Roman
  • 01/12/2025

35-SEVİMLİ SARHOŞ

Gurur Kalender

Alkol Farah’ın daha önce hiç tatmadığı ve tadını merak etmediği bir şeydi. Rakıdan aldığı ilk yudumu püskürterek çıkartmıştı çünkü tadını berbat bulmuştu. Elinin tersiyle dudaklarını silerken parmaklarının arasındaki bardağa tuhaf gözlerle bakıyordu. İğrenç bulduğu rakı benim favorilerimden biriydi. Başını çevirip bana baktığında bıyık altında gülerek onu izliyordum. Birkaç yudumdan daha fazlasını içemeyeceğini biliyordum çünkü Farah rakı kızı değildi.

Bardağı geri isteyerek ona meyve suyunu gösterdim. “Sen meyve suyundan devam et.” Ölümcül bir zehri tutar gibi parmak uçlarıyla tuttuğu rakı bardağını işaret ettim. Bunu yaparken oldukça alaycıydım. “Rakı senin gibi nahif kızlar için uygun değil.”

“Hah.” Sesimdeki küçümsemeyi sezdiği için kaşlarını usulca çatarak bardağı dudaklarına yaklaştırdı. “Benim gibi nahif kızlar senin gibi belalı bir adamdan bir sevkiyat alıyorsa bir bardak rakının da üstesinden gelebilir.” Burnunu sıkarak bardağı kafasına dikip hepsini içmeye başladı. İlla işi inada bindirecekti.

Çok hızlı gittiği için sert bir sesle onu ikaz edip, “Yavaşla fena çarpar,” dedim ama ben bu uyarıyı yapana kadar Farah bardaktaki tüm içkiyi içmişti. Önce bardağı dudaklarından çekti daha sonra da sıktığı burnunu rahat bıraktı. Genzi yanıp gözleri sulanmaya başladığında boğazını tırmalayan yakıcı bir hisle, “Öğğk,” diye bir ses çıkartıp karnını tuttu. “Bu şeyin tadı berbat!”

İkinci kez öğürdüğünde neredeyse kusacaktı. Eğer gülüşümü duymasaydı bunu yapabilirdi de. Kusarsa onunla dalga geçeceğini düşündüğü için başını yukarı kaldırıp derin derin nefesler almaya başladı. Midesi içtiği şeyi çıkarmak istercesine onu zorladığında kusmamak için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Ağzının içindeki yabancı tat bir türlü geçmediği için hemen uzanıp tabaktan bir erik alıp ısırdı.

Bunu görmek bile bir küfür savurarak başımı eğmeme neden olmuştu. En sevdiği meyve erik olmak zorunda mıydı? Ağzımın içi kamaştığında yüzüm şekilden şekle giriyordu. O eriği bitirmeden ona bakamadığım için eğdiğim başımı kaldırmadım. “Daha iyi misin?”

“Ağzımın içindeki bu iğrenç tattan kurtula-öğğk!” Kusmak için tekrar öne eğildiğinde bu sefer gülüşüm daha içten ve yüksekti. “Şu ağacın arkasına geçip her şeyi çıkar.”

“Hayır.” İnat ederek bu sefer tabaktaki böreklerden birini alıp aceleyle ağzına tıktı. Böreği bir bütün olarak ağzına bastığında yanaklarımın içini dişleyerek gülüşümü sakladım. Börek yüzünden balon gibi şişen yanağını gösterirken daha şimdiden eğlenmeye başlamıştım. “Nasıl çiğneyeceksin bakalım onu?”

Ağzında koca bir dilim börek varken bunu çiğneyecek hiç boş alanı yoktu. En kötüsü de artık ağzında nefes alamadığı için daha fazla kusmak istiyordu. Ne kadar zor durumda olduğunu görünce belli belirsiz tebessüm ederek başımı iki yana salladım. “Küçük bir sorun yaratıcı gibisin.” Peçeteyi alıp dudaklarına yaklaştırdım. “Çıkar hadi.” Hatırladıklarımla içim bir tuhaf olmuştu. Bu sahnenin bir benzerini daha önce yaşamıştık.

Başını eğip ağzındaki büyük lokmayı çıkarmaya çalıştı ama yapamadı. Dudaklarım titrerken bu sefer gülüşünü saklayamadım. “Yaklaş.” Hiç iğrenmeden iki parmağımı ağzına sokup böreği çıkartarak peçeteye koydum. Dejavu dedikleri bu olsa gerek.

Farah sonunda rahat bir nefes aldığı için elini kalbine bastırıp, “B-boğuluyordum,” dedi ama dili ağzının içine dolanınca afalladı. Bir bardak rakı etkisini bu kadar hızlı göstermesini beklemiyordu.

Peçeteyi yan tarafa bırakıp gözlerimi kısarak onu izlemeye başladım. Boynundan başlayan bir ısı tüm yüzüne yayılmıştı. “İyi misin, yüzün kızarmaya başladı?”

Kararsız bir şekilde başını iki yana salladığında kafide gibi yumuşak bir sesle konuştu. “Şey…” diye bir şeyler geveledi. “Sadece biraz sıcakladım.” Dudaklarını görmek istercesine alt dudağını öne uzattı. “Bir de dudaklarım...” Elini kaldırıp parmak uçlarıyla dudaklarına dokundu. “Dudaklarımda bir uyuşma var, başımda hafifçe dönüyor.”

Kendim için rakı doldururken bunlar zaten beklediğim tepkiler olduğu için hiç şaşırmadım. “Çok hızlı içtiğin için çarptı, daha fazla içmeyeceksin.”

Onun bardağına su katmıştım ama kendi bardağıma su koymadım çünkü rakıyı sek içiyordum. Henüz bir yudum almıştım ki telefonum çalınca bardağı bıraktım. Kimin aradığına bakınca derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Farah’a telefonu gösterip, “Birazdan dönerim,” dedikten sonra ağaçlara doğru yürüdüm. Bolatlı’nın neden beni aradığını bilmek istiyordum çünkü ciddi bir şey olmadıkça o piç beni aramazdı.

“Ne istiyorsan hızlı söyle?” diyerek telefonu açtığımda daha şimdiden keyfim kaçmıştı. Onunla konuşmak bile sinirlerimi bozuyordu.

Benzer hisleri o da taşıdığı için sıkkın bir sesle, “Telefonu Farah’a ver,” dedi. “Aksa biraz daha onun sesini duymazsa çıldıracak.”

Batmak üzere olan güneşin turuncu ışıkları ormanın içine yansıdığında çam ağaçlarının kokusunu içime çektim. “Karın benim sorunum değil.”

“İkisi öz kardeşten daha yakınlar, onları görüştürmelisin.”

“O yamuk saçlı kız, karımı bana karşı doldurduğu sürece onunla görüşemez.” Aksa denen o bir metrelik cücenin benden nefret ettiğini iyi biliyordum. Aslına bakarsan o kız bizim dünyamızdaki herkesten nefret ediyordu hatta kocasından bile.

“Şimdi beni iyi dinle it herif!” Asaf’ın sesi sinirli çıkarken bulunduğu yerde dönüp durduğuna emindim. “Aksa bir gün bile Farah’ın sesini duymazsa yemeden içmeden kesiliyor. Beş yıl boyunca yurtdışındayken bile her gün eksiksiz bir şekilde kuzeniyle görüşüyordu.” Bir şeylerin kırılma sesini duyduğumda adeta kükrercesine, “Eğer karım bugün de bir şey yemezse onu bizzat oraya getiririm, onunla sen uğraşmak zorunda kalırsın!” diyerek beni tehdit etti.

“İstersen getir.” Dudağımın köşesi tehlikeli bir şekilde kıvrıldığında blöfünü görüyordum. “Buraya gelip canımı sıkacak tek bir şey yaparsa sana onun cesedini gönderirim.”

“Tırnağına zeval gelirse ecdadını sikerim!” Bu konuda boş konuşmadığını bilecek kadar onu iyi tanıyordum. “Ya o telefonu Farah’a ver ya da bugünden sonra Aksa’yla sen uğraşmak zorunda kalırsın.”

“Sen nasıl bir salaksın lan?” Bunu harbiden merak ediyordum. “Karım karım diye başımı ütülüyorsun ama kızın karşısına geçip tek kelime edemiyorsun.” Alay ederek güldüğümde onu kızdırdığımı iyi biliyordum. “Yıllarca platonik takılmak sıkmadı mı, adam gibi şu kıza açılsana.”

“Siktir git piç,” diyerek beni tersledi. “Ondan hoşlanmıyorum ki ne açılması.”

“Ondan hoşlanmadığı için mi yıllarca sapık gibi kızı her yerden takip ettin?”

“En azından o uyurken gizlice odasına girmiyordum, değil mi?” diyerek o da bana sataştı. “Bakıldığında bu daha büyük bir sapkınlık.”

“Uyku gibi önemli bir ihtiyaçtan karıma bağlanmışken ne yapmamı bekliyordun? Ayrıca karımı özlemek sapıkça değil.”

Soğuk gülüşünü duydum. “Ne zamandan beri düşmanının kızını özlüyorsun?”

“Keyfim onu özlemek istedi bende özledim. Bilirsin ben keyfime düşkün bir adamım,” diyerek sırıttım. “Düşmanımın kızını özlemek isterse özleyebilir, keyfime bu özgürlüğü tanıyorum.”

“Siktir git piç,” diyerek sinirle güldü. “Keyfin düşmanının kızını sevmek istese onu sevecek misin?” İğneleyici bir sesle konuştuğunda zaten onu seviyorsun der gibiydi.

“Ne zamandır keyfimin kahyalığını yapıyorsun?” Sırtımı ağaçtan ayırıp çam ağaçlarının keskin kokusunu soluyarak yürüdüm. “Konforumdan ödün vermeyi sevmem, Farah’ı sevmek ise alıştığım tüm düzeni alt üst eder.”

Alaycı sesini duydum. “Düzenin bozulmasın diye onu sevdiğini inkâr mı edeceksin?”

“Bir daha hiç dönmem dediğim bir yerdeyim orospu çocuğu, sence o düzeni çoktan bozmadım mı?”

“Bunun anlamı-“

“Ne anladıysan o, şimdi git başımdan,” diyerek telefonu suratına kapattım. “Seviyoruz işte ne anlamı olacak.” Karımı seviyorum diye bir de açıklamamı yapacaktım? Siktirip gitsinler.

Farah’ı uzun süre yalnız bırakmaya gelmediği için vakit kaybetmeden geldiğim yolu geri döndüm. Onu bıraktığım tepenin başına döndüğümde gördüklerime inanamadım. Ne yapıyordu? Gövdesinde oturduğumuz çam ağacının karşısına dikilmiş, yerinde sallanarak ona bir şeyler anlatıyordu. Ayakta bile zor duruyordu, öyle ki dengesini korumak için büyük bir çaba harcıyordu. Yanaklarında ve burnunun ucunda hoş bir pembelik oluştuğu için bu hali fazla güzeldi.

Saçları hafifçe yüzüne savrulmuştu ve elinde rakı şişesini tutuyordu. Gözlerimi kısarak şişeye bakınca gördüklerimle bir küfür savurdum. Şişenin dibinde çok az rakı kalmıştı. Bu aptal kadın tüm şişeyi içti mi? “Siktir!” Körkütük sarhoştu, değil mi?

Karşısındaki ağaca baygın gözlerle bakarken ona neredeyse boş olan rakı şişesini gösterdi. “G-Gurur bu…” Hıçkırdı ama ağladığı için değil, çok içtiği için. “Bu su…suyun tadı çok kötü.” Acaba kaç bardaktan sonra rakı şişesini su sanıp içmeye başladı? Bir dakika, o ağaca Gurur mu dedi? Beni nasıl bir ağaca benzetebilir!

“Sen şimdi düşmedin mi elime?” Hemen telefonu çıkartıp kamerayı açtım. Su şişesinden eksilen pek bir şey olmamıştı, bu da demek oluyor ki bu aptal ördek bir şişe rakıyı sek içmişti. Daha önce hiç içmediğini de düşünürsek sabah hiçbir şey hatırlamayacaktı. Her saniyesini kaydedecektim.

Farah gülmeye başladığında neden güldüğünü bildiğini sanmıyorum ama içinden gülmek geliyordu. Rakı şişesine bakarak durmaksızın gülüyordu. “B-bence sen daha su...” Yine hıçkırdı. “Su olamamışsın.” Konuşurken dili sürçtüğü için kelimeler peltek çıkıyordu ağzından.

“Gurur.” Dudaklarını bile hissetmezken mırıltıyla konuşup karşısında dikildiği ağaca baktı. Ağaca şişeyi gösterirken kolunu kaldırmak için bile ekstra çaba harcıyordu. “Bu… Su bayat.” Kelimeler ağzından sünerek çıkarken kıkırdadı. “Bozuk bu su.” Şu an için bozuk olan onun kafasıydı, o ağaca Gurur deyip durması da sinirlerimi bozuyordu.

O ağacı ben sandığı için uyuşuk homurtular çıkartarak kaşlarını çattı. “Bi-bir şey söylesene!” Onu konuşturmak için ağaca tekme atmak istedi ama güçlükle ayakta durduğu için bacağını kaldırınca yere düşmüştü.

O kadar nazlıydı ki yere çok sert düşmemesine rağmen sanki uçurumdan düşmüş gibi acıyla bağırıp başını kaldırdı. Dağınık saçlarının arasından ağaca şaşkınca bakarken dudakları O şeklini almıştı. “Bana vurdun mu?” Bir ağacın ona vurması teknik olarak mümkün değildi.

Farah şişeyi sıkıca tutarken ayağa kalkmak için kendini çok zorladı ama ilk birkaç denemede bunu yapamamıştı. Nihayet ayağa kalktığında hâlâ yerinde sallanıyordu. Her saniyesini kameraya çekerken işaret parmağını ben sandığı ağaca sallayıp kaşlarını çattı. “N-asıl bana vurursun!” Daha ben ona engel olmadan kafasını arkaya çekip çam ağacına kafa attığında tökezleyip yere düşmüştü. Şoke olmuştum. Az önce bir ağaca kafa mı attı?

Doğru görüp görmediğimden emin olmak için videoyu durdurup biraz geriye sardım. Başını geriye çekip ağaca kafa attığı sahneyle ağız dolusu küfrettim. Harbi kafa atmıştı hem de bir ağaca! Hemen telefonu cebime koyup aceleyle yanına gittim. “Sen çıldırdın mı? Ağaca kafa atmak kaçıncı dereceden bir aptallık!” Alnı daha şimdiden kızarmaya başlamıştı. En doğru zamanda bu video kaydını ona karşı kullanacaktım.

Düştüğü yerde kendini zorlayarak başını kaldırdığında alnı çok acıdığı için her an ağlayabilirdi. Bir duvara toslamış gibi beyninin zonkladığına emindim. Gözlerine akın eden yaşları görünce hemen yanında diz çökerek yüzünü ellerimin arasına aldım. Alkol insanın vücut ısısını arttırdığı için yüzü cayır cayır yanıyordu. Ağlamak üzere olduğunu görünce, “Şşş,” dedim yumuşak bir sesle. “Bir şey yok, bir şey yok.” Bir kez ağlayınca kolay kolay susmuyordu.

Beni iterek kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Uyuşuk ve baygın bakan gözleriyle yüzümü bile doğru düzgün seçemezken, “Bayım… P-polisi arayın,” diyerek arkamdaki ağacı gösterdi. “Kocam az önce bana yumruk attı.” Anlamadım?

Titreyen elini kaldırıp alnına dokundum. “Vurdu bana.” Sikeyim bende bundan korkuyordum. O sikik ağacı ben sanıyordu ve ona vurduğuma emindi. Yarın sabah sadece bu kısmı bile hatırlasa yine kaçıp dururdu benden.

“Farah o bir ağaç.” Onu gerçeklere uyandırmaya çalışırken yavaşça yüzündeki saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdım. “Bir odundan başka bir şey değil.”

Kelimeleri uzatarak, “Taaamam, işte o benim kocam,” deyip yüksek sesle gülmeye başladı. “Kocamda bir odundan başka bir şey değil.” Sarhoşken bile lafı gediğine sokmuyor mu, deliriyordum!

Daha fazla bir şey söylemeden onu kucağıma alıp ayağa kalktım. Onu buradan götürürken bana karşı koyacak gücü yoktu. “Sen kimsin?” Başını omzuma yaslayarak tuhaf gözlerle beni izlemeye başladı. “B-beni.” Hıçkırdı. “Kocamın yanında… bırak.” İkinci bir hıçkırıkla tüm vücudu sarsıldığında gülerek arkamızda bir yeri gösterdi. “Kocam orada kaldı.”

O ağaca kocam deyip durduğu için kaşlarımı çatarak onu bırakmayacağımı gösterircesine daha sert tuttum. “Farah şu saatte bana bir testere aratma, o ağacı ben sanmaktan vazgeç!” Benim gibi birini nasıl bir odun parçasıyla kıyaslayabilirdi? Bir ağaç olamayacak kadar sıra dışı biriydim. Bu nankör kadın benimle evli olmanın değerini hiç bilmiyordu.

Onu kucağımda taşıyarak tepeyi inerken önce başını göğsüme yaslayıp biraz soluklandı ama daha sonra şaşkın gözlerle etrafına baktı. “Her şey niye bu kadar hızlı dönüyor?” Bir anda gülmeye başladığında bu kontrolü dahilinde olan bir şey değildi. “Dün… Dünya da kafayı yedi çok hızlı dönüyor.”

“Dönen dünya değil, senin kafan.”

“Benim kafam dönüyor mu?”

“Hem de yüz seksen açıyla.”

Gözlerini belerttiğinde yutkunarak ellerini kafasının iki yanına bastırdı. Kafasını boynunun üstünde sabit tutmak için uğraşırken ne kadar komik göründüğünün farkında değildi. Korkudan rengi attığında çipil çipil bakan gözlerini bana dikti. “Hâlâ dönüyor mu kafam?” Daha cevabımı beklemeden korkudan bağırıp kafasını daha sıkı tuttu. “Bi-biraz daha dönerse boynum kırılacak.”

Kendimi tutamayıp kahkaha attım. “Sandığın anlamda dönmüyor kafan.”

Elleriyle kafasını sıkıca tutarken ağlamaklı gözlerini bana çıkardı. “Kafam dönüyor mu dönmüyor mu?”

Tebessüm ederek başımı iki yana salladım. “Çek şu ellerini kafan dönmüyor.”

Bana güvenip ellerini çektiğinde her şeyin etrafında dönmesiyle çığlık atarak tekrar kafasını tuttu. “Dönüyor işte!”

“Kafan değil etrafındaki şeyler dönüyor.”

“De-deprem mi oluyor?”

“Depremin büyüğü kafanın içinde oluyor.”

“Dep…Deprem niye sadece benim kafamın içinde oluyor?”

“Çünkü sarhoşsun.”

“İçtim mi ben?” Bunu sorarken o kadar sevimliydi ki onu öpmemek için kendimi zor tutuyordum.

“Bir şişeyi devirmişsin.”

“Nasıl devirdim?” Kollarımın arasındayken bacaklarını çırpıp tekme atmaya kalkıştı. “Böyle mi vurdum ona?” Yüksek sesle gülerken eğilip saçlarının tepesine küçük bir öpücük kondurdum. “Bu haldeyken onu bile beceremezsin ama neyse.”

Yeni batan güneşin ışıklarının gölgesi onun siyah saçlarına düşerken sessizlik içinde beni izliyordu. Sustuğunda ne düşündüğünü merak ediyordum. Bana baktıkça siyah gözlerinde oluşan hayranlık duygusu kanımı kaynatıyordu. Gördüklerini beğenmiş gibi elini uzatıp yüzüme dokununca neredeyse duracaktım. Küçük bir dokunuşu bile adımlarımı şaşırtacak kadar beni etkiliyordu.

Parmak uçlarıyla yüzüme dokunurken avucunu yeni çıkmaya başlayan sakallarıma sürterek gülümsedi. Bu kadının en ufak bir gülüşüyle aklım ve mantığım beni terk ediyordu. Sanki bana dokunursa uyuşan parmaklarındaki hissizlik geçecekmiş gibi avucunu yüzüme bastırmıştı. Bana dokunurken gözlerinde oluşan bu ifade… Gerçek anlamda çok güzel ve canlıydı.

Tebessüm ederek beni izlerken sorduğu saçma soruyla tüm keyfimi kaçırmıştı. “Siz… Gurur’un nesi oluyorsunuz?”

“Ta kendisiyim.” Uykusuz kaldığında veya içtiğinde neden ilk beni unutuyordu?

Beni tanımadığı için elini hemen yüzümden çekmişti. “Anlamadım?”

“Bir arkadaşıyım,” dedim bezgince. O bu haldeyken ona ne söylesem söyleyeyim beni hatırlamayacaktı.

Kollarımın arasında biraz kıpırdanarak elini tekrar bana doğru uzattı. Kelimeler dudaklarından parça parça çıkarken, “Çoook,” diyerek hıçkırdı. “Yakışıklısınız.” O küçücük ve kibar eliyle yüzüme dokunduğunda kaskatı kesilmiştim. Farah ise vücudumun ona verdiği tepkilerden habersiz parmak uçlarını yüzümde gezdirmeye başladı. “Bir sevgiliniz var mı?”

Kaşlarımı belli belirsiz çattığımda içimde alevlenen kıskançlığın büyüklüğüne inanamadım. “Beni benimle aldatamazsın gebertirim!” Onu kendimden bile kıskanacak kadar kafayı sıyırmıştım. Beni başka bir adam sanırken bana asılamazdı, bu kocasını yani beni aldatmak olmaz mıydı?

Şu anda aldatmanın ne olduğunu bile kavrayacak bir durumda olmadığı için gülümseyerek bana doğru uzandı. Ağız dolusu küfrederek başımı geriye çektim. “Evlisin sen kendine gel.”

“Ne var bunda?” İçinden hep gülmek geldiği için yeniden gülerek dudaklarımı işaret etti. “Öpeyim mi?” Soru sorma şekline bak, sanki çocuk. Gerçi bu halinin çocuktan bir farkı yoktu.

Şiddetle karşı çıkarak onu kendimden uzak tutmaya çalıştım. Onu biraz aşağıda tutarak ikimizin yüzleri arasındaki mesafeyi açtım. “Kocanın öğrenmesinden korkmuyor musun?”

Neyden bahsettiğimi zerre kadar anlamadığı için kıkırdadı ama bunu yaparken gözlerini dudaklarımdan ayırmıyordu. Bana biraz daha böyle bakarsa kendime hâkim olacağımı sanmıyordum. “İkimizde söylemezsek nereden bilecek ki?”

“Farah gözünü seveyim sen bir daha içme.”

“Öpeyim mi?”

Burnumdan sert bir nefes vererek dudaklarıma ulaşmasını engelledim. “Öptürmeyeceğim dön önüne.” O sadece kocasını öpebilirdi, yani beni. Evet, şu anda beni öpmek istiyordu ama kim olduğumu hatırlamıyordu. Beni benimle aldatmaya nasıl cüret edebilirdi? “Şimdi kendimin de belasını sikeceğim, bu nasıl iştir!” İnsanın kendine rakip olması boktan bir durummuş.

Farah bir anda yüzümü kavradı ve daha ben müdahale etmeden yüzümü çevirip dudaklarıma tüy gibi bir öpücük kondurdu. Donup kaldığımda başını yavaşça çekerek bana gülümsedi. “Bak öptüm işte.” Bir insan ona nasıl kıyabilirdi ki, öpüşü bile fazla masumdu.

“İyi halt ettin, Farah.” Sinirli görünmeye çalışarak onun dudaklarına bakmayı kendime yasakladım çünkü her an ona gerçek bir öpücüğün nasıl olduğunu gösterebilirdim. Onun dudaklarıma kondurduğu o küçük öpücüklerin hiçbiri gerçek bir öpücük sayılmazdı ama tuhaf bir şekilde etkisi çok büyüktü.

Tepeyi inerek kulübenin bahçesinden içeri girdiğimizde kucağımdan inmek için çok sızlandı. Dikkatli bir şekilde onu aşağı indirdiğimde yerinde sallanarak buradaki korumalara baktı. “O-onlar kim?” diye sormuştu ki bahçedeki farklı bir çam ağacıyla gülücükler saçtı. “Gurur.” Siktir!

Sağa sola sallanıp sarsak adımlarla ağaca doğru yürürken, “Gurur,” diye şakıması sadece beni değil, buradaki tüm korumaları afallatmıştı. Bahçede erik ağacı bile vardı ama hayır, o ısrarla gördüğü her çam ağacına yapışıp Gurur diyordu. Çama mı benziyordum?

Başımı çevirip son derece ciddi bir suratla adamlarıma önce kendimi, daha sonra da Farah’ın sarıldığı çam ağacını gösterdim. “Şu ağaç bana benziyor mu?” Farah o sikik ağacın gövdesine sarılmıştı. “İyi bakın lan bir benzerlik var mı?”

Nisan’ın tuhaf bir ifadesi vardı çünkü böyle saçma bir soruyu neden sorduğumu anlamamıştı. “Benzemiyorsunuz abi.”

“O zaman karım ne diye onu ben sanıyor?”

“Onun nesi var?” Yalçın gözlerini kısarak bir ağaçla sarmaş dolaş olan Farah’ı izledi. “İçki mi içirdin ona?”

“İki dakika yanından ayrıldım döndüğümde onu bu halde buldum.”

“O bu kadar içerken sen neyle meşguldün?” diyen Ali benden hesap sorar gibiydi. “Kız ayakta bile duramıyor.”

“Bu kadar içeceğini bilseydim sence yanından ayrılır mıydım?”

Yalçın sımsıkı ağaca sarılan Farah’a bakıp güldü. “O ağacı neden sen sanıyor?”

“Nereden bileyim, gördüğü her odun parçasını ben sanıyor!”

Ali’nin sinsi bakan gözlerindeki ifade iğneleyiciydi. “Neden acaba?”

Kaşlarımı çattığımda her an suratını dağıtabilirdim. “Bana imalı imalı konuşma çarpacağım şimdi. Belli ki karımın gözlerinde bir sıkıntı var.”

“Gurur.” Farah huysuzca mırıldanıp elini ağacın gövdesinde gezdirdi. “Kasların gerçekten çok sert.” Korumalar bıyık altında gülerken ben çıldırmanın eşiğindeydim. “Şu gömleği çıkarsana.”

“O ağacın ecdadını sikeceğim!” Yumruklarımı sıkarken kükrercesine sesimi yükselttim. “Bana hemen bir testere bulun!”

Ali gülerek sinirlerimin içinden geçerken gözlerinde inanamayan bir bakış vardı. “Bir ağacı mı kıskanıyorsun?”

“Ali biraz daha konuşursan seni Bige’nin yanına transfer ederim.” En nefret ettiği şey yeniden Bige’nin korumalarının içinde yer almaktı. Melek’in malikaneye taşındığı dönemlerde ona göz kulak olması için Ali’yi Bige’nin adamlarının içine dahil etmiştim. Bige ve adamlarının yanında ne yaşadıysa onu geri çağırmam için bana yalvarmıştı.

Bu piç kurusu hiç akıllanmadığı için telefonunu çıkartıp Farah’ı çekmeye cüret etti. Ali dışında hiçbir adamım bunu yaparak beni kızdırmayı göze alamazdı çünkü Ali sadece bana çalışan biri değildi, aynı zamanda en iyi arkadaşımdı. Farah’ı kameraya alırken sırıtıp duruyordu. “Bana attırdığı o şutu unutmadım. Elime bu kadar sağlam bir koz geçmişken bunu kaçıracak kadar aptal değilim.”

“Karım bir ağaca sarılıyor ve sen eğleniyor musun piç?”

“İyi yönden bakarsan o ağacı sen sandığı için ona sarılıyor.”

“Hangi yönden bakarsam bakayım ben burada dururken o siktiğim ağacına sarılması beni mutlu etmiyor. Şu testere nerede kaldı!”

“Abi hiç tavsiye etmem çünkü o ağacın sen olduğunu düşünüyor,” diyen Ali geniş geniş gülüyordu. “Gözünün önünde kocasını kesersen sence sana ne yapar?”

“Orospu çocuğu iyi bak o ağaç onun kocası mı?” Karımın bir ağacı ben sanması bana yapılan en büyük hakaretti.

Farah’ın yanına gittiğimde hâlâ ağaca sarılıp onun gövdesini okşuyordu. Onu ağaçtan ayırmak için arkaya çektiğimde sinirlenerek bana döndüğü gibi tokat attı. Sarhoş olduğu için attığı tokadın pek bir şiddeti yoktu ama bana vururken dengesini yitirdiği için yere düşmüştü. Sanki kendi düşmemiş gibi başını kaldırdığında ifadesi suçlayıcıydı. “Ne vuruyorsun be!” Kafayı yiyeceğim neden bu kadar içti ki!

Buradaki adamlar kısık bir sesle gülerken artık sinirden dişlerimi sıkıyordum. Bu seferde yanağıma bakıp merakla gözlerini kıstı. “Kim vurdu sana?” Ali gür bir kahkaha patlattığında sertçe yüzümü ovuşturdum. Hem vuruyordu hem de kim vurdu diye soruyordu.

“Dua et sarhoşsun yoksa bu tokadın hesabını sorardım sana.” Üzerine eğilerek onu kucağıma alıp yerden kaldırdığımda çok yorulmuştu.

Esneyerek başını göğsüme yasladığında kedi gibi mırıltılar çıkartıyordu. Kokumu yoğun bir şekilde soluyunca nihayet beyninde yeşil bir ışık yanmıştı. Beni kokumdan tanımış olmalı ki başını yavaşça kaldırdı. Bunu yaparken bile elleri kucağındaydı, sarhoş olmasına rağmen o kollar hiç boynuma dolanmamıştı. Eskiden beri bu hep böyleydi. İster ayık olsun ister de sarhoş, Farah bu konuda hep çekingendi. Onu kucağıma aldığım anlarda bana hiç sarılmazdı.

Bu bile aramızdaki güvensizliği en somut haliyle hissedeceğim kadar ağır bir şeydi. Aramızın iyi olduğu dönemlerde bile onu kucağıma aldığımda Farah kollarını hiç boynuma dolamamıştı. Bana güvendiğini sandığı o günlerde bile aslında kendini bana bırakacak kadar güvenmiyordu. Bir yanı bana koşarken diğer yanı onu benden hep uzak tutuyordu çünkü korkuyordu. Onu şimdi olduğundan daha çok üzeceğimden çok korkuyordu. Bir gün onu kucağıma aldığımda Farah kollarını boynuma dolarsa, işte o gün gerçek anlamda bana güvendiğini anlayacaktım.

Bulanık gören gözlerine bir netlik kazandırmaya çalışarak gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Benim yüzümü seçince gözlerini irice açarak, “Gurur?” diye mırıldandı. “Sen… Bu sen misin?”

Vücudum gevşerken tuttuğum nefesi sesli bir şekilde vermiştim. Onu kollarımın arasında tutarken yavaşça üzerine eğilerek yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Şükür hatırlayabildin.” Ne kadar da çok zayıflamıştı. Eskiden kilosu daha iyi durumdaydı ancak şimdi ağırlığını eskisi gibi hissedemiyordum. Bu durumdan nefret etmiştim.

Yeni bir hıçkırıkla sarsılırken gülümsedi. “Senin ikizin mi var?” Konuşurken kelimeler sakız gibi ağzından sünerken dili de uyuşmuştu. “Az önce senden…” dedi ve yeniden hıçkırdı. “Bir tane daha vardı.”

Onu kulübeye götürürken tersçe ona bakıp çenemi hafifçe kaldırdım. “Benden bir tane daha yok, Farah. Eşsiz bir adamla evlendiğini neden anlamak istemiyorsun?”

Kulübeye girdikten sonra onu odasına getirdim. Dikkatli bir şekilde yatağına yatırıp battaniyeyi üzerine çektim. “Uyumadan kendine gelemezsin uyu biraz.”

Sırtüstü yatakta uzanınca midesindeki her şey ağzına gelmiş gibi öğürerek yatakta oturdu. “Uyumayacağım.” Sızlanmaya başladığında üzerindeki battaniyeyi tekmeleyerek yere düşürdü. “Çoook sıcak bunu istemiyorum.” Kulübenin içindeki her şey süratle etrafında dönüyor olmalı ki yüzünü buruşturdu. “Şu şeylere söyle dönmesinler, başım bulanıyor ve midemde dönüyor.”

Yatağın yanında dikilirken kendimi tutamayıp güldüm. “Demek başın bulanıyor ve midende dönüyor.” Gözlerimde muzır parıltılar belirirken kaşlarım yavaşça havalandı. “Tam tersi olmasın?”

“Tam tersi mi?” Yatakta bağdaş kurarak otururken anlamayan gözlerle bana bakıyordu. “Başım midemde mi benim?” diye sorduğumda gülmeye başladım. “Sana bir kahve yapmadan kendine gelmeyeceksin.”

Daha rahat etsin diye önce ayakkabılarını daha sonra da çoraplarını çıkartıp yere attım. Doğrulup tebessüm ederek kısa bir an ona baktığımda çok sevilesi görünüyordu. Onu izlerken bile bende ne sinir kalıyordu ne de keder. “Beni burada bekle,” dedikten sonra odadan çıktım.

Mutfağa girdiğimde buranın leş gibi olduğunu gördüm. Geldiğimizden beri bulaşıklar hiç yıkanmadığı için dağ gibi birikmişti. Mutfağın camını açıp kirli ne bulduysam hepsini camdan dışarıya atmaya başladım. Yıkanmayı bekleyen tüm bu bulaşıkları yıkamayacağım için hepsinden kurtuluyordum. Bardaklarda kirli olduğu için onların da icabına bakmıştım. Ahşap masanın üzerinde duran çaydanlığın hâlâ yıkanmadığını görünce onu da camdan dışarı attım.

Sadece beş dakika içinde mutfakta tek bir bulaşık bırakmadığım için sırıttım. Bu insanlar bulaşıkları neden bu kadar dert ediyor ki, mutfağı temizlemem on dakikamı bile almamıştı. Son olarak küçük tüpü alıp onu da dışarı attım çünkü o da kirliydi. Ben camdan bir şey fırlattıkça dışarıdaki adamlarım birbirine tuhaf gözlerle bakıyordu. Ali, “Abi ne yapıyorsun?” diye sorarak bu tarafa yürüdü. Dışarı attığım şeylere basmamaya çalışıyordu. “Bunlar neden dışarıda?”

Başımı camdan uzatıp yere saçılan kap kaşığa hissizce baktım. “Bulaşıkları temizlediğimi görmüyor musun?”

Yerde ters dönen tencerenin yanından geçerken yüzünde küfür gibi bir ifade vardı. “İnsanlar bulaşıkları bu şekilde temizlemiyor.”

“Ben böyle temizliyorum.” Pencerenin pervazına bir elimi bastırarak ona kendimi gösterdim. “Ben mi yıkayacağım lan bu bulaşıkları?”

Ali yerde yığılan kirli şeylere bakıp derin bir nefes aldığında bakışları eleştireldi. “Kirletmeyi biliyorsan bir zahmet yıka abi.”

“Ali senin dalağını sikerim. Ne zaman gördün benim bulaşık yıkadığımı?” Başımı hafifçe dışarı çıkartıp çenemi kaldırdım. “Senin karşında koskoca Gurur Kalender var, ben dağıtmakta sorumluyum toplamak benim işim değil.”

“Senin dağıttıkları kim toplayacak?”

“Kendi dağıttıklarımı toplayacaksam ben bu imparatorluğu niye kurdum?” Ali başta olmak üzere bahçedeki herkese yerdeki kap kaşığı gösterdim. “Farah görmeden hepsini toplayıp kilerin arka tarafına atın.” Kilerin arkasında kirli bulaşıklardan bir dağ vardı, hepsini oraya atabilirlerdi. Çocukken buraya geldiğimde kirli bulaşıklardan bu şekilde kurtuluyordum.

Diğer çocuklar yerdeki şeyleri toplarken Ali pencerenin diğer tarafında durdu. “Mutfakta ne işin var?”

“Farah kendine gelsin diye ona kahve yapacağım.”

Yerde yan duran tüpe bir anlığına bakıp meraklı gözlerini bana dikti. “Kahveyi neyle yapacaksın?”

Bakışlarım yemek atıklarıyla kirlenen tüpü bulunca yüzümü buruşturdum. “Tüpü geri ver ama önce temizle.”

Ali’de temizlikten pek anlamadığı için Nisan’a bakıp yerdeki tüpü gösterdi. “Tüpü ona ver ama önce temizle.” Ben ona söylüyordum, o diğerine.

“Tabii efendim.” Nisan hemen tüpü alıp düzeltti. Onu temizlemek için mendilini çıkarmak için ceplerini karıştırdı ama yanında mendil yoktu. Bana bakınca tezgâhın üzerinde duran ıslak bezi uzattım ama ona değil, Ali’ye. “Senden istediğim şeyi kıza yaptırma yoksa sabaha kadar kulübeyi sana temizlettiririm.” Ekibimdeki kadınları temizlik için yanıma almamıştım.

Ali çoğunlukla sinirlerimi bozsa da bu konuda benimle zıt düşemeyeceğini bildiği için ıslak bezi aldı. Suratındaki memnuniyetsiz ifadeyle kabaca tüpün etrafını silmeye başladı. Kollarımı pencereye yaslayıp sırıttım. “Kenardaki o yağ lekesini düzgün sil, bilirsin ben kirliliğine dayanamam.”

“Abi sikeceğim şimdi senin olmayan temizlik anlayışını.” Beceriksiz bir şekilde tüpü silip çatık kaşlarla bana uzattı. “Al şunu ne yapacaksan yap.”

“Silah kullanmaktan başka hiçbir işi beceremiyorsun piç.” Sildiğini sandığı ama aslında yeteri kadar silemediği tüpü alıp masanın üstüne koydum. “İçeri gelip şu tüpün altını yak, ayrıca cezve nerede?”

“Mutfakta cezve yok abi.” Nisan pencerenin önünde durup içeri bakarken bana mutfak dolaplarını gösterdi. “Dolaplarda olan tek şey bir düzüne çay.” Çünkü çayı çok severdim.

Aklıma gelenlerle durup Nisan’a döndüm. “Yedek çaydanlığımız var mı?”

“Yok.”

“Çaydanlığı imha etmeden yıkayıp hemen geri getirin.” Gece geç saatlerde çay içmeyi seviyordum. Başka çaydanlık yoksa neyle çayı demleyecektim, tencereyle mi?

Ali kafasını camdan içeri uzattığında siyah gözlerinde yoğun bir yakarış vardı. “Neden bu izbe kulübede kalmakta ısrarcısın? İlçeye dönelim Kalender malikanesine gitmek zorunda değiliz. Orada iyi bir ev kiralayabiliriz.” Yumuşak karnıma oynayıp gözlerimin içine derin bir manayla baktı. “Hem Farah Hanım’da rahat eder. O bir şehir kızı bu dağ başında yapamıyor. İyi ve konforlu bir yerde kalırsa bakarsın sana karşı yumuşar.”

“Farah su gibidir içine girdiği kabın şeklini alır.” Nikahımızın kıyıldığı o kulübeyi hatırlayınca belli belirsiz tebessüm ettim. Orada yaşarken hiç şikâyet etmemiş veya alıştığı lüks hayatı istememişti. Ona ne sunduysam onunla yetinen biriydi, fazlasını hiç istemezdi.

Tüm hayatı zenginlik içinde geçmesine rağmen aslında bu kulübede olmaktan da rahatsız değildi. Onun rahatsız olduğu bendim, küçük bir kulübede olmak değil. Bana sinirli olduğu için her şeyden şikâyet ediyordu ama gerçekte öyle biri değildi. Özünde nasıl biri olduğunu hâlâ bilmiyordum fakat gözü yükseklerde olan, etrafındaki insanları kıran ve herkesi küçümseyen biri olmadığını biliyordum.

Sadece cezve değil, kahvede olmadığı için ona kahve yapamamıştım. Adamlarıma dışarıdaki ocağı yakıp banyo suyunu ısıtmalarını söyleyerek mutfaktan çıktım. Farah bir şişe rakı içmişken sıcak suya ihtiyacımız olacaktı çünkü uzun süre kusmadan duramazdı. Onun durumundaki biri midesini yakan tüm alkolü çıkarmadan rahat edemezdi.

Onun odasına geri döndüğümde onu yatakta bulamayınca bir an endişelendim ama onu bulmam uzun sürmemişti. Gardırobun hemen yanında oturuyordu ve kıyafetleri yerdeydi. Alkolden dolayı vücudu sıcakladığı için üstündeki her şeyi çıkartıp bir yere attığı için kıyafetleri odanın her yerindeydi. Üzerinde sadece bir gömlek vardı ama onun içinde bile terlemişti. Giydiği gömlek benimkiydi, onun dolabında kalmış olmalıydı.

Sırtını gardırobun kapısına yaslayarak yerde yarı baygın bir şekilde oturuyordu. Omuzları çökmüştü, başı da hafifçe öndeydi ve saçları yüzünü kapatıyordu. Dikkatimi cezbeden bacaklarına bakmamaya çalışarak yanına gittim. Diz çöktüğümde gömleğin uzun kollarını toplayarak ellerini dışarı çıkarttım. Onu kucağıma alıp yerden kaldırdığımda fazla sessizdi. “İyi misin?”

Gözleri durgun bakarken bana cevap vermemişti. Onu yatağın üzerine bırakıp yanına oturdum. Uzanıp dağınık saçlarını yüzünden çektiğimde bile siyah gözleri can yakıcı bir şekilde boş bakıyordu. Yatağın ortasında bağdaş kurarak otururken başını ısrarla eğiyordu. Neyi vardı?

Onu ürkütmemeye dikkat ederek çenesini yavaşça tutup başını kaldırdım. “Benim nazlı karım,” diye fısıldarken gözlerinde gördüğüm keder içimi dağlıyordu. “Söyle bana neyin var?”

Hatırladıkları veya düşündüğü şeyler canını çok yakıyor olmalı ki yine kendi kabuğuna çekilmişti. Öylesine savunmasız ve ürkek görünüyordu ki gözbebekleri titreşiyordu. “Gurur.” Sesi cılız ve zayıf çıkarken gözlerine doluşan yaşları görmeye dayanamıyordum. “Ko-korkuyorum.” Çenesini tutan elim gerildiğinde öylece kalakalmıştım. Hiçbir şeyden korkmamasını isterken karım benim yanımda bile korkuyordu. Belki de onu korkutan asıl şey bendim.

“Sen bir canavarsın! Kontrol edilemez, dizginlenemez bir canavardan başka bir şey değilsin!” Bir an bile olsun unutamadığım o sözleri yeniden kafamın içinde yankılanınca hemen çenesindeki elimi çektim. Bir zamanlar benim bir canavar olmadığımı söyleyen kadın, herkesin içinde haykırırcasına bir canavar olduğumu söylemişti. Benden mi korkuyordu?

“Farah ben seni asla incitmem.” Bana nasıl hissettirdiğinden habersiz öylece bakıyordu ama ben… Onun bakışlarında can çekişiyordum. “Sana yalvarıyorum benden korkma.” Bana yaşattığı cehennemin alevleri ateşten korkan yüreğimi talan ediyordu.

“Korktuğum şey sen değilsin.” Baygın bakan gözlerinde şimdi olan tek şey kafa karışıklığıydı. Az önce düşündüklerimle surat ifadem değiştiği için Farah’ın yüzü derin bir acıyla kasıldı. “Özür… Özür dilerim.” Bir anda söyledikleriyle beni şaşırtırken uzanıp elimi tuttu. “Sen bir canavar değilsin.”

Aklımdan geçenleri anlamış gibi suçluluk çekerek başını iki yana salladı. “Bir canavar olduğunu söylediğimde bile öyle olduğuna inanmıyordum.” Bunu nasıl yapabildiğine hayret ettim. Tek bir sözüyle bendeki tüm ışıkları söndürürken yine tek bir sözüyle beni ittiği o karanlıktan çıkartıyordu. Bu sefer ona inandım çünkü sarhoştu ve bu haldeyken yalan söyleyemezdi. Belki de ona inanmak istiyordum çünkü onun hikayesindeki canavar olmak zulüm gibi bir şeydi.

Farah iki eliyle elimi tutarken içli gözlerle beni izledi. “Gurur’um,” deyişine kaç ömür, kaç hayat harcayacağımı hiç bilmiyordu. Küçük avuçlarındaki elimi sıkarak bana burukça gülümsedi. “Benim deli kocam, sen canavar olmanın yakınında bile değilsin.” Mümkün olsa zamanı tam bu noktada durdurur ve Farah’ın beni sahiplendiği bu anda kalırdım. Eğer içtiğinde hep böyle dünya tatlısı bir kadın olacaksa bundan sonra onu hiç ayık gezdirmezdim.

“Canavar değilsin çünkü bir canavarın neye benzediğini ve neler yapabildiğini iyi biliyorum.” Hatırladıklarıyla dudaklarındaki gülümseme kaybolduğunda ilçede gördüğüm o yoğun korku tekrar gözlerindeki yerini almıştı. “Ben…” Başını eğip derin derin nefesler alarak düşüncelerini toplamaya çalıştı. “Köpeklerden korkuyorum.” Bugün olanlardan sonra bunu anlamayan kalmamıştı.

“Daha önce bir köpek tarafından ısırıldın mı?” Çenesini tutup eğdiği başını kaldırırken sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. “Bu yüzden mi köpeklerden korkuyorsun?”

Ellerini elimden çekip vücuduna sardığında çok kırılgan görünüyordu. Kendini korumaya aldığında elleri amaçsızca bazen göğüs kafesinin önünde duruyordu bazen de kolları ve bacaklarına uzanıyordu. İlçede olduğu gibi yeni bir kriz geçirmesinden endişelendiğim için hemen ellerini tuttum. “Yanındayım Farah.” Yumuşak ve yatıştırıcı bir sesle konuşurken yaşadığım paniği bastırmaya çalışıyordum. “Benimle güvendesin, kimsenin sana zarar vermesine izin vermem.”

Bir kez daha ciddi bir kriz geçirirse diye diken üstündeydim çünkü ben onun gibi değildim. Bugün ilçede yaşadığım şey hayatımın en çaresiz anlarından biriydi. Farah her kriz geçirdiğimde beni yatıştırırken ben onun için hiçbir şey yapamamıştım. İzlemek dışında elimden hiçbir şey gelmemişti. Kendimi daha önce hiç bu kadar yetersiz hissetmemiştim.

Gözleirni kaçırınca tekrar kabuğuna çekilmeye başladığını anladım. Buna izin vermeyerek yüzünü ellerimin arasına alıp yanağını hafifçe okşadım. Yumuşacık tenine dokunmak bile bana iyi hissettiriyordu. “Neler olduğunu anlat bana.” Ona yardım etmem için her şeyi bilmeliydim. “Kaçırıldığında sana ne yaptılar?” Onu bu hale getiren şeyi öğrenmeliydim. Öğrenmeli ve tüm faillerini tek tek bulup hepsinin eceli olmalıydım.

Yüzünü ellerimin arasından çekerek arkaya doğru biraz gitti ve yatağa uzandı. Başını yastığa koyunca midesi tekrar bulanmış gibi yüzünü buruşturmuştu. Elimi tutup beni yanına çekince benden istediği şeyi yaptım ve yanına uzandım. Ben yan bir şekilde yatıp onu izlerken o, sırtüstü yatarak tavana bakıyordu. Bana hikayesini anlatmaya başladığında ise duyacaklarıma hazırlıklı değildim.


***

Farah Kalender

Kulübenin ahşap tavanıyla bakışırken tavan bile etrafımda dönüyordu. Başımın dönmesi hiç geçmediği için baktığım her yerde mutlaka bir şeyler dönüyor ve midemi bulandırıyordu. Sadece bu da değildi, vücudum yanıyordu. Damarlarımda gezinen kan bir volkanın lavına dönüşmüş gibi beni cayır cayır yakıyordu. O kadar çok terlemiştim ki her an üzerimdeki son şeyi de çıkartabilirdim. Tabii öncesinde midemdekileri çıkartmazsam…

Dudaklarım bile uyuşmuşken etrafımda dönen tavanı izleyerek, “O gün annemle alışverişe çıkmıştık,” diye mırıldandım. Normalde kimseye anlatamayacağım şeyleri alkolün tesiriyle içimde tutamıyordum. “Henüz dokuz yaşındaydım.”

Çocukluk anılarımla iç çekerken derinlerden hissedilen bir acıyla, “O gün beni annemden kopardılar,” dedim. Dudaklarım titrerken ciğerlerime çektiğim hava yetersizdi. Dilimdeki uyuşma yeniden kendini gösterince doğru düzgün konuşamadım. “Ke-kendime geldiğimde bir hücredeydim.”

Bir ay boyunca beni tuttukları o hücreyi hiç unutmadığım için her bir detayını hatırlıyordum. Keşke orayı bazen unutabilsem ama sarhoşken bile en ince ayrıntısıyla hatırlıyordum. “Beni tuttukları yer bir köşkün bodrum katıydı. Nezareti andırıyordu, demir parmaklıkları olan bir yerdi. Küf ve nem kokuyordu, hücremde sadece eski bir döşek ve bir klozet vardı.”

Boğazım tıkandığında yutkunmama engel bir şeyler vardı. “Bir de…” Başımı çevirip omzumun üzerinde beni izleyen Gurur’a baktım. “Köpek,” diye mırıldandım yoğun bir korkuyla. “Hücre arkadaşım bir köpekti ama arkadaşım değildi.”

Yanağım yastığa gömülürken bir anda gülmeye başladım, aslında gülmek istemiyordum fakat alkolün etkisinde olduğum için içimden sık sık gülmek geliyordu. “O köpek benim canavarımdı, aynı zamanda gardiyanım. Kaslı baldırları olan, iri ve güçlü bir köpekti.” Tüylerim diken diken olurken her an burada belirecekmiş gibi irkilmiştim. “Siyah bir pitbulldu.”

Gurur uzandığı yerden sessizlik içinde beni dinlerken önüme dönüp bakışlarımı tekrar tavana diktim. Boş bakan gözlerim hissizdi ancak içimde kıyametler kopuyordu. “Sen bazen bana kızınca bir şeytan olduğumu söylüyorsun, söyleme.” Kirpiklerimin arasında sızan bir damla yaş yanağımda süzülürken ağlamaklı bir sesle, “Bana şeytan deme çünkü ben o değilim,” dedim. “Şeytan oydu, o canavarın sahibi.”

“O kimdi, Farah?” diyen sesini duyduğumda bile ona dönmedim. Tüm dünya etrafımda dönerken gözümün önünde beliren korkunç silüet titrememe neden oluyordu. Onun yüzü tavanda belirmiş, bir kâbus gibi üzerime çökmüştü. Uyuşan kolumu kaldırıp Gurur’a tavandaki korkunç yüzü gösterdim. “Orada.”

Vücudumdaki titreme arttığında dudaklarımdan firar eden hıçkırığa engel olamadım. “Onu gö-görüyor musun? Yıllardır peşimi hiç bırakmıyor.” Ortadan kaybolsun diye gözlerimi sımsıkı kapatıp bir süre öyle kaldım. Geldiği yere dönsün diye dua ederek gözlerimi açtığımda gittiğini görmek beni rahatlatmıştı.

Gurur bir kolunu yatağa bastırarak üzere eğildiği benim parça parça anlattığım şeylerden bir ipucu yakalamaya çalışıyordu. Susmamı istemediği için anlatmaya devam etmemi bekliyordu. “Canavar köpekti, Şeytan ise beni kaçıran o adam.” Bunları ona anlatmak benim için hiç kolay değildi çünkü tekrar o günlere dönmekle aynı şeydi.

Gurur sabırla beni beklerken kolundan destek alarak üzerime eğilmiş, saçlarımla oynuyordu. Saçlarımın arasında gezinen parmakları beni rahatlattığı için konuşacak cesareti buluyordum. “Şeytan’ın bana dayattığı sadece iki kuralı vardı. İlk kural; Asla sesini yükseltme.” Gözlerimin ardı sızladığında neden böyle bir olduğumu anlatmak istercesine bakışlarımı Gurur’a çıkardım. “İkinci kural; Emirlere itaat et.”

Gurur’un saçlarımdaki eli hareketsiz kaldığında üzerinde yıllar geçse de bu iki kurala hep sadık kaldığımı anlamıştı. Benim konuşurken sesim hiç gür çıkmazdı hatta normal bir ses tonuyla bile konuşamazdım. Çok sıradan bir şey söylerken bile sır veriyormuşum gibi sesim kısık ve fısıltıyla çıkardı. Çoğu zaman etrafımdakiler beni yeteri kadar duymazdı. Şeytan’ın kafesinden kurtulmuş olsam bile yıllarca onun bana dayattığı kuralların dışına çıkamamıştım.

Sanki sesimi birazcık yükseltsem hemen yanımda belirecek ve beni cezalandıracaktı. Bu psikolojiden hiç çıkamadığım için bana aşıladığı şeylerden kurtulamıyordum. Aynı şekilde ikinci kurala da hep sadık kalmıştım. İnsanlar gel dediğinde giden, git dediğinde yanından ayrılan bir zavallıya dönüşmüştüm. Etrafımdaki insanlar yıllarca emir kipi kullanarak bana her dediklerini yaptırmışlardı. Gurur’un da hep dediği gibi ben bir kurma bebektim.

Ancak son zamanlarda bu değişmeye başlamıştı. Gurur ailemi borç bataklığına sürükleyince babam için bana dayatılan şeylerin dışına çıkmaya başlamıştım. Acı çeken gözlerle Gurur’u izlerken sesim titriyordu. “Beni tuttukları o hücreye giren ve çıkan çocuk aynı değildi.” Midem bulandığı için yüzümü buruşturunca bunun sebebini anladı. Oturmama yardım ettiğinde o da yanımda oturuyordu.

“Biraz daha içki istiyorum.” Bir anda konuyu değiştirdiğimde inanamayan gözlerle bana baktı. Hayrete düşmüş gibi beni izlerken hayat hikayemi anlatırken konuyu içkiye nasıl bağladığımı düşünüyordu. “Farah her an kusacak gibisin, bir şişeyi devirmişken daha fazlası senin için sakıncalı.”

Ona tatlı tatlı gülümseyerek onu gösterdim. “Ama sen hiç içmedin, ben sana kendi hikayemi anlatırken neden benimle içmiyorsun?” Kinayeli bir şekilde gözlerinin içine baktım. “Duyacaklarından sonra emin ol birkaç kadehe ihtiyacın olacak.” Henüz en kötüsünü anlatmamıştım.

Bugün geçirdiğim o krizden sonra haklı olduğumu bildiği için tek kelime etmeden odadan çıkmıştı. Ellerimi karnıma bastırırken kusmamak için kendimi zor tutuyordum. Pencereyi açıp odaya biraz serin hava girsin istedim çünkü gerçek anlamda yanıyordum. Vücudumdaki ısı her geçen saniye arttığı için serinlemeye çok ihtiyacım vardı.

Pencereyi açmak için yataktan çıktığımda her şey etrafımda döndüğü için ayaklarımın üzerinde duramamıştım. Dizlerim bükülmüş ve yine yere düşmüştüm. Üstelik ara ara hıçkırıyordum ve başım eskisinden daha çok dönüyordu. Uyuşan parmaklarla gömleğin yakasını çekiştirdim. Çok sıcaktı.

Yatağın kenarını tutarak güç bela ayağa kalktığımda sanki yer ayaklarımın altından çekiliyordu. Dengemi korumaya çalışarak pencereye doğru sendeleyen adımlarla yürüyüp camı açtım. Karadeniz’in serin havası bile vücudumdaki ısıyı düşürmüyordu. Ayakta durmak işkence gibi olduğu için güçlükle yatağa yaklaştım. Yere oturup sırtımı yatağın kenarına yasladığımda aklımda olan tek şey üzerimde kalan son şeyleri de çıkartmaktı. Belki o zaman biraz serinlerdim.

Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum ama oturduğum yerde uyuklamaya başladığım esnada Gurur içeri girdi. Elinde büyük bir tepsi tutuyordu ve tepsinin üzerinde bir şişe rakı, su, iki bardak ve biraz atıştırmalık vardı. Yanıma oturup tepsiyi aramıza bıraktığında onu izliyordum. Önce kendi bardağını doldurdu daha sonra da benimkini ama benim bardağıma çok az rakı ve çok fazla su koymuştu.

Yeteri kadar sarhoş olduğumu düşündüğü için alkol komasına girmemi istemiyordu. Bardağımı önüme koyduğunda bakışları alaycıydı. “Bardağı düşürmeden tutabilecek misin?”

Gülmeye başladığımda neden güldüğüm hakkında pek bir fikrim yoktu, bence o da sebepsiz yere güldüğümü iyi biliyordu. “Dene… Denerim.” Bazı anlarda dilim dolandığı için kekeliyordum.

Uyuşan parmaklarla düşürmeden bardağı aldığımda Gurur bardağıyla hafifçe benimkine vurdu. Bunu yaparken gözlerinde haylaz parıltılar vardı. “İçelim o zaman ayyaş hatun.”

Tekrar gülerek başımı salladım. “İçelim.”

Bardağımın büyük bir bölümünü suyla doldurmasına rağmen rakının o keskin ve yoğun kokusunu hâlâ alabiliyordum. “Bir şey söyleyeceğim.” Öğürmemeye çalışarak bardağıma bakıyordum. “Rakının tadı gerçekten berbat.” Gurur çoğunlukla rakı içtiği için tadının bir şeye benzediğini düşünürdüm ama tadı gerçekten çok kötüydü.

Benim aksime rakıyı sek içen Gurur hafifçe güldü. “Alışık olmadığın için sana öyle geliyor.” Ya da rakının kötü kokusunu ve iğrenç tadını alamayacak kadar bağışıklık kazanmıştı.

Karı koca karşılıklı içerken onun yanında sarhoş olmaktan korkmuyordum çünkü beni kendinden bile koruyacağını biliyordum. Şu an olduğumdan daha fazla sarhoş olamayacağım için tadından nefret etsem de içerken ona eşlik ediyordum. Gurur her an sızıp uykuya dalacağımdan endişe ettiği için sabırsız gözlerle, “Devam et,” dedi. “Kaçırıldığında neler oldu?” Bu konuyu açarak beni üzdüğünün farkındaydı ama beni geçmişin düşmanlarından korumak için her şeyi bilmek istiyordu.

“Kaçırılmadan önce ben böyle biri değildim.” Konuşurken bazen dilim sürçüyor ve bazı kelimeleri uzatarak söylüyordum ama beni doğru şekilde anladığını biliyordum.

“Hiçbir şeyden korkmazdım, dokuz yaşında olmama rağmen kolay kolay insanların canımı yakmasına izin vermezdim. O yıllarda abim Caner bile beni sindiremezdi çünkü ona karşı çıkacak kadar cesaretliydim. Dokuz yaşındaki bir çocuğa göre fazla cesur, asi ve istediği her şeyi alabilen bir çocuktum.” Ona baktığımda Gurur’un bu anlattıklarıma inanmadığını görebiliyordum çünkü onun tanıdığı Farah öyle biri değildi.

Önüme dönüp açık pencereden dışarıyı izlerken içime çektiğim nefes bile kederliydi. “Hücremdeki canavar eğitilmiş bir köpekti. Onunla yalnız olduğumuzda bile kıpırdamama dayanamıyordu. Hücrenin içinde gezindiğimde veya yardım çığlıkları attığımda çılgına dönüp zincirine asılıyordu. Öyle anlarda bana ulaşsa paramparça ederdi. O yaratık hareketlerimi kısıtlayıp beni sindirmek için oradaydı.” Bu hale gelmemin tek sebebi Şeytan değildi, hücremdeki canavarında payı büyüktü.

“Şeytan günün farklı saatlerinde hücreme uğrayıp beni öldüresiye döverdi. Ona itaat etmediğim her an canımı çok yakardı.” Gurur’un bakışları karardığında parmaklarının sardığı rakı bardağını her an kıracakmış gibi sıkıyordu. “Acıdan kıvranırken uyumak isterdim ama ben kıvrandıkça hücremdeki canavar zincirine asılıp sivri dişlerini göstererek havlardı.”

Dolu gözlerle Gurur’a baktığımda geçmişi konuşmanın acısıyla titredim. “Ondan o kadar çok korkuyordum ki uyuyunca bile bana saldıracağını düşünürdüm.” Gurur’un çenesi kitlendiğinde buruk bir tebessümle başımı salladım. “Hücremde o varken uyumaya bile korkuyordum. Bir süre sonra da artık hiç uyumamaya başladım.” Uyku düzenimi bu şekilde yitirmiştim.

“O köpek benim için artık bir refleks canavarıydı, yanında sesli bir şekilde nefes almaya bile korktuğum bir his canavarı. Şeytan ise cehennemden çıkıp benim için gelmiş gibi acımasızdı ama oğlu onun gibi değildi.” Oğlu babasına hiç benzemiyordu.

O çocuğu hatırlayınca dudaklarım kendiliğinden kıvrılmıştı. “On üç veya on dört yaşlarındaydı, tıpkı benim gibi o da babasının eziyetlerine maruz kalan bir çocuktu. Hiç arkadaşı yoktu, özgüvensiz ve zayıf bir çocuktu.” Gurur’a bakıp ona kendimi gösterdim. “Benim şu anda olduğum gibi biriydi.”

Gurur huzursuzca yerinden kıpırdanırken kaşları hafifçe çatılmıştı. “O piçin olduğu kısımları atlayarak anlatabilir misin?” Küçücük bir çocuktan bile beni kıskandığını görünce gülmeye başladım. Kıskanmadığını söylerdi ama beni her şeyden kıskanırdı.

Bunun onu kızdıracağını bilmeme rağmen her şeyi eksiksiz anlatmak istediğim için o çocuktan bahsettim. “Babasından gizlice ne zaman beni ziyaret etse hep ıslık çalardı. Gelişini önceden bana bildirerek çaldığı ıslıkları severdim.” Camdan dışarıyı izlediğim için Gurur’a bakmıyordum ama homurtusunu duyuyordum. “Her fırsatta gizlice yanıma gelip bana yiyecek ve içecek bir şeyler getirirdi, bazen de yaralarım için merhem ve ağrı kesici getirirdi.”

Gurur’un küfreder gibi çıkan sesini duydum. “İnsanlık yapmış bunun nesini bu kadar abartıyorsun?” Ona baktığımda sinirlenmeye başladığı için rakıdan sert yudumlar alıyordu. “Ben olsaydım seni o kafeste beslemek yerine tüm o işkenceleri çekmeden seni oradan çıkartırdım.” Bunu yapacağından hiç şüphem yoktu.

Kıskançlıktan kendini küçücük bir çocukla kıyaslarken kaşları çatıktı. “O orospu çocuğu madem gizlice yanına gelebiliyordu, sana yemek getireceğine kendini savunacağın bir şeyler getirseydi.” İğneleyici bir şekilde gözlerimin içine baktı. “O köpekten kurtulacağın bir silah getirmek aklına gelmemiş mi? Bunu yapsaydı o zaman şimdi köpek gördüğünde fenalaşmazdın.”

“O daha on üç veya on dört yaşında bir çocuktu ve babasından korkuyordu.”

“Ben on yaşındayken abimden bir bebek kaçırdım, Farah. O on dört yaşındayken babasından seni kaçıramadı mı?”

“Kaçırdı zaten bir sussan anlatacağım.”

“O zaman o piçin güzellemesini yapmadan anlat.”

Daha şimdiden sinirlerimi bozduğu için kızgın gözlerle ona bakarak önüme döndüm. Tam konuşacaktım ki, “Ayrıca ıslık çalmakta öyle büyük bir marifet değil,” diyerek beni delirtti. “Ne var bizde çalabiliyoruz.”

Bir kez kıskanınca sabaha kadar konuşurdu, üstelik ıslık çalmaktan da anlamazdı ama illa kendini küçük bir çocukla yarıştıracaktı. “Kıskançlığı bırakırsan anlatmaya devam edeceğim.”

Ona küfretmişim gibi inanamayan gözlerle bana bakarken işaret parmağıyla kendini gösteriyordu. “Dengim bile olmayan birini kıskandığımı mı sanıyorsun?” Yeşil gözlerinde apaçık bir kınama belirdiğinde kaşlarının kavisi çatılmıştı. “Kafan güzel olduğu için belli ki kim olduğumu unutmuşsun. Ben değil insanlar beni kıskanır çünkü ben tek başıma bir ulusum.” Yine başladı kendine methiyeler dizmeye.

Yüksek sesle gülerken sinirlerini bozarak alay edercesine başımı salladım. “Beni kıskanmadığına o kadar inanıyorum ki.”

“Kafamı bozmadan düzgün bir şekilde inan, şu suratındaki ifade ne?” Yüz ifademe bile karışıp homurdanarak bakışlarını benden çekti. “O piçten bahsederken tebessüm etme.”

“Seninle hiçbir şey konuşulmuyor, başka bir şey anlatmayacağım.”

“O veledin geçtiği yerlerde tebessüm etmeden anlatmayı dene.”

“Sinirlerimi bozuyorsun!”

“Bana gelince şu pençelerini çıkarmıyor musun, ayar oluyorum.”

Bende önüme dönüp bu sefer somurtarak olanları ona anlatmaya başladım. Elim boynumdaki sarkaca uzanınca yeniden tebessüm etmiştim. “Uyuyamadığım için bana bu sarkacı veren o çocuktu,” dediğimde Gurur’un sinirli sesini yeniden duydum. “Bu kadarını biliyoruz geç burayı.” Gerçek anlamda beni delirtiyordu.

“O bana yardım ediyordu.” Kulaklarımı Gurur’un huysuz homurtularına tıkayıp camdan görünen karanlık gökyüzüne dalıp gittim. “Daha önce hiç arkadaşı olmadığı için bana çok hızlı bağlanmıştı. Başlarda onu da babası gibi sandığım için ona kötü davranmıştım ama onu tanıdıkça ve benim için yaptıklarını gördükçe aslında onun da bir kurban olduğunu anladım.”

Kalbim acıyla kasıldığında sesim güçlükle duyulacak kadar kısık çıkmıştı. “Evin altındaki o hücrede benden önce onun kaldığını biliyordum.” Bodrumdaki o yer bir nevi ceza köşesiydi. Benden önce kim bilir kaç kez o kafesin içine atılmıştı. En büyük pişmanlığım o yerden kaçarken onu da kendimle götürememekti.

“Bana iki günde bir yemek veriliyordu.” O yıllarda yaşadığım açlığı hâlâ hissettiğim için elimi karnıma bastırdım. Bir ay boyunca dinmeyen mide gurultusunu duyar gibiydim. “Su ise bana hiç verilmezdi.”

Gurur omzunun üzerinden bana baktığında kafasına yatmayan bir şeyler vardı. “Su ihtiyacını neyle karşılıyordun?”

Gözlerimden süzülen bir damla yaşla gözlerinin içine baktım ve yılların acısıyla, “Klozetten,” dedim.

Gurur’un tüm vücudu buz kestiğinde bir an elindeki rakı bardağı düşecek gibi olmuştu. Çocuklara karşı çok hassas olduğu için dokuz yaşındaki bir çocuğu klozetten su içerken hayal edince bile yüzü sararmıştı. Üstelik o çocuk evlendiği kadının çocukluğuydu. Yeşil gözlerine öyle bir acı çöktü ki, o acı katlanarak yüreğinin tam ortasına düşüyordu.

Rakı bardağını yanına indirdiğinde acı ve sinirden elinin titrediğini gördüm. Mümkün olsa o yıllara dönüp beni kurtarmak için her şeyini feda edebileceğini görebiliyordum. Gurur benim bir damla gözyaşıma bile kıyamazken bana çok daha fazlasını yaşattıklarını artık biliyordu. Aynı şekilde sert bakışlarından bunu hiçbirinin yanına bırakmayacağını da anlayabiliyordum.

Dişlerini sıkarken son derece kararlı bir şekilde bana baktı. “Sana yemin ederim ki seni bir bardak suya muhtaç eden o piçlerin kanını kurutacağım.” Boynundaki nabzı atmaya başladığında dişlerini gıcırdatarak biraz daha sıktı. “Onlarla işim bittiğinde her biri ölmek için ayaklarına kapanacak! Andım olsun ki hiçbirini sağ bırakmayacağım ama öncesinde sana yaşattıkları her şeyi yaşayacaklar.” Ne kadar korkunç bir intikam anlayışı olduğunu bildiğim için bu sözleri beni avutmak için söylemediğini biliyordum. Gurur onların peşini bırakacak bir adam değildi.

Ona burukça tebessüm ederken kirpiklerimin arasından sızan yaşları tutamadım. “Yaşadığım en büyük aşağılanma klozetten su içmek değildi. Ben ona boyun eğmedikçe Şeytan’ın işkenceleri biraz daha artıyordu. Bazen kafamı ayaklarının altında eziyordu bazense ekmek kırıntılarını hücreme atıp onları yememi istiyordu. Hatta bir seferinde yalnız gelmemişti, yanında birkaç İspanyol dostu vardı.” Uyuşan kolumu kaldırıp ona boynumun sol tarafını gösterdim. “Tam burada akrep dövmeleri vardı.”

“Akrep mi?” Gurur bununla ilgili ne bildiğini hatırlamaya çalışırken gözlerini belli belirsiz kısmıştı. Nefes dahi almadan beni izlerken gergin dudakları aralandı. “İçlerinde kızıl saçlı olan biri var mıydı?” Bunu nereden biliyordu?

Şaşırarak başımı salladım. “Bir adam ve yanındaki kız çocuğu kızıl saçlıydı.”

Bir küfür savurduğunda söylediği tek şey, “Salazarlar,” olmuştu. Nihayet faillerimden birinin kimliğini tespit etmenin rahatlığıyla bana baktığında yeşil gözlerinde ölümün soğukluğu vardı. Artık kimin peşine düşeceğini biliyordu.

“Bahsettiğin kişiler büyük ihtimalle İspanyol mafyasının lideri Leonard Salazar ve kızı Harper’dı çünkü o piç kızını yanından ayırmaz. Akrep dövmesi Salazarların sembolüdür. Yer altının en seçkin ailelerinin bir sembolü vardır.” Bu konuda pek bilgim olmadığını iyi bildiği için daha detaylı anlatmaya başladı. “Her aileyi temsil eden bu şeyler bir simgemizdir.”

Manidar bir şekilde bana bakarken çok tuhaf bir soru sordu. “Adının anlamı ne?”

Bana bunu neden sorduğunu anlamadığım için, “Mutluluk,” dedim.

Başını ağır ağır salladığında, “Tersten oku adını,” diyerek kafamı iyice karıştırdı.

“Haraf.”

“Peki, Haraf’ın anlamı ne?”

“Lodos yani rüzgâr,” dediğimde fark ettiklerimle gözlerimi büyüttüm. Bu Tozluların simgesiydi.

Midem kasıldığında babamın ismimi öylesine seçmediğini daha iyi anladım. Değişen yüzümü görünce Gurur adımla ilgili sırrı keşfettiğimi anladı. “Seni tanıyana kadar bir insanın ismiyle bu kadar bütünleşeceğini hayal edemezdim.”

Bakışlarını gözlerime sabitlediğinde yüzündeki gizemi koruyordu. Farah ismine değinerek, “Görünürde sen neşe ve mutluluksun,” diyerek gözlerini dahi kırpmadan beni seyretti. “Ilık bir esinti gibi nazikçe giriyorsun insanın hayatına. Sessizce ilerliyorsun ama sonra bir fırtına gibi kuşatıyorsun.” Ona yaptığım buymuş gibi bana kendini gösterip alayla güldü. “Kimsenin ruhu bile duymadan alıyorsun istediğini ve bir daha eskisi gibi olamayacak insanlar bırakıyorsun arkanda.”

Her söylediğiyle beni dumura uğratırken gözlerimin içine bakarak devam etti. “Neşe ve mutluluk aynanın sadece görünen yüzü.” Bu sefer adımın tersten okunuşuna değinerek, “Fakat aynanın bir de diğer yüzü var… Lodos,” dedi.

Dudakları belli belirsiz kıvrıldı ancak gözleri ciddiydi. “Gücünü ustaca saklayan bir rüzgârsın. Sert esmeyen ama isteyince bir anda havayı değiştiren, denizleri kabartan, şehirleri yıkan ve her şeyi altüst eden o lodos sensin. Herkes senin hafifliğine aldanıyor ama istesen yer yerinde oynar.” Ama istemiyordum ya da henüz bunu isteyeceğim evrelere girmemiştim.

Adım düzden ve tersten okunduğunda ne anlama geldiğini ve her iki anlamda da bununla nasıl bütünleştiğimi o söyleyene kadar fark etmemiştim. Gurur bana sadece adımla karakterimin nasıl bütünleştiğini göstermemiş, aynı zamanda Tozluların simgesini de içimde barındırdığımı belirtmişti. Önüme dönüp bardağın yarısına kadar içkiyi içerken, “Peki, siz Kalenderlerin simgesi nedir?” diye sordum. Babamın dünyasından hep uzak durduğum için merak edip ona bölge liderlerini temsil eden şeyleri sormamıştım.

Küçük bir sessizlik yaşandığında Gurur cebinden bir tane bozukluk çıkartıp bana uzattı. Gümüş parayı ondan aldığımda aslında bunun bir para olmadığını gördüm çünkü ön yüzünde bir kurt kafası vardı. Aslında arkasında da aynı şey vardı, her iki yüzü de aynıydı. Kalenderlerin simgesi kurt muydu?

Gurur elimdeki bozukluğu gösterirken cebindeki sigara paketini çıkartıyordu. “Bir cesedin üzerinde veya bir mekânda bu parayı gören herkes oraya bir Kalender’in uğradığını anlar. Kurt biz Kalenderlerin nişanesidir.”

Gümüş paranın ön ve arka yüzünü ona gösterdim. “Neden her iki yüzünde de aynı şey var?”

Bana bir şeyi hatırlatmak istercesine imalı bir şekilde bakışlarını yüzümde tuttu. “Çünkü bizler göründüğümüz gibiyiz, biri bize baktığında ne görüyorsa oyuz.” Ona söylediğim yalanlara atıfta bulunarak, “Bizim iki yüzümüz yok,” diyerek beni yerin dibine soktu. Elimdeki parayı gösterdi ama aslında bu sözlerin hedefinde ben vardım. “Bizde yalan olmaz, tersinde de düzünde de aynı kişiyiz.”

Yediğim laflardan sonra önüme döndüğümde suratım asılmıştı. Ona söylediğim yalanları kolay kolay aşamayacaktı. “Affetmiş görünüyorsun ama aslında beni hiç affetmeyeceksin, değil mi?”

“Farah senin bir türlü anlayamadığın şey de tam olarak bu.” Ona döndüğümde bu sefer bakışları daha yumuşak ve sesi daha sıcaktı. “Bana söylediğin o yalanlar ve oynadığın oyun artık sikimde değil çünkü hiçbiri seni kaybetmekten daha önemli değil.” Vücut ısım bir kat daha arttığında bu seferki nedeni mutluluktandı.

Gurur doğrudan ateşe bakamadığı için sigarasını yakmak için artık yanında elektronik çakmak taşıyordu. Böylece bir çakmağın alevini görmüyordu. Yaktığı sigaranın dumanını içine çekerek başını kaldırdı. “Senin fırtınanda huzur buluyorsam üşümek umurumda olmaz.” Umarsızca omuzlarını kaldırıp indirdi. “Zaten pek üşüyen biri de değilim.” Onu sevmek için fazladan nedene ihtiyacım yoktu.

Gülümsediğimde yanağını öpmek için kontrolüm dışı ona uzandım. Bunu yaparken Gurur’un ne kadar fırsatçı biri olduğunu unutmuştum. Ne yapacağımı anladığı için son ana kadar hiç kıpırdamadı ancak dudaklarım tam yanağıyla buluşacağı esnada bir anda başını çevirince dudaklarım onun dudaklarıyla buluşmuştu. Normalde bu yaptığına çok kızardım ama alkolün etkisindeyken kıkırtım ikimizin dudaklarının arasında kaybolmuştu.

Etli dudaklarına küçük ama etkisini her uzvumda hissedeceğim bir öpücük bırakıp geri çekildim. Yüzlerimiz birbirine çok yakın olduğu için aldığımız soluklar birbirine karışıyordu. Gurur daha fazlasını isteyen gözlerle dudaklarıma bakarken, “Farah,” diye mırıldandı hırıltılı bir sesle. “Sen böyle yaptıkça günün her saati sana içki içirme fikri gittikçe aklıma daha çok yatıyor.”

Gülerek yerime çekilip sırtımı tekrar yatağa yasladım. Ona anlatacaklarım henüz bitmediği için onun muzırlıklarına aldanmamaya çalışıyordum. Bu sefer rakı bardağımı kendim doldurdum çünkü o doldurunca çok az rakı koyuyordu. Bardağımın yarısına kadar rakı koyduğumu görünce kaşlarını çatıp, “Yavaş git,” dedi ama onu dinlemedim.

Bardağın üzerine su çekerek birkaç yudum içtim. “Nerede kalmıştım?” Nereye kadar anlattığımı hatırlamıyordum çünkü alkolle uyuşan beynim her şeyi bulanıklaştırıyordu.

“Salazarların ziyaretinde kalmıştın.” Gurur bana onları hatırlatırken keyfi kaçtığı için gözlerindeki ışıltı kaybolmuştu. Artık mutlu görünmekten çok uzaktı çünkü onları hatırlamak bile sinirlenmesine neden oluyordu. “Sen her şeyi anlat o itlerle ilgilenme işi bende.”

“Benim yüzümden başını derde sokmanı istemiyorum.”

“Siktir etsene, senin yüzünden derde girmeyecek bir başı omzumun üzerinde neden taşıyayım?” İçim titrediğinde kaburgalarımın arasındaki kalbim hırçın bir at gibi şahlanmıştı.

Dizinin üzerinde duran elini gergince sıkarken aklına gelen şeylerle yüzü kasılmıştı. “O herifler sana bir şey yaptı mı veya Şeytan diye bahsettiğin o adam?” Açıkça soramıyordu ama cinsel tacize uğrayıp uğramadığımı bilmek istiyordu.

Başımı iki yana salladığımda bunu yapmak bile başımın daha çok dönmesine neden olmuştu. “Düşündüğün anlamda…” Göğüs kafesimi sarsan bir hıçkırıktan sonra cümlemi tamamladım. “Beni hiç istismar etmediler.” En büyük şansım kimsenin bana dokunmamasıydı. Gurur tuttuğu nefesini rahatlayarak verdiğinde şimdi soru sorma sırası bana geçmişti. “Akrep dövmeli o insanları nereden tanıyorsun?”

“Salazarları tanımayan bir bölge lideri yoktur.” Bardağını alıp tek bir dikişte tüm rakıyı içtiğinde nefesini burnundan sertçe vermişti. “Bizim ülkemizde de çok iş yaparlar bu yüzden bir ayakları hep burada. Kalenderlerin lideri olduğum dönemlerde Salazarlar ülkemizde farklı şubeler açmaya hazırlanıyordu. Tek tek tüm bölge liderlerine ulaşıp değerinin on katı para teklif ederek bölgelerimizde ticaret yapmak istediler. Neredeyse tüm liderler bunu kabul etti, iki lider dışında.”

Bardağını doldurmak için rakı şişesine uzandığında küçük bir dudak bükme hareketiyle, “Ben ve baban,” dedi. “Onlarla çalışmaya yanaşmayan iki liderden biri bendim, diğeri de baban. Onlarla anlaşma imzalayan insanları parayla yönetirler, karşı çıkanları da ezip geçerler.”

“Sana bir şey yapmamışlar.”

“Yapamadılar,” diyerek beni düzeltti.

“Babama da bir şey yapamadılar.”

Bir kez daha beni düzeltme gereği hissederek, “Ama kızına çok şey yaptılar,” dedi.

Fazla içtiğim için kısa bir an akıl tutulması yaşayıp elimi karnıma bastırdım. “Benim kızım mı var?”

Gurur gülmemeye çalışarak yeni doldurduğu rakı bardağına uzandı. “Bahsettiğim şey babanın kızıydı, yani sen.”

Hüsrana uğradığım için suratım asılmıştı. “O zaman benim bir kızım yok.”

Kaşları alayla yukarı kalktığında dudağının çevresinde çarpık bir gülümseme belirmişti. “Hayırdır, üzüldün mü?” Rakı bardağını dudaklarına yaklaştırıp bir yudum almadan hemen önce hınzır gözlerle bana sataştı. “Çocuk mu istiyorsun?”

“Senden değil,” dediğim an içtiği içkiyi püskürterek çıkartmıştı. Yaşadığı şok etkisinden dudaklarını bile silmeden bana baktığında birkaç damla rakı çenesinden süzülüyordu.

Şakaklarındaki damarlar belirginleşince çattığı kaşlarının arasında derin çizgiler oluşmuştu. Bana olan bakışları fazla kızgındı. Rakı bardağını sıkarken gırtlağından çıkan kalın bir sesle, “Benden çocuk yapmayacaksan kimden yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. Aklında beliren isimle gözleri kararırken çenesi kitlenmişti. “O Sonat piçinden mi?” Fena takmıştı Sonat’a.

Alkolün tesirinde olduğum için sorduğu ve söylediği çoğu şeyi yeteri kadar anlamıyordum. Bu yüzden tek derdinin çocuk olduğunu düşündüm. “Çocuk mu istiyorsun?”

Fazladan bir saniye bile düşünmeden karnımı gösterdi. “Senden,” dediğinde vücut ısım arşa çıkarken derimin altı yanmaya başlamıştı. Eskiden benden çocuk istemezdi ama şimdi senden, derken tereddüt bile etmiyordu.

Gurur kızaran yanaklarımı görünce bakışlarını yumuşatıp bana doğru uzandı. Saçlarıma dokunmayı çok sevdiği için bir tutam saçımı avucunun içine alarak onları sevdi. Nazikçe saçımla oynarken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. “İkimizin bir çocuğu olsun istiyorum, Farah ama beni sana bağlaması için değil çünkü zaten kafayı seninle bozmuş durumdayım.” Avucundaki saçım süzülerek düşerken yoğun bakışlarıyla içimi titretiyordu.

Elimi ateş gibi sıcak elinin içine aldığında başparmağı usulca elimin üstünü okşadı. Gurur’un yeşilleri bende tutuklu kaldığında sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi yüzümü ezberliyordu. “İkimizin bir çocuğu olsun istiyorum çünkü senin yansımanı bir ömür boyu onda görmek istiyorum.” Sesi neredeyse fısıltıyla çıkmıştı ama şiddeti kalbimin tam ortasına düşmüştü.

Gurur avucundaki elimi dudaklarına yaklaştırıp elimin üstüne küçük bir öpücük kondurduğunda sanki öptüğü yerde yeni bir yaşam beliriyordu. “Bir sabah uyanmak gibi günün en güzel saatlerinde senin silüetinde küçük bir çocuk girsin odama.” Karnıma dokunduğunda tüylerim diken diken olmuştu ama aşırı heyecandan.

Gurur’un bakışları düz karnımda gezinirken orada ikimize ait bir kalp çarpıntısı için her şeyi yapabilirdi. “Onun gözlerine her baktığımda annesinin siyahlarını göreyim, ona sahip olduğum için ömürlük bir dua dökülsün dudaklarımda.” Midem kasılmıştı, Gurur gerçekten benden bir çocuk istiyordu.

Elini karnımda gezdirirken hayallere dalmış gibi dudaklarında küçük bir gülümseme belirmişti. “Baba diyerek kollarıma atıldığında onun sesinden senin kadife gibi yumuşak sesin yankılansın kulaklarımda.” Bakışlarını karnımdan gözlerime çıkardı. “Sana benzeyen, kalbinin sevgisinde büyüyen bir nefes istiyorum, Farah.”

Onun yoğun bakışlarının esiri olmuşken ve en önemlisi alkolden mantığımı yitirmişken ona gülümsedim. “Gereken çalışmalara neden şimdi başlamıyoruz?” Kafam yerinde olsaydı böyle bir cümleyi asla kurmazdım ama bir şişe rakıdan sonra aramızdaki sorunları düşünecek durumda değildim. Alkolün en kötü yanı aklımdan geçen her şeyi yalansız söylememdi.

Her an üzerine atlayacakmışım gibi göründüğüm için Gurur gülerek yerine çekildi. “Kendine geldiğinde bana böyle bir şey teklif edersen kurtuluşun olmaz.” Kurtulmak isteyen kimdi?

Tepsideki çerezlere uzandığımda esnediğim için konuyu daha fazla çarpıtmadan ona hikayemi anlatmaya devam ettim. “O gün Şeytan’ın yanında İspanyol dostları vardı. Poşetten çıkardığı ekmek kırıntılarını hücreme atıp dizlerimin üzerinde sürünerek onları yememi istemişti.” O günün anılarıyla tüm keyfim kaçarken burnumun direği sızlamıştı. “Yapmadım o da beni oradan çıkartıp başka bir odaya aldırdı.”

Gurur kirpiklerimi titreten yaşları görünce paketten çıkardığı sigarasını yakarak derin bir nefes aldı. “O odada ne yaşandı?” Aslında bunları öğrenmekten nefret ediyordu çünkü söylediğim her şey benden çok onun canını yakıyordu ama bunları bilirse aynı şeyleri hatta daha fazlasını onlara yaşatacağını düşünüyordu. Bu yüzden her şeyi öğrenmek istiyordu.

Bardağımda kalan son rakıyı içtiğimde artık her şey daha fazla etrafımda dönüyor, midem patlamak üzere olan bir volkan gibi kabarıyordu. “Beni bir sandalyeye bağlayıp saçlarımı kestiler,” dediğimde Gurur’un şişeye uzanan eli hareketsiz kalmıştı. “Bu yüzden saçlarım bu kadar uzun çünkü bir daha saçlarım kesilsin istemiyorum.”

Titreyen elim saçlarıma uzandığında çatallaşmış bir sesle, “Annem uçlarından kırıklarını alırken bile canım yanıyor,” dedim. Gurur’un tüm vücudu taş kesildiğinde gözlerini dahi kırpmadan dokunmaya bile kıyamadığı saçlarıma bakıyordu.

“Önce saçlarımı kestiler sonra da elektrik verdiler.” Gözlerimden süzülen yaşlarla elimi kaldırıp başıma koydum. “Beni öldürmeyecek dozda ama öldürmekten beter edecek bir şiddette.”

Şişenin yakınında duran elinin parmakları içe büküldüğünde elini sıkarak yan tarafına indirmişti. Öfkesi tüm vücudunu sardığında hafifçe kıstığı gözleri seğiriyordu. Sinirden kendini kastıkça nefes alışları hızlanıyor, göğüs kafesi hareket ediyordu ve boynundaki damarlar bir bir ortaya çıkıyordu. Yemin edercesine, “O puştların amına koyacağım!” dedi sertçe. “Geriye tek bir adam bırakmayana kadar sülalelerini sikeceğim!”

Dudaklarımdan kaçan bir hıçkırıkla başımı eğip gözyaşlarımın sessizce akmasına izin verdim. “Ben o sandalyede acı çekerken onlar kapının önünde durmuş beni izliyordu. Ben…” Utanç içinde başımı biraz daha eğdiğimde sesim kısılmıştı. “Altıma kaçırmıştım.”

Gözlerimi yumarak kendime gelmeye çalıştım. “Daha dokuz yaşındaydım, yoğun bir acıyla kıvranırken altıma kaçırmıştım. Bu çok büyük bir olaymış gibi hepsinin yüzünü buruşturarak bana bakması ve Harper denen o kızın kendi dilinde beni aşağılaması o haldeyken bile zoruma gitmişti. Ne dediğini anlamıyordum ama yüz ifadesinden iyi bir şeyler söylemediğini de biliyordum.”

Tırnaklarımı avucumun içine bastırarak hissettiğim bu acının son bulmasını istedim. “Sırf o kız yüzünden İspanyolca öğrendim çünkü bir gün tekrar karşılaşırsak her şeye hazırlıklı olmak istedim.” İçimden bir his o gün onu son görüşüm olmadığını söylüyordu.

Gurur’un ne durumda olduğunu bilmiyordum çünkü eğdiğim başımı kaldırmıyordum. “Yağmurdan hoşlanmıyorum, gök gürültüsü ise tıpkı köpeklerde olduğu gibi bana kriz geçirtiyor. O gün o sandalyede işkence görürken yağmurun şırıltısını duyabiliyordum ve gök gürlüyordu. Bu yüzden her gök gürültüsüyle travmam tetiklendiği için başıma müthiş bir ağrı girer ve bir siren sesi beni iki büklüm eder.” Öyle anlarda çok savunmasız olurdum.

Omzumun üzerinden Gurur’a bakıp ıslak gözlerle ona burukça tebessüm ettim. “Görüyorsun ya bende senin gibi biraz kafadan hasarlıyım.”

Tüm acım onun omuzlarına yüklenmiş gibi omuzları düşmüştü. Burnunun direği sızlarcasına kaşları büküldüğünde gözlerini titreten şey bana duyduğu suçluluktu. Benim de biraz onun gibi olduğumu bunca zaman nasıl anlamamıştı? Bu soruyu kendine sordukça ne denli kahrolduğunu dolan gözlerinde görüyordum. Belki benim gibi ağlamamıştı ama gözlerinin dolduğu da bir gerçekti.

“O günden sonra itaat ettim onlara çünkü bunu yapmayınca canımı çok yakıyorlardı.” Bakışlarımı kaçırıp uyuşan dilimin döndüğü kadarıyla konuşmayı sürdürdüm. “Köpeğin önüne atar gibi yere attıkları şeyleri sürünerek alıp yedim. Sus dediklerinde ağzımı kapattım, konuş dediklerinde duymayı istedikleri şeyleri söyledim. Artık hücremdeki o köpekten bir farkım yoktu, bende ehlileştirilmiş bir hayvandım.” Sadece otuz günde bir çocuğun direncini öyle bir kırdılar ki bir daha kendimi hiç bulamadım. Oraya giren ve oradan çıkan Farah aynı değildi.

Soğukça gülerek ona kendimi gösterdim. “Ben eskiden böyle biri değildim.” Ağlamam gereken bir durumdayken gülerek başımı iki yana salladım. “Eskiden sesim bu kadar kısık çıkmazdı ve bana her denileni yapmazdım ama artık yapıyorum çünkü beynime kodladıkları o iki kuralın dışına çıkamıyorum.” Bunu deniyordum, kendimle savaşıyor ve bana dayatılan şeylerin dışına çıkmaya çalışıyordum ama bu hiç kolay değildi.

“Şeytan’ın kuklası olan Farah, bir ringe girip kafes dövüşü yapamazdı. Babam için canımı çok yakan ve en büyük kâbusum olan o kafese girdim.” Gurur buz kestiğinde gözlerimden süzülen birkaç damla yaşı içi acıyarak izledi. “O kafes benim cehennemimdi çünkü ben öyle bir yerde çok ağır işkenceler gördüm. Yıllar sonra beni öyle bir kafese sokan sen oldun.” Kısık bir sesle kendine küfrederken bana bakacak yüzü olmadığı için şimdi gözlerini kaçıran oydu.

“Babam için yaptım.” Bir şeyi daha iyi anlaması için gözlerimi ondan ayırmadım. “Kimse için değil, ben babam için o kafese girdim. Onun için sevkiyatı yaptım ve onun için bir projeyi değerinin çok üstünde gösterip insanları dolandırdım. Bunlar benim asla yapmayacağım şeyler ama babam için yaptım ve daha fazlasını da yaparım.”

Gözlerinin en derinine bakıp son derece ciddi bir sesle, “Babam benim tüm dünyam,” dedim. Bunu artık anlaması gerekiyordu. “Onun için neler yapabileceğimi hayal bile edemezsin. Ve sen…” Çatık kaşlarla onu gösterdim. “Sen babasına aşık bir kızın babasını bitirmeye çalışıyorsun. Sence seni affeder miyim? Veya seninle olur muyum?” Kararlı bir şekilde başımı iki yana salladım. “İntikam duygundan vazgeçip batırdığın her şeyi düzeltmedikçe benimle bir şansın yok.”

“Çoktan vazgeçtim ulan bunun nesini anlamıyorsun?” Sinirlenerek sigarasını tepsiye bastırdığında ters gözlerle dik dik bana bakıyordu. “Sürekli benimle olmayacağını söyleyip durma çünkü artık intikam değil, seni istiyorum!”

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Sana inanmıyorum.”

“Çünkü sen Sonat denen o piçe inanırsın.”

Kahkaha attığımda neden güldüğümü bile bilmiyordum ama gülüyordum işte. “Sen veya Sonat’a değil, benim Şeytan’ın oğluna verilmiş bir evlilik sözüm vardı.” Gurur’un gözbebekleri irileştiğinde bu sefer rakı şişesine uzandım çünkü sürekli bardağımı doldurmakla uğraşmak istemiyordum.

“Orada tutsakken birbirimize bir söz vermiştik. O büyüyünce babası gibi biri olmayacağına söz vermişti, bende babasına benzemezse onunla evleneceğime.” Suçlarcasına kızgın gözlerimi ona diktim. “Ama sen beni kaçırıp zorla evlendiğin için sözümü tutamadım. Ya bir gün çıkıp gelirse ve evli olduğumu görürse?”

Duyduklarıyla kan beynine sıçramış gibi elinin tersiyle vurarak tepsideki her şeyi yere sermişti. “Dokuz yaşında verdiğin bir söz için mi benden boşanmak istiyorsun?” Sinirden sesi kalın çıkarken boynundan başlayan bir kızarıklık yüzüne yayılmaya başlamıştı. Bu haliyle kızgın boğalardan bir farkı yoktu. Nabzı şiddetle atarken yumruğunu sıkıp sıkıp açıyordu. “Şunu o aklına sok, yedi cihan bir araya gelse bile seni benden alamaz!”

Onu duymazdan gelip şişeyi kafama dikip içmem onu delirtiyordu. İçtikçe saçmaladığımı düşünmüş olmalı ki şişeyi çekip aldı. Burnundan derin derin nefesler alırken elindeki şişeyi parçalamak ister gibi sıkıyordu. “O çocuğun babası neye benziyordu? Şu Şeytan dediğin heriften bahsediyorum.”

“Bunu neden soruyorsun?”

Gırtlağından hırıltıyı andıran bir ses çıkardı. “Babasının kim olduğunu öğrenirsem oğlunu bulup belasını si-“ demişti ki son anda dilini ısırarak kendine hâkim oldu. “Sana bir iyilik yapıp aradığın çocuğu bulmak için soruyorum.” Nedense gözleri bunun tam tersini söylüyordu.

“Adını bilmiyoruuum.” Uyuşan dilim işlevini yine yitirdiği için söylediklerim anlaşılmazdı. “Derisinin tamamı yanmıştı sadece yüzü ve kafası değil… Onun vücudundaki derinin büyük bir bölümü yanmıştı.” Onun yandığını duyunca Gurur’un gözlerindeki değişimi görmüştüm. Sanki bir ipucu yakalamıştı.

“Şimdi sana çok önemli bir soru soracağım ama iyi hatırlamaya çalış.” Üzerime eğildiğinde yüz ifadesi son derece ciddiydi. “O yerde herhangi bir yırtıcı kuş sembolü gördün mü?” Gözlerini gözlerime kenetlediğinde doğru cevaba çok yaklaşmış gibi sabırsızlanmıştı. “İyi düşün güzelim,” diyerek beni hatırlamaya teşvik etti. “Şahine benzeyen bir şeyler gördün mü?”

Çok uykum geldiği için esnediğimde Gurur omzumu sıkarak beni bu anda tutmaya çalıştı. Gözlerini dahi kırpmadan beni izlerken birazdan söyleyeceğim şey onun için çok önemliymiş gibi davranıyordu. “On-onun bastonu.”

Kusmamak için elimi mideme bastırırken yüzüm şekilden şekle giriyordu çünkü midem yanıyordu. “Sürekli farklı bastonlar kullanırdı fakat-“ Hıçkırdım ama ağlamanın yakınında bile değildim. “Bastonlarının başlığı gümüş şahin şeklindeydi.”

Gurur’un kaşları çatıldığında tüm vücudu gerilmişti. Omzumdaki eli buz kestiğinde yüz ifadesi değişmeye başlamıştı. Yeşil irislerinde bir adamın ölümlere duyduğu arzu belirdiğinde çenesi seğirecek kadar dişlerini çok sıkıyordu. Yoğun bir öfkeyle küfrederek bir ismi telaffuz etti ama kulaklarım uğuldarken ne söylediğini duyamadım.

Bakışları boynumdaki sarkaca kayınca yüzünü sertçe ovuşturdu. Bir detayı yeni fark etmiş gibi kaskatı kesildiğinde vücudundaki tüm kan çekilmişti. “Siktir!” Bir gerçek kâbus gibi üzerine çökmüş olmalı ki şaşkın ve sinirliydi. Bakışları yoğun bir şekilde boynumdaki sarkaçta oyalanıyordu. Boynuma baktıkça yeşil gözleri delici bir boyuta ulaşıyordu. “Demek ki o piç bu yüzden senin peşinde, çocukluktan seni tanıyor!” Kimden bahsediyordu?

Aklında geçenleri sorgulayacak kadar kendimde değildim. Alnımda boncuk gibi terler biriktiği için yorgunca dudaklarımı sarkıttım. “Be-beni yatağa taşır mısın?”

Fark ettiği bazı gerçeklerin sinirini yaşarken kendine gelmek için derin derin nefesler aldı. Her ne yaşıyorsa bunu benden saklamak için kızgın ifadesini düzeltmeye çalışmıştı. Beni kucağına aldığında kokusunu solumak daha çok uykumu getiriyordu. Kırılacak bir şeymişim gibi beni yatağa bırakırken çok dikkatliydi. Başım yastıkla buluştuğunda üzerimdeki tişörtün yakasını çekiştirdim. “Çok sıcak.”

Vücut ısımın çok yoğun olduğunu bildiği için yürüyüp gardırobumu açtı. Benim için aldığı şeyleri karıştırınca beni serin tutacak bir şeyler bulamadı. Odadan çıktığında nereye gittiğini anlamadım ta ki beyaz bir gömlekle dönene kadar. Üzerimdeki de onun gömleğiydi ama fazla terlediğim için daha şimdiden nemlenmişti. Almam için temiz gözleğini bana uzattı. “Bu seni serin tutar.”

Gömleği almak yerine bileğini tutarak onu yatağa düşürdüm. Oturur vaziyette yatağın kenarına düştüğünde sırtımı yataktan ayırdım. Her şey etrafımda döndüğü için bakışlarımı tek bir noktada sabit tutamıyordum. “Ben…” Gözlerimi güçlükle açık tutarken içinde yapış yapış hissettiğim gömleği çekiştirdim. “Çıkar şunu.” Artık ellerimi hissetmediğim için üzerimi değiştiremiyordum.

Gurur sertçe yutkunduğunda sızlanarak dudaklarımı büzdüm. “B-bana yardım eder misin?” Başım sürekli omzuma doğru düşerken baygın gözlerle ellerime baktım. “Parmak… Parmaklarım uyuşmuş.” His kaybı yaşayan bu parmaklarla üzerimdeki şeyleri çıkartmam çok zamanımı alırdı.

Cayır cayır yanan bendim ama soğuk terler döken Gurur’du. Alnından bir damla ter yüzüne süzülürken, “Bunu yapabilirim,” dedi ama sesi çok tereddütlüydü. Sanki bunu kolayca yapabileceğini kendine hatırlatıyordu.

Başım geriye düştüğünde kafam tekrar yastıkla buluşmuştu. Uzandığım yerden etrafımda dönen şeyleri izlerken Gurur’un bana temiz bir gömlek giydirmesini bekliyordum. Üzerime eğilip gömleğin düğmelerine uzandığında bunun onun için çok kolay bir eylem olduğunu düşünmüştü. Ancak açtığı ilk düğmeyle ifadesi değişmeye başlamıştı. Duvardaki gaz lambaları odaya loş bir ışık yayarken Gurur lambanın cılız ışığının altında beni izliyordu.

Sırasıyla gömleğin düğmelerini açarken gözlerini yüzümden ayırmamaya çalışıyordu ancak her bir düğmeyle açığa çıkan vücudumu görmek için çıldırıyordu. Bakışları darmadağın olan saçlarımda, uykulu bakan gözlerimde ve alkolden yanmış gibi görünen yanaklarımda gezinmişti. Yeşil gözlerinin son durağı hafif aralıklı olan dudaklarımdı. Onun için fazla davetkar görünen dudaklarıma kapanmamak için kendini zor tutarken nefes alışları hızlanmıştı.

Gözlerini dudaklarımdan çekmek için başını eğince çok daha fazlasıyla karşılaşmıştı. Açılan her düğmeyle ortaya çıkan vücudumun kıvrımları soluğunu kesmişti. Bana dokunmamaya çalışarak parmak uçlarıyla gömleğin düğmelerini çözerken terlemeye başlamıştı. Aldığım hızlı soluklar yüzünden göğüs kafesim balon gibi şişip iniyordu. Ve bu her olduğunda sütyenden taşan göğüslerim biraz daha onun görüş açısına giriyordu.

Göğüslerimin kıvrımında gezinen bakışları o kadar yakıcıydı ki, vücudumdaki ısı bir kat daha artmıştı. Beni soyarken farkında bile olmadan burnumun dibine kadar girmişti. Uzansam onu öpebileceğim bir yakınlıktaydı. Son düğmeyle gömleğin aralanan perdesinden çıplak tenime baktı. Bakışları karardığında çenesi hafifçe kitlenerek yutkunmuştu.

Boğazımın hemen altındaki o ince gölgenin, kırılgan bir ışık gibi köprücük kemiğime düşen yansımasını izliyordu. Gurur’un yeşil irisleri biraz kısılmıştı ama arzu ve şehvet hâlâ gözlerindeki yerini koruyordu. Bakışları göğüslerimin kıvrımında oyalandığında hızlanan nefeslerini bastırmaya çalıştı ama aldığı hızlı soluklar dudaklarının arasından usulca yükseliyordu.

Tenime değen bakışları vücudumu cayır cayır yaktığında kendine gelmek için gözlerini bir anlığına yumdu. Bana bakmayınca işlerin onun için daha kolay olacağını düşünmüştü ama öyle olmadı. Uzanıp dudaklarımı onun dudaklarına bastırmamı beklemediği için başını hemen geriye çekti. Gözlerini açıp benim arzu dolu bakışlarımla karşılaşınca tüm iradesi yerle bir olmuştu. Onu istiyordum ve o bunu çok iyi görüyordu. Bu sefer dudaklarıma kapanan o olmuştu.

Başını omzuna eğip beni öptüğünde aceleci ve sabırsızdı. Birleşen dudaklarımızla içimde patlayan yakıcı bir şeyler vardı. Gurur başlarda yavaş ve nazik bir şekilde beni öptü ama ona verdiğim acemice karşılıklar onu kışkırtmış gibi bir süre sonra daha hoyrat bir şekilde dudaklarıma yapışmıştı. Büyük bir susuzluk yaşıyormuşuz gibi birbirimizin dudaklarında kaybolmuştuk. Sadece onu öpmek bile çok iyi hissettiriyordu.

Omuzlarını tutup onu üzerime çektiğimde iniltim dudaklarımızın arasında karışmıştı. Vücudunun ağırlığını üzerimde hissetmek düşünme yetimi elimden alıyordu. Üzerimde sadece iç çamaşırları vardı ve gömleğin önü tamamen açıktı. Bacaklarımın arasına girmişti ki, bir anda ne olduysa hemen kendini geriye çekti. Üzerimden kalkıp yatağın kenarına oturduğunda sırt kasları gerilmişti. “Ne halt ediyorum ben!” Kendi kendine kızarak başını ellerinin arasına alıp sıktı. “Uyu Farah sarhoşsun.”

Tam da bu sebeple yataktan emekleyip kucağına çıktım çünkü sarhoştum ve tutkularıma yeniliyordum. Bacaklarımı iki yana açarak kucağına oturduğumda şaşkınlık içinde beni izliyordu. Düşmemek için omuzlarını tutarken az önce öptüğü dudaklarımı emdim. “Beni istemiyor musun?”

Arkaya düşmeyeyim diye belimi tuttuğunda sorduğum soruyu çok absürt bulmuş gibi gözlerinde inanamayan bir bakış vardı. “Seni istediğim kadar daha önce hiçbir şeyi bu kadar çok istemedim.”

“O zaman öp beni.”

Beni öpmeyi her şeyden çok isterken buna yanaşmayarak başını iki yana salladı. “Sarhoşsun güzelim.”

Bunun ne önemi vardı ki. Ateşim gittikçe yükseldiği için dudaklarına uzanıp onu öptüm. Bana karşı koymaya çalıştı ama birleşen dudaklarımızla kendini kaybetmişti. Beni öpüşü fazla aceleci ve hoyrattı ancak bana olan dokunuşu yavaş ve nazikti. Elleri açık gömleğin içine sızıp sırtımın arkasına uzandığında soluğum kesilmişti. Silah tutmaktan nasır tutan avuç içi tenime sürtünürken alt dudağımı dişlerinin arasına alıp hafifçe ısırmıştı.

İnlediğimde kucağına iyice yerleşerek gömleğinin düğmelerine uzandım. Ancak Gurur belimi iki yanından tutarak hareketlerimi kısıtladı. Hemen ardından başını yavaşça çekerek dudaklarımızı birbirinden kopardı. Beni kucağında tutarken yüzü göğüslerimin hizasındaydı. Ilık nefesleri sütyenin içine karışıp göğüslerimde bir sızı bırakıyordu. Gurur başını kaldırıp yüzüme baktığında alkol ve utançtan kıpkırmızı olduğuma emindim. Çabuk utanan biriydim.

Yanaklarımda gördüğü pembelikle dudaklarının köşesi kıvrıldı. “Bir şeyi bilmem gerekiyor.” Sesi kısık ve boğuktu. “Bunu bilmek benim için çok önemli, Farah.”

Konuşmak yerine daha farklı şeyler yapmak istediğim için aceleyle, “Neyi bilmek istiyorsun,” diye sordum. Başım o kadar çok dönüyordu ki Gurur’u bile çift görüyordum.

Belimdeki eli sahiplenircesine sırtımın arkasına uzandığında bedenimin ona gösterdiği tepkiler inanılır gibi değildi. Elinin gömleğin içine sızıp sırtımın arkasında durması bile beni kıvrandırıyordu. Gurur onu ne denli arzuladığımı görüyordu ama bana karşılık vermek yerine bazı cevapların peşindeydi. Gözlerini gözlerime kenetleyerek, “Farah,” diye mırıldandığında sesinde saklı kalan korkuyu hissettim. “Hayatında benden başka biri var mı?”

Bana neden böyle bir soru sorduğunu anlayacak bir durumda olmadığım için, “Hayır,” dedim. Dilim bir kez daha ağzımın içine yuvarlandığında bu sefer kekeleyerek, “Sen… Senden başka kimse yok,” diye sızlandım. Alkolün tesirinde olduğum için bazen doğru düzgün konuşamıyordum.

Son söylediklerimle Gurur tuttuğu nefesini verdiğinde henüz gevşemek için çok erken olduğunu biliyordu. Onun kucağında ihtiyaç içinde kıvranıp onu öpmek istedim ama bana izin vermeyerek başını geriye çekti. Yüzü fazla ciddiydi, yeşil gözleri ise temkinli. “Âşık olduğunu söylediğin o adam kim?”

Bana neden böyle saçma sorular sorduğunu anlamadığım için kafa karışıklığıyla ona bakıyordum. “Neyden bahsediyorsun, Gurur?” Bana istediğim yakınlığını bir türlü vermediği için suratım düşmeye başlamıştı. Ona ihtiyacım olduğunu görmüyor olamazdı. “Seni anlamıyorum.”

Kaşlarını belli belirsiz çattığında cevaplar konusunda çok sabırsızdı. “Farah başka bir adama âşık olduğunu söylemiştin, kim o adam?”

Başlarda neyden bahsettiğini gerçekten anlamadım ama hafızamı zorlayınca bazı şeyleri hatırlamaya başladım. “Ah, şu konu…” Bir anda gülmeye başladım. “Öyle biri yok.” Gülüşlerimin arasında onu işaret ettim. “Peşimi bırak diye sana yalan söyledim.”

Nefes dahi almadan öylece donup kalmıştı. Kalbimde başka birinin olmadığını öğrenmek düşündüğümden daha büyük bir etki yaratmıştı. Önce taş kesildi ancak daha sonra vücudu gevşemeye başladı. Onu çok korkutan bir soruya nasıl bir cevap alacağını bilmediği için çok gerilmişti ama cevabımla birlikte kalbindeki tüm korkular bir bir dağılmaya başladı. Başımı döndüren yakışıklı yüzü ciddiyetten uzaklaşıp daha yumuşak hatlara büründüğünde omuzları gevşemişti. “Hayatında gerçekten kimse yok mu?”

“Kimse yok demedim ki?” Yeniden gerilmeye başladığında kıkırdayarak onu gösterdim. “Sen hâlâ hayatımdasın.”

Uzanıp dudaklarına sulu bir öpücük kondurdum. “Hayatımda senden başka kimse yok.” Bunu duymanın mutluluğuyla beni kendine çekerek öpen o olmuştu. Daha uzun, daha şehvetli ve daha tutkulu bir öpücüktü. Nefes almama bile izin vermeden sahiplenircesine beni öpüyordu.

Bacaklarımı biraz daha açıp kucağına iyice yerleştiğimde altımdaki sertliği hissettim. Kanım kaynadığında kendimi Gurur’un büyüleyici öpücüklerine bırakmıştım ki, bir kez daha başını arkaya çekti. Şişmiş dudaklarla kaşlarımı çattığımda belli belirsiz gülümsedi. Bir eli sırtımın arkasında dururken diğer eli yüzüme uzandı. “Son bir soru…” Avucunu yanağıma yaslayıp yüzümü nazikçe okşarken sorularının ardı arkası gelmiyordu.

Somurtarak isteksiz bir şekilde, “Sor,” diye homurdandım. “Bu sefer neyi bilmek istiyorsun?”

“Beni hiç mi sevmiyorsun?” Donup kaldığımda Gurur yüzüme küçük dokunuşlar yaparak gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu.

Verdiği her solukla nefesinin sıcaklığı göğüslerimin kıvrımına çarparken başını kaldırmış beni izliyordu. “Söylesene el kızı,” diye fısıldadı boğuk ve kıvranan bir sesle. “Kalbinde bana hiç yer yok mu?”

Normalde bu soruya nasıl bir cevap verirdim, bilmiyordum ama alkolün uyuşturduğu bir zihinle, “O nasıl söz Gurur’um,” diyerek üzerine eğildim. Saçlarım yüzünün iki yanına düşerken hafif bir tebessümle burnumu onun burnuna sürttüm. Bir nefeslik yakınımda olan yüzünü seyrederken tüm dürüstlüğümle dudaklarına doğru fısıldadım. “Kalbimde senden başka kimseye yer yok.”

Böyle bir şey duymayı hiç beklemediği için yeşil gözleri şaşkınlıktan büyüdü. Gözlerinin içinde yer edinen dizginlenemez fırtına yeniden ortaya çıkmıştı. İtirafımla birlikte sesli bir şekilde nefes aldı ama bu onun için yeterliliği olmayan cılız bir nefesti. Hemen ardından yeniden ve tekrara düşen derin nefesler aldı. İçine çektiği hava ciğerlerine ulaşmıyormuş gibi nefessiz kalmıştı.

Göğüs kafesi şiddetle hareket ediyor, itirafım karşısında yaşadığı afallamayı savuşturmaya çalışıyordu. Kelimenin tam anlamıyla şoke olmuştu. Son söylediklerim sessiz bir çığlık gibi Gurur’un zihninde yankısını bırakırken göz bebekleri büyümüştü. Sesimi tekrar ve tekrar kulaklarında duyuyormuş gibi dudakları hafif aralıktı, gözlerinde ise inanamayan bir ifade vardı.

Zorla kaçırıp evlendiği bir kadının bir gün onu seveceğine ihtimal dahi vermemişti. Öylesine sarsılmıştı ki sanki aklı ve vücudu burada olanları anlamaya çalışıyordu. Bunun bir rüya olmadığını ve en net gerçeklikte olduğumuzu fark edince birden nefesi daha da hızlanmıştı.

Kaskatı olan omuzları çözülmeye başladığında yeşil gözleri parlamıştı. İçine çektiği nefeslerle boğazı titrediğinde sertçe yutkundu. Gözlerimin içine bakarak, “Farah…” dedi ama devamını getirememişti. Konuşmak için kendini zorlayınca dudakları hafifçe titremişti. “Beni gerçekten seviyor musun?” diye sordu ama içinde taşan korku hâlâ gözlerinde bir yerdeydi. Olumsuz bir cevapla yerle yeksan olacağını görebiliyordum.

Gülümsediğimde alkolün üzerimdeki etkisiyle sesim çatallaşmıştı. “Gurur ben sana aşığım, bunu nasıl anlamadın?” Kucağında otururken yüzünü ellerimin arasına alarak yeni çıkmaya başlayan sakallarını okşadım. Avuç içimi çenesinde gezdirirken gözlerimi onun yeşil irislerine diktim. “Sana olan duygularımı kendime bile anlatamıyorum ama seni gerçekten çok seviyorum.”

Son söylediklerimle kendini bir kadının küçük ve narin ellerine bırakarak gözlerini yumdu. Yüzünde gezinen parmaklarımın onda yarattığı huzuru tadarken sana aşığım diyen sesimde kaybolmuştu. Sonra gözlerini usulca açarak bana baktı ama daha önce hiç görmediğim gözlerle... Onun bakışlarında uzun süre karanlıkta kalan bir adamın yıllar sonra ışığına kavuşmasının heyecanı vardı. Bakışlarındaki derinlik hem mutluluktu hem de tarifi olmayan bir sevinçti.

Kollarını uzatıp belimin arkasında birleştirerek beni iyice kendine çektiğinde bu aynı zamanda bir sarılmaydı. Göğüs kafeslerimiz birleştiğinde Gurur’un kalbi belki de ilk kez bu kadar hızlı atıyordu. Kalbi ilk kez bu kadar hızlı bir ritimdeydi ve ilk kez gerçek anlamda mutlulukla doluydu. Onu seviyordum, onu gerçekten seviyordum ve bunu benden duymak Gurur için bambaşka bir büyüydü. Vücudunun verdiği tepkilerden bunu görebiliyordum.

“Farah.” Bir kez daha adım onun dudaklarından döküldüğünde elini uzatıp yüzüme düşen saçlarıma dokundu. Saçlarıma olan dokunuşu bile ondan beklemediğim bir naziklikteydi.

Yüzünde tuhaf bir çözümsüzlük vardı ama gözleri fazla net ve berraktı. “Sen benim için noktası olmayan bir cümlesin,” diye kısık bir sesle konuştuğunda sesi titremişti. “Başı var ama bir sonu yok.” Belli belirsiz gülümsedi. “Olmasını isteyen de yok.”

Bir tutam saçımı parmaklarının arasına aldığında tek bir teli için dünyaları yakacakmış gibi usulca dokundu saçlarıma. Parmak uçlarıyla saçımı nahifçe okşarken içinde bastırılmış cümleler dudaklarından döküldü. “Farah bazen susarak, bazense bilmeyerek yüreğimde öyle bir yer edinmişsin ki, ne yapsam seni oradan çıkartamıyorum.” Sesi kısıldığında bunları biraz sitem eder gibi söylemişti.

Gözlerini dahi kırpmadan yüzümü seyrederken sanki söylediği her kelime önce havaya karışıyor, daha sonra da kaburgalarıma çarpıp kalbimdeki yerini alıyordu. Gurur’un eli bu sefer yüzüme uzandı ve parmaklarının tersiyle yüzüme dokundu. “Senin varlığına şükretmek başka, yokluğunda eksiye düşmek bambaşka bir mevzuymuş be güzelim.” Bana öyle bir bakıyordu ki sanki bakışlarıyla bile incinecekmişim gibi hassastı.

Dudaklarından çıkan her cümleyle midem kasılıp içim mutlulukla dolarken Gurur, dokunmaya bile kıyamıyormuş gibi yavaşça yanağımı okşadı. Elinin altında kırılıp paramparça olacakmışım gibi hissettiği için bana dokunan eli bile titriyordu. Bu itirafı yapmanın gerginliğini yaşadığı için nabzı hızlanmıştı. Boynundaki şah damarı belirgin bir şekilde şiddetle atarken alt dudağı hafifçe seğirmişti.

“Farah,” diye mırıldandı adımı sahiplenircesine. Hemen ardından yeniden gözlerini gözlerime kilitledi ve “Seni çok derinden seviyorum hem de öyle böyle değil.” diye itiraf etti. Bunun olmasına kendi bile inanamıyormuş gibi hâlâ bunun şaşkınlığını yaşıyordu.

“Çok seviyorum seni ama öyle bir yerden ki, bana başka bir adamdan bahsettiğinde bile seni bırakıp gidemedim.” Dünya etrafımda bir kez daha döndü ama bu sefer bunu yapan alkol değildi, Gurur’un sözleriydi.

İmkânsız gibi geliyordu ama bir o kadar da gerçekti, Gurur’da beni seviyordu. Mutluluktan mı yoksa fazla duygusallaşmaktan mı, bilmem ama gözlerim dolmuştu. “Peki, intikamın?” diye sorduğumda fazladan bir saniye bile düşünmeden, “Vazgeçtim,” dedi kesin bir şekilde. “Sana olan sevgim intikam duygusundan daha büyük.”

İlk kez aynı duyguda buluşmanın sessizliğiyle birbirimizi izlerken gömleğin kenarlarını tutarak omuzlarımdan düşürdü. Her şeyimle onun için hazırdım bu yüzden onunla çok daha fazlasını istiyordum. Artık onun hislerini de bildiğim için bir sonraki adıma geçmemiz için hiçbir engel yoktu.

Ancak Gurur gömleği çıkartıp odasında getirdiği gömleği bana giydirmişti. Kollarımı sırasıyla gömleğin içinden geçirip onu bana giydirdiğinde suratım asılmıştı. “Benimle olmak istemiyor musun?”

“Bundan daha çok istediğim hiçbir şey yok.” Saçlarımı tişörtün içinden çıkartırken gülümsüyordu. “Ama sarhoşsun yarın sabah kendine geldiğinde pişman olmanı istemiyorum.” Yüzümü ellerinin arasına alıp dudaklarını alnıma bastırdı ve bir süre öyle kaldı. Gözlerim kendiliğinden kapandığında bu anın huzurunu hiçbir şeye değişmezdim.

Bir süreden sonra dudaklarını çekince usulca gözlerimi açtım. Baş parmağıyla yanağımı nazikçe okşarken yeşil gözlerinde kalbimi kıpırtıdan bir şeyler vardı. “Birlikte bir gece geçirdiğimizde bunun her saniyesini hatırlamanı istiyorum.”

Sıcacık bir sesle konuşup kalbimi ısıttığında, “Farah,” diye mırıldandı kalbinde taşan yoğun bir aşkla ve hemen ardından ekledi. “Benim nazlı karım.” Dudaklarından çıkan bu üç kelime benliğimde izinsiz kalırken gözlerime kapılıp gitti. “Harbi çok seviyorum kızım seni.”

“Bende-“ demiştim ki böylesine güzel bir geceyi rezil bir şekilde sonlandırmak istemezdim ama bir anda bastıran mide bulantısıyla kustum.

Onun kucağında samimi bir şekilde oturduğum için haliyle onun üstüne de kusmuştum. Hem kendi üstümü hem de onun gömleğinin önünü batırmıştım. Henüz kendime gelememişken ikinci kez kusmaya başladığım için utanç duygusu yaşadığım mutluluğu elimden almıştı. Midemdeki her şeyi ikimizin üstüne çıkartacak kadar çok kusmuştum. Bu şimdi yaşanmak zorunda mıydı?

Elimin tersiyle dudaklarımı silip başımı kaldırdığımda nefes nefese kalmıştım. Utançtan yüzüm kıpkırmızı olurken gözlerim dolmuştu. “Öz-özür dilerim,” diye kısık bir sesle konuşurken sesim ağlamaklıydı. Her an ağlayabilirdim çünkü çok utanıyordum.

İkimizin de üstü başı kusmuk içinde kaldığı için Gurur başını eğip önce kendi üzerine, daha sonra da benimkine baktı. Şaşırtıcı bir şekilde yüzünde iğrenme duygusunun zerresi yoktu. Belki de beni daha fazla utandırıp ağlatmak istemiyordu. Son olarak dolan gözlerimi bakınca güldü. “Sayende ikimizde pis olduk,” diyerek benim konuşma şeklimi taklit etti. “Kendini daha iyi hissediyor musun bari?”

“Evet.” Kaşları alayla yukarı havalanınca panikleyerek, “Şey o anlamda değil,” dedim hızlıca. “Kustuğum için kendimi berbat hissediyorum ama midem rahatladı.”

Belimi kavrayarak yavaşça ayağa kalktığında bacaklarımı onun beline sarmıştım. Beni odamdan çıkartıp kendi odasındaki banyoya taşıyarak yavaşça yere bıraktı. Hâlâ içkinin tesirinde olduğum için eskisi kadar olmasa da başımın dönmesi devam ediyordu. Bu yüzden dengemi koruyup ayakta durana kadar Gurur ellerini belimden çekmemişti. Dışarıyı arayıp bizim için su ısıtmalarını istediğinde Ali hınzır bir sesle suyun hazır olduğunu söylemişti.

Korumalar sıcak suyu kovalarla odaya getirdiğinde Gurur onların banyoya girmesine izin vermemişti. Gömleğimin önü açık olduğu için iç çamaşırlarım görünüyordu. Onun dışında kimsenin beni bu halde görmesini istemiyordu. Her yerim kusmuk olmuşken vücudumun çekiciliği kalmamıştı. Gurur suyu banyoya taşıyıp ılıttıktan sonra gömleğini çıkardı ama atletini çıkartmadı. Benim yanımda hiç soyunmadığı için atlet ve pantolonunu çıkartmamıştı.

Üzerimdeki gömleği omuzlarımdan sıyırdığımda iç çamaşırlarıyla kalmıştım. Onun karşısında sadece iç çamaşırlarıyla duruyordum ancak Gurur başını çevirip bana bakmıyordu. Bunu yaparsa kendine hâkim olamayacağını düşündüğü için vücuduma gözlerine yasaklamıştı. Sarhoş bir kadından faydalanacak biri olmadığını biliyordum ama üzerine giderek, “Hani senin ilkelerin yoktu ve kuralsız oynardın?” diye sordum alayla.

Tereddüt dahi etmeden, “Öyle zaten,” diyerek beni kucağına aldı. Bunu yaparken bile sadece yüzüme bakıyordu. “Ama konu karımsa duracağım yeri bilirim.”

Beni duş alacağım yere taşıyıp taburenin üstüne oturmamı sağladı. Bu berbat yerde daha iyi bir banyo yoktu. Arkama geçtiğinde ne yapacağını anlamadım, ta ki suyun sıcaklığını kontrol edene kadar. Maşrapayı alıp kovadaki suya daldırdığında dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşmuştu. Beni o yıkayacaktı. Ilık suyu saçlarımdan aşağıya dökerken bunu daha önce de birçok kez yapmış gibi rahattı. “Daha önce birini yıkadın mı?”

Başımdan aşağıya dökülen su yüzünden gözlerimi kapattığımda Gurur’un sıcak sesini duydum. “Sadece Melek’i şimdi bir de seni.” Kalbim teklemişti, Leyla’yı değil.

Yavaş ve dikkatli hareketlerle saçlarımı köpürtürken bana bir şeyler anlatan sesini duyuyordum. “Melek’i buraya hiç getirmedim ama onu yanıma aldığımda küçücük bir çocuktu. Onun için bir bakıcı tutmama şiddetle karşı çıkıyordu. Beni tüm dünyası yapmıştı, evde ikimizden başka birilerini görmekten hoşlanmıyordu. Bana en yoğun baba dediği yıllardı.” Göremesem bile dudaklarında oluşan tebessümü hayal edebiliyordum. “Bazı anlarda kendini yıkamayı beceremediği için onu ben yıkardım.”

“Onu gerçekten kızın gibi görüyorsun, değil mi?”

Köpürttüğü saçlarımın arasında parmakları gezinip kafamı yıkarken, “O benim kızım, Farah,” dedi tüm içtenliğiyle. “Babasının kim olduğu umurumda değil, Melek benim kızım.” Bir süre sustu ve hemen ardından biraz sitem birazda serzenişle yeniden konuştu. “Onunla daha çok vakit geçirmeni isterdim. Melek’in mutlu olduğumu görmeye ve beni en doğru kişiye emanet ettiğini bilmeye ihtiyacı var.”

“Neden onu buraya getirmiyorsun?” Kafamdaki elleri buz kestiğinde bu konuda ricacı olarak, “Lütfen onu buraya getir,” dedim. “Eğer beni bir süre daha İstanbul’a götürmeyi düşünmüyorsan Melek’i buraya getir.” Son zamanlarda Gurur benimle uğraşacak diye yeğenini çok ihmal etmeye başlamıştı. Birlikte geçirecekleri sayılı günlerini ellerinden almak istemiyordum.

Gurur sessizliğini koruyunca, “Yoksa Karun buna izin vermez mi?” diye sordum.

Gülüşünü duydum. “Karun babanla uğraşmakla meşgul, Melek’i o evden çıkarttığımı bile anlamaz.”

Kendimi tutamayıp kıkırdadım. “Karun’un en büyük talihsizliği senin yeğenin olmak. Senin yüzünden babama verdiği hiçbir sözü tutamıyor.”

Saçlarımın arasındaki parmakları kafama masaj yaparken sesi huysuzdu. “Ben bile bazı konularda kendime hiç güvenmiyorum, o neyime güvenip benim adıma babana söz veriyor?”

“Babamla çok sorun yaşadılar mı?”

“İkisi de Ordu’da olduğumuzu biliyor ama ben izin vermediğim sürece buraya gelemezler. Annen yanımda güvende olduğunu bildiği için babanı sakinleştirmekle meşgul.” Aklına ne geldiyse keyifsiz gülüşünü duydum. “Tabii bunun için benden yüklü miktarda para aldı.” Annemden başka kimse damadını haraca bağlayamazdı.

“Peki, babam ve Karun?” diye sordum. Gurur’un beni kaçırmasıyla iki aile arasında neler yaşandığını merak ediyordum.

Maşrapadaki suyu yavaşça kafamdan aşağıya dökerken bir kez daha güldüğünü duydum. “Baban sana ulaşamadıkça hırsını Karun’dan çıkartıyor. Karun’da babandan laf işittikçe her saat başı arayıp bana küfrediyor,” dediğinde az kalsın kahkaha atacaktım. Gurur yüzünden Karun’un başı hiç beladan kurtulmuyordu.

Saçlarımı duru suyla yıkayınca nihayet gözlerimi açabildim. Gurur yerdeki süngeri alıp onu köpürttükten sonra saçlarımı bir omzumda topladı. Köpüklü süngeri vücudumdaki en sevdiği yere, yani boynuma sürterken keyifli bir mırıltı çıkarmıştı. Canımı yakmaktan korktuğu için süngeri tenime fazla bastırmıyordu. Beni yıkarken o kadar nazik ve dikkatliydi ki kendimi porselen bir bebek gibi hissediyordum. Gurur bana kırılacak bir şeymişim gibi davrandıkça da kendimi böyle hissetmeye devam edecektim.

Süngeri boynumda ve omuzlarımda gezdirip sadece vücudumun bu kısımlarına dokundu. Sınırlarını zorlamamak için istese de daha fazlasını yapamadı çünkü aramızda henüz aşamadığımız çok şey vardı. Benimle ilgili hiçbir şeyi aceleye getirmek istemediği için bana karşı çok sabırlıydı. Omuzlarımdan tutup ayağa kalkmamı sağladı. Beni kendine doğru çevirdikten sonra eğilip maşrapayı tekrar suyla doldurmuştu. Suyu yavaşça kafamdan dökerken bile yüzüm dışından hiçbir yere bakmıyordu.

Tenimden süzülen su damlacıkları vücudumun kıvrımlarına doğru akarken Gurur bana bakmamak için üstün bir çaba gösteriyordu. Karısının vücudunun her zerresini ezberlemek isterken ona yasakmışım gibi başını eğmekten çekiniyordu. Kendini zorladıkça alnından ter damlacıkları birikiyordu ve dişlerini sıktığı için çenesi hafifçe kitlenmişti. Delicesine arzuladığı bir kadın yarı çıplak bir vaziyette karşısındayken bana dokunamamak onu çıldırtıyordu.

Eğer sarhoş olmasaydım hiçbir güç beni onun elinden alamazdı ama sarhoştum ve bu bana dokunmasına engeldi. Ancak benim için aynı şeyler geçerli değildi çünkü alkol mantığımı uyuşturmuşken geriye sadece içgüdülerim kalmıştı. Vücudum tamamen köpükten arınınca daha fazla dayanamayıp ayağımla aramızdaki tabureyi kenara çektim. Bir anda ellerimi omuzlarına bastırıp sırtını arkasındaki duvara yasladığımda afalladı. Daha o bir şey söylemeden parmak uçlarımdan yükselip onu öptüm.

İstediğim şey öpüşüme karşılık vermesiydi ve ellerini vücudumun her yerinde gezdirmesiydi. Ancak ellerini bana dokunmak için değil, beni durdurmak için kullandı. Omuzlarımı tutup beni hafifçe geriye çektiğinde hayal kırıklığına uğramıştım. Gurur dudaklarımın izini daha yoğun hissetmek istercesine dudaklarını emip boğuk ve hafifçe kalın bir sesle,  “Farah durman gereken bir noktadasın,” diye mırıldandı.

Yeşil gözleri bir anlığına vücuduma kayar gibi oldu ama hemen kendine engel oldu. Bakışlarını yüzümde tutmak için uğraşırken, “Zorlama güzelim,” dedi uyarırcasına. “Yoksa sabaha kadar seni uyutmam.” Uyutmamaktaki kastının ne olduğunu anlayınca dudaklarım kıvrıldı. Bunu görünce bir küfür savurup kaçarcasına kapıya yürüdü.

Havluyu alıp yanıma geldiğinde aramızdaki cinsel çekime son vermek için havluyu hemen vücuduma sarmıştı. Beni kucağına alıp banyodan çıkardığında yatağın kenarına bırakmıştı. Banyodan aldığı küçük havluyla saçlarımdaki suyu alırken çok aceleciydi. “Burası çok serin hasta olacaksın.”

Saçlarımı kuruturken alt dudağımı ısırdım ve gözlerimi süzerek ona baktım. “Eğer sende soyunursan eminim ısınacak bir yol bulabiliriz.”

Havluyla yüzümü kapatarak yüksek sesle güldü. “Şu arsızlığın sen ayıkken de olsa, ne var. Bakalım o zaman seni kim elimden kurtarabilir.”

Saçlarımı havluyla kuruttuktan sonra havluyu saçlarıma sararak dolabına yürüdü. Gardıroptan beyaz gömleklerinden birini alıp elime tutuşturdu. “Titriyorsun daha fazla üşümeden bunu giy ve hemen yatağa gir.” Bunları söyledikten sonra yıkanma sırası ona geldiği için banyoya girmişti.

Rakının çoğunu kusarak çıkartmama rağmen ayağa kalkınca yerimde sendelemiştim. Zemin ayaklarımın altından çekilir gibi olduğu için dengemi korumak kolay değildi. Önce havluyu daha sonra da ıslak iç çamaşırlarımı çıkartıp yere attım. Gurur’un gömleğini giydiğimde gömleğin düğmelerini kapatmak işkence gibi bir şeydi. Son düğmeyi de kapatınca emekleyerek onun yatağına giyip battaniyeyi üzerime çektim.

Şömine yanmadığı için Gurur’un odası gerçekten çok soğuktu. Yatak daha fazla soğuk olduğu için yerimi ısıtırken tir tir titriyordum. Battaniyeyi kafama kadar çekerken birkaç kez hapşırmıştım. Eğer bir an önce ısınmazsam yarına hasta olabilirdim. Normalde kolay kolay uyuyamazdım ama alkolün etkisindeyken kıvrıldığım yerde sızıp kalmıştım. Banyodan çıkınca ben hasta olmayayım diye Gurur’un benim için şömineyi yaktıracağını ve şömineye sırtını dönerek bana sarılacağını bilmeden uyumuştum.


Yorumlar