. Gurur uyuşturucunun etkisinde sızıp kaldığı için çıkardığım gürültüleri hiç duymamıştı. Mutfakta bulduğum çöp poşetlerle onun odasına girip tüm o dağınıklığı toplamıştım. Kulübeden her çıktığımda dışarıdaki korumalar dönüp bana bakıyordu. Bense her defasında elimdeki çöp poşetlerini dışarı bırakıp tekrar içeri giriyordum.
Öğlene kadar çöpleri dışarı atmış, her yeri süpürüp paspaslamıştım. Şimdi her yer daha temiz ve daha güzel kokuyordu. Karnım acıktığı için dolaptan bir şeyler çıkartırken yorgunluktan canım çıkmıştı. “Ben babamın evinde hiç böyle çalışmadım. Bir rehinenin temizlik yaptığı görülmüş şey değil.” Bu işte bir terslik vardı.
Dolaptan çıkardığım meyveleri de sepete koyduktan sonra termosu aldım. Çaydanlıktaki sıcak çayı termosa boşalttıktan sonra onu da hasır sepetin içine koydum. Sepeti alıp mutfaktan çıktığımda karnım açlıktan gurulduyordu. Kulübeden çıkınca bir kez daha tüm korumaların gözleri bana çevrildi. Hiçbirine tek kelime etmeden yürümeye başladığımda Gurur’un korumalarından Ali yolumu kesti. “Kulübeden ayrılamazsınız.”
“Ayrılmıyorum ki.” Elimdeki sepeti gösterdim. “Karnım acıktı açık havada bir şeyler yiyeceğim.”
“İçeride yiyebilirsiniz.”
“Aldığı uyuşturucular yüzünden içeride top patlasa uyanmayacak bir felaket varken sen mutfakta yemeğini ye.” Yanından geçerek ağaçlara doğru yürümeye başladım. “Ben açık havada karnımı doyuracağım.” Biraz daha o kasvetli kulübede kalırsam boğulabilirdim.
Arkamdan Ali’nin nefesini sertçe verip, “Benim nikah memurunu getirmem gerekiyor,” diyen sesini duydum. “Siz Farah Hanım’a göz kulak olun kaçmasın.” İsterse buraya yüz tane nikah memuru getirsin, o deliyle evlenmeyecektim.
Gurur’un korumaları beni gözden kaçırmamak için peşime takılmıştı. Hiçbirini umursamadan ormanın içinde güneşi en yoğun alacağım bir yer seçtim. Örtüyü serip sepetteki şeyleri sırasıyla çıkardım. Bunları yaşadığıma hâlâ inanamıyordum. Çayımı doldurup sandviçimi yerken aklım hep ailemdeydi. Annem ve babam aklıma gelince aldığım lokma boğazımda kalmıştı. Dünden beri ortalarda yoktum kim bilir ne haldelerdi.
Acaba babam başıma gelen şeylerin Caner yüzünden olduğunu anlamış mıdır? Caner’i hatırlamak bile gözlerimin acıyla dolmasına neden olmuştu. Abim Seçil’i koruyup beni düşmanına satmıştı. Bunu bana bir başkası değil öz abim yapmıştı. Hangi insan evladı kardeşine kıyar ki? Evet, Gurur bana zarar vermemişti ama verebilirdi de. Caner beni onun adamlarına verirken Gurur’un beni öldürmesini istemişti.
Eminim şu anda benim çoktan öldüğümü düşünüp keyifleniyordur. Seçil ile ikisinin annem ve babamın yanında üzülmüş gibi yapıp içten içe mutlu olduklarını tahmin etmek zor değildi. “Nasıl bir rehine kaçırıldığı yerde piknik yapar ki?” Gurur’un sesini duyunca irkilerek başımı kaldırdım.
Ağaçların arasından çıkıp bu tarafa yürürken şimdi daha iyi görünüyordu. Uyanınca banyo etmişti çünkü sarı saçları nemliydi. Üzerine sinen alkol ve kan kokusundan kurtulduğuna sevindim. Kanla kirlenen o kıyafetleri yerine daha temiz şeyler giymişti. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah pantolon vardı. Gömleğin ilk düğmeleri açıktı, kollarını da dirseklerine kadar katlamıştı. Saçları hafifçe dağınık, beni izleyen gözlerinde de ukala bir ifade vardı.
Haddinden fazla yakışıklı olması benim için işleri daha karışık bir hale getiriyordu. İnsan ona bakarken bile iç çekmeden duramıyordu. Elinde kulplu bir bardak tuttuğunu daha yeni gördüm. Yanıma gelip ayaklarını uzatarak rahatça oturdu. Piknik yaptığım için beni eleştiriyordu ama o da acıkmış gibi bardağını da alarak gelmişti. Her anlamda tahminlerin ötesinde bir adamdı.
Bardağını bana uzatıp termosu gösterdi. “Çay koysana.”
Termosu kendime çekerek ona çay doldurmadım. “Rehinenle piknik mi yapacaksın?”
Gözlerinin ardından alaycı bir ifade geçtiğinde bakışları eleştireldi. “Rehinemin kulübeyi temizleyip piknik yapması çok normal ama benim ona katılmam mı tuhaf?” Termosu işaret etti. “Çay koy dedim.”
“Hayır, bu benim çayım.”
“Farah burada arkasına saklanacağın bir kapı yok.” Hemen termosun kapağını açıp bardağını çayla doldurdum. Dudağının köşesi belli belirsiz kıvrıldığında alaycı bakışına homurdanmakla karşılık verdim. Beni nasıl korkutacağını iyi biliyordu.
Çizgili örtünün üzerine koyduğum yiyeceklere tuhaf gözlerle baktı. Peynir, zeytin, domates ve salatalık dışında hiçbir şey yoktu. Tabii bir de ekmek ve meyve. Yemek için bunları yetersiz bulmuş olmalı ki suratında hoşnutsuz bir ifade vardı. “Mutfakta ne arasan vardı, doğru düzgün bir şeyler hazırlayamadın mı?” Beni delirtiyordu.
Dik dik ona bakmaktan kendimi alamadım. “Ben senin karın mıyım, git kendin hazırla.”
Çayına iki kaşık şeker atarken bana bakmıyordu. “Birkaç saate kalmadan olacaksın.”
“Ne olacağım?”
“Karım.”
“Olmayacağım.”
O kadar rahattı ki bu rahatlığı beni deli ediyordu. Çayından bir yudum alarak başını kaldırıp temiz havayı içine çekti. “Karım olduğunda bu sözlerini sana hatırlatacağım.” Omuzunun üzerinden kibirli gözlerle bana bakarak ekmeği işaret etti. “Bana da bir sandviç hazırlar mısın?”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Hayır.”
Kaşlarını çattı. “Bana bir sandviç hazırla.”
“Peki.”
Kızgınlıkla bana baktığında yüzünde inanamayan bir ifade vardı. “Sen emirle mi çalışıyorsun?” Hayretler içinde kalmış gibiydi. “Rica etmek işlemiyor mu kızım sana?”
Sert bakışlarından kurtulmak için önüme dönüp ekmeğe uzandım. Bakışlarını üzerimde hissettiğim için mümkün olduğunca ona bakmamaya çalışıyordum. Onun için de bir sandviç yapıp önüne koydum. “Ne zaman evime gideceğim?” Üzgün bakışlarımı onun yeşillerine kenetlerken her an tekrar ağlayabilirdim. “Babam beni çok merak etmiştir.”
Tiksintiyle yüzünü buruşturdu. “Gebersin piç.”
“Babamla düzgün konuş!”
“Kıs şu sesini!”
Bana tersçe bakınca ayağa kalkıp yürümeye başladım. Arkamdan, “Nereye?” diyen sinirli sesini duyunca hızımı arttırdım. “Evime gidiyorum!” Bir kez daha sesini duydum fakat bu sefer sesi keyifliydi. “Vurun şu küçük asiyi.” Adımlarım anında durmuştu.
Yönümü ona çevirdiğimde onun için yaptığım sandviçten kocaman bir ısırık aldı. “Kurşun yarasının nasıl acıttığını bilmiyorsan sana tavsiyem burada kalman.”
Gözlerinin ardında hınzır bir ifade belirdiğinde arsızca bana yaptırdığı sandviçten büyük lokmalar alıyordu. “Belki de Ümit’in kızıyla evlenmek yerine onu öldürmeliyim?” İçim korkuyla dolmuştu. Ne denli korktuğumu görünce yeşillerinde sadistçe bir parıltı geçti. “Bir kez de babanın yolu mezarlığa düşsün ne dersin?”
Sandviçi örtünün üzerine bırakıp belindeki silahı çıkartınca elim ayağım buz kesmişti. Ben nefes bile alamazken Gurur silahın emniyetini açıp bana doğrulttu. “Babana iletmemi istediğin bir mesajın var mı?” Bana ecel terleri döktürürken çok rahat, çok profesyoneldi. “İdam mahkumlarına bile son isteği sorulur.”
Kafa karışıklığıyla ona bakmaya başladığımın farkında değildim. “Son isteğimi mi soruyorsun?”
Sakince başını salladı. “Evet.”
“O zaman bırak beni.”
“Bu istekten sayılmıyor sıradakine geç.”
“Neden sayılmıyor bu da bir istek.”
“Unut gitsin son istek falan yok. Şehadet getir.”
“Kelime-i Şehadet mi?”
“Evet.”
“Şey… Hatırlamıyorum.”
Kısık bir sesle küfrettiğinde kaskatı bir suratla bana baktı. “Kelime-i Şehadeti nasıl unutursun?”
Elinde tuttuğu ve bana doğrulttuğu silahı gösterdim. “Üzerime doğrultulan bir silah varken adımı bile unuttum.”
Göz devirir gibi bezgin bir hareket yapıp silahını indirdi. “Adın Farah.”
“Biliyorum.”
Gözleri kısıldığında benimle kafa mı buluyor yoksa ciddi mi anlamadım. “Hani adını bile unutmuştun?” Tüm boş konuşmaların tapusunu almıştık.
Yerde gördüğüm çiçeklere doğru yürürken omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Sözün gelişi öyle demiştim.” Papatyaya benzeyen ama rengi sarı olan çiçekleri eğilip toplamaya başladım. Dağlık bölgede bulunan kır çiçekleri gerçekten çok güzeldi. Gurur sandviçini yiyerek beni izlerken, “Gel karnını doyur,” dedi ama ona dönmedim. Yemyeşil otların arasında büyüyen çiçekleri toplayıp onları elimde biriktiriyordum.
“Odamı sen mi topladın?” Ona döndüğümde sağ eline baktığını gördüm. Banyo yaptığı için elindeki sargıyı çıkarmıştı ama uyandığında elini sardığımı görmüş olmalıydı.
“Odanı Ali topladı.” Yalan söylediğimde kinaye dolu bakışları beni yalancılıkla suçlar gibiydi. “Elimi de Ali mi sardı veya üzerimi o mu örttü?” Alaycı bakışları beni utandırdığı için hemen ona sırtımı dönüp kır çiçeklerini toplamaya devam ettim. “Hepsini o yaptı.”
“Yalan söylerken bile yüzün kızarıyor.”
Bu konunun kapanması için tek kelime etmeden çiçek toplamaya devam ettim. “Eyvallah,” diyen sesi dudaklarımda küçük bir tebessüm bırakmıştı ama o bunu görmedi. En azından kendi çapında teşekkür etmesini biliyordu.
Gurur karnını doyurduktan sonra bardağımdaki soğuk çayı döküp yenisini doldurdu. Yine çayıma kafasına göre şeker atıp karıştırmıştı. Yarım bıraktığım sandviçi de alıp yanıma gelişini izledim. Karnımın aç olmasını neden sorun ettiğini bilmiyorum ama elindekileri bana uzattı. “Ye şunları.”
Elimdeki çiçek destesini gösterdim. “Elim dolu.”
Kulplu bardaktaki çayı gösterdi. “Boştaki elinle al şunu.” Çayı aldığımda bir eli boş kaldığı için uzanıp çiçekleri benden aldı. Daha sonra sandviçi uzatınca onu da aldım. Elinde eğreti duran ve kabaca tuttuğu çiçekleri gösterdim. “Onları atma odam için topladım.”
Kısa bir an çiçeklere baktığında bakışları fazla tuhaftı. “Siz kadınlar çiçekten böcekten ne anlıyorsunuz, anlamıyorum.” Çiçekleri benim için taşıyarak benimle kulübeye doğru yürümeye başlamıştı. Hâlâ garip gözlerle elindeki çiçeklere bakıyordu.
Sandviçi yerken ona kır çiçeklerini gösterdim. “Leyla’da sever miydi çiçekleri?” Boş bulunup sorduğum soruyla dilimi ısırdım. Ölen nişanlısını ona hatırlatmak yarasını deşmek gibiydi. Mahcup dolu gözlerle ona bakarken boğazımda bir yumru oluşmuştu. Kendimi büyük bir suç işlemişim gibi hissediyordum. “Özür dilerim.”
Bana kızmasını bekledim ama gözlerinde öfkenin emaresi bile yoktu. Üzgündü, eksikti ama kızgın değildi. İç çekerek, “O da severdi,” dediğinde bakışları uzaklara dalıp gitmişti. “Ona ne zaman çiçek alsam mutlu olurdu.”
“En çok hangi çiçeği severdi?”
Önce, “Hepsini,” dedi ama daha sonra kaskatı kesildi. Adımları yavaşladığında sarsılmış gibiydi. Gözlerime kısa bir an baktığında donup kalmıştı çünkü cevabı bilmediğini fark etmişti. “Bilmiyorum.” On bir yıllık sevgilisinin en sevdiği çiçeği bile bilmediğini tam şu anda benimle fark ediyordu.
Öğrenmek için çaba sarf etmediğini veya bunu fazla önemsemediğini tam şu anda anlıyor, bunun suçluluğunu yaşıyordu. Oysaki insan sevdiğinin her şeyini bilirdi. Bir kez daha annemin sözleri kulağımda çınladı ve ben bir kez daha Gurur’un Leyla’ya duyduğu hislerin aşk mı yoksa minnet mi olduğunu anlamadım.
Yeterince acı çektiği için bir de Leyla’ya haksızlık yaptığını düşünmesini istemiyordum. “Bence babam da annemin en sevdiği çiçeği bilmiyordur.” Gözlerindeki kederi dağıtmaya çalışırken gülümsemek için kendimi zorladım. “Eğer bilseydi anneme sadece beyaz lale alırdı ama babam her defasında farklı çiçek alıyor.” Babam annem hakkındaki her şeyi ezbere bilirdi çünkü babam anneme aşıktı. Bu yüzden anneme aldığı tek çiçek beyaz laleydi.
Gurur hiçbir şey söylemedi, daha doğrusu söyleyemedi. Hisli bir yüzle bana bakarken ne düşündüğünü anlamak çok zordu. Söylediklerime ne kadar inandı, bilmiyorum ama derin bir nefes alarak yürümeye devam etti. Sandviçimi yiyip çayımı yudumlayarak peşinden gidiyordum. Aramıza koyduğum mesafe bana kendimi güvende hissettirdiği için mümkün olduğunca ondan uzak durmaya çalışıyordum.
Sırtıyla bakışırken aklımı kurcalayan soruyu daha fazla erteleyemedim. “Bağımlı mısın?” Uyuşturucu kullandığını biliyordum.
Durup yönünü bana çevirince bende durmak zorunda kaldım. Yanına gitmemi beklediyse bile bunu yapmadım. “Değilim.” Düz bir sesle konuşup gözleriyle aramızdaki beş adımlık mesafeyi ölçtü. “Şu zamana kadar yılın aralık ayları dışında hiç uyuşturucu kullanmadım. O da düşük dozlarda.”
Söylediklerini anlamaya çalışıyordum ama kurduğu her cümle bende yeni bir soru işareti yaratıyordu. Söylediklerinde tek anladığım aralık ayında aşamadığı bir şeylerin depreştiği ve bunu bastırmak için uyuşturucuya başvurduğu. Mayısta olmamıza rağmen uyuşturucu kullanacak kadar kendisini kaybetmesinin nedeni de Leyla’ydı. Ben sessizliğimi korudukça o bir şeyleri anlamak istercesine merakla bana bakıyordu. “Sormuyorsun.”
“Neyi?”
Ruhsuz bir ifadeyle güldü. “Aralık’ta neden uyuşturucumu kullandığımı merak ediyor ama bunu sormuyorsun.” Gülüşünün gerçek hiçbir yanı yoktu. Leyla’dan sonra onu eskisi gibi içten gülerken görebilir miydim, bilmiyordum. “Üzerine vazife olmayan konularda susmayı biliyorsun.” Bana baktıkça onu rahatsız eden bir şeyler varmış gibi bakışları hoşnutsuzdu. “Kurma bebek gibisin.”
Sözleri fazla aşağılayıcı geldiği için ona bakmaktan güçlük çektim. “Kurma bebekten kastın nedir?”
Bakışları artık hisli değil, acımasızdı. Emin değilim ama belki de küçümseyici. “Kendi hür iradesi olmayan, başkalarının kontrolünde hareket eden içi boş bir bebek. Sanki sırtının arkasında küçük bir mekanizma var ve kim o mekanizmayı çevirirse onun isteğiyle hareket ediyor veya duruyorsun.” Olduğum yerde hiç kıpırdamadığımı görünce bundan örnek vererek aramızdaki mesafeyi işaret etti. “Gel dediğim an bana doğru yürüyeceğini biliyorum. Bahsettiğim tam olarak bu, sana söylenilenin dışına çıkmıyorsun.” Memnuniyetsiz bir ifadeyle burnunu kırıştırdı. “Kurma bebeksin.”
İncindim ve bunu saklayamadım çünkü onun tanıdığı diğer kadınlar gibi acısını gizleyebilen bir kadın değildim. Eğilip yarısını yediğim sandviçi ve çay bardağını yavaşça yere bıraktım. Bunu yaparken beni izliyordu. Bana benim hakkımdaki gerçekleri söylediği için doğrulup suçlarcasına ona baktım. “Ben seni üzecek şeyler söylemekten kaçınıyorsam sende kaçınmalısın.” Ona sırtımı dönüp ağaçların arasına doğru koştum.
Kaçtığımı görünce arkamdan sinirle bağırıp, “Farah buraya gel!” diye resmen kükredi ama daha hızlı koştum. “Buraya gel aptal çocuk! Orman senin için güvenli değil!”
Durmaksızın koşmaya devam ettim. “Gel deyince gelecek kurma bebek değilim!”
“Nereye kaçabileceğini sanıyorsun her yer adamlarımla dolu! Şimdi buraya gelmezsen seni yakaladığımda geceyi kilerde geçirirsin!”
Onunla ve korumalarıyla aramda oldukça mesafe vardı. Ateş etmedikçe beni durduramazlardı. Koşarak ağaçların arasına daldığımda Gurur’un, “Onu derhal buraya getirin!” diyen sinirli sesini duydum. Beni yakalamak için zahmet edip yerinden hiç kıpırdamamıştı.
Korumaların koşarak peşimden geldiğini bildiğim için hızımı hiç düşürmedim. Ben çok hızlı koşardım, peşimdeki o adamlar ateş etmedikçe kolay kolay beni yakalayamazlardı. Daha şimdiden aramızdaki mesafeyi açtığımı biliyordum. Demek her söyleneni yapan kurma bebek ha? Şimdi gel diyerek beni ayağına götürsün bakalım.
***
“Nasıl bir cehennemdeyim ben!” Neredeyse hava kararmıştı ama ben hâlâ bu berbat ormandan çıkamamıştım. Labirent gibi bir yerdi, daire çizmekten bir türlü çıkışı bulamıyordum. İkindi saatlerinde kaçmıştım yani saat beşte lakin üç saattir ormanın dışına çıkamamıştım.
Bileğimdeki saate bakınca saatin sekiz olduğunu gördüm. Neredeyse ağlayacaktım. Şakasız üç saattir aynı yerlerde dolanıp duruyordum. “Beni nasıl bir yere getirdin!” Sinirden Gurur’a kızarak yorgun adımlarla ağaçların arasından geçtim. Artık adımlarım bile fazla yavaş ve halsizdi. Burası neresiydi? Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum.
Hava çoktan karardığı için duyduğum en küçük ses beni ürkütüyor, ağlama raddesine getiriyordu. Üstelik hava da soğumaya başlamıştı. Hem üşüyor hem de korkuyordum. Daha şimdiden kaçtığıma pişman olmaya başlamıştım. Bu ıssız ormanın içinde karanlıkta tek başıma olmaktansa Gurur’un yanında olmayı yeğlerdim. Neden kaçtım ki?
Yerdeki dalların üzerine basarak ilerlerken önce tik sesi duydum hemen sonra da ayağımda şiddetli bir acı oluştu. Boğazımı kanatırcasına acıyla haykırdığımda çektiğim acının bir tarifi yoktu. Başımı aşağıya eğince ayak bileğimde bir kapanın sivri dişlerini gördüm. Avcılardan birinin kurduğu kurt kapanlarından birine basmıştım.
Ayağımda kanlar akarken çektiğim acının yoğunluğuyla yere düşmüştüm. Acı o kadar şiddetliydi ki gözyaşlarım kesilmeksizin birbiri ardına akıyordu. “An-anne n’olur beni bul.” Hıçkırırken kapanı açıp içinden ayağımı çıkartamadım. Metal kapan benim gücümle ikiye ayrılmayacak kadar güçlü ve sert bir demirden yapılmıştı. İki yanından tutup açmaya çalıştım ama sağlam mekanizması yüzünden yayını hiç hareket ettiremedim.
Her yer fazla karanlıktı, ayağım kanıyordu ve kan kaybediyordum. Duyduğum baykuş sesleri ve diğer hayvanların çıkardığı seslerde bana hiç yardımcı olmuyordu. O kadar çok korkuyor ve acı çekiyordum ki hıçkırıklarla ağlarken, “Anne,” diye sayıklamaya başladım. Annemin güvenli kanatları altına girip tüm tehlikelerden kurtulmak istiyordum. Evimi, babamı ve annemi özlemiştim. Annemin ördek diyerek benimle uğraşmasını bile özlemiştim. Babamın güvenli kollarını, sevgi dolu bakışlarını çok özlüyordum.
Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum ama Gurur’un yüksek ve sinirli çıkan sesiyle irkildim. “Nerede lan bu kız!” Sertçe yutkundum. Beni aramaya bizzat kendi mi geldi?
“Abi sakin ol,” diyen Ali’nin sesi de çok yakınlarda geliyordu. “Ormanın çıkışlarını ve ana yola giden yolu tuttuk. Buralarda bir yerde olmalı.”
“Hava karardı siktiğim puştu! Kendi gölgesinden bile korkan bir kız bu karanlıkta ormanın içinde tek başına! Şu dilimi sikeyim neden ona kurma bebek dedim ki!” Endişesini kızgın sesinden hissedince kalbim kasılmıştı. Ondan kaçıp babama gitmemden endişelenmiyordu, onu rahatsız eden şey ormanda tek başıma olmamdı.
Gurur, “Farah!” diye bağırıp beni ararken Ali’nin, “Abi kız zaten bizden kaçmıyor mu?” diyen şaşkın sesini duydum. “Neden sana cevap versin? Sesimizi duyunca yaklaştığımızı anlayıp kaçar.”
“Ulan piç sen beni hiç anlamıyor musun? Her neredeyse burada olduğumuzu bilip korkmasın diye bağırıyorum.”
“Kafam karıştı. Bizim amacımız onu bulmak mı yoksa korkularını yatıştırmak mı?”
“İkisi de!” dedikten sonra bir kez daha, “Farah!” diye bağırınca çağrısına cevap verip, “Buradayım!” dedim yüksek bir sesle. “Gurur buradayım yardım et.” Ayağım artık uyuşmaya başladığı için korkmaya başladım. Ondan saklanacağım diye ayağımı kaybetmek istemiyordum.
Yaklaşan adım seslerini duyabiliyordum. Sesimi duymuş olmalılar ki adım sesleri bu tarafa doğru geliyordu. El fenerleriyle ağaçların arasından çıktıklarında ıslak gözlerim Gurur’u buldu. Beni görünce tam rahat bir nefes almıştı ki yerde olduğumu gördü. Omuzları gerildi. Gözyaşların ıslattığı yüzüme bakınca bile bir terslik olduğunu anlamıştı. Bakışları hızla vücudumu tarayıp kapana kısılan ayağımı görünce, “Siktir!” diyerek kaşlarını çattı. “Bu da nedir?”
Bir saniye bile beklemeden hemen yanıma gelmişti. Bir ayağının üzerine diz çöküp ayağımdaki kapana yakından bakmaya başladı. Korumalar feneri bize tuttuğu için kan revan içindeki ayağımı daha iyi görüyordu. Bakınca midem bulanıp başım döndüğü için ayağıma bakamıyordum ama Gurur gördükleri karşısında kasıldı. Çenesinden bir kas seğirdiğinde Ali ile göz göze geldiler. İkisinin bakışlarında anlam veremediğim bir şeyler geçmişti.
Gözyaşlarım hiç kesilmediği için çenem titredi. “O kadar kötü mü?” Aklıma gelen korkunç ihtimalle kanım donmuştu. “Ayağımı kesecekler mi?”
“Şşş.” Gurur hemen bana dönüp çenemi kavradı. “Kimse ayağını kesmeyecek.” Yumuşak bir hareketle çeneme dokunup başımı kaldırırken bakışları yatıştırıcıydı. İçimde beni saf korkuyla besleyen bir canavar vardı ve Gurur sadece bakışlarıyla o canavarı geri püskürtüp onu benden uzak tutuyordu. Çenemi hafifçe okşayarak dokunuşuyla beni rahatlatmaya çalıştı. “Kapanın dişlileri derine geçtiği için bacağına dikiş atmamız lazım.”
Sertçe yutkundum. “Beni dikecek misiniz?”
“Seni değil ayağını.”
Gözümden süzülen yaşlarla burnumu çektim. “Yani beni dikeceksiniz?”
Burnundan nefesini vererek bana tersçe baktı. “Seni değil bacağını!”
“İkisi aynı şey.” Daha çok ağlamaya başladım. “Önce beni kaçırdın şimdi de dikeceksin!”
Gittikçe o da sinirleniyordu. Kızgınlıkla bana bakıp dişlerini sıktı. “Büyük sözü dinlemezsen böyle olur! Sana kaçma dedim!”
“Canım acıyor benim.”
“Anladık sus!”
Susup hüngür hüngür ağlamaya başladığımda ağzının içinde bir şeyler homurdanarak bana döndü. Kızgın bakıyordu. “Susma konuş, konuşunca daha az ağlıyorsun!”
İçli gözlerle ona bakıp akan burnumu kolumun tersiyle sildim. “Beni dikecek misin?”
“Abi dikmeyeceğim de travma yarattın kızda,” dedi Ali.
“Ali sikeceğim şimdi belanı! Görmüyor musun lan asıl travmayı o bende yaratıyor!”
“Beni dikecek misin?”
“Dikmeyeceğum da dikmeyeceğum!”
Uzanıp bacağımdaki metal kapanı iki yanından tuttu. Kapanı tam hareket ettirecekti ki boğuk hıçkırığımla nefesini burnundan vermişti. Yeşil gözlerini benim ıslak siyahlarıma diktiğinde çenesi kaskatıydı. “Ağlamazsan sağa şeker alurum.” Beni harbi çocuk sanıyordu!
Titreyen ellerle gözyaşlarımı silmemin tek nedeni ona acıya dayanacak kadar olgun bir kadın olduğumu göstermekti. Kapanı sıkıca kavrayıp çekeceği esnada ellerine yapışıp ona engel oldum. Döktüğüm gözyaşları görüşümü puslandırıyordu. “Çok acıyacak mı?”
Islak gözlerimin onda yarattığı çaresizlik ağır bir darbe gibi vicdanına değiyor, bana karşı merhametli olması için onu zorluyordu. Beni sakinleştirmek için başını iki yana sallayıp yumuşak bir sesle fısıldadı. “Acitmayacağum.” Sadece Karadeniz şivesiyle konuşması bile beni rahatlatıyordu.
Gurur benim yerinden bile oynatamadığım kapanı sert bir hareketle ikiye ayırınca acıyla haykırdım. Kapanın dişlerinin battığı yerlerden kan fışkırarak acımı ikiye katlamıştı. “Acıttın!” Bağırıp tekrar ağlamaya başladığımda ağız dolusu küfretti. “Pek de nazlidir bu kız!”
“Acıtmayacağını söylemiştin.”
“Sus da işimi yapayim!”
“Konuş demiştin.”
Sinirden çıldırarak küfretti. “Evlenmeyeceğum ben bu kızla, adamı deli edeyi!” diye bağırınca korumalardan birkaçı gülüşünü saklamaya çalışmıştı. Kim kimi deli ediyordu acaba?
Ali aceleyle ayağımı kapanın içinden çekti. Ayağımı onun içinden çıkarınca Gurur kapanı bırakıp hemen üzerindeki beyaz gömleği çıkartmıştı. Kanamayı durdurmak için gömleğini ayağıma sıkıca sararken acı dolu sesim daha çok paniklemesine neden oluyordu. “Doktoru arayasun, Ali!” Aceleyle beni kucağına alarak doğrulduğunda bu seferde onun kollarının arasında ağlıyordum. “Ara hemen gelsun!”
Gözyaşlarımı ateş gibi sıcak olan göğsünde dindirmeye çalışırken yüzü kaskatıydı. Beni daha sıkı tutarak hızlı adımlarla yürürken mümkün olsa koşardı. Akşamın serinliğinde üzerinde sadece bir atlet ve pantolon vardı fakat vücudu kor gibi yanıyordu. Ağaçların içinde aceleyle geçerken kulübeye giden yolu ezbere biliyordu. Korumalar bize eşlik ediyor, fenerlerle yolumuzu aydınlatıyordu. Bacağımdan dolayı gözyaşlarım kesilmedikçe Gurur adımlarını daha da hızlandırıyordu.
Onun kollarının arasında salya sümük zırıl zırıl ağlamam onu delirttiği için dayanamayıp bakışlarını yüzüme indirdi. Sert bakışlarını yumuşatmak onun için hiç kolay olmamıştı. “Aklini ayağundan uzaklaşturasun.” Güzel şeyler düşünmemi istiyordu.
Umutsuzca başımı iki yana sallayıp hıçkırdım. “Kaçırılıp yaralanmışken aklıma güzel hiçbir şey gelmiyor.”
“Heç mi güzel bir şey gelmeyi aklina?”
“Hiç gelmiyor.”
“Şarki söyle.”
“Aklıma arabesk ve damar şarkılar geliyor.”
Yüzünü buruşturarak bana kızgınca baktı. “Senun aklinde bir sorun varidur.”
“Evet, çünkü benim aklım normal çalışıyor.”
Bakışları iğneleyici bir ifadeyle kısıldı. “Laf mi sokaysun sen bağa?”
“Ne haddime, Gurur Bey.”
Önüne dönüp beni deli ederek bir şarkı tutturdu. İnadıma yapıyordu! “Yaylanin çimenine, oh nenni koçari.
Keçi vurur çanini, haydi haydi koçari.” O kadar sempatikti ki acımı unutup kıkırdadığımda başını eğdi ve güldüğümü görünce muzır gözlerle beni izledi. “Oy bi sarayim seni, oh nenni koçari.
Geçsun yürek yangini, haydi haydi koçari.” Kahkaha attım. Bu haldeyken bile beni güldürdüğüne inanamıyordum. Bu adam bambaşka bir şeydi.
Bu neşeli şarkıyı söylemesinin amacı bana acımı unutturmaktı. İşe de yaramıştı çünkü artık ağlayıp sızlanmıyordum. Gözyaşlarım dinene kadar bana şarkı söyleyip beni neşelendirmişti. İntikam için kaçırdığı bir kızı ağlatmaya bile kıyamayan bir adamdı. Gurur Kalender insanların onun hakkında söylediği o çirkin şeylerin çok üstünde bir adamdı.
Ben ağlamayı kesince o da artık kendisini daha iyi hissetmişti. Gerilen yüz hatlarının gevşemesinden bunu anlayabiliyordum. Her dakikayla kaslarının biraz daha yorulduğunu bildiğim için utana sıkıla ona baktım. “Yorulduysan beni korumalara ver birazda onlar taşısın.”
Yanlış bir şey söylemişim gibi kaşlarını belli belirsiz çattı. “Siktir et onları ben taşırım seni.”
“Ama sen çok yoruldun.”
Başını eğdiğinde yeşillerinde haylaz parıltılar vardı. “Haklısın en acilinden biraz zayıflamalısın.”
Yanaklarıma yayılan ısıyı hissettim. “Çok mu ağırım?” Başımı kaldırıp nemli kirpiklerimin arasından çekingen gözlerle ona bakmaya başladım. “Şişko muyum ben?”
Pis bir sırıtışla bana bakarken beni utandırmak keyfini yerine getirmişti. “Allah için zayıf da değilsin. Sahi kaç kilosun sen? Yüz, yüz elli?”
“İndir beni yürüyeceğim!”
“Nereye yürüyorsun ayağını sakatladın.” Hoşnutsuz bir ifadeyle bana sinirle baktı. “Kaçmayı bile beceremiyorsun!”
“Bilerek kaçmadım yoksa çok iyi kaçardım.”
“Gördük ilk denemende ayağını ne hale getirdin.” Çatık kaşlarla yüzünü buruşturması beni deli ediyordu. “Beceriksiz!”
“Laz Hödüğü!”
“Nemrudun Kızı!”
Sinirlenerek tam ona bir şey söyleyecektim ki alaycı bir ifadeyle, “Arkasına saklanacağın bir kapı yok dikkat et,” deyince hemen susup dudaklarımı birbirine bastırdım. Bir an onun kollarında olduğumu unutmuştum.
Her ne kadar onun kollarının arasında olsam da kaskatı duruyordum. Her adımıyla kucağında sallanıyor, başım göğsüne gidecek gibi oluyordu ama buna izin vermiyordum. Ona dokunmaya bile çekindiğim için ellerimde kucağımdaydı. Başımı göğsüne yaslamaya kaçındıkça ağrıyan boynum beni ona doğru itiyordu. Hiç istemesem de daha fazla dayanamayıp utana sıkıla başımı onun göğsüne yasladım. Omuzları gerilip göğüs kasları kaskatı olmuştu. Kollarının arasına sokulmam onu düşündüğümden daha çok germişti.
Bana yasak olan bir vücuda destursuz yaslandığımı hissettiğim için başımı kaldırıp ona bakmadım. Deniz esintisini andıran güzel ve ferah kokusunu içime çekerek gözlerimi yumdum. Sarkaç olmadan kolay kolay uyuyabilen biri değildim ama dün gecenin uykusuzluğu ve ayağımdaki ağrı beni uyuşturmuştu. Gözlerim kendiliğinden kapanırken bu akşam sarkaç görevini Gurur üstlenmişti. Onun teninin sıcaklığı ve kokusunun dinginliği beni mayıştırarak uyutmuştu.
Daha önce hiç bu kadar hızlı uyumamıştım.
***
Yüzüme yansıyan günışığıyla kirpiklerimi titreştirerek açtım. Açık perdeden içeri sızan ışıkla karşılaşmayı beklemiyordum. Sabah mı olmuştu? İlk birkaç dakika nerede olduğumu ve bana ne olduğunu anlamadım ancak hatırladıklarımla gözlerimi irice açtım. Dün Gurur’dan kaçmaya çalışıp bir kapana yakalanmıştım. Ayağımın acısı ve yorgunluk onun kollarında uyumama neden olmuştu. Sabaha kadar uyuduğuma inanamıyordum. Korku içinde yutkundum. Ayağım nasıl oldu?
Yatakta oturup üzerimdeki battaniyeyi çekerek ayağıma baktım. Giydiğim beyaz elbisenin etekleri dizlerime kadar toplandığı için sarılı ayak bileğimi gördüm. Hâlâ acıyor ve sızlıyordu ama acısı dünkü kadar çok değildi. Yataktan çıktığımda üzerine basamadığımı en acı şekilde gördüm. Hafif bir baskı uygulayınca bile canımı çok yakıyordu.
Artık istesem de bu lanet yerden kurtulamazdım. Suratımı asarak omuzumdan kayan elbisenin askısını düzelttiğimde duraksadım. Üzerimde neden bir elbise var? Sertçe yutkunarak başımı eğince bana giydirdikleri elbiseyi gördüm. Üzerimdeki tişört ve pantolon gitmiş, yerini yazlık bir elbiseye bırakmıştı. Beyaz elbise rahat ve hafifti ama konumuz bu değildi. Bu elbiseyi bana kim giydirmişti?
“Gurur!” Onun adını seslenirken şaşkın gözlerle ayak bileğime kadar uzanan elbiseye bakıyordum. Beni soydu mu? “Gurur!”
Birkaç kez adını yüksek sesle söyleyince kapı açılmıştı. Kapı haddinden hızlı açılmıştı ve Gurur’un yüzünde telaşlı bir ifade vardı. Ona bağırdığım için ortada bir tehdit olduğunu düşünüp hemen gelmişti. Yeşil gözleri odamı hızlıca tarayınca ters giden bir şey aradığını anladım. Meraklı bakışlarını bana çıkartıp, “Ne oldu?” diye sorduğunda telaşında bir şey kaybetmemişti.
Ona üzerimdeki elbiseyi gösterdim. “Bu nedir?”
Kapının önünde dikilmeyi bırakıp içeri girdi. Son derece ciddi bir ifadeyle baştan ayağa beni süzdü. “Elbiseye benziyor ama sen öyle sorunca pek emin olamadım.” Bakışlarını yüzüme yöneltti. “Sence ne?”
“Elbise,” dedim safça.
Ciddiyetinden hiçbir şey kaybetmeden başını ağır bir ifadeyle salladı. “Bende elbiseye benzettim.”
Suratına boş gözlerle bakarken üzerimdeki elbiseyi sinirle çekiştirdim. “Bu zaten bir elbise.”
Çocuk avutur gibi bana hak vererek yeniden başını salladı. “Bence de bir elbise,” dediğinde sesi ne düşündüğünü anlamayacağım kadar ciddi ve soğuktu. Tam karşımda durduğunda hâlâ konunun ne olduğunu anlamamış gibiydi. “Onun bir elbise olduğundan hemfikirsek sıradaki soruna geç.”
“Bu elbise neden benim üzerimde?”
Yüzünde garip bir ifade oluştuğunda hayretler içinde bana bakıyordu. “Senin yerine benim mi üzerimde olmalıydı?” Başını omuzuna doğru eğip baştan ayağa elbisenin üzerimde nasıl durduğuna baktı. “Sana olduğu kadar bana yakışacağını sanmıyorum.” Küçük bir iltifatta bile hızlanan kalbimin sorunu neydi, hiç bilmiyorfum.
Ciddi bir konuşmayı ciddi bir sesle ve ciddi bir suratla yapıyorduk ama çok saçma cümlelerle. “Üzerimi kim değiştirdi?” Utanç içinde ona baktım. “Sen mi?”
“Ben değil.”
“Ali mi?”
“Cüret edemez.”
“Korumalardan başka biri mi?”
“Yanına bile yaklaşamazlar.”
“Uykumda kendi kendime mi değiştirdim?”
“Uyanıkken bile bir şeyi beceremiyorsun uykuda çok zor.”
“Kim o zaman?”
“Doktor.”
“Doktor mu?”
“Kadındı.” Bunun benim için yeterli olacağını düşünüp konuyu kendince kapatarak elbiseyi işaret etti. “Gelinliği sevdiğin adama giyersin diye düşündüm. Bu yüzden beyaz elbisenin yeterli olacağına karar verdim.” Söylediklerinden hiçbir şey anlamadığımı görünce burnundan nefesini verdi. “Nikah memuru aşağıda, son bir saattir uyanmanı bekliyoruz.” Nabzım boğazımda atmaya başlamıştı. Üzerimdeki beyaz elbise nikah için miydi? Ciddi anlamda benimle evlenmek mi istiyordu?
Aklını kaçırmış olmalıydı.
Sertçe yutkunarak ondan uzaklaşmaya çalıştım ama arkaya doğru attığım tek bir adım canımı yakmıştı. Onun karşısında dururken ağırlığımı sağlam ayağıma verdiğim için yaralı ayağıma baskı uygulamamıştım. Ancak şimdi sağ ayağımın üzerine basınca canım öyle bir yandı ki öne büküldüm. Gurur düşmeme engel olup belimi tutarken, “Yavaş,” diyerek beni arkamdaki yatağın üzerine oturttu. Elini üzerimden iterek kararlı gözlerle ona baktım. “Seninle evlenmeyeceğim.”
İfadesi bir anda sertleşmişti. Bu konuda ne kadar kararlı olduğumu görmek onu kızdırmıştı. Dişlerini sıkarak dik dik bana bakması ödümü kopartıyordu. “Bunun senin rızanla olmasını istiyorum sakın beni zorlamaya kalkışma!”
Kızgın çıkan sesiyle sıçrayıp kendimi yataktan geriye çektim. Bunu görünce beni korkuttuğu için kendine kızarak yanıma oturmuştu. İfadesini yumuşatmaya çalışarak derin bir nefes aldı. “Bu evlilik olmazsa sana zarar vermem ama babana acımam!”
Burnumun direği sızlayınca gözlerime akın eden yaşlara engel olamadım. “Elmas anne gibi olmak istemiyorum.” Titreşen gözlerimden bir damla yaş süzülürken yalvararak ona bakıyordum. “Elmas anne gibi bir adamın hayatındaki ikinci kadın olup bir köşeye atılmak istemiyorum.” Annemin kumasıyla aynı kaderi yaşamak istemiyordum.
Eğer ailesi para ve şöhret için Elmas anneyi babamla zorla evlendirmeselerdi herkes gibi mutlu bir evliliği olabilirdi. Evlendiği adam ve oğlu başka bir şehirde yaşıyordu, Elmas anne başka bir şehirde. Hayatımın geri kalanında onun gibi beni sevmeyen bir adamla olmak istemiyordum. “Beni buna zorlama, seninle evlenemem.” O bir ateşti, beni yakacak kor ateşti. Onun cehennemine girmek istemiyordum.
“Ben senin hayatındaki kadınlar gibi değilim. Pasif, korkak ve bir yerlere saklanarak günlerini geçiren biriyim.” Gözlerinin içine merhamet dilenerek bakıp, “Ve birazda aptalım,” diye itiraf ettim. “Aklım ermez sizin kanlı oyunlarınıza, lütfen bırak gideyim.”
Ona yalvarmam zerre kadar bakışlarını yumuşatmamıştı. Gözlerime akın eden yaşlardan nefret etmiş gibi bakmak dışında hiçbir şey yapmadı. “Benim hayatımdaki ikinci veya herhangi bir kadın olmayacaksın.” Çenesi kasıldığında bir şeyi anlamamı ister gibi sertti bakışları. “Sen o babanın kızı olduğun sürece benim hayatımdaki kadın olamazsın.” İçim burkulmuştu. Bu duyduklarım beni mutlu mu etti yoksa üzdü mü, anlamadım.
Gurur bana nasıl hissettirdiğinden habersiz yüzünü sertçe ovuşturarak saçlarını dağıttı. “Bu evlilik seni ne hayatımdaki kadın yapar ne de beni senin hayatındaki adam yapar. Formaliteden bir evlilik olduğu için nikahtan sonra gitmekte özgürsün. Değişen tek şey soyadın olacak bunun dışında beni bir daha görmeyeceksin.” Ruhsuz gözlerini benim puslu gözlerime kenetledi. “Leyla dışında kimseyi gözüm görmez, bu yüzden nikaha fazla anlam yükleme. Zamanı geldiğinde boşanacağız ve sende soyadımdan kurtulacaksın.”
O zamana kadar onun karısı olarak bilinecektim daha sonra da onun eski karısı. Beni neye zorladığının farkında bile değildi. İnsanlar önce benden Deli Gurur’un karısı olarak bahsedecekti, daha sonra da onun eski karısı diyeceklerdi. Sandığı gibi bir boşanmayla ondan kurtulamayacaktım. Onun ismi hep benim adımdan önce gelecekti. İlk evliliğimi başka bir kadının yasını tutan bir erkekle yapmak istemiyordum.
Bunun zorluklarını annemin kuması Elmas annede görmüştüm. Korktuğum bir şeyin başıma gelmesini istemiyordum. Sandığı gibi ben babamın evinde prensesler gibi büyümemiştim. Benim de hayatımda üstesinden gelemediğim zorluklar vardı. Abimin beni ona satması bile hayatımın güllük gülistanlık olmadığının kanıtıydı. Başımda bu kadar bela varken yenisini istemiyordum. Gurur ile bir kez evlenirsem eski hayatımı mumla arayacağımı biliyordum.
Kolumda elini hissedince irkilerek daldığım düşlerden çıktım. Çatık kaşları düzelmiş, dudakları düz bir çizgide buluşmuştu. Aklımdaki kötü düşünceleri benden uzak tutmak ister gibi ılımlıydı bakışları. “Seni buna zorlamaktan gerçekten nefret ediyorum ama yapmalıyım. Aksi takdirde babanın canını yakacak farklı yollar ararım ve bu olduğunda yine acı çekersin.” Çocuk avutur gibi beni neşelendirmek için işi muzırlığa vurdu. “Hem benimle evlenmenin nesi bu kadar kötü?”
Suratımı asarak kolumu onun elinden çektim. “Ben iyi bir tarafını göremiyorum.”
Kaşlarını alaycı bir ifadeyle kaldırdığında yeşillerinde apaçık bir kinaye vardı. “Asıl seninle evlenmenin iyi bir yanı yok.” Islak gözlerimi işaret etti. “Can sıkıcı bir şekilde sulu gözlüsün. Kendinde itiraf ettin biraz aptallık da var sende, üstelik fazla saf fazla masumsun. Kendini savunmayı bile bilmiyorsun. Hiçbir yönden hayat tecrüben olmadığı için bir çocuktan farkın yok. Benim dışımda biri sana bakabilir mi sanıyorsun?” Hakkımda söylediği şeylerin hiçbiri iyi değildi ama bunları aşağılayıcı veya küçümseyici bir dille söylemediği için etkisi ağır değildi. Daha çok öz eleştiri yapar gibiydi.
Cebinden çıkardığı yüzük kutusunu açtı. Kadife kutunun içinde gördüğüm yüzükle midem kasılmıştı. Bu o yüzüktü, çiçekli alyans. Bir köşkün arka bahçesinde bulduğum ve dayanamayıp taktığım o yüzükle bakışıyordum. Parmağımdan çıkaramadığımda canımı yakmayayım diye alt tarafı bir yüzük dediği ama aslında onun için anlamı büyük olan o yüzük… Annesinin yüzüğünü takmak istediği kadın Leyla’ydı.
Kemiklerime kadar acımıştım. Ona gelinliğim ve yüzüğüm yok dedim diye mi tüm bunlar? Gelinlik olarak beyaz bir elbise getirmişti, yüzük olarak da Leyla’nın yüzüğünü mü? Bakışlarımdan ne düşündüğümü anlamış olmalı ki yeşilleri kederle gölgelendi. “Leyla bu yüzüğü bir kez bile takmadı. Onun yüzüğü olması için önce takması gerekirdi.” Onun yüzüğü olmasını ister gibi kutudaki yüzüğe baktığının farkında değildi. “Annemden bana sadece bu kaldı.”
İlk karşılaşmamızdaki sözlerini hatırlatarak, “Hani alt tarafı bir yüzüktü?” diye sordum.
İç çekerek başını iki yana salladı. “Hiçbir zaman alt tarafı bir yüzük olmadı.”
“Onu neden Leyla’ya takmadın?” Nişanda Leyla’nın parmağındaki alyans bu değildi.
Bakışlarını benden çektiğinde zihnindeki karmaşanın içine çekilmiş gibi yeşilleri tekrar yüzüğe dalıp gitmişti. “Annemden sonra bu yüzüğü evleneceğim kadının takmasını istemiştim ama Leyla’dan önce onu sen taktın.” Acı verse de bana karşı dürüst olarak omuzunun üzerinden baktı. “Başka bir kadının denediği yüzüğü Leyla’ya takamadım.” Alyansı kutusundan çıkartarak elimi tuttu. “Demek ki başından beri senin nasibinmiş.”
Elim onun iri elinin arasında kaybolurken gözlerimin içine baktı ve kalbimi hızlandıran o cümleyi kurdu. “Annemin yüzüğünü evleneceğim kadına takmak istemiştim. O arka bahçede yüzüğün çoktan sahibini bulduğunu anlamadım.” Alyansı sol elimin yüzük parmağına taktı. “Artık bu senin.” Nefes dahi alamamıştım.
Bu yüzüğün başından beri benim nasibim olduğunu söylemişti. Parmağımdaki yüzüğe içli gözlerle bakarken ne düşüneceğimi bilmez bir haldeydim. “Farah,” diyerek yumuşak sesiyle ona bakmamı sağladı. “Yanımda ateş yakmadığın sürece benim sana bir zararım olmaz. Kendi rızanla benimle evlenmezsen seni ikna etmek için farklı yollar deneyeceğim.” Gözlerinin ardından ürkütücü bir parıltı geçmişti. “Beni kendimden nefret edeceğim şeylere zorlama.”
Bahsettiği o yolların ne olduğunu az çok tahmin ediyordum. Kabul etmezsem babam üzerinden bana işkence edecekti. Babamın acı çeken yüzü gözümün önüne gelince kanım dondu. Bunu istemiyordum, bir başkasının sebep olduğu bir cinayet yüzünden babamın acı çekmesini istemiyordum. “Evlenirsek gerçekten gitmeme izin verecek misin?”
Bu konuda bana teminat verir gibi, “Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Aşağıya inip imzaları atınca bir saat içinde evinde olacaksın.”
Bunun hayatımın hatası olduğunun bilincinde olarak isteksiz bir şekilde başımı salladım. “Peki, evlenelim.” Hep çok kolay ikna olan biriydim. Belki de haklıydı, ben başkalarının istekleri doğrultusunda hareket eden bir kurma bebektim.
Kabul etmemle gerilen omuzları gevşedi, içine hapsettiği nefesini sesli bir şekilde verdi. Onu istemediği şeyleri yapmaya zorlamadığım için rahatlayarak ayağa kalkmıştı. Daha sonra üzerime eğilip beni kucağına aldı. Kollarının arasında bez bebek tutar gibi oldukça sakin adımlarla kapıya yürüdü. Ayağımdan dolayı yürüyemediğim için onun beni aşağıya indirmesi gerekiyordu. Yakışıklı yüzünü izlerken boynuna dolamaya çekindiğim için ellerimi kucağımda tutuyordum.
“Ayağıma kaç dikiş attılar?” Kolları arasında kuş gibi titrediğimi anlamasın diye dikkatini dağıtmaya çalışıyordum. “Dün geceyi hatırlamıyorum.”
Merdiveni inerken bana bakmak yerine basamaklara bakıyordu. “Sağ ayak bileğini daire şeklinde saran on sekiz dikiş var.” Buz kestiğimde dün gece yaşananlardan nefret etmiş gibi bakışları kararmıştı. “Yara çok derin, dikişler de öyle. Bileğinin etrafında bir halka gibi iz kalacak.” Başını eğip asık suratıma baktığında gözlerinde suçluluk vardı. “Seni kızdırmasaydım benden kaçıp o kapana yakalanmayacaktın.” İfadesi katıydı ancak gözlerinde yoğun bir pişmanlık vardı.
“Sorun değil.” Yara izi yüzümde olsaydı çok üzülürdüm ama ayak bileğimde kalacak bir izdi, bu yüzden sandığı kadar büyük bir sorun değildi. “Çoğunlukla pantolon giydiğim için birilerinin göreceğini sanmıyorum. Öyle olsa bile çok fazla rahatsız olunca bileğimin etrafına bir dövme yaptırabilirim.”
Dövme yaptıracak bir tip olmadığım için alayla güldü. “Ne dövmesi yaptıracaksın? Çiçek, böcek veya kalp falan mı?” Sanırım onun nazarında pamuklara sarılarak büyütülen bir prensestim. Bir nevi doğruydu ama tam olarak değil.
Alınganlık yapmak yerine başımı salladım. “Olabilir belki de ayak bileğime el ele tutuşan bir düzine ördek yaptırırım,” dediğimde bakışları hızla beni buldu. Bu konuda ciddi olup olmadığımı anlamak için güzel gözleri kısılmıştı. Kıkırdayarak başımı salladım. “Halay çeken ördek sürüsü fena olmazdı.”
Dudağının köşesi titrediğinde bir an gülecek sandım ama bana özlemini yaşattığı o gülümseme bir kez daha dudaklarına konmadı. Leyla’dan önceki gülüşleri gerçek ve içtendi ancak Leyla’dan sonra tüm sahte gülüşleri o sahiplenmişti. Aşağıya indiğimizde iki koruma ve nikah memuru bizi bekliyordu. Korumalardan biri Ali’ydi ve o, Gurur’un nikah şahidi olmuştu.
Her şey o kadar hızlı olmuştu ki sadece beş dakika sonra nikah memurunun sorusuna karşılıklı evet diyerek imzaları atmıştık. Rüya mı yoksa bir kabusta mı olduğumu anlamadığım bir an yaşıyordum. Her şey kontrolüm dışında gerçekleştiği için sanki vücudum burada, aklım çok farklı yerlerdeydi. Nikah memurunun, “Sizi karı koca ilan ediyorum,” diyen sesiyle aklım ve bedenim aynı noktada buluşmuştu. Baştan ayağa ürpererek Gurur’a baktım. Gerçekten evlenmiştik. İnanması güç geliyordu fakat bu çılgınlığa beni de ortak etmişti.
11 Mayıs artık benim evlendiğim gündü.
Nikahımızı kıyan memur evlilik cüzdanını bana verip gitmişti. El kadar defter kaldıramayacağım bir yüke dönüşünce içim burkuldu. “Telefonunu ver.” Suratımı asarak ona elimi uzattım. “Sahte bir evlilik olsa da bu benim ilk evliliğim. Hayallerimdeki gibi olmasa da bazı şeyler istediğim gibi olsun.”
Gurur telefonla ne yapacağımı anlamadı ama benden istediğini aldığı için bana telefonunu verdi. Belki de beni zorladığı bu evlilik yüzünden beni mutlu edecek bir şeyler yapmak istemişti. Bir ayağıma ağırlığımı vererek onun karşısında güçlükle dururken ondan aldığım telefonu Ali’ye uzattım. “Fotoğrafımızı çek lütfen.” Telefonu Ali’ye verdikten sonra Gurur’a dönüp utangaç gözlerle ona bakmaya başladım. Yüzüm kızarırken sadece bakışlarımda bile ne istediğimi anlamıştı.
Yeşillerinde muzır bir ifade oluştuğunda beni kıvrandırmak istercesine omuzlarını dikleştirdi. “Sesli söylersen belki düşünürüm.” Beni utandırmaktan gerçekten keyif alıyordu.
Tüm kan yanaklarıma toplanmıştı. “Son ritüeli gerçekleştirir misin lütfen?” Sesim utançtan kısık çıkıyordu. “İzlediğim o filmlerde damat nikahtan sonra hep yapıyordu.” Gelini öpmeliydi, tabii alnımda. Zoraki evliliğimdeki bazı şeyler hayallerimdeki gibi olsun istiyordum. Ben romantik kitap ve filmlerde kaybolan bir hayalperesttim. Bu evliliğin hangi şartlarda yapıldığını bende biliyordum ama her şey içimde buruk kalmışken bazı şeyler kuralına uygun olsun istiyordum.
Ali telefonun kamerasını açıp Gurur’un beni alnımdan öpmesini bekledi çünkü o bile ne istediğimi anlamıştı. Ancak Gurur benimle uğraşmaktan büyük bir haz aldığı için aptalı oynamaya kararlıydı. Kaşlarını alay ederek yukarı kaldırdı. “Nikahtan sonraki son ritüeli yapmamı istediğine emin misin?” Hınzır gözlerle bana bakıp üst katı işaret etti. “Son ritüel gerdek.”
Gözlerimi irice açtığımda, “Hayır!” diyen sesim kulak tırmalayacak kadar tizdi. “Gelini öpebilirsin kısmından bahsediyordum.”
Gözleri dudaklarımı bulduğunda oldukça eğleniyor gibiydi. “Emin misin?”
Elimle dudağımı kapattığımda dudakları titremişti. Bir an kahkaha atacak sandım ama bunu yapmadı. Elimin altından konuştuğum için sesim boğuk çıkıyordu. “Alnımdan öpsen yeter.”
“Hımm.” Beni kıvrandırmaktan sadistçe zevk alırken başını ağır ağır salladı. “Madem gelinim böyle istiyor o zaman bizde öperiz.”
Dehşete kapılarak ona korumaları gösterdim. “Hepiniz mi?”
Çenesinden bir kas seğirdiğinde gözlerinde kızgın bir ifade geçti. “Ne hadlerine lan!”
“Öperiz dedin.”
“Kendimi kastetmiştim!”
Rahatlayarak nefesimi verdim. “Bende şey düşündüm-” demiştim ki beni susturmak için belimden tuttuğu gibi göğsüne çekti. Daha ben ne olduğunu anlamadan başını yana eğerek dudaklarını boynuma bastırmıştı. Kemiklerime kadar titredim. Alnımdan öpmesini beklerken boynumdaki şah damarımdan beni öpmüştü.
Nabzım dudaklarının altında atmaya başlamıştı. Dudaklarının boynumdaki teması bile gözlerimin önünde küçük yıldızların yanıp sönmesine neden olmuştu. Küçük bir öpücük nasıl böylesine baş döndürücü olabilirdi? Evliliğimizi boynuma kondurduğu bir öpücükle mühürlemişti. Aslında boynumdan öpmesine şaşırmamalıydım çünkü hepimiz onun beni alnından öpmesini beklemiştik. Ve Gurur insanların ondan beklediği şeylerin tam tersini yapmakla ün salmıştı.
Başını yavaşça çektiğinde yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Elleri belimi tutuyor, beni bir anda kendisine çektiği için benim ellerimde onun göğsündeydi. Başımı kaldırıp şaşkınca ona baktığımda o da eğdiği başını kaldırma gereğinde bulunmadan beni izliyordu. Aramızdaki o çekim beni kıskıvrak yakaladığı için onun kollarının arasında öylece kalmıştım. Onunla her göz göze geldiğimde ortaya çıkan statik elektrik cızırdayarak beni ona hapsediyordu.
Canımı yakan fakat beni onun tutsağı yapan garip bir hisle dolup taşmıştım. Tüm bu şeyleri o da hissediyor muydu yoksa bu tek taraflı bir şey miydi? Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, o beni böyle tuttukça ve bana böyle baktıkça kalbim durabilirdi. Hissettiğim bu garip duyguların küçük bir parçası da onun yüreğine konmuş gibi hemen benden ayrılmıştı. Bunu o kadar hızlı yapmıştı ki hayret etmiştim.
Yalandan birkaç kez öksürüp boğazını temizledi. “Oldu mu?” Benim dışımdan her yere bakmaya başlamıştı. “Yerine getirmemiz gereken başka bir ritüel kalmadıysa sakat ayakla burada çok durma!” Neden sinirlendi, bilmiyorum ama bir şeyler onu rahatsız etmiş gibi davranıyor, farklı yerlere bakarak kendine gelmeye çalıyordu.
Ali, Gurur’un telefonunu bana uzatıp gülümsedi. “İstediğinden daha fazla fotoğraf çektim.” Telefonu alıp tam bakacaktım ki Gurur telefonu elimden alıp cebine koydu. “O saçma fotoğraflara bakmasan da olur.” Bana koltuklardan birini gösterdi. “Dikişlerini kanatacaksın otur.”
“Gerek yok.” Yönümü Ali’ye çevirdim. “Beni arabaya sen taşır mısın?” Evime gideceğim için çok heyecanlıydım. “Annem ve babam çok merak etmiştir bir an önce yola çıkalım.”
Gurur’un onayı olmadan Ali hiçbir şey yapamazdı, bu yüzden Gurur’a dönüp ondan bir cevap bekledi. İkisi hiç konuşmadan bakışlarıyla anlaşıyordu. Gurur’un yüzü ifadesizdi fakat gözleriyle ona ne söylüyorsa Ali bana döndü. “Üzgünüm bu mümkün değil.”
“Ne demek mümkün değil?” Endişeli bakışlarla hesap sorarcasına Gurur’a döndüm. “Evlendikten sonra beni bırakacağını söylemiştin.”
Sıkıntıyla nefesini vererek, “Gideceksin,” dediğinde sesi samimiyetten çok uzaktı. Emin değilim ama beni bırakmayacakmış gibi hissettiriyordu. “Kulübeye bir saatlik yürüme mesafesinde arabaları bıraktıklarını biliyorsun.” Sargılı ayağımı işaret etti. “Bu ayakla tepeyi inersen kendinden kalıcı bir sakatlık bırakabilirsin.”
Sakatlığım yüzünden özgürlüğümden olmak istemediğim için ona korumaları gösterdim. “Her biri beni sırasıyla taşırsa hem çok yorulmazlar hem de ayağımı sakatlamam.”
Bu önerim onu gerçek anlamda kızdırdığı için şakaklarındaki damarlar belirginleşmişti. “Her biri seni kucaktan kucağa taşısın mı istiyorsun?” Sesi ürkmeme neden olacak kadar soğuk ve katıydı. “İyileştiğinde gidersin şimdi dinlenmen gerekiyor.” Yanıma gelip itiraz etmeme fırsat tanımadan beni kucağına aldı. Merdivenin basamaklarını hızlı adımlarla çıkarken başını eğip bir kez olsun bana bakmıyordu. Beni kandırmıştı!
O kadar kızgındım ki bunu onu yansıtamamak beni deli ediyordu. Odamın kapısından içeri adımını attığı an onu durdurdum. “Beni burada indir yatağa kadar gidebilirim.” Sakince konuştuğumda şaşırarak başını eğdi. Nikahtan sonra beni bırakacağını söylediği halde bırakmadığı için ona kızgın olmamı bekliyordu. Suratımda öfkeye dair hiçbir şey bulamamak onu şaşırtmıştı.
Beni dikkatli bir şekilde yere indirdiğinde ikimizde kapının tam önünde duruyorduk. Ona dışarıyı gösterdim. “Şey… Yalnız kalabilir miyim? Bu evlilik benim için kolay değil, biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
Uysallığıma alışkın olduğu için bunu sorun etmemişti. Arkaya doğru tek bir adım atarak odamdan çıktı. Hemen kapıyı suratına çarparak kilitledim. İçimde sinirden delirirken daha fazla dayanamamıştım. “Sen sadece zorba değil aynı zamanda yalancısın!” Avucumun içiyle kapıya sertçe vurup sinirden bağırdım. “Beni kandıran adi bir yalancısın!”
Kapının diğer tarafında savurduğu küfürleri duymuştum. “Çık dışarı da yüzüme karşı kükre!” Kapıyı suratına çarptığım için deliye dönerek yumruğunu kapıya geçirdi. “Sen hâlâ benim rehinemsin biraz tutsak gibi davran!”
“Kimse rehinesiyle evlenmiyor tımarhane kaçkını herif!”
“Kırdurmayasun bağa şu siktiğum kapısuni!” Kapıya öyle bir vurdu ki irkilerek soluğumu tuttum. “Keyfumden evlenmedum senunle!” Karadeniz ağzına döndüğüne göre yine sinirleri hoplamıştı.
Kollarımı göğsümde birleştirip çatık kaşlarla kapıya bakıyordum. “Madem keyfinden evlenmedin o zaman Seçil’le evlenseydin!”
“İstemeyim oni dedum!”
Avucumun içiyle bir kez daha kapıya vurdum. “Beni mi istiyorsun hayvan herif!”
Benimkinin iki katı bir şiddetle o da kapıya vurdu. “Senun gibi bir korkağun nesuni isteyeceğum!”
“O zaman niye benimle evlendin!”
“Hep başa döneyik, daha kaç kez anlatacağum o piçin kızi sensun!”
“Seçil’de onun yeğeni ne farkı var?”
“O sen değilsun!”
Elim ayağım sinirden titrerken yeniden kapıya vurdum. “Ben olunca ne halt oluyor?”
“Sen uysalsun.”
Kafa karışıklığıyla dik dik kapıya bakıyordum. “Kendine köle istedin öyle mi?”
Her söylediğim onu delirttiği için, “Aynen öyle!” diye bağırdı sinirle. “Köle araydim ve seni buldum. Var midur bir diyeceğun!”
“Ben köle olmak istemiyorum.”
“Değulsun zaten!”
“Köle aradığını söyledin!”
“Bağa bak Nemrudun Kızi, ufaktan ufağa geliyler yine bağa! Ben ne deyim sen ne anlarsun!”
“Bana da geliyorlar Laz Hödüğü ama ben sana bir şey diyor muyum!”
“Dememuş halin bu midur lan? Kapı arkalarunda aslan kesileysun küçük ördek!”
Sinirden ağlayarak, “Lan deme bana,” diye sızlandım.
“Demem ağlamayasun.” Sesi şimdi daha sakin ve yatıştırıcıydı. “Bir daha lan demeyeceğum ağlamayasun.”
Burnumu çekerek ıslak gözlerle kapıya baktım. “Gurur,” diye mırıldandım acı çeken bir sesle.
Sesimdeki acıyı hissedince dikkat kesilerek, “Dinleyim,” dediğinde endişesini soludum. Benim için endişeleniyor muydu?
Hüngür hüngür ağlamaya başladım. “Ayağım çok ağrıyor.”
Kapının kolunu zorladı. “Farah aç kapıyi bi bakayim.”
Gözyaşları içinde başımı iki yana salladım. “Açmam kızarsın.”
“Kızmayacağum aç kapıyi!”
“Yalan söylüyorsun kızarsın.” İnatçı bir tutumla kapıya küskün gözlerle bakıyordum. “Sana bir sürü şey söyledim açınca kızarsın.”
“Kızmayacağum aç!”
“Şimdi bile kızıyorsun.”
“Şu siktiğum kapısuni hâlâ açmaduğun için kızayim da!”
“Açınca da kızarsın.”
Kapıya öyle bir vurdu ki kapı menteşelerinden sarsılmıştı “Farah sağdan soldan geliyler bağa, aç yoksa kiracağum!”
“Yemin et açınca kızmayacağına?”
“Yeminuni sikeyim, Farah! Sözüme itimat etmey misun?”
“Hayır.”
Sabrının sonuna gelmiş gibi, “Geride dur kapıyi kıracağum, sağa çarpmasun!” deyince aceleyle, “Peki, açıyorum!” dedim. Açmazsam kapıyı gerçekten kıracaktı. Kırmasında sorun yoktu ama daha sonra bu kapıya tekrar ihtiyacım olabilirdi.
Kendimi cesaretlendirerek birkaç kez derin derin nefesler aldım. Ona söylediklerimden sonra içeri girince bana ne yapacağını bilmediğim için korkarak kilidi çevirdim. Kilidi açıp geriye çekildiğimde içeri girmek için bir saniye bile beklememişti. Az önce kapı arkasından bağıran ben değilmişim gibi sus pus olmuştum. Karşısında korkudan titriyor, sinirli yüzüne bakmaya cesaret edemediğim için onun dışında her yere bakıyordum.
İçeri girince gırtlağıma yapışacağına çok emindim ama tam tersi şeyler yaptı. Yaralı ayağımın üzerinde daha fazla durmama müsaade etmeyip beni kucağına almıştı. Bir anda kendimi onun kucağında bulunca ıslak kirpiklerimi kırpıştırarak başımı kaldırdım. Şaşkınlıkla ona bakarken kolları arasında tir tir titriyordum. “Gerçekten kızmayacak mısın?”
Kendini sakinleştirmek için derin derin nefesler aldı. Başını eğip yüzüme baktığında nefesi kirpiklerime çarpmıştı. Bana baktıkça ne görüyorsa çatık kaşları yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı. “O kadar çocuksun ki sana ne kızılır ne de kıyılır.”
Bunları söyledikten sonra beni yatağın üzerine dikkatli bir şekilde bırakıp banyoya girdi. Arkasından bakarken tebessüm ettiğimin farkında bile değildim. Gurur’un herkesten gizlediği fakat başından beri bana gösterdiği merhametli bir yanı vardı.
İlkyardım çantasıyla yanıma gelip ayak ucumda oturduğunda ayağımda ayakkabı bile yoktu. Spor ayakkabıları ayağımdaki sargı yüzünden giyemiyordum. Bandajımı yavaşça açmaya başlayınca hemen başımı omuzuma doğru çevirdim. Yarayı görürsem fenalaşıp bayılacağımı biliyordum. Bir mafyanın kızı olabilirdim ama bünyem bu tür şeyler için fazla zayıftı.
Gurur’un nasırlı iri ellerini ayağımda hissedince irkildim ama bunu ondan gizlemeye çalıştım. Yaramı o kadar yavaş temizleyip merhem sürdü ki parmakları tüy gibi bileğime sürtündüğü için canımı hiç yakmamıştı. Ondan gelecek en küçük bir acıdan bile beni korumaya çalışıyordu. Çantadan yeni bir sargı bezi çıkartıp bileğimi sarınca artık ona bakmamam için bir neden yoktu.
Sargı bezini bile sararken çok dikkatli ve özenliydi. Öyle bir konsantre olmuştu ki yakışıklı yüzünde derin bir ciddiyet vardı. Onu sonsuza kadar böyle izleyebilirdim. O artık benim kocamdı, değil mi? Düşüncesi bile kalbimi hızlandırıyordu. İyi yönden mi yoksa kötü yönden mi heyecanlandığımı kestiremiyordum. “Gurur,” diye mırıldandığımda adını söylemeyi bile çekiniyordum.
Sargı bezini bileğime bir kat daha sararken bakışlarının odağında ayak bileğim vardı. “Söyle.”
“Sen iyi bir adamsın.” Ayak bileğimin üstündeki elleri hareketsiz kaldı. Gerçek anlamda donup kalmıştı. Başını usulca kaldırdığında gözleri gözlerimle buluştu ve tek bir bakışıyla kalbimi titretti. “Ben iyi değilim, Farah sen beni iyi bir adam olmaya zorluyorsun.”
Kafamı karıştırdığı için şaşkınca ona bakıyordum. “Ben hiçbir şey yapmıyorum.”
Bakışlarını benden çekerek bantla sargı bezinin ucunu tutturdu. “Sorunda bu ya.” Tuhaf bir sesle konuşup çantayı toplayarak ayağa kalktı. Banyoya girmeden önce omuzunun üzerinden kısa bir an bana baktığında bakışlarında sitem vardı. “Hiçbir şey yapmadan da çok şey yapan bir baş belasısın.” Kalbim kasıldı.
Bu da ne demekti?
Banyodan çıkınca gelip yatağımın kenarına oturdu. İkimizde istemeden evlendiğimiz için düşüncelere dalarak tek kelime konuşmadık. O karşısındaki duvara boş gözlerle bakıyordu, bende kucağımdaki ellerime. Evlenmiştik… Bunu daha yeni yeni idrak ediyor gibiydik. Babamın düşmanıyla evlenmiştik. Midem kasıldığında boğazımda bana acı veren bir yumru oluşmuştu. Babam bunu öğrenince kahrolacaktı.
Gurur’u duygu seline iten şeyse Leyla yerine benimle evlenmesiydi. Leyla ile on bir yılını geçirmişti, nereden bakarsan bak yılları deviren uzun soluklu bir ilişkisi vardı. Eminim tüm bu yıllarda birçok kez bir gün Leyla’yla evleneceğinin hayalini kurmuş ve onu beyaz gelinliğin içinde düşlemişti. Ancak son olanlar hayatını altüst etmiş, onu düşmanının kızıyla evlenmeye itmişti. İkimiz için de fazla zor bir durumdu.
Ellerimin tırnaklarına işkence etmeyi bırakıp başımı kaldırdım. Bu sessizliği bozmak için onun karamsarlığın gölgesiyle gerilen yüzüne baktım. “Sorun nedir?”
İç çekerek duvara ruhsuz gözlerle bakmayı sürdürdü. “Mevzu derin,” dedi evliliğimizi kastederek.
İnsanı kederlendiren yeşil harelerini işaret ettim. “Konu gözlerin.”
Sözlerimle yüzüne alaycı bir ifade kondurdu. Başını çevirip omuzunun üzerinden beni göz hapsine aldığında aklından geçenleri bilmek isterdim. “Nesi varmış gözlerimin?”
“Fazla dertli bakıyor.”
“Çünkü evlendim.”
Onu onaylayarak suratımı astım. “Bende az önce evlendim.” Kendime acıyarak dudaklarımı büzdüm. “Karadenizli bir adamla evlenmek zorunda kaldım.”
Dirseklerini dizlerinin üzerine yaslayıp öne büküldü ve başını ellerinin arasına aldı. “Doğulu bir kadınla evlendim.” Şakaklarına sertçe baskı uyguladı. “Yemek bile yapamıyor.”
Tek derdi buymuş gibi davranınca az kalsın gülecektim. Oldukça iştahlı bir adam olmalı ki yemek yapmayı bilmememi fazla kafaya takmıştı. “Kocası değil misin, yemeği de sen yap?”
“Sen de artık birinin karısı değil misin? Kocanın yemeğini de yap bir zahmet.”
“Balık mı pişireyim?”
“Tüm Karadenizliler sabah akşam balık mı yiyor sanıyorsun?”
“Evet.”
“Sus çocuk.”
“Ben çocuk değilim belki de sen yaşlısın.” Yirmi sekiz yaşındaydı.
Başını çevirip kaskatı bir suratla bana baktığında bu durumun canını gerçekten çok sıktığını anladım. “Senden yaşlı olmam işleri kolaylaştırmıyor veya yirmi ikisinde biriyle evlendiğim gerçeğini değiştirmiyor.”
“Neden ikimizi de bu dertten kurtarmıyorsun?” Hevesli bir şekilde öne doğru eğildim. “Hemen bugün boşanalım.”
Afallayan bir ifadeyle göz bebekleri irileştiğinde şaşkınca bana bakıyordu. “Daha evleneli ne kadar oldu ne boşanmasından bahsediyorsun?”
“Peki, ne zaman boşanacağız?”
“Acelesi yok boşanırız bir ara.” Ayağa kalkıp kapıya yürüyünce, “Gurur,” diye arkasından kısık bir sesle seslendim. Durdu ama bana dönmedi. Utana sıkıla, “Şey…” diye bir şeyler geveledim. “Karnım acıktı benim.”
Bir hışımla bana döndüğünde bakışları hiddet doluydu. “Kalk ulan kendin yap yemeğini!” İnanamayan gözlerle beni izlerken sinirden çenesinden bir kas seğiriyordu. “Hizmetçin miyim ben senin?”
Bana kızdığı için asık bir suratla ona ayağımı gösterdim. “Bu ayakla nasıl yemek yapayım?”
Bakışlarındaki hiddetten bir şey değişmezken yanında duran elini sıkıyordu. “Sanki öncesinde çok yemek yapıyordun. Konuşturma şimdi beni.”
İnat ederek kollarımı göğsümde birleştirip çenemi kaldırdım. “Ben senin rehinenim beni doyurmalısın.”
Kan beynine sıçramış gibi yüzü sertleşmişti. “Buradan bakılınca daha çok ben senin rehinmişim gibi geliyor.” Kızgınlıkla yüzünü ovuşturduğunda ifadesi çok komikti. “Geldiğinden beri sana çalışıyorum. O kadar nazlısın ki ağlarsın diye sana öte git diyemiyoruz.”
“Ağlamam.”
“Ağlatırım.”
Yutkundum. “Ağlatır mısın?”
Çatık kaşlarının arasında derin çizgiler oluşmuştu. “Ağlatmam.”
Dudaklarımda kendiliğinden bir gülümseme belirdiğinde bu onu deli ediyordu. “Ne yiyelim?” Elimi guruldayan karnıma bastırdım. “Karnım çok acıktı benim.” Hevesli bir şekilde ona pencereyi gösterdim. “Hava çok güzel dışarıda yiyelim mi?”
Tüm dikkatini bana yönelttiğinde yeşil hareleri fazla ciddiydi. “Ekmek ve kuru soğan yiyeceksin.” Yürüyüp perdeyi çekerek odama giren güneşi engellemişti. “Tutsaksın sen biraz rehine gibi davran!” Hızlı adımlarla kapıya yürüyüp dışarı çıktığında şaşkınca arkasından bakıyordum. Derdi neydi bunun?
Dışarı çıkalı beş saniye bile olmamışken bir hışımla tekrar odaya girdi. Perdeyi açtı ve aynı hızla kapıya ilerledi. Bunu yaparken bir kez olsun bana bakmadı ama çok sinirli görünüyordu. Dışarı çıkmadan önce çatık kaşlarla, “Yemek hazır olunca seni çağırırım!” dedi ve gitti. Kıkırtımı bastırmak için yanaklarımın içini dişliyordum. Onu bu kadar çok kızdıran şey bana kötü davranamıyor olmasıydı. Bunu denemişti ama beş saniye geçmeden geri dönmüştü. Tebessüm ederek başımı iki yana salladım.
Çok garip bir adamdı.
***
Gurur bizim için bu sefer kuymak yapmıştı. Daha şimdiden Karadeniz yemeklerine beni alıştırıyordu çünkü çoğunlukla kendi yöresine ait şeyler pişiriyordu. Ekmeği kuymağa batırdığımda sünen peyniri ekmeğime sardım. “Tadı çok güzel.” Ağzımı büyük bir lokmayla doldurup başımı kaldırdığımda onun yemediğini gördüm. İnce belli bardağındaki çayını yudumlayarak dalgın gözlerle beni izliyordu.
Kafasını kurcalayan, canını sıkan bir şey varmış gibi bakıyordu. “Seni uyutmayan ben miyim?” Gözlerimin altında oluşan morluklara baktığını görünce bakışlarımı kaçırdım. Sarkacım yanımda olmadığı için dün gece yine hiç uyumamıştım ve aynı zamanda dünden beri evli bir çifttik.
Gurur beni anlamaya çalışarak sandalyesinde rahatsızca kıpırdandı. “Geceleri geçirdiğim krizler seni uyutmuyor mu?” Onun yüzünden uykusuz kaldığımı düşünüyordu ama sebebi o değildi.
“Daha önce sana uyku problemim olduğundan bahsettiğimi hatırlıyor musun?” İlk karşılaşmamızda ona bundan bahsetmiştim. Zihnini biraz kurcalayınca hatırladığı için omuzları gerilmişti. “Sarkacın yanında değil mi?” Başımı iki yana salladığımda kaşları belli belirsiz çatıldı. “Dün gece hiç uyumadın mı?”
Delici bakışlarını üzerimde hissettikçe ona bakmaktan kaçınıyordum. “Hayır.”
“O şey olmadan hiç mi uyuyamıyorsun?” Suratı kaskatıydı. Bunun nasıl mümkün olduğunu anlayamıyordu.
Konuşmak için kendimi zorlayıp derin bir nefes aldım. “Sarkacım olmadan hiç uyuyamıyorum.”
Durgun gözlerle bana bakarken yeşil hareleri bunun nedenini sorguluyordu. “O sarkacı senin için bu kadar özel kılan nedir?” Cevap vermek yerine susup önüme döndüm. Bakışlarımı ondan çektiğimde bu konuda konuşmayacağımı anlamıştı. Şükürler olsun ki bana baskı uygulayarak beni konuşturmaya çalışmadı. Bu konuyu kapatıp akşam yemeğimize devam ettik.
“Saçındaki o şey nedir?” Gurur’un eli ansızın bana doğru uzanınca boş bulunup ellerimi yüzüme siper etmiştim. Bir an bana vuracağını düşünüp farkında olmadan yüzümü ondan sakınmıştım. Olamaz, bunu yapmamalıydım.
Ne yaptığımı görünce eli havada kaldı, buz kesti. Mutfağın bir köşesinde duran Ali ile göz göze geldiğinde yine ikisi anlamadığım bir şekilde bakışlarıyla konuştular. Ellerimi hemen yüzümden çektim fakat bu Gurur’u yeteri kadar rahatlatmamıştı. Yönünü tamamen bana çevirip beni göz hapsine alınca bedenimdeki gerginlik artmıştı. “Farah.” En az bakışları kadar sesi de endişe vericiydi. “O siktiğim evinde şiddet mi görüyorsun?” Bakışlarına ağır bir kızgınlık çöktüğünde ne diyeceğimi bilemedim. “Vuruyorlar mı sana?”
“Hayır.” Başımı iki yana sallayıp hemen çayımdan birkaç yudum aldım. Onun keskin bakışlarından kaçmak için her yolu deniyordum. “Ben Ümit Tozlu’nun kızıyım, kim bana vurabilir ki?”
“O zaman neden yüzünü sakındın?” Gurur bir anda aniden bana elini uzatınca masadaki ellerim havalandı ama bu sefer son anda kendimi durdurup yüzümü korumaya çalışmadım. Panikleyerek ellerimi masaya bastırdığımda bu yaptığımı da görmüştü. Şakaklarındaki damarlar belirginleştiğinde kaşları çatılmıştı. “Biri sana dokunmaya çalışınca neden yüzünü sakınıyorsun?”
“Neysen bahsettiğini bilmiyorum.”
Anlamayan gözlerle ona baktığımda bakışları hiddet doluydu. Çatık kaşlarının arasında derin çizgiler oluştuğunda çenesinde bir kas seğirmişti. “Birinin şiddet gördüğünü nasıl anlarsın, biliyor musun?” Gözlerimin için soğukça baktı. “Biri onlara dokunmaya çalıştığında ona vuracaklarını düşünüp yüzünü sakınırlar.” Boğazım düğümlenmişti.
Gurur’un yeşilleri koyulaştığında irislerinde karanlık bir ifade belirdi. “Bu siktiğim refleksten kurtulmak insanın yıllarını alır.” Midem kasıldı. Bunu çok iyi biliyormuş hatta bizzat yaşamış gibi konuşmuştu. Şimdi onun geçmişini her zamankinden daha çok merak ediyordum.
Tehlikeli ve tehditkâr gözlerle her hareketimi izliyordu. “Söyle.” Israrcı bir tavırla dik dik bana bakmaya başladı. “O evde canını mı yakıyorlar?”
Aynı ısrarla, “Hayır,” dediğimde sesim çok özgüvensiz ve kısık çıkmıştı. “Ben hep böyle biriydim.” Umursamaz görünmeye çalışarak omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Çocukken de kendi gölgemden bile korkardım.” Caner abim her an bir yerlerden çıkıp canımı yakar diye etrafıma bakarak odamdan çıkardım. Bundan Gurur’a bahsetmek istemiyordum bu ailemizi ilgilendiren bir sorundu.
İstese de benden tek kelime öğrenemeyeceğini anlayınca küfreder gibi, “Berbat bir yalancısın!” diyerek önüne döndü. “Seni satan o piç abinin sana olan nefretini bilmeyen yok.” Dişlerini sıktığında boynundaki damarlar nabız gibi atmaya başlamıştı. “Böyle olmanın sebebi o mu?”
“Abimin canımı yaktığı tek an beni adamlarına vermesiydi.” Sorgulayan bakışlarının esiri olmuşken onun karşısında rahat davranmaya çalışıyordum. “Bunun dışında bana bir kez bile elini kaldırmadı.”
“O zaman baban?”
“Babam tek bir saç telime kıyamaz.”
“Annen?”
“Annem benim için ölür.”
Burnundan nefesini sertçe vererek sabırsızca bana baktı. “Kim o zaman?” Benden bir isim alırsa yapacaklarını kestiremiyordum. Bu yüzden soğukkanlı davranarak, “Kimse,” dedim sakince. “Ben doğuştan böyleyim.”
İnadım karşısında gittikçe daha fazla sinirlendiği için birkaç kez derin derin nefes almıştı. “Kimse doğuştan bu kadar ürkek ve korkak olmaz.”
“Demek ki ben bir istisnayım.”
“Siktir etsene.”
Yerimde rahatsızca kıpırdandığımda her hareketim ona batıyormuş gibi bakışları bezgindi. “Küçük bir küfür karşısında bile kızarıyorsun.” Benimle ne yapacağını bilmez bir halde burnunun kemerini sıktı. “O kadar çocuksun ki kim inanır bir liderin kızı olduğuna.”
Suratım kendiliğinde asıldığında tüm iştahım kaçtığı için çay bardağını masaya bıraktım. “Çocuk dediğin kadınla dün sabah evlendin.”
“Dün sabahta söylediğim gibi bu gerçek bir evlilik değil.” Cebinde çıkardığı sigara paketinden bir dal alıp omuzunun üzerinden arkaya uzattı. “Başından beri seni hep bir kız kardeş gibi gördüm.” Sözleri yüzüme tokat çarparken donup kalmıştım.
Kız kardeş mi?
Ali arkadan ona yaklaşıp uzattığı sigarayı ve çakmağı aldı. Gurur ateşe bakamadığı için Ali onun sigarasını yakarak Gurur’a uzatmıştı. Sigaranın kıvılcımını görmek bile yüzünün kasılmasına neden oluyordu ama buna direnerek sigaradan içine bir nefes çekti. Benimle bu konuşmayı yaparken sigarayla rahatlamak istiyordu.
Bana dönüp yalansız gözlerle baktığında canımı ne denli yaktığının farkında bile değildi. “Bende uyandırdığın tek duygu abilik iç güdüsü. Bu yüzden seninle uğraşıp başından beri sana karşı hep korumacı oldum.” Sözleri bir bıçağa dönüşüp aptal kalbime saplanırken tepki bile veremiyordum. Neden üzüldüğümü bile bilmiyordum.
Herhangi bir yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak için en başından beni uyarıyordu. “Sana baktıkça Melek adında bir yakınımı görüyorum. Her şeyiyle ona o kadar çok benziyorsun ki, ister istemez sana karşı bir abilik iç güdüsü geliştirdim.” Ne sanıyordu, onun bana âşık olduğunu düşündüğümü falan mı? Hayır, böyle bir şeyi bir kez bile düşünmemiştim.
Hayatında bir kadın varken bana hisleri olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Ancak beni kız kardeşi olarak gördüğünü de hiç düşünmemiştim. Bu fazla kırıcıydı çünkü daha dün evlenmiştik ve kocam bugün bana beni kız kardeşi gibi gördüğünden bahsediyordu. Bu evliliğin ne şartlarda yapıldığını unutacak kadar aptal biri değildim ama onunla evlenmeyi isteyen ben değildim. Beni buna o zorlamışken kız kardeşim diyerek kötü hissettirmemeliydi.
Gurur sigarasından birkaç nefes alırken beni incitmekten korkar gibi bakışları temkinliydi. “Bu yüzden o arka bahçede benim için çok değerli bir yüzüğü taktığın için sana kızmadım. O herif seni taciz ettiğinde bu yüzden onun canını yaktım.” Rahatça omuzlarını kaldırıp indirdi. “Nişanımda seni utandırıp seninle uğraşmam bile seni Melek’e benzetmemden kaynaklandı çünkü onunla da hep uğraşırım.”
Gözlerimin içine tüm dürüstlüğüyle bakıp oldukça yumuşak bir sesle konuştu. “Beni yanlış anlamanı istemediğim için bunları bilmen gerektiğini düşünüyorum.”
Bu konuda yalan söylemediğini her zerreme hissettirmişti. Canımı yakan bir şeyler vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. Sözleri içimde bir burukluk yaratmıştı. Buna rağmen ifademi hep aynı orantıda tutmayı başarmıştım. Söyledikleri karşısında suratımı asıp üzülmediğimi görünce rahat bir nefes almıştı. Onu yanlış değerlendirmemden endişe etmişti. Hiçbir konuda yanlış anlamadığımı görünce omuzlarından büyük bir yük kalkmış gibi rahatlamıştı.
Sandığının aksine üzgündüm ancak bunu ona yansıtmıyordum. Belki de ilk kez bir konuda iyi rol yapıyordum. Gurur her şeyi açıklığa kavuşturmanın rahatlığıyla, “Evliliğimiz seni hiçbir konuda kısıtlamayacak,” diyerek bu konunun altını çizdi. “Seni zorladığım bu evlilikte özgürlüğünü elinden almayı düşünmüyorum. Dilediğin kişiyi sevmekte serbestsin.” Artık susmasını istiyordum çünkü söylediği her şey bana kendimi berbat hissettiriyordu.
“Eğer birine âşık olursan bana söyle boşanırız.” Bir gün bu sözlerin ona ok gibi döneceğinden habersiz sigarasını içerken kısa bir an bana baktı. “Benim için küçük bir kız kardeş gibisin. Kendini daha rahat hissedeceksen yalnız kaldığımızda bana abi bile diyebilirsin.” Her söylediği beni incitti, kırdı ve paramparça etti ama tek yapabildiğim yüzüme bir gülümseme kondurup ona bakmaktı. Farkında bile değildi ama bugün bana rol yapmayı öğretmişti.
Ne ben biliyordum bir gün bu sözleri ona ödeteceğimi.
Ne de o biliyordu bir gün ona abi dediğimde bundan nefret edeceğini.
Tüm keyfimi kaçırdığı için bunu ondan gizlemeye çalışarak ayağa kalktım. “Çok yorgunum biraz dinleneceğim.” Ona gülümsemeye çalışarak yüz ifademi düz tuttum. “Ben odamda olacağım iyi akşamlar.” Ayağımın durumu çok kötü olduğu için henüz yardım almadan yürüyemiyordum.
Ne zaman yürümeyi denesem üzerine basınca bileğim sızlıyor, canım yanıyordu. Bu ayakla merdiveni çıkamayacağım için başımı çevirip bir köşede duran Ali’ye baktım. “Beni odama çıkartır mısın?”
“Ben seni odana çıkartırım.” Gurur çay bardağını gürültüyle masaya bırakıp heybetli vücudunu sandalyeden kaldırdı. Yanıma gelip iznimi bile almadan beni kucağına almıştı. Ayaklarımı yerden kestiğinde ondan uzak durmanın yollarını arıyordum.
İşte bu yüzden onun beni taşımasını istemiyordum çünkü ne zaman beni kucağına alsa vücudunun sıcaklığını benimsiyor, ferahlatıcı kokusuna bağlanıyordum. Az önce içtiği sigara parfümünün kokusuna karışsa bile hâlâ çok güzel kokuyordu. Basamakları ağır adımlarla çıkarken mutfakta söylediği kız kardeş mevzusu yüzünden keyifsizdim.
Gurur asık suratımı farklı bir şeye yordu. “Ne o keyfin kaçtı?” Kaşlarını yukarı kaldırıp alaycı gözlerini bana dikti. “Benim yerime Ali’nin seni odana çıkarmasını mı isterdin?” Her şeyi yanlış anlamıştı.
Ona cevap vermek yerine sessizliğimi koruyarak bakışlarımı kucağımdaki ellerime indirdim. Evli olmamıza rağmen beni kucağına aldığı anlarda cesaret edip kollarımı onun boynuna saramıyordum. İyi ki bunu hiç yapmamışım yoksa bir de bunun için bana kız kardeşimsin nutukları çekerdi.
Odama girdiğinde beni yavaşça yatağa bırakıp üzerimi örttü. Çocuk gibi benimle ilgilenmesi artık canımı sıkıyordu çünkü bu bile beni bir çocuk olarak gördüğünün kanıtıydı. Aramızdaki altı yaşa çok anlam katıyor, bana çocuk muamelesi yapmayı bırakmıyordu. Yetişkin bir genç kız olduğumu ısrarla anlamak istemiyordu.
Beni yatağa bıraktıktan sonra hep yaptığı gibi yine odamdan çıkmasını bekledim fakat bu sefer gitmedi. Yatağımın kenarına oturarak cebindeki telefonu çıkartmıştı. “Bakalım seni uyutabilecek miyiz?” Omuzlarıma hafifçe baskı uygulayarak başımı yastığa düşürdü. Birazdan vereceğim tepkiyi tahmin ediyormuş gibi gözlerinde hınzır bir ifade vardı. “Masal sever misin?”
“Ben çocuk değilim!” Yataktan kalkmaya çalıştım ama elini iki göğsümün arasına bastırarak beni yatağa çiviledi. “Kıpırdarsan fena olur.” Elini göğüs kafesimden çekene kadar nefes alamamıştım.
Parmaklarının kısa bir an göğüslerime değmesi bile kalbimin ritmini bozmuştu. Bendeki sorun neydi, bilmiyordum ama küçük bir teması bile beni heyecanlandırıyordu. Oysaki Gurur o anlamda bana dokunacak biri değildi. Karısı olsam bile bunu yapmazdı çünkü ben bir Tozlu’ydum.
Ya da artık bir Kalender.
Erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü ailelerinde yıllar sonra Kalender soyadını alan ilk kadın olacağımı tahmin bile edemezdim. “Çocuk değilim bana masal okuma.” Ters bakışlarımı gördükçe ne kadar çok eğlendiğini gizlemeye çalışıyordu. Hınzırca bakan gözlerine çatık kaşlarla karşılık verdim. “Ben senin karınım beni çocuk yerine koyup durma.”
Bir saniye bile düşünmeden, “Sen benim karım değilsin,” dedi.
“Kimin karısıyım?”
“Benim.” Bu gidişle beni de kendine benzetip delirtecekti. Bir dediği diğerini tutmuyordu.
Telefonda bir şeyler yapıp masal bulmaya çalışınca ağlamak istedim. Bu herif ciddiydi. Ne yani gerçekten karısına masal mı okuyacaktı? “Senden nefret etmek istiyorum,” diye homurdandığımda hâlâ telefona bakıyordu. Gözlerini telefondan ayırmadan umursamaz bir sesle konuştu. “Ben senden nefret etmiyorsam sende edemezsin.”
“Ya senden nefret edersem?”
“Ben senden nefret etmedikçe zor.”
“Neden?”
Telefona bakmayı bırakıp gözlerini benim siyahlarıma dikti. Bakışları fazla anlamlıydı. “Nefret etmediğim insanların benden nefret edeceği bir şey yapmam,” deyince gülümsedim. Bakışları yumuşarken dudaklarımı işaret etti. “Gülmek sana daha çok yakışıyor çocuk, nefretle kalbini kirletme.” Çocuk dediği için gülüşüm soldu ve bu onun dudaklarının kıvrılmasını sağladı. Çok değil ama dudağının kenarı hafifçe kıvrılmıştı. “Büyümek yaşla olmaz küçük ördek,” diyerek bana göz kırptı. “Senin ruhun hâlâ çocuk.”
Beni çocuk yerine koyması sinirlerimi bozduğu için suratım asılmıştı. “Bu kötü bir şey mi?”
İç çekerek son derece ciddi bir şekilde gözlerime baktı. “Bu sende korumam gereken bir şey çünkü herkes bunu senden almaya kalkışacak.” Nabzım öyle bir hızlandı ki, kaburgalarımın arasına yoğun bir çarpıntı olarak dönmüştü. Bu konuda sürekli bana kızıyordu ama aslında böyle olmamı seviyordu, değil mi?
Gurur önüne dönüp tekrar o can sıkıcı masallardan birini aradı. Masal için hangi sitelere girdi, bilmiyorum ama gözleri ekranda oyalanırken dudağının köşesi belli belirsiz kıvrılmıştı. Başını çevirip önce bana baktı, daha sonra da telefonun ekranına. Eğlenen gözlerle bunu birkaç kez tekrarlayarak beni deli etmişti. Daha sonra gözlerimin içine muzır bir ifadeyle bakıp sırıttı. “Çirkin ördek masalını okuyacağım.” Çıldıracağım!
Demet Tozlu’lar ölmüyordu, şekil değiştiriyordu.
Annemin bıraktığı yerden devam ediyordu. Ağzım bir karış açılmış bir halde ona bakıyordum çünkü benimle dalga geçtiğini düşünmek istiyordum. Suratımı asarak elindeki telefonu gösterdim. “Ben o masaldan nefret ediyorum.”
Dudaklarındaki pis sırıtışla omuzlarını kaldırıp indirdi. “Artık benim favorilerimin arasında.” Yeşil hareleri yaramaz bir çocuğun muzırlığıyla yüzümü incelerken uzanıp gözlerimdeki gözlüğü çıkardı. “Ördeğin bir kuğuya dönüşmesini sabırsızlıkla bekleyeceğim.” Damarlarımdaki kan bile ısınırken yüzüm yanmaya başladı ama bunu ondan saklamaya çalışarak somurttum. “Kuğuya dönüşmek istemiyorum.”
Dudağının köşesi titreyince alaycı gülüşünü saklamak için başını telefona eğmişti. “Her şeyin bir zamanı var küçük ördek.” Sesi içimi gıdıklayan türden derin bir manada çıkmıştı. Benimle uğraşmayı gerçekten seviyordu.
Fark ettiğim şeylerle dün beni evime göndermediğine sevinmeye başlamıştım. Şu ana dek fark etmemiştim ama ben aslında onun acısını daha katlanır bir hale getiriyordum. Burada tüm gün benimle ilgileniyordu. Beni buraya getiren o olduğu için kendini benden sorumlu tutuyor, en iyi şekilde bana bakmaya çalışıyordu. Yemeklerimi yapıyor, yaramın pansumanıyla ilgileniyor ve ne zaman suratımı assam keyfimi yerine getirecek yollar arıyordu.
Gurur benimle uğraşırken başına gelenleri daha az düşünecek vakti oluyordu. Nefes alışlarım hızlanmıştı. Ben farkında olmadan onun acısını bölüşüyor, yanında kalarak yasına ortak oluyordum. Dün evlendikten sonra bile bu yüzden beni göndermeye yanaşmadı, değil mi? Ona iyi geliyordum. Eğer dün eve dönseydim Gurur’da kulübeden ayrılacaktı. Burada tek başına kalıp Leyla’yı düşünerek kafayı yememek için kendi kanlı dünyasına geri dönecekti.
Bu olduğundaysa içindeki acı ona öfke olarak dönecek ve hırsını çıkarmak için birilerine saldırıp duracaktı. Yeni düşmanlar edinip belki de kendini öldürtecek şeyler yapacaktı. Tüm bunların olmasını engelleyen şey burada benimle olmasıydı. Bu kulübe ve ben aslında onun sığınağıydık. Gurur bizde dinleniyor ve bizde soluklanıyordu. Biz onun için dışarıdaki hayattan bir kaçıştık.
O aslında beni kaçırırken kendi de bir şeylerden kaçmıştı.
Kafamın içindeki düşüncelerden habersiz gözlerini telefonun ekranına dikerek nefret ettiğim çirkin ördek masalını okumaya başladı. Evet, bunu gerçekten yapıyordu. “Günlerden bir gün buğday tarlasında ılık rüzgarlar esmeye başladı. Başaklar dalgalanıyor, yeşil yulaflar hafiften ürperiyordu.” Durup bana döndü. “Anlaşılan ürperip duran sadece sen değilmişsin.” Son derece ciddi bir suratla bana telefonu gösterdi. “Yulaflar bile ürperiyormuş, nasıl iş?”
Kıkırdayarak omuzlarımı silktim. “Korkmak her canlının hakkı.”
Başını iki yana sallayarak tekrar telefona dönüp masalı okumaya devam etti. “Çimenler üstünde samanlar öbek öbek toplanmıştı. Leylek uzun bacaklarıyla bu güzelliklerin arasında yürüyordu. Çevresinde derin göllerin bulunduğu uçsuz bucaksın ormanlar uzanıyordu.” Daha şimdiden sıkılmış gibi telefona kızgın gözlerle bakması çok komikti. “Biz bu siktiğim leyleğini mi okuyacağız? Hani lan ördek!” deyince kahkaha attım.
Bu adamın yanında insan hiç sıkılmıyordu. O kadar eğlenceli biriydi ki Gurur etrafımdayken uzun süre somurtamıyordum. Gülüşümü durdurmaya çalışarak, “Sen az önce leyleğe mi küfrettin?” diye sorduğumda ters bakışları hâlâ telefonun ekranındaydı. “Çekilsin o da aradan.”
Dikkatini toplayarak tekrar masala odaklanınca yüzümdeki tebessümle onu izliyordum. “Bu kuytu köşelerin birinde yuva yapmış bir ördek kuluçkaya yatmıştı.” Sırıtarak bana döndüğünde yüzünde can alıcı bir ifade vardı. “Sahne sırası senin.”
“Hayır, o anne ördek. Ben daha kuluçkadaki yumurtayım.”
Gözleri merakla kısıldı. “Tahminen ne zaman yumurtadan çıkacaksın?”
Telefonu gösterdim. “Okuduğunda.”
Başını ağır ağır sallayarak önüne döndü. “Okuyalım bakalım,” diyerek çirkin ördek masalını okumaya devam etti. Onunla çok saçma konularda konuşurken bile hiç sıkılmıyordum.
Gurur en nefret ettiğim masalı o güzel sesiyle okurken bana çirkin ördek masalını bile sevdirmeye başlamıştı. Bu gece bana ilk kez masal okumuştu. Beni uyutan şeyin aslında o masal olmadığını hiçbir zaman bilemeyecekti. O bana masal okurken onu izlediğimi, okuduğu masalı doğru düzgün dinlemediğimi ve onu izleyerek uyuduğumu hiçbir zaman bilmeyecekti.
Beni uyutan şey masal değildi, Gurur’un yakışıklı yüzü, bakmaya doyamadığım mimikleri, burnuma gelen ferah kokusu ve kulağa hoş gelen karakteristik sesiydi. Uyumamı sağlayan şeyin kendisi olduğunu bilmiyordu.
O bana çirkin ördek masalını okurken onu izleyen gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Bu gece sarkaca ihtiyaç duymadan Gurur’u izleyerek uykuya dalmıştım. Farkında değildi ama Gurur bu gece benim sarkacım olmaya başlamıştı çünkü bundan sonraki gecelerde de beni hep masalla uyutmuştu.
***
Gurur’un yanında kaldığım süre boyunca her gece kulağımda onun masal okuyan sesiyle uyumuştum. Başlarda beni korkutan bu kaçırılma olayı son zamanlarda hoşuma gitmeye başlamıştı. Gurur’un yanında geçirdiğim her günle sanki ona biraz daha kapılıyordum. Bana sürekli kızıp burada bir rehine olduğumu söylüyordu ama bana kendimi onun tutsağıymışım gibi hiç hissettirmiyordu.
Bana iyi davranıyor, nazımla oynuyor ve kullanamadığım ayağım yüzünden her yere beni kucağında taşıyordu. Bir bebeğe bakar gibi benimle ilgileniyordu. Neredeyse bir hafta boyunca onun yanında kaldım ve bu sürede bir kez bile beni incitmemişti. Onu etrafımda görmeye alıştığım için artık her fırsatta ağlayıp gitmek için sızlanmıyordum.
Ne yazık ki gece ve gündüz hâlâ krizleri devam ediyordu. Kendini çok iyi tanıdığı için öyle anlarda şuurunu tamamen yitirmeden beni odama çıkartıyor, kapımı kilitleyip asla dışarı çıkmamamı tembihliyordu. Şu ana dek beni öfke nöbetlerinden korumayı başarmıştı.
Leyla’ya olanları hatırlamak krizlerini tetikliyordu ve bu neredeyse her gün oluyordu. İyi yönden bakarsak artık uyuşturucuyla ataklarını dindirmeye çalışmıyordu. Bunun yerine ilaçlarını düzenli kullanıyor ve üstesinden gelemeyeceğini anlayınca alkolle kendini sarhoş ediyordu.
Bana olan davranış şeklini sevmeye başlamıştım çünkü bana kendimi özel hissettiriyordu. Çoğu zaman beni kucağında taşıyarak dışarı çıkartıyor, açık havanın tadını çıkarmamı sağlıyordu. Yıllardır sahip olmadığım bir mutluluğu Gurur’un yanında tatmaya başlamıştım. Leyla için acı çekerken bile bunu bana yansıtmamaya çalışıyordu.
Her şey rüya gibiydi.
Ve her güzel düşün bir uyanışı vardı.
Dün gece de Gurur’u izleyerek ve masal okuyan sesini dinleyerek uyumuştum. Bunun korkunç bir kâbusun başlangıcı olduğunu bilmiyordum. Bir cehenneme uyanmak için gözlerimi kapattığımı bilseydim dün gece hiçbir şey beni uyutamazdı. Bugün olacaklar her açıdan hayatımda derin bir iz bırakacaktı.
Her şeyden habersiz gözlerimi huzurlu bir uykuya kapatmıştım. Ne kadar uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belki saatlerce belki de sadece birkaç saat. Duyduğum bazı sesler beni güzel uykumdan uyandırmıştı. Dışarıdan gürültülü sesler geldiği için sıçrayarak gözlerimi açmıştım. “Gurur?” Ona seslenerek etrafıma baktım. Pencereden dışarıya bakınca sabah olduğunu gördüm.
Kapının dışında durmaksızın gelen ürkütücü seslerle kalbim korku içinde kasıldı. “Gurur?” diye seslendim bu sefer daha yüksek bir sesle. Yataktan çıktığımda kapıya kararsız gözlerle bakıyordum. Odamdan çıkıp çıkmamak konusunda çok tereddütlüydüm.
Gurur yine o şiddetli krizlerinden birini geçiriyordu, değil mi? Böyle anlarda odamdan dışarı çıkmamı yasaklamıştı. Bu yüzden onu merak etsem de odadan çıkmaya cesaret edemedim. Adım seslerini duyunca korku içinde soluğumu tuttum. Odama girmezdi, daha önce odama hiç girmemişti.
Ağır ve şiddetli nöbetler geçirse de kendine hâkim olup odama girmiyordu. Kriz esnasında bir kez odama girerse bana zarar vermeden bu odadan çıkmayacağını iyi biliyordu. Bu yüzden benim alanıma girmekten kaçınıyordu. Şu zamana dek odamdan hep uzak durmuştu.
Korku dolu gözlerim kapıda oyalanıyor, adım seslerinin kapımdan uzaklaşmasını bekliyordum. Ve bir haftadan sonra kapım açıldı. Açılmaz dediğim kapım duvara çarparak sertçe açılmıştı. “Hayır,” diye mırıldanıp arkaya doğru adımlar attığımda kalbim korkudan durmak üzereydi. Bugün bu oda benim cehennemim olacaktı. Duvarlarına çığlık seslerim sinecek, her yere kanım sıçrayacaktı. Bu odanın içi benim kâbusum olacaktı.
Ve masal bitti.
Prensesin artık gerçeklere uyanma zamanı gelmişti.
Yorumlar