Tek başıma oturduğum bu banktan kalkmayı düşünmüyordum. Bu gece gidecek bir yerim olmadığı için sabaha kadar burada oturabilirdim. Elimi uzatıp çiseleyen yağmur damlacıklarına avucumu açtım. Parmaklarımın arasına düşen her yağmur damlasıyla biraz daha üşüyordum. Gözlerimin önünde küçük bir çocuğun hayali belirdiğinde içim kıyılmıştı. En son iki gün önce uyumuştum, yani uykusuzdum. Belki de yine halüsinasyon görüyordum.
“İçerimde yangın yakılır of,” diye mırıldandığımda yıllardır beklediğim çocuğun hayaline nemli gözlerle bakıyordum. “Küllerine cezve sokulur.” Tam karşımda durup yılların burukluğuyla beni izliyordu. “İçerimde yangın yakılır of. Küllerine cezve sokulur.” Bir tek bu şarkı bana onu hatırlatıyordu, sanki bizim için yazılmıştı.
O öksüz duruşunu, bükülen boynuna ve buğulu kahverengi gözlerine baktıkça vücudum biraz daha titriyordu. Yıllar önceki o son bakışı aklıma gelince gözlerimden bir damla yaş süzülmüştü. “Son bakışın aklıma takılır,” diye mırıldandım kısık bir sesle. “Aklıma takılır, aklıma takılır…”
Üç adım mesafeyle tam karşımda dururken yağmur damlalarına açtığım elime elini uzatınca boğazımda bir hıçkırık kopmuştu. O gerçek değildi. “Ah, gece gündüz susar dudakların,” dediğimde hayal bile olsa bir şeyler söylemesi için ona yalvarabilirdim. “Çözmüş gemiyi, yakmış konakları.” Bir damla gözyaşı daha yanağımdan süzülmüştü. “Kimseler duymaz gizlice ağlar. Sessiz sedasız kaybolan yıllar.”
Sustuğumda buruk bir tebessümle elini avucumun içine bırakmıştı. On dört yaşındaki bir çocuğun eli, yirmi beş yaşındaki bir kadının avucunda kaybolmuştu. Eli sanki küçücüktü… Küçük ve hissedilemez. Elini tutmak için parmaklarımı hafifçe büktüm ama tutamadım, fazla şeffaftı. O geçmişin hayaletinden daha fazlası değildi.
Titreşen kirpiklerimin eşliğinde elimi yavaşça çektim. “Beni tanıdın mı?” diye sorduğumda sesim çatallaşmıştı. O hâlâ bir çocuktu bense artık bir yetişkin.
Yürüyüp bankın diğer ucuna oturduğunda fazla sessizdi. Gerçek olması için neler vermezdim ki ancak gerçek değildi, zihnimin bir oyunundan ibaretti. Ben bankın bir ucunda oturuyordum o da diğer ucunda. İkimizde omzumuzun üzerinden birbirimize bakıyorduk. “Islanmışsın Farah.” Üzerime yağan yağmurun vücudumdaki etkisini izliyordu. “Titriyorsun hasta olacaksın.”
“Sorun değil,” diye fısıldadığımda sesimde büyük bir yakarış vardı. “Biraz daha kalalım böyle.”
Uykusuzluktan kaynaklı ortaya çıkan bir halüsinasyon olsa da gitmesini hiç istemiyordum. “Seni merak etmediğim bir günüm bile olmadı.” O kadar çok özlemiştim ki hayaline aldanıp ona sımsıkı sarılmamak için kendimi zor tutuyordum.
Çocuksu gözleri boynumdaki sarkacı bulduğunda bakışları buruklaşmıştı. “Beni bırakıp gittin.” Ona bunu söyleten o değil, vicdanımın sesiydi çünkü o, gitmem için her şeyi yapmıştı. O şeytanın elinden kurtulmamı çok istemişti. Kendisi o cehennemde kalıp ikimizin yerine yanarken beni kurtarmıştı.
“Bir şeyi çok merak ediyorum lütfen söyle…” Gözpınarlarımdan akan yaşlarla başımı eğdim. “Kendini kurtarabildin mi o adamdan yoksa hâlâ canını yakıyor mu?”
Gözleri burnuma kaydığında yüzünün çocuksu hatlarından ağlamaklı bir ifade oluşmuştu. Burnumdan akan ılık sıvının varlığını hissedince yavaşça elimi kaldırdım. Parmağıma bulaşan kanı görünce histeri bir şekilde güldüm. “Uykusuzluk ve aşırı stresin yarattığı semptomlardan biri. Bugün zor bir gündü.”
Bana zerre kadar inanmamış gibi gökyüzündeki kara bulutlara baktı. Tek bir şimşek çaksa ne kadar korkacağımı biliyormuş gibi gözlerini bana kilitledi. Aynı zamanda gök gürültüsünün bana neyi anımsattığını hatırlamış gibi ara ara kafama bakıyordu. Bunu yaparken gözleri can çekişir gibiydi. “Hâlâ başın ağrıyor mu, Farah?”
Elektrikli sandalyeyi ve sonrasını hatırlayınca dudaklarımdan çıkan hıçkırığa engel olamadım. “Bazen ama sıkça değil.” Parmağımı kaldırıp yukarı doğrulttum, bunu yaparken ona gittikçe daha kasvetli bir hale gelen gökyüzünü gösteriyordum. “Ama bugün çok başım ağrıyor.” Ne yazık ki bu yalan değildi.
Şiddetini arttıran yağmurun şırıltısı gittikçe beni daha çok endişelendirirken iç çektim. Sadece otuz günde dokuz yaşındaki bir çocuğun yaşamaması gereken çok şey yaşamıştım. Burnum ince bir sızıntıyla kanarken durdurmak için hiçbir şey yapmadım. Bu akşam bana eşlik eden küçük çocuğu izlerken gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum. “Seni çok özledim.”
Kaşlarım büküldüğünde her an gözlerimin önünde kaybolacak diye çok korkuyordum. “Ben sadece…” Hıçkırarak elimi ona uzattım. “İyi olduğunu ve hâlâ bir yerlerde nefes aldığını bilmeliyim.”
Elimi uzattım ama ona dokunamadım. Çocuk silüeti gözlerimin önünde tamamen kaybolduğunda ne çok kanadım. “Gitme n’olur,” diye ağlarken ondan kalan boşluğa bakıyordum. “Gitme, nasıl olduğunu bilmeye ihtiyacım var.” Ama gitti, yine ve yine…
Aşırı stres ve uykusuzluğunun bende yarattığı bir halüsinasyon olduğu için kaybolmuştu. Hayal olsa bile çok güzeldi keşke biraz daha kalsaydı. Gözlerimde birbiri ardına yaşlar akarken önüme dönüp başımı eğdim. Gökyüzündeki kara bulutlar bir anda ürkütücü bir şekilde gürleyince yerimde sıçramıştım. Gökyüzü korkutucu sesler çıkardıkça ellerimi biraz daha kulaklarıma bastırıyordum.
Sırılsıklam olmuş bir vaziyette tir tir titrerken etrafımdaki tüm sesleri susturmak istiyordum. Gök gürültüsü bana iyi şeyler hatırlatmazdı. Buraya gelirken yağmurun bu kadar çok yağacağını beklemiyordum. Bulutların çıkardığı korkunç sesten kurtulmak için çantamdaki kulaklığımı çıkarmak istedim. Telefonumdan bir müzik açıp duyduğum tüm bu sesleri bastırmayı düşünüyordum. Ancak başıma giren şiddetli ağrıyla bunu yapamamıştım.
Tiz bir frekans beynimin içinde yankılanıyormuş gibi canımı yakınca ellerimi kulaklarıma daha sert bastırdım. Kısık seslerle inlerken bunun geçmesini bekliyordum ama geçmiyordu. Gökyüzü daha çok kükredi ve başımdaki ağrı şiddetini arttırdı. Bunu yaşamayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki nasıl hissettirdiğini unutmaya başlamıştım. Kafamın içindeki yoğun acıyı anlatacak doğru kelimeleri bulamıyordum. Bu psikolojik bir ataktı ve aynı zamanda ciddi bir kriz.
Dizlerimin üzerine eğilecek kadar büküldüm ve tırnaklarımı şakaklarıma bastırıp boğazımı yırtarcasına haykırdım. “Dur artık, dur, dur, dur!” diye bağırırken sıktığım ellerimle kafamın iki yanına vurmaya başlamıştım. Burnumdaki kanama şiddetini arttırdı, yağmur ve gök gürültüsü de öyle.
Üçünün ortaya çıkardığı korkunç eser bir yaratığa dönüşüp beynime pençelerini geçirdikçe daha çok haykırıp kıvranıyordum. “Susturun şunları!”
“Birinci kural: Asla sesini yükseltme.”
“Ben senin kölen değilim!” Zincirlerimi kırmak istercesine bugün ilk kez ona karşı çıkıp daha çok bağırdım. Yıllar sonra belki de ilk kez sesim bu kadar gür çıkıyordu.
Hızlı hızlı nefesler alırken ağlamaktan sesim çatallaşmıştı. “Sesimin yüksekliğine sen karar veremezsin!” Kafamın içinde sinirlerimi harap eden bir frekansın tiz sesi çınladıkça acıdan kendimi kaybediyordum. Bu da yetmezmiş gibi şimdi bir de o korkunç adamın sesini duymaya başlamıştım.
“İkinci kural: İtaat et.”
Onca yıldan sonra kendimden beklemediğim bir iradeyle tam tersini yapıp, “Hayır!” diye haykırırcasına bağırdım. “Rahat bırak artık beni!”
Yağmurun altında omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken tırnaklarımı kafamın derisine geçirip, “Lü-lütfen,” diye kısık bir sesle ona yalvardım. “Canım çok yanıyor durdur şu şeyi.” Gök gürültüsünü, yağmuru ve bana acı veren o frekansı durdursun. Hepsi de canımı yakan şeylerdi. Tüm bunlara o sebep olmuştu, kendi sebep olduğu şeyleri durdurmalıydı.
Gök gürledikçe sanki kafamın içinde yıldırımlar çakıyordu. Gök gürlemesi bana o korkunç günü hatırlattığı için başımda müthiş bir ağrı meydana gelmişti. Bu baş ağrısının nedeni geçirdiğim psikolojik nöbetti. Yıllardır ara ara bu tür krizler geçirirdim. Çakan her şimşekle beynime katlanılmaz bir frekans yayılıyordu. Bir uydunun yaydığı en şiddetli frekansın siren sesi gibiydi ve her bir ölümcül notası kafamın içine düşüp beni acıdan deliye çeviriyordu.
Bu ses birinin tırnaklarını kara tahtaya geçirip onu tırmalaması gibiydi. Aynı şekilde kıyameti duyuran bir sirenden farklı değildi. Öylesine keskin, öylesine yakıcı ve öylesine ölümcül. Sanki bir şeyler tıpkı bir kurtçuk gibi beynimi kemiriyordu. Gök gürültüsü bana o korkunç günü hatırlattıkça beynime akın eden elektrikleri hissediyordum.
Yaşadığım bu şiddetli krizi tetikleyen şey aslında üstesinden gelemediğim travmalarımdı. Kafamın içindeki siren sesleri yüzünden yere dizlerimin üzerine düşmüştüm. Başım zemine çarparken, “Farah!” diyen birinin sesini güçlükle işittim. Onun sesiyle birlikte beynime işkence eden siren sesleri kesilmişti. İnanması güçtü ama birinin varlığı bu işkenceye son vermişti.
Bana doğru koşan adım seslerini duyarken gözlerim kapanmak üzereydi. Onun gelişiyle kesilen bu acı hiç tanımadığım birine minnet duymamı sağlamıştı. Artık canımı yakan siren sesleri yoktu ama gökyüzü hâlâ gürlüyordu. Çakan şimşeklerin sesinden o kadar çok korkuyordum ki, her an tekrar o siren sesini duyacağım diye hıçkırıklarla ağlıyordum. Bir şeytanın cehenneminde bir ay kalmak beni acınası birine dönüştürmüştü.
Biri koşarak yanıma gelip diz çöktüğünde onu güçlükle görüyordum. Kendimi zorlayarak araladığım gözlerim her an kapanabilirdi. Elini boynumun altından geçirerek başımı kaldırdığında nefes almakta güçlük çekiyordum. Yüzüme düşen yağmur damlacıkları kirpiklerimi titreştirdiğinde beni hemen kucağına alıp ayağa kalkmıştı. “Hastaneye gidiyoruz!” diyen sesini bile yeterince duyamıyordum.
Yaşadığım o yoğun acıdan dolayı bulanık gören gözlerim onun yüzünü ayırt edemiyordu. Her şeyi buğulu bir camın ardında görür gibiydim. “Ha-hastane olmaz…” Annem ve babamın bunu öğrenip üzülmesini istemiyordum. Uzun zamandır bu denli şiddetli bir kriz geçirmediğim için bu atakların son bulduğunu düşünmeye başlamışlardı. Hiçbir şeyin geçtiği yoktu.
Her şeyi puslu ve bulanık gördüğüm için kimin kollarının arasında olduğumu bile bilmiyordum. Vücudumdaki tüm güç çekildiği için onun kollarında tir tir titriyordum. Şiddetli bir krizden yeni çıkmıştım, ıslandığım için çok üşüyordum ve duyduğum her gök gürültüsüyle biraz daha onun kollarının arasına sokuluyordum. Bilincimi kaybetmeye başladığımda gördüğüm bir çift kahverengi gözle kirpiklerimin arasından bir damla yaş süzülmüştü.
Bana onun gözlerini hatırlatan bu gözler içimin burkulmasına neden oluyordu. “Se-seni çok bekledim…” diye fısıldadığımda başım onun göğsüne düşmüş, gözlerim kapanmıştı.
***
Kısık iniltiler çıkardığımda güneşin ışıkları göz kapaklarımın altına sızıyordu. Kendimi zorlayarak gözlerimi aralayınca tül perdelerin arasında sızan ışığı gördüm. Artık gece değildi ve havada korkunç bulutlar yoktu. Yatakta kıpırdandığımda nerede olduğumu anlayamamıştım. Yatak yumuşaktı ve yastıklarda tanımadığım bir koku vardı. Yattığım yataktan güçlükle oturduğumda başım hâlâ ağrıyordu ama eskisi kadar çok değil.
Bu oda, eşyalar… Ahşap duvarlar ve yerdeki fayansların rengi, her şey bana yabancıydı. Deniz kenarında olanları hatırlayınca içim korkuyla ürpermişti. Yağmurun altında bayılmıştım! Orada yaşadıklarım gerçekten çok kötüydü. Bilincimi kaybetmeden hemen öncesini hatırlamaya çalıştım. Gözlerimi kırpıştıran yağmur, ürkütücü gök gürültüsü, adım sesleri ve bir silüet. Adımı söyleyen bir ses, kahverengi gözler…
“Nihayet uyanabildin.” İrkilerek hemen yan tarafa bakınca yine o kahverengi gözlerle karşılaşmıştım. Köşedeki koltukta beni izleyen adama şaşkınca bakıyordum çünkü onun neden burada olduğunu veya benim burada ne işim olduğunu anlayamıyordum.
“Neredeyim ben?” Yataktan çıkmak üzereydim ki çarşafı çekince çıplak bacaklarımla karşılaşıp sertçe yutkundum. Kıyafetlerim nereye gitmişti? Üzerimde bana ait olmayan bol bir tişört vardı. Çarşafı boğazıma kadar çekip korku dolu gözlerimi Sonat denen adama çıkardım. “Ne yaptınız bana?”
Yerdeki kıyafetlerimi gördükçe korkum çığ gibi büyümeye başladığında, Sonat son derece sakin bir şekilde beni izliyordu. Heybetli vücuduyla koltuğu doldurmuşken bacak bacak üstüne atacak kadar rahattı. Elinde ise bir kadeh içki vardı. Sabahın bu saatinde içmeyi sorun etmiyordu. “Sence sana ne yapmış olabilirim?”
Bir kez daha gözlerim yerdeki kıyafetlerimi bulunca vücudumdaki tüm kan çekilmişti. Korktuğum şeyin başıma gelmiş olma ihtimali bile beni her an ağlatabilirdi. “Burası neresi ve siz bana ne yaptınız?” Bir erkeğin zevkiyle döşenmiş bu odadaki hiçbir şey bana tanıdık gelmiyordu.
“Burası benim evim.” Sonat kadehi dudaklarına yaklaştırırken gülmemeye çalışarak beni izliyordu. “Sen evli bir kadınsın kendi vücudunu tanımıyor musun? Sana bir şey yapsaydım bence anlardın.” Bunu söyleme şekli fazla iğneleyiciydi.
Kaşlarım kendiliğinden çatıldığında bir yerim görünmesin diye battaniyeyi sıkıca boynumun altında tutuyordum. “Bayım kıyafetlerim neden üstümde değil?”
İçkisinden küçük yudumlar alırken gözlerini dahi kırpmadan beni izlemesi utanmama neden oluyordu. Nasıl söylesem… Sanki onun yatağında uyanmam hoşuna gitmişti. “Seni bulduğumda sırılsıklamdın, hasta olmaman için hizmetçiler üzerini değiştirdi.” Bu duyduklarımla yüreğimde ağır bir yük kalktığında dudakları düz bir çizgide buluşmuştu. “Başın hâlâ ağrıyor mu?”
Rahatsız bir şekilde yatakta kıpırdandım. “Başımın ağrıdığını nereden biliyorsunuz?”
“Sen söyledin.” Koltuktan yavaşça kalktığında bana doğru attığı her adımla yatakta biraz daha küçülüyordum.
“Arabamdayken bilincin kapalıydı, sık sık başının ağrıdığıyla ilgili şeyler sayıklıyordun. Yağmura maruz kalmak başını ağrıtmış olabilir.” Yatağın yanında durduğunda kafasını hafifçe eğdi. “Bazen yağmur veya…Gök gürültüsü insanda baş ağrısı yapabilir.” İçim ürpermişti. Gök gürültüsü, deyişi sanki fazla imalı ve vurguluydu.
Sonat tepemde dikilirken çarşafı inatla boynumun altında tutmam az kalsın onu güldürecekti. Ciddiyetini korumak için birkaç kez yalandan öksürüp bana kapıyı gösterdi. “Baş ağrın için sana önerebileceğim iyi bir ilaç var ama önce karnını doyurmalısın. Seni aşağıda bekliyorum.”
Bana sırtını dönüp kapıya yürürken aynı şekilde küçük bir açıklama yapıyordu. “Seni bulduğumda çok kötü bir haldeydin. Seni hastaneye götürecektim ama bayılmadan hemen önce bunu istemedin.” Kapının önünde durup omzunun üzerinden arkaya baktığında bakışları manidardı. “Seninle ilgili pek bir şey bilmediğim için kime bırakacağımı bilemedim.” Anlaşılan o da beni evine getirmek zorunda kalmıştı.
Sonat dışarı çıkınca bende yataktan çıkıp hemen üzerimi kontrol ettim. Şükürler olsun ki o hizmetçi iç çamaşırlarıma dokunmamıştı. Doğru düzgün tanımadığım bir adamın tişörtüyle uyanmak beni rahatsız ettiği için yerdeki kıyafetlerimi aldım. Hepsi çok ıslaktı ama bunları giymekten başka çarem yoktu. Bunları ıslak giysem bile eve gidip hemen üstümü değiştirirsem hasta olmazdım.
Evi düşününce bizimkileri hatırlayıp gözlerimi büyütmüştüm. Bizimkileri oyalaması için Aksa’ya tek kelime etmeden sabaha kadar dışarıda kalmıştım. Ya annem ve babam beni kontrol etmek için onu aradıysa? Etrafıma bakıp çantamı arayınca yatağımın yanında olduğunu gördüm. Telefonumu çıkartıp aceleyle açarken stresten odanın içinde dönüp duruyordum. Babam bu sefer kesin beni öldürecekti, tabii annemden sıra ona gelirse.
Telefonum tamamen açılınca üst üste bildiri seslerinden bir süre kullanamamıştım. Kapalıyken arayan kişilerin çağrıları ve attıkları mesajlar daha yeni düşüyordu. Yatağın üzerine oturup mesajlara girdiğimde en çok mesajı Gurur attığı için onun mesajı üstteydi. +99 mesaj nedir yahu? Sabaha kadar beni bulamadıkça aramış olmalıydı. Telefonuma ulaşamayınca da öfkesini yazılara döküp bana mesaj atıp durmuştu.
Hiçbirini okumadan sildim. Onun sinirli ve küfürlü mesajlarını okuyup moralimi bozmak istemiyordum. Rehbere girip tam babamı arayacaktım ki telefon çaldı. Laz Hödüğü arıyor… “Olamaz.” Oturduğum yerden ok gibi fırladığımda neredeyse telefon yere düşecekti. O kadar çağrı ve mesajdan sonra Gurur yine arıyordu.
“Pekâlâ.” Derin derin nefesler alarak kendimi sakinleştirdim. O kadar inatçı biriydi ki şimdi açmazsam ben açana kadar aramaya devam ederdi. Telefonu açıp kulağıma yasladığımda, “Farah sen iyi misin?” diyen endişeli sesini duymuştum. Bana sorduğu ilk soru iyi olup olmadığımdı.
Endişe ve panik halinde olduğu için cevap bile vermemi beklemeden, “Şu saate kadar neredesin sen?” diye hızlıca konuşunca sinirli sesiyle ürperdim. “Saatlerdir ortalarda yoksun, Farah umarım bunun için iyi bir açıklaman vardır!” Kızgın sesi onu karşımda hayal etmeme neden olduğu için paniklemiştim.
“Susma, bir şey söyle!” Sesimi duymadıkça daha çok kontrolünü kaybettiği için telefonun diğer ucunda bir şeylerin kırılma sesi gelmişti. “Farah n’olur bir şey söyle.” Hızlı hızlı nefesler alırken bu sefer sesi yalvarır gibi çıkmıştı. “Bana nerede olduğunu söyle hemen geliyorum ama öncesinde… İyi misin?”
“Evet,” diye mırıldandığımda beni duyduğundan bile emin değildim. “İyi ve güvendeyim.”
“Neredesin? Geceyi nerede geçirdin?”
“Bir arkadaşımın evinde.”
Telefonun diğer ucunda kısa bir sessizlik oluşmuştu ama daha sonra, “Kimmiş bu arkadaş?” diyen soğuk ve gergin sesini işittim. “Kuzenlerin dışında hiç arkadaşın yok, kimmiş bu arkadaş?”
Tam ona cevap verecektim ki, “Tişörtümün içinde kayboldun, istersen bunu giyebilirsin,” diye bir ses duyunca hızla kapıya döndüm. Sonat elinde bir elbise tutarak kapının önünde dikiliyordu. Banyo kopasını göstererek bana gülümsedi. “Dün gece çok yoruldun duş almak ister misin?” Telefonla konuştuğumu görmüyor muydu?
Onun söylediklerini Gurur duymuş olmalı ki telefonda büyük bir gürültü geldi. Gurur her şeyi yanlış anladığı için deliye dönmüştü. Aramızdaki mesafelere rağmen öfkesinin yakıcılığını hissedip irkilmiştim. Adeta kükrercesine, “Ne sikim dönüyor lan orada!” diye gürledi. “Farah kimin yanındasın, kim o herif? Ne tişörtünden bahsediyor, üzerinde kimin tişörtü var? Cevap ver niye duş alacaksın!”
“Kiminle ne yaptığım artık seni ilgilendirmez, Gurur.” Hemen telefonu suratına kapatıp sonra da sessizse aldım. Bana yaşattığı onca şeyden sonra bir de ona açıklama yapmayacaktım.
Son olanlardan sonra ona gerçeği anlatsam bile inanmazdı çünkü bana hiç güveni kalmamıştı. Her konuda onu kandıran bir sahtekâr olduğumu düşündüğü için her sözümde ve her hareketimde bir yalan arıyordu. Böyle düşünmesi için haklı sebepleri olduğunu anlıyordum ama bir daha bana hiç güvenmeyecek birine de kendimi anlatmak istemiyordum.
Benim hakkımda istediği her şeyi düşünebilirdi, gerçekten hiç umurumda değildi. Fazla nahif, hassas ve iyimser biri olabilirdim ama bir o kadar da inatçıydım. Bir zamanlar onunla olmak için inat ettiğim gibi, şimdi onunla olmamak için de inat edebilirdim. Benim için en zoru ondan vazgeçmekti çünkü bir kez birinden vazgeçersem bir daha kolay kolay onu kazanmaya çalışmazdım. Yakında bunu daha iyi anlayacaktı.
Sonat elimdeki telefona garip bakışlar atarken kapının önünde durmaya devam ediyordu. “Yanlış bir zamanda mı geldim?” Zamanlaması bundan daha kötü olamazdı.
Gurur’la konuşurken kapıyı bile çalmadan içeri girip söylediği şeyler her yere çekilecek türdendi. Ancak bunu planlı bir şekilde yapmadığı için ona kızamazdım. “Mühim bir şey değil.” Birinin karşısında bu halde olmak beni çok utandırdığı için tişörtün eteklerini biraz daha aşağıya çektim. “O elbise kimin?”
Koyu yeşil elbiseyi yatağın üstüne bırakıp yönünü bana çevirdi. “Daha önce evimde kalan kadınlardan birinin unuttuğu bir elbise.” Beni utandırmamak için bir kez olsun bacaklarıma bakmıyordu.
Bana birkaç beden büyük gelen tişörtü bol ve uzun olduğu için kalçamı kapatıyordu. Bakıldığında bacaklarım dışında açıkta olan bir yerim yoktu ama bu strese girmeme engel değildi. Sonat beni daha fazla utandırıp tedirgin etmemek için sadece yüzüme bakıyordu. Tereddüt ederek yeşil elbiseyi ona gösterdim. “Kız arkadaşınızın elbisesini giymemden rahatsız olmaz mısınız?”
Küçük bir dudak bükme hareketiyle elini gelişigüzel salladığında tepkimi ölçmek için gözlerini bana kenetlemişti. “Kız arkadaşım değildi, yatak arkadaşımdı.”
Ağzım bir karış açılmıştı. “Öyle bir şey mi varmış?” diye sordum safça. Bakışlarım yatağı bulduğunda gerçekler büyük bir utançla bana dönmüştü. Demek istediği şeyi anladığım için kıpkırmızı olmuştum. “Bayım hemen dışarı çıkar mısınız lütfen?” Bu utanmaz adamla aynı odanın içinde olmak bile beni rahatsız ediyordu.
Yüzümün değişen rengini görünce bıyık altında gülerek kapıya yürüdü. “Seni aşağıda bekliyorum.”
Odadan dışarı çıkınca hemen benim için getirdiği elbiseyi alıp banyoya girdim. Üzerimi değiştirmeden önce banyo kapısını kilitlemiştim. Onun tişörtünü çıkartıp yeşil elbiseyi elime aldığımda etiketi dikkatimi çekmişti. Kadın arkadaşının elbisesi daha önce hiç giyilmemişti çünkü üzerinde etiketi duruyordu. Etiket elbisenin yakasının iç kısmında olduğu için onu çıkarmayı unutmuşlardı.
Etiketi söküp elbiseyi denediğimde şaşırtıcı bir şekilde üzerime tam olmuştu. Yarım kollu, bisiklet yaka elbise birebir benim bedenimle aynıydı. Belimi sarmıştı ve uzunluğu dizlerimin bir karış üstündeydi. Saçlarımı düzelterek banyodan çıktığımda telefonumu alıp çantama koydum.
Odadan tam çıkacaktım ki yatağın sol tarafındaki komodinin üzerinde duran şeyle durdum. Gece lambasının hemen yanında duran kâğıt helva yutkunmama neden olmuştu. Midem kasıldı. Benim daha önce ona aldığım kâğıt helva olamazdı, değil mi?
Mümkün değildi, ucuz bir kâğıt helvayı neden saklasın ki? O gün deniz kenarında onun için aldığım kâğıt helvayı ya yemiştir ya da çöpe atmıştır. Orada duran kâğıt helvayı yeni almış olabilirdi, belki de o da kâğıt helvalarını seviyordur. Ayakkabılarımı giyip onun eşyalarını karıştırmadan hemen odasından çıkmıştım.
Odadan çıktığımda merdivenin hangi tarafta olduğunu anlamak için etrafıma baktım. Evi çok büyük olmalı ki üst katın koridoru beklediğimden daha büyüktü. Sol tarafa doğru yürürken etrafıma meraklı bakışlar atıyordum. Burası o kadar sessizdi ki duyduğum tek ses ayak bileğimdeki halhalın çıkardığı seslerdi. Ürkütücü denecek kadar sessiz bir evdi.
Bir kapının önünde durup kapı kolunu araladım. Etrafımı kontrol ettikten sonra kapıyı yavaşça aralayarak kafamı içeriye uzattım. Sıradan bir oda olduğunu görünce rahatlayarak kapıyı kapattım. En azından korktuğum gibi işkence aletleri veya ceset falan yokmuş. Neden böyle düşündüğümü bile bilmiyordum ama burada tüylerimi diken diken eden bir şeyler vardı. Belki de yabancı birinin evinde olmak bana böyle hissettiriyordu.
Tam geri dönecektim ki koridorun tam karşısındaki odayla durdum. Gündüz olduğu için bu kattaki tüm odaların ışığı kapalıydı ancak o odanın kırmızı ışığı kapının altında sızıyordu. Kapının altındaki küçük boşluktan kırmızı neon ışığı görebiliyordum.
Küçük ve sessiz adımlarla yürüyüp kapının önünde durdum. Sebepsiz yere içeride ne olduğunu merak etmiştim. Elimi kapı koluna uzattığım esnada, “İnsanların evini hep böyle gizlice karıştırır mısın?” diyen bir ses duyunca sıçrayarak arkamı döndüm. Sonat koridorun diğer ucunda durmuş alaycı gözlerle beni izliyordu. “Evime bir hırsızı almış olamam değil mi?”
Bu adam ya bana dilenci diyordu ya da hırsız. Yakalanmanın getirdiği utançla yerimde rahatsızca kıpırdanıp bakışlarımı kaçırdım. “Şey ben çıkışı bulamadım.” Sesim içime kaçmış gibi fısıltıyla çıkarken ona önünde durduğum kapıyı gösterdim. “Bu odada ne var?”
Arkamdaki kapıya baktığında yüzündeki alaycı ifade kaybolmuştu. Bakışlarında yakaladığım karanlık bir parıltıyla o an içimi bir ürperti sarmıştı. Sonat kendini toparlayarak bana bakınca kahverengi gözleri ikaz eder gibi ciddiydi. “Orada görebileceğin bir şey yok.” Hemen sonra başıyla arkasını işaret etti. “Merdivenler bu tarafta.”
Tek kelime etmeden kapıdan uzaklaşıp ona doğru yürüdüm. Ona fazla yaklaşmamaya dikkat ederek yanından geçip adımlarımı hızlandırdım. Bu adamda beni rahatlatan ama aynı zamanda korkutan bir şeyler olduğu için onun yanında gardımı indiremiyordum. Bu gizemli halleri bazen havalı geliyordu bazense ürkütücü.
Hızlıca basamakları inip hemen çıkış kapısına yürüdüm. Arkamdan, “Gidiyor musun?” diyen sesini duyunca mecburen durmak zorunda kalmıştım. Beni evinden ağırlamışken kaçarcasına gitmem hoş olmazdı. Öncesinde düzgün bir şekilde vedalaşmalıydım.
Ağır adımlarla merdiveni inip tam karşımda durduğunda iki adım geriye çekilerek aramıza biraz mesafe koymuştum. Bakışları adımlarımı takip edince bir an kaşlarını çatar gibi oldu ama son anda bunu yapmaktan kendini alıkoydu. Beni korkutmamak için bakışlarını olabildiğince yumuşatıp derin bir nefes aldı. “Tüm gece miden guruldayıp durdu, belli ki uzun zamandır bir şey yemedin. Karnını doyur öyle git.” Beni rahatlatmak ister gibi gülümsedi. “Senin için kahvaltı hazırlattım.”
“Teşekkür ederim, Sonat Bey ama gitmem gerekiyor.” Daha önce birkaç kez deniz kenarında karşılaşmak dışında onunla hiç samimiyetim olmadığı için ona karşı resmiydim. “Dün geceden beri kayıbım ailem çok merak etmiştir.”
Sonat içinde anlayış barındıran bir tebessümle başını yavaşça salladı. “O zaman seni evine bırakayım.”
Fazladan bir saniye bile düşünmeden, “Hiç gerek yok,” dedim aceleyle. “Bana evinizi açtığınız için çok teşekkür ederim ama kendim gidebilirim.” Boşanma arifesinde olsam da başka bir adamın arabasıyla eve gidemezdim. Kimseye bunu açıklayamazdım.
Sonat tam bir şey söyleyecekti ki, onun yoğun bakışlarından kurtulmak için başımı eğip hemen çantamdan kalem ve küçük not defterini çıkardım. Not defterine telefon numaramı yazıp yırttığım sayfayı ona uzattım. “Kız arkadaşınız elbisesi için geri dönerse elbisenin ücretini ödemem için bu numaradan bana ulaşabilir.”
Elbisenin etiketini gördüğüm için çok pahalı olduğunu biliyordum. Böyle bir elbiseyi kabul etmemin tek nedeni sahibine parayı geri ödemekti. Henüz yatırımcılarla sözleşmeyi imzalamadığımız için param yoktu ama bu hafta içinde fazlasıyla olacaktı. Numaramın yazılı olduğu sayfayı aldığında kafa karışıklığıyla üzerimdeki elbiseye bakıyordu. “Alt tarafı bir elbise bunun için kimseye ödeme yapmak zorunda değilsin.”
“Çok pahalı bir elbise.”
Etiketin içinde kaldığından haberi olmadığı için kaşları yavaşça çatılmıştı. “Biri sana bir şey verdiğinde hemen fiyatını mı araştırırsın?” Burnunun kemerini sıkıp nefesini sertçe verdi. “Sadece teşekkür etsen olmaz mı?”
Beni terslediği için homurtuyla karışık sesler çıkartarak çantamdaki etiketi avucuna bıraktım. “Bir şey araştırdığım yok etiketi içinde kalmış,” dediğimde kısık bir sesle küfretti. “Siktir!”
Geriye çekilip oldukça yumuşak bir sesle, “Teşekkür ederim,” dedim bir kez daha. Dün gece birçok konuda bana yardım ettiği için dudaklarımda minnet dolu bir tebessüm belirmişti. “Bana yardım etmeseydiniz o sahil kenarında başıma neler gelirdi, düşünmek bile istemiyorum. Size borçlandım.”
Elinde tuttuğu not kağıdını ona gösterdim. “Mevcut şartlarda benim de sizin için yapabileceğim bir iyilik olursa bir seferliğine mahsus beni arayabilirsiniz. Hoşça kalın.” Bunları söyledikten sonra daha fazla vakit kaybetmeden dışarı çıktım. Onun evinde kalamazdım ama bana yaptığı iyiliği de unutmayacaktım.
Dışarı çıktığımda bahçede nöbet tutan koruma sayısıyla ağzım bir karış açılmıştı. Sonat’ın da korumaları olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Neden korumaya ihtiyaç duyuyordu? Kimdi bu adam? Babamın dünyasındaki insanlardan biri olabilir miydi? Onun sıradan bir iş insanı olduğunu düşünmüştüm ama sıradan insanların korumaları olmazdı. Onun hakkında bilmediğim çok şey vardı.
Kafamda birçok soru işaretiyle bahçe kapısına yaklaştığımda durup arkama baktım. Sonat açık kapının tam önünde duruyordu. Görkemli bir şatonun gizemli sahibi gibi kapının önünde durmuş beni izliyordu. İfadesi donuktu sanki gidişime sinirlenmişti. Bakışlarımız birbiriyle buluşmadan önüme dönüp bahçeden çıkmıştım. Çok garip ve gizemli biriydi.
***
Taksi malikanemizin önünde durunca aşağı inip evi koruyan korumalardan taksinin ücretini ödemelerini istemiştim. Bahçe kapısından içeri girdiğimde bahçede haddinden fazla koruma vardı. Babam tüm adamlarını avluya toplayıp onlara kızıyordu. Babamın kaşları çatıktı, omuzları gerilmişti ve yüzündeki tüm damarlar seğiriyordu. Üzerinde ceketi yoktu, kravatı gevşekçe boynundan sarkıyordu ve tüm gece hiç uyumamış gibi kızgın gözlerinde uykusuzluk akıyordu.
Daha önce hiç görmediğim bir öfkeyle karşısındaki adamlara bakıp, “Gerekirse İstanbul’un altını üstüne getirin ama kızımı bulun!” diye gürledi. Sabaha kadar korumaları şehrin dört bir yanına saldığını tahmin edebiliyordum.
“Baba,” diye ona seslendiğimde hemen sesime refleks gösterip döndü. Beni görünce tüm gece soluğunu tutmuş gibi sesli bir şekilde nefesini vermişti. İhtiyar vücudu gevşerken beni görmenin rahatlığıyla omuzları gevşedi. Aceleyle bana doğru adımlar atarken onun, “Farah’ım,” deyişine kaç ömür sığdırdığımı hiç bilmiyordu.
Koşarak ona sımsıkı sarıldım. “Özür dilerim baba sana haber vermeliydim.” Hızlıca ona açıklama yaparken babam hiçbirini duymuyormuş gibi beni göğsüne çekmişti.
Elini başımın arkasına koyup yüzümü göğsüne bastırdığında onun kollarının arasında kaybolmuştum. Babam şu an için hiçbir açıklamayla ilgilenmiyordu, ilgilendiği tek şey iyi olmam ve ona dönmemdi. Kendini iyi olduğuma ikna etmeye çalışırken vücudundaki titreme hiç kesilmemişti. Başımın yaslı olduğu göğüs kafesi şiddetle sarsılıyor, kalbi patlayacakmış gibi hızlı atıyordu.
Nefes alışları bile düzensizken, “Beni çok korkuttun, Farah,” diyen sesi onu güçlükle duyacağım bir kısıklıktaydı. “Bunu bir daha sakın yapma.” Dudaklarını saçlarımın tepesine bastırdığında derin bir iç çekişle saçlarımın kokusunu içine çekmişti. “İhtiyar yüreğim sana bir şey olmasını kaldıramaz.”
Onun kollarının arasından çıkmama izin vermeden çenemi kavrayıp başımı kaldırdı. Göz göze geldiğimizde yaşadığı duygu yoğunluğundan gözleri dolmuştu. “Başına bir şey geldi diye çok korktum.”
“Baba düşüncesizlik ettim çok özür dilerim.” Gözlerine akın eden yaşlar belki onu ağlatmamıştı ama beni ağlatmıştı. Benim yüzümden gözlerinin buğulandığını görmek bile benim için büyük bir azaptı. “Ben sadece biraz yalnız kalmak istemiştim.” Kirpiklerimin arasından taşan bir damla yaşla başımı salladım. “Gerçekten çok özür dilerim.”
Tüm gece onu habersiz bırakıp ne kadar korkuttuğumu hatırlayınca ifadesi değişmişti. Az önce bana sevgiyle bakan gözleri şimdi öfkesinin esiri olmuştu. Çattığı kaşlarının arasında derin çizgiler oluştuğunda çenesini sıktı. İyi olduğumu gördüğüne göre artık canıma okuyabilirdi. Benden ayrılıp sinirli bir şekilde bana evi gösterdi. “İçeri geç konuşacağız.”
“Peki.” Süt dökmüş kediler gibi başımı eğip eve doğru isteksiz adımlar attım. Adımlarım geri geri giderken eve girmeyi hiç istemiyordum. Babam arkamdan gelmeseydi belki kaçıp gidebilirdim.
Eve girip salona geçince herkesin burada olduğunu gördüm. Annem, Kerim amcam ve yengelerim salona toplanmıştı. Aynı şekilde kuzenlerimde buradaydı. Ortalarda kaybolduğumu duyunca Asaf ve Aksa’da buraya gelmişti. İkisinin dün geceden beri burada olduğunu ve beni bulmak için Asaf’ın adamlarını dört bir yere saldığını tahmin edebiliyordum. Annem ve tüm kuzenlerim beni görünce rahat bir nefes alıp ayağa kalkmışlardı ki, babam peşimden içeri girince hepsi yerine oturmak zorunda kalmıştı.
Babam bu kadar sinirliyken yanıma gelip bana iyi davranamazlardı. Babam salonun en başındaki yerini alınca yaşadığım stres artmıştı. Herkes bir yere oturmuşken ayakta duran sadece bendim. Kendimi aile mahkemesine çıkmışım gibi hissediyordum. Annem daha fazla dayanamayıp yerinde gergince kıpırdandı. Bunu yaparken gözlerini bir saniye olsun üzerimden çekmiyordu. “Dün gece nerede kaldın?”
“Bir oteldeydim,” diye yalan söylemek zorunda kaldım. Herkes bu kadar gergin ve sinirliyken onlara hiç tanımadığım bir adamın evinde kaldığımı söyleyemezdim.
“Hah!” Seçil burnundan solurken tuhaf bir ses çıkartıp aşağılayan bakışlarını bana dikti. “Henüz kocandan boşanmadan tek başına otellerde mi kalıyorsun?”
Seçil’in iğneleyici laflarına alışık olduğum için onu görmezden gelip anne ve babama döndüm. “Üzerimde ciddi bir iş stresi vardı ve biliyorsunuz tüm bunlar benim için çok yeni şeyler.” Suçlu çocuklar gibi boynumu büküp dudaklarımı üzgünce sarkıttım. “Sadece yalnız kalıp biraz kendimi dinlemek istemiştim ama sonra yağmur bastırınca eve gelmeye üşendim. Bende yakındaki bir otelde kaldım.”
Annem sinirlenerek parmaklarını avucunun içine büktü. “Arayıp bize haber vermeyecek kadar sorumsuz biri misin?” Tüm gece benim için endişeden deliye döndüğü için kızmakta hakkı vardı.
“Telefonumun şarjı bitmişti, özür dilerim anne.”
“Bir özürle bu iş çözülecek mi?” Nesibe yenge açığımı bulduğu için bana sataşmadan duramadı. Sanki üzerimde çok hakkı varmış gibi kollarını göğsünde birleştirmiş benden hesap soruyordu. “Genç bir kızın gece yarıları otel odalarında ne işi var?”
“Sen bunu benim kızıma değil, kendi kızlarına sor, Nesibe.” Annem onun çenesini kapatarak ona Aksa’yı gösterdi. “Senin kızın beş yıl boyunca dışarılarda kaldı.” Hemen sonra Seçil’i gösterdi. “Büyük kızında çoğu zaman arkadaşımda kalıyorum diyerek geceleri eve gelmiyor.” Dizinin üzerinde duran elini biraz daha sıkarak ters bakışlarını yengeme çıkardı. “Kızımdan hesap sormak senin haddine değil, herkes kendi kızıyla ilgilensin.” Aksa’yı niye karıştırıyor ki.
Babam uyarı anlamında boğazını temizleyince annem susmuştu. Derin bir nefes alarak yalvaran bakışlarımı babama diktim. “Diğerleri dışarı çıkabilir mi? Seninle özel olarak konuşacağım bir şeyler var.”
Herkes buna karşı çıktı çünkü beni sevenler doğru düzgün bir açıklama duymak istiyordu. Benden nefret edenler ise geceyi dışarıda geçirdim diye babamın karşısında beni köşeye sıkıştırmak istiyorlardı. Ancak babam onlara kapıyı gösterince mecburen hepsi dışarı çıkmıştı. Şimdi babamla ikimiz salonda yalnızdık.
Kimse konuştuklarımızı duymasın diye salonun kapılarını kapatıp babama döndüm. Babamın kahve gözleri yüzüme dalıp gittiğinde bana olan bakışları buruktu. Onun yüzünden çok yorulup işlerde bunaldığım için eve gelmediğimi düşünüyordu. Beni tüm bu kaosun içinde bıraktığı için bana karşı mahcuptu. Yüzüme baktıkça ona yardım edeceğim diye şu kısacık zamanda ne hale geldiğimi daha iyi görüyordu.
Gözlerim yorgunluktan kan çanağına dönmüştü, yüzüm sararmış ve daha şimdiden altı kilo vermiştim. Yanına gittiğimde babam bu yakınlıkta bana bakınca kendini daha da kötü hissetti. “Farah’ım…” derken bile sesi titriyordu. “Bahçemin gülü, evimin incisi.”
Elini uzatıp nazikçe yanağımı okşadı. “Daha fazla kendini yıpratmadan alıştığın hayatına geri dön babam. Ben bir şekilde her şeyi halledeceğim.” Birinin ona yardım etmesine her şeyden daha çok ihtiyacı vardı ama birazcık bile yorulduğumu görse kıyamıyordu bana.
“Asıl sen her şeyi bana bırak baba.” Yanağımı onun avucuna yaslarken ona olan bakışlarımda sonsuz bir sevgi vardı. “Nefes aldığım sürece kimsenin sana ve itibarına zarar vermesine izin vermeyeceğim. Sana göstermek istediğim bir şey var.” Çantamın içinde Aksa’nın geliştirdiği teknolojinin taslağını çıkardım. Bugünkü sunumdan hâlâ haberi yoktu.
“Her hafta sonu Aksa’nın evinde kalmamın nedeni buydu. Aksa’nın son günlerde bir teknoloji üzerinden çalıştığını sana söylemiştim.” Babam anlamayan bir ifadeyle çalışmamızın bir kopyası olan dosyayı aldı. Çocukça bir proje sandığı dosyayı alıp incelemeye başlamıştı.
Babam oradaki verileri kontrol ederken bende ona olanları anlatıyordum. “Bu proje Aksa’nın çalışması. Batmak üzere olduğumuzu anlayınca Arksaonix Technologies’i bitirmek için gece gündüz uğraştı. Tabii Asaf’ın da yardımları büyük, onun için güvenli bir çalışma alanı ve ona yardım edecek bir ekip kurdu. Hepsi bu da değil, teknolojinin sunumunu yapmam için Asaf dün bana en iyi yatırımcıların olduğu bir toplantı ayarladı.”
Babam yakında üreteceğimiz teknolojinin detaylarını incelerken dudaklarımda küçük bir tebessümle onu izliyordum. “İnanmayacaksın ama dün o toplantıya katılıp sunumu yaptım.” Ofiste olanları hatırlayınca bile oradaki gerginliği ve stresi tekrar tekrar yaşıyordum. “Orada olup kızını görmeliydin, ben bile bu kadarını yapacağımı sanmıyordum. “
“Tüm yatırımcıları paralarını Arksaonix’e yatırmaya ikna ettim. Bu hafta içinde sözleşmeyi imzalıyoruz. Onlardan alacağım 62 milyon dolarla bizi bu bataklıktan çıkartacağım,” dediğim an babam gözlerini belerterek başını hızla kaldırdı. “62 milyon dolar mı?” diye sorarken nutku tutulmuş gibi yüzü sararmıştı. “Farah kimse o kadar parayı bir makineye yatırmaz.”
“Tek kişi yatıramaz ama dokuz kişi bu parayı pekâlâ çıkartabilir.” Dolandırıldıklarını bilmelerine rağmen Gurur ve Asaf’ta yatırımcılarımızdandı. Bu hafta içinde onlarla da sözleşmeleri imzalayacaktık. Gurur neden parasını bu işe yatırıyordu, bilmiyordum ama Asaf’ın gerekçesi çok açıktı. Aksa’yı mutlu etmek için bu projede yer alıyordu.
Hepsinin bu işe yatırım yapmaya ikna olduğunu duyunca babamın şaşkınlığı artmıştı. Şu an için mutlu olmanın yakınında bile değildi çünkü endişeleneceği başka şeyler vardı. Makinelerin yapımında kullanılacak alet ve ürünlerinin olduğu sayfalara bakınca telaşa kapılmıştı. “Farah sen başına nasıl bir bela aldın?”
Dosya parmaklarının arasından düştüğünde birileri bizi dinliyor mu diye kapıyı kontrol etti. “Bu makinenin üretim maliyeti 62 milyon dolar değil. O yatırımcılar fiyatları şişirdiğini nasıl anlamadı?”
“Baba bunu onlara o şekilde pazarlamadım. Evet, fiyatları şişirdim ama 62 milyon doları sadece tek bir makine için kimse vermez. Bu makineden binlercesini üreteceğiz. Üretim sayısı, dağıtım ve işçi sayısıyla birlikte maaşlarını da göz önünde bulundurmalarını sağladım. Üstelik reklam gücü ve uluslararası satış… Hepsinin maliyetini 62 milyon dolar olarak gösterdim. Firma başına daha az düştüğü için bu parayı çıkarmaları onlar için zor olmayacak.”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Bu bir nevi danaya dokuz kişi girmek gibi bir şey baba.”
“Paralarını geri alamazlarsa o dokuz kişi bize girecek, Farah!”
“Çok ayıp ya, o nasıl söz öyle.”
“Konuyu çarpıtma.” Yüzünü sertçe ovuştururken karşısında bir deli varmış gibi bana bakıyordu. “Bu bildiğin nitelikli dolandırıcılık.” Sinirden odanın içinde dönüp durmaya başladığında burun deliklerinden adete dumanlar çıkartıyordu. “Ailemdeki herkes mi dolandırıcı çıkar, anlamıyorum!”
“Baba biz sektörün en köklü mafya ailelerinden biriyiz farkında mısın?” dedim sakince. “Adam öldürüyoruz, çatışmalara giriyoruz, silah kaçakçılığı yapıp evrakta usulsüzlük yapıyoruz. Tüm bunları yapmamızda bir şey yok ama birkaç yatırımcıyı dolandırmayı mı abartıyorsun?”
“Adamlardan 62 milyon dolar çarpmışsın, Farah! Bu dolandırıcılığın da çok üstünde bir dolandırıcılık! Nesin sen, soyguncuların lideri falan mı?”
“Babacığım gururumu okşuyorsun ama sen böyle bağırarak kızınca kulağa pek beni övüyormuşsun gibi gelmiyor.”
“Farah seni kurşuna dizeceğim, bir de yüzsüzce övgü mü bekliyorsun? Kuzu postuna bürünmüş kurt seni!” Belindeki silahı çıkartıp emniyeti açtığında hemen ellerimi yukarı kaldırdım. Teslim olduğumu gösterircesine ellerimi yukarıda tutarken, “Baba önce bir dinle,” dedim hızlıca. Beni vurmayacağını biliyordum ama sağa sola ateş edip annemin eşyalarına zarar verirse annem canımıza okurdu.
“Bizim ilk önceliğimiz borçlarımızı kapatıp iflası ortadan kaldırmak.” Bunları söylerken onunla göz kontağını kesmiyordum. “Yatırımcılardan alacağımız parayla bir haftada işleri tersine çevirebiliriz. Bu alemdeki herkese biz hâlâ buradayız deyip yerimizi sağlamlaştırabiliriz. Eskisi gibi iyi bir sükse yapacağımız için kesilen para akışımız devam edecek.”
Anlattıklarım ilgisini çekmeye başladığı için çatık kaşları düzelmeye başlamıştı. Karşısında durup yumuşak bir sesle ona planlarımı anlatmaya devam ettim. “Ekonomik durumumuzu düzeltince hissedarlarımız sahip oldukları hisseleri satmaya kalkışmayacak. Eskisi gibi bizi destekleyecekler, üstelik şirketimiz yeni iş anlaşmaları yapmaya devam edecek.” Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünerek bu riski almıştım.
“İtibarımızı kazanınca altı ay içinde eskisinden daha iyi bir şekilde toparlayacağız.” Bu konuda ona güven vermek için hafifçe gülümsedim. “Şirket ve diğer şubelerimizin bize kazandıracağı paralar ve diğer usulsüz yollardan elde ettiğimiz paralarla yatırımcıların sermayesini altı ayda çıkartabiliriz.”
Babam söylediğim her cümleyi beyninin merceğinden geçirince haklı olduğumu anlamıştı. Riskli bir işe kalkışmıştım ama her şey planladığım gibi giderse bu bataklığın içinde çıkma ihtimalimiz vardı. Dibi bulmuşken bu noktada büyük bir risk almamız gerektiğini o da biliyordu. Eğer şimdi iyi bir sıçrama yapmazsak herkes üzerimize basıp bizi ezecekti. Bu noktada 62 milyon dolarlık bir vurgun yapmaktan başka çaremiz yoktu.
Söylediklerim aklına yattı ancak bu konuda hâlâ tereddütleri olduğunu görebiliyordum. Bugün onu çok yıprattığımız için elinin tersiyle alnından biriken teri silerken nefesini sesli bir şekilde verdi. “Eğer yatırımcıların parasını denkleyemezsek ve bu iş patlak verirse…” Omuzlarımı kavrayarak yavaşça üzerime eğildi. “Tüm suçu benim üzerime yıkacaksın. Farah sen cezaevine asla girmemelisin.”
“Baba-“
“Bana söz ver, Farah.” Dolandırdığımız yatırımcılar piyasanın büyük insanları olduğu için rahat durmazlardı. Babam bunu bildiği için beni onlardan korumaya çalışıyordu.
Yüzümü ellerinin arasına alıp biraz daha üzerime eğildi. “Yaşanılacak en küçük bir aksilikte seni buna zorladığımı söyleyeceksin.” Başparmaklarıyla yanaklarımı okşarken yalvarırcasına, “Bana bunun sözünü vermelisin,” diye fısıldadı.
Sırf içini rahatlatmak için, “Söz veriyorum baba,” dedim ama hiçbir koşulda bu sözü tutmayı düşünmüyordum. İşler planladığım gibi gitmezse babamı bunun dışında bırakarak tüm suçu üstlenecektim.
Benden istediği sözü alınca ihtiyar yüzü gevşedi, dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “İyi bir vurgun yaptın küçük ördek.” Uzanıp dudaklarını alnıma bastırdığında gözlerim kendiliğinden kapanmıştı.
Babamın dudakları bir süre alnımda kaldı sonra da “Sen başıma gelen en iyi şeysin, Farah’ım,” diyen o sıcak ve sevgi dolu sesini işittim. İsmim bir tek babamın dudaklarından döküldüğünde bir anlam kazanıyordu çünkü babam, bana Farah’ım diyen tek kişiydi. Babamın beni sahiplenme şekli bile çok güzeldi.
“Efendim,” diyen bir koruma aceleyle içeri girince babamla birbirimizden ayrılmıştık. “Gurur Bey geldi.”
Babamın tüm vücudu buz kestiğinde ben artık sinirden çığlık atmak istiyordum. Gurur’un içeride casusları olmalı ki eve dönmemin üzerinden çok zaman geçmeden soluğu burada almıştı. Döndüğümü öğrenince benden hesap sormak için hemen gelmişti. Babama dönüp ona kapıyı gösterdim. “Sen lütfen karışma bunu ben hallederim.” Gurur’la konuşmam için bizi yalnız bırakmalıydı.
Babam isteksiz bir şekilde başını sallayıp dışarı çıkmıştı. Salonun en başındaki koltuğa oturarak Gurur’u bekledim. Bize onun gelişini bildiren koruma dışarı çıkıp ona salonda olduğumu bildirecekti. Gurur’u beklerken gözlerimde endişe vardı, vücudum gergindi ve koca salonda tam bir sessizlik hakimdi. Ta ki çift kanatlı kapı büyük bir gürültüyle açılana dek. Yanında Ali ve Yalçın’la Gurur içeriye bir fırtına gibi girmişti. Hoyrat, aksi ve deli bir fırtına…
Sarı saçları dün gecenin öfkesini yansıtırcasına darmadağındı, alnına düşen birkaç tutam terden nemlenmişti. Yeşil gözlerinde öylesine yoğun bir öfke vardı ki bakışları adeta parlıyordu. Bir girdap gibi beni içine çeken gözleri ruhumu delip geçiyordu. Beyaz gömleğinin yakası açıktı ve gömleğinin düğmeleri her an çözülecek kadar gergin duruyordu. Geceyi kimin yanında geçirdiğimi bilmediği için yumruk yaptığı ellerinin üzerinde mavi damarlar belirginleşmişti.
Sıktığı ellerini siyah kumaş pantolonunun hizasında tutuyordu. Attığı her adımla ayakları yere sertçe basıyordu. Tüm gecenin öfkesini üzerinde barındırarak yeri göğü inletircesine bana gelmişti. Yavaşça koltuktan kalktığımda Gurur çatık kaşlarının altında kızgınlıkla beni izledi. “Tüm gece neredeydin?” Sesi bastırılmış bir çığlık gibiydi. Benden hesap sorarken sesini yükseltmemişti ancak boğazındaki öfke sesini daha gür yapmış ve kalınlaştırmıştı.
Tam ona cevap verecektim ki üzerimdeki yeşil elbiseyi görünce yüzündeki kılcal damarlar bile belirginleşti. Görmekten nefret ettiği bir şeye bakar gibi giydiğim yeşil elbiseyi inceliyordu. Yumruk yaptığı elleri bile sinirden titriyordu ama vücudu kaskatı kesildiği için parmaklarını çözemiyordu. “Bu elbiseyi o piç mi sana aldı?” Telefonda duyduğu sesin kime ait olduğunu bilmemek onu delirtiyordu.
Nabzı boğazında atmaya başlamıştı. “Kim o herif?” diye sorarken bunun cevabı için adeta çıldırıyordu.
Gurur bu kadar sinirliyken korkudan tir tir titriyordum ama derin nefesler alarak bunu ondan gizlemeye çalışıyordum. “Bir arkadaşım.” Saf ayağına yatıp masum bulduğum bir ifadeyle sorusunu yanıtladım. “Geceyi bir arkadaşımın evinde geçirmenin nesi yanlış?”
Hızlı adımlarla yürüyüp tam karşımda durduğunda beden dili çok agresifti. Yüzüme karşı canımı yakarcasına hatta beni sindirircesine öfkesini kusmak istiyordu ama şu an için sadece tersçe bakmakla yetiniyordu. “Kuzenlerinden başka senin hiç arkadaşın yok, Farah.” Adımı dişlerinin arasından ezercesine söylerken göğüs kafesi hızlı hızlı inip kalkıyordu. “Ne zamandan beri bir arkadaş edindin, benim niye bundan haberim yok?”
“Sahibim misin, Gurur niye her şeyi sana rapor edeyim?” Sıradan bir şeyden bahseder gibi yumuşak çıkan sesim ve nahif hareketlerim bu aşamada onu daha çok kızdırıyordu. “Evet, eskiden bir arkadaşım yoktu ama bir süredir var. Onunla daha önce birkaç kez karşılaşmıştık.”
Müjdeli bir haber verir gibi gözlerimi kırpıştırıp ona sevimlice gülümsedim. “Dün gece beni sokakta tir tir titrerken bulunca evine götürdü, sonra da arkadaş olduk.” Onun evine gitmekle çok iyi bir şey yapmışım gibi gülüşüm genişledi. “Artık benim de bir arkadaşım var.” Elbisemin eteklerini tutarak ona gösterdim. “Bak bunu o bana aldı.”
Cıvıl cıvıl bir sesle ona başka bir adamdan bahsetmemle kan beynine sıçramıştı. Gözü seğirirken sinirlerine hâkim olmak için kendisiyle cebelleşiyordu. Tıslar gibi bir sesle, “Doğru dürüst tanımadiğun bi adamun evine mi gittun?” diye sormuştu ki dilini sertçe ısırarak kayan şivesine lanetler yağdırdı. Sinirlenince hep Karadeniz ağzıyla konuşurdu.
“Birkaç kez karşılaştığın biriyle nasıl arkadaş olursun?” Bu sefer otokontrolünü sağlayıp tek bir kanalda kalmayı başarmıştı. “Bu kadar mı safsın!” Sakinleşmek için gözlerini kapatıp derin nefesler aldı ama hiç işe yaramış olmalı ki eskisinden daha sinirli bir şekilde gözlerini açtı. “Gecenin bir yarısı seni bulması sence tesadüf olabilir mi?”
Gırtlağından çıkan sesi kalınlaşırken her an burayı dağıtacakmış gibi kendini kasıyordu. “Doğru düzgün tanımadığın bir adamın evine öylece gidemezsin, Farah.” Geniş omuzları kasıldığında üzerindeki gömleği biraz daha gerilmişti. “Sikeyim, sen gerçekten katıksız bir aptalsın!” Öfkeyle bağırdığında boğazında bir yumru varmış gibi kelimeler ses tellerini parçalayarak çıkmıştı.
“Gurur lütfen sesinin desibelini biraz düşür,” diye nazikçe ondan rica ettim. “Gittiysem ne olmuş, gördüğün gibi tek parça halinde eve döndüm.”
İğrenircesine elbiseme baktığında şakaklarındaki damarlar seğiriyordu. “Neden üzerinde onun aldığı bir kıyafet var?” Sesi hırıltıyla karışık çıkarken dişlerini gıcırdatarak sıktı. “Telefonda ne duşundan bahsediyordu?”
Onu deliye çeviren o ihtimalle yüzü sertleştiğinde çenesini sıktı. Kelimeler can çekişir gibi dudaklarından çıkarken küfreder gibi ve biraz da haykırır gibi, “Geceyi onunla mı geçirdin!” diye sordu.
“Evet,” dedim çok rahat bir şekilde. Yüzündeki tüm kan çekildiğinde sıradan bir şeyden bahseder gibi hızlıca başımı salladım. “Ne var bunda, seninle de birçok gece geçirdim.”
“Benimle kafa bulmaya cüret etme, Farah!” Kolumu tutup beni dibine kadar çektiğinde sinirden yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun.” Her an patlamak üzere olan bir bomba gibiydi.
Gözleri büyük bir öfkeyle yüzümü taradıkça çenesindeki titremeyi görebiliyordum. Bunu nasıl başarıyordu, bilmiyordum ama bu kadar sinirliyken bile canımı yakacak bir şiddette kolumu sıkmıyordu. Üzerime eğilerek yakınlığıyla bana nefes aldırmamıştı. “Madem açık açık duymak istiyorsun…” Yüzlerimizi hizalayıp gazap dolu gözlerini bana kenetledi. “Onunla birlikte oldun mu!” Sesindeki öfke artık kırgınlıkla ve ihanet duygusuyla yarışıyordu.
Ağır bir hareketle başımı omzuma yatırırken dudaklarımı büzerek doğrudan gözlerinin içine baktım. “Birlikte olmayı bana tanımlarsan bende neyi bilmek istediğini daha iyi anlayabilirim.” Dört yıl boyunca ona yaptığım gibi ısrarla aptalı oynayıp gözlerimi merakla kıstım. “Tam olarak neyden bahsediyorsun, Gurur?”
Hızlanan kalbinin şiddetini duyarken öfkesi yoğun bir korkuya dönüşmüştü. Başka bir adamın koynuna girme ihtimalim bile onu kahretmeye yeterdi. Kalbinin içinde fırtınalar koparken acılar içinde kıvranırcasına kaşları büküldü. “Farah n’olur bırak şu oyunu.”
Bağırıp çağırarak beni konuşturamayacağını anlayınca bana teslim olmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. Yalvarırcasına bana bakıp kısık ve hırıltılı bir sesle, “Biliyorum bana çok kızgınsın ama beni böyle cezalandırma,” dedi sitemle. Daha fazlasını hak ettiğini iyi biliyordu.
Dudakları aralandı ancak bir kez daha o kelimeler dökülmedi dudaklarından. Başka bir adamla yatıp yatmadığımı sormak bile canını yoğun bir şekilde yakıyordu. Bunun yerine aynı soruyu farklı şekillerde sordu. Bunu yaparken bile rahatsızlığı yüzünden okunuyordu. “Beni aldattın mı?”
Bu sefer bana karşı daha yumuşak ve daha ılımlı bir adım attığı için inadı bırakıp, “Hayır, geceyi onunla ayrı odalarda geçirdik,” dedim son derece ciddi bir şekilde. “Düşündüğün şekilde seni hiç aldatmadım. Ne dün gece ne de ondan önceki günlerde.”
Tam rahatlayarak nefesini vermişti ki, kurduğum cümlenin ucu açık olduğunu anlayınca tekrar gerildi. Kolumdaki parmakları buz keserken kaşları yavaşça çatılmıştı. “Düşündüğüm şekilde mi?” Soğuk sesi fırtına öncesi dinginlikteydi. “Yani beni aldattın ama düşündüğüm şekilde değil, öyle mi?” Gözbebekleri küçüldüğünde tüm vücudu öfkeyle dolmuştu. “Bu ne demek lan! Nasıl bir cümle bu?”
“Bana lan deme lütfen.”
Dişlerini kırmak istercesine sıkarken dik dik bana bakıyordu. “Demeyiz şimdi cevap ver, kurduğun o sikik cümle ne anlama geliyor?”
“Ortada fiziksel bir aldatma yok.” Kolumu yavaşça onun elinden kurtarıp arkaya doğru birkaç adım attım. Bunu yaparken elimi sol göğsümün üzerine bastırmıştım. “Ama duygusal olarak bir aldatma var. Bir dakika… Gerçi bu bir aldatma sayılmaz.”
Bir şeyi yeni hatırlamış gibi yapıp gözlerimi kocaman açtım. “Seni aldatmış sayılmam çünkü bunu yapabileceğimi sen söylemiştin.” Günlerdir içimi kemiren bir yükten kurtuluyormuşum gibi ona kocaman gülümsedim. “Rızan dahilinde yapılan bir şey aldatma sayılmaz.”
Hiçbir şey anlamadığı için bir anlığına omzunun üzerinden arkasında bulunan Ali ve Yalçın’a bakmıştı. Ancak onlarda ne demek istediğimi bilmediği için kafa karışıklığıyla birbirlerine bakıyorlardı. Gurur bana döndüğünde içini talan eden bir kasırgayı bastırıyormuş gibi dikleşmişti. “Ne sikimden bahsediyorsun?” Ağzı bozuk herifin tekiydi.
Dikkatli gözlerle onu izlerken bakışlarıma biraz gizem katıp üzülmüşüm gibi dudaklarımı büzdüm. “Olamaz, gerçekten hatırlamıyorsun.” İnatçı bir tutumla kollarımı göğsümde birleştirip tüm ağırlığımı bir ayağımın üzerine verdim. “Kiminle olduğumu veya onunla ne yaptığımı merak etmemelisin, Gurur çünkü bu anlaşmamıza dahil değil.”
Lafı uzattıkça gerginliği hat safhaya yükseldiği için yanında duran ellerini sıkıp sıkıp açıyordu. “Ne anlaşmasından bahsediyorsun?”
Göğsümde düğüm olan kollarımı çözdüğümde her hareketimi en ince ayrıntısına kadar izliyordu. Ona maziyi hatırlatan bir ifadeyle geçmişteki sözlerini birebir alıntıladım. “Evliliğimiz seni hiçbir konuda kısıtlamayacak,” dediğimde hatırladıklarıyla sertçe yutkunmuştu. Gözleri fal taşı gibi açıldığında nefesi kesilmişti. Birazda sen tat bakalım bu sözlerin keskinliğini.
İki adım daha geriye çekildiğimde aramıza koyduğum mesafeyle bakışıyordu. Bense son derece sakin ve soğukkanlı bir şekilde onu izliyor, ona kendi sözlerini hatırlatıyordum. “Seni zorladığım bu evlilikte özgürlüğünü elinden almayı düşünmüyorum.” Yıllar önceki sözlerini harfi harfine ona iletirken o kadar rahattım ki, bu rahatlığım onu çıldırtıyordu.
Başından aşağıya buz gibi sular dökülmüş gibi alnındaki damarlar kabardığında sesi hiç çıkmadı. Kendi sözlerinin gazabına uğrarken boynundan başlayan bir kızarıklık yavaş yavaş tüm yüzüne yayılmıştı. Nefes alışları düzensizleştiğinde bedenindeki içsel fırtınaya direniyordu. Vücudunun verdiği tepkileri keyifle izlerken geçmişin intikamını alır gibi soğukkanlıydım.
Onu ne denli çıldırttığımın farkında değilmişim gibi karşısında dimdik duruyor, bir zamanlar bana söylediği her şeyi eksiksiz bir şekilde tekrarlıyordum. “Dilediğin kişiyi sevmekte özgürsün,” dediğimde bunlar kendi sözleri olmasına rağmen kızgınlıkla yumruğunu sıkmıştı. “Eğer birine âşık olursan söyle boşanırız.”
Yanımda duran kolumu kaldırdım ve buradaki üç adamın gözleri önünde işaret parmağımı kendime doğrulttum. Bunu yaparken bir tek Gurur’a bakıyordum çünkü söylediğim her şey onun sözleriydi. “Benim için küçük bir kız kardeş gibisin.” Dudaklarımdan çıkan bu kelimeler tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Ona sert bir darbe indirmek için elimi kaldırmama bile gerek yoktu.
“Kendini daha rahat hissedeceksen yalnız kaldığımızda bana abi bile diyebilirsin.” Geçmişte kurduğu bu sözler yüzünden dilini sertçe ısırdığında bir küfür savurmuştu.
Öne doğru bir adım atarak başımı kaldırdım ve tüm ciddiyetimle gözlerinin içine baktım. Konuşmaya başladığımda ise sanki paramparça olmuştu. “Ben âşık oldum abi.” Nefesi göğsünde takılı kaldığında ona bu müjdeli haberi verir gibi heyecanla gülümsedim. “Boşanalım kız kardeşin sevdiğiyle olmak istiyor.”
Sanki tüm dünya bir anda altüst oldu.
Ya da altüst olan oydu.
Cıvıl cıvıl sesimden çıkanlarla odanın içindeki tüm oksijen bir anda tükenmişti. Ali ve Yalçın tuhaf gözlerle birbirine bakarken Gurur hiç kıpırdamıyordu. Sanki tüm vücudunda sarsıcı bir yıkım başlamıştı ve o, ilk ölümün hangi uzvundan başladığını bile anlayamıyordu. Karısı karşısında duruyor, gözlerinin içine bakarak ona abi diyor ve gülümseyerek başka birine âşık olduğundan bahsediyordu.
Yıllar önce şuursuzca söylediği sözler ona nasıl dönebilirdi? Bunu düşünerek deliriyordu. O sözlerin karmasının onu bulacağını hayal bile edemezdi. Yüzündeki sarsıcı ifadeyle dudaklarını güçlükle aralayıp, “Sen…” diyerek burnundan soluduğunda beden dili saldırıya geçmeye hazırlanır gibi kasılmıştı.
Delici gözlerini bana diktiğinde parmaklarını sıkarak avucunun içine hapsetti. “Bana abi mi dedun sen?” Sinirden boynundaki damarlar nabız gibi atarken köşeye sıkışmış yaralı bir kurt gibi her an beni parçalayabilirdi.
“Aklini mi kaçirdun kocanum ben senun, kocan!” diye gürlercesine bağırdığında şiddetli sesiyle korkudan kulaklarımı kapatmak istedim. “De bakayım bana ne abisunden bahsedeysun!” Kontrolü dışında ikinci kanala geçtiğini anlayınca iyice kızıp ağız dolusu küfretti. Buna engel olamıyordu ama gerçek anlamda sinirlenince şivesi hep kayardı.
“Bana ne kızıyorsun sana abi dememi sen istemiştin?” O sinirden çıldırmışken benim bu sohbetin başından beri bu kadar sakin, kibar ve kontrollü olmam onu delirtiyordu. “Başından beri seni abim gibi gördüğümü bilmiyor olamazsın.”
Gözlerinin içine iğneleyici bir ifadeyle bakıp yapmacık bir şekilde tebessüm ettim. “Neden bu kadar sinirlendiğini anlamıyorum, sende beni kız kardeşin olarak görüyorsun.”
Bu konuda ona duyduğum yoğun öfkeyi saklamaya çalışırken tırnaklarımı bacaklarımın iki yanına geçiriyordum. “Öyle olmasaydı gittiğin her yerde insanlara kız kardeşin gibi olduğumu söylemezdin.”
Tam konuşacaktı ki yine Karadeniz ağzıyla konuşmamak için son anda kendini durdurdu. Heybetli omuzları öyle bir kasılmıştı ki, gömleğin kumaşı kol kaslarının gerilmesiyle esniyordu. Aldığı her şiddetli nefesle omuzları hareket ediyor, göğüs kafesi artçı şoklarla hızlı hızlı inip kalkıyordu.
Nefes alışları sıklaştığında çatık kaşlarının altında kızgın gözlerle bana bakıyordu. “Sana o sözleri söylememin üzerinde çok zaman geçti!” Kıskançlık ve delicesine bir sahiplenmeyle, “Sikeyim, Farah kız kardeşim olmanın yakınında bile değilsin!” diye gürledi resmen.
Aramızdaki gerilimi ikimizde iliklerimize kadar hissederken yılların alışkanlığıyla bir yanı hâlâ beni çocuk kadın olarak görüyordu. Hakkımdaki gerçekleri öğrenmesine rağmen beni böyle görmekten kendini alıkoyamıyordu. Bu yüzden zor olsa da öfkesini dizginleyip sert çehresini yumuşatmaya çalıştı.
Bana doğru bir adım atıp bir çocuğu kandırır gibi o nazik sesle, “Beni abin gibi görmeyi bırak,” dedi rica eder hatta yalvarır gibi. “Kocanım ben senin, insan kocasına abi demez.”
“Ama sen demiştin beni abin olarak gör diye.”
“Şimdi de görme diyorum, Farah! Bunun nesini anlamıyorsun?”
“O zaman en başta öyle söylemeseydin. Kafamda seni bir abi olarak kodladım düzeltemem artık bunu.”
“Yemin ederim sikeceğim şimdi senin o yanlış kodlu kafanı da sana abi dedirten kendimi de! Abi demek yok diyorum ulan nesini anlamıyorsun!”
Dudaklarımı büzerek umursamaz bir ifadeyle omuzlarımı silktim. “Senin gelgitlerinle ilgilenmiyorum abi,” dedim inadına yapar gibi. “Yıllarca seni abim gibi görmüşken şimdi farklı düşünemem.” Gözlerinin içine bakarak mutluluk içinde kıkırdadım. “Hem ben dün gece başka birine âşık oldum, senden boşanıp onunla evleneceğim.”
“Sikerim!” Sertleşen yüzü öfkesini yansıtıyordu ama hâlâ tetiğe basılmamış bir silah gibi tehlikeli ve tehditkardı.
Yeşil gözleri karısına bakar gibi değil, avını izleyen bir yırtıcı gibi netleşerek bana kilitlenmişti. “O siktiğim piçiyle bir gece geçirdin diye hemen ona aşık mı oldun?” Hırıltıyı andıran pütürlü bir sesle konuşup kendisini gösterdi. “Ulan benimle kaç gece geçirdin bana niye âşık olmadın?” Sinir ve şaşkınlık karışımı bir ruh haliyle adamlarına döndü. “Benim neyim eksik lan o piçten!”
Yüzümde kınarcasına bir ifade oluştuğunda cık cık sesleri çıkartarak dilimi damağıma vurdum. “Bu nasıl bir söz böyle, insan abisine hiç âşık olur mu?” diye safça konuştuğumda Ali gür bir kahkaha attı. “Yeminle tetiğe basmadan on ikiden vuruyor.” Gurur’un içine düştüğü durumdan ne kadar eğlendiğini saklayamıyordu.
Yalçın ise Gurur’un korkusundan açıkça gülemiyordu ama öksürür gibi yapıp eliyle dudaklarını kapatarak gülmüştü. “Yenge her defasında nokta atışı yapıyor, bizimkinin suratına baksana.”
“Karımın bana abi demesi çok mu komik orospu çocukları?” Gurur delici gözlerle ikisine döndüğünde dakikasında gülmeyi kesip hemen başlarını eğmişlerdi. “İkinizden tek kelime daha duyarsam gırtlağınızı sikerim!”
Ali gülüşünü saklamak için yanaklarının içini dişlerken onun damarına basar gibi kinayeyle, “Sen nasıl istersen abi,” dedi ve Gurur çıldırdı. Belindeki silahı çıkartırken, “Abi deme lan bana!” diye esip gürlemişti. “Bir süre kimse bana abi demesin ecdadını sikerim!” Silahın ucuyla tehdit eder gibi beni gösterdi. “Sen hiç demeyeceksin!”
“Dinle-“ demiştim ki silahını tekrar beline takarak karşımda bitti. Bunu o kadar hızlı yapmıştı ki bana kaçma şansı tanımamıştı. Agresif bir hareketle belimi yakalayıp beni göğsüne çekerek kollarının arasına hapsetmişti. İri parmakları mengene gibi belimi kavradığı için çırpınsam da ondan kurtulamıyordum.
Sinirden çenesindeki kaslar seğirirken başını eğdi ve üzerime eğilerek nefesimi kesti. “Şu zamana kadar sana neyi yapıp yapmayacağını defalarca söyledim ama hiçbirini dinlemedin.” Sözcükler dişlerinin arasından kerpetenle çıkıyormuş gibi acı çeken bir ifadesi vardı.
“Ulan söylediğim onca şeyin içinde dinleye dinleye bana abi de dediğim sözleri mi seçtin?” Hayrete düşmüş gibi inanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Sen nasıl bir belasın ruh hastası!” Bana ruh hastası diyen kişinin on yedi raporu vardı.
Tek derdim buymuş gibi ellerimi sert göğüs kafesine bastırarak kollarının arasından kurtulmaya çalıştım. “Lütfen beni bırakır mısın?”
“Önce şu âşık olduğun piçin kim olduğunu bana söyleyeceksin!” Bu herif bağırmadan konuşamıyordu. Tüm dengesini bozmuşum gibi nefesini düzene koymaya çalışıyordu ama sıklaşan nefesinin ısısı yüzüme çarpıyordu.
Hiç görmediği rakibine karşı o kadar yoğun bir nefret besliyordu ki, nefretinin sıcaklığı onu kor gibi yakıyordu. “Kim o herif, Farah?” Buz gibi bir sesle bunu bana sorduğunda düz bir çizgide buluşan dudaklarının kenarı titriyordu. “O ayran gönlün nasıl bir gecede birine bu kadar kolay kayar?”
Yeşil gözlerini yoğun bir karanlık esir aldığında kısık ama tehlike damlayan bir sesle, “Konuş!” diyerek çenesini sıktı. “Adı sanı ne bu herifin?”
“Seni ne ilgilendirir?” Sızlanarak tüm gücümle onu itip kollarının arasından çıkmayı başardım. Beni tekrar yakalamasın diye hemen arkaya çekilip aramıza biraz mesafe koymuştum. “Unuttun mu ben yalancı sahtekarın tekiyim, ne yaptığım seni ilgilendirmemeli.”
O depoda bana, “Hey şeyin mi yalandı?” diyen sesi kulağımda çınlayınca acı içinde omuzlarımı düşürdüm. “Her şeyim yalandı.”
“Bana olan o bakışın, gülüşün ve tüm o tatlı sözlerin yalan mıydı? Sen tam bir hayal kırıklığısın, Farah Tozlu!”
Başımı kaldırıp gözlerinin en derine baktım. “Sana olan bakışım…” Sinirden güldüm. “Sana olan gülüşüm ve tüm o tatlı sözlerim yalandı.” İşaret parmağımı kendime doğrulttuğumda elim titriyordu. “Ben senin için tam bir hayal kırıklığıyım, Gurur Kalender.” Şimdi ise anlamayan bakışlarımı ona dikmiştim. “Böyle bir kadında hâlâ niye bu kadar ısrarcısın?”
Bir saniye bile düşünmeden bir şey söylemek için dudaklarını aralamıştı ki, “Sende öyle,” dedim hızlıca. “Sende benim için bir hayal kırıklığından daha fazlası değilsin.” Sertçe yutkunduğunda çıldırmanın eşiğine gelmiş bir şekilde, “Neden buradasın?” diye sordum. “Evime baskın yapıp bana hesap sormaya hakkın olduğunu mu sanıyorsun?”
Onu hiç konuşturmadan sol elimin yüzük parmağını ona gösterdim. “O yüzük parmağımdan çıktığı gün bende bittin, Gurur.” Duymaktan nefret ettiği sözler karşısında yumruğunu sıktığında eklemleri bembeyaz olmuştu. Bense onu konuşturmamaya kararlı bir şekilde, “Bizi bitirdin uzatma artık,” dedim sakince.
Aramızda birkaç saniye sessizlik olmuştu. Bu küçücük boşlukta anlatamayacağım çok şey hissedilmiş ve yaşanmıştı ama ikimizden de tek kelime çıkmamıştı. Sözlerime karşılık olarak Gurur’un dudakları kıpırdar gibi oldu ama hiç sesi çıkmadı. O ana dek benden hesap soran adam gerçek anlamda onu bitirdiğimi görünce nefes dahi alamadı.
Boğazında bir düğüm oluşmuş gibi sesli yutkundu, sonra da neredeyse fısıldar gibi, “Beni bu kadar kolay bitirmiş olamazsın,” dedi buna inanmaktan kaçınarak. “Sen bu değilsin.”
“Benim hakkımda ne biliyorsun ki?” Sesim duygusuzca çıkarken bunun bir dönüşü olmadığını ona düşündürecek kadar kararlı bakıyordum. “Eğer beni birazcık tanısaydın öfkemin sessiz olduğunu ama sessizce son bulmadığını bilirdin.” Her sözümle onda büyük bir patlama yaratırken şu anda bile çok sakindim.
“Eğer beni birazcık tanısaydın bana bir dal çiçek uzatana gül bahçesi olduğumu bilirdin.” Buruk ve birazda yorgun bir şekilde tebessüm ederek başımı sağa sola salladım. “Sen kendi bahçesini talan etmiş bir adamsın, Gurur. Sanıyor musun ki bundan sonra tekrar çiçek açarım sana?”
Bir başka adamın hediyesi olan elbisemi ona göstererek açtığım yarayı tuzla dağladım. “Sana kalan cennette tek başına mutlu olabilirsin, senin bahçen artık bir başkasının hazinesi.” Bu sözlerden sonra bile gitmedi, hâlâ oradaydı. Burnunun direği sızlamış gibi yeşillerine yoğun bir acı nüksettiğinde bile gidemedi. Bu öyle bir acıydı ki onun gözlerinde sevdiğim her şeyi yok etmişti. İçine çektiği her nefesle beni kaybettiğini biraz daha anlıyordu.
“İyisiyle kötüsüyle hayatıma çok şey kattın, her şey için teşekkür ederim.” Kadife gibi yumuşacık bir sesle konuşup zoraki bir şekilde ona tebessüm ettim. “Dilerim sende bir gün seni mutlu edecek bir kadınla tanışırsın.” Umarım bu hiç olmazdı.
Ona yaklaşıp çok olağan bir durumun içindeymişiz gibi parmak uçlarımdan uzandım ve yanağına küçük bir veda öpücüğü kondurdum. Daha sonra geriye çekilip öptüğüm yanağını gösterdim. “Bu da biten ilişkimizin elma şekeri olsun,” diyerek yanından geçip kapıya yürüdüm. “Hoşça kal.”
Ondan uzaklaşıp gittiğimde bile arkamdan öylece baktığını biliyordum. En küçük bir tepki bile veremeyeceği kadar şoka uğratmıştım onu. Salondan çıktığımda bile uzun süre kapıyla bakıştığını tahmin edebiliyordum. Onun yanından ayrılırken bir kez olsun başımı çevirip arkama bakmamıştım. Son bir kez ona bakmamı istemişse bile bunu yapmamıştım. Uzun süre etkimden çıkamayacağını biliyordum.
Merdiveni çıkıp odama girene kadar son derece sakin ve kontrollüydüm. Ancak kapıyı içeriden kilitleyince daha fazla dayanamayıp dizlerimin üzerine düşmüştüm. Onun karşısında kendimi iyi tutmuştum ama yalnız kaldığım ilk fırsatta gözlerimden yaşlar süzülmüştü. Ona başka bir adamdan bahsetmek hiç kolay değildi, abi demekse kötü olan her şeydi.
Ama bunu yapmalıydım, canımı yaksa da ona kendi karmasını yaşatmalıydım. Ancak bu şekilde anlardı bana yaşattıklarını ve kız kardeşim dediğinde nasıl hissettiğimi. Başka bir adama aşık değildim ama bunu bilmemeliydi. Onun bana yıllarca başka bir kadınla acı çektirdiği gibi bende aynı acıyı ona yaşatmalıydım. Bir tek bu şekilde anlardı bana neler yaşattığını.
Keşke onu hiç görmesem o zaman Gurur’u unutmak daha kolay olurdu. Ne yazık ki bu da mümkün değildi çünkü o her yerdeydi. En basitinden yarın Duha Tunus’un düğünü vardı. Orada bile karşılaşacaktık. Gurur’un orada da rahat durmayacağını tahmin etmek zor değildi ama bir şekilde onu görmezden gelecektim. Onu yok sayıp başka adamlarla konuşursam belki peşimi bırakırdı.
Öyle bir adamı nereden bulacağım ki?
Yorumlar