Roman
  • 01/12/2025

34-NAZLI KARIM

Sabah gözlerimi açtığımda saatin kaç olduğunu hiç bilmiyordum ama uykumu aldığım için kendimi dinlenmiş hissediyordum. Başımı yaslı olduğum yerden kaldırınca gördüğüm yüzle buz kestim. Gurur’un kollarında uyanmayı beklemiyordum. Gece uyuduğumuz şekildeydik ama bir bacağımı onun üzerine atmışım. Uyurken sırtımdaki eli tişörtümün altına kaydığı için ne yapacağımı bilemedim.

Elini çıplak tenimde hissetmek bile bende tarifi olmayan hisler yaratıyordu. Gözleri kapalıydı ve nadiren gördüğüm bir huzurla kuşanmıştı. Bir anlığına aramızdaki her şeyi unutup yüzüne dokunmak için elimi uzattım ancak aramızda geçenleri hatırlayınca elim yüzünün yakınında durmuştu. Son olanlardan sonra eskisi gibi değildim, artık parmak ucuyla bile ona dokunmaya çekiniyordum.

Onu uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça kollarının arasından çıktım. Parmak uçlarıma basarak onun odasından çıkıp kendi odama girmiştim. Burada hiç kıyafetim olmadığı için Gurur’un benim için aldıklarını giymek zorunda kalmıştım. Siyah saçlarım açıktı, kafama da Karadeniz yöresine ait bir yazma dolamıştım. Renkli yazmanın pulları alnıma dökülüyordu.

Üzerimde yakası bağcıklı, kısa kollu beyaz bir bluz vardı. Altına ise kalın kuşağı olan bordo rengi bir etek giymiştim. Mevlâna tipi bir etek olduğu için çok rahattı. Ayağıma renkli çorapları geçirmiş ve hiç gocunmadan siyah lastik ayakkabıları giymiştim. Spor ayakkabılarım dün gece düştüğüm çukurun içinde hep çamur olduğu için kullanılmayacak bir haldeydi.

Belime altın sarısı, mavi ve bordo renklerin karışımından oluşan şalı bağlayıp dışarı çıkmıştım. Eğer üşürsem bu şalı omzuma atacaktım. Kulübeden çıktığımda güneş daha yeni doğuyordu. Ordu’nun mis gibi ferahlatıcı kokusunu içime çektiğimde korumalar beni izliyordu. Baştan ayağa beğeni dolu gözlerle bana baktıkları için yerimde rahatsızca kıpırdandım.

Gözlerini benden alamayan Ali büyük bir hayranlıkla, “İşte şimdi bizim buraların kızı olmuşsun,” deyince şaşırdım. “Sende mi Ordulusun?”

Başını salladığında ona kulübeyi gösterdim. “Dün tüm gün hiçbir şey yemedim ve mutfakta kahvaltılık hiçbir şey yok.”

Ali tek kelime etmeden kilere girip hasır bir sepetle yanıma geldi. Sepeti elime tutuşturarak bana aşağıdaki köyü gösterdi. “Git köylülerden iste, Gurur Kalender’in karısı olduğunu söylersen seni eli boş göndermezler.”

Gözlerimi kocaman açıp önce elimdeki sepete, daha sonra da Ali’ye baktım. “Köye gidip dilencilik mi yapacağım?”

Birkaç koruma bıyık altından gülerken Ali tebessüm ederek başını iki yana salladı. “Dilencilik değil, onlarla kaynaşman için bu iyi bir fırsat.”

“Onlarla kaynaşmak istemiyorum.”

“Farah karnın aç git iki yumurta kap gel.”

“Ali beni sinirlendirme hırsız mıyım ben, neyi kapıyorum?” Sepeti ona uzatarak arkaya doğru bir adım attım. “Ben yapamam öyle şeyler sen git iste ya da markete gidip yiyecek bir şeyler alın.”

Ali açık bir şekilde bana meydan okuyup ellerini arkasından birleştirerek sepeti almadı. “Gurur uyanmadan buradan hiçbir yere ayrılamayız.” Durmaksızın guruldayan midemi işaret etti. “Yemek istiyorsan git kendin al.” Alay ederek güldü. “Gerçi bu asosyallikle sen onu bile beceremezsin.”

“Sende koruma mısın yoksa eleştirmen mi, hiç belli değil.” Sepeti kaldırıp omzuna sertçe vurdum. “Çekil yolumdan gider yumurtamı kendim alırım.”

Onları bırakıp dağı inmeye başladığımda Ali peşime Nisan’ı ve birkaç korumayı takmıştı. Hepsi beş metre mesafeden beni takip ettikleri için onları yok saymak zor değildi. Dağı inerken ayağımdaki lastik ayakkabılar düşündüğümden daha rahattı. Gurur ayakkabı numaramı bildiği için tam ayağıma göre bu ayakkabılardan almıştı. Çay bahçesinin içine girip sepetimi sallayarak önceden belirledikleri yolda yürüyordum.

Burası o kadar güzeldi ki her yerde hoşuma giden bir şeyler görüyordum. Çay filizlerinin taze kokusu, etrafımızdaki çam ağaçlardan gelen güzel koku ve kuşların cıvıltısıyla cennetten bir bahçe gibiydi. Tepeyi inip yemyeşil çimler ve rengarenk çiçeklerin arasından geçerek yola çıktım. Bu dağlık toprak yolda yürürken sık sık arkama bakıp beni takip eden dört korumayı kontrol ediyordum. Aramızdaki mesafeyi birazcık açsam hemen kaçacaktım ancak ben adımlarımı hızlandırınca onlarda hızlanıyordu.

Çoğunlukla ahşap ve tuğla evlerinden oluşan köye girdiğimde tüm korkularım saklandığı yerden çıkmaya başlamıştı. İnsanların olduğu bir yere girmek beni çok tedirgin ediyordu. Anneleri kahvaltıyı hazırlayana kadar çocuklar sokaklara dökülmüş oyun oynuyorlardı. Telefonum yanımda olmadığı için saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama sekiz civarında olmalıydı.

Üzerinde oduncu gömleği, ayağında dizleri aşınmış bir pantolon ve sırtında yeleği olan bir adam elinde bir sopa tutuyordu. Önüne üç inek katmış onları bir yere götürüyordu. Sivri boynuzları olan inekler bana doğru gelince bağırarak elimdeki sepeti kucağıma bastırdım. Korkudan o kadar çok bağırıyordum ki yaşlı adam elindeki sopayla bana doğru koşup, “Ho!” diye tuhaf bir ses çıkartıp ineklerin yönünü değiştirdi. Ho nedir?

Bunu bana değil ineklere söylemişti ama daha önce duymadığım bir ikaz türüydü. Yaşlı adam yanımda durup nasırlı elini omzuma koydu. “İyi misun kizım?”

Omzumdaki eline tuhaf bakışlar atarken, “Beyefendi elinizi çeker misiniz?” diye rica ettim nazikçe. “Ayrıca lütfen ineklerinizi başıboş ortaya salmayın. O sivri boynuzlarıyla birilerini yaralayabilirler.” Aslında öyle ineklerden falan korkmazdım ama bir şey doğrudan üzerime yürüyünce ödüm kopardı.

Elini omzumdan çekerken kısa bir an kafa karışıklığıyla ineklerine bakmıştı. “Ha bu ineklerin kime zarari dokunsun.” Kahve gözlerini kısarak bana baktığında gözlerinin çevresindeki kırışıklıklar artmıştı. “De bakayim bağa, kimlerdensun sen?”

Aramızdaki mesafeyi korumak için arkaya doğru birkaç adım attığımda hâlâ sıkıca sepetime sarılıyordum. “Kalenderlerin geliniyim.”

Kalender ismini duyunca ifadesi o kadar hızlı değişmişti ki, yaşlı yüzü bir an aydınlanır gibi olmuştu. “Uyy sen Koçarinin gelinisun.” Geldiğim yola kısa bir an baktığında sesindeki heyecan, gözlerindeki sıcaklık artmıştı. “Bende inekleru yaylaya bırakip bu öğle onu görmeye geleceğdum.”

Tam ona kulübemiz çok dağınık, gelmeyin diyecektim ki, bir an ben ne yapıyorum diye kendimi sorguladım. Yanımda Gurur bile yokken bu insanlara kötü davranmamın hiçbir gereği yoktu. Ona tebessüm ederek, “Tabii amca bekleriz,” dedim samimi ve içten bir sesle. “Bu arada ben, Farah.”

Başındaki şapkayı hafifçe yukarı kaldırıp tekrar başına taktı. “Bağa da Rasim derler.”

“Memnun oldum, Rasim amca.” Utana sıkıla ona elimdeki sepeti gösterdim. “Şey burada market ya da bakkal var mı? Biraz yumurta ve birkaç kahvaltılık bir şeyler almalıyım.” Yanımda hiç para yoktu ama arkamdaki korumalar benim için gereken ödemeyi yapardı.

“Bu saatte Haşim’in bakkali açık değuldur.” Başını çevirip oyun oynayan çocuklara bakıp, “Ula uşaklar,” diye onlara seslendi. “Gelun bakayim buraya.”

İki kız çocuğu koşarak yanımıza geldiğinde Rasim amca onlara beni gösterdi. “Bu gelin kizi bizim eve götüreysunuz.” Bakkal yerine neden beni evine gönderdiğini anlamamıştım.

Çilli bir kız çocuğu elimi tutunca ona ayak uydurmak zorunda kaldım. Rasim amcanın yanından ayrılıp iki küçük kızla yürümeye başladım. Kızlar çok meraklı olduğu için sürekli bir şeyler soruyorlardı ya da ne kadar güzel olduğumdan bahsediyorlardı. Onların çocuk kalbini kırmayacak şekilde sordukları her soruya cevap veriyordum.

Bir evin önünden geçerken bir teyze bahçesinin duvarına yaklaşıp, “Kız Hatice nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda buradaki herkesin Karadeniz ağzıyla konuşmadığını anladım.

Çilli kız ona beni gösterip, “Ana bu ablayı Fadime teyzelere götürüyorum,” deyince kızın annesi olduğunu anladım.

Alnına asker yeşili bir yazma bağlayıp kafasına da kalın bir şal atan kadının meraklı bakışları beni bulmuştu. “Seni daha önce hiç burada görmemiştim, kimlerdensin kızım?”

Geldiğim yönü ona gösterdim. “Teyze ben Gurur adında bir delisinin karısıyım.”

Gurur’un ismi burada markalaştı mı, bilmiyorum ama onun adını duyanın ifadesi değişiyordu. Gurur’un karısı olduğumu duyunca hemen bahçeden çıkıp yanıma geldi. Kırklı yaşlarındaki etine dolgun kadın mavi gözlerini bana dikince yerimden rahatsızca kıpırdanmıştım. “Demek o deli oğlanın gelinisin. Dur bir bakayım sana,” diyerek baştan ayağa beni süzdü. Bunu yaparken dudaklarında iç ısıtan bir tebessüm vardı. “Kem gözlerden ırak pek de güzelmişsin.”

Kadının bakışları dostane olsa da gözünü dikip uzun süre bana baktığı için gerilmiştim. “Ben oyalanmadan Fadime teyzeyi bulayım.”

“Ne yapacaksın Fadime’yi?”

“Az önce Rasim amcayla karşılaştım. Ona marketi sorduğumda beni Fadime teyzeye gönderdi.” Şimdi meraklı gözlerle ona bakan bendim. “Fadime teyze bakkal falan mı işletiyor?”

Elimdeki sepete bakınca bir şeyler açıklığa kavuşmuş gibi gülmeye başladı. “Bakkalda ne alacaksın?”

“Kahvaltı için gereken şeyler. Bilirsiniz yumurta, zeytin peynir gibi şeyler,” dediğimde koluma girerek iznimi bile almadan beni evine çekti. “Yine gidersin Fadime’ye önce bana buyur.” Beni niye evine götürüyor ki şimdi? Ürkmüş gözlerle arkamdaki dört korumaya baktığımda hepsi yolun diğer tarafında durmuş, gülerek beni izliyorlardı. Orada durup bakmak yerine beni bu kadından kurtarabilirler mi?

Kadın beni bahçesindeki kümesin yanına getirerek benim için kümesin kapısını açtı. “Gir istediğin kadar yumurta al.” Şoke olmuş bir şekilde hızla ona baktım. “Siz yumurta mı satıyorsunuz?”

Güldüğünde birbirini katlayan göbeği oynamıştı. “İlahi ne satması, gir al istediğin kadar.”

“Ben mi alacağım?”

“Ben nereden bileyim kaç yumurtaya ihtiyacın olduğunu?” İtiraz bile edemeden omuzlarımdan iterek beni kümesin içine sokmuştu. Karşılaştığım birçok tavukla, “Teyze!” diye tiz bir sesle bağırdım. “Burada çok fazla tavuk var.”

Dışarıda kadının kahkaha atan sesini duydum. “Tavuk kümeste olmayacakta nerede olacak? Yanına gelirdim ama dışarı kaçmasınlar diye kapının önünde duracağım.”

Birbirinden renkli tavuklara bakarken bir kez daha sepeti göğsüme bastırmıştım. “Acaba bu iş için Hatice’yi mi görevlendirseydik?” Benim yerime o sevimli çilli çocuğu bu kümese sokabilirdi.

Kümesin içi çok sıcak, boğucu ve birazda kötü kokuyordu. Küçük adımlar atarak tavukların yumurtladığı folluklara yaklaştım. Attığım her adımla buradaki tavuklar kümese tilki girmiş gibi sağa sola kaçışıyorlardı. Onlar oradan oraya kaçıştıkça etrafımda tüyler uçuşuyordu. “İnşallah bitlenmem.” Kısık bir sesle söylenerek uzanıp ilk folluktaki sekiz yumurtadan dördünü aldım.

Bir an bunun yeterli olacağını düşünmüştüm ama Gurur’un ne kadar iştahlı olduğunu hatırlayınca bu dört yumurtanın onu doyurmayacağını anladım. Yandaki folluğa geçtim çünkü onda daha çok yumurta vardı. Altı tane daha yumurtayı sepetime koyduğumda şükürler olsun ki hiçbir sorun çıkmamıştı. Sepeti koluma takarak dışarı çıktığımda beni bekleyen kadın kümesin kapısını kapatmıştı.

İçtenlikle ona teşekkür edip adını sorduğumda isminin Aysun olduğunu öğrendim. Kapıya kadar beni uğurlayıp tekrar küçük kızına emanet etti. “Fadime’den önce onu Safiye teyzene götür. Anam gönderdi Gurur’un gelinine biraz tereyağı ve peynir koyacakmışsın de o halleder.” Daha sonra bana dönüp kafama sardığım pullu yazmamı düzeltti. “Safiye’nin inekleri çoktur ondan istemekten çekinme.” Sanırım ben ciddi ciddi dilencilik yapıyordum.

Aysun teyzenin bu sıcak tutumu ve verdiği yumurtalar için içimde ona karşı bir minnet oluşmuştu. Sepetimi yere bıraktım ve uzanıp elini öperek alnıma koydum. “Vışş kadir kıymette bilirmiş Gurur’umun karısı,” diye konuşup beni kollarının arasına çekti ve kızıymışım gibi sarıldı. Bana gösterdikleri bu sıcak tutumun nedeni Gurur’a duydukları yoğun sevgiden kaynaklanıyordu.

Hatice ile tekrar yola çıktığımızda diğer kız çocuğu çoktan yanımızdan ayrılmıştı. Buradaki evler birbirine çok yakın olduğu için eski bir taş evin önünde durmuştuk. Dağın yamacına yaslı evin ön cephesi sarmaşıklarla kaplıydı. Hatice elimden çekerek beni bahçeye sokup, “Safiye teyze!” diye bağırmaya başladı.

Hatice sürekli bağırdığı için yaşlı bir kadın bastonuna tutunarak dışarı çıkmıştı. Beyaz saçlarını ince bir örgü yapıp kafasına bir yazma atan yaşlı kadının omzunda siyah bir şal vardı. “Kiz findık ne diye bağiraysun?”

Hatice ona beni gösterip, “Safiye teyze bu abla Gurur abinin karısıymış,” dediğinde neredeyse gülecektim. Hatice’nin Gurur’u tanıdığını bile sanmıyordum ama annesinden duyduğu şeyleri tekrarlıyordu. “Annem dedi ki gelin kıza yağ ve peynir koysun.”

Yaşlı kadının gözleri dolduğunda kapının önünde öylece kalmıştı. Gurur’la derin bir mazisi olmalı ki onun adını duyunca bile kederlenmişti. Onun döndüğünü daha şimdi öğreniyormuş gibi hafifçe yerinde sendelemişti. Yaşadığı heyecan ve kalp sızısı ona bir adım arkaya attırmıştı. Önce Allah’a şükreder gibi yukarıya baktı daha sonra da başını eğip ağıt yapar gibi, “Hey gidi Koçari hey,” diye serzenişte bulundu. “Bi gittun daha da dönmedun, yine mi evin yolunu unuttun oğul.”

Ve ben anladım ki bu köyde Gurur’u en çok seven insanlardan biri de bu kadındı çünkü onun dönüşüne bir damla gözyaşı dökmüştü. Daha sonra kendini toparlayıp eliyle bana gel işareti yaptı. “Yaklaş bakayim gelin kız, yakından göreyim senu.”

Hatice beni bırakıp gidince mecburen Safiye Hanım’a doğru yürüdüm. Eşiğin merdivenini çıktığımda boyu benden kısa olduğu için başını kaldırıp uzun uzun beni izledi. Kendi gelinine bakar gibi baştan ayağa beni izlerken, “Hay maşallah,” diyerek içli bir şekilde gülümsedi. “Rabbim nazarlarda korusun senu, de bakayim adın nedur?”

“Farah efendim.”

Kaşlarını belli belirsiz çatarak, “Efendum de nedur,” diye bana çıkıştı. “Safiye ana de bağa.” Gönlü olacaksa tabii olur. “Elinizi öpeyim Safiye Hanım yani ana,” diyerek eline uzandım ve öpüp başıma koydum. Anlaşıldı ben kulübeye dönene kadar kapı kapı gezip herkesin elini öperek bir şeyler toplayacaktım. Biri en acilinden bana bakkalın yerini söylemeliydi.

Safiye ana elini belimin arkasına koyup beni eve doğru yönlendirdi. “Kapıda durma geçeysun içeri.” İçeriye doğru bir adım atmıştım ki onun ayaklarında ayakkabı olmadığını gördüm. Kapının eşiğinde duran birkaç ayakkabıyı görünce bende ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim. Onun evini kirletmek istemiyordum.

Eve girince beni salona yönlendirdi. Etrafıma tuhaf bakışlar atarak gösterdiği yöne doğru yürüdüm. Salona girdiğimizde yanan sobanın sıcaklığı sabah ayazını bastırıyordu. Çayı yeni demlemiş olacak ki çaydanlık sobanın üstündeydi. Yerde eski bir kilim vardı ve duvarında birçok çerçeve asılıydı. Pencerenin önündeki saksılarında çiçekleri çeşit çeşitti. Perdeleri renkli ve koltuklarının da kılıfları biraz eskiydi.

Kapısına geldiğimiz esnada kahvaltı yapıyor olmalı ki yer sofrasını halının üstüne sermişti. Ayaklı siniyi kurup üstünü çeşitli yiyeceklerle doldurmuştu. Ordu’ya geldiğimden beri erik dışında hiçbir şey yemediğim için yerdeki yiyeceklere baktıkça karnımın gurultusu artıyordu. Safiye ana aç olduğumu anlayınca yanıma yaklaşıp kaşlarını çattı. “O poh yiyenun uşağı seni aç mi bırakayi?”

“Yok olur mu öyle şey.” Aceleyle başımı iki yana sallayıp elimi guruldamaktan başka bir şey yapmayan karnıma bastırdım. “Daha dün geldik, buranın temiz havası beni çarptığı için dün tüm gün uyumuşum. Bu yüzden bir şeyler yemeye fırsatım olmadı.”

Beni yerdeki sofraya çekerken yüzünde memnuniyet dolu bir ifade belirmişti. “Kocasina da toz kondurmazmuş, otur ye hele.” Böyle bir sofrayla karşılaşmışken kapı kapı gezip yiyecek bir şeyler toplayacağıma burada karnımı doyururdum. Gurur’da kendi başının çaresine baksın.

Dizlerimi altıma alarak yere oturduğumda Safiye ana mutfağa gidip benim için de bir bardak getirmişti. Bardağı siniye koyup sobanın üstünde duran çaydanlığa doğru yürüyünce, “Safiye Hanı- yani Safiye ana zahmet etme ben alırım,” diyerek onu durdurdum. Ayağa kalkıp çaydanlığı alarak yere yanıma koydum, sonra da ikimizin çayını doldurdum.

Yanıma oturduğunda mısır ekmeğinden kopartarak bana büyük bir parça uzattı. “Çekinmeyesun kuzum ye hayde.”

“Teşekkür ederim.” Ekmeği ondan alıp sinideki şeylere bakarak ona omlete benzeyen şeyi gösterdim. “Bu nedir?”

Çayına şeker attıktan sonra tadına bakayım diye tabağı önüme itmişti. “Bizum buralarin kayganasidur, başka heçbir yerde böylesuni bulamazsun.”

Uzanıp küçük bir parça kopartarak ağzıma atınca yumurta, un ve değişik otların tadını alınca gözlerim büyüdü. Tadı gerçekten çok güzeldi. Tüm tabağı iyice önüme çektiğimde bu onu güldürmüştü. Ben iştahlı bir şekilde karnımı doyururken Safiye ana çayını izleyerek beni izliyordu. Yarım saat boyunca karnım doyana kadar hiç konuşmadan beni izlemişti. Onun bakışlarının altında bir şeyler yemek beni çok rahatsız etse de aç olduğum için mecburen yedim.

Karnım doyunca Safiye ana daha fazla dayanamayıp konuştu. “Anlat hele bizim uşak nasi buldu senun gibi kızi?”

“Sizin o maganda uşağınız beni bir dağa kaçırarak zorla bana nikah kıydı,” dediğimde bu kadarı zaten kulaklarına gelmiş gibi yavaşça başını salladı. “Bileyim o hayırsizun vardur böyle delilukleri.” Çay bardağını siniye bırakıp gri gözlerini hafifçe kısarak öne eğildi. “Neden evlenduğunizi bileyrum ama de bakayim bağa, ailelerinuz arasundaki husimet daha devam edeyi mi?

Ekmeğime tereyağı sürerken sıkıntılı bir şekilde başımı salladım. “İki aile arasındaki düşmanlık devam ediyor çünkü Gurur bunun son bulmasına hiç izin vermedi.” Gurur benimle evlendiğinden beri benim ailem hiçbir zaman ona zarar verecek bir şey yapmamıştı. Ne babam ne de annem Gurur’a herhangi bir zarar vermemişlerdi çünkü Gurur onların damadıydı. Lafla kızıp dururlardı ama hiçbir zaman Gurur için çirkin tuzakları olmamıştı.

Ancak Gurur’un bize yapmadığı fenalık kalmamıştı. “Safiye ana bana iyi davranmana gerek yok, aslında ben sizin gelininiz değilim.” Tereyağı sürdüğüm ekmeği siniye bıraktım. “Evet, Gurur’la evliyiz ama aramızdaki gerçek bir evlilik değil.” Buruk bir şekilde ona tebessüm ettim. “Onun aklı da kalbi de kaybettiği nişanlısında. Bizde zaten yakında boşanacağız.”

Ayağa kalkıp beni durdurmasına izin vermeden aceleyle, “Kahvaltı için çok teşekkürler artık geri dönmeliyim,” dedim ve hemen salondan çıktım. Arkamdan seslendi ama yaşlı bir kadın olduğu için daha o bana yetişmeden evden çıkıp ayakkabılarımı giymiştim.

Onun evinin bahçesinden çıktığımda Ali’nin peşime taktığı dört koruma burada beni bekliyordu. Bir kez daha kaçma hayallerim suya düştüğü için somurtarak geldiğim yolu geri yürümeye başladım. Nisan arkamdan seslenip, “Farah Hanım sepetiniz nerede?” diye sorunca ayaklarımı pat pat yere vurup adımlarımı hızlandırdım. “Daha fazla kimseden bir şey dilenmeyeceğim!” Ayrıca ben karnımı doyurmuştum onlar düşünsün gerisini.

Yolda tek başına yürürken bir evden çıkıp bu tarafa yürüyen dört genç kız gördüm. İkisi benim yaşlarımdaydı ama diğer ikisi en fazla on sekizinde olmalıydı. Hepsi de Karadeniz yöresine ait rengarenk giyinmişlerdi. Arkamdaki korumalar dikkatleri çektikleri için yanımda durdular. Sarışın ve yeşil gözlü kız beni süzüp, “Sen Gurur Bey’in karısı mısın?” diye sorunca imdat diye bağırasım geldi. Gurur’un döndüğünü duydukları için yanımdaki korumalar kim olduğumu ele veriyorlardı.

“Evet, ben Farah,” diye kendimi tanıttığımda sarışın kız gülümseyerek, “Bende Elif,” diyerek ismini söyledi. Daha sonra yanındaki kızları bana gösterdi. “Bunlarda Züleyha, Asiye ve kardeşim Filiz.”

“Memnun oldum,” dedikten sonra ellerindeki tuttukları ipek bohçaları gösterdim. “Onlar nedir?”

Asiye işlemeli bohçayı hafifçe yukarı kaldırıp, “Yarın köyümüzün kızı boncuk evleniyor,” dedi. Boncuk gelinin lakabı gibi bir şey olmalıydı. “Onun çeyizini hazırlayacağız sende gel istersen.”

İnsanların daha yoğun olduğu bir yere gitmek mi? Hiç sanmıyordum. “Teşekkür ederim ama Gurur çoktan uyanmış olmalı.” Kibar bir şekilde onları geri çevirip tebessüm etmek için kendimi zorladım. “Geri dönüp onun kahvaltısını hazırlamalıyım.” Gurur gibi bir zorbaya kahvaltı falan hazırlamayacaktım ama onu kullanmak iyi bir mazeretti.

En az köyün kadınları kadar kızları da sıcak kanlı oldukları için beni anlayışla karşıladılar. “Kocanı bekletmeden dön o zaman, yarın düğünde görüşürüz.” Asiye bunları söyledikten sonra kızlarla yoluna devam edince aval aval arkalarından baktım. Yarın o düğüne katılacağımı onlara düşündüren şey neydi?

Köyden çıkıp tekrar kulübenin olduğu tepenin yamacına gelince üşenerek omuzlarımı düşürdüm. “Lütfen beni yukarı kadar taşıyın.” Sızlanarak korumalara döndüğümde Nisan dışında diğer üç adam hemen arkaya çekilmişlerdi.

Nisan onların bu çekimserliğini görünce gülerek bana döndü. “Hayati bir durum olmadığı sürece sizi kucaklarına alırlarsa Gurur Bey hepsinin canına okur.” Bana yaklaşıp tam karşımda durdu. “İsterseniz ben sizi taşıyabilirim.”

“Kendi hemcinsime işkence yapacak kadar taş kalpli değilim.” İş başa düştüğü için mecburen dağı tırmanmaya başladım. Geberip gidecektim bu dağlarda. “Zengin bir kocam var ama ben bu dağ bayırda sürünüyorum!” Sitemim arkamdaki korumaları güldürmekten başka bir işe yaramamıştı.

Oflayıp puflasam da tüm bu tepeyi tırmanıp nefes nefese yukarı çıktım. Ellerimi dizlerime bastırarak nefesimi düzene koymaya çalışırken Ali’nin sesini duydum. “Elin boş mu döndün?”

Doğrulup saçlarımı düzelterek ters bakışlarımı ona çıkardım. “Köylüleriniz çok cimri kimse hiçbir şey vermedi,” dediğimde bana zerre kadar inanmadığını alaycı gözlerinde görebiliyordum. “Gurur abinin adının geçtiği bir yerde kimse seni eli boş göndermezdi.”

“Anlaşılan abin sandığın kadar buralarda sevilmiyormuş.” Omzuna çarparak yanından geçip kulübeye yürürken, “O mutfağı ben temizlemeyeceğim!” dedim kızgınlıkla. “Kim batırdıysa o temizlesin.”

“Kocan batırdı.”

“O zaman o temizlesin.” Pis bir yerde yaşamaktan nefret etsem de hiçbir işe elimi atmayacaktım. Kapının önünde yığınla adam vardı ama biri bile mutfağa girmiyordu.

Kapının önünde durup Ali’ye döndüm. “Köye gittiğimi duyunca Gurur’un peşime takılacağına çok emindim. Hasta falan mı?”

Ali tebessüm ederek başını iki yana salladı. “Onun yanında oradaki herkese kötü davranacağını düşündüğü için gelmedi.” Şimdi tebessümü kaybolmuş, yerini iğneleyici bir ifade almıştı. “Geldiğinden beri yaptığın tek şey bu.”

Kulübeye girdiğimde salonda sesler geliyordu. Yine kimin geldiğini merak ettiğim için salona girince bu sefer sadece bir ziyaretçiyle karşılaştım. Gurur’un yanında oturup onunla babacan bir şekilde sohbet eden yaşlı bir adam vardı. Adım seslerimden geldiğimi anlayıp ikisi de susarak bana dönmüştü. Gurur’un gözleri beni bulduğu an nefes dahi almadan öylece kalakalmıştı. Bu kıyafetlerin içinde beni görünce dudakları hafif aralanmış, gözbebekleri büyümüştü.

Başıma sardığım pullu yazmaya bakarken adeta büyülenmiş gibiydi. Alnıma dökülen altın sarısı pullara izlerken yüzünde oluşan ifadenin farkında değildi. Bakışlarını biraz kaydırıp yakası Karadeniz işlemeleriyle süslü, kısa kollu bluzuma bakınca hafifçe tebessüm etmişti. Bordo rengi eteğime, belime bağladığım şala ve ayaklarımdaki çoraplara baktıkça tebessümü genişliyordu.

Onu daha önce de beğeni dolu gözlerle bana bakarken görmüştüm ama böylesi ilk kez oluyordu. Sanki karşısında tapılası bir şey varmış gibi bir türlü gözlerini benden ayırmıyordu. Soluksuz bir şekilde beni izlerken yüz ifadesi gevşemiş, tebessümü tüm yüzüne yayılmıştı. Hani bir şeye baktıkça bakasınız gelirdi ya, Gurur şu anda o haldeydi.

Giydiğim birkaç kıyafetin onu böylesine etkileyeceğini beklemiyordum. Keşke önüne dönse çünkü o bana böyle hayran gözlerle baktıkça daha çok utanıyordum. Yanındaki yaşlı adam Gurur’un bana olan bakışlarını görünce belli belirsiz gülümsedi. Gurur’un birine bakarken gözlerinde oluşan o can alıcı ışıltıyı ilk kez görüyormuş gibi yaşlı adamın bakışları manidardı.

Daha sonra onu kendine getirtmek için yalandan öksürüp, “Gelin kızımız bu mu?” diye sordu.

Onun sesiyle Gurur dağılan dikkatini toplamak için hafifçe silkelendi. “Evet, dayı.” Bana dönüp yanındaki adamı gösterirken yeşil gözlerinde bana karşı bir uyarı vardı. Yaşlı adama iyi davranmamı istercesine gözleriyle beni uyarıp, “Salim dayı babam gibidir,” dedi. “Buraya gelip onunla tanış.”

Kulübenin sınırları içine girdiğim andan itibaren şirret gelin rolüne büründüğüm için göz ucuyla yaşlı adamı süzdüm. Aslında iyi birine benziyordu ve bana olan bakışları dost canlısıydı ancak bir an önce evime dönmek için onu kırmak zorundaydım. Bu yüzden akların düştüğü siyah saçlarına, yorgun ela gözlerine ve kırışıklıkların ev sahipliği yaptığı yüzüne kibirle bakıp durdum.

Ellili yaşlarındaki bir adama saygı duymam gerekirken ondaki her şeyden nefret etmişim gibi davranıyordum. Adama hoş geldin bile demeden Gurur’a dönüp hesap sorar gibi kollarımı göğsümde birleştirdim. “Buradaki dostlarınla hasret gidermek istiyorsan sen onlara git, sürekli kapımızı çalıp durmasınlar.” Gurur’un kaşları çatıldığında bana kızmasına izin vermeden hemen salondan çıkmıştım. O arkamdan benim adıma Salim Bey’den özür dilerken çoktan kulübeden çıkmıştım.

Yürüyüp erik ağacının yanında durduğumda kendimi berbat hissediyordum. Gurur eğer biraz daha beni evime götürmezse burada çok fazla kişinin kalbini kırmak zorunda kalacaktım. Etrafımdaki yaylaya umutsuz gözlerle bakarken buradan kaçmanın bir yolunu arıyordum. Kendim için bir çıkış yolu arıyordum ancak kulübenin etrafındaki sayısız adam umutsuzluğa kapılmama neden oluyordu. Kaçmayayım diye Gurur tüm adamlarını buraya yığmıştı.

Bir kez daha kaçmaya yeltenirsem bu sefer beni kilere kapatacağını söylemişti. Geldiğimizden beri tüm kaçma girişimlerini ustaca bertaraf ediyordu. İçerideki misafiri gitmeden bir şekilde kaçmak için sağlam bir plan yapmalıydım. Dünden beri gelen giden eksilmiyordu. Kulübe o kadar bakımsız ve kötü durumdaydı ki insan burada misafir ağırlamaya utanırdı. Ancak Gurur bu harabede yaşamaktan hiç gocunmuyordu.

Ordu’da da Kalenderlerin görkemli bir malikanesi olduğuna emindim ama beni oraya götürmüyordu çünkü bu berbat kulübeyle cezalandırıyordu. “Farah,” diye bana seslenince suratımı asarak ona döndüm.

Gurur, Salim Bey’le dışarı çıktığında az önce içeride söylediklerimin siniriyle bana kulübeyi gösterdi. “Karnımız acıktı, gir içeri bize yemek yap.” Bu herif gerçekten beni köle gibi çalıştıracağını mı sanıyordu?

“Kendi yemeğinizi kendiniz yapın.” Ordu’nun gördüğü en rezil gelin olmaya adaylığımı koyarak sırtımı ağaca yasladım. “Ben kimsenin hizmetçisi değilim acıkan mutfağa girer.” Sanki o leş gibi mutfakta yemek yapılabilirdi de.

Sert çıkışım karşısında Gurur’un çenesi kasılmaya başlamıştı. Nefes alışları sıklaştığında Salim Bey’in yanında onu terslediğim için sinirden dişlerini sıkıyordu. “Kendini olmadığın biri gibi göstermeyi bırak artık!” Parmaklarını büküp yumruğunun içine hapsettiğinde yeşil gözlerinde ciddi bir uyarı vardı. “Bu küçük oyunların bana sökmez şimdi içeri geç.”

“Evime dönmek istiyorum!”

“Senin evin artık benim ve ben neredeysem evin orası!”

“Sen öyle sanıyorsun!”

Salim Bey huyumu suyumu bilmediği için beni çok şirret biri gibi görmeye başlamıştı. Ona kendimi bu şekilde gösterdiğim için açıkçası böyle düşünmesi işime gelirdi. Belki Gurur’a benden ona karı olmayacağını söylerdi. Salim Bey yavaşça Gurur’a döndüğünde benimle olan evliliğini onaylamadığını görebiliyordum. “Karın sana karşı pek asidir.” Babacan bir tavırla Gurur’un omzunu sıktı. “Böyle kızlar sana gelmez bırak gitsin.”

“Şu ihtiyarı dinle ve beni bırak.” Adama ihtiyar deyip saygısızlık yaptıkça Gurur’un gözü seğiriyordu. “Benden size gelin olmaz evime dönmek istiyorum.”

Gurur boğazından çıkan kalın ama hırıltılı bir sesle, “Rol yapıyor!” diye küfretti. “Olmadığı biri gibi davranarak aklınca beni bezdirecek.” Artık yaptığım hiçbir numara ona sökmüyordu.

Salim Bey daha fazla karı koca arasına girmek istemediği için zoraki bir şekilde ona tebessüm etti. “Daha sonra yine gelirim. Çarşıya inersen beni nerede bulacağını biliyorsun.”

İkisi ayaküstü vedalaştıktan sonra Salim Bey gitmişti. O gidince yönünü bana çeviren Gurur’un bakışlarından korkmaya başlamıştım. Katı gözlerle beni izlerken her an üzerime saldırabilirdi. “İçeri geç konuşacağız.” İkimizin yalnız kalacağı o kulübeye asla girmezdim.

Onu daha fazla kızdırmayı göze alarak çenemi dikleştirdim. “Seninle konuşacak bir şeyim yok abi,” dediğim an sanki bir anda yayladaki tüm sesler kesilmişti. Korumalar ilk kez benden böyle bir şey duydukları için Ali ve Yalçın dışında hepsi şaşkınca birbirlerine bakıyorlardı. Ali ise gülüşünü saklamak için başını eğmişti. Gurur’a gelirsek… Daha önce olduğu gibi yine beyninden vurulmuşa dönmüştü.

Kulaklarında abi diyen sesim çınlarken başlangıçta öylece kalakalmıştı. Heybetli vücudu yavaş yavaş havadaki gerginliği emerken ilk otuz saniye hiç kıpırdayamamıştı. Ancak daha sonra yeşil gözlerinde şimşekler çaktı ve her bir yıldırım onun sert yüz hatlarına yansıdı. Sinirden suratındaki tüm damarlar seğirdiğinde kılcal damarları bile belirginleşmişti.

Bu abi konusunun kapandığını düşünmüştü ama benden tekrar duyunca yumruğunu sıktı. “Ne dedin sen?” Sesi birazdan kopacak olan fırtınanın dinginliğini taşıyordu. “Tekrar et bakayım az önce ne dedin?”

Aramızdaki mesafeyi açmak için arkaya doğru küçük adımlar atarken onunla olan göz kontağını kesmedim. “Duymadıysan tekrar söyleyeyim.” İnadına yapar gibi gözlerinin içine baktım ve duymaktan nefret ettiği şeyi tekrar söyledim. “İkimizin konuşacak bir şeyi olamaz abi.”

Kan beynine sıçramış gibi dişlerinin arasından adeta hırlayıp, “Seni gebertirim!” diyerek hemen bana doğru atıldı. “Abi diyen o dilini kökünden kestiğimde bakalım tekrar söyleyebilecek misin!”

Daha o bana yetişmeden arkamı dönüp koşmaya başladım. Dağın başındaki bir yaylada tüm gücümle koşarken bir şeye takılıp düşmemeye çalışıyordum. Tabii öncelikli amacım Gurur’a yakalanmamaktı. “Bırak peşimi haydut herif!” Ondan kaçarken bir yandan da ona laf yetiştiriyordum. “Sana abi dememi sen istemiştin.”

Beni yakalamak için peşimden gelirken sesindeki öfke ürkütücüydü. “Senin abin değil kocanım, kocan!”

“Şimdi mi geldi aklına kocam olduğun? Ayrıca ben seni abim gibi görüyorum!”

“Siktirtme yalanını, beni öperken abin gibi görmüyordun!”

Çay fidelerinin arasında zikzaklar çizerek kaçarken savunması karşısında neredeyse gülecektim. “Ben değil sen beni öpmüştün.” Sarkacımı benden çaldıktan sonra beni susturmak için dudaklarıma yapışan oydu. “Lütfen geçmişi unutup yolumuza bakabilir miyiz? Ben artık evime dönüp yeni kısmetlerime bakmak istiyorum.”

Gurur peşimden koşarken gök gürültüsünü andıran kızgın bir sesle, “Sana çıkacak tüm kısmetlerin dalağını siktiğimde benden başkasıyla olamayacağını daha iyi anlayacaksın!” diye küfretti. “Tabii öncesinde abi diyen şu dilinle ilgileneceğim!”

Bir anda arkadan kolumu yakalayıp beni sertçe kendisine çevirdiğinde neye uğradığımı anlamadım. Ondan kurtulmak için çırpınırken ikimizde dengemizi kaybetmiştik. Çay fidelerinin arasında bir yokuşun üstünde dururken onunla cebelleşmek ikimizin de düşmesine neden olmuştu. Yere düşüp birkaç tur yuvarlandığımızda Gurur’un ağır cüssesinin altında ezilmiştim. Neden her defasında üstte olan o oluyordu?

Gerçek anlamda iri vücuduyla beni eziyordu. Onu üstümden itmeye çalıştım ama milim kıpırdamamıştı. Az önce söylediklerimin kızgınlığını taşırken beni kıskacına almıştı. Çenesini sıktıkça dişleri daha çok gıcırdıyordu. “Şimdi sıkıyorsa abi de bakalım!”

Onu itmek için göğsüne bastırdığım ellerimi bileklerinden tutup başımın üstüne sabitledi. Sinirli yüzünü yüzüme yaklaştırdığında tüm hiddetiyle bana bakıyordu. “Beni abin gibi gördüğünü söyle de hemen şimdi öyle olmadığımı sana göstereyim!” Kalbim kasıldı. Son kısmı söylerken gözleri dudaklarıma kaymıştı.

“Bir daha söylemeyeceğim.” O kadar paniklemiştim ki her an bir delilik yapar diye endişeleniyordum. Bakışları dudaklarımda gezindikçe dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırıyor, başımı iki yana sallayarak ona istediği sözü veriyordum. “Peki, abi demek yok. Lütfen kalk üstümden.”

“Şöyle yola gel.” İsteksiz bir şekilde üstümden kalkıp kendini yan tarafıma attığında öfkesinde azalan hiçbir şey olmamıştı. Ellerimi yere bastırıp oturduğumda az önce sıktığı bileklerimi ovuşturuyordum. Canımı yakacak bir şekilde sıkmamıştı ama hassas bir tenim olduğu için küçük bir baskı bile bileklerimin kızarmasına neden olmuştu.

“Şimdi beni iyi dinle, Farah Kalender.” Kocam olduğunu bana aşılamak istercesine soyadını vurgularken bakışları sık sık parmak izlerinin çıktığı bileklerime kayıyordu. “Gerçekte nasıl birisin hâlâ anlamış değilim ama buraya geldiğimizden beri kendini göstermeye çalıştığın gibi insanları küçümseyen biri olmadığını da biliyorum.”

Uzanıp çenemi kavrayarak başımı kaldırdığında gözleri bir kez daha kızaran bileklerime kaymıştı. O izler çenemi daha hafif ve yumuşak tutmasını sağlamıştı çünkü aynı izleri çenemde de bırakmak istemiyordu. “Burada kırmadık insan bırakmasan bile bu umurumda olur mu sanıyorsun?”

Son derece ciddi bir şekilde gözlerimin içine bakıp kaşlarını usulca çattı. “Değil Ordu, tüm cihan Gurur Kalender’in karısı şirret, şımarık ve küstah dese bile seni bırakmayacağım!”

Sessizliğimi koruyup dik dik ona baktığımda ona olan düşmanca bakışlarımdan nefret ediyormuş gibi derin derin nefesler aldı. “Farah…” Başparmağı hafifçe çenemi okşarken şu inadımı kırmak istercesine sesi kıvranır gibi çıkmıştı. “Seni neden bırakamadığımı sormayacak mısın?”

Sormama gerek yoktu çünkü babamla hâlâ işi bitmediği için beni yanında tutmak istediğini biliyordum. Artık daha fazla onun intikamına giden yoldaki bir araç olmak istemiyordum. “Cevabınla ilgilenmiyorum.” Çenemdeki elini iterek başımı geriye çektim. “Kalbinde başka bir adamın aşkını taşıyan bir kadını yanında tutacak biriysen, demek ki seni yanlış tanımışım.”

Tüm vücudu yoğun bir öfkeyle dolduğunda yanından kalkıp hemen ondan uzaklaştım. Onun gazabına uğramak istemediğim için sırtımda delici bakışlarını hissederek ondan uzaklaşmıştım. Madem onun dostlarına kötü davranmam veya ona abi demem işe yaramıyordu, o zaman bende başka bir adam yalanında ısrarcı olurdum.

Yukarı çıkıp kulübeye gireceğim esnada peşimden gelerek, “Hiç içeri girme gidiyoruz,” diyen sert sesini duydum. Ona döndüğümde sinirden burnundan soluduğu için bir kez olsun bana bakmıyordu. Ona başka bir adamdan bahsetmemin öfkesini yaşıyordu. Vücudu kaskatıydı, omuzları gergin ve çatık kaşlarının arasındaki çizgiler daha belirgin.

“Nereye gidiyoruz?” diye sorduğumda bana cevap bile vermeden başıyla adamlarına küçük bir işaret yapınca tüm korumalar hazırlanmaya başladı. Kim bilir yine nasıl bir yere gidecektik. Dünden beri aklım hep ailemdeydi. Yokluğumda babam ne yaptı? Karun’la aralarından ne geçti ve ne halde bilmek istiyordum?

Korumalar hazırlığını yaptıktan sonra arkamızdaki iki yüz adamla tepeyi inmeye başladık. Gurur’un yanında küçük adımlarla yürürken ona arkamızdaki korumaları gösterdim. “Neden yanında bu kadar çok adam taşıyorsun, hani kaybedecek hiçbir şeyin yoktu?”

Omzunun üzerinden bana baktığında ifadesi derinleşmişti. Gözlerinin yeşili titreştiğinde kıyamadığı hatta gözünden bile sakındığı değerli bir şeye bakar gibi bakışları anlamlıydı. Daha sonra dudakları aralandı ve söylediği sadece iki kelime bir anlığına her şeyi durdurmuştu. “Artık var.”

Bunları söyledikten sonra yanımdan geçip gitmişti. Bense arkasından bakarken artık var, dediği sözlerin etkisine girmiştim. Bir zamanlar canımdan başka vereceğim hiçbir şey yok, deyip düşmanlarının inine bile korumasız giren Gurur, beni canının bile daha önüne koyduğunu gösterircesine etrafıma bir sürü koruma yığmıştı. Bunu yapmasının bir diğer nedeni de daha önce beni kaçırdığında o kulübede yaşadıklarımdı. Aynı şeylerin ikinci kez tekrarlanmasını istemediği için gereken tüm tedbirleri alıyordu.

Arabalara binip yola çıktığımızda hâlâ ona söylediğim sözlerin sinirini taşıdığı için çok keyifsizdi. Gerçekten hayatımda biri olup olmadığından bir türlü emin olamıyordu. Onun sessizliği beni çok rahatsız ettiği için bir konu açıp, “Bir ara köye uğrayıp oradaki dostlarını da ziyaret etmelisin,” dedim. “Özellikle Safiye Hanım yollarını gözlüyor.” Kadın çok yaşlı olduğu için o tepeyi çıkıp küçük kulübemize gelemezdi.

Gurur başını hafifçe salladığında, “Köydeki küçük gezin nasıl geçti?” diye sordu. Hemen ardından büyük bir alaycılıkla kaşları yukarı havalandı. “Oradakileri de aşağılayıp rencide ettin mi?”

Susup önüme döndüğümde bu konuda kendimi savunacak tek kelime etmemiştim. Artık daha fazla olmadığım biri gibi davranıp insanları incitmeyecektim çünkü bunu yapmam hiçbir işe yaramıyordu. Ne yaparsam yapayım bu inatçı adam beni evime götürmeyecekti. “Senin evin artık benim ve ben neredeysem evin orası!” diyen sözlerini hatırlayınca bile kalbim şiddetli bir şekilde kaburgalarımı tekmeliyordu.

Bir zamanlar Gurur’un benim evim hatta yuvam olmasını ne çok istemiştim ancak onun hayatında yerim olmadığını en acı şekilde anlayınca bu isteğim son bulmuştu. Bizim onunla bir sonumuz yoktu çünkü Leyla’nın hayaleti hep aramızda olacaktı. Gurur onunla vedalaşmadıkça başka bir kadınla mutluluğu yakalayamazdı. Bir gün belki Leyla’yı aşıp başka bir kadınla olmayı deneyebilirdi ama o gün geldiğinde ikimiz çoktan birbirimizden kopmuş olacaktık.

Sessizlikle geçen sıkıcı bir yolculuktan sonra ilçeye gelmiştik. Beni buradaki evine, yani doğup büyüdüğü eve götüreceğini sanmıştım ancak öyle olmadı. Arabaları birbiri ardına kaldırıma park eden tüm korumalar arabaların yanında bekliyorlardı. Bizde indiğimizde Gurur bana erkeklerin olduğu bir kahveyi gösterdi. “Buradaki dostlarımı ziyaret edeceğim daha sonra çarşıya inip ne eksiğin varsa alırız.” Başıyla arkamda duran küçük işletmeyi gösterdi. “Onlarla tanışmak için benimle gelmek ister misin?”

“Hayır.” İnsanların kalabalık olduğu bir yerde bulunmaktan hoşlanmadığım için ona etraftaki diğer dükkanları gösterdim. “Sen dönene kadar biraz alışveriş yapıp oyalanırım.”

Cüzdanını çıkartıp limitsiz olduğunu düşündüğüm bir kartı avucuma tutuşturdu. Bunu yaparken hafifçe üzerime eğilip yakınlığıyla aklımı başımdan almayı ihmal etmedi. “Ne istersen çekinmeden al.”

Kartı alıp arkaya çekilerek onun yakınlığından kurtuldum. Ona peşime taktığı düzinelerce korumayı gösterdim. “Lütfen onlara söyle beni rahatsız etmeyecek şekilde uzaktan beni takip etsinler.” Arkamda bu kadar adam varken girdiğim her ortamda dikkatleri üzerime çekmek istemiyordum.

Gurur adamlarına gereken tüm uyarıyı yaptıktan sonra Nisan ve bir kadın korumaya daha baktı. “Siz ikiniz takım elbise yerine normal bir şey girip Farah’ın yanında olun.” Aslında bu çok iyi bir fikirdi. Bu iki kadın sıradan bir şekilde giyinirse herkes onların arkadaşım olduğunu düşünüp gözünü dikerek bize bakmazdı.

Gurur kahveye girince Nisan ve diğer kadına baktım. “Önce size giyecek bir şeyler alalım sonra ilçede küçük bir tur atarız.” İkisi yanıma geldiğinde üçümüz bir mağazaya doğru yürüdük. Diğer korumalar bize fazla yaklaşmadan bizi takip ediyorlardı. Gurur dönene kadar biraz alışveriş yaparak kendimi oyalayabilirdim.

***

Gurur

On bir yıl boyunca bir kez bile gelmediğim bir şehre tekrar nasıl geldim, anlamış değildim. Bu şehirde güzel anılarım olduğu kadar bende derin bir iz bırakan kötü anılarım da vardı. Burada edindiğim güzel anılar yıllardır doğduğum topraklara yoğun bir özlem duymamı sağlamıştı. Ancak sahip olduğum kötü ve hazin anılar buraya dönmeme hep engel olmuştu. Yıllar sonra geri dönmemin nedeni ise Farah’tı. Benim için her şey Ordu’da başlamış ve Ordu’da son bulmuştu.

Düşündüm ki eğer burada olursak onunla yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bana söylediği o yalanlardan sonra onu unutmak için çok uğraşmıştım ancak değişen hiçbir şey olmamıştı. Yalanlarına rağmen onu hayatımda istiyordum çünkü onsuz bir hayat düşünemiyordum. Hep aklımda ve kalbimdeydi, bir an olsun peşimi bırakmıyordu. Bu ayrılık sürecinde bana hiç yapmam dediğim her şeyi yaptırmaya başlamıştı.

Asaf’ı görmeyi bile hazzedemezdim ancak sırf Farah onun evinde kalıyor diye o itin kapısına bile gitmiştim. Farah sadece hafta sonları onda kalıyordu ve her cumartesi narkoz alıyordu. Bunu öğrenince her cumartesi geç saatlerde Asaf’ın evine gitmiş ve karımın odasına usulca sızmıştım. Yaptığım tek şey yanına uzanıp onu izleyerek uyumaktı, bazen de kendime hâkim olamayıp ona sarılarak uyuyordum.

Bir sapık gibi karımın odasına gizlice girmek hiç hoşuma gitmiyordu ama onu bir hafta görmeyince çıldıracak gibi oluyordum. Yıllarca beni kandırmasına rağmen her şeyi unutup onunla en başta başlamaya hazırdım ama bu seferde o buna yanaşmıyordu! Bu konuda o kadar inatçı ve acımasızdı ki bana karşı edindiği düşmanca tutumu bırakmıyordu.

Sürekli bana başka bir adamdan bahsederken bana nasıl hissettirdiğinden haberi bile yoktu. O gece yazığı e-postayı okuyunca deliye dönmüştüm. Sokaklarda tek başına olduğunu düşünmek bile bana katlanılmaz bir azap vermişti. Sabaha kadar her yerde onu aramıştım ama hiçbir yerde yoktu. Onu bulamadıkça yaşadığım o korku ve endişe o kadar büyümüştü ki, hiçbir yere sığamamıştım. O an anladım ki ben ona gerçekten körkütük sevdalanmıştım.

Sabah telefonuna ulaşınca sesini duymanın mutluluğunu yaşamadan başka bir herifin sesiyle nevrim dönmüştü. Belki de ilk kez yoğun bir şekilde Farah’la hiç şansım kalmadığını düşünmüştüm. Böylesine boktan bir histi ki onu kaybetme düşüncesi bile ölümle eşdeğerdi. Kimdi o adam? Evine gidene kadar bunları düşünerek çılgına dönmüştüm. Evine gittiğimde ise sorularıma bile doğru düzgün cevap vermeden önce bana abi demiş, hemen sonra da başka bir adama âşık olduğundan bahsetmişti!

Bana tertemiz kafayı yedirtecekti.

Tunus’un düğününde yaptıkları zaten başlı başına sinir krizi sebebiydi. Onun hakkında ileri geri konuşan bir adam için karşıma geçmiş bana canavar demişti. Oysaki bir zamanlar beni bir canavar gibi görmediğini söylerdi. Ancak başka bir adam için herkesin içinde yüzüme karşı bir canavar olduğumu haykırmıştı. Bana attığı tokadı zerre kadar gözüm görmüyordu, ben hâlâ bana canavar dediği yerde kalmıştım.

Bana inanmıyordu ama o piç gerçekten bilerek damarıma basmış ve karımı tek gecelik ucuz bir şeymiş gibi diline dolamıştı. Böyle bir durumda hangi erkek olsa kendini kaybederdi, benim gibi kafası kırık biri ise kendini kaybetmekten daha fazlasını yapardı. Farah’ın sempatisini kazanmak için kendini bana dövdürecek kadar anormal biriydi. Hissediyorum o piçte çok daha fazlası vardı. Artık soyadını ve kimin oğlu olduğunu bildiğim için gereken araştırmalara başlamıştım.

Farah’la olan karşılaşmaları tesadüf değil, planlıydı. Neyin peşinde olduğunu ve en önemlisi karımdan ne istediğini bulup belasını sikeceğim! Üstelik sadece o da değil, uğraşmam gereken biri daha vardı. Farah, Sonat’la aralarında hiçbir şey geçmediğine yemin etmişti. Âşık olduğunu söylediği adam Sonat değilse kimdi? Doğru düzgün dışarı bile çıkmazken hangi ara birini bulup ona âşık olmuştu?

Yalan mı söylüyordu yoksa gerçekten kalbinde biri mi, vardı? Anlamıyordum, anlamadığım her şeyde beni delirtecekti. İyi bir yalancı olduğu için söylediği hiçbir şeye bir türlü ona inanamıyor, sözlerinin dürüstlüğünü sorgulamadan duramıyordum. Ona duyduğum güveni o kadar yıkmıştı ki sanki Allah bir dese ben bunda bile şüphe edecektim! Beni ne hale getirdiğini zerre kadar bilmiyordu.

“Eee yeter artık Koçari.” Yan masada konuşan Yasin amcayla derin bir nefes alıp çayımdan bir yudum adım. “Usta kafayı yiyeceğim bu kadınları anlamak niye bu kadar zor?”

Kahveden içeri girdiğimden beri ilk bir saatimiz buradaki herkesle hasret gidermekle geçmişti. Ancak ikinci saatimize girdiğimde ben yine onlara serzenişte bulunuyordum. Tıpkı bir zamanlar çocukken olduğu gibi. Ne zaman kadınlarla bir derdim olsa bu kahveye gelip kendimden yaşça büyük adamlarla dertleşirdim. Şimdi koskoca adam olmuştum, onlarda çok yaşlanmıştı ama aynı mevzu aynı konu.

Hepimiz bir masaya sığmayacağımız için benim masamda benden başka dört kişi daha vardı, diğer masadaki herkeste gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı. Şu an için tek konu karımla yaşadığım sorun olduğu için hepsi beni dinleyip eskiden olduğu gibi yine tavsiye veriyordu. Rıza dayı eski sululuğunu sürdürüp soldaki masamda güldü. “Zamanında sana çok dedim benim kızı sana verelim diye. Cansu’yu alsaydın şimdi burada kafanı taşlara vurmazdın. Bak şimdi bizim kıza evli iki de çocuğu var.”

“Dayı ben kendi kızımla daha baş edemiyorum seninkini ne yapayım?” Boşları toplayan çocuğa bardağımı uzatıp, “Tazele koçum,” dedikten sonra Rıza dayıya döndüm. “Karımdan başkasını istemiyorum.”

“Zamanında Sezin öğretmen için de öyle diyordun,” diyen Kasım amca gür bir kahkaha patlattı. “Selami hocayı kıçından bile vurmuştun.”

“Ula ikisi ayni şey midur?” Şu siktiğim şivem tekrar kayınca derin derin nefesler alarak kendime çeki düzen verdim. Diğer kanala geçtiğimde tüm ciddiyetim kaybolduğu için bunu istemiyordum. Suçlarcasına her birine bakıp önüme konulan çaya uzandım. “Ben niye size danışıyorum ki şu zamana kadar verdiğiniz hiçbir tavsiye tutmadı.”

“He suçlu biz olduk?” Halil amca masanın üstüne koyduğu tütün poşetinden biraz tütün çıkartıp sararken o da aynı suçlamayla bana bakıyordu. “Bizim tavsiyelerimizde sıkıntı yok, sıkıntı senin kot kafanda. Verdiğimiz tavsiyelerin birini bile doğru yapamıyorsun.”

“Şimdi beni hiç konuşturma Halil amca. Ulan bana dediniz ki git Sezin’e açıl, de bakayım açılmadım mı? Kadın bana çocuk muamelesi yaptı.”

Rıza dayı gülüp, “Çünkü çocuktun,” deyince herkes tekrar gülmeye başlamıştı. Anlaşılan bu heriflerde değişen hiçbir şey yoktu. Madem çocuktum ne diye beni gaza getirip koca kadına gönderdiler? Bunların yaptığı da iş değildi.

“Kesin gırgırı bu seferki farklı.” Farah’la ilgili can sıkıcı şeyleri düşündükçe başıma ağrılar girdiği için şakaklarımı ovuşturdum. Dirseklerimi masaya yaslayıp başımı ellerimin arasına aldığımda başımda nükseden ağrıyı durduramıyordum. Kafamın içindeki o sesler her an geri dönebilirdi.

“Düşmanımın kızına sevdalandım şimdi ne halt yiyeceğim?” Geçmişin alışkanlığı olduğu için bir tek buradakilere içimi dökebiliyordum. “Söyleyin bana ne yapacağım ben şimdi?”

Yanımda oturan Salim kaptan babacan bir tavırla omzumu sıkarak ona bakmamı sağladı. İhtiyar gözlerinde bana duyduğu yoğun sevgi varken belli belirsiz tebessüm etti. “Ona sevdalandığını biz biliyoruz evlat peki, karına açıldın mı?”

“Dayı nasıl açılayım beni görmeye bile tahammülü yok.” Bana her baktığında gözlerinde oluşan o düşmanca ifadeyi hatırlamak bile yüreğimi sızlatıyordu. “Ailesine yaşattıklarımdan sonra çok değişti. Aslında hâlâ tanıdığım o kadın ama daha inatçı, daha acımasız ve daha kararlı. Nasıl kazanacağım ben bu kızın kalbini?”

Rıza dayı ne durumda olduğumu görünce durumun ciddiyetini anlayıp şamatayı bıraktı. Yan masada dikkatli gözlerle beni izlerken, “Yediğin boku düzelteceksin delikanlı,” diyerek başını ağır ağır salladı. “Mademki intikamından vazgeçip karını seçtin, o zaman kıza bunu göstereceksin ve onu seçtiğini ona hissettireceksin.”

“Nasıl?”

“Ne demek nasıl?” Rüstem amca sigarasını tüttürürken elinde olsa bana bir tane geçirirdi. “Ula biz sana hiç mi bir şey öğretemedik? Yaptığın hataları düzeltip kızın gönlünü alacaksın.”

“Bunu denemiyor muyum sanıyorsunuz?” Efkarlanarak, “Miço!” diye tezgahtaki çocuğa seslendim. “Oğlum çay dışında burada daha sert bir şeyler yok mu?”

Rıza dayı yine ciddiyetini kaybedip, “Oralet var Koçari,” diyerek eski günlere değindi. “Getirsin mi sana bir şişe?”

Herkes gülerken, “Dayı gözünü seveyim bir dur da,” diye hayıflandım. “Önce benim şu sorunu halledelim sonra geçersin makaranı.”

“Çözüm basit Deli Gurur.” Salim kaptan içlerindeki en bilge kişi olduğu için cebindeki sigara paketini çıkartırken beni izliyordu. “Önce kıza açılacaksın daha sonra da hislerinde ciddi olduğunu göstermek için kızın ailesine verdiğin hasarı düzelteceksin.”

Sırtını dönerek ateşi benden gizleyip bir sigara yaktı. Yaktığı sigarayı bana uzatırken bu sefer aynı hareketle kendi için de bir sigara yakmıştı. Bu kahvedeki kimse benim gözümün önünde ateş yakmazlardı. “Sen on bir yıldır buraya hiç gelmesen de alıyoruz haberlerini. O şehirli kızla neden evlendiğini de iyi biliyoruz. İntikam uğruna çıktığın yolda kıza sevdalandın, bu da yetmezmiş gibi kızın ailesini iflasın eşiğine getirdin.”

Salim dayı sigarasından bir nefes çektiğinde yaptıklarım için bana kızar gibi bakışları sertti. “Yaptıklarını düzeltmek için şu zamana kadar ne yaptın?”

“Onları düşürdüğüm çukurdan çıkarmaya çalışıyorum.” Herkes sessizlik içinde beni izlerken parmaklarımın arasındaki sigarayı dudaklarıma yaklaştırıp derin bir nefesi ciğerlerime çektim.

Duman dudaklarımın arasından süzülürken iç çekerek, “Kendi şirketimin geliştirmek üzere olduğu bir teknolojinin taslağını onun kuzenine verdim,” dedim. Şimdilerde Arksaonix adı verdikleri o çalışmanın dosyasını Aksa’ya ben vermiştim.

Aksa’da çok yetenekli bir kızdı ama bu kadar kısa sürede öyle bir projeyi ortaya çıkartamazdı. O tür çalışmalar çoğunlukla teknoloji dalında çığır açan biz Kalenderlerin şirketinde çıkardı çünkü çalışanlarımız işinin en iyisiydi. Üzerinde son çalıştıkları projeyi daha onlar bitirmeden onlardan alıp Aksa’ya vermiştim. Kalan küçük eksikleri Aksa’nın tamamlaması Farah’a bunun kuzeninin projesi olduğunu düşündürecekti.

Projeyi son haline getirip Aksa’ya verseydim o zaman Farah onun bu kadar kısa sürede böyle büyük bir teknoloji geliştirdiğine inanmazdı. Ona yardım ettiğimi anlamaması için o çalışmanın Aksa’nın olduğuna inanmalıydı. Aksa’nın günlerce projeyi tamamlamak için verdiği çabayı gördüğü için benden hiç şüphe etmiyordu. Bu konuda Aksa’yla gizlilik sözleşmesi imzaladığımız için istese de kuzenine gerçekleri söyleyemezdi.

Aynı şekilde tüm o yatırımcıları o masaya toplayanda bendim. Evet, yatırımcıları ayarlayan bendim ancak onları yatırım yapmaya ikna eden Farah’tı. O sunumu yaparken gerçek anlamda ona hayran kalmıştım. Kekelemeden veya bir yerlere kaçıp saklanmadan işin üstesinden gelmişti. O ofiste onu izlerken büyülenmemek elde değildi. Kendinden emindi, iddialıydı ve istediği şeyi almayı iyi biliyordu.

Tabii hemen sonrasında bana tekrar sinir krizleri geçirtmişti. Sikeyim, aptal sandığım karım bir dahi olabilirdi! Orada sorduğum her soruya yanlışsız cevap vermesine hayret etmiştim. Sadece matematik hafızası kuvvetli değildi, aynı zamanda bilgi daracığı çok büyüktü. Her haltı tarihleriyle birlikte bilip beni şoke etmişti. Böylesine zeki bir kadınla evli olduğumu yıllarca nasıl anlamadım? Ulan gerçek anlamda beni ayakta uyutmuştu!

Bir de devamında olan şeyler vardı tabii. Ona verdiğim 6 milyon dolarlık bir projeyi 62 milyon dolara bize satmıştı. Dosyadaki o fiyatı orada görünce yaşadığım şoku hata atlatabilmiş değildim. Benim amacım ona küçük ihaleler kazandırarak benim yüzümden yaşadıkları ekonomik krizi birkaç ayda sonlandırmaktı. Böylece hiçbir konuda benden şüphe etmeyecekti.

Ancak o sinsi kadın tek bir projeyle ve tek bir toplantıyla ihtiyacı olan tüm parayı çıkartmıştı. Düşündükçe bazen kızıyor bazen de durumun absürtlüğü karşısında gülüyordum. Bunu yapmasını hiç beklemiyordum. O ofiste gerçek anlamda beni duruma uğratmıştı. Farah’ın ters köşeleri çok beklenmedik ve sağlam oluyordu. Nasıl ki o sevkiyata katılacağını son ana kadar herkesten gizlediyse, toplantıda olanlarda buydu.

Çalışmalarını herkesten hatta ailesinden bile gizlemişti. Bu da yetmezmiş gibi Asaf’ın evinde kalıp onun evinde yiyip içmesine rağmen teknolojinin şişirilmiş fiyatını Asaf’tan bile gizlemişti. Asaf bile evinde olanları bilmezken benim bilmem daha da zordu.

Farah toplantıda elini gösterene kadar neyin peşinde olduğunu hiç anlamamıştık. Bu kız hep böyleydi, asla kartlarını belli etmez, sinsice ilerler ve bir anda en sert darbeyi geçirirdi. O ana kadar masum pozlarıyla herkesin gözünü boyardı ve kendini pasif biri gibi göstererek etrafındaki herkesi manipüle ederdi. Farah masum ve sevimli gibi görünen ama gerçekte çok zeki ve tehlikeli bir kadındı. Hamlesini hiçbir şekilde göstermez, bir anda atağa geçerdi.

İki gün sonra Farah İstanbul’da olmasa bile onun yerine Ümit yatırımcılarla olan sözleşmeyi imzalayacaktı. Onları kurtaracak para doğrudan hesaplarına geçtiğinde tüm borçları kapanacak ve şirketleri iflastan kurtulacaktı. Döndüğümüzde bende Farah’la gereken sözleşmeyi imzalayıp bir yatırımcı olarak payıma düşen bütçeyi havale edecektim. Ailesine verdiğim hasarı düzeltmek için gereken tüm ayarlamaları yapmıştım. İki gün sonra yaşadıkları ekonomik kriz son bulacaktı.

Tüm bunları kahvedekilere anlattığımda Rüstem dayı beni aptal olmakla suçlar gibi kaşlarını çattı. “Karın için bu kadar şey yaptıysan neden bunları ona söylemiyorsun? Ailesine yardım ettiğini bilirse intikamından vazgeçtiğini anlayıp sana karşı yumuşar.”

“Dayı o iş öyle değil işte.” Sigarayı kül tablasına bırakıp yüzümü sertçe ovuşturdum. “Benim karım fazla nazlı, hassas ve narin. Kendine zerre kadar özgüveni yok ve topluma giremeyecek kadar ürkek. Aslında çok yetenekli ve zeki ama kendine güveni yok.” Hiç söylemese de kendini vasıfsız biri olarak gördüğünü biliyordum.

“Kimsenin yardımı olmadan bir şeyleri başarabildiğine inanmaya ihtiyacı var.” Onun kalbini kazanmak için aslında her şeyin benim işim olduğunu ona söyleyebilirdim ama bunu yapmak onun başarısını elinden almak olurdu. Üstelik bu gerçekten onun başarısıydı ama benim bu işe dahil olduğumu öğrenirse tam tersi şeyler düşünürdü.

Benim tek yaptığım Aksa’ya bir proje vermek ve yatırımcılarla bir randevu oluşturmak. O sunumu en iyi şekilde yapıp yatırımcıları ikna eden Farah’tı. Aynı şekilde usulsüz bir yola başvurarak yatırımcıları kandıran ve bir şeyi değerinin çok üstünde satanda Farah’tı. Ailesini düştüğü çukurdan kurtaran oydu ben sadece küçük bir yardımda bulunmuştum. Gerisini o halletmişti.

Tüm bu süreçte hiçbir şey yolunda olmadığını ona düşündürttüm. Böylece odasından saklanmak yerine kendi için ilk adımı atarak şirkette çalışmaya başlamıştı. Anksiyetesi ve sosyal fobisi olan bir kadın için bu büyük bir başarıydı. İnsanlara alışmaya bir yerden başlamalıydı. Her şeyden haberim vardı, gece gündüz çalışarak kendini ne kadar yıprattığını biliyordum.

Çoğu zaman dayanamayıp onu durdurmayı, her şeyi halledeceğimi söylemeyi çok istemiştim ama yapmadım. Yorulmalı, çaba göstermeli ve her şey son bulduğunda bunun onun çabalarıyla olduğunu bilmeliydi. Onu biraz itekleyince yapamayacağı hiçbir şey yoktu ama bunun için biraz onu zorlamalı ve cesaretlendirmeliydim.

Haberi bile yoktu ama ona olan duygularımın farkına vardığım günden beri onu her zamankinden daha çok hayata hazırlıyordum. Bir gün babasının koltuğuna geçecekse o masadakilerin oyuncağı olmamak için şimdiden kendini geliştirmeliydi. O da artık bu konuda istekliydi, gerçekten çaba gösterdiğini görebiliyordum. Artık emir kiplerine bile direnmeye başlamıştı.

Her zaman olmasa da bazı anlarda sınırlarının dışına çıkıp emirlere itaat etmiyordu. Özellikle dünden beri bu konuda büyük gelişme katetmişti. Bu konudaki tüm zincirlerini kırmak için dünden beri özellikle ona emir veriyordum. Her defasında bana karşı çıkması bana tarifi olmayan bir mutluluk veriyordu ama bunu ondan saklıyordum.

İstediğim tek şey karımın kendini kimseye ezdirmeyecek kadar güçlü bir potansiyele ulaşmasıydı. Ve artık biliyordum ki bu konuda gerçekten umut vardı çünkü Farah artık gereken çabayı gösteriyordu. Ne yazık ki gelişme gösteremediği tek şey kendi iyiliği için olan şeylerdi. Konu sevdiklerinden biri olunca içinden farklı bir kadın çıkıyordu ancak onunla ilgili şeylerde o kadından eser bile kalmıyordu.

Babası için sevkiyatta benimle dövüşen kadın dünden beri tutsağımdı ama bana bir yumruk bile atamıyordu. Sahip olduğu cesaret kendi için hiç ortaya çıkmıyordu. Bu konuda da bir şeyler yapılmalıydı ama şu an için tek önceliğim onun kalbini kazanmaktı. Bana başka bir adamdan bahsettikçe deliye döndüğüm için bir an önce başka heriflerin ihtimalini ortadan kaldırmalıydım. Eğer bana âşık olursa beni abisi gibi görmez ve aklı başka adamlara kaymazdı.

Beni nasıl abisi olarak görür ki, bu boktan bir durumdu!

“Madem onun için yaptıklarını ona söyleyemiyorsun…” Yusuf dede uzun süredir gözleri kapalıydı. O masada uyukluyormuş gibi duruyordu ama gözlerini açıp benimle konuşmaya başlayınca aslında hiç uyumadığını anladım. “O zaman kızı alıp karşına konuşacaksın.”

Salim kaptanda onunla aynı fikirde olduğunu göstererek başını sallarken tuhaf mırıltılar çıkartıyordu. “Leyla’nın geçmişte kaldığını, hayatında ondan başka kimsenin olmadığını ona söylemenin zamanı geldi.”

Buradaki gençlerden biri, “Gurur abi onu sevdiğini artık ona söylemelisin,” diyerek o da konuya dahil oldu. “İlk adımı atmadıkça onun seni sevip sevmediğini anlayamazsın.”

“Sevmiyor koçum.” Kendi derdime yanarak kül tablasına bıraktığım sigarayı aldım. “Kaç defa sordum kalbinde bana yer var mı, diye ama hep yok diyor.”

“Abi öyle sorarsan tabii yok der.” Henüz on yedisinde olan çocuk sandalyesini alarak masama gelip sandalyeyi bize yakın bir yere koydu.

Sandalyede oturup hafifçe öne eğildiğinde bana tebessüm etti. “Genç kız kalbi sırça köşk gibidir, bir kez kırarsan bir daha kolay kolay o kapının eşiğinden giremezsin. Belli ki çok kırmışsın yengeyi, o köşkün kapılarını tekrar açmak istiyorsan al karşına ve bize söylediğin gibi onu sevdiğini itiraf et.”

“Sen dediklerimi hiç duymadın mı, sevmiyor beni.”

“Onun sevmiyorum demesine ne bakıyorsun belki seviyor?” Bu ergen piç aklıma olmayacak şeyleri sokarken sandalyesinde sırıtarak kasıldı. “Belki o da seni seviyor ama senin onu sevmediğini düşündüğü için sana açık kapı bırakmıyor.” İhtimali bile durup düşünmeme neden olduğu için sessizleşmiştim. Bu olabilir miydi? Onun beni sevmediğini düşündüğüm gibi aynı şeyleri Farah’ta düşünüyor olabilir miydi?

Ben ki koskoca Gurur Kalender, aşk konusunda o kadar bilgisizmişim ki çoluk çocuktan tavsiye alıyordum. Sandalyemi çekerek henüz yetişkinliğe bile erişmeyen çocuğa yaklaştım. “Ona açılmam için önce bana olan hislerinin ne durumda olduğunu bilmeliyim. Şimdi söyle, Yakup bunu nasıl anlayacağım?”

“Ona içki içir sarhoşken ne sorarsan doğruyu söyler.”

“Siktir git lan.” Sandalyemi çekerek ondan uzaklaştığımda buradakilere sivilceli veledi gösterdim. “Şu piçi alın başımdan saçma sapan konuşuyor.” Ağzına içki sürmeyen bir kızı kendi çıkarlarım için sarhoş etmeyecektim.

“Halil’in uşağı doğru söylüyor.” Rıza dayı onu destekleyerek masasından bana doğru eğildi. “Mademki gelin kızın hislerini bilmeden ona açılamıyorsun o zaman sarhoş edip gerçeği öğren.”

“Dayı sen de mi? Bir gidin Allah aşkına, karıma nasıl içki içireyim?” Aklıma gelenlerle yüzümü buruşturdum. “Bunun bir de ertesi günü var, kendine geldiğinde canıma okur.”

Köşede oturup purosunu tüttüren Melih emmi gür bir kahkaha patlatmıştı. “Sen eskiden böyle hanım evladı değildin, Koçari,” diye beni dolduruşa getirmeye başladı. “Koskoca bir İstanbul’u dize getirdin, el kadar kızdan mı korkuyorsun?”

“Emmi sen sanki Sultan anamdan korkmuyorsun. Yahu adı geçince bile titriyorsun, ben niye karımdan korkmayayım?” Yakamı düzelterek çayıma uzandım. “Benimki seninki gibi eli maşalı değil, öyle kafamı gözümü yarmıyor ama Allah var nazı büyük. Bir dudak büküp gözyaşı dökmesiyle sanki hayat duruyor.”

Halil amcanın oğlu Yakup’tu sırıtarak, “Ooo abi sen iyice yengeye abayı yakmışsın,” deyince ensesine küçük bir fiske vurdum. “Zevzekliği kesip bana bir rakı al gel.” Cüzdanımdan biraz para çıkartıp ona uzattığımda almadı. “Abi bu para fazla.” Hemen ayağa kalkıp kapıya yürüdü. “Rakın benden olsun.”

Arkasından bir süre bakıp Halil amcaya döndüm. “Göz açıp kapayıncaya kadar büyümüş.”

Halil amca tebessüm ederek başını salladı. “Büyüdü ya, büyüdü de kız peşinde koşmaya başladı.” Teşekkür eder gibi ihtiyatlı gözlerle bana bakıp, “Allah senin eksikliğini göstermesin,” dedi minnetle.

İki yıl önce Yakup’un bir kaza geçirip ölümcül derecede yaralandığını duyunca onu yurtdışındaki bir hastaneye havale ettirmiştim. En iyi doktorları onun için bulduğumda ameliyata girmişti. Şükürler olsun ki ameliyatı iyi geçmişti ve tedavisi birkaç ay sürse de babasına sağ salim dönmüştü. On bir yıldır Ordu’ya gelmiyor olabilirdim ama bir ayağım hep buradaydı. Buradakilerle iletişimi hiç kesmediğim için yüz yüze görüşmesek de birbirimizi arar sorardık.

Konuyu kaynatmalarına izin vermeyerek buradaki herkese tek tek baktım. “Sizce Yakup’un önerisi işe yarar mı? Farah’ı sarhoş ederek ağzından laf alabilir miyim?” Hepsinden onaylayan sesler çıkınca isteksiz bir şekilde başımı salladım. Şu zamana kadar verdikleri hiçbir tavsiye işe yaramamıştı, bu da ters teperse bu sefer gazabımdan kurtulamazlardı.

Ömer abi ayağa kalkıp tezgâhın arkasına geçerek bir şişe içeceği masama bıraktı. “Bu bizim hanımın yaptığı üzüm şırası. İçinde daha bilmediğim birçok bitki var ama tadı güzel.” Tepemde dikilirken göz ucuyla bana şişeyi gösterdi. “Bunu kendinle götürüp akşam içkiyle karıştırıp gelin kıza içir. Bizim buraların içeceklerine alışık olmadığı için bardağın içinde içki olduğunu bile anlamaz.”

“Rakıyla gider mi bu?” diye sorduğumda Salim kaptan kafama vurarak, “Rakı değil lan deyyus, kızı çarpmayacak daha hafif bir içki içir,” diye bana çıkıştı. “Şarap koy üzüm şırasının içinde belli bile olmaz.”

Aklıma gelenlerle önce üzüm şırasına daha sonra da Ömer abiye kuşkuyla baktım. “İçkiyle karıştırınca zehirlemeyeyim kızı? Bu şıra tescilli mi, yenge içine her haltı katmışsa ya zehirlenirse karım?”

“Ula sende ne hanım evladı çıktın, gediğinden beri karım da karım.” Rıza dayı yine yan masada bana laf atarak masadaki şırayı gösterdi. “Hepimiz kaç defa içtik onu hiçbir şey olmuyor. Gelin kız porselenden yapılmış değil ya, azıcık içkiyi kaldırabilir.”

“Porselenden farkı yok dayı,” diye hayıflandım. “Azıcık bileğini sıksan hemen kızarıyor.”

“Sen çok şımartıyorsun bu kızı.” Melih emmi sanki kendi çok iyi bir konumdaymış gibi beni eleştiriyor mu, ayar oluyordum. “Karı kısmına iki yüz veriyorsan birini geri alacaksın.”

“Doğru diyor.” Rıza dayı hemen onu destekleyerek başını salladı. “Daha şimdiden böyle yapıyorsa yarın bir gün tepene çıkar. İki göz süzüp bir dudak bükmesiyle hemen yumuşama, yeri geldiğinde vur yumruğunu masaya.”

“Onun karşısında el pençe durduğumu mu sanıyorsunuz?” Sebepsiz yere bunu gurur meselesi haline getirip yerimde dikleştim. “Ben sizin gibi miyim, karım karşımda rahat rahat oturamaz bile.”

“Gurur.” Farah bir anda kapıdan içeri girince buradaki herkes susmuştu. Farah gözleri nemli bir şekilde somurtarak bana doğru yürürken benim dışımda kimseye bakmıyordu. Güzel suratı asıktı, siyah gözleri ise ağlamaklı olduğu için parıltılıydı. Beyaz bluzunun önündeki çamur lekelerini merak ederken pıtı pıtı adımlarla yanıma gelmişti. “Gurur gidelim bu yerden ben bu şehri hiç sevmedim.”

Gözünden akan bir damla yaşla hemen ayağa kalkmıştım. “Farah ne oldu sana?” Bu kızın döktüğü tek bir damla gözyaşı sanki yüreğimin tam ortasına düşüyormuş gibi canımı yakıyordu.

Burnunu çekerek bana dışarısını gösterdi. “Nisan ve Yağmur’la alışverişe çıkmıştık.”

“Eee?” dedim sabırsızca.

“Sonra bir şeyler alıp oradan ayrıldık.”

“Devam et.”

“Çocuklar yolda seksek oynuyorlardı, canım sıkıldığı için bende onlarla oynayayım dedim.”

Sinirden güldüm. “Aferin her yerde yaşıtını buluyorsun.”

Her an zırıl zırıl ağlayacakmış gibi içli gözlerini bana dikip, “Biz daha sonra top oynadık,” dedi.

“Ne güzel, topta oynarmış.”

“Sonra o adamda karşı takıma geçti.”

Kaşlarım büyük bir hızla çatılmıştı. “Hangi adam?”

“Senin korumalarından biri.”

“Ne yaptı sana?”

Dudaklarını sarkıtarak bana bluzunun önündeki çamuru gösterdi. “Şut çekti.”

Yumruğumu sıkarken ters gözlerle bluzunun önündeki lekeye bakıyordum. “Bunu o mu yaptı?”

Onu bana şikâyet ederken dudaklarını sarkıtmıştı. “Onun yüzünden pis oldum.”

Üzerine eğilip yüzünü ellerimin arasına alarak başını yavaşça kaldırdım. “Yenisini alırız güzelim, bunun için mi ağlıyorsun?”

“Ama canım yandı, Gurur.”

İşte şimdi işin boyutu değişmişti. “Topa çok mu sert vurdu?” O piçin dalağını sikecektim.

Yüzünü ellerimin arasından çekerek ağlamaklı gözlerle aceleyle başını salladı. “Beni yere düşürecek kadar sertti.”

Öfke ilmek ilmek içime işlerken gözümün önü kararmaya başlamıştı. “Başka?”

Sesli bir şekilde burnunu çekerek bakışlarını yere indirdi. “Düştüm ben.”

“Onu anladık sonra ne oldu?”

“Canım yandı ne olacak.”

“Yürü bana onu göstereceksin.” Daha fazla dayanamayıp kolunu tutarak onu kapıya yönlendirdim. “Bir de benim canımı yaksın bakalım!”

Biz dışarı çıkarken arkamdan kahvedekiler gülerek, “Allah’tan gelin kızın karşısında el pençe durmuyorsun, Koçari. Dursan kim bilir neler yaparsın,” diye dalgasını geçiyorlardı. Karım olacak püsküllü bela iki dakika daha geç gelse bu lafların hiçbirini duymayacaktım.

Dışarı çıktığımızda Farah yanımda dururken tüm korumaları karşıma ip gibi dizdim. Daha sonra yanımda somurtmaktan başka bir şey yapmayan ördeğe dönüp ona korumaları gösterdim. “Sana topla vuran hangisiydi?”

Kolunu kaldırıp parmağıyla birini gösterince başımı çevirdim. Gözlerim Ali’yi bulunca bir küfür savurup, “Senin belanı sikeceğim!” dedim. Hemen diğerlerinin arkasına geçip saklanırken, “Abi valla kazaydı,” diye hızlıca konuştu. “Topu kaleye çekmiştim nereden bileyim topun önüne geçeceğini?”

Biraz ileride top oynayan çocukları görünce Yalçın’a çocukların oynadığı topu gösterdim. “Git getir.” Yalçın çocuklara doğru yürürken herkes ne yapacağımı merakla bekliyordu.

Yalçın topu alıp yanıma gelince çatık kaşlarla Ali’ye yolu gösterdim. “Geç lan şuraya.”

Ali gülmemeye çalışarak ceketini çıkartıp Nisan’a uzattı çünkü birazdan onun da üzerinin batacağını iyi biliyordu. Bizden uzaklaşarak açık bir alanda durunca Farah hemen koluma yapıştı. “O bana şut çektiğinde daha yakındı.” Farah yaramaz çocuklar gibi koşup Ali ile ikimizin arasında bir yere durduğunda bir tek Ali’ye dil çıkarmadığı kalmıştı. “Tam bu mesafedeydi.”

Çatık kaşlarla Ali’ye baktığımda o da aynı terslikle Farah’a bakıp onun yanında durdu. Bunu yaparken bilerek omzuyla Farah’ın omzuna çarpmıştı. Farah eline yeni bir koz geçmiş gibi hemen kendini yere atıp omzuna tuttu. “Gurur bu beni dövüyor.” Ne dövmesi ulan, azıcık omzuyla çarpmıştı.

“Ali senin gırtlağını sikeceğim piç, uğraşma lan şu kızla!”

Ali inanamayan gözlerle Farah’a bakarken şoke olmuş gibiydi. Farah hâlâ yerde omzuna tutarak acıyla kıvranıyor ve her an ağlayacakmış gibi boynunu büküyordu. “Yenge gözünü seveyim senin benimle derdin ne?” Ali gömleğinin yakasını çekiştirip hayretler içinde kalarak yerdeki kıza baktı. “Sabah seni bir sepetle köye gönderdiğim için böyle yaptığını bilmiyorum sanma. Ne kinciymişsin arkadaş.”

Farah yaşların akın ettiği gözlerini bana diktiğinde içli bir ifadesi vardı. “Gurur bu herif hem omzumu deşti hem de bana kızıyor.” Onu izlerken dudaklarımda oluşan tebessümün farkında değildim. Tıpkı eskisi gibiydi, yani fazla masum ve sevimli. Hakkında öğrendiğim gerçeklerden sonra bile rol yapıyor olamazdı, değil mi? Belki de onun normali buydu. Keşke bir emin olabilsem.

Sanki hâlâ her konuda beni kandırıyormuş ve kendini olmadığı biri gibi gösteriyormuş gibi geliyordu. Onunla ilgili sorgulamadığım hiçbir şey yoktu ama şu anda olduğu kadın olmasını çok isterdim. Masum, inatçı ve çocukça istekleri olan bu kadın olmasını çok isterdim çünkü bana yıllarca tanıttığı kadın buydu. Onun gerçek mi yoksa bir yalandan ibaret mi olduğunu bir türlü anlamıyordum.

Beni kandırıyorsa bile bu yalanı yıllarca sürdürsün istiyordum çünkü onunla ilgili hiçbir şeyin bozulmasını istemiyordum. Ona olan en büyük kızgınlığımdan biri de bana yakalanmış olmasıydı. Başından beri rol yapıp bana güzel bir düş yaşattıysa, o zaman bunu sonsuza kadar sürdürmeliydi. Maskesini düşürmemeliydi ve başlattığı bu oyunu hayatımızın son anına kadar uzatmalıydı. Neden bana yakalandı ki! Buna bile kızacak kadar umutsuz bir haldeydim.

Şimdilerde her şey fazla boktan olduğu için onunla eski günlere dönmeyi çok isterdim. O sevkiyata gittiğim için kendime kızmadığım tek bir anım bile yoktu. Eğer oraya gitmeseydim belki de Farah’la bu noktaya gelmeyecektik. Bir yanım beni yıllarca ayakta uyuttuğu için ona kızıyordu, diğer yanım ise bana yakalandığı için ona kızıyordu. Eskiden olduğu gibi beni yalanlarıyla avutmasını bile isteyecek kadar berbat bir durumdaydım.

Ali daha ilk günden Farah’ın önünde canından bezmiş gibi elimdeki topu gösterdi. “Abi gönder gelsin yoksa karın sabaha kadar bunu sürdürecek.”

Topu yere koyup sert bir şut çektiğimde top Ali’nin göğsüne çarpıp onu geriletti. Bir toptan daha ağır darbeler aldığı için buna dayanıklıydı ancak Farah’tan korktuğu için hemen o da kendini yere attı. Sanki top kaburgalarını kırmış gibi acıyla öne bükülmesi diğer tüm korumaları güldürmüştü. Farah’la ikisi şimdi yerdeydi. Topla Farah’ı yere düşürdüğü gibi kendisi de düşmeseydi Farah’ın bunu saatlerce uzatacağını iyi biliyordu.

Farah inatla yerden kalkmazken sırıtarak Ali’ye omzunu gösterdi. “Az önce omzuma çarptın onu ne yapacağız?” Ali bir küfür savurduğunda neredeyse gülecektim. Gerçek anlamda bir baş belasıydı.

Ali bir an önce ondan kurtulmak istediği için ona omzunu gösterdi. “Gel sende benimkine çarp ödeşelim.”

“Gerek yok.” Ayağa kalkıp yanıma geldiğinde şimdi gözleri çok daha canlı bakıyordu ama o gözlerdeki düşmanlık ve mesafe hâlâ oradaydı. Bana fazla yaşlaşmamaya dikkat ederek iki adım uzağımda durdu. “Artık dönebilir miyiz?”

“Hemen mi?” Bugün onu götürmek istediğim çok yer vardı, ona biraz Ordu’yu gezdirmek istiyordum.

Doğduğum yeri daha iyi tanısın istiyordum ama onu asıl götürmek istediğim yer bir mezarlıktı. Annem ve babamın gelinleriyle tanışmasını çok istiyordum ancak Farah’ın tepkisini kestiremediğim için bunu yapamıyordum. Salim kaptan ve diğerlerine davrandığı gibi annem ve babama da saygısızlık yapar diye onu bizimkilerle tanışmaya götüremiyordum. Şu anda bana çok kızgın olduğu için beni sinirlendirecek ve üzecek her şeyi yapıyordu.

Şu inadını kırmak için sesimi oldukça uzlaşmacı çıkartıp, “Biraz gezelim,” dedim. “Önce ihtiyacın olan şeyleri alırız daha sonra iskeleye inip tekneyle denize açılırız.”

Soğuk bir şekilde gülerken ona yakışmayan bir acımasızlıkla beni gösterdi. “Sence ben günümü seninle geçirmek istiyor muyum?” Tek bir cümlesiyle tüm yollarımı tıkarken ruhsuzca yanımdan geçti. “Beni ya evime götür ya da o kulübeye ama seninle hiçbir yeri gezmeyeceğim.”

Bana böyle davranmasını hak ettiğimi biliyorum ama bu dayanılması zor bir şeydi. Benim tanıdığım ve görmeye alıştığım Farah uzun süre bana küs bile kalamazdı ama öyle bir inadı varmış ki, günlerdir aldığım nefesi bana haram etmişti. Sürünmeyse süründük ulan, artık barışma kısmına geçebilir miyiz? Ne aksi biriymiş, kaç haftadır canıma okuyordu.

Arabaya doğru yürürken bir anda adımları yere çivilenmişti. Neden durduğunu anlamak için ona döndüğümde gözlerini dahi kırpmadan bir yere kilitlendiğini gördüm. Titreşen bakışlarını takip edince kaldırımdan bu tarafa doğru gelen bir sokak köpeğine baktığını gördüm. “Sorun nedir?” diye merakla ona baktığımda sanki sesim kulağına hiç ulaşmıyormuş gibi korku dolu gözlerle gittikçe bize yaklaşan köpeğe bakıyordu.

Cılız bir sokak köpeğinden neden korktuğunu anlayamıyordum ama Farah rol yapıyor gibi görünmüyordu. Nefes dahi almadan köpeği izlerken yüzü bembeyaz kesilmişti. Tüm vücudu titremeye başladığında nefes alışları hızlanmıştı. Endişelenerek, “Farah iyi misin?” diye sordum ama bana hiç cevap vermedi.

Küçücük köpeği haddinden fazla gözünde büyütüyor olmalı ki vücudundaki titreme artmıştı. Gözbebekleri korkuyla irileşti, aldığı nefesler yetersizmiş gibi göğüs kafesi artçı şoklarla hareket etmeye başladı. Köpeğin bu tarafa doğru attığı her adımla titreyen dudaklarından anlaşılmaz şeyler çıkıyordu. Yanımızdaki restoranın önüne evsiz hayvanlar için biraz yemek bırakmışlardı.

Köpek bunu görüp bu tarafa koşmaya başlayınca Farah öyle bir çığlık attı ki, sesindeki acının ağırlığıyla ezildim. Kollarını kendine sarıp deliye dönmüş bir hareketle ellerinin ulaşabildiği her yerini korumaya çalıştı. Sikeyim, kriz geçiriyordu! “D-dur, dur, dur yaklaşma!” diye feryat edip arkasını döndüğü gibi koşmaya başladı. Bu siktiğim yerinde neler oluyordu!

“Farah!” Peşinden koşarken kanım çekilmişti. Onun da bu tür krizler geçirdiğini hiç bilmiyordum. O sokak köpeği ondan nasıl bir travmayı tetiklemiş olabilirdi?

Yaşadığı korkudan o kadar hızlı koşuyordu ki bir türlü aramızdaki mesafeyi kapatamıyordum. Dükkanların önünde hızlıca geçip sola döndü ve kendini işlek bir yola atınca kontrolüm dışı, “Farah!” diye bağırırken canımdan can gitmişti. Peşinden yola atlayıp karşıdan gelen araba ona çarpmadan onu çekip almıştım.

Onu kenara çektiğimde öyle bir bağırdı ki, sanki ona dokunan başka biriymiş gibi kolunu çekmişti. Benden kaçmak isterken tökezleyince düşüşü dengesizdi, dizleri sertçe yere çarpıp beni darmadağın etmişti. Her şey bir anda ve çok hızlı olduğu için onu tutamamıştım. Yaklaşmaya çalıştığımda ellerini yere bastırarak kendini geriye çekti. Paniklemiş durumdaydı, daha doğrusu dehşete kapılmıştı.

Peşimden gelen tüm korumalar endişeyle onun etrafına toplandığında Farah hiçbirimizi görmüyordu. Sırtını kaldırım kenarına yaslayıp savunmasız bir çocuk gibi dizlerini karnına çekti. Kollarını dizlerine sararken ürkek gözlerle etrafına bakıp ağlıyordu ama bizi görmüyordu. Çökmüş gibiydi ama asıl çöküş korkudan küçülen gözlerindeydi. Onun ıslak gözlerinde gördüğüm tek şey yıkım, ölüm ve yok oluştu. Bir enkazdan farkı yoktu.

Sanki karşısında bizim göremediğimiz bir şey varmış gibi başını iki yana sallayıp hıçkırdı. “Bi-bir şey yapmadım. Yapmadım… kıpırdamıyorum gelme lütfen.” Gözleri kocaman açıldığında hemen ardından bir çığlık geldi.

Başımdan aşağıya buz gibi sular döküldüğünde bir anlığını donup kalmıştım. Bedenim buradaydı ama ruhum sanki zihnimin içine çekilmişti. Farah’ı izlerken hep kaçtığım ve bir türlü peşimi bırakmayan şeyleri görüyordum. Siktir, oradaki sanki bendim! Benim geçirdiğim nöbetler, benim yaşadığım ataklar ve benim yıllarca boğuştuğum krizler… Farah’a bakarken kendimi görüyordum. Nabzım boğazımda atmaya başlamıştı. Karımda benim gibiymiş.

Ellerini havada savuruyordu, kendini korumak için boşluğa savurduğu elleri onun için boşlukla mücadele etmiyordu. Gözyaşları içinde bağırarak çırpınırken o eller belki birini itiyordu, belki de bir şeylere engel olmaya çalışıyordu. Sanki korktuğu o köpeğin pençelerini ve dişlerini savuşturuyormuş gibi çaresizce çırpınıyordu. Ne yapacağımı bilmez bir halde yanına koşup onu kendine getirmek için dokunmaya çalıştım. Kafayı yiyecektim onu böyle görmeye dayanamıyordum.

“Farah n’olur kendine gel.” Daha ben ona dokunmadan onun için bir tehdide dönüşmüşüm gibi çığlık atarak elimi itmişti. Elim havada kalırken ona dokunamadım çünkü an itibariyle yüzüm onun için farklı bir yüze dönüşmüştü. Belki de bir canavarın yüzüne…

Şu anda onun için bir tehdit olduğumu anlayınca havada asılı kalan elimi yavaşça çektim. Onu geçmişinden korumak için ona uzanan ellerim şimdi onu geçirdiği bu krizden korumak için ondan uzak duruyordu. Gözlerini tam karşısındaki noktaya dikerek önce bir süre hareketsiz kaldı. En küçük bir hareketinde canı yanacakmış gibi bırak kıpırdamayı, göğüs kafesi hareket etmesin diye nefes bile almıyordu.

Fakat hemen sonra kollarını yüzünün önüne çaprazlayıp boğazını yırtarcasına haykırdı. Önce kollarını yüzüne siper ederek yüzünü korumaya çalıştı ama daha sonra ellerini vücudunun her yerine uzattı. Göğsüne, karnına, bacaklarına ve kafasına… Bizim göremediğimiz ama onun gördüğü bir şeyin saldırısına uğramış gibi kollarını boşlukta çırpıyor, kendini korumak için uğraşıyordu. Öylesine çaresiz ve öylesine savunmasızdı ki, bir şey yapamamak beni kahrediyordu.

Ona dokunsam daha çok korkuyordu, bu halde bıraksam acı çekiyordu. Böylesine bir çaresizlikle karşılaşmamıştım. O çığlık attıkça benim sesim kısılıyor, acıdıkça ben kanıyordum ve çırpındıkça ölen sadece ben oluyordum. Bir kez daha anladım ki ben bu kadının acısını bile sahiplenmişim. Aynı zamanda bir şeyi daha anlıyordum, Farah’ta benim gibi geçmişinden yaralı biriydi. Sadece bunu şu zamana kadar iyi gizlemişti.

Parçalanmamak için boşluğa karşı savaşırken feryat edercesine, “Yardım edin!” diyen haykırışlarını duymamak için her şeyimi verebilirdim. Buradaydım, hemen yanındaydım ama yardım edemiyordum çünkü böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bilmiyordum!

Ben hep Farah’ın şu anda bulunduğu yerde olduğum için onu kendine getirmek için nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyordum. O bir psikolog olduğu için ne yapılması gerektiğini hep biliyordu, kriz yönetimimi benim yerime yapan oydu. Peki, Farah böyle anlarda beni nasıl sakinleştiriyordu? Nefesi artık boğulmuş gibi kısık ve hırıltılı çıkınca daha fazla dayanamayıp hemen ona doğru uzandım.

Hareketlerini kısıtlamak için ensesini kavrayıp başını kaldırdığımda beni itmeye çalışarak tekrar çığlık attı. Çığlığını ciğerlerine hapseden şey dudaklarına kapanan dudaklarımdı. Ona nasıl yardım edeceğimi bilmiyordum bende en iyi bildiğim şeyi yapmıştım. Onu öptüğümde başta kendini kurtarmaya çalışıp bana direndi ve itmeye çalıştı ama onu bırakmadım. Dudaklarım onun dudaklarını talan ederken bir süre sonra çırpınışları azalmaya başlamıştı.

Rızasını bile almadan onu öptüğüm her saniye vücudu artçı şoklarla titrerken hareketleri yavaşlamaya başlamıştı. Belki de ilk kez onun dudaklarını öperken mutlu olmaktan çok uzaktım çünkü bu zorunluluktan gelişen bir öpücüktü. Onun için endişelenirken bu öpücükten haz almak yerine acısını sonlandırmak istiyordum. Çırpınışları tamamen son bulunca yavaşça başımı arkaya çektim.

Nefesime tutarak ona baktığımda gittikçe normale döndüğünü görünce omuzlarım düşmüştü. Şükürler olsun ki kendine geliyordu. Hâlâ yoğun bir şekilde titrerken ve kesik kesik hıçkırırken ıslak kirpiklerinin arasından dayanılmaz bir acıyla bana baktı. Çığlık atmaktan hırıltılı çıkan bir sesle, “G-Gurur…” dedi ve gözleri kapanıp başı zemine düştü. Son anda öne atılıp başının yere çarpmasın diye elimi yer ve onun başının arasına uzatmıştım.

Başı elime çarparak bilincini kaybettiğinde, “Farah!” diye ona çok seslendim ama beni duymadı.

Onu kucağıma alıp hemen kaldırdığımda aslında ona ne olduğunu biliyordum. Çok ciddi ve tehlikeli bir kriz geçirdiği için yorgunluktan bayılmıştı. Onu göğsüme bastırırken endişeli bir şekilde solmuş yüzüne bakıyordum. Şu an için acıları son bulmuş gibi gözleri kapalıydı ama kim bilir kaç kez bu ataklardan geçirmişti. Şu zamana kadar bunu benden nasıl gizlemişti? Hatırladıklarımla burnumun direği sızlamıştı.

Başından beri kriz ve öfke yönetimimi yapıp bana yardım etmeye çalışırken belki de benden daha kötü durumdaydı. “Bunu nasıl göremedim?” Gözyaşlarıyla ıslanan yüzünü izlerken sesim suçluluk içinde çıkmıştı. “Kendi sorunlarıma o kadar odaklandım ki nelerle mücadele ettiğini hiç göremedim.” Kim bilir bana anlatmadığı ama canını yakan daha neler vardı.

Farah’ı kollarımın arasından tutup hızlı adımlarla yürürken sinirli bakışlarımı Ali’ye çıkardım. “Ara şu Ümit piçini, kızı kaçırıldığı o dönem neler yaşanmış öğren bana!” Bu işin peşini bırakmayacaktım. Farah’ı bu hale getiren her kimse onu bulup ecdadını sikeceğim!

***

Farah

Kulübenin görüş açısında olan bir tepeye çıkıp sırtımı bir ağaca yaslayarak aşağıdaki yemyeşil manzarayı izliyordum. Bugün yaşadıklarımdan sonra korumalar buraya gelip beni rahatsız etmiyorlardı çünkü hepsi bulundukları yerden beni görebiliyorlardı. İlçede kriz geçirip bayıldığımda gözlerimi tekrar kulübede açmıştım. Uyandığımda Gurur’u yanı başımda bulmuştum. Sanki ben uyurken bile korkmayayım diye elimi tutuyordu.

Onun tüm sorularını cevapsız bırakarak biraz yalnız kalmak istediğimi söylemiştim. Ben bu tepenin başındaki ağaca yaslanmış bir şekilde oturuyordum, Gurur ise kulübenin bahçesindeki başka bir ağacın yanında ayakta duruyordu. Sırtını ağaca yaslamış sigara içerek bulunduğu yerden beni izliyordu. Biraz yalnız kalıp kendime gelmem için yanıma gelemiyordu ama nasıl olduğumu çok merak ettiği için o uzaklıkta beni izliyordu.

Böyle bir kriz geçirmeyeli çok olduğu için nasıl olduğumu bilmiyordum. Eğer o köpek bize doğru koşmasaydı bir şekilde kendimi kontrol altına alıp hemen ona sırtımı dönebilir ve o gidene kadar gözlerimi kapatabilirdim. Ancak bana saldıracakmış gibi bir anda koşunca kendimi kaybetmiştim. Hemen sonra olan şeyleri ise hayal meyal hatırlıyordum.

O esnada geçmişin içinde kısılıp kaldığım için hücremdeki o yaratıkla mücadele ediyordum. Onu düşünmek bile tekrar ağlamama neden olmuştu. Karnıma çektiğim dizlerime kollarımı sararken başımı eğdim ve sesli bir şekilde ağlamaya başladım. Her köpek gördüğümde bunu yaşıyordum. Başımı kollarıma yasladığımda gözlerimi yumdum ve birbiri ardına akan yaşların kirpiklerimin arasından süzülmesine izin verdim.

Birinin sesini yakınımda duyana kadar bu pozisyonda ne kadar ağladığımı hiç bilmiyordum. Başımı kaldırıp dağınık saçlarımın arasından baktığımda tepemde dikilen Ali’yi gördüm. Benim için ne kadar endişelendiğini saklamaya çalışırken yanıma oturdu. Bakışlarıyla beni utandırmak istemediği için tam karşısındaki manzaraya bakıp iç çekti. “Anlaşılan en az kocan kadar sende biraz kafadan hasarlısın.”

“Daha fazla sinirlerimi bozmadan yanımdan gider misin?” Bugün çok fazla ağladığım için sesim kısık ve çatlamış çıkarken sesli bir şekilde burnumu çektim. “Görmüyor musun ağlıyorum burada.”

“Görüyorum ki yanına geldim.” Cebindeki mendili çıkartıp burnuma yapıştırdı. “Hönkür bakayım.”

Yapmayacağımı düşünüyorsa çok yanılıyordu. Burnumda ne var ne yok hepsini mendile çıkardığımda zerre kadar iğrenmedi. Tam aksine burnumu sıkarak sildikten sonra mendili bizden uzak bir yere atmıştı. Bunu yaparken gülüşüne engel olamamıştı. Şimdi de elindeki su şişesini bana uzatınca somurtarak suyu aldım. Sudan birkaç yudum içmek iyi gelmişti.

Ali omzunun üzerinden beni izlerken gözlerindeki endişe hâlâ dağılmamıştı. “Nasıl hissediyorsun?”

Başımı önüme eğdikten sonra kollarımı tekrar karnımdaki dizlerime sardım. “Kötü ve çok acınası.”

“Acınası değilsin, ne denli bir kriz geçirdiğini düşünürsek kötü hissetmen de normal.”

Çenemi dizlerimin üzerine yaslarken bakışlarım boşluğa dalıp gitti. “Köpeklerden hoşlanmıyorum beni korkutuyorlar.”

Ali’nin keyifsiz çıkan gülüşünü duydum. “Emin ol artık herkes bunu biliyor.”

“Ağzımdan laf alman için Gurur seni buraya gönderdi, değil mi?”

Ona baktığımda siyah gözlerini bana dikerek, “Hayır,” dedi yalansız bir sesle. “Nasıl olduğunu görmek için kendim geldim.” Gurur’un bulunduğu yeri bana gösterdi. “Eminim benim yerime burada olamadığı için şu anda deliriyordur.”

Alayla gülerek tekrar önüme döndüm. “Beni gerçek anlamda umursadığını bile sanmıyorum.”

“Gerçekten böyle mi düşüyorsun?” Ona baktığımda bana olan bakışları yumuşaktı ve sesi normalden daha samimiydi. “Gurur’un sana verdiği değeri hiç göremiyorsun, değil mi?”

Etrafımızdaki çam ağaçlarının yaydığı kokuyu içime çekerken bakışlarımı kaçırmak için yerdeki bir çam kozalağını aldım. “Leyla’ya verdiği değerin yarısını bile bana vermiyordur.”

Ali’nin gece karası gözlerinde hâlâ ilçede olanların tortusu varken siyah saçlarını geriye itti. “Tam tersi,” diyerek başını hafifçe iki yana salladı. “Sana verdiği değerin küçük bir kısmını Leyla’ya verseydi aralarındaki tüm o kavgalar hiç yaşanmazdı.” Gerçekten buna inanacağımı mı sanıyordu?

“Lütfen bu konuyu kapat.” Hüzünlü gözlerle parmaklarımı elimdeki kozalağın katmanlarının üstünde gezdirdim. “Gurur’dan önceki hayatımı çok özlüyorum.”

Gurur’dan önce kendi küçük dünyamda yaşayan biriydim. Öyle abartılacak kadar çok mutlu değildim ama tekdüze hayatımda mutsuz da değildim. Sonra Gurur gelmişti ve bir köşkün arka bahçesinde bana doğru yürümüştü. Eve düşen bir yıldırım gibi kalbimin tam ortasına düşeceğini nereden bilebilirdim ki.

Oysaki o hep Leyla’nındı, sonradan gelen bir kadın bunu değiştiremezdi. Tıpkı Elmas anne gibi bende bir adamın hayatındaki o ikinci kadındım ve hiçbir zaman ilkinin yerini dolduramayacaktım. Hakkım olmayan bir adamı severek bunu kendime ben yapmıştım.

Artık durmam gerektiğini anladığım için kangren olmaya başlayan bu ilişkiyi kendim için bitirmiştim. Artık onu düşünmeyecek, onun için savaşmayacak ve onun için kendimi yıpratmayacaktım. Leyla’nın ölmesi hiçbir şeyi değiştirmezdi, bizim ilişkimiz hep üç kişilikti. Leyla’nın hayaleti sonsuza kadar hep aramızda olacaktı. Sonradan gelen ilk gitmeliydi, bende öyle yapmıştım. Onların arasından çekilmiştim.

Çok acınası ama bir hayalete yenilmiştim.

“Gurur defteri benim için uzun zaman önce kapandı.” Bu konudaki kararlılığımı sürdürerek hislerimi ustaca gizledim. “Seçimlerimiz geleceğimizi inşa eder. Gurur seçtiği kadının hayaliyle yaşıyor, benim onun hayatında bir yerim yok.”

Ortada çok komik bir şey varmış gibi Ali gülmeye başladığında garip bir ses çıkartmıştı. “Leyla’ya karşı bir kompleks geliştirmişsin. Gurur’daki tüm bu değişimin sebebi Leyla değil, sensin.”

Gülmeyi bırakıp ciddileştiğinde aklımı başıma getirmek ister gibi bakıyordu. “Sen Gurur’dan daha çok Leyla’yı evliliğine dahil ediyorsun. Senin Leyla dediğin kadar Gurur bunu dememiştir.”

Stresten tırnaklarımı kemirmemek için kendimi zor tutarken avucumdaki kozalağı sıktım. Ali yerinde dikleştiğinde başını biraz eğmişti. “Gurur hiçbir zaman Leyla’ya aşık değildi, Leyla’da bunu farkındaydı.”

Keyiften uzak bir şekilde güldüğümde gülüşüm mutlu olmanın yakınında bile değildi. “Kimse âşık olmadığı bir kadını on bir yıl boyunca hayatından tutmaz. Çoğu zaman kendimi kandırıyordum, Leyla’ya karşı suçluluk besliyordu diye kendimi avutuyordum. Ona karşı mahcuptu ve minnet duyuyordu diye düşünüp teselli buluyordum.”

Gözlerim dolduğunda bu seferde aptallığıma gülerek başımı iki yana salladım. “Kendime yalanlar söylüyordum çünkü ona âşık olmadığına inanmaya ihtiyacım vardı.” Kozalağın çıkıntılı uçları avucuma batarken onu biraz daha sıktım. “Ama artık gerçekleri görüyorum, Gurur gerçekten ona aşıktı ve hâlâ aşık. Öyle olmasaydı yeni bir başlangıç yapmaya bu kadar kapalı olmazdı.”

Ali yüz kızartıcı bir küfür savururken inanamayan gözlerle bana etrafımızı gösterdi. “Seni buraya getirmesinin nedeni seninle yeni bir başlangıç yapmak. Bunu anlamayacak kadar aptal mısın?”

“Sen artık yanımdan gidecek misin?” Ona çıkıştığımda ağlamamak için derin derin nefesler alıyordum. “O çok savunduğun abindeki nasıl bir minnet ve suçluluk duygusu ki, on dört yıl boyunca Leyla’yı aşamadı? Evet, bende bir Leyla kompleksi var çünkü Gurur’un benimle evlenme nedeni bile Leyla’ydı!”

“On dört yıl derken?”

“On bir yıl benden önce ilişkileri vardı, son üç yılı da sayarsak etti sana on dört yıl. Hiçbir evlilik yıldönümümüzde yanımda değildi. Belli ki bunu hiç umursamıyor ne de olsa benimle evlenmek onun için özel bir şey değil.”

Ali’nin kaşları çatıldığında bir şeyi anlamak için gözleri kısılmıştı. “Gönderdiği hediyeleri almadın mı?”

“Neyden bahsediyorsun?”

Bakışları merak dolu, duruşu ise dikkatliydi. “Evet, Gurur bu tür özel günleri umursamaz hatta doğum gününün kutlanılmasından bile hazzetmez.” Beni işaret etti. “Ama senin bu tür şeylere önem verdiğini biliyor. Üç yıldır evlisiniz ve Gurur her yıl sana bir hediye gönderdi,” diyerek beni şoke etti.

“Doğum günlerinde ve evlilik yıldönümlerinizde yanında olmasını engelleyen hep bir şeyler vardı. Kendi gelemediği için her defasında sana bir hediye gönderdi. Sana karşı hiçbir şey hissetmediği o yıllarda bile bunu yapıyordu.” Yüz ifadesi sertleşti. “Gönderdiği hediyelerin hiçbirini almadın mı?”

“Hayır,” derken duyduklarımın şaşkınlığını yaşıyordum. “Ben hiç hediye almadım bana yalan söylemiyorsun, değil mi?”

“Farah hepsini bana verdiği için bizzat ben gönderdim, sana niye yalan söyleyeyim? Ondan geldiği anlaşılmasın diye isimsiz bir şekilde evine gönderdiği o hediyeler nereye gitti?”

“Bahsettiğin hediyeleri neyle gönderdin?”

“Kargoyla tabii ki. Bana kalsa bizim çocuklardan biriyle gönderirdim ama Gurur ondan geldiği anlaşılmasın diye kargoyla göndermem konusunda ısrarcıydı.”

“Nasıl olur,” diye mırıldanırken bana ulaşması gereken hediyelerin nerede olduğunu merak etmiştim.

Yüz ifademe bakınca Ali hediyelerin hiçbirini almadığımı anlayıp parmaklarıyla saçlarını dağıttı. “Evinde bir hırsız var çünkü ben her defasında adresini eksiksiz yazdım.” Bir bacağını uzatarak otururken diğer bacağını dizinden bükmüştü. Elini büktüğü dizinin üzerine uzatırken dudakları düz bir çizgideydi.

“O evde birileri doğum günlerinde ve evlilik yıl dönümlerinizde Gurur’un sana bir şeyler gönderdiğini biliyor olmalı. Belli ki özel günlerde kapıyı kollayıp kargo sana ulaşmadan senden önce almış. Böylece yanında olmadığında bile Gurur’un seni unutmadığını hiç anlamadın.” Bunu yapan her kimse dört yıl boyunca bana ait şeyleri çalıp durmuştu. Evimde yaşayan birileri başkasına ait hediyeleri alacak kadar aşağılık biriydi.

“Son evlilik yıldönümümüzde Gurur bana ne gönderdi?” Bunu bilirsem evimdeki hırsızın kim olduğunu anlayabilirdim.

Ali bileğimdeki Pandora bilekliği gösterdi. “Bilekliğin için özel yaptırdığı bir aksesuardı. Küçük bir ördek şeklindeydi,” diyerek güldü. “Saf elmastan, etrafı ise gümüş kaplı.”

Elim bilekliğime uzanırken neye mal olursa olsun bana ait olan şeyi almayı kafaya koymuştum. Hediyenin maddi değerinden çok benim için manevi bir değeri vardı çünkü Gurur onu benim için yaptırmıştı. Üç yıl boyunca beni düşünüp bir şeyler gönderdiğini bilmek bile nabzımı hızlandırıyordu. Böyle şeyleri saçma bulmasına rağmen ben umursuyorum diye her doğum günümde ve evlilik yıldönümümüzde bana bir şeyler aldığına inanamıyordum. Bu ondan hiç beklemediğim bir hareketti.

İçim buruklaştığında çekingen bakışlarımı Ali’ye çıkardım. “Açtığım boşanma davasından sonra benimle ilgili hiçbir şeyi önemsemediğini düşünmüştüm.”

Ali başını karşımızdaki manzaraya doğru çevirdi, sonra tekrar bana döndü. “Sandığından daha çok seni önemsiyor.” Yüzünde hoşnutsuz bir ifade belirdiğinde sigarasını yakarak bakışlarını Gurur’un olduğu yöne dikti. “Onun için Leyla hep alıştığı bir düzendi, biz erkekler düzenimiz bozulsun istemeyiz.”

“Bazen biriyle yaşarken bu onunla bir hayat kurmak istediğimiz anlama gelmez, kendimizi öyleymiş gibi şartlarız.” Ali bunları söylerken çok uzağımızda görünen kulübenin bahçesine bakıyordu ama aslında baktığı şey Gurur’du. “Gurur için Leyla’yı sevmek bir zorunluluk gibiydi. Leyla’nın ailesi Gurur’u Şeref’ten sakladı ve Şeref bunu öğrenip onları öldürdü. Onun yüzünden abisi bir aileyi kana bulamıştı, bunun sorumluluğunu almayacak kadar vefasız biri değil.”

Tatsız bir şekilde gülerek omuzlarını silkti. “Keşke biraz öyle olsa ve dışarıya gösterdiği gibi kaygısız, umursamaz biri olsa ama öyle biri değil.”

“Çünkü kendisi de anne ve babasız olduğu için istese de Leyla’yı bırakamıyordu.”

Çok doğru bir noktaya değinmişim gibi Ali başını sallayarak sigaranın dumanıyla ciğerlerini zehirledi. Gri duman yüzünü yalayıp kirpiklerini titretirken içli bir şekilde nefesini verdi. “Gurur, Leyla’nın sorumluluğunu üstlendiğinde henüz toy biriydi. Abisi peşine düşmüştü, ölüm her yerdeydi ve kafasının içinde daha fazlası vardı. Üstelik bir de Melek’e bakmakla sorumluydu.” Hüznün kederiyle kuşanmış gözlerini bana dikti. “Ve tüm bunlarla boğuşurken henüz on yedisindeydi.”

İçim yandığında boğazımda oluşan düğüm bana nefes aldırmıyordu. O yaşta genç bir kıza sevgili, küçük bir kız çocuğuna da baba olduğunu bilmek bile gözlerimin dolmasına neden oluyordu. Gurur’un hayat kavgası çok küçük yaşlarda başlamıştı. Ali sigarasını yere bastırırken öne doğru eğildiği için sırtı biraz kamburlaşmış gibiydi ama asıl çöken içinde bir şeylerdi. “O birkaç darbeyle kafayı bozmadı, Farah. Doğduğundan beri ona yaşatılan şeyler çok ağırdı.”

Dudağının kenarı gerildiğinde burnundan sert bir nefes alıp konumuza odaklanmaya çalıştı. Gurur’un geçmişini bir kez anlatmaya başlarsa ikimizin de bunun içinden çıkamayacağını biliyordu. “Bazı insanların duyguları kendiliğinden oluşmaz, yaşadıkları şeyler duygularına yön verir. Leyla’yla olan şey tam olarak buydu, abisi onun ailesini katletmeseydi büyük ihtimalle Leyla onun için bir gençlik heyecanı olarak kalacaktı.” Ama abisinin devreye girmesiyle işin rengi değişmişti.

Ali yerinde hafifçe kıpırdandığında omuzları gergindi ama gözleri net bir şekilde bana bakıyordu. “Leyla’yla yaşadığı o gençlik heyecanı onun için zorunluğuna dönüştüğünde çok hızlı ondan uzaklaşmaya başladı. Ancak Gurur bunu ne zaman yapsa Leyla ona hep kaybettiği ailesini hatırlattı.” Bu birini kendine zorla mahkûm etmekten başka bir şey değildi. Bakıldığında çok sağlıksız bir davranıştı ve ne yazık ki çaresizce yapılan bir şeydi.

Kimse geliyor mu, diye Ali etrafımızı kontrol etti ve yerinden kayarak bana biraz daha yaklaştı. “Bir seferinde Gurur ikisine de haksızlık ettiğini anlayıp Leyla için temiz bir semtte güzel bir ev almıştı. Hesabını parayla doldurup kalan tüm hayatında onun her ihtiyacını karşılayacağını söylemişti.”

Gözlerimi belerttiğimde Ali başını sallayarak sözlerini onayladı. “Tüm bunları bana bir rakı masasında anlatmıştı. Sarhoş olduğu için düşüncelerinin en berrak olduğu bir andı. Buna daha fazla dayanamadığını, eve gidip ondan ayrılmak istediğini söylemeyi planlıyordu.”

“Sonra ne oldu?”

Ali bir küfür savurup, “Hiçbir şey,” dediğinde o da hâlâ bunun şaşkınlığını yaşıyormuş gibiydi. “Belli ki Leyla yine ona ailesini hatırlattı ve Gurur ayrılmaktan vazgeçti.”

Geçmişte olanları hatırlayınca verdikleri kayba hâlâ üzüldüğünü görebiliyordum çünkü bakışları durgunlaşmış, ifadesi ise yaslıydı. “Leyla gerçekten iyi bir kızdı ve biz korumalar onu da severdik ancak yanlış bir ilişkide kendini harap ediyordu.”

Beni işaret etti. “Şu anda seninle konuştuğum gibi zamanında onunla da çok konuşmuşumdur. Tek fark birinizi Gurur’un sevgisine inandırmaya çalışırken diğerine tam tersi şeyler söylüyordum.” Belli belirsiz gülümsedi. “Değişmeyen tek şey ikinizin de iyiliğini düşünmem.”

Sessizliğimi koruyarak onu dinlemeye devam ettiğimde o da kaldığı yerden olanları anlattı. Bunu yaparken hiç rahat değildi ama tüm bunları bilmem gerektiğini düşünüyordu. “İşin özeti Gurur onu bırakamayacağını anlayınca kendini Leyla’yı sevmeye şartladı. Eğer onu severse ya da ona âşık olursa yaşadıkları hayatın ikisi için daha güzel olacağına inanıyordu. Sevmesine onu sevdi ne de olsa birlikte yıllarını geçirdiler ama aşk… “ Hayır dercesine başını sağa sola salladı. “Bu kadarını Gurur bile yapamadı çünkü aşk akıl değil, kalp işi.”

Düşüncelerini toparlamak için başını eğip gözlerini birkaç saniye kapalı tuttu ama daha sonra yeniden bana döndü. “Gurur’un o ilişkide tutunduğu hep bir şeyler vardı ve başlıca şeylerden biri de Leyla’ya duyduğu suçluluktu. Ancak bazı anlarda bu bile yeterli olmuyordu. Leyla’ya olan sevgisi onu tüm hayatına yayacak kadar güçlü bir aşk değildi. Böyle anlarda tutunacak yeni bir şeylere ihtiyaç duyuyordu, onu o ilişkide tutacak çok daha güçlü bir şeyler.” Tepkimi kestiremediği için bir konuda tereddüt ederek beni izledi ve en sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. “Çocuk.”

Kalbim durma noktasına gelirken neredeyse ayağa fırlayacaktım. “İkisinin bir çocuğu mu var yoksa?”

Yaşadığım endişeyi görünce Ali neredeyse gülecekti. “Sakin ol, Gurur’un kimseden çocuğu yok.” Elimi kalbime bastırıp rahat bir nefes almıştım. Şu kısacık saniyelerde ölüp ölüp dirilmiştim.

“Ama Leyla’dan bir çocuğu olsun istedi.”

“İster tabii,” diye homurdanmaya başladım. “Bir çocuk iki kişiyi sonsuza kadar birbirine bağlar. Gurur, Leyla’yla olan her şeyi daha canlı tutmak için bir çocuğa ihtiyaç duyduğunun bile farkında olmamıştır. O herif gerçekten sorunlu.”

Ali bu konuda bana katıldığını göstermek ister gibi gülerek başıyla onayladı. “Gurur genel olarak çocukları çok seviyor ama Leyla’yla birlikteyken çocuk konusunda ısrarcı olmasının nedeni farklıydı. Bir çocuğu olursa onun annesini daha çok seveceğini, belki de ona âşık olacağını düşünecek kadar değişik biri.” Değişik kısmına yüzde yüz katılıyordum.

“Sonra ne oldu?”

Ali bıyık altından gülerken hınzır gözleriyle beni gösterdi. “Ne mi oldu? Çok istemesine rağmen Leyla’ya âşık olmazken hiç istememesine rağmen sana âşık oldu. Bu herifte gerçekten her şey ters işliyor.”

Bir anlığına her şey durdu.

Aklım.

Bedenim.

Ve nefesim.

Hareket eden ve şiddetle çarpan tek şey kalbimdi.

Ali’nin sana âşık oldu, diyen sesi kulaklarımda çınlayıp yankısını bırakırken hiç kıpırdamıyordum. Donmuş bir şekilde öylece kalakalmıştım çünkü bu duymayı beklediğim bir şey değildi. Daha doğrusu bu, hayal etmekten bile korktuğum bir şeydi çünkü hemen sonra hüsrana uğramak istemezdim. Gurur bana âşık olmuş olamazdı, bu öylece inanacağım bir şey değildi.

Ancak Ali ne söylediğini iyi biliyormuş gibi bu konuda ciddiydi. “Farah o sana gerçekten aşık,” derken dalga geçmiyor gibiydi. “Eğer öyle olmasaydı neden intikam almaktan vazgeçsin ya da seni kıskanıp buraya kaçırsın?”

Artık gitme vakti gelmiş gibi ayağa kalkıp üzerini silkeleyerek bana baktı. Dudaklarında incecik bir gülümseme varken bakışları çok anlamlı ve derindi. “Başlarda her şey çok farklı olabilir ama geldiğimiz son noktada Gurur, Leyla’yı değil seni seçti. Sen ondan vazgeçtiğini söyleyip dururken o, senin için intikamından vazgeçti.” Bunları söyleyip gitmişti.

Ali gittikten sonra uzun süre yerimden hiç kıpırdayamamıştım. Aklıma soktuğu ihtimalle kalbim kaburgalarımı tekmelerken dudaklarımdaki tebessümün farkında bile değildim. Haklı olabilir miydi? Gurur gerçekten benim için intikam duygusundan vaz mı geçmişti? Düşüncesi bile bu dünyayla olan bağımı kopartıyordu. Göğsümde başlayıp boğazıma yükselen bir şeyler vardı.

Belki de yaşadığım heyecandan böyle hissediyordum çünkü midemde de bir kıpırtı vardı. Hiçbir yere sığmayan küçük bir çocuğun sevinci beni kuşattığında bugün yaşadığım can sıkıcı krizin etkisi bile ortadan kalkmaya başlamıştı. Bir an önce Gurur’u görmek ister gibi sık sık kulübenin olduğu yöne bakıyordum ama baktığım hiçbir yerde değildi. Gözlerim onu ararken içim içime sığmıyordu çünkü bunu ondan duymayı çok istiyordum. Sadece bir kez beni sevdiğini söylese sanki tüm şüphelerim son bulacaktı.

Ali’nin söylediklerine inanan ve delicesine mutlu olan bir yanım vardı ama bir de bana en kötüsünü düşündüren ve hemen hayallere kapılma diyen farklı bir yanım vardı. Eğer Ali onun duyguları konusunda yanılıyorsa ve ben yine kendimi bir yalana inandırıyorsam… Bu sefer bunu kaldıramazdım. Özlemini çektiğim bu mutluluğu gerçek anlamda kucaklamak istiyorsam önce Gurur’un hislerinden emin olmalıydım.

Bir süre sonra Gurur kulübeden çıkıp bulunduğum tepeyi tırmanmaya başladı. Ali tepenin diğer tarafında kulübeye dönüyordu, Gurur ise daha dik yokuşu olan bir yolu seçmişti. Sanki her şeyi zor yoldan yapmaya alışmıştı. Belki de hiçbir şeyin onun için kolaylaşmayacağını düşündüğü için böyleydi. Tepeyi çıkıp elindeki sepetle bu tarafa yürüdüğünde o sepette ne olduğunu merak ettim. Arkasında batmak üzere olan güneşin kızıllığıyla yanıma geliyordu.

Bugün onun yanında geçirdiğim o krizin onu da çok etkilediğini görebiliyordum çünkü başı hafifçe önündeydi. Oysaki Gurur daima dimdik yürürdü. Bir boşluğun üzerinde yürür gibi adımlarında bile hazin bir şeyler vardı. Bakmayı sevdiğim yakışıklı yüzü ise çok durgundu ve gözleri fazla düşünceli. Tanık olduğu o ciddi krizden sonra benim de biraz onun gibi olduğumu anlamıştı. Gurur kendi gibi psikolojisi bozuk bir kadınla evlenmişti.

Yanıma gelip tepemde dikildiğinde onu görmek için başımı kaldırdım. Bana karşı çok mahcuptu, yüzüme bile doğru düzgün bakamıyordu. Bir günde on yaş yaşlanmış gibi yüzü gölgelenmiş, bakışları puslanmış ve omuzları hafifçe çökmüştü. Benim de böyle ciddi travmalara sahip olduğumu anlayamadığı için kendine kızdığını görebiliyordum. En kötüsü de Gurur böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini bilmiyordu.

Kriz esnasında veya sonrasında nasıl bir yol izleyeceğini hiç bilmiyordu. Genelde ciddi krizler geçiren hep o olurdu, ben onu sakinleştirirdim. Şimdi ikimiz yer değiştirmişken bana neyin iyi geleceğini ve beni nasıl avutacağını bilmiyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama nasıl bir cümleyle başlayacağını bile bilmiyordu. Elimi hafifçe yere vurarak ona yanımı gösterdim. “Otur lütfen.”

Tek kelime etmeden yanıma oturduğunda sepeti diğer yanına koymuştu. Ona gittikçe daha çok aşağıya çekilen güneşi gösterip kafasını dağıtmak istedim. “Birlikte güneşin batışını izleyelim.”

Çok keyifsiz olduğu için onu neşelendirmek kolay olmayacaktı. Kısa bir an ters gözlerle güneşe bakıp bakışlarını önüne indirdi. “O siktiğim güneşi her gün doğup batıyor, bunun nesini romantik buluyorsun?”

“Güneşe niye küfrediyorsun şimdi?”

“Farah ben şu anda kendime bile küfrediyorum, kafam hiç yerinde değil.” Daha fazla dayanamayıp bana baktığında yeşil gözleri endişeyle kasılıyordu.

Yüz hatlarına bile karamsarlık yerleşmişken neyim olduğunu bilmek istiyordu. “O köpeğin sende tetiklediği şey neydi?” Bakışlarını biraz aşağıya indirip vücudumu taradığında sanki kıyafetlerimin altına ulaşmak ve bedenimde herhangi bir diş izi var mı, görmek istiyordu.

Dokuz yaşında aldığım diş izleri büyüdükçe biraz daha kapanmıştı. Bir süre sonra vücudumda emaresi bile kalmamıştı ama izini aklımda bırakmıştı. “Sana daha önce söyledim, Gurur.” Kısık bir sesle konuşup gözlerimi ondan çekerek yeniden güneşi izledim. “Sendeki mevzu Farah olmadığı sürece ne benden bir şey öğrenebilirsin ne de gerçekte kim olduğumu anlayabilirsin.”

“Başından beri bendeki mevzunun hep Farah olduğunu ne sen görebildin ne de ben.” Hızlıca ona döndüğümde bu itirafı yapmanın çekingenliğiyle bakışlarını yüzümde tutamıyordu. Sanki daha önce hiç onu bu denli geren bir konuşmanın içinde bulunmamış veya bir itirafın stresini tatmamış gibi rahatsızlığını saklayamıyordu.

Yanaklarının içini havayla doldurarak başını kaldırdı ve derin bir nefes vererek gözlerime baktı. “Bendeki durum artık Leyla değil, sensin.” Nabzım hızlanmıştı.

Bir yanım delicesine çığlık atıp mutluluktan tepiniyordu ama diğer yanım dur diyordu bana. Sevinmek için henüz çok erken olduğunu söyleyip beni frenliyordu. Bu yüzden ifademi sabit tutarak meraklı birinin heyecanıyla başımı ona doğru uzattım. “Ne demek istiyorsun?”

Ağız dolusu küfrederken son kelimesi, “Sikeyim!” olmuştu. Yüzünü sertçe ovuştururken bu işin içinden o kadar kolay çıkamayacağını anlamıştı. “Kızım az önce bir itirafta bulunduğumun farkına varmayacak kadar aptal mısın?” Gülmemek için kendimle mücadele ediyordum. Ondan başka kimse bir itiraftan hemen sonra karşısındaki insana aptal demezdi.

Yana kayarak ondan biraz uzaklaştım. “Gurur bana hakaret edeceksen git yanımdan.”

Kolumu tutup hafifçe çekerek yeniden beni yanına çiviledi. Bunu yaparken yüzü sertleşmişti. “Sana hakaret etmiyorum ama bu işi hiç kolaylaştırmıyorsun.”

“Derdinin ne olduğunu anlasam istediğim kolaylığı sağlayacağım ama seni anlamıyorum,” diye sızlanmaya başladım. “Bendeki durum sensin diyorsun, herhalde ben olacağım çünkü beni kaçırdın. Bu demek oluyor ki şu an için sendeki son durum benim.” Çok yerinde bir tespitte bulunmuşum gibi davranıp onu kıvrandırırken arsızca bir de övgü bekledim. “Doğru bildim dimi?”

Önce kızgın gözlerle ters ters bana baktı daha sonra da hayıflanır gibi başını kaldırıp yukarıya baktı. “Kurban olduğum bana bunu niye reva görüyorsun?” derken sanki Allah’a serzenişte bulunuyordu. “Bana lütfettiğin şu zekanın birini bile yanımdaki aptala verseydin şimdi işim daha kolay olacaktı.” Bu yine kendini övüp beni mi gömüyor?

“Gurur kiminle konuşuyorsun?”

“Seninle değil dön önüne.”

“Peki.”

“Farah Allah Kuran hakkı için bana şu kelimeyi söyleme, ayar oluyorum.”

“Peki, demem.”

“İyi ki demiyorsun, Farah iyi ki demiyorsun!”

Uzanıp yanındaki sepeti alarak sertçe kucağıma bıraktı. “Al sen seviyorsun piknik yapmayı.”

Can simidiymiş gibi kucağımdaki sepete sarılıp gülücükler saçtım. “Güneşin batışını birlikte izlerken benimle piknik mi yapacaksın?” Onu daha fazla kızdırarak mutlulukla ellerimi çırptım. “Bu çok romantik.”

Daha fazla dayanamayıp silahını çıkartarak bir an güneşe doğrultu. Bir an önce onu batırmak ister gibi yaptığı bir hareketti ama daha sonra bunun çok mantıksız olduğunu anladı. Silahı tekrar beline takarken güneşe olan bakışları sertti. “Sende batacaksan bat lan artık. Seni izlemek için buraya gelmedim!”

Daha sonra bana dönüp çatık kaşlarının altında sinirle baktı. “Sadece seni mutlu etmek için bir sepet hazırladım, hepsi bu.” Uyarırcasına işaret parmağını bana doğru salladı. “Güneşi izlemek yok, romantizm yok, ciddi bir şey konuşacağız, buraya kadar anladın mı?”

Hızlıca başımı sallayarak ona kocaman gülümsedim. “Tabii ki anladım, piknik yapıp güneşi izlerken tatlı tatlı konuşacağız.” Hülyalı düşlere dalmışım gibi ellerimi çenemin altında birleştirip iç çektim. “Ama bu çok romantik.”

Kızgın görünmeye çalıştı, ciddi ifadesini korumak için çok uğraştı ama dudakları yana doğru büküldüğünde kendini tutamayıp güldü. “Bilerek bunu yapıyorsun, değil mi?”

“Gülümsemeni sağladıysa sıkıntı yok.” Söylediklerimle aramızda bir sessizlik oluştuğunda duyulan tek şey Gurur’un yutkunuşuydu.

Yaptığım şebekliklerin onu güldürmek için olduğunu anlayınca bana olan bakışları değişti. İlçede olanlardan sonra ifadesi ilk kez yumuşarken yeşil gözlerinde can alışı bir ışıltı belirmişti. Dünyanın en değerli hazinesine bakar gibi beni izlerken dalıp gitmişti. “Nasıl bir şeysin sen veya bunu nasıl yapıyorsun?” O krizden sonra benim teselliye ihtiyacım varken hâlâ onu mutlu etmeye çalışmamı anlamıyordu.

Tepkimi kestiremiyordu veya dokunuşuna nasıl tepki vereceğimi bilmiyordu ama bana dokunma ihtiyacı hissederek elini uzattı. Parmak uçları yanağımda tüy gibi bir dokunuş bıraktığında, “Farah,” diye mırıldandı duygu yüklü bir sesle. “Şu hayatta yaptığım en iyi şey seninle evlenmekti.” Omurgama soğuk bir his yayıldığında Gurur yanağımı okşayarak başını ağır ağır salladı. “Sen başıma gelen en güzel şeysin.”

“Yalanlarıma rağmen mi?”

“Evet,” derken artık tereddüt bile etmiyordu. Nefesini sıkıntıyla verdiğinde eli hâlâ yüzümde geziniyordu. “Hakkındaki yalanlarını öğrenmem çok ağırdı ama öncesinde bana yaşattıkları güzel bir düştü.” Bunları söylerken samimi görünüyordu. “Zaman geçtikçe zararsız yalanlar olduğunu daha iyi anlıyorum.” Gurur’da gerçekten çok büyük gelişme vardı çünkü sevkiyattan sonra hakkımdaki düşünceleri bu kadar olgunca değildi.

Bana doğru biraz daha kayarak hafifçe üzerime eğildi. Çenemi parmaklarının arasına alıp başımı kaldırdığında nefes dahi almadan beni izliyordu. Yeşil gözleri onda nadiren gördüğüm bir parıltıya sahipken boğuk bir sesle, “Benim nazlı karım,” diye mırıldanıp başparmağıyla çenemi hafifçe okşadı. Yalvarırcasına gözlerimin içine bakıp, “En baştan başlayalım mı?” diye sordu. Nazlı karım… Son günlerde Gurur bunu çok sık söylüyordu. Sanırım bu onun beni sevme şekliydi.

Gözlerine bakınca bile artık görebiliyordum, Gurur beni gerçekten seviyordu. Boğazım düğümlendiğinde yutkundum, nefes aldığımdan bile şüpheliydim. Bir anlığına gözlerimi kapatmak istedim ama bunu yaparsam gözlerimin önünde kaybolur ve bu büyü bozulur diye korktum. Bugünün hiç gelmeyeceğini düşünmüştüm. Tam tüm umutlarım söndüğünde Gurur’un kalbinde aşk yeşermişti.

İnanması çok güç bir olay gibi geliyordu çünkü on bir yıllık bir geçmişi ardından bırakması hiç kolay olmamıştı. İçimde bir şeyler yeşermişti ama bu his mutluluktan çok daha karmaşık bir şeydi. Evet, mutluydum ama bir yandan da endişeli ve karamsardım. Onunla son yaşadıklarımız hiç kolay şeyler değildi ya da aileme yaşattıkları. İstesem de ailemi yok sayıp kendim için temiz bir sayfa açamıyordum.

Bu yüzden başımı geriye çekip Gurur’un yüzümdeki elini yere düşürdüm. Bazen geç gelen bir itiraf ya da geç fark edilen bir aşk her şeyi düzeltemiyordu. Beni yeniden kazanmak istiyorsa önce bunun için çaba göstermeliydi. Yaşadığımız ekonomik kriz tamamen son bulmadan benden istediği karşılığı alamazdı. “Yeniden başlayacak bir şey yok,” diyerek azap dolu bekleyişini sonlandırdım. “Aramızdaki bu belirsiz şeyin bitmesi gerekiyordu ve bitecek.”

Akşamın esintisi yüzüne vururken kısa bir anlığına gözlerini yummuştu. Bir türlü beni geri kazanamadığı için artık ne yapacağını hiç bilmiyordu çünkü bir konuda bu kadar kararlı ve inatçı olacağımı benden beklemiyordu. Onun görmeye alıştığı Farah onu hiç bu kadar süründürmemişti, bu olanlar onun için çok yeni şeylerdi. Artık herkese gösterdiğim gibi kolay dizginlenen bir kadın olmadığımı biliyordu.

Bir kez daha onu geri çevirdiğim için sessizleşmişti. Zaten bana açıkça duygularını da itiraf etmemişti artık kolay kolay da edemezdi çünkü her geçen günle onu sevmediğime daha çok ikna oluyordu. Açıkçası bana bir şeyler itiraf etmesini de istemiyordum çünkü imasını yapınca bile tüm direncim kırılıyordu. İtirafı karşısında bu kadar güçlü duramazdım.

Sepeti açıp içindeki çizgili sofra örtüsünü yerdeki çimlerin üzerine serdim. Sepetin içinde Karadeniz yöresine ait çok fazla atıştırmalık vardı, hepsini de bizi ziyarete gelen insanlar getirmiş olmalıydı. Hepsini sofranın üzerine dizip poşetin içindeki yıkanmış meyveleri tabağa boşalttım. Ben seviyorum diye kulübemizin bahçesindeki ağacın erikleri de vardı. Tebessüm ederek onları da tabağa koymuştum.

Gurur’un rakı şişesini, suyunu ve bardağını önüne koydum. Kendim için de sepetteki portakal suyuna uzandım ancak gözlerim rakıda oyalanınca duraksadım. Daha önce hiç içki içmemiştim ama bugün yaşadıklarımdan sonra içmek istiyordum. Geçirdiğim o ağır krizin enkazı hâlâ yüreğimin bir yerlerindeydi. Sadece bir günlüğüne de olsa bunu unutup biraz gevşemek istiyordum.

Bu isteğim karşısında Gurur’un nasıl bir tepki vereceğini bilmediğim için ağzımın içinde bir şeyler geveleyerek, “Şey…” diye mırıldanıp ona rakı şişesini gösterdim. “Bende içebilir miyim?”

Benden duymayı beklediği en son şey buymuş gibi Gurur’un gözleri hafifçe büyümüştü. Yaşadığı afallama tüm yüzüne yayılırken tuhaf gözlerle sırasıyla rakı şişesine ve bana bakıp duruyordu. Hemen sonra kendini toparlayarak kaşlarını belli belirsiz çattı. Kesin bir şekilde, “Hayır,” diyerek şişeye ulaşmayayım diye onu yanına koymuştu. “İçmeyeceksin.”

Sıkıntıyla nefesini verdiğinde iç dünyasında onu rahatsız eden bir şeylerin olduğunu saklayamıyordu. “Günün başında seni sarhoş etmek iyi bir fikirmiş gibi geliyordu ama artık bunun çok yanlış olduğunu biliyorum.” Yeşil irislerinde kızgın bir ifade belirdiğinde çenesini sıktı. “Sarhoş olup yine bana başka heriflerden bahsedersen bu sefer bunu kaldıramam.” Sanırım onun sorununu anlamıştım.

Ona başka bir adama âşık olduğumu söylediğimde bir yanı şiddetle buna karşı çıkıyordu ve yalan söylediğime onu ikna ediyordu. Yalan söylediğimi düşünmek ona iyi geldiği için bu konudaki gerçekleri öğrenmeye hazır değildi. Sarhoş insanlar kolay kolay yalan söyleyemezdi, benim gibi daha önce hiç içmeyen biri ise sarhoşken hiç yalan söyleyemezdi.

Ya sarhoş olduğumda da ona başka birinden bahsedersem? O zaman ne yapacaktı? Bunları düşündüğü için içmemi istemiyordu çünkü bu aşamada gerçekler yerine kendine söylediği yalanlar daha az acı vericiydi. Sadece kendi için rakı doldurduğunda ısrar etmeyip karnımı doyurmaya başladım. Gurur dereotlu çörekten bir parça koparmıştı ki yere düştü. Hiç gocunmadan onu yerden alıp yemişti.

Ona olan bakışlarımı yanlış anlayıp onu kınadığımı ya da ayıpladığımı düşündü. Ne o dercesine gözlerime bakarken ifadesi alaycıydı. “Daha önce yerden bir şey alıp hiç yemedin mi?”

“Sen daha önce klozetten hiç su içtin mi?” Nerden bilsin ki daha kötüsünü yaşadığımı.

Söylediklerim kulaklarına ulaştığı an tüm bedeni taşlaşmış gibi öylece kalakalmıştı. Elindeki rakı bardağı dudaklarının yakınında dururken onu içmek şöyle dursun, kıpırdamıyordu bile. Bakışlarını hafifçe kaldırıp gözlerime baktığında orada gördüğü tek şey sonsuz bir acıydı. Yeşil irisleri titrediğinde burnunun direği sızlamış bir anlığına gözlerini yummuştu.

Gözlerini yeniden açtığında merak ettiği ve sormak istediği çok şey vardı. Sadece bakışlarıyla bile sana ne yaşattılar? der gibiydi. Ancak hiçbir soruya cevap vermeyeceğimi bildiği için rakı bardağına su katarak önüme koydu. “Birlikte içelim.” Bir anda neden içmeme izin verdiğini biliyordum. Belki alkol dilimdeki kilidi sökebilirdi.

Önüme koyduğu bardağı aldığımda sarhoş olup ağzımdan bir şeyler kaçırmak istemiyordum. “Sadece bir bardak,” dediğimde daha fazlasına izin vermesin diye onu uyardım. “Eğer bir bardaktan sonra ikincisini istersem sakın verme.”

Daha önce hiç içmediğim için alkolün bende nasıl bir etki yaratacağını bilmiyordum, bu yüzden gereken uyarıları şimdiden yapıyordum. Bu konuda ricacı olarak, “Lütfen,” dedim. “Olurda daha fazlası için ısrarcı olursam şişeyi kır ya da hepsini kendin iç.” Tereddüt dolu gözlerimi ona çıkardım. “Bu konuda sana güvenebilir miyim?”

Gözlerinde tuhaf bir parıltı oluştuğunda sadece başını salladı. “Endişen olmasın bir bardaktan fazlasını içmene izin vermeyeceğim.” Neden gözleri tam tersini söyler gibiydi?

Başıma gelecekleri bilseydim bu bardaktan bir yudum bile almazdım ama içmiştim. Ve aynı şekilde sarhoş bir Farah’ın ona kök söktüreceğini bilseydi belki Gurur’da asla içmeme izin vermezdi ama vermişti. Bizi nasıl bir trajikomik olayların beklediğini bilmeden tadının iğrenç ve çok berbat olduğu bu rakıdan ilk yudumu almıştım.

Beni rezil dakikalar bekliyordu.

Gurur’u ise komik ve eğlenceli anlar.

Fırsatçı herif.

Yorumlar