Tüm gece yolda hareket halindeydik hatta saat sabahın onuydu. İstanbul’u çıktığımızda Gurur’un tek bir telefonuyla düzinelerce araç birkaç saat içinde bize yetişip peşimize takılmıştı. İstanbul’dan ayrıldığımızda Gurur arabayı bir dinlenme istasyonuna çekip Ali ve diğerlerini beklemişti. Arkamızda elliye yakın araç ve her aracın içinde dört kişi vardı. Toplamda iki yüz kişilik büyük bir konvoyla karşılaşınca nutkum tutulmuştu.
Gurur beni nereye götürüyordu ve tüm bu adamlar ne içindi? Tüm yol boyunca bunları düşünmekten kafayı yiyecektim. Ona veya adamlarına bunu sorduğumda hiçbir şekilde bana cevap vermiyorlardı. Şu saate kadar defalarca kaçmaya yeltenmiştim ancak Gurur kaçmama hiç izin vermemişti. Dinlenme tesisinde tuvalet bahanesiyle kaçmaya çalıştığımda bile beni yakalamışlardı.
Üzerimdeki elbise çok açık olduğu için başka bir tesiste durup bana giyecek bir şeyler almıştı. Ona kızsam da rahat bir tişört, pantolon ve spor ayakkabıların içinde kendimi çok daha canlı hissediyordum. En azından artık kaçmaya çalışırken uzun elbisenin eteği ayaklarıma dolanmayacaktı ya da topuklu ayakkabılar hareketlerimi kısıtlamayacaktı.
Bileklerime taktığı kelepçeye baktıkça çıldıracak gibi oluyordum. Son durduğumuz tesiste tekrar kaçmaya çalıştığım için korumaların arabasında aldığı kelepçeyle ellerimi etkisiz hale getirmişti. Arabanın teybinde sinirlerimi bozan saçma sapan bir şarkı çalarken geçtiğimiz yolun üzerinde karşılaştığım Ordu tabelasıyla gözlerimi büyüttüm. “Sen ciddi misin?” Beni memleketine mi kaçırmıştı?
Doğru görüp görmediğimden emin olmak için yerimden kıpırdanıp koltuktan arkaya baktım. Yanılmıyordum tabelada gerçekten Ordu yazıyordu. Dehşete kapılmıştım. “Beni Ordu’ya mı kaçırdın manyak herif!”
Ordu sınırlarının içine girerken Gurur’un yüz ifadesi fazla donuktu. Bu şehirde pek güzel anıları olmadığını az çok biliyordum. Yıllar önce ardından bıraktığı ve tekrar hiçbir koşulda dönmeyi düşünmediği bir şehre bugün benimle gelmişti. İfadesi o kadar çözülmezdi ki mutlu mu yoksa kederli mi anlamıyordum. Bir kez daha aynı soruyu tekrarlayarak, “Beni neden buraya getirdin?” diye sordum.
Kısa bir an omzunun üzerinden bana baktığında yeşil gözleri puslu, yüzündeki çizgiler ise hisliydi. “Bir tek sen beni buraya getirebilirdin.” Duygusuz bir şekilde konuşarak önüne döndü. “Zaten senden başka da kimse bunu yapamazdı.” Sesinde isli bir serzeniş vardı, sanki onu buna mecbur etmişim gibi.
“Neden buradayız?”
“Bilmiyorum.” Kaybolmuş gibi gözleri sık sık odağını yitirirken son günlerde yaptıklarını ve neden burada olduğumuzu o da bilmiyormuş gibi dalgınca başını iki yana salladı. “Bilmiyorum, Farah geçtiğimiz günlerde hiç kendimde değildim, seni neden buraya getirdiğimi bilmiyorum.”
O suçlayıcı ifadesi geri döndüğünde kızgınlıkla bana dik dik baktı. “İnsanda akıl diye bir şey bırakmadın ki, bir daha gelmem dediğim bir yere bile senin yüzünden geldim.”
“Gurur sen narsist misin?” Ciddi bir şekilde bunu ona sorarken mesafemi korumak için kapıya doğru biraz kaydım. “Eylemlerinin sorumluluğunu bana yükleyemezsin. Buradayız çünkü ben seni buna mecbur bıraktım, Sonat’ı dövdün çünkü seni o raddeye ben getirdim. Benden nefret ediyorsun çünkü seni yıllarca kandırdım, boşanmaya yanaşmıyorsun çünkü iki yüzlü olduğum için senin gibi bir adamla yaşamayı hak ediyorum.”
Gözlerimle kafasını işaret ettim. “Kafandaki düşünceler bu, değil mi? Böyle düşünüyorsun ve bu hastalıklı düşünceleri bana da dayatmaya çalışıyorsun. Bunlar narsist kişilik bozukluğu belirtileri.”
Ciddi bir konuda bahsederken gözlerinin en derinine bakıyordum. “Bir süre sonra beni öyle bir psikolojiye sokacaksın ki elini kaldırıp bana vursan bile seni suçlamak yerine hak ettiğimi düşüneceğim. İstediğin gerçekten bu mu?” Ona kendimi gösterirken ne kadar endişelendiğimi saklayamıyordum. “Beni de mi hasta etmek istiyorsun?”
“Kes şu zırvalıkları psikolog hanım,” dediğinde iğneleyici ve oldukça alaycıydı. “Buradayız çünkü kalabalık ailenden ve etrafındakilerden hiç yalnız kalamıyoruz. Evlendiğimizden beri bir türlü yakamızdan düşmediler.”
Direksiyonu tek elinin avuç içiyle ustaca kullanırken yolu izliyordu. “Sonat denen o puşta gelirsek… Başlarda amacım onu o hale getirmek değildi. Evet, yine onda sağlam bir hasar bırakacaktım ama o derecede değil. Seni diline dolayıp gerekli gereksiz konuşunca bendeki şarteller attı.”
Yaptıklarından zerre kadar pişman değilmiş gibi dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı. “Araya girmeseydin inancın olsun ki şimdiye onun selası okunuyor olacaktı.” Hemen sonra ondan bahsetmeyi bırakıp konumuza döndü. “Beni yıllarca kandırmana rağmen senden nefret etmiyorum, daha doğrusu edemiyorum.” Yalan söylüyordu benden nefret etmeseydi başıma tüm bu sorunları açmazdı.
Ordu’nun yemyeşil obalarını izlerken açık camdan dışarıdaki temiz havayı içine çekti. “Senden boşanmayı istemiyorum ama bunun nedeni sandığın gibi seni cezalandırmak değil.”
Omzunun üzerinden bana baktığında hâlâ alaycılığını koruyordu. “Gördüğün gibi çömez doktor, ben kendi eylemlerimin farkındayım ve hiçbirinin sorumluluğunu sana yüklemiyorum.” Burnunu kırıştırarak önüne döndüğünde yüzünde abartılı bir memnuniyetsizlik vardı. “Narsist kişilik bozukluğuymuş, daha doğru teşhis koymayı bile bilmiyorsun.”
“Kendin söyledin ben daha çömezim.” Suratımı asarak önüme dönüp onu gözlerime yasakladım. “Daha önce hiç hastam olmadı ki pratik yapayım.”
“Yavrum ben sana hastayım, nasıl hiç hastam yok dersin?” Nükseden bir kalp çarpıntısıyla hızla ona döndüğümde ağzından kaçırdıklarıyla kısık bir sesle küfretti. Hemen ardından kendine çeki düzen verip hafifçe omuzlarını dikleştirdi ve yine beni hüsrana uğrattı. “Demek istediğim ben zaten kafadan hastayım.” Bunları söylerken benim dışımda her yere bakıyordu. “Pratik yapmak için dışarıdan birini araman gerekmiyor.”
Güzel bir sözle önce kalbimi hızlandırıp hemen sonra tam tersi şeyler söyleyerek hayallerimi yıktığı için sinirlenmiştim. “Gurur çok rica ediyorum lütfen siktir olup gider misin?”
Başını arkaya attığında yüksek çıkan kahkahasıyla arabanın içini doldurdu. “Rica ve lütfeni aradan çıkartsaydın olacak gibiydi.” Haylaz bakışlarını bana diktiğinde yeşil harelerinde keyifli bir ışıltı vardı. “Siktir ol da hemfikiriz, Allah’tan bu kadarını artık söyleyebiliyorsun. Bence diğer küfürlere de bir şans vermenin zamanı geldi.” Lütfen şaka yapıyor olsun.
“B-ben…” dedim ama bana yaşattığı saçma şeyin şokuna girdiğim için doğru düzgün konuşamadım. “Diyemem ben öyle şeyler.” Ona küsmüş gibi önüme dönüp somurtmaya başladım. “Pis herif bir daha konuşmayacağım seninle.” Gülüşünü duymak beni daha çok kızdırıyordu. En büyük eğlencesi benimle uğraşmaktı.
Kayıp giden yolu izlerken ondan kurtulmanın yollarını arıyordum. Bunun için her şeyi yapmıştım hem de her şeyi ama peşimi bırakmıyordu. Yıllardır onu kandırdığımı öğrenince kesin bitirir beni, bir daha yüzüme bile bakmaz diye düşünmüştüm. Ancak Gurur her zamanki gibi ondan beklenileni yapmayıp yine peşime düşmüştü. Abi deyince kesin vazgeçer dedim ama öyle olmadı.
Başka birini sevdiğimi düşünürse kati suretle yanıma yaklaşmaz demiştim ama bu adam yine ve yine beni bırakmadı. Bu da yetmezmiş gibi kıskançlıktan Sonat’ı yumruklayıp beni kaçırmıştı! Beni bırakması için yapmadığım şey kalmamıştı ama en fazla birkaç hafta benden uzak duruyor, sonra yine peşime düşüyordu. Delireceğim, aklı fikri Leyla’daydı ama benden de vazgeçmiyordu.
Teypteki şarkı değişip yenisi çalmaya başladığında az kalsın Gurur’un benden istediği gibi küfredecektim. Şimdi bu şarkının sırası mıydı? Arabanın camından Ordu’nun yemyeşil manzarasını izlerken Koçari şarkısıyla çıkardığım homurtular Gurur’un keyfini daha çok yerine getiriyordu. Bu onun en sevdiği şarkıydı. Bu şarkı ne zaman çalsa Gurur ona eşlik etmeden duramıyordu. Deli dolu manyak bir adamdı.
Aynı şekilde bu şarkıyı ne zaman söylese hınzır bakışlarıyla beni hep güldürüyordu. Yol boyunca suratımı astığım için başını çevirip kısa bir an yüzüme baktı. Saatlerdir yaptığım gibi somurtkan bir yüzle ters ters ona baktığımı görünce uzanıp sesi son ayar açtı. Allah’ım yine başlıyoruz. Hayır, bu sefer ona karşı yumuşamayacaktım.
Ordu’nun dağlık bir bölgesinden geçtiğimiz için hızını biraz düşürüp yüksek sesle şarkıya eşlik etti. “Yaylanın çimenine.
Oh nenni koçari.
Keçi vurur çanini
Haydi haydi koçari.” Sesi gerçekten çok güzeldi, özellikle de Karadeniz ağzıyla konuştuğunda bambaşka biri oluyordu.
Ne zaman bu şarkıyı söylese şarkının bu kısmında hep bana bakardı, yine öyle olmuştu. Hınzır gözleri beni bulduğunda asık suratımı bakıp açık bir şekilde beni işaret etti. “Oy bi sarayim seni,” dediğinde bunu yapmaya can atıyormuş gibiydi. “Oh nenni koçari.” Dudaklarında çarpık bir gülümseme oluştuğunda başını hafifçe eğip bana kalbini gösterdi. “Geçsun yürek yangıni. Haydi haydi koçari.” Kalbim durmaksızın çarpıyordu.
Önüne dönüp yolu kontrol ettiğinde inadıma yapar gibi neşeli bir sesle şarkısını söylüyordu. “Yaylalar sıra sıra.
Oh nenni koçari.”
Muzır gözlerini bir kez daha bana dikip baştan ayağa beni süzerek çapkınca göz kırptı. “Vuruldum selvi boya. Haydi haydi koçari,” dediğinde dudaklarımdan çıkan kıkırtıya engel olamamıştım. Dayanmaya çalışmıştım ama ne zaman ona uzun süre suratımı assam bu şarkıyı söylüyor ve hınzır hareketleriyle bir şekilde beni güldürüyordu.
Güldüğümü görünce istediğini almanın zaferiyle yeşil gözleri ışıldadı. “Ha şöyle,” dedi keyifli bir sesle. “Surat asmadığın zamanlarda daha güzelsin.”
“Peki ya suratımı astığım zamanlarda?”
Güldü. “Çirkin bir ördeğe dönüşüyorsun.”
“Senden nefret ediyorum biliyorsun, değil mi?”
“Etmiyorsun Farah car car konuşma oradan.”
Hemen kapıya asılıp açmaya çalıştım. “Aç şu kapıyı ineceğim.”
“Kızım yol boyunca kırk kez o kapıyı zorladın,” derken gülüşü beni sinir ediyordu. “Kilitli işte nesini anlamıyorsun?”
Bileklerimde kelepçe olduğu için parmaklarımı birbirine geçirerek yumruk yapıp onun omzuna vurdum. “Evime dönmek istiyorum!”
Direksiyonu ustaca kullanırken sırıtarak bana kendini gösterdi. “Evindesin zaten.”
İkinci kez sertçe omzuna vurdum. “Sen benim evim değilsin.”
“Kocaya kalkan o ellerin yanacak senin,” diye bana çıkıştığında bile gözleri haylazca bakıyordu. Tuhaf bir şekilde çok mutluydu. “Diğer tarafta bak gör senden nasıl davacı oluyorum.”
Ellerimi hemen çektiğimde tüm gece boyunca sinirlerimin içinden geçtiği için ağlamaya başladım. Dünden beri beni çok yıprattığı için adeta salya sümük ağlıyordum. Ağladığımı görünce hemen arabayı sağa çekerek durdurdu. Bana döndüğünde yakışıklı yüzündeki tüm gülümseme kaybolmuştu. Canlı bir ormanı andıran yemyeşil gözleri endişeyle dolmuştu.
Neden ağladığımı anlamadığı için yanlış anlayıp aceleyle, “Farah senden davacı falan olmayacağım, gözünü seveyim ağlamayı bırak.” Onu hiç duymuyormuş gibi başımı önüme eğip daha zırıl zırıl ağlıyordum. Eğer hâlâ aynı adamsa gözyaşlarıma kayıtsız kalamazdı.
Aceleyle kemerini çözüp hemen arabanın etrafından dolandı. Kapımı açıp üzerime eğilerek benim de kemerimi çözmüştü. Omuzlarımı yavaşça tutup beni arabadan çıkardığında durmaksızın ağlıyordum. “Farah…” Yumuşacık bir sesle konuşup çenemi tutarak başımı kaldırdığında yeşil gözleri döktüğüm yaşlar karşısında çaresiz kalmıştı.
İri damarlı elleri yüzüme yapışan saçlarımı çekip yanaklarımı ellerinin arasına aldı. Üzerime hafifçe eğildiğinde parmak uçlarıyla gözyaşlarımı siliyordu. “Benim nazlı karım,” dediğinde sesi sıcak, yumuşak ve içliydi. “Neden ağlıyorsun söyle?”
“K-kelepçe.” Burnumu çekerek ona bileklerimi kızartan kelepçeyi gösterdim. “Artık acıtıyor.” Yol boyunca ellerimi kurtarmaya çalıştıkça metal kelepçe bileklerimi tahriş etmişti.
Ağlamamın tek sebebi bana taktığı kelepçe değildi ama Gurur kelepçenin bileklerimde bıraktığı hasarı görünce kısık bir sesle küfredip hemen cebindeki anahtarı çıkardı. Hızlıca bileklerimdeki kelepçeyi çıkartıp tam bir şey söyleyecekti ki, onun yanından geçerek koşmaya başladım. Kaçmak için yoldan çıkıp yüksek yamaca doğru koştuğumda Gurur’un arkamdaki hiddetli sesini duydum. “Vurun şunu!” Bekle, ne? Vurun mu?
Durup ona döndüğümde tüm korumalar arabalarından inip bizi izliyordu. Gurur hâlâ arabanın yanındaydı ve belindeki silahı çıkartmıştı. Ağaçların arasına bir kez girersem beni kolay kolay yakalayamayacağını bildiği için bu olmadan silahını çıkartmıştı. Kolunu kaldırıp silahı bana doğrultarak arabayı gösterdi. “Buraya gel.” Sesi soğuk ve sertti. “Hemen!”
“Hayır.” Biraz uzağımdaki yamacı kontrol ettikten sonra inat ederek, “Gelmeyeceğim!” dedim.
Kaşlarını çattığında bu sefer gür sesi emir kipi taşıyordu çünkü emirlere karşı çıkamadığımı biliyordu. “Farah buraya gel!”
Yumruklarımı sıkarak, “Hayır!” diye bağırdım haykırırcasına. Yol boyunca yaptığım gibi bir kez daha onun emirlerinin dışına çıkarak zincirlerimi biraz daha kırdım. “Gel dediğinde gelecek, git dediğinde gidecek kurma bebeğin değilim.”
Yola çıktığımızdan beri bende gözlemlediği şeylerden biri de artık ufaktan ufağa emir sözcüklerine karşı çıktığımdı. Bunu görmenin memnuniyetiyle dudağının köşesi kıvrılır gibi olmuştu ama ciddi ifadesini korumak için gülmedi. Aksine daha sert görünmek için kaşlarını biraz daha çattı. “Bana yaptığın tüm o şeylerden sonra seni vuramayacağımı mı düşünüyorsun?” Gözleri karardığında çenesini sıkarak bir saniye bile tereddüt etmeden ateş etti.
Korku içinde sıçradığımda kurşunun güçlü sesiyle arkamdaki ağaçların arasındaki kuşlar uçuşmuştu. Ayaklarımın tam önüne ateş ettiği için irkilerek gerilemiştim. Gurur ise sert bakışlarından ödün vermeden tetiğinin üzerinde duran parmağını hafifçe bastırdı. “İkinci kurşun tam kalbine. Yiyorsa kaçmayı dene bakalım.”
Manyak herifin teki olduğu için bu konuda blöf yapıp yapmadığını anlayamadım. Kızgın bakışlarıyla elini çok iyi gizlediği için beni gerçekten vurup vurmayacağından emin olamıyordum. İçimde ona karşı zerre kadar nefret olmamasına rağmen, “Senden nefret ediyorum!” diye söylenerek mecburen ona doğru yürüdüm. Bir deli şakaya gelmezdi. Beni gerçekten vurma ihtimalini göz ardı edemezdim.
Yola çıkıp yanına gittiğimde kolumu tutup beni arabanın içine fırlattı. “Yavaş,” diye cırladığımda arabanın kapısını suratıma çarparak sürücü koltuğuna geçmişti. Arabayı tekrar çalıştırdığında sürekli ondan kaçıp durduğum için çok sinirliydi. İkimizde bu kaçma girişiminin son olmadığını biliyorduk. Ben fırsatını bulunca yine kaçmaya çalışacaktım, o ise bana engel olmak için elinden geleni yapacaktı.
Ordu’nun dağları, bayırları ve obalarının içinde geçtik. Bir süre sonra şehrin içine girince durmaksızın ilerlemeye devam etti. Şehrin en işlek yerlerinden geçip beni küçük bir köye getirmişti. Kasabanın dışında kalan küçük bir köye neden geldiğimizi anlamamıştım. Yemyeşil yaylanın içindeki köy gerçekten çok şirin görünüyordu. Araba köyün engebeli yollarından geçip köyü arkamızda bırakarak çay tarlalarının altındaki yolda durmuştu.
Arabadan inince Karadeniz’in o keskin, ferahlatıcı serin havası beni kucaklamıştı. Gurur yanımda durup başını yukarı kaldırarak buranın havasını için çekerken çok huzurlu görünüyordu. Korumaların hepsi arabalarından inip yanımıza geldiğinde Ali, “Abi,” diyerek ellerini önünde birleştirdi. “Kalender malikanesi burada değil.”
“O sikik yerde kalmayacağız.” Gurur’un bakışları karşımızdaki tepenin en üstünde bulunan küçük kulübeyi bulunca sırıttı. “Orada kalacağız.” Yoldan inip yeşil araziye girip tepeye doğru yürüyünce beti benzim attı. “Ben çıkamam ta oraya.” Neden her defasında beni dağın başındaki bir kulübeye kaçırıyordu ki. “Ayrıca orada da yaşayamam.”
Gurur beni hiç duymuyormuş gibi yeşil otların üzerine basarak ilerlerken, “Ali getirin o şehir kızını,” dedi umursamaz bir sesle. “Gerekirse sürükleyerek.” Ciddi olamazdı.
İki adam bana doğru ilerleyince hemen geri çekilip, “Bana yaklaşmayın,” diye onları durdurdum. Daha sonra gözlerimi kısarak keyifli bir şekilde giden adamı izledim. Hemen ardından yoldan çıkıp ona doğru koştum ve sırtına atladım. Korumaların gülen sesleri kulağıma gelirken bacaklarımı Gurur’un beline, kollarımı ise boynuna sıkıca dolamıştım. Bu tepeyi yürüyerek çıkmayacaktım.
Bir anda arkadan ona yaklaşıp sırtına atladığımda refleks olarak savunmaya geçti ancak kokum burnuna ulaşınca ben olduğumu anladı. “İn ulan sırtımdan!” derken sesini kızgın çıkartarak beni yere atmaya çalıştı. “Şuradan şuraya yürüyemeyecek kadar tembel misin?”
Ahtapot gibi ona yapışıp ne yaparsa yapsın sırtından inmedim. “Ben senin gibi büyük adımlar atamıyorum ki.” Sızlanarak kollarımı ve bacaklarımı daha sıkı ona sardım. “Küçücük adımlarımla sabaha kadar çıkamam bu tepeyi. Hem kocam değil misin? Beni taşısan ölmezsin herhalde.”
Sağa sola agresif hareketlerle sallanıp beni sırtından atmaya çalışırken beni yürütmeye kararlıydı. “Senin gibi bir nankörü sırtımızda taşıdık da karşılığı ne oldu?” Ne hatırladıysa kaşlarının kavisi çatılmıştı. “Biraz daha karşıma geçip bana başka heriflerden bahset diye seni sırtımdan taşımayacağım!”
“Valla çıkamam bu dağı.” Sızlanarak çenemi omzuna yaslayıp başımı eğerek masum gözlerle onu izledim. “Azıcık taşı işte sonra söz yürüyeceğim.”
Başını çevirip sadece bir anlığına omzuna yaslı yüzüme bakmıştı. Sevimli bulduğu suratıma, beklenti dolu gözlerime ve sızlanarak sarkıttığım dudaklarıma bakınca ifadesi yumuşadı. “Sadece beş dakika seni taşırım ondan sonra yürüyeceksin.”
Hızlıca onu onayladım. “Peki.” O beş dakika bitse bile onun sırtından inmeyecektim.
Korumalar arkamızda bizi takip ederken Gurur düşmeyeyim diye ellerini bacaklarımın iki yanına koymuştu. Önüne dönüp beni sırtından taşırken bende onun kokusuyla mayışmaya başlamıştım. Denizin dinlendirici esintisini andıran kokusunu soludukça vücudum gevşiyor, göz kapaklarım biraz daha kapanıyordu. Kokunun kaynağına ulaşmak istercesine başımı omzuna yaslayıp burnumu boynunun girintisine gömdüm.
Buz kesildi.
Adımları durdu.
Ve “Farah sakın!” dedi ancak daha o bana engel olmadan kokusunu soluyunca gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. Artık istemese de beni sırtından kulübeye kadar taşımak zorundaydı.
***
Gözlerimi gıcırdayan eski bir yatakta açtığımda bir an içinde bulunduğum yabancı yeri yadırgadım ama olanları hatırlayınca ofladım. O vahşi adam beni Ordu’daki bir dağın başına kaçırmıştı. Yataktan çıktığımda tuhaf gözlerle etrafıma bakıp duruyordum. Bu eski kulübe odasında yeni olan tek bir şey yoktu. Küçük bir penceresi, eski perdeleri ve iki kişinin ağırlığını bile kaldıramayacak eski bir yatağı vardı. Yatağın yanında küçük bir şifonyer vardı ve köşede de iki kişilik eski bir kanepe duruyordu.
Baktığım her şey ahşaptandı. Yatağın karşısında duran iki kapılı küçük gardırobun kapıları açıktı. Yaklaşınca dolabın içine rastgele bırakılmış birçok paket ve poşet olduğunu gördüm. Poşetlerden birinin içine bakınca çiçekli kadın elbisesiyle karşılaştım. Buradaki poşetleri ve paketleri karıştırınca Gurur’un benim için birçok yeni kıyafet ve ayakkabı aldığını gördüm.
Anlaşılan ben uyurken alışverişe çıkılmıştı. Tüm bu şeyleri olduğu gibi bırakıp yatağın yanında duran spor ayakkabılarımı giydim. Odamın kapısı aralıklı olduğu için ses çıkarmadan odadan çıktım. Tek katlı küçük bir kulübe olduğu için çok fazla odası yoktu. Etrafıma bakınca çıktığım oda dışında burada üç kapı daha olduğunu gördüm. Açık kapıların birinde yemek kokuları geliyordu, büyük ihtimalle orası mutfaktı.
Diğer açık kapıdan ise konuşan birilerinin sesleri geliyordu. Orası da bu kulübenin salonu olmalıydı. Sanırım soldaki odada Gurur’un odasıydı. Korumaların hiçbiri içeride değildi ama birileri çaprazımdaki odada konuşuyordu. Sesleri takip ederek içeri girdiğimde kulübenin küçücük salonunda birçok insan gördüm. Elli ve yetmişli yaşların arasındaki yaşlı insanlar yerdeki minderlerde oturuyor, çaylarını içerek Gurur’la sohbet ediyorlardı.
Daha gelmemizin üzerinden bir gün bile geçmeden Gurur’un dönüşünü duyan herkes soluğu burada almıştı. Tıpkı onlar gibi Gurur’da yerde bir minderin üstünde oturuyordu. Sanki bu hep yaptığı bir şeymiş gibi rahat görünüyordu. İçeri girdiğimde herkes susup meraklı gözlerini bana dikince o kadar çok gerildim ki bir an arkamdaki kapıyı kontrol etmiştim. İnsanlar gözünü dikip bana bakınca her defasında strese girip o yerden kaçmak istiyordum.
Gurur kaçmak üzere olduğumu anlayınca hemen ayağa kalkıp yanıma geldi. Elini sırtımın arkasına koyunca ne yapıyorsun, der gibi ona baktım. Bana dokunmaya hakkı varmış gibi bel boşluğumdaki elini çekmeden buradaki insanlara döndü. “Bu da size bahsettiğim gelininiz, Farah.”
Hepsi tam bana tebessüm edip hoş geldin diyeceklerdi ki hemen Gurur’un sırtımdaki elini ittim. Oynadığım rolü sürdürerek çatık kaşlarla ona misafirlerimizi gösterdim. “Nereden gelinleri oluyormuşum ben bu insanların?” Şirret ve çekilmez bir kadınmışım gibi çenemi dikleştirdim. “Bunlar hep böyle gelip duracak mı?”
Son söylediklerimle hepsi birbirine bakıp ayıplayan sesler çıkartınca Gurur’un öfkesi yıldırım gibi üzerime çökmüştü. Boynundan yukarı çıkan öfke yüzünün sert hatlarına yayıldığında bana kapıyı gösterdi. “Çık dışarı biraz hava al.”
“Seve seve.” Saçlarımı savurarak kapıya yürürken şımarık bir kadınmışım gibi rol yapmaya devam ettim. “Bu bunaklarla oturup sohbet edecek halim yok herhalde.” Biraz daha böyle devam edersem kendimden tiksinecektim. Sanki içime Seçil kaçmıştı.
Ne yazık ki Gurur’u canından bezdirip eve dönene kadar bunu sürdürmeliydim. Hakkımda öğrendiği gerçeklerden sonra nasıl bir karakterim olduğunu hâlâ bilmiyordu. Yıllarca masum kız ayaklarıyla onu kandıran züppe, şımarık ve burnu havada bir kadın olduğuma inanırsa belki peşimi bırakırdı.
Dışarı çıktığımda kulübenin dışında bekleyen sürüsüyle korumayı görünce omuzlarım düştü. Her yerde bu adamlardan varken kaçmam hiç kolay olmayacaktı. Şu zamana kadar babam bile yanında iki yüz korumayla gezmemiştir, Gurur’un derdi neydi? Bu kadar çok adamı niye buraya yığmıştı? Onlara doğru yürüyüp meraklı gözlerimi her birinin üzerinde gezdirdim.
“Siz acaba bu küçük kulübede nerede yiyip içecek veya gece nerede yatacaksınız?” Onlara arkamda duran kulübeyi gösterdim. “İçeride çok oda yok.”
İçlerinden bir kadın koruma bir adım öne çıkarak ellerini karnının önünde birleştirdi. “İlçede yemek yiyeceğimiz restoranlar ve gece uyuyacağımız oteller var, Farah Hanım. Yemek ve uyku ihtiyacımızı nöbetleşerek yapıyoruz.” Son derece saygılı bir sesle konuşup bana arkasındaki ekip arkadaşlarını gösterdi. “Bir grup yemeğe gittiğinde diğer grup burada kalıp sizleri koruyor. Bu düzen gece uyumak için de geçerli.”
“Adın ne senin?” diye sordum.
Bana gösterdiği saygılı tutumdan hiçbir şey kaybetmeden, “Nisan Ülger efendim,” diyerek adını söyledi.
“Kaç yaşındasın, Nisan?”
“Yirmi sekiz.” Yaşı benden büyüktü.
“Peki, Gurur’un yanında kaç yıldır çalışıyorsun?”
“Beş yıldır.”
“Hımm,” diye mırıltılar çıkartırken yirmi üç yaşında karanlık bir dünyaya neden atıldığını düşünüyordum.
Siyah takım elbisenin içinde çok sert görünüyordu ama mavi gözleri dost canlısı bakıyordu. Siyah saçlarını düzgünce at kuyruğu yapmıştı ve bir kulağında bluetooth kulaklık vardı. Acil durumlarda birbirleriyle daha hızlı iletişim kurmak için hepsinin kulağında aynı kulaklıktan vardı. Nisan’ın ceketinin önü açık olduğu için beline taktığı silah görünüyordu.
Başımı çevirip dikkatli gözlerle Gurur’un buradaki korumalarına bakınca tebessüm ettim. İki yüz kişilik korumanın içinde otuz kadın koruma vardı. Babam dahil birçok bölge lideriyle karşılaşmıştım ve onların yanlarında taşıdığı korumaları görmüştüm. Hepsinin ekibinin içinde nadiren birkaç tane kadın koruma olurdu ancak Gurur’un ekibinde tam otuz kadın vardı.
Eminim istediği kriterlerde daha çok kadınla karşılaşsaydı onları da ekibine alırdı. Gurur kadınlara şans tanıyan biriydi. Bu cemiyetteki erkeklerinin aksine Gurur, kadınların da erkekler kadar güçlü ve yetenekli olduğuna inanıyordu. Nisan’ı bırakıp kulübenin bahçesindeki erik ağacına doğru yürüdüm. Gördüğüm yemyeşil eriklerle bugün ilk kez bir konuda mutlu olmuştum.
Erik ağacı çok büyük olduğu için erikler onlara ulaşamayacağım bir yükseklikteydi. Arkamdan Ali’nin, “Canın çektiyse bizim çocuklara senin için biraz toplatabilirim,” diyen sesini duyunca ona doğru hiç dönmeden, “Hayır,” dedim. “Hepiniz en az patronunuz kadar zorbasınız. Sizin gibi haydutlardan hiçbir şey istemiyorum.” Bunları söylerken ayakkabılarımı çıkartmış ağaca tırmanıyordum. “İstediğim erikleri kendim alabilirim.”
“Farah Hanım düşeceksiniz.” Bu Nisan’dı. “İzin verin biz toplayalım.”
“Sorun değil ben hallederim.” Bir dala asılarak kendimi yukarı çekip daha sonra başka bir dalı yakaladım. “Ayrıca ilk kez bir ağaca tırmanmıyorum. Çocukluğum Diyarbakır’da çiftliğimizdeki ağaçlara tırmanmakla geçti.”
Ağacın en yüksek dalına çıkıp ayaklarımı aşağıya sarkıtarak oturdum. Ağacın yemyeşil yapraklarının arasında kaybolmuşken uzanıp eriklerden birini kopardım. Dalından kopardığım sulu eriği elbiseme silerek bir ısırık aldığımda dudaklarımdan dökülen iniltiye engel olamadım. Tadı İstanbul’da satın aldığımız eriklerden çok daha güzeldi. Bu ağacın tepesinde bakınca yayla çok daha güzel görünüyordu.
Yarım saat boyunca ağacın dalında oturup bu güzel manzarayı izleyerek sayısız erik yemiştim. Kolumun uzandığı tüm erikleri kopartıp katur kutur yiyordum. Yanında misafirleriyle Gurur dışarı çıkınca bulunduğum yerde onları izledim. Her biri onu evine davet edip duruyordu ama Gurur nazikçe hepsini reddedip onları uğurlamıştı. Hepsi de yaşlı insanlardı acaba bu tepeyi nasıl ineceklerdi? Ya da buraya kadar nasıl çıkmışlardı?
Gerçi hepsi eski topraktı, tüm bu dağ tepe onların hep çıkıp indiği bir şey olmalıydı. Onlar gidince Gurur buradaki adamlarına döndü. “O püsküllü bela nerede?”
Korumalar bıyık altında gülerek aynı anda ona erik ağacını gösterince hiçbir şey anlamadı. Yürüyüp ağacın altından durdu ve başını kaldırınca beni gördü. Beni bir ağacın tepesinde görmenin şaşkınlığını yaşarken bir küfür savurmuştu. “Oraya nasıl çıktın?” Hemen sonra kaşlarını çatarak adamlarına döndü. “Karım bir ağaca çıkarken siz ne yapıyordunuz?”
Sanki camdan bir bebekmişim gibi korumalara kızarken yumruğunu sıktığının farkında değildi. “En küçük bir yeri bile çizildiyse hepinizi bu ağacın toprağına gömerim.” Ciddi ciddi beni porselen bebek falan mı sanıyordu?
“Onlara kızıp durma.” Sakince konuşup bir tane erik daha kopardım. “Erik ağacının dikenleri yok ayrıca tırmanırken dalların çizdiği küçük sıyrıklardan ne olacak ki.” Gözlerinin içine bakarak hart diye yeşil eriği ısırdığımda ağzının içi kamaşmış gibi yüzünü buruşturup küfretti. Neredeyse gülecektim. Eriğe tiki olduğu için onlara çıplak elle bile dokunamazdı.
İnadına yapar gibi ses çıkartarak eriği yediğim için çenesi kasılmıştı. Erik yiyen görüntüm bile rahatsızlığını tetiklediği için sık sık kaşlarını çatıyor, burnunu memnuniyetsizlik içinde kırıştırıyordu. “İn oradan aşağıya!” Başını eğince aşağıdaki çekirdekleri gördü.
Yediğim tüm eriklerin çekirdeklerini aşağıya attığım için gördüğü çekirdeklerin çokluğuyla yüzünü sertçe ovuşturmuştu. “Aç karınla niye bu kadar çok erik yersin.” Sinirlenerek başını kaldırıp ters bakışlarını bana çıkardı. “Akşama karnın ağrırsa sakın bana ağlama.”
Gözlerinin içine bakıp bir kez daha eriği hard diye ısırdığımda belindeki silahı çıkartıp bana doğrulttu. “Yemeyi bırak ve in aşağı.”
“İnmeyeceğim işte.” Ağaçtan bir erik kopartıp kafasına attım. “Ne yaparsan yap buradan inmeyeceğim.”
Çok sinirlendiği için ağzına gelen ilk şeyi küfredercesine söyledi. “Kurma bebek!”
“Entel maganda!”
Silahı beline geri takarken beni öldürmek ister gibi çehresi sertleşmişti. “Nemrudun Kızı!”
Yeni bir erik kopartıp yine kafasına attım ama omzuna çarptı. “Laz hödüğü!”
Sinirlenerek üzerinde durduğum ağaca tekme attı. “El kızı!”
Bu sefer yapraklarıyla eriği kopartıp ona fırlattım. “El oğlu!”
“Babasının nazlı kızı!”
“Ama kocasının değil!”
Sinirlerini bozmuşum gibi hafifçe gülerek başını kaldırdı. “Kocasının da nazlı karısı.” Meydan okurcasına bir elini cebine koyarak kaşlarını yukarı kaldırmıştı. “Buna diyecek bir şeyin var mı?”
Derimin altı ısındığında hâlâ tek bir sözüyle beni utandırdığı için bunun hazzını yaşadı. Bana olan bakışlarını yumuşatıp belli belirsiz tebessüm ederek kollarını yukarı uzattı. “Gel hadi.”
Aşağıya dikkatli bakınca ne kadar yüksekte olduğumu daha yeni anlıyordum. Ağaca çıkarken bu kadar yüksek görünmüyordu ama aşağıya bakınca gerçekten çok yüksekti. Buradan baktıkça sanki yerdeki mesafe daha da büyüyordu. Gözlerimde oluşan korkuyla yutkunarak, “Gurur,” diye fısıldadım. “Şey… Ben inemem çok yüksek.”
“Farah seni gebertirim!” Kızgınlıkla parmaklarını saçlarının arasına geçirip onları dağıtırken delirmek üzereydi. “Madem yüksekten korkuyorsun niye çıkıyorsun oraya?”
“Bu kadar yüksek olduğunu nereden bileyim ben?” Nasıl aşağıya ineceğimi kara kara düşünürken utana sıkıla ona bakıp tırnaklarımı kemirmeye başladım. “Sen gelip beni indirsen olmaz mı?”
“Kal orada, Farah!” Dün geceden beri onu delirttiğim için bana sırtını dönüp kulübeye yürüdü. “Yarına kadar orada kal da koca sözü dinlememek neymiş daha iyi öğren.”
“Ühüü,” diye bir ses çıkardığımda hemen arkasını döndü. Bana doğru döndüğünü görünce ellerimle yüzümü kapatıp ağlıyormuş gibi sesler çıkartmaya başladım. Korumaların kısık gülüşünü duyduğumda Gurur artık tertemiz kafayı yiyecekti. “Düzgün ağla.”
“Ben böyle ağlıyorum.”
“Böyle ağlamadığını biliyorum numara yapma.”
“Tabii beni sürekli ağlattığın için biliyorsundur nasıl ağladığımı.” Yalandan ağlamayı kesip dudaklarımı sarkıtarak ona aşağıyı gösterdim. “Atlarsam görürsün.”
“Sanki atlayınca benim canım yanacak.” Blöfümü yemeyip hınzır gözlerle bana yeri gösterdi. “Atla ulan.” Bunu yapamayacak kadar korkak olduğumu iyi biliyordu.
Atlayacakmış gibi oturduğum dalın kenarlarını tutarken masum olduğunu düşündüğüm bir ifadeyle bakışlarımı ona çıkardım. “Benim canım yandığında seninki yanmaz mı?”
Kendinden emin bir şekilde omuzlarını dikleştirip kararlı gözlerle, “Yanmaz,” dedi.
“Benim canım yandığında seninki yanmaz mı?”
“Yanmaz dedim ya.”
“Benim canım yandığında seninki yanmaz mı?”
“Buradan oraya ses gelmiyor mu? Yanmaz diyorum, nesini anlamıyorsun?”
“Benim canım yandığında seninki yanmaz mı?”
“Farah bak sinirleniyorum. Şunu kes yine sağdan soldan geliyorlar bana.”
“Benim canım yandığında seninki yanmaz mı?”
“Yanar ulan, yanar!” dedi adeta haykırırcasına. Sinirden parmaklarını sıkıp sıkıp açarken bana olan bakışları fazla tersti. “Tırnağın kırılsa senden çok benim canım yanar, oldu mu?” Ah, şu iflah olmaz kalbim… Tek bir güzel sözüyle nasıl da yoldan çıkıyordu.
Ona kocaman gülümseyip neşeli bir sesle, “Şimdi oldu,” diyerek dalların izin verdiği kadarıyla kollarımı iki yana açtım. “Şimdi gel tut beni. Düşünce bana bir şey olmasın dimi?”
Sert yüzü gevşerken yeşil gözlerinde kıyamayan bir ifade oluşmuştu. Gülümseyişini benden saklamak için başını hafifçe eğdiğinde kısık bir sesle, “Ölünür ulan ölünür…” diye bir şeyler mırıldandığını duymuştum. “Cilvesine nazına ayrı ayrı ölünür.”
Ağacın altına gelip başını yukarı kaldırarak bana kollarını uzattı. “Gel hadi.” Bunları söylerken beni tutacağının sözünü verir gibi korumacı bir hali vardı. Bu konuda hiçbir şey söylemese de düşmeme izin vermeyeceğini biliyordum.
Yerimden yavaşça kıpırdanıp ayaklarımı alttaki dala uzattım. Ağacın gövdesini sıkıca tutarak bir alt dala indiğimde aynı işlemi bir kez daha yaptım. Gurur aşağıda soluğunu tutmuş bir şekilde tetikte beklerken ben dikkatli hareketlerle iniyordum. Son dala basmak üzereyken ayağım kayınca dudaklarımda tiz bir çığlık dökülmüştü. Vücudum arkaya büküldüğünde sırtüstü yere çakılacağıma çok emindim.
Ta ki kendimi bir çift güçlü kolların arasında bulana kadar. Yukarıdan dan diye Gurur’un kollarına düştüğümde şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Beni bu kadar rahat tutacağını hiç düşünmemiştim. Son günlerde çok zayıfladığım için hiç zorlanmadan beni havada yakalamıştı. Ellerim kucağımda dururken başımı kaldırdım ve gözlerimi kırpıştırarak hayranlık içinde ona baktım. “Çok güçlüsün.” Heyecan içinde ona kulübeyi gösterdim. “Kulübeye kadar taşısana beni.”
Beni sıkıca tutarken küçük bir tebessümle başını eğerek yüzlerimizi birbirine yaklaştırdı. Gözlerini gözlerime çivilediğinde dudağının kenarı biraz daha yana kıvrılmıştı. “Benim gibi bir adam dururken sen git başka heriflere âşık ol sonra da seni şımartmamı bekle.” Bir anda gülüşü kaybolduğunda kaşlarını çatarak ellerini çekti ve beni pat diye ayaklarının önüne düşürdü. “Kime aşıksan o seni taşısın!”
Onun kucağındayken kollarımı boynuna dolamadığım için ellerini çekince kendimi yerde bulmuştum. Kalçamın üzerine kabaca düşünce acıyla inleyip yerdeki toprağı sıktım. Tepemde dikilen adama ölümcül gözlerle bakarken yüzüme gelen saçlarıma sertçe üfledim. “Ben şimdi seni parçalamaz mıyım?” Ayağa fırladığım gibi daha ben üzerine atlamadan hemen kaçmıştı.
“Buraya gel!” diye cırlarken onu yakalamak için peşinden koşuyordum. “Beni yere atacak kadar kabasın. Biraz centilmen olsan ölmezsin pis herif!”
Erik ağacının etrafında dönüp dururken bana yakalanmamak için çok hızlı koşuyordu. “Farah senin bu peşimden koşmalarını ne yapacağız?” diye söylenip benden kaçarken sesi her an gülecekmiş gibi keyifli çıkıyordu. “Sence de çok hızlı gitmiyor musun?”
Ağacın etrafında bir tur daha dönerken, “Senden önce şu yerlere göklere sığmayan egonu parçalamak gerek,” diye ona çıkıştım. “Beyimiz kendini dünyanın merkezinde görmeyi bırakmıyor.”
Onu yakalamayayım diye durmaksızın ağacın etrafında dönerken keyifli çıkan gülüşünü duydum. “Merkezinde ben olmayacaksam bu amına koyduğum dünyası niye var?”
“Ağzı bozuk pis herif!”
Biz böyle birbirimizi yakalamak için ağacın etrafında dönüp dururken korumalardan birinin şaşkın sesini duymuştum. “Ne yapıyorlar?”
Ali ona cevap verirken gülmüştü. “Günün yirmi dört saati hep birbirlerini kovalarlar. İkisinin anlaşma şekli biraz sıra dışı, yakında sizde alışırsınız.”
Arkasında koşarak onu yakalamayacağımı anlayınca bir anda arkamı dönerek ters yöne koştum. Az kalsın Gurur’la burun buruna gelecektik ama son anda kendini frenlemişti. Daha o arkasını dönmeden üzerine atlayarak onu sırtüstü yere düşürdüm. Kaçmasın diye bacaklarımı iki yana açarak karnının üzerine oturduğumda göğsüne sertçe vurdum. “Şimdi nereye kaçacaksın bakalım.”
Yerde uzanmış yatarken yeşil gözleri yoğun bir tehlikeyle ışıldadı. Yüzünde şeytani bir ifade oluştuğunda dudakları kıvrılmıştı. “Asıl sen şimdi nereye kaçacaksın?” Bir anda belimi yakalayıp çevik bir hareketle beni altına aldığında ağzım bir karış açılmıştı. Ne yaptı şimdi bu?
Sırtım yerle buluştuğunda artık üstte olan oydu. Onu üzerimden atmak için ellerimi göğsüne bastırıp itmeye çalıştım fakat Gurur ellerimi bileklerimden yakaladı. Sıkıca tuttuğu bileklerimi başımın üstünden yere bastırarak hareketlerimi kısıtlamıştı. Benim yaptığım gibi karnımın üzerine oturmak yerine doğrudan üzerime uzanmış bir vaziyetteydi. Bacaklarımın arasındaydı ve sert göğüs kafesi göğüslerimi eziyordu. Ellerimi başımın üstünde tutarken yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Olmaması gereken en yanlış pozisyondaydık.
Çok fazla koştuğumuz için aldığımız hızlı soluklar dudaklarımızın arasından süzülüp birbirine karışıyordu. İçinde bulunduğumuz pozisyonu fark edince aramızda yakıcı bir sessizlik vuku bulmuştu. Bedenlerimiz birbirine fazla yakın olduğu için ikimizin de nefesi biraz daha sıklaşmıştı. Gurur’un ılık nefesi yüzümü okşarken baştan çıkartılmış gibi yeşil irisleri koyulaşmıştı.
Hissettiğimiz yoğun sıcaklık bedenlerimizdeki ısıyı arttırırken bizi esareti altına alan cinsel çekime direnmek çok zordu. Sessizlik artık daha da yoğundu ve aynı şekilde duygularda öyle. Bu yakınlıkta beni izlerken Gurur’un hınzır ifadesi yavaşça kaybolmuştu. İfadesi artık daha ciddi, daha ağır, daha içgüdüsel ve daha ilkeldi. Benden bir alacağı varmış gibi gittikçe daha çok koyulaşan bakışları talepkârdı.
Gözlerime kenetlenen bakışları yavaşça yüzümde kayarak dudaklarıma indi ve uzun süre orada kaldı. Nabzım hızlanmıştı. Başını hafifçe yana büküp yüzünü biraz daha yüzüme yaklaştırdığında bile gözlerini dudaklarımdan ayırmıyordu. Şu an içinde baktığı ve ilgilendiği tek şey hafif aralıklı duran duraklarımdı. Onun iri ve heybetli bedeninin altında ezilirken dudaklarıma olan bakışları başımı döndürüyordu.
Beni öpmezdi, değil mi? Bunu yapmayı her şeyden çok istiyormuş gibi bakışları kararmıştı. Kalbim sanki artık kaburgalarımın arasında değil, her yerimdeydi. Beni öperse diye başımı omzuma çevirip ondan kaçmak istedim ama yapamadım. Bakışlarımı onun yakışıklı yüzünden kaçırmayı istedim fakat bu yakınlıkta bunu da yapamadım. Ona karşı koymak ve direnmek çok zordu.
Gurur’un yüzü biraz daha dudaklarıma eğildiğinde daha fazla dayanamıyormuş gibi vücudu sertleşmişti. Üzerimde olduğu için bedenindeki gerginliği ve bacaklarımın arasını zorlayan sertliği hissediyordum. Onu bacaklarımın arasında hissettikçe kalbim daha şiddetli kan pompalıyordu ve tüm kan yüzüme akın edip kızarmama neden oluyordu.
Bir yanım delice utanırken bana yabancı olan bir yanım da Gurur’a açtı. Dudakları tam dudaklarıma kapanacaktı ki Ali’nin, “Bunu gerçekten burada mı yapacaksınız? İki yüz kişinin karşısında?” diyen eğlenen sesi bizi gerçek dünyaya döndürmüştü.
Hemen bileklerimi Gurur’dan kurtarıp onu üzerimden ittim. Onun altından kurtulduğum gibi ayağa kalkıp kaçarcasına kulübeye yürüdüm. Hızlı adımlarla yürürken o kadar utanmıştım ki başımı kaldırıp kimseye bakamıyordum. Buradaki korumaları tamamen unutmuştum. Neden bu kadar çok korumayı buraya yığdı ki!
Ben herkesten saklanmak için kendimi kulübeye atmaya çalışırken arkamda Gurur’un Ali’ye kızan sinirli sesini duymuştum. “Senin zürriyetini sikeceğim orospu çocuğu! Olmadık zamanlarda konuşan o ağzını siktiğimde bundan sonra susacağın yeri bileceksin! Dalağına soktuğum piçi ne diye araya giriyorsun?”
“Abi sen önce soğuk bir duş al istersen.” Ali gülerek bunları söylerken Gurur’un pantolonunun önündeki şişkinliği işaret ettiğine adım gibi emindim. Pantolonunun önünü zorlayan bir sertlik olduğunu bilmem için dönüp bakmama gerek yoktu çünkü o şey az önce bacaklarımın arasını zorluyordu! Hatırladıkça kıpkırmızı oluyordum.
Kulübeye girince uyandığım o odaya girip kapıyı içeriden kilitledim. Bir süre kimseye bakacak yüzüm yoktu. Önce az önce olanları aşmalıydım. Ellerim istemsizce dudaklarıma kaydığında kalbimin hızı biraz daha artmıştı. Ali araya girmeseydi beni gerçekten öper miydi? Bunun düşüncesi bile nefesimi kestiğinde kendime gelmek için hemen elimi dudaklarımdan çektim.
“Aklını başına al, Farah,” diye mırıldanırken yatağın kenarına oturmuştum. “Bu sefer seni ayartmasına izin verme.” Ne zaman ona karşı yumuşasam bunun sonunda mutlaka beni üzecek bir şeyler yapıyordu. Evime dönenene kadar ona karşı koymalıydım. Babam hâlâ neden beni bulmadı? Aklıma Karun Kalender faktörü gelince yenilgiyle omuzlarım düşmüştü.
Babam Gurur’u bulmasın diye Karun her yerden onu engelliyor olmalıydı. Eminim beni kaçırdığı için amcasına çok sinirlidir ve şu anda babamın öfkesiyle uğraşıyordur. Bunu yaparken aynı zamanda babam ve Gurur’u karşı karşıya getirmemek için de elinden geleni yapıyordur. Babam eğer buraya gelirse Gurur’la birbirlerine girerlerdi ve iki taraftan da çok kan dökülürdü.
Karun bunu çok iyi bildiği için bir yandan babamı sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da onun tüm yollarını kapatıyor olmalıydı. Güya Gurur, Karun’un amcasıydı ama yeğeninin başına açmadığı dert kalmıyordu. Bazı anlarda Karun’a gerçekten çok üzülüyordum çünkü başındaki tek bela Gurur değildi. En az Gurur kadar Bige’de ona kök söktürüyordu.
Belki de bu yüzden kendimi Karun’a çok yakın hissediyordum çünkü ikimizin de başında bir bela vardı. O karısından bende kocamdan çok çekiyordum. Gurur ve Bige’nin kafa yapısı birbirine çok benziyordu. İkisi de manyak ve deliydi, olan biz gariplere, yani Karun ile ikimize oluyordu. Biz Karun’la sessiz ve sakin insanlardık. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan kendi işimize bakıyorduk. Gurur ve Bige ise fazla gürültücü ve kavgacı insanlardı. Gittikleri her yere bela getiriyorlardı.
“Allah bize daha çok sabır versin.”
***
Günün kalanında akşama kadar odamdan çıkmamıştım. Küçücük bir odanın içinde durmak çok sıkıcı olduğu için gardıroptaki kıyafetleri ve ayakkabıları yerleştirmiş, yatağımı düzeltip çarşafı değiştirmiştim. Küçük odamı temizleyerek daha yaşanılır bir hale getirmek çok zamanı aldığı için sıkılmaya pek vaktim kalmamıştı. Bu sürede Gurur’da sürekli eve gelip gidenleri ağırladığı için benimle uğraşacak pek vakti olmamıştı.
Onun misafirlerinin yanına hiç çıkmamıştım, onlara saygısızlık edip duruyorum diye Gurur’da kapıma gelip beni hiç çağırmamıştı. Akşam olduğunda bir ara kapıma gelmiş, içeri girmeye çalışmıştı ama kapının kilitli olduğunu görünce sinirlenmişti. Yemek için beni çağırdığında bile dışarı çıkmamıştım. Bir ara dışarı çıkıp Ali’den çakmağını ödünç alarak odamdaki gaz lambasını yakmıştım.
Ne yazık ki küçük kulübemizde elektrik bağlantısı olmadığı için sadece bulaşık ve çamaşır makinesi değil, lamba bile yoktu. Aynı şekilde doğalgaz olmadığı için mutfakta yemek pişireceğimiz ocak bile yoktu. Yemekler için mutfakta küçük bir piknik tüpü vardı, ışık için de kulübenin duvarlarına asılı gaz lambaları. Üstelik tuvalet bile dışarıdaydı.
Evin içinde hiç musluk olmadığı için su ihtiyacımızı bahçedeki kuyuda karşılamalıydık. Büyük ihtimalle bu kulübeyi ya avlanmak için ya da tarladaki mahsullerini beklemek için yapmışlardı. Bu yüzden hiçbir donanımı yoktu. Böylesine çağdışı bir kulübede yaşamak hiç kolay olmayacaktı.
Gece ilerleyen saatlerde odamdan çıktığımda kulübenin içi fazla sessizdi. Mutfağı kontrol edince tüm gün gelen giden ziyaretçi hiç eksik olmadığı için mutfak hazır gıdaların çöpleriyle doluydu. Çay bardakları ve kirlenen tabaklar bir köşeye yığılmıştı. Umarım Gurur bunları benim yıkamamı beklemiyordur.
Gurur yemek yapabiliyordu ama bulaşık yıkamaktan anlamadığı için ne zaman mutfağa girse ya tüm tencere ve tabakları çöpe atıp kökünden bir temizlik yapıyordu ya da her şeyi kırıp etrafındaki şeylere küfrediyordu. Mutfak masasıyla girdiği o hararetli kavgayı nasıl unutabilirdim ki. “Masayı yapan marangoza kadar sövmezsin be adam.” Kısık bir sesle homurdanarak mutfaktan çıkmıştım.
Gurur’un odasının ışığı yanmıyordu ama salondaki kapının altında gaz lambasının yaydığı cılız ışık görünüyordu. Orada olmalıydı. Parmak uçlarıma basarak holün ahşap duvarına asılı duran gaz lambalarından birini aldım. Yavaşça kulübeden dışarı çıktığımda titreyeceğim kadar dışarısı serindi. Anlaşılan burada geceleri çok daha soğuk oluyordu.
Korumalar beni görünce hepsi soru dolu bakışlarını bana çıkartmıştı. “Ne bakıyorsunuz?” diye onlara çıkıştım. “Tuvalete de sürü halinde gidelim ister misiniz?”
Nisan bir adım öne çıkıp, “Size eşlik edeyim,” dediğinde neyin peşinde olduğumu anlamış gibiydi. “Tuvalet kulübenin arka tarafında, karanlıkta korkabilirsiniz.”
“Gerek yok, Nisan’cığım.” Yapmacık bir şekilde ona gülümserken elimdeki gaz lambasını gösterdim. “Bu Orta Çağ’da kalma şey eminim işimi görür.”
Hepsini bırakıp kulübenin arkasına doğru yürüdüm. Bir taşa takılıp düşmeyeyim diye gaz lambasını askısından tutmuş geçeceğim yolu aydınlatıyordum. Küçük bir ahşap kabini andıran tuvalet görüş açıma girince yüzümü buruşturdum. O şeyin içinde bir klozet bile yoktu. Umumi bir tuvaletti ve suyu içindeki ibriklerle temin ediyorduk. Hiç hijyenik değildi. Tuvaletin yanındaki büyük kayanın üstünde birkaç sabun ve su dolu bir ibrik daha vardı.
Tuvaletten çıkınca elimizi orada yıkamak zorundaydık. “Gerçekten çok çağdışı.” Sızlanarak ayaklarımı pat pat yere vurdum. “Bu adam sadece ülkenin değil, dünyanın önde gelen milyarderlerinden biri ama bana yaşattığı hayata bak.”
İnsanlar zengin kocası var diye mutlu olurlardı fakat benim zengin kocam onunla evlendiğimden beri bana yaşatmadığını bırakmamıştı. Beni paraya boğması şöyle dursun, bizi iflasın eşiğine getirerek beni beş parasız bırakmıştı. Bu da yetmezmiş gibi bir dağın başına kaçırıp bana sefil hayatı yaşatıyordu. Zengin kocanın keyfini yaşamayı bırak, fakir hayatını yaşıyordum.
Buraya gelme amacım tuvalete girmek olmadığı için arkamı dönüp kulübeye baktım. Tüm korumalar ön tarafta olduğu için görünürde kimse yoktu. Hemen gaz lambasını yere bırakıp koşmaya başladım. Onlar beni kontrol etmeye gelmeden hemen önce bu yerden uzaklaşmalıydım. Biraz ilerideki o ağaçlara ulaşırsam ondan sonra zaten ağaçların arasında beni bulamazlardı.
Henüz yeteri kadar uzaklaşmamışken bir anda ayağım boşluğa geldiği için bağırarak bir çukurun içine düştüm. Buralar hep inişli çıkışlı olduğu için önümdeki çukuru görememiştim. Yerimi belli etmesin diye gaz lambasını yanıma almadığım için koşarken bastığım yeri görememiştim. Derin bir çukurun içine çok sert düştüğüm ayak bileğimi burkmuştum. Kalkmaya çalıştığımda bile canım çok yanıyordu.
Karanlık gecenin içinde duyduğum tek ses baykuş sesleri ve cırcır böceklerinin çıkardığı seslerdi. Hemen sonra o seslere başka bir ses daha eşlik etti. Çok yakınımda gelen bir tıslama sesi. “Gurur!” diye avazım çıktığı kadar haykırırken ellerimi yere bastırıp arkaya doğru süründüm. Burada bir yılan vardı!
Hava çok karanlık olduğu için onu göremiyordum ama çıkardığı tıslama sesleri bu çukurun bir yerlerinde olduğunu gösteriyordu. “Gurur n’lor gel çok korkuyorum!” diye avaz avaz bağırırken ne zaman ağlamaya başladığımı bile bilmiyordum. Saniyeler içinde bir yılan tarafından ısırılıp ölebilirdim.
“Farah!” Birden fazla adım sesi duyarken Gurur’un gür sesiyle, “Buradayım!” diye bağırdım. Salya sümük ağlarken sürünerek kendimi arkaya çekip hıçkırdım. “Y-yılan… Gurur yılan var burada.”
Gurur yanındaki korumalarla yukarıda çukurun etrafında durunca el fenerlerini çukurun içine doğrulttular. Onların aşağı tuttukları fener sayesinde çukurun diğer ucundaki yılanı görünce bağırarak kendimi biraz daha arkaya çektim. “Çıkartın hemen beni, bu piton beni ısıracak.”
“Piton mu?” diye sordu Ali şaşkınca.
Hepsi el fenerini yılana doğrultup kısık gözlerle ona bakarken Gurur’un gülüşünü duydum. “Farah bu bir çayır yılanı.”
“Evet.” Burnumu çekerek hızlıca başımı salladım. “Pitonluğa evrilmiş bir çayır yılanı.”
Korumalardan biri, “Yenge bu küçücük bir yavru yılan,” dediğinde sesi her an gülecekmiş gibi geliyordu. “Pitonu nereden çıkardın?”
“Nasıl ya?” Islak gözlerimi kısarak bana doğru sürünen yılana bakınca avazım çıktığı kadar bağırdım. “Bu kocaman antik yaratık bana doğru geliyor!”
“Farah tesbihim kadar küçücük bir yılan farkında mısın?”
“Abi bence farkında değil,” dedi Ali.
Nisan’ın kısık gülüşünü duydum. “Korkudan onu gözünde fazla büyütüyor olmalı.”
Ve Yalçın, “Yenge o şeyi benim için yakalasana,” diye rica etti istekli bir sesle. “Çok sevimliymiş birkaç gün bizde kalsın.”
“Sus be!” diye cırlayıp bana yaklaşmasın diye avuçladığım ıslak toprağı yılana doğru attım. “Bunun neresi sevimli çok korkunç.” Başımı kaldırıp yalvaran gözlerle Gurur’a bakıp daha çok ağladım. “Beni hemen çıkar buradan.”
Gurur yukarıda dikilirken bıyık altında toz toprak ve çamur içinde kalan berbat halime bakıyordu. Çayır yılanı dedikleri yaratığı gördükçe ağlayıp iyice yerime sinmem neredeyse onu güldürecekti. Bakışlarını benden çekerek yanındaki korumalara döndü. “Gidelim bu geceyi burada geçirsin de aklı başına gelsin.”
Ne demek gidelim? Beni bir yaratıkla bu çukurun içinde mi bırakacaklardı? Yeşil yaratığın sürünerek biraz daha bana yaklaştığını görünce, “Hayır, hayır, hayır!” diye panikleyip ayağa kalkmaya çalıştım ama ayak bileğimdeki burkulma canımı yakınca tekrar dizlerimin üzerine düşmüştüm. “Gurur valla bir daha kaçmayacağım,” diye hıçkırarak başımı eğdim. “Kaçmayacağım n’olur çıkart beni buradan.”
“Abi ne yapacağız?” diye sordu Ali ve Gurur sinirle, “Görmüyor musun ağlıyor, çıkartın hemen!” dedi sertçe.
Ali çukurun içine atladığında hiç korkmadan yerdeki yılanı yakalayıp tebessüm ederek çukurun diğer tarafına bıraktı. Daha sonra bana yaklaşıp kalkmam için elini uzattı ama tutmadım. Ona ayak bileğimi gösterip ıslak gözlerle dudaklarımı sarkıttım. “Kalkamıyorum bileğim çok acıyor.”
Ali bunu duyunca eğilip beni kucağına alarak doğruldu. Beni yukarı uzatınca Gurur ellerimi yakalayıp beni Ali’nin kucağından çekip almıştı. Gurur beni çukurun dışına çektiğinde ayaklarımın üzerine basınca bile canım çok yandığı için yere kapaklandım. Ancak Gurur bana söylenerek, “Baş belası,” diye hayıflanıp üzerime eğildi. Gece gece başına iş açtığım için sinirlenmişti.
Bir kolunu bacaklarımın altından geçirirken diğer kolu sırtımın arkasını bulmuştu. Beni kucağına alarak yerden kaldırınca onun göğsüne sokulup sesli bir şekilde ağlamaya başladım. Az önce bir yılanla aynı çukurda olmak beni çok korkutmuştu. Yüzümü onun göğsüne gömüp burnum aktıkça gömleğine silerek ağlamam onu rahatsız ettiği kadar güldürmüştü de. “Çocuk,” diye sitem edip beni daha çok göğsüne bastırarak yürümeye başladı.
Kulübeye geldiğimizde korumalar dışarıda kalırken Gurur’un kucağında kulübeye girdik. Gurur beni salondaki bir minderin üzerine yavaşça bırakıp ayağımdaki ayakkabıları bıraktı. Ayaklarıma bakarken, “Hangisi?” diye sorunca ona dikenli tel dövmesi olan ayak bileğimi gösterdim. “O çok acıyor.” Bunları söylerken kesik kesik hıçkırıp burnumu tişörtümün eteğine siliyordum. Çok ağladığım için burnum akıyordu ve yanımda mendil yoktu.
Gurur yanımda diz çökerek sol ayağımı dizinin üstüne koydu. Ayağıma hafifçe masaj yaparak ayak bileğimi ellerinin arasına alıp hafifçe kıpırdattı. Bu küçük hareketle bile acıyla çıkan iniltimi duyunca sıkıntı içinde nefesini verdi. Bakışlarını bana çıkartarak tavanı işaret etti. “Bak bakalım orada ne var?”
Başımı kaldırıp hiçbir şeyin olmadığı ahşap tavana baktığımda ayak bileğimdeki keskin acıyla çığlık attım. Dehşete kapılarak başımı eğdiğimde Gurur hafifçe gülerek ayağımı yere bıraktı. “Bitti.”
Islak kirpiklerimi kırpıştırarak aval aval suratına baktım. “Ne bitti?”
Hâlâ bir dizinin üzerinde dururken gözleriyle ayağımı gösterdi. “Burkulmuştu düzelttim.”
Dehşet içinde gözlerimi belerttim. “Ayağımı kırdın mı?”
“Kırmadım Farah düzelttim.”
“Kırarak mı düzelttin?”
“Kırsaydım acıdan benimle konuşamazdın.”
“Kemik sesi duydum kırdın dimi ayağımı?”
“Kızım sesim sana gelmiyor mu, düzelttim diyorum. Duyduğun o ses eklemlerin yerine oturmasıydı.”
“Kırarak mı ayağımı yerine oturttun?”
“Kırmadım diyorum yerine oturttum.”
“Beni önce kaçırdın sonra ayağımı kırdın mı?”
“Sikeceğim takıldı yine!” Sakinleşmek için sert nefesler aldığında kaşları çatılmıştı. “Farah ayağını kırmadım, sende kırılan bir şey yok. Uzaklaş şu kırılma fikrinden, iyisin ve artık ayağının üzerine basabilirsin.” Çenesini sıkarak işaret parmağını tehdit edercesine bana doğrulttu. “Şimdi tekrarla beni, ayağını kırmadım.”
Sesli bir şekilde başımı eğip önce ayağıma baktım daha sonra içli bir ifadeyle ona. “Ayağımı kırdın işte.” Bir küfür savurarak ayağa kalktığında pencereye bakarak, “Alın lan şunu gözümün önünden, delirtecek beni!” diye bağırdı dışarıdaki adamlara.
Suratımı asarak tekrar ayak bileğime bakıp dikkatli bir şekilde sağa sola salladım. Canım hiç yanmayınca gülücükler saçarak başımı kaldırıp tepemde dikilen sinir küpüne baktım. “Kırmamışsın,” dediğimde ikinci kez yüz kızartıcı bir küfür savurdu. “Biz iki saattir burada sana ne anlatıyoruz?”
Kıyafetlerime kadar işleyen çamur ve toprak lekelerine bakıp yüzümü buruşturdum. “Banyo yapacağım sıcak su yok burada.” Dün geceden beri hiç yıkanmamıştım üstelik düğünde üzerime dökülen içkinin rahatsız edici kiri de hâlâ tenimdeydi.
Gurur beni bırakıp kapıya doğru yürürken tek söylediği, “Hallederiz,” olmuştu.
Elektiriğin bile olmadığı bu yerde sıcak suyu nereden bulacağımızı merak etmiştim ta ki dışarı çıkana kadar. Gurur gece nöbeti tutan korumalarına dışarıda bir ocak yaptırmıştı. Düzgün taşları bir araya getirip kulübenin bahçesinde bir ocak yapmışlardı. Kiler kulübenin hemen yanında olduğu için Nisan el feneriyle oraya girip büyük bir kazanla geri döndü. Kuyudan çektikleri suyla etrafı simsiyah bir isle kaplı kazanın içini yıkadılar.
Kazanı suyla doldurup ocağın üzerine koyduklarında ateşi yakmadan önce hepsi Gurur’a bakmıştı. Gurur’un ateş görmeye tahammül edemediğini bildikleri için kazanın altını yakmadan önce onun içeri girmesini beklemişlerdi. Gurur kulübeye girince onlarda ocağı yakmışlardı. Kulübeye geri dönüp küçük odama girerek gardıroptaki poşetleri karıştırmaya başladım. Gurur mutlaka gece uyumam için de rahat bir şeyler almış olmalıydı.
Omzu açık beyaz bir tişört ve kısa bol, siyah bir şort görünce onları aldım. Onunla aynı odada kaldığımız zamanlarda gece giydiğim tişörtlerin yakası bu kadar açık olmazdı ve kısa şortlar yerine tayt ya da eşofman altı giyerdim. Bunu bilmesine rağmen gece giymem için neden bana bu kadar açık şeyler aldığını anlamıyordum. Uyurken sütyen takmadığım için Gurur’un benim için aldığı bir beden büyük sütyenlere hiç dokunmadım.
Aldığı kıyafetlerin bedenini tutturmuştu ama sütyenler konusunda göğüslerimin ölçüsünü bilmediği için bir beden büyük almıştı. Göğüslerim sandığı kadar büyük değildi ama çok küçükte değillerdi. Ortalama bir bedene sahiptim. Poşetten bir külot çıkartıp tişörtün içine saklayarak odadan çıktım. Benim odamda banyo yapacak bir yer yoktu, Gurur’a nerede yıkanacağımı sormalıydım.
Onun odasının önünde durup kapısını hafifçe tıklatınca içeriden gel diyen sesini duyunca kapısını araladım. Ellerimde temiz kıyafetlerle küçük adımlar atarak odasına girdiğimde Gurur gardırobunun önünde duruyordu. O da banyo yapacak ki dolaptan kendi için temiz bir şeyler çıkartıyordu. Odası benimkinin bir benzeriydi ama biraz daha büyüktü.
“Şey…” diyerek yerimden rahatsızca kıpırdandım. “Nerede yıkanacağım?”
Gardıroptan gece giymek için rahat bir şeyler çıkartıp yatağın üstüne bıraktı. Bunu yaparken bana odasındaki diğer kapıyı gösteriyordu. “Orada yıkanabilirsin.”
“Neden senin odanda banyo var da benimkinde yok?” Beni getirdiği bu çağdışı yerde her şey çok kısıtlıydı.
Yatağın yanında dikilirken kaşları alayla havalanmıştı. “Her banyo etmek istediğimde senin odana gelerek çenenle uğraşmak istemiyorum.” Yatağın üzerine oturarak kollarını hafifçe arkaya doğru yatağa bastırdı. Rahat bir duruş sergilerken bulunduğu yerden beni izliyordu. “Ve seni uyarıyorum bir daha kaçmaya kalkışma yoksa bu sefer seni kilere kitlerim.”
“Bende kilerde kalırım ne var ki bunda?”
Dudakları büküldüğünde soğuk bir şekilde güldü. “Fare var eğer onlardan korkmuyorsan tekrar kaçmayı dene.” İrkilerek arkaya doğru bir adım atmam bile farelerle bir geceyi geçirmek istemediğimi açıkça gösteriyordu. Kaçtığımda ona yakalanmadığım sürece beni kilere kapatamazdı.
Bir süre sonra birkaç adam ısıttıkları suyu iki kovaya bölüştürüp suyu ılıtarak içeri girmişlerdi. Kovaları banyoya bıraktıklarında Gurur onlardan kendi içinde su ısıtmalarını istemişti. Gurur’un bakışları altında elimdeki kıyafetleri onun yatağının üstüne bırakarak banyoya girdim. Kapıyı içeriden kilitlediğimde dışarıdan Gurur’un homurtusunu duymuştum. Ona güvenmediğimi gösterircesine banyo kapısını kilitlemem hoşuna gitmemişti.
Duvardaki gaz lambası banyoya loş bir ışık yayıyordu. Aslında burası pek banyoya da benzemiyordu çünkü küçücük bir yerdi. Hiç musluk veya lavabo teknesi falan yoktu. Duvarda küçük bir raf vardı ve ahşap rafın üstünde birkaç sabun, kabak lifinden oluşan bir sünger ve tıraş usturasıyla fırçası vardı. Kara şeklindeki küçük bir aynayı duvara asmışlardı, üstelik aynanın kenarları dökülmüş, camı da kirliydi.
Kapının arkasına çaktıkları iki çividen birine büyük, diğerine de küçük bir havlu asmışlardı. Yaklaşıp havluları kontrol edince temiz ve yeni olduğunu gördüm. Bu havluları ben uyurken Gurur dışarı çıktığında almış olmalıydı. Bana kıyafet alırken bize gerekli birkaç şeyi daha almayı unutmamıştı. Yıkanacağım yer köşedeydi ve zemini biraz daha yüksekti. Su kovaları ve maşrapada oradaydı. Yaklaşıp bakınca kenarları biraz çıkıntılı olduğu için su dışarıya taşırmayacağını gördüm. Hiç olmazsa bir gider deliği vardı.
Böyle bir yerde nasıl yıkanırdı, hiç bilmiyordum. Duşakabinleri daha şimdiden özlemiştim. Üzerimdeki tüm kıyafetleri çıkartıp çırılçıplak kalınca üşümeye başlamıştım. Kulübenin ısıtma sistemi ya da doğalgaz petekleri olmadığı için geceleri burası çok soğuktu. Daha fazla oyalanıp hasta olmak istemediğim için raftaki zeytinyağlı yeşil sabunu ve süngeri aldım. Umarım bu çağdışı yerde yıkanmayı becerirdim.
Yürüyüp yıkanacağım küçük alanın içine girerek tabureye oturdum. Kıçım soğuk tabureyle buluşunca bile irkilmiştim. Burası gerçekten çok soğuktu. Elimi kovalardan birinin içine daldırıp suyun sıcaklığını kontrol ettim. Suyun ılıklığı beni rahatsız etmeyecek bir derecede olduğu için maşrapayı içine daldırarak suyu kafamdan aşağıya yavaşça döktüm. Bunu yaparken para içinde yüzmesine rağmen beni böyle bir yere getirdiği için Gurur’a çok kızıyordum.
Şampuan yerine yeşil sabunla kendimi yıkamak çok zor ve rahatsız ediciydi. Sabunla saçlarımı köpürterek önce saçlarımı bir güzel yıkamış daha sonra köpüklü süngeri vücuduma sürtmeye başlamıştım. Kafamdan aşağıya suyu dökmediğim her saniye tir tir titriyordum ama ılık suyu dökünce biraz rahatlıyordum. Bir kova suyla kendimi sabunlamış, diğer kovadaki suyla da durulanmıştım.
Saçlarımda ve vücudumda sular akarken titreyerek kapının arkasındaki havluyu almıştım. Büyük havluyu vücuduma doladıktan sonra küçük havluyu saçlarıma sarıp banyodan çıkmıştım. Banyodan çıkıp Gurur’un odasına girdiğimde içerisi sıcacıktı. Başımı çevirince şöminenin yandığını görüp şaşırdım. Şöminenin içinde yanan odunların çıtırtısı insanın içini ısıtıyor, çam ağaçların güzel kokusu odayı dolduruyordu.
Ateşten çok korkmasına rağmen odasındaki şömineyi neden yaktırmıştı? Başımı çevirince Gurur’un şömineye sırtı dönük bir şekilde pencerenin önünde dikildiğini gördüm. Elleri cebindeydi ve dalgınca camdan dışarıyı izliyordu. “Şömineyi niye yaktırdın?” diye sorduğumda bana dönmedi ama, “Burası geceleri serin olur,” dediğinde sesi içliydi. “Yeni banyo yaptın üşüme.”
“Ama sen ateşten korkarsın.”
“Doğrudan bakmadığım sürece sıkıntı yok.” Başını eğerek arkasına döndüğünde hiçbir koşulda şöminenin olduğu tarafa bakmıyordu. Ancak hiç rahat değildi, odanın içinde yanan bir şöminenin olması bile onu rahatsız ediyordu. Eğdiği başını hiç kaldırmadan yanımdan geçip banyoya girmişti.
Ona soğuk terler döktüren şömineye bakınca derin bir nefes alarak odadan çıktım. Mutfağa girip etrafıma bakınca gördüklerim beni çıldırtabilirdi. Mutfak gerçekten çok eskiydi. Ahşaptan bir tezgâhı vardı ama burada su olmadığı için musluk yeri boştu. Tüm günün bulaşığını tezgâhın üzerine yığmışlardı. Elektrikli ve tüplü bir ocak olmadığı için yemekleri ahşap masanın üstünde duran küçük piknik tüpünden yapmışlardı.
Her yer fazla kirli ve toz içindeydi. Böyle bir yerde yapılan yemek bile hijyenik değildi. Yerde yarısına kadar su dolu kovayı alıp bu pis yerden hemen çıktım. Gurur’un odasına dönüp suyu şöminenin içine dökerek söndürmüştüm. Çok üşüyordum ama onu bu kadar rahatsız eden bir ateşi görmek istemiyordum. Ali ve Yalçın kapıyı çalarak içeri girdiklerinde üzerimde sadece bir havlu olduğu için hemen başlarını eğmişlerdi.
Banyoya girip iki boş kovayı alıp çıktılar ve beş dakika sonra kovaları dışarıdaki sıcak suyla doldurup geri dönmüşlerdi. Banyoya girip suyu bıraktıktan sonra ikisi de kaçarcasına odadan çıkmışlardı. İçeriden Gurur’un yıkanmaya başladığını gösteren su sesleri gelince giyinmeye başladım. Önce perdeleri çekmiş daha sonra da havlunun altında iç çamaşırımı giymiştim. Siyah şortu da giydikten sonra havluyu çıkartıp hızlıca tişörtü üstüme geçirmiştim.
Islak saçlarımı tişörtün altından çıkartıp havluyla saçlarımı kurutmaya başladığımda yatağın üstünde oturuyordum. Şömineyi söndürdüğüm için odadaki ısı dağılmaya başladığı için tekrar üşümeye başlamıştım. Aceleyle saçlarımı yapabildiğim kadar kurutup odanın içinde tarak aramaya başladım. Yatağın yanında duran ahşap komodinin çekmecesinde bulduğum eski tarağı kullanmaktan başka çarem kalmamıştı.
Sabuna alışkın olmayan saçlarım keçelendiği için ince uçlu tarakla açılmıyordu. Saçlarımı açmakla uğraşırken düşündüğümden daha çok zaman kaybetmiş olmalıyım ki içeriden Gurur’un, “Farah odadaysan havluyu ve temiz kıyafetlerimi getir,” diyen sesini duydum. “Odada değilsen geliyorum.”
Hemen yatağın üstünden kalkıp, “Odadayım,” dedim aceleyle. Çırılçıplak bir şekilde içeri girmesini istemiyordum. Havluyu ve yatağın üstündeki kıyafetlerini alıp kapı aralığında ona uzattım. Gurur giyinene kadar onun odasından çıkıp kendi odama girmiştim. Onun odasında uzun süre kalmam birçok açıdan sakıncalıydı.
Yatağımın üzerine oturup saçlarımdaki düğümleri çözmek için biraz uğraştım. Nihayet inatçı saçlarımı düzgünce tarayıp rahat bir nefes aldığım esnada kapıyı bile çalmadan Gurur odama girmişti. İstemsizce ayağa kalktığımda birbirimize çok uyumlu giyindiğimizi gördüm. Gurur zaten hep beyaz ve siyah giyinirdi bu yüzden üzerinde sıkı kaslarını saran beyaz bir tişört ve siyah eşofman altı vardı.
Bende omuzları düşük, yakası açık beyaz bir tişört giymiştim. Altımda da etek gibi görünen siyah bir şort vardı. Yeni banyo ettiğimiz için ikimizin de saçları nemliydi fakat onun bakışları sorgulayan, benimki ise merak eden bir ifadedeydi. Neden odama geldiğini merak ediyordum. Kapının önünde dikilirken hoşnutsuz bir suratla, “Neden buraya geldin?” diye sordu.
“Odam dışında nerede olmalıyım?”
“Benim odamda.”
Gerildim. “Neden?”
Hiçbir şey söylemeden üzerime yürüyüp kolumdan tuttuğu gibi beni omzuna attı. Beni odadan çıkartırken, “Günlerdir doğru düzgün uyuyamadım, Farah,” dediğinde sesi asabiyet içinde çıkmıştı. “Artık kimyasallar olmadan uyumak istiyorum ve senin benimle yaptığın bir sözleşme var.” Bana sözleşmeyi hatırlatınca onun sırtından sarkarken hiç karşı koymadım. Onunla aynı yerdeyken uyduracağım hiçbir mazeret ona sökmezdi.
Beni odasına getirip yaratığın üzerine kabaca fırlattığı için, “Yavaş,” diye sızlandım. Her defasında beni çuval gibi sırtına atıp oradan oraya fırlatıyordu.
Gurur yatağın yanında dikilirken hesap sorarcasına bana şömineyi gösterdi. “Neden söndürdün?”
“Çünkü ateş seni rahatsız ediyor.” Üşümeme rağmen onun için ateşi söndürdüğümü anlayınca bana olan bakışları biraz yumuşamıştı. Bana yatağın diğer tarafını gösterip, “Kenara kay,” deyince ağzım bir karış açılmıştı. Aynı yatakta mı uyuyacaktık?
Yatağın tam ortasında otururken şiddetle karşı çıkarak kollarımı iki yana açtım. Bu hareketim onu yatağa almamak için yaptığım bir savunmaydı. “Bu yatağa giremezsin sen şu kanepede uyu.”
İnatçı bir tutumla beni izlerken iyice yatağa yaklaştı. Bunu yaparken gözlerini üzerimden çekmiyordu. “Çok istiyorsan sen kanepede uyu benim sırtım ağrır.” Bakışları yüzümden daha aşağıya kayınca suratı değişip sesli yutkunmuştu. Nereye baktığını anlamak için başımı eğince gördüklerim beni çok utandırmıştı. Beni yatağa attığı için tişörtün bir kayası omzumdan iyice kayıp sol göğsümü açığa çıkartmıştı. Ucu görünmüyordu ama göğüslerimin kıvrımı ve bir göğsüm büyük ölçüde görünüyordu.
Gurur yoğun bir şekilde göğüslerimin görünen yerlerine bakıp soğuk terler dökmeye başlamıştı. Bakışlarını biraz daha aşağıya indirince yukarı toplanan şort yüzünden tüm çıplaklığıyla görünen bacaklarıma baktı. Bir bacağımı dizimden bükmüş bir şekilde oturduğum için kalçam haddinden fazla görünüyordu. Yatağın içinde oldukça davetkar bir şekilde oturduğumu daha yeni anlıyordum.
Gurur gözlerini bir saniye olsun vücudumdan ayırmadan ağır hareketlerle yatağa girince hemen tişörtümü ve şortumu düzelttim. Yatağın diğer tarafına kaçıp bu yataktan çıkmak istedim ancak Gurur, kararan gözlerle beni yakaladığı gibi altına almıştı. Bir anda onu üstümde ve bacaklarımın arasında bulunca yaşadığım korku ve panikten neredeyse ağlayacaktım.
“N-ne yapıyorsun?” Titreyen sesim kısık çıkarken her an ağlayıp yardım çığlıkları atabilirdim çünkü istemediğim şeylere maruz kalmaktan korkuyordum.
Gurur gözlerime akın eden yaşları görünce kendine kızarcasına kısık bir sesle küfredip derin derin nefesler aldı. “Sakin ol, Farah seni incitmeyeceğim.” Yumuşak bir sesle konuştuğunda bana olan bakışları sıcacıktı. “Sözleşmenin bir diğer maddesini yerine getirdikten sonra seni rahat bırakacağım.”
Bir anlığına hangi maddeden bahsettiğini anlamadım ama gözleri boynumdan oyalanınca tuttuğum nefesi sesli verdim. Tüm bunlar boynumdan öpmek için miydi? Neden bunu başından söylemiyor ki, beni çok korkutmuştu. Kaşlarımı usulca çatarak, “Bunun için niye üstüme çıkıyorsun?” diye ona çıkıştım.
Hemen ardından bir an önce bu işkenceyi bitirmesi için başımı omzuma yatırıp ona boynumu sundum. “Lütfen hızlı ol, iri cüssenin altında eziliyorum.”
Başımı omzuma eğip kulübenin duvarıyla bakışırken iyice bacaklarımın arasına yerleşmesiyle gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi olmuştu. Boyundan öpmek gibi masum bir öpücük için çok müstehcen bir pozisyondaydık. Bakışlarımı duvarda sabit tutarak işini bir an önce bitirmesini bekledim ancak Gurur bunu fazla ağırdan alıyordu. Ilık nefesini boynumda hissetmek bile tenimi karıncalandırıyor, istemsizce öpücüğüne karşı beklentimi arttırıyordu.
Önce burnunu tenimde hissettim, daha sonra da eskisinden daha yakıcı nefesini. Kokumu yoğun bir şekilde solumak ister gibi burnunu boynuma sürterek derin nefesler aldığında ne yapacağımı bilmiyordum. Kendini benim kokuma boğmak istercesine uzun süre kokumu solumuştu. Sıcak ve ıslak dudakları boynumla buluştuğunda ise sırtım hafifçe yukarı doğru bükülmüş, göğüslerim onun sıkı kaslarına değmişti. Beni altında kıvrandırmadan bu işi hemen bitirmeyecekti.
Öpüp çekilse her şey daha kolay olacaktı ancak Gurur’un boynuma bıraktığı öpücüklerin sayısı hiçbir zaman bir taneyle sınırlı olmamıştır. Dudakları başta tüy gibi tenime değdi ancak daha sonra sahiplenircesine dudaklarını boynuma bastırdı. Bunu yapmayı her şeyden çok özlemiş gibi kısık mırıltılar çıkartıp dudaklarını boynumdan gezdirince, omurgamdan aşağıya soğuk ve aynı zamanda yakıcı bir his yayılmıştı.
Gurur kendini kaybetmişçesine boynuma küçük öpücükler bırakırken onun altında adeta kıvranıyordum. Tenime değen her öpücükle nefes alışlarım biraz daha hızlanıyor, kalbim durma raddesine gelmiş gibi çarpıyordu. Gurur ise bana nasıl hissettirdiğinden habersiz boynumda aldığı hazzın içinde kaybolmuştu. Dişlerini boynumun girintisine geçirince istemsizce sesli bir şekilde inleyip tutunduğum çarşafı sıkmıştım.
Dudaklarımdan çıkan küçük bir inilti bile onun kulaklarına ulaşınca sertleşmeye başlamıştı. Artık bacaklarımın arasındaki baskısını daha yoğun hissettiğim için utanç içinde gözlerimi yummuştum. Adi herif ısırdığı yerde dişlerinin izini bırakmışken ıslak dilini aynı yerde gezdirince bacaklarımın arasındaki sızıyı arttırdı. Dilini devreye sokmasıyla tutunduğum son dal kırılmak üzereydi.
Bacaklarımın arası yoğun bir şekilde zonkladığı için kendimi ona bastırmamak için irademin son kırıntısına tutunuyordum. Daha önce cinselliği hiç tatmayan bedenim ayartılmaya çok müsaitti. Gurur’un beni baştan çıkarmak için ekstradan bir şeyler yapmasına gerek yoktu. Sadece boynumdan öperek bile beni tahrik ediyordu. Boynumu önce ısırdı, daha sonra dilini tenimde gezdirdi ve en sonunda da kendi mührünü bıraktığı yeri öptü. Her hareketi çok yavaş, çok karşı konulmaz ve çok ayartıcıydı.
Başını hafifçe geriye çektiğinde onunla göz göze geldik. Onun dokunuşlarına karşı hissettiğim yoğun duyguların utancıyla yüzüm kıpkırmızıydı. Altındaki çırpınışlarımı ve titreyişlerimi hissettikçe güzel gözleri karanlık bir ormanı andırırcasına koyulaşıyordu. “Farah,” diye mırıldandığında yoğun bir şekilde stresten ısırdığım dudaklarıma bakıyordu. “Şu dudaklarını rahat bırak güzelim yoksa hiç iyi şeyler olmayacak.”
Boğuk bir sesle konuşup kendini bana bastırınca bacaklarımın arasındaki sertliğini iliklerime kadar hissettim. Utançtan gözlerimi belertip aldığım hızlı nefeslerin arasından ona baktığımda dudağının köşesi kıvrılmıştı. Gözlerimin içine baktı ve önceki sözlerime değinerek kendini tekrar bana bastırdı. “Eskiden yaptığın gibi sorsana yine bu ne, diye?” Biraz daha üzerime eğilip yüzünü yüzüme yaklaştırdığında sıcak nefeslerimiz birbirimizin dudaklarına çarpıyordu. “Sor,” dedi meydan okurcasına. “Sor da sana onun ne olduğunu göstereyim.”
“Ben bilmek istemiyorum.” Hemen gözlerimi sımsıkı kapattım. “İkinci maddeyi yerine getirdiğine göre lütfen kalkar mısın üstümden?” Yoksa daha fazla dayanamayıp ben onun üzerine atlayacaktım.
Ilık nefesini hâlâ dudaklarımın üstünden hissederken kızaran yüzüme ve sıkıca kapattığım gözlerime bakıp güldü. “Korkak.” Yahu nasıl korkmayayım, eskisi gibi aptalı oynayıp o ne, diye sorsam bir saniye bile düşünmeden çıkartıp gösterebilirdi. Bunu yapacak kadar utanmaz biri olduğunu biliyordum.
Gurur üzerimden çekilince bir saniye bile beklemeden hemen yatağın diğer tarafına kaçtım. Yatağın ondan en uzak kenarında durup ona sırtımı dönmüştüm. Az önce olanların utancıyla arkamı dönüp ona bakamıyordum. Gurur yatağa yerleştikten sonra battaniyeyi ikimizin üzerine çekti. “Buraya gel,” diyen sesini duyunca bile ölü taklidi yapıp yerimden hiç kıpırdamadım.
“Farah beni uğraştırmadan yakınıma gel, kokum olmadan uyuyamadığını biliyorum.”
“Sana yakın olmak istemiyorum.” Dişlerinin sızısını hâlâ boynumda hissettiğim için biraz daha yatağın kenarına kaydım. Ben hareket ettikçe bu eski yatağın yayları gıcırdıyor, ayaklarında sesler geliyordu. Yatak iki kişilik olabilirdi ama ikimizin ağırlığını kaldıramayacak kadar eskiydi. Umarım kırılmazdı. “Sen uyumana bak,” dedim fısıltıyla. “Daha sonra odama gideceğim.”
Bir anda omzumda onun iri elini hissettim. Omzumu tutarak beni sırtüstü çevirdikten sonra uzanıp kolunu belimin altından geçirdi. Daha ben ne olduğunu anlamadan beni göğsüne çekince şoke olmuştum. Gurur sırtı yatak başlığına yaslı bir şekilde yatakta oturuyordu ve fazladan güç uygulamadan beni kollarının arasına almıştı. Başım onun göğsüne yaslıyken sol kolu sırtımın arkasında baskı uygulayarak kaçmama engel oluyordu.
Boştaki elini uzatıp yatağın hemen yanında duran komedinin üzerinde bir şey aldı. Bir masal kitabıyla neye uğradığımı anlayamamıştım. Odasında benim için bir masal kitabı olduğunu görmek çırpınışlarıma son vermişti. Kitabın tek eliyle açmaktan zorlanınca onun için ilk sayfasını açtım. Bunu yaparken hâlâ başım onun göğsündeydi. Bu gece için seçtiği masalın Pinokyo olması sanırım bana bir göndermeydi. Kendim hakkındaki gerçekleri gizleyip yıllarca ona yalan söylediğim için yalancı bir çocuğun masalını seçtiğini biliyordum.
Gözlerim kitabın ilk sayfasında gezindiği için başımı kaldırıp ona bakmıyordum. Gurur’un bir eli belimin boşluğundayken diğer elinde masal kitabını tutuyordu. Birbirimize haddinden fazla yakın bir şekilde dururken masalı okumaya başlamıştı. “Çok çok uzun zaman önce uzak diyarların birinde küçük ama şirin bir kasaba varmış. Bu kasabadaki herkes birbirleriyle iyi anlaşır ve hiç yalan söylemezmiş.” Son kısmı söyleme şekli fazla iğneleyiciydi.
“Kasabada bir de Gepetto adında iyi kalpli bir marangoz varmış.” Bir süre duraksayıp, “Gepetto mu?” diye ilk itirazında bulundu. “Böyle sikik isim mi olurmuş?” Neredeyse gülecektim. Şu masallara kendi yorumunu katmadan okumayı bilmiyordu. Her şeye itiraz edip mutlaka mantık hatalarına takılıyordu. Henüz bir mantık hatası bulamamıştı ama birazdan bu konuda da küfredeceğini biliyordum.
“Bu Gebetto denen herif çocuklara kukladan oyuncaklar yaparak geçimini sağlarmış. Adam kısır olduğu için hiç çocuğu olmadığı için çocukları seviyormuş.” Kitapta herif veya kısır kelimesi geçmiyordu ama Gurur kendinden bir şeyler katarak okuyordu. “Çocuk hayalini gerçekleştiremediği için kendine ahşaptan bir çocuk yapmaya karar vermiş.”
Son söyledikleri kulağına ulaştığında başımın yaslı olduğu göğsü sinirle kasıldı. “Bu masalı kim yazdı?” diye sorgulayınca az kalsın gülecektim. “Ahşaptan çocuk mu olurmuş? Okumayacağım bu siktiğim masalı.”
“Gurur bu sadece bir masal, her şeyde mantık aramayı bırakır mısın?”
“Anladık masal ama bu kadar mantıksızlık olmaz. Herifin çocuğu olmuyorsa gitsin tedavi olsun, yine olmuyorsa evlat edinsin. Ağaçtan çocuk yapacak, böyle saçmalık mı olurmuş.”
“Her defasında şu masallara müdahale etmeyi bırakıp oku işte.”
“Onlarda düzgün yazsın bu şeyleri. Tüm işleri bir masal yazmak bunu bile beceremiyorlar.”
“Oku artık şunu!”
“Kocana cırlayıp durma, okuyoruz herhalde.” Okumak dışında her şeyi yapıyordu.
Kaldığı yerden masalı okumaya başladığında kendi tarzında okuduğu için kitapta yazmayan birçok şeyi katıyordu. “Bu şizofren hastası Gebetto hiç üşenmeden kalkıp ağacı oyarak tahtadan bir çocuk yapmış. Nasıl becermişse gerçeğine çok benzeyen bir çocuk yapmış. İşsiz gibi sabah akşam onu seviyormuş, adını da Pinokyo koymuş. Şu işe bak ki damdan düşer gibi bir peri ortaya çıkıp, iyi kalpli usta, bugüne kadar yaptıklarınla en büyük dileğinin gerçekleşmesini hak ettin, demiş.”
Susup bu seferde kendi derdine yandı. “Ulan biz o kadar iyi şey yapıyoruz şöyle bir peri kızı karşımıza çıkmıyor.”
Kollarının arasından huysuzca kıpırdanıp göğsüne hafifçe vurdum. “Peri kızı karşına çıksa ne yapacaksın? Onu da mı nikahına alacaksın?”
Neşeli gülüşünü duydum. “Seni nikahımıza aldık da ne oldu? Yalanların içinde gerçek tek bir şeyin yok.”
“Dinime küfreden Müslüman olsa bari.”
“Ne dedin sen?”
“Konuşmuyorum ben seninle, sessiz ol uyuyacağım.”
“Sana masal okurken nasıl sessiz olacağım?”
“Konuşmadan oku masalı.”
“O nasıl olacakmış?”
“İçinden oku.”
“Tamam ulan!”
Sesini kıstığında ciddi ciddi içinden okuyor olmalı ki aynı sayfadan birkaç dakika kalıp diğer sayfayı parmağıyla çevirdi. “Gurur duyamıyorum şunu sesli okur musun?”
“Yok öyle, Farah Hanım,” diye diretti. “İçinden oku dedin bizde öyle yapıyoruz.”
“Sizin tek yaptınız şey sinirlerimi bozmak!” Elimi göğsüne bastırarak başımı kaldırıp ona baktığımda çenem göğsünün hizasındaydı. “Şu masalı düzgün okuyor musun yoksa okumuyor musun?”
Kitabı kapatıp komidinin üzerine atarak inatla çenesini kaldırıp, “Okumuyorum,” dedi bana kafa tutar gibi. “Ne yapacaksın?”
“Demek okumuyorsun?” Yukarı tırmanıp yüzümü boynuna gömerek sertçe ısırdığımda savurduğu küfürleri duymuştum. Bana kızarak başımı tutup geriye çekmeye çalıştıkça daha sert ısırıyordum. “Sikeyim, tamam dur!” Sesi sadece acı içinde değil, aynı zamanda uyarılmış gibi çıkmıştı. “Dur ulan okuyacağız!”
Dişlerimin izini boynundan bırakırken başımı kaldırdım ve yüzüne bakarak sırıttım. Onun sözlerinden birini taklit edip, “Ha şöyle yola gel,” dediğimde çatık kaşları düzelirken kendini tutamayıp güldü. “Elimden bir kaza çıkmadan geç yerine.” Kafama hafifçe bastırarak aşağıya kaymamı sağladı, daha sonra elini yine sırtımın arkasına koyarak beni göğsüne yapıştırmıştı.
Attığı masal kitabını aldığında kaldığı yerden okumaya başlamıştı. O sayfanın sonuna geldikçe ben onun için sonraki sayfayı açıyordum. Başım onun sıcak ve sert göğsüne yaslıyken bir süre sonra bedenim gevşemeye başlamıştı. Güzel kokusu sinirlerimi yatıştırırken, masal okuyan sesi kulağıma ninni gibi geliyordu. Bir süre sonra gerçeklikten kopmaya başladığım için ağırlaşan gözkapaklarım kapanmaya başlamıştı.
Artık onun için sayfaları çevirmediğimde uyuduğumu anlamıştı. Bilincim tamamen uykuya çekilmeden önce masal kitabını bir kenara bıraktığını ve dudaklarını saçlarıma bastırıp kokusunu uzun uzun içine çektiğini hissetmiştim. Yataktan kayarak beni kollarının arasına aldığında saçlarımı okşayarak oda benim sıcaklığımla uyumuştu. Ne yazık ki artık birbirimiz olmadan uyuyamıyorduk. Günler sonra birbirimizin kollarında güzel bir uykuya çekilmiştik.
Uyandığımızda bu yakınlığımızdan eser kalmayacağını biliyordum.
Yorumlar