Camdan vuran günışıkları kirpiklerimi titreştirirken gözlerimi açmak için kendimi zorladım. Güneşin yoğun ışıkları gözlerimi rahatsız ettiği için iniltiler çıkartarak yataktan dönmeye çalıştım. Ancak karnımdaki eller kıpırdamama izin vermiyordu. Başım öyle bir zonkluyordu ki sersem gibiydim. Karnımda birleşen elleri çekmek için tuttuğumda kaskatı kesildim. Bir anlığına nerede ve kimin yatağında olduğumu anlamadığım için korku içinde yutkundum. Neler oluyordu?
Nefesimi tutarak başımı arkaya çevirmeye çalıştım. Omzumun üzerinden arkaya bakarken bu yatağa nasıl ve kiminle girdiğimi hatırlamıyordum. Gurur’un yüzüyle karşılaşınca önce rahatladım fakat daha sonra eskisinden daha çok gerildim. Onun yatağımda ne işi vardı? Hemen odaya bakınca onun odasında olduğumu anlayıp gözlerimi belerttim. “Neden kendi odamda değilim?”
Gurur’un ellerini iterek yatakta oturduğumda Gurur’da uyanmaya başlamıştı ama ona bakmak yerine şaşkınca etrafıma bakıyordum. “Neden senin odandayım?”
Gece geç saatte uyumuş olmalı ki anlamsız mırıltılar çıkartarak gözlerini araladı. Gurur yatakta kıpırdanırken yeni uyandığı için sesi henüz tam açılmamıştı. Kalın bir sesle, “Günaydın,” diyerek yatakta oturdu. “Saat kaç?”
Ondan uzaklaşmak için yatağından çıkıp kollarımı göğsümde birleştirdim. “Senin odanda ne işim var?”
Parmaklarını tarak yerine kullanıp dağınık saçlarını düzeltirken yeşil gözleri uykulu bakıyordu. “Farah neyi sorduğunu bile anlamıyorum.” Bana kapıyı gösterdiğinde her an tekrar uyuyacakmış gibi görünüyordu. “Kendime gelmem için bana biraz müsaade eder misin?”
Yataktaki yastığı alıp suratına sertçe vurarak uykusunu dağıtmaya çalıştım. “Gurur…” demiştim ki üzerimdeki gömleği fark edince cümlemin devamı gelmedi. Başımı eğip bana bol gelen tişörte garip bakışlar atmaya başladım. Tişörtün açık yakasını çekiştirip içine bakınca iç çamaşırlarımı bulamadım. Üzerimde bir gömlekten başka hiçbir şey yoktu. Bu da ne demekti?
Dehşete kapılmış bir ifadeyle Gurur’a baktığımda odanın içinde bir sessizlik vuku bulmuştu. Ağır, boğucu ve oldukça gergin bir bakışma aramızda geçince ne diyeceğimi bilmez bir haldeydim. Gurur ise uykusu tamamen dağıldığı için eğlenen gözlerle soğuk terler dökmemi izliyordu. “Biz…bizim.” İşaret parmağımı önce ona daha sonra da kendime doğrulttuğumda endişeden kekeliyordum. “Bizim aramızda ne geçti?”
Ben sadece bir gömlekleydim ama benim aksime onun üzerinde tişörtü ve eşofman altı vardı. Sırtını yatak başlığına yaslayıp sere serpe oturduğunda benzer soru işaretleriyle o da bana bakıyordu. “Tam olarak neyi bilmek istiyorsun?”
“Neden senin yatağında uyandığımı ve neden üzerimde gömleğin olduğunu?” Derimin altı ısınmaya başladığında yerimde rahatsızca kıpırdanarak gömleğin eteklerini aşağıya çekiştirdim. “Kıyafetlerim ve iç çamaşırlarım neden üzerimde değil?”
Gurur’un eğlenen ifadesi kaybolduğunda şimdi yüzü daha ciddiydi ve gözleri hafifçe kısılmıştı. “Dün geceyi hatırlamıyor musun?”
Ağrıdan başıma ince sızılar girerken kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım dün geceye dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Kendime iyice yüklenerek neler olduğunu anlamaya çalıştım ama tek hatırladığım tepedeki çam ağacının altında bir bardak rakı içtiğimdi. Bir bardak içki dün geceyi hatırlamayacağım kadar beni sarhoş mu etmişti? Yere bakınca iç çamaşırlarımı görüp yutkunarak yatağa baktım, daha sonra tekrar iç çamaşırlarıma. Burnumun direği sızladığında yaşadığım hayal kırıklığı azımsanamazdı.
Sarhoşken bana dokundu mu?
“Sen…” Sesim cılız çıkarken inanamayan gözlerle ona bakıyordum. Her an ağlayabilirdim ve bunun olması an meselesiydi. “Benden faydalandın mı?”
“Faydalanmak mı?” Gurur yataktan çıktığında ona küfretmişim gibi yüzünde tuhaf bir ifade vardı. “Bu açıdan bakarsak benden faydalanan sensin.” Beni şoke ederek tam karşıma dikildi ve alaycı gözlerini bana çıkardı. “Hatırlamıyorum diyerek bundan kaçamazsın, dün gece üzerime atlayan sendin.”
“Yapmam ben öyle şeyler!”
Başını omzuna eğdiğinde hınzır gözlerle beni süzüyordu ama aynı zamanda mağduru oynayarak yüzüne sahte bir üzüntü kondurmuştu. “Dün gece beni çirkin emellerine alet ettin, bunun sorumluluğunu almalısın.”
“Ne yapmalıyım?” diye sordum şoke olmuş bir halde ama neyden bahsettiğini bile anlamıyordum. “Nikahıma mı alayım seni?”
“O işi ben zaten hallettim, sen bundan sonra bana bakmakla yükümlüsün.”
“Nedenmiş o?”
Gülmemek için yanaklarının içini dişlerken ciddi görünmek için elinden geleni yapıyordu. “Dün gece beni yatağa atmadan önce verdiğin tüm vaatleri tutmalısın.” Ne dediğinin farkında mıydı?
Yüzüm bembeyaz kesildiğinde ürkerek arkaya doğru küçük adımlar attım. “Ben sana hiçbir vaatte bulunmadım.”
Şimdi gözlerini belertip afallayan bir ifadeyle bana bakan oydu. “Ne yani tüm o tatlı sözlerin işin bitene kadar mıydı?” Tripli bir şekilde bana kapıyı gösterdi. “Çık dışarı seni görmek istemiyorum.” Hüsrana uğramış gibi göründüğü için şaka mı yapıyordu yoksa ciddi miydi, hiçbir şey anlamıyordum.
Sabah sabah henüz afyonum bile patlamamışken duyduklarımın şaşkınlığından çıkamıyordum. Gurur’un ifadesi fazla düz, bakışları ise son derece ciddi olduğu için tüm vücudum titredi. Benim ondan hesap sormam gerekirken o benden hesap soruyor ve beni istemediğim şeyleri yapmakla suçluyordu. Sinirlerimi alt üst ettiği için gözlerimden birbiri ardına yaşlar akıtarak, “Bu doğru olamaz,” diye fısıldadım zayıf bir sesle. “Ben… Hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Utanç içinde başımı eğdiğimde ona bakmaya bile yüzüm yoktu. “Dün gece ne yaptığımı hiç bilmiyorum.” Onunla yattım mı? Beni asıl kahreden şey sarhoş olduğumu umursamayıp benimle birlikte olma ihtimaliydi. Gerçekten bunu yaptı mı?
Gurur’un dudakları düz bir çizgide buluştuğunda nefesi ciğerlerine ağır gelmişti. Aramızdaki çift taraflı güvensizlik ete kemiğe bürünmüş gibi ikimizin de yakasına yapışmıştı. Bir şeylerle meşgul olmak ister gibi yerdeki pantolonunun cebinden sigara paketini ve çakmağı çıkardı. “Seni rahatsız eden şey benimle birlikte olmak mı yoksa bunu sarhoşken yapmak mı?” Şu an için tek ilgilendiği bunun cevabıydı.
Parmaklarım içe doğru büküldüğünde tırnaklarım serin bir bıçak gibi avuçlarıma battı. “İkisi de.” Sesimi güçlü çıkartmaya çalışırken cevabım gerçek duygularımın tam tersiydi.
Hissizce ona bakıp kuruyan dudaklarımı araladım. “Seninle bir geceyi geçirmek başlı başına kötü bir şey bir de bunu sarhoşken yapmak…” Yüzümü hafifçe buruşturdum. “İğrenç.”
Bakışları yüzüme kitlendiğinde nefes alışları hızlanmıştı ama heyecan veya mutluluktan değil, hayal kırıklığından. Gözlerindeki o muzır ifade kaybolduğunda bir gökyüzünde düşen yıldızlar gibi irislerindeki parıltılar sönmüştü. Yüzümdeki tiksinti ifadesine baktıkça söyleyemediği her şey bir yaratığın pençesi gibi boğazını tırmalıyordu ama o dudaklarda tek kelime çıkmıyordu. Gurur’un dudaklarından çıkan tek şey bir ağıt gibi havaya karışan acı dolu bir soluktu.
“Ne var, biliyor musun?” Tüm vücudu kasıldığında iri parmaklarının arasındaki sigara paketini sıktı. İçli bir şekilde gözlerime baktığında o paketin içindeki her dal sigara gibi artık o da biraz kırıktı. “Dün geceki Farah sadece bir geceliğine vardı ama ona çok kolay alışmıştım.” Kaşları hafifçe büküldüğünde omuzları belirgin bir şekilde düştü. “Bu yeni haline ise alışacağımı hiç sanmıyorum.”
Bir nedenden dolayı onu çok kırdığımı görebiliyordum ama bunun sebebini anlayamadım. Birbirimize karşı hep saçma sapan konuşurduk ama Gurur asla keder içinde olmazdı. Bana olan bakışları yüzümü buruşturduğum an değişmişti. Biraz geriye sarınca sevkiyat gecesini hatırladım. O gece de tıpkı böyle yaralı görünmüştü gözlerime. İlk kez o gün yüzümü buruşturarak ona bakmıştım ve uzun süre yerinden hiç kıpırdayamamıştı.
Ona küfretsem bile tepki vermezdi ama küçük bir tiksinti belirtisiyle paramparça oluyordu. Bunun nedeni neydi? Onunla ilgili tüm soruları sonraya saklayıp derin ama sıkıntılı bir nefes aldım. “Dün geceki Farah alkolün etkisinde ne yaptığını bilmeyen biriydi.”
Soğuk bir şekilde güldüğünde gülüşü fazla sahte olduğu için mutluluktan çok uzaktı. “Dün gördüğüm kadın alkolün etkisinde olabilirdi ama mutluydu.” Bir şeyleri boş vermiş gibi avuçlarında buruşturduğu sigara paketini yere attı. Yeniden bana baktığında yeşil gözlerinde sisli bir orman vardı. Derin, puslu ama net değil.
“Kendini kasmadan içinden geldiği gibi konuşan biriydi.” Bakışlarıyla aramıza aşılmaz mesafeler koyarken buna tezat olarak bana doğru bir adım attı. Attığı o adım bile devrik bir cümle gibi ucu açık bir şekilde bir şeyleri sonlandırıyordu.
“En önemlisi o kadın bana senin gözlerinle bakmıyordu.” Onda yarattığım acının tortusunu yüzünde taşırken öylesine bir harekette bulunarak omuzlarını hafifçe silkti. “Tiksinerek…”
Bakışlarımı kaçırdığımda nefes almaya ihtiyaç duyarak pencereye baktım ama kapalıydı. Gurur dışında her yere bakmaya başladığımda dilimin ucuna kadar gelen tüm kelimeleri yutmak zorunda kalmıştım. Onda midem bulanmıyordu, bana hissettirdiği son şey bile tiksinti değildi. Ne yazık ki hissettiklerimi ve gerçek duygularımı ona söyleyemiyordum çünkü bu aşamada benden vazgeçmesi için her şeye ihtiyacım vardı. Artık onun çekim alanından çıkıp evime dönmek istiyordum.
Yanımdan geçip kapıya yürürken bu sefer o da bana hiç bakmamıştı. “Dün gece hiçbir şey yaşanmadı.” Soğuk bir sesle konuşup kapıyı açtığında bir an önce bu odadan çıkmak istiyordu. “Çok içtiğin için sarhoş oldun. Kustuğun için seni yıkamak zorunda kaldım ama iç çamaşırların üzerindeydi.”
Onunla birlikte olmanın benim için kötü bir şey olduğunu düşünüyordu ama aslında beni rahatlatan şey bu konudaki güvenimi sarsmamasıydı. Sarhoşken bana dokunsaydı onu asla affetmezdim. Sırtıyla bakışırken, “Hepsi bu kadar mı?” diye sordum.
Tam sevinmeye başlamıştım ki, “Değil, bilmen gereken bir şey daha var,” diyerek yaşadığım mutluluğu ellerimden çekip aldı. Durup bana döndüğünde iğneleyici bir tutumla dudaklarımı işaret etti. “Saymadım ama dün gece seni birden fazla kez öptüm.” Böyle bir şey duymayı beklemediğim için zamanın sonuna gelmişim gibi hareketsiz kalmıştım.
Dün gece beni öptüğünü itiraf ederken her zamanki gibi umursamaz ve rahat görünüyordu ama aslında dışarıya gösterdiği kadar rahat değildi. Göz kontağını kesip bakışlarını kontrolsüz bir şekilde kulübede gezdirmesi bile aslında çok gergin olduğunu gösteriyordu. Gurur beni öptüğünü söylediği an kalbimin bahçesini mesken tutan kelebeklerin hepsi kozalarından çıkmaya çalıştı ama hem onlara hem de kendime sahte bir mutluluğu yasaklayarak başımı kaldırdım.
“Anladım.” Hiçbir şey anlamazken tek bir kelimeyle onu geçiştirdim. “Yanağa konulan birkaç öpücüğü büyütecek biri değilim.”
Bu konuyu kapatmak için ben aptalı oynadıkça Gurur’un sabrı biraz daha tükeniyordu. Sinirliyken her zaman insana dik dik bakardı, çenesi hafifçe ileri çıkardı ve sağ elini yavaşça sıkardı. “Yanağından öptüğümü de nereden çıkardın?”
“Yanağımdan öptüğünü düşünmek istiyorum.” Sakince konuşup bu konudan sıkılmışım gibi tüm ağırlığımı bir ayağımın üzerine verdim. “Sarhoş bir kadını dudağından öpmek seni fırsatçı biri yapar.”
“Fırsatçı herifin tekiyim.” Yeşil irisleri dudaklarıma kaydığında dün geceyle ilgili bazı sahneler hafızasında canlanmış gibi bakışları koyulaşmıştı. Bir filmin en güzel sahnesini geriye sarmak isteyen bir adamın gizli heyecanıyla dudaklarımı izliyordu. “Ve şanslısın ki…” Bakışlarını usulca kaldırarak arzuyla tutuşan gözlerini gözlerime kenetledi. “Dün geceyi sadece birkaç öpücükle atlattın.”
Nabzım boğazımda atmaya başladığında dün geceye dönmeyi ne çok istedim. Onun dudaklarının tadını almayı ve o anın içinde kalmayı çok isterdim ama sabah oldu ve dün geceye ait tüm güzel anılar bir tek onun zihninde kaldı. Dün gece ne yaşandıysa bunu hatırlamak için her şeyi yapabilirdim. Tenim ısınırken kaşlarımı çatmak için kendimi zorladım ama zerre kadar sinirli değildim. “Beni neden öptün?”
Az önce yüzümü buruşturarak ona baktığım için hâlâ bunun sinirini yaşarken abartıyla gözlerini devirdi. “Seni öpmeye çok mu meraklıyım sanıyorsun?” Önüne dönüp odadan çıktı ama gitmeden hemen önce söyledikleriyle beni yerin dibine sokmuştu. “Dudaklarıma yapışan sendin, gururun incinmesin diye sana karşılık verecek kadar beyefendiyim.” Onu tanımasam son söylediklerine inanacaktım. Beyefendi olmakla yakından uzaktan bir ilgisi yoktu.
Gurur’un odasından çıkıp kendi odama girince hemen gardırobu karıştırdım. Benim için aldığı kıyafetlerin hiçbiri benim tarzım değildi ama giyemeyeceğim şeylerde değildi. Yeni iç çamaşırları giydikten sonra mor kadife bir elbise giydim. Üzerimdeki uzun kollu elbise Karadeniz’in sisli ormanlarından kopup gelen bir gölgeyi çağrıştırıyordu. Elbisenin yaka ve göğüs kısmındaki nakışlar bu yörenin kadınlarının sabırla işlediği el becerisiydi.
Açık saçlarımın üzerine bağladığım başörtü dün taktığımdı. Yazmanın uçlarını ensemde sıkıca bağlayarak eski aynanın karşısında altın sarısı pullarını düzelttim. Alnıma dökülen pullar sıra sıra tek bir çizgideydi. Belime bağladığım renkli kuşak bir kadının hem belindeki yükleri hem de içindeki inadı taşır gibiydi. Bu kuşak sıradan bir kemer değildi, kuşak bir şalı andırıyordu. Kalın dokuluydu ve uçları püsküllü. Belime iki kat sarıp bağladığımda uçları yana doğru sarkıyordu.
Yazmanın pullarını biraz daha aşağıya çekerek alnımdaki şişkinliği saklamaya çalıştım. “Acaba nereye çarptım?” Alnımdaki bu şişkinliğin nasıl olduğunu bilmek bile istemiyordum.
Yeni çoraplar giydikten sonra bu sefer kırmızı çiçekli siyah lastikleri ayağıma geçirdim. Odamdan çıktığımda kulübenin her yerinde Karadeniz’in dağ kokan havası vardı. Burası sabahları çok serin olduğu için salondaki sabonun yanmasını çok isterdim ama Gurur buradayken ateşi yakamazdım. Mutfaktan gelen seslerle yönümü değiştirip mutfağa girdim. Küçük tüpün üstünde kaynayan çaydanlığın buharı pencereye yansırken Gurur bana sırtı dönüktü.
Bana arkası dönüktü ama yüzünü yan profilinde görebiliyordum. Bıçakla ekmeği keserken çok ciddi görünüyordu ve dudaklarını birbirine bastırmıştı. Çehresi sertti, ifadesi buruk, gözlerinde ise saklayamadığı bir hüzün vardı. Odadaki tavrımı ve yüzümü buruşturarak ona bakmamı hâlâ sindirememiş gibi burkulmuştu bakışları. Bana kırgın olmasına rağmen bize kahvaltı hazırlıyordu. Gurur’un üzerinde sanki Karadeniz’in bin yıllık sabrı vardı, ona ne yapaysam yapayım hep sineye çekiyordu.
Geldiğimizden beri mutfaktaki bulaşıklara kimse elini atmamıştı ama şimdi ortalıkta tek bir bulaşık yoktu. Gurur ne zaman mutfağa girse o bulaşıklar yıkanmazdı ama gizemli bir şekilde ortadan kaybolurdu. Yürüyüp pencereye yaklaşarak kafamı dışarı uzattım. Aşağı bakınca tüm mutfak gereçlerini yerde görmeyi umuyordum çünkü bu tam olarak Gurur’un yapacağı bir şeydi ama hiçbir şey yoktu.
Dikkatini çekmek için hafifçe öksürüp, “Günaydın,” dedim.
Sesimi duyunca sinirli bir şekilde, “Gel kahvaltını kendin hazırla,” diyerek omzunun üzerinden bana baktı. Beni gördüğü an elinde tuttuğu bıçak ekmeğin üzerinde hareketsiz kalmıştı.
Pencerenin önünde dikildiğim için sabah güneşi bana vururken Gurur nefes dahi almadan beni izliyordu. Üzerimdeki koyu mor elbiseyi bana çok yakıştırmış olmalı ki çatık kaşları düzelmeye başlamıştı. Bedenimi saran elbisenin gümüş ve kırmızı işlemeleri güneşin ışığında belli belirsiz parlıyordu. Gurur’a doğru yürürken belime sardığım şal kuşak nazlı bir rüzgâr gibi hafifçe dalgalanıyordu. Gurur’un dudakları yavaşça kıvrıldığında, belimi incelten bir vurguyla aşağıya sarkan kuşağın püsküllerine bakıyordu.
Yeşil gözleri aşağıya kayınca ayağımdaki yün çorapları ve çiçekli lastik ayakkabıları gördü. Dudaklarındaki küçük kıvrılma sıcak bir tebessüme dönüştüğünde ilk ısıttığı şey tenim olmuştu. Onun yoğun bakışlarına maruz kalan her parçam artık üşümekten çok uzaktı. Gurur baştan ayağa bir bütün olarak beni izlerken bakışları tek bir noktada kalamıyordu. Vücudumun neresine baksa o kısmı daha çok seviyormuş gibi bir hali vardı.
Son olarak saçlarıma bağladığım yazmada oyalandı bakışları. Renk renk, keşan desenli başörtüsünü görünce gözleri parıldadı. Beni izlerken sanki çocukluğunun o yayla günlerine geri dönüyordu. Odada olanları hatırlayınca tüm keyfi kaçarak önüne dönmüştü. Yanında durup doğradığı ekmekten bir dilim alıp ısırdım. “Sorun nedir?”
Kaldığı yerden ekmeği doğrarken dil ucuyla beni geçiştirdi. “Mevzu derin.”
Gülmemeye çalışarak hınzırca, “Konu gözlerin,” dedim.
“Nesi varmış gözlerimin?”
“Fazla küskün bakıyor.”
Bıçağı tahtaya sapladığında omzuma çarparak yanımdan geçti. “Ben sen miyim, çocuk gibi küsecek değilim.”
Masanın üzerinde duran kavanozu alıp çayı demlemeye başladığında tenezzül edip bana bakmıyordu. “Özür dilerim.” Bir anda söylediklerimle bir an bana dönecek gibi olmuştu ama inadını sürdürüp dönmedi.
Küçük adımlarla yanına gidip parmak uçlarımla gömleğinin kolunu tuttum. Bana bakması için gömleğini hafifçe çekiştirirken, “Gerçekten çok özür dilerim,” diye mırıldandım. “Senden tiksinmiyorum veya midemi bulandırmıyorsun. Öyle bakmamalıydım çok üzgünüm.”
Çaydanlığın kapağını kapattıktan sonra kolunu benden kurtarıp beni görmezden gelmeye devam etti. Çaydanlığı tüpün üstünden alırken veya tavayı tüpün üzerine koyarken hiç ateşe bakmamıştı. Böyle anlarda başını hafifçe eğer, doğrudan ateşe bakmaktan kaçınırdı. Suçluluk dolu bir sesle konuşup ona yaklaşmaya çalışmıştım ama aramıza koyduğu mesafeler birkaç adımda kapanacak gibi değildi.
“Ben yemeyeceğim kendin için hazırla.” Onu bırakıp kapıya yürüdüm. Beni yok sayıp durduğu için tüm iştahım kaçmıştı. O da kendince bazı konularda haklıydı belki de yüzümü buruşturarak onun açık bir yarasına dokunmuştum.
Dışarı çıktığımda Karadeniz’in sert havası üşümeme neden olmuştu, üstelik başımın ağrısı hâlâ devam ediyordu. Bahçede dikilen korumaların hepsi tuhaf gözlerle bana bakınca sebebini anlayamadım. Erik ağacının altında dikilerek sigarasını içen Ali beni görünce sırıttı. “Günaydın küçük ayyaş.” Parmaklarının arasında duran sigaradan bir nefes alarak cebindeki telefonu çıkardı. “Gecen nasıl geçti?”
Keyifsiz bir şekilde ona doğru yürürken ellerimi kafama bastırmıştım. “Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Sızlanarak Nisan’a döndüm. “Bana bir ağrı kesici bulur musun lütfen?”
Nisan başını sallayarak kulübeye girdiğinde Ali’nin karşısında durdum. “Gurur bana soğuk yapıyor.” Burnumdan nefesimi verirken suçlu çocuklar gibi omuzlarımı düşürdüm. “Bildiğin trip atıyor.”
Ali telefonda bir şeyler yaparken homurtuyu andıran bir ses çıkardı. “Bana en son trip attığında bir ay benimle konuşmamıştı.” Ciddi anlamda tripli bir kocam vardı.
Telefonu elime tutuşturduktan sonra sırtını ağaca yaslayıp telefonu gösterdi. “Klip işine atılmayı düşünüyorum, bir baksana sence nasıl olmuş?” Siyah gözlerindeki bu şeytani ifade de neyin nesiydi?
Neyden bahsettiğini anlamadığım için başımı eğip telefonun ekranına baktım. Ekranda bir video vardı ama henüz açıp bakmama fırsat olmadan içeriden çıkan Nisan, “Farah Hanım bakmayın,” diyerek beni uyardı.
Nisan elinde bir bardak su ve ağrı kesiciyle yanıma gelip telefonu almak için uzandı. Ancak Ali kaşlarını çatınca elini çekmek zorunda kalmıştı. Ali kıdem olarak onun üstü olduğu için Nisan onu kızdırmayı göze alamıyordu. Mavi gözlerini bana dikip sadece bakışlarıyla videoyu açmamam gerektiğini söylüyordu. Burada dönen oyunları merak ettiğim için Nisan’ın uyarılarını yok sayıp videoyu başlattım.
Videoyu başlatınca bir şarkı çalmaya başladı. Hemen ardından ekranda beliren görüntümle gözlerim kocaman açılmıştı. Sarhoş bir şekilde sarsakça yürümeye çalışıyordum ama attığım adımlar fazla ölçüsüzdü. Bu video kulübenin bahçesinde çekilmişti. Saçlarım darmadağındı, gözlerim baygın bakıyordu ve yanaklarım kızarmıştı. Sarhoş olduğum çok açıktı. Ali sadece beni çekmekle kalmamış, bir de işsiz gibi çektiği görüntüleri birleştirerek bir video yapmıştı. Arka fona da bir çocuk şarkısı eklemişti. Şaka mıydı bu?
Ben sarhoş adımlar attıkça arkadan, “Paytak paytak yürürsün, sen ne tatlısın,” diye bir çocuk şarkısı çalıyordu. “Bazen gölde yüzersin, bazen uçarsın.” Allah kahretsin, bu bir ördek şarkısıydı!
Şarkının, “Ördek haydi gel konuş,” kısmında sahne değişiyordu ve ben bir ağaca sarılıyordum. Kamera yüzümü yakın çekimde alırken ağaca sarılarak bir şeyler söylüyordum.
Ali sesimi kıstığı için dudaklarımı kıpırdattıkça şarkının, “Vak vak vak vak vak,” kısmı çalıyordu. Ali kendi sesini de videoya eklediği için onun sesinden, “Haydi bir şarkı söyle,” diyen bir şey duydum ve tekrar ekrandaki yüzüm belirdi. “Vak vak vak vak vak.”
Videoyu izledikçe utançtan yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Sinirden burun deliklerimden ve kulaklarımdan dumanlar çıktığına emindim. Ağaca sarılırken ben aslında başka bir şey söylüyordum ama Ali videoyla oynadığı için sanki vak vaklıyordum. Pancar gibi kızarırken hemen videoyu sildim ancak Ali sırıtarak, “Doksan dokuz kopyası daha var,” dedi.
“Gerzek herif!” Ona çıkışarak telefonu ondan uzak bir yere attım. “Doksan dokuz kopya çıkartacak kadar ne yaşıyorsun?”
Sigaranın izmaritini yere atıp ayakkabısının ucuyla söndürürken bana telefonunu gösterdi. “Telefonumu getir yoksa seni bir günde meşhur yaparım.”
“Bunu yapamazsın!”
“Bahse var mısın?” Hiç utanmadan bana şantaj yaparken çok eğleniyordu.
O saçma videoyu internette yayınlamasını istemediğim ayaklarımı yere pat pat vurarak gidip telefonu aldım. Ekranı kırık telefonu ona uzattığımda parmak uçlarıyla telefonu alıp sağına soluna baktı. “Madem kırdın hemen yenisini alacaksın.” Alay ederek tüm ağırlığını bir ayağının üzerine verdi. “Bakalım bunu alacak parayı nereden bulacaksın?”
Kafasını kırmamak için kendimi zor tutarken omzuna sertçe vurdum. “Kocam zengin ondan isterim.”
Başıyla kulübeyi gösterdiğinde açık açık bana meydan okuyordu. “Git iste o zaman.”
“İsteyemem utanırım.”
“Madem öyle ne diye telefonumu kırdın?”
“Bana öyle bir video yaparken aklın neredeydi?”
“Senin yüzünden yediğim o şutu unutmadım!”
“Bende bana çektiğin o şutu!”
“O videoyu her siteye yükleyeceğim.”
“Cüret edemezsin.”
“Sen bana hiçbir şey yapamazsın,” dediğinde daha cümlesini bitirmeden üzerine atlayıp onu sırtüstü yere düşürdüm. Karnının üstünde otururken daha o beni itmeden dişlerimi boynuna geçirince bağırdı. “Alın şunu üstümden!”
Beni ittikçe dişlerimin arasındaki etini çekiştiriyordum. Çok sert ısırdığım için acıyla inleyip gücünü üzerimde kullandı. Beni itmek isterken farkında olmadan fazla güç uyguladığı için yan tarafa savrulup başımı yerdeki taşa çarpmıştım. Kafamda çok şiddetli bir acı hissettiğim için düştüğüm yerden hiç kıpırdayamadım. “Ali Bey siz ne yaptınız?” Nisan’ın telaşlı sesini duyduğumda Ali hemen başımı kaldırmıştı.
Gözlerimin önünde küçük yıldızlar yanıp sönerken Ali karşımda diz çöküp omuzlarımı tutarak yere düşmeme engel oluyordu. Her an bayılacakmışım gibi görünen yüzüme baktıkça dehşete kapılıyordu. “Siktir, ne yaptım lan ben!” Yüzüme hafifçe vurarak beni kendime getirmek istedi ama panikten elinin ayarını kontrol edemediği için eli şak diye yanağımda buluştu. Biri beni bu adamdan kurtarsın!
Farkında olmadan bana attığı tokatla bahçedeki tüm korumalar bir küfür savururken Yalçın tepemizde dikildi. “Kızı öldür istersen?”
“Sus lan ben ne yaptığımı biliyor muyum?” Ali yüzümü avuçlarının arasına aldığında endişeden elleri titriyordu. “Farah kurbanın olayım bir şey söyle, iyi misin?” Gurur’un yanında bana Hanım diyordu ama onun arkasında adımla hitap etmeyi sorun etmiyordu.
Kafam ve yanağımdaki ağrıyla bir anda ağlamaya başladım. “Se-seni Gurur’a söyleyeceğim.”
Konu ben olunca Gurur’un onun gözünün yaşına bakmayacağını iyi bildiği için korkuyla yutkunmuştu. Gurur’un adını duyunca bile bana dokunmaktan ürküp ellerini hemen yüzümden çekmişti. “Ona söylersen beni yaşatmaz.”
Salya sümük ağlarken elime geçen bu fırsatı heba edecek değildim. “Bana yaptıklarını söylememi istemiyorsan sendeki tüm kopyaları sileceksin.”
“Hiç kopyası yoktu,” dedi hızlıca. Sık sık kulübeyi kontrol ederken her an Gurur dışarı çıkacakmış gibi tedirgindi. “Gözünü seveyim ağlama, gel bi yüzünü yıkayalım kendine gel.”
“Her yerim çok ağrıyor nasıl kendime geleyim?” Bu sefer timsah gözyaşları dökerek sesimi biraz yükseltip, “Ühüüü,” diye ağladığımda hemen ağzımı kapattı. Sesim Gurur’a gidecek diye ödü kopuyordu. “Ne istediğini söyle!”
Ağzımdaki elini ittiğimde ağlamayı bırakıp sırıttım. “Bugün akşama kadar ben ne istersem itiraz etmeden yapacaksın.”
“Hiç şansın yok!”
“Gurur-“ Yeniden ağzımı kapatarak Gurur’u çağırmama engel oldu. Kızgın gözlerle bana bakarken başını sertçe salladı. “Ne istersen yapacağım şimdi kalk şu yüzünü yıkayalım.”
“Kalkamam bir haydut yüzünden başımı kötü çarptım.” Sevimlice gülümseyip ona kollarımı uzattım. “Kucağına al beni.”
“Siktir!” diye bir şeyler gevelerken sinirden saçlarını dağıtmıştı. “Sen insanı deli edersin!” Bana kızsa da Gurur görmeden hemen beni kucağına almıştı.
Ali beni kucağında taşıyarak kuyunun yanına getirip eğildi. Bir taşın üzerine beni oturttuğunda Yalçın kuyudan bir kova su çekmişti. Ali yüzümü yıkamak için ellerini kovaya batırınca Nisan onu durdurdu. “Bana bırakın, Ali Bey,” derken bakışları iğneleyiciydi. “Farah Hanım’ın yüzünü yıkamaya çalışırken ona yeni bir tokat atmanızı istemeyiz.”
Ali ellerini kovadan çektiğinde ona bir şeyleri hatırlatmak istercesine kaşları havalandı. “En azından girdiğim son operasyonda ekip arkadaşlarımı arkamda unutmuyorum.”
Nisan bakışlarını kaçırdığında hemen ellerini önünde birleştirmişti. “Sizin içeride olduğunuzu bilmiyordum.”
“Telsizin açık olsaydı bunu bilirdin.” Ali katı gözlerle konuşup onu ikaz ederken çok acımasız görünüyordu. “Daha önce de söylediğim gibi ikinci hatanda kendine başka bir iş ararsın ve sen şu anda işime karışarak o hatayı yapmak üzeresin.”
Burada çalışmak Nisan için çok önemli olmalı ki, yediği azara rağmen tek kelime etmeden hemen diğerlerinin yanına döndü. Ali elini ıslatıp yüzümü silerken tepemizde dikilen Yalçın’ın ona attığı bakışları hoşnutsuzdu. “Sence de Nisan’a fazla yüklenmiyor musun?”
“Sen kapat çeneni orta boy,” dediğinde Yalçın’ın kıpkırmızı olan suratıyla Ali’nin neyden bahsettiğini anladım. Daha önce Yalçın’ın kendine aldığı prezervatif paketi bizim poşetle karışmıştı. Anlaşılan o günden sonra ona böyle sesleniyorlardı.
Ali soğuk suyla yıkadığı elini dikkatli bir şekilde yüzümde gezdirirken ifadesi fazla düzdü. “Herkese hak ettiği şekilde davranıyorum.” Bunu söylerken siyah gözlerinde en küçük bir duygu kırıntısı yoktu.
“Nisan iyi birine benziyor bence ona karşı daha insancıl olabilirsin,” dedim. “Siz erkekler neden bu kadar hoyratsınız?”
Yalçın sırıtarak havalı bir hareketle saçlarının yanını düzeltti. “Ben öyle değilim.”
“Senin de ne olduğunu iyi biliyoruz.” Ali ona dudak bükerek cebinden çıkardığı mendille yüzümü silmeye başladı. Bunu yaparken bana küçük bir açıklama yapması çok hoştu. “Nisan bir koruma olmak için gerekli niteliklere sahip değil. Silah kullanması ve dövüşmeyi bilmesi onu bu iş için uygun biri yapmaz. Her zaman fazla dikkatsiz biri.”
“Sürekli ona kızarak onu daha dikkatli biri yapamazsın,” dedim.
“Katılıyorum,” dedi Yalçın.
Ve Ali, “Siktirin gidin,” diyerek ikimizi de şoka uğrattı. Hemen ardından Gurur’un karısı olduğumu hatırlayıp telaşlanarak, “Sana demedim,” dedi ama bana da dediğini iyi biliyordum. Kırk yıllık arkadaşıymışım gibi davranması insanı sinir ediyordu.
Mendiliyle yüzümü silip iki adım geriye çekilmişti ki, az önce ağladığım için burnumu çektiğimi gördü. Ne zaman ağlasam hemen burnum akıyordu. Gülmemek için yanaklarının içini dişleyerek bana yaklaştı. “Sümüklü.” Mendili burnuma yaslayıp, “Hönkür bakayım,” deyince hiç çekinmeden burnumdaki her şeyi çıkardım.
Ali iğrenmeden burnumu sıkarak silerken Yalçın’ın yüzünü buruşturduğunu gördüm. Bunu yaptığı için ona kızamazdım çünkü birinin burnunu silseydim benim de midem bulanırdı ama Ali burnumu silerken hiç iğrenmiyordu. Kirli mendilini bizden uzağa attıktan sonra tekrar arkaya çekilip yüzümü kontrol etti. Beni ittiği için kafamda bir iz kaldıysa bile saçlarım bunu gizliyordu ama kazayla yanağıma attığı tokadın izi görünüyor olmalıydı.
Endişelerini dağıtmak için yanağıma dokundum. “Merak etme ben hallederim. Gurur sorarsa ona bir şeyler uydururum.” Boynunu gösterdim. “Acıyor mu?” Diş izlerim belirgin bir şekilde görünüyordu.
Dişlerimin boynunda açtığı sızı hâlâ geçmemiş olmalı ki gömleğinin açık yakasını düğmeledi. “Pirana gibi ısırdın sence acımıyor mu?”
“Üzgünüm.”
Yanağımı ve başımı işaret etti. “Bende öyle.”
Gurur dışarı çıktığında hepimiz çok gerilmiştik. Başını çevirip bir kez olsun bu tarafa bakmadan dümdüz yürürken, “Ali,” dedi donuk bir sesle. “Benim dışarıda küçük bir işim var burası sana emanet.” Ona emanet ettiği şey aslında bendim.
Ali onun yanına gidip önce nereye gideceğini sordu, daha sonra da ona eşlik etmesi için korumaları hareketlendirdi. Ancak Gurur buna müsaade etmeyerek onu durdurmuştu. “Yalnız gideceğim çocuklara burada ihtiyaç var.” Kendisi her yere tek başına giderken benim yanımda iki yüz tane insan bırakıyordu.
Koşup hemen önüne geçtim. Gitmesin diye kollarımı iki yandan açarken meraklı gözlerle ona bakıyordum. “Nereye gidiyorsun?”
Bana kızgın olduğu için başını hafifçe eğdi, sonra yeniden bana baktı ama bu sefer daha sert bir şekilde. “Hesap mı vereceğiz?”
Açtığım kollarımı yanıma indirirken suratım asılmıştı. “Vermez misiniz?”
Somurtkan yüzümü görünce ifadesi yumuşar gibi oldu ama hemen ardından çenesi kilitlendi. Bu sefer sevimli suratıma aldanmamaya kararlı olduğu için uzun boyunun avantajını kullandı ve bana üstten bakışlarını atmaya başladı. “Ben kimseye hesap vermem, Nemrudun Kızı.” Anlaşılan yine Nemrudun Kızı olmuştum.
Yanımdan geçeceği esnada yeniden yolunu kesip bu sefer kollarımı göğsümde birleştirdim. Dik dik ona bakarken bir ayağımın ucunu stresle yere vuruyordum. “Hesap soran karınsa yine vermez misin?”
“Vermem.”
“Hesap soran karınsa yine vermez misin?”
Parmaklarını sarı saçlarının arasına daldırıp sinirle dağıtırken kısık ama hırıltılı bir sesle, “Sikeyim, başladı yine başa sarmaya!” diye küfretti.
“Hesap soran karınsa yine vermez misin?”
“Farah bir gün seni öyle bir elime alacağım ki, kurtuluşun olmayacak.”
“Hesap soran karınsa yine vermez misin?”
“Ben gidiyorum sen burada papağan gibi kendini tekrarla dur!”
Gitmek için yana doğru bir adım atınca yine yolunu kestim. “Hesap soran karınsa yine vermez misin?”
“İlçeye gidip kahvedekilerin yanına uğrayacağım!” İçindeki öfkenin kabuğu kırıldığında bezgince bana bakıp sıktığı dişlerini gıcırdattı. “Gördüğün gibi hesap soran karımsa gereken hesabı veriyoruz.”
Ona gülümsediğimde tam bir şey söyleyecekti ki gözleri yanağıma kenetlendi. Kaşları yavaşça çatılırken yanağımdaki parmak izlerinden gözlerini ayırmıyordu. “Bunu sana kim yaptı?” Yumruklarını sıkarak adamlarına döndüğünde hiçbiri Ali’yi ispiyonlamak istemediği için hepsi başını eğmişti.
Ali’nin yaşadığı gerginliği gördüğüm için onu daha fazla kıvrandırmadan Gurur’un elini tuttum. Bana bakmasını sağladıktan sonra tebessüm etmek için kendimi zorladım. “Ben yaptım.”
Söylediklerime zerre kadar inanmadığı için yüzü sertleşti. “Kendine vurduğunu mu söylüyorsun?”
“Evet.” O anki olayı canlandırmak ister gibi ellerimi onun ellerinden çektim. “Dün gece çok içtiğim için hâlâ kendime gelemedim.” Bu yalan değildi çünkü dün geceden kalma olduğum için başım zonkluyordu. “Yanaklarıma hafifçe vurarak kendimi toparlamak istedim ama sonra…” Elimi kaldırıp şak diye yanağıma vuracağım esnada Gurur hemen bileğimi yakalamıştı.
Ters gözlerle bana bakarken elimi yan tarafıma indirdi. “Bir şeyleri anlatırken mümkünse bunu uygulamalı yapma.” Bileğimi bırakıp aramıza biraz mesafe koymak için geriye çekilmişti. Suyu atılan bir taş gibi ona yakın olmam aklını bulandırıyor olmalı ki üç adım gerilemişti. Bakışları derinleştiğinde ruhundaki zelzele gözbebeklerini titretiyordu. Yüzümü buruşturarak ona baktığım için sadece bakışlarıyla aramıza bir set çekmişti.
Gurur bana böyle baktıkça ne kadar ileri gittiğimi daha iyi anlıyordum. Ona yaşattığım bir çaresizlikle, “İki etti,” dedi içten gelen bir donuklukla. “Üçüncü kez bana tiksinti içinde bakarsan Allah şahidimdir ki bende zerren bile kalmaz.”
Yanımdan geçip gittiğinde arkasından bakıyordum. Gitme demek istedim ama dudaklarımdan cılız bir nefes dışında tek bir kelime dökülmemişti. Zayıf nefesim sessiz bir çığlığa dönüştüğünde o çığlığın yankısını benden başka kimse duymamıştı.
Artık kelimeler bile bana küsmüştü çünkü dile getiremediğim şeylerde bile Gurur’un küskünlüğünün tortusu vardı. Gözlerim onunla aramda açılan mesafeyi taradığında irislerimdeki korku, uçurumun kıyısındaki bir kadının boşluğa duyduğu korkuyla yarışırdı. Baktıkça daha çok büyüyordu aramızdaki mesafe. Bir şeylere tutunmaya ihtiyaç duyarak ellerim boşluğu taradı ama bana dayanak olacak hiçbir şey bulamadım. Sanki Gurur’un bu gidişiyle beni ayakta tutan tüm kolonlar yıkılmıştı.
Kulübeye girdiğimde mutfaktaki masayı benim için hazırladığını gördüm. Kahvaltı için bir şeyler hazırlamıştı ama her şey tek kişilikti. Bana kızgın ve kırgınken bile kahvaltımı hazırlayıp öyle gitmişti. Ahşap sandalyeye oturduğumda içimdeki suçluluk ve pişmanlık duygusu tüm iştahımı kaçırıyordu. Gurur’la birbirimizin geçmişini bilmediğimiz için ne tür yaralara sahip olduğumuzu bilmiyorduk. Onun kendine sakladığı şeyleri hiç bilmediğim için küçük bir yüz buruşturmanın onda nasıl bir etki yarattığını bilemezdim.
Birbirimizi tanıyacak hiç vaktimiz olmamıştı.
***
Gurur’un yokluğunda hiç tadım tuzum kalmadığı can sıkıntısından kulübeyi temizlemiştim. Dip bucak her köşeyi süpürüp sildiğim için çok yorulmuştum ama tüm yorgunluğuma değmişti. Kulübeyi temizleyince içi ferahlamış ve tüm dağınıklıklar ortadan kalkmıştı. Camları silerken kirli perdeleri, yatakları havalandırırken de çarşaf ve yastık yüzlerini çıkarmıştım. Gurur ile ikimizin kirli kıyafetleri de dahil tüm kirlileri hasır bir sepete basmıştım.
Temizliği iyi yapardım ama ne yazık ki çamaşır yıkamaktan hiç anlamıyordum. Gurur geri dönene kadar oyalanacak bir şeylere ihtiyacım olduğu için kirli sepetini alıp kulübeden ayrılmıştım. Ali ve Yalçın sağımda ve solumda durarak bana eşlik ederken diğer korumalar uzak mesafeden bizi takip etmişti. Ali bana kirlileri derede yıkayabileceğimi söyleyince bende dereye gelmiştim.
Ali benim için çamaşır sepetimi taşırken bir hanım ağa gibi arkamdaki düzinelerce korumalarla köye girmiştim. Dereye giden yol köyün içinden geçtiği için bunu yapmaya mecburdum. Köyde düğün olduğu için kemençe sesleri sanki her yerdeydi. Kalabalık ortamlardan hoşlanmıyordum ama Karadeniz düğünlerini çok merak ediyordum. Belki Gurur dönünce birlikte katılırdık düğüne. Ali’nin söylediğine göre düğün öğle sonu başlayacakmış şu anda sadece son hazırlıklar yapılıyormuş.
Dereye gelene kadar gördüğüm her şeyi çok sevmiştim. Tepenin yamacındaki yol kıvrılarak inerken yolun çevresinde otlar büyümüştü. Patikanın iki yanından sarkan çalılara kuşlar tünediği için cıvıl cıvıl ötüyorlardı. Rüzgâr birinin dudaklarından çıkan ıslık gibi esip insanın içini serinletiyordu. Dere başı yosun kokularının suyla karıştığı serin ve güzel bir yerdi. Bembeyaz köpükler dalgaların sesini çıkartarak ince kayaların içinde akıyordu. Bir yanında söğüt ağaçları boy vermişti, diğer yanında köyün kızları vardı ve ipe astıkları çamaşırlar.
Henüz düğün başlamadığı için hepsi işini hızlıca bitirip düğün için hazırlanmak istiyordu. Burada on iki kızla tanışmıştım. Bazıları bekardı, bazıları nişanlı ve birkaçı da evli. Tuhaf bir şekilde onlarla kaynaşmıştım çünkü hiçbiri bir ucubeymişim gibi gözünü dikip bana bakmıyordu veya çamaşırları yıkayamadığım için benimle dalga geçmiyorlardı. Karadeniz insanları gerçekten dost canlısıydı, katıldığım o davetlerdeki insanlar gibi değillerdi.
Beni eleştirmek yerine çamaşırlarımı nasıl yıkayacağımı bana tarif ediyorlardı. Arada beni kontrol edip bana nasıl yapacağımı söylüyorlardı. Elbisemin eteğini onlar gibi belime sardığım kuşağın içine sıkıştırıp dereye girmiştim. Çamaşır teknesinin içinde Gurur’un gömleğini yıkamaya çalışırken Sümbül, “Farah onu biraz daha köpürtmelisin,” diyerek yanıma geldi ve yanında getirdiği yedek sabunu bana uzattı. “Islanmaktan korkma derenin suyu temizdir. Eğil ve iyice köpürterek çitile.”
Dizlerime kadar suyun içine girmişken ona kızaran ellerimi gösterdim. “Bu sabun hep ellerimi tahriş etti. Köpürtmeden olmuyor mu?”
Derenin biraz aşağısında kendi çamaşırlarını yıkayan İpek abla güldü. “O kadar kızarıklıktan ne olacak, yarın bizimle çay toplamaya gelsene.” Islak eliyle alnındaki teri silerken gülüşü alaycı değil, samimiydi. “Bakalım o narin ellerin çay toplayacak mı?”
“Yarın kulübeye gelip beni çağırın sizinle çay toplamaya gelirim.” Onlara hiç eksilmeyen kirli çamaşırlarımı gösterdim. “Ama sizde çamaşırlarınızı yıkamayı bitirince benimkilere yardım edeceksiniz.” Hepsi gülerek kabul edince rahat bir nefes almıştım. Tüm bu çamaşırları yardım almadan yıkayamazdım.
“Kız Farah o gelen senin kocan değil mi?” Ömür’ün gösterdiği yöne bakınca patikadan inen beşliyi gördüm. Gurur dört yaşlı kadının tam ortasındaydı. “Yanındakiler kim?” diye sorduğumda Sümbül sesli bir şekilde güldü. “Dedikodu kervanı.”
Hiçbir şey anlamayarak kızlara baktığımda hepsi gülüyordu. İpek abla bana Gurur’un yanındaki yaşlı kadınları gösterdi. “En sağdaki Safiye ana ama onun dedikoduyla falan işi olmaz. Diğerleri Gülbahar, Nimet ve Fatıma teyze. Bu üç kadın ezelden beri herkesi çekiştirip dururlar. Kimin kızı kimin oğluyla ne yapmış, hepsini bilirler ve bilmekle kalmayıp tüm köye yayarlar. Hacca gidip geldiler ama hâlâ aynılar.” İpek abla bana Gurur’u gösterdiğinde gülüşü genişlemişti. “Duyduğuma göre kocan bu köye her geldiğinde en iyi onlarla anlaşırmış, neden acaba?”
“Çünkü kocamda dedikoducu,” diye homurdandığımda bunu zaten bildikleri için hepsi kahkaha atmıştı.
Safiye ana dışında hepsinin elinde bir tane Ayçiçek başı vardı. Çekirdek çitleyerek bu tarafa geliyorlardı. “Kesin beni çekiştiriyorlar, Gurur arkamdan konuşmaya bayılır.” Şu anda bana atıp tuttuklarından o kadar emindim ki. Gurur sabah evden bana kızgın bir şekilde ayrıldığı için o kadınlara beni anlatıyor olabilirdi.
Hepsi patikayı inip buraya geldiğinde Safiye ana dışında hiçbiri halimi hatırımı sormamıştı. Gurur ise başını çevirip yüzüme bile bakmamıştı. Buradaki söğüt ağaçlarından birinin gölgesine oturdular. Sabahki olay yüzünden Gurur bana tripli olduğu için bir kez olsun doğrudan bana bakmıyordu. Dişlerimin arasından kısık bir sesle, “Kocanın da triplisine düştük,” diye söylendim. Şu zamana kadar benim ona atmadığım tripleri hep o bana atmıştır.
Beşi ağacın gölgesinde dinlenirken Safiye ananın yanında getirdiği sepetin içindeki örtüyü çıkardılar. Örtüyü yere serip hepsi piknik yapar gibi sepetteki şeyleri çıkartıyordu. İpek abla az önce bana onların isimlerini söylediği için hepsini isim olarak biliyordum ama henüz tanışmamıştım. Gülbahar teyze ağzının kenarında bir bıyığın gölgesinden daha inatçı bir tutumla çenesini kaldırdı. “Haberin oldi mi, Kazım’ın oğlu kendunden on yaş büyük bi kadına kaçmiştur.” Birikmiş dedikoduları Gurur’a aktarıyordu.
Gurur sırtını ağaca yaslayıp elindeki Ayçiçek başını bir kenara bıraktı. Plastik bir kabın içindeki kara lahana sarmalarından birini bütün bir şekilde ağzına attı ama duyduklarıyla sarmayı çiğnemeyi bıraktı. “Eymen’den mi bahsedeysun? Yanlışın olmayasun, kaçtı mı yoksa kaçırdi mi?” Karadeniz ağzıyla konuşmaya başlayınca neredeyse tebessüm edecektim.
Nimet denen kadın keteye uzanırken hemen söze girdi. “Kaçurmadı da bildiğun kıza kaçıp içgüveysi olmiştur.” Hayıflanıp dövünür gibi belini büküp başını iki yana salladı. “Ne güzel evi vardu ne diye o kadına yapışti, heç bilmeyim.”
“Anası duyunca az fenalaşmadi.” Sırtındaki kambura rağmen sesi cıva gibi çıkan Fatıma teyze cık cıkladı. “Sabah ezaninda duymuştum ambulansin sesini meğer oymuş.”
Gurur kıtlıktan çıkmış gibi tabaktaki sarmaları yumulurken, “Yazik kadına,” dedi. “Eymen’in de yaptuğu iş midur da.”
Köyün namus bekçisi gibi görünen Gülbahar teyze başını ağır ağır salladı. Kolay kolay hiçbir şeyden memnun olmayan biri olmalı ki yüz ifadesi hoşnutsuzdu. “Bi çocuk anasini heç ağlatir mi? Vefasuz çıkti o fışku yiyenun uşaği.”
“Kız Fatıma hatırlaysun mu, Meyrem’in yeğenu da okumak içun İstanbul’a gittu ama kaç yıl olmiştur, ona ne oldiğini bilmeyik,” dedi Nimet teyze.
“O da kaçmiştur birine.” Fatıma teyze bunları söylerken doğruluğundan emin gibiydi.
“Kızin günahini almayasanuz.” Gurur iştahlı bir şekilde ağzındaki sarmayı çiğnerken araya girdi. “Nurperi İstanbul’a geldiğunda babasi beni aramiştur, gözüm üstündedur kızin. Okuluna gidip yurda döneyi.”
Yağlı elleriyle zeytin yağlı sarmayı tutarken aklına ne geldiyse sırıttı. “Faik emminin metres tuttuğinden haberuniz oldi mi?” Gözlerime inanamıyordum, kocam ciddi ciddi yaşlı kadınlarla dedikodu yapıyordu.
“Ha o boyi devrilesice atmişunda kudurdu.” Nimet teyze çatık kaşlarla dilini damağına vurdu. “Toprak almaz onin leşini.”
Gurur kısa bir an bana baktığında göz göze geldik fakat hemen başını çevirip önüne döndü. Egoist, dedikoducu ve aynı zamanda tripli biriydi! Yanındaki yaşlı kadını koluyla dürttü. Kambur kadın, yani Fatıma teyze gereken mesajı almış gibi bana dönüp yüzünü buruşturdu. Ağzım bir karış açılmıştı. Özellikle benim anlayacağım şekilde yüzünü buruşturmuştu. “Vışş şu çırpi gibi olan kız midur, senun hanım? Pek de sıskadir.” Beni beğenmemiş gibi ikinci kez yüzünü buruşturup Gurur’a döndü. “De bakayim bağa çok aradin mi bu kızi?
“Hanımefendi lütfen düzgün konuşur musunuz?” diye onu uyardım sakince. “Yanınızdaki hödüğe beni yakıştırmayacak kadar ne kusurum varmış?”
Hemen Nimet teyze lafa atıldı ama onun sesi daha cırtlaktı. “Bak hele nasi laf yetiştiriyi.” Gözüme sokar gibi o da yüzünü buruşturdu. “Papuç kadar da dili varidur.”
Durduk yere bana sataştıkları için kocaman açtığım gözlerle onlara bakıyordum. “Ne laf yetiştirmesi, size bir şey demedim ki.”
Plastik tabaktaki haşlanmış patateslerden bir parça kopartan Gülbahar teyzede bana bakarak yüzünü buruşturdu. Sanki her biri özellikle bana yüzlerini buruşturuyorlardı. “Daha ne diyeceksun, anca konuşa dur sen.” Takma dişleriyle ağzının içindeki patatesi çiğnerken sadece bakışlarıyla beni yerin dibine sokuyordu. “Tüm çamaşır duri orda.” Koluyla Gurur’u dürterek beni gösterdi. “Ha bunun eli iştedur, gözü her yerde.”
İnsanların sözlü saldırıları karşısında kendimi çok kötü hissettiğim için suratım asılmıştı. Somurtarak başımı eğdiğimde susmaları için her şeyi yapardım. “Ama artık ayıp oluyor.”
Sarkık memeleri göbeğine ulaşan Nimet Hanım hemen atakta bulundu. “Hiç olmazsa lafın bi ağırluğu vardur.” O da beni hiç beğenmemiş gibi bastonunun ucunu bana doğrultarak yüzünü buruşturdu. “Bir de kendine bak hele, küçük bir rüzgârda uçacak kadar inceciksun.” Sürekli yüzlerini buruşturarak bana bakmaları kendimi böcek gibi hissetmeme neden oluyordu.
Gurur’un solunda oturan Fatıma Hanım eliyle onun dizine vurdu. “De bakayim bağa, nereden buldun sen bu kızi? Bizim buralarin kızi olsa kırk kere çamaşırı sermiş, turşusunu da kurmuştu.”
“Aldığumdan beri bu böyledur.” Gurur’da onlara katılıp ağzına bir tane yeşil zeytin atarken kendi gibi olan dedikoducu kadınlara beni gösterdi. “Sabah akşam yatayi, elinden heç bi iş gelmez bu kızin.” Ölmek mi istiyordu?
Gülbahar Hanım sinirlerimi bozarak bağırdı. “Ahh, Emine’yi alaydun heç sırtını yere geturmezdi. Pehlivan gibi kız bizim Emine.”
“Onu alsaydı birlikte güreş tutarlardı artık,” dediğimde derenin içindeki kızlar gülerken bu ayaklı gazetelerin umurunda değildi. Ayrıca kim bu Emine?
“Gerçi hâlâ geç değul.” Nimet Hanım’ın çöpçatanlık damarı kabardığı için elini Gurur’un omzuna koydu. “Emine hâlâ bekar, belki de aklı sendedur.”
Bir şey söylemesi için Gurur’a baktığımda sırtını söğüt ağacına yaslamış, yanındaki yaşlı arkadaşlarının bana atıp tutmasını keyifle izliyordu. Bu da yetmezmiş gibi Emine konusunda hiç karşı çıkmayarak sırıtıyordu. Kıskançlıktan gözüm döndüğünde onun gömleğini çamaşır teknesine attım. “Ne Leyla’n bitti ne de Emine’n, bıktım senin kırıklarından!”
Onun kıyafetlerini yıkamaktan vazgeçerek dereden çıktım. Hepsinden uzak bir ağacın altına oturup kollarımı göğsümde birleştirdim. “Hiçbirinizle konuşmuyorum ben.”
Safiye ana bana arka çıkarak onları azarladı. “Rahat bırakaysunuz gelini, gayet de beceriklidur.” Bastonunu kaldırıp Gurur’un kafasına vurunca içimin yağları erimişti. “Uğraşmayasun kızla.”
Gurur kafasını tutup kısık bir sesle inleyince Fatıma Hanım hemen Safiye anaya çıkıştı. “Ha bu uşak mı becerikli?” Bunları söylerken beni gösterip yüzünü buruşturması yok mu, delirecektim. “Kocasını kurutmuş o bi kariş çenesuyle, şu hale bak…” Üzülmüş gibi Gurur’a bakıp vah vahladı. “Nasıl da solmuştur benim yiğidum.”
“Teyze gözlerin mi miyop senin?” Hayrete düşmüş bir şekilde ona Gurur’u gösterdim. “Bu herif öküz gibi neresi kurumuş bunun?” Gurur’un gömleğini geren o kaslarını görmüyor muydu?
Gurur gözlerimin içine baka baka mağduru oynayarak kaşlarını büktü ve kederli bir ifadeyle yaşlı çetesine döndü. “Görünüyorsunuz ya nasılda yeriyor kocasını.” Karadeniz ağzıyla konuşmayı bırakıp sırasıyla kadınlara baktı ve ellerini karnının hizasında birleştirdi. Şaşkınlıkla onu izlerken başını omzuna büküp bakışlarını yere indirdi. “Öküz diyor bir de bana, sorarım size öküz müyüm ben?” Öyleydi!
Safiye ana dışındaki diğer yaşlı kadınlar hep bir ağızdan bana kızacaktı ki hemen ayağa kalktım. “Özür dilerim!” Benim gibi nahif biri bu kadınların çenesiyle yarışamazdı. Onlara doğru yürüyüp bu oyunu bitirmesi için yalvaran bakışlarımı Gurur’a çıkardım. “Her ne kadar öyle olsan da sana öküz dediğim için özür dilerim ve sabah olanlar içinde.”
Dedikoducu arkadaşlarını üzerime salarak sinirlerimi bozmuştu. O kadınların neden bana böyle davrandığını ve bana bakarken neden yüzlerini buruşturduklarını anlamadım mı sanıyordu? Hepsi onun işiydi! Sabah yaptıklarımın intikamını benden alıyordu. Ondan özür dilediğim halde Gurur kendini ağırdan satarak inatçı bir şekilde çenesini kaldırdı. “Kalbimi kırdın önce düzgün bir şekilde gönlümü almalısın.” Çamaşır yıkamayı bırakıp bizi izleyen kızlar kıkırdadığında onu parçalayabilirdim.
“Nazlı gelin hemen de kalbi kırılırmış,” diye ona sataştığımda kaşlarını usulca çattı. “Düzgün konuş sensin nazlı.”
Onunla girdiğim hiçbir laf dalaşını kazanamadığım için teslim oluyormuş gibi ellerimi yukarı kaldırdım. “Valla bak sabah olanlar için çok üzgünüm. Gerçekten bir daha olmayacak, affetsen ne olur ki?”
“Yok öyle kuru kuruya af, Farah Hanım.” Yeşil gözlerindeki haylaz parıltılarla elini kaldırıp sol göğsüne bastırdı. “Kalbim kırıldı önce düzgün bir şekilde telafi etmelisin.” Çıldıracağım, kalbi de kırılırmış.
“Peki.” Sabah ona yüzümü buruşturduğum için hatalıydım bu yüzden kendimi affettirmek için hızlıca başımı salladım. “Ne yapmamı istiyorsun?”
Çamaşır teknesine attığım gömleğini gösterdi. “Önce onu yıka sonrasını düşünürüz.”
Benden istediği şeyi yapmak için dereye yürümüştüm ki, Sümbül gülerek bize patika yolunu gösterdi. “Bu gelen Emine değil mi?” Hadi ama!
Salına salına bu tarafa doğru gelen kıza çatık kaşlarla bakıyordum. Sarı saçlarının üzerine gümüş pulları olan kırmızı bir başörtü bağlamıştı. Bu uzaklıktan bakınca bile boncuk gibi olan mavi gözleri dikkat çekiyordu. Üzerinde pembe bir bluz, Karadeniz işlemelerini içeren yeleği ve çiçekli bir etek vardı. O da beline püsküllü bir kuşak bağlamıştı ve çamaşır sepetini kolunun altında tutuyordu. Bizim dereye indiğimizi duyduğu için gelmiş olmalı çünkü gözlerini Gurur’dan alamıyordu.
Ellerim yumruk olduğunda kızgın gözlerle Gurur’u kontrol ettim. Emine’ye bakmak yerine gülmemeye çalışarak beni izliyordu. Onu kıskandığımı anladığı için bunun keyfini sürüyordu. Daha Emine buraya gelmeden hemen Gurur’un ihtiyar çetesine döndüm. “Analar bu adam size ne anlattıysa hepsi yalan. Rice ederim kocamı kimseye yamamaya kalkışmayın, hem bu herifi benden başka kimse çekemez ki.”
“Bilmeyik artık,” dedi Fatıma Hanım. Haşlanmış yumurtadan bir ısırık alırken hepsi beni süründürmeye kararlıydı. “Bizim Emine senden daha iyi bir uşaktır.”
“Yahu benim ne kötülüğümü gördünüz?” Kızlar bir kez daha kıkırdarken, “Aldırma onlara,” diyen Sümbül bana arka çıktı. “Bu üçü akşama kadar gelene geçene atar. Bakma Emine’yi savunduklarına, onun da dedikodusunu yapıyorlar.”
Sarkık göğüsleri göbeğine kadar ulaşan o Nimet Hanım, “Bak sen şu poh yiyenun uşağına,” diyerek bu seferde Sümbül’e sardı. “Kız kurusu olmiş, bir de bizi beğenmeyi.”
“Nazmi efendinin oğluyla kırıştırduğuni bilmeyik mi sanırsın?” diyen Gülbahar Hanım’ın yüzünde ayıplayan bir ifade vardı.
“Teyze Allah aşkına bir sus,” diyerek araya girdiğimde konunun değişme hızına yetişemiyordum. “Sümbül ne dedi şimdi, hemen kızı asıp kesmeyin.” Bu kadınların eline düşen yanıyordu.
“Merhaba.” Emine gülümseyerek yanımıza gelince hepimiz susmak zorunda kalmıştık. Sepetini yere indirip alnındaki teri silerken göz ucuyla beni süzdü.
Kem gözlerindeki hasetliği görmemek elde değildi, daha sonra ben burada yokmuşum gibi Gurur’a dönüp cilveli bir şekilde gülümsedi. “Hoş geldin, Gurur döndüğüne çok sevindim. Bizde anamla bugün seni görmeye gelecektik.” Yıllar sonra Gurur’daki değişim çok hoşuna gitmiş gibi gözlerini kocamdan alamıyordu. “Çok değişmişsin.”
Sümbül dibime kadar girerek kısık bir sesle, “Çocukken de Emine az koşmamıştı Gurur’un peşinden ama endişelenme Gurur ona hiç pas vermezdi.” Bu kızların hepsi Gurur’la akrandı, içlerinde yaşı küçük olan sadece bendim.
Gurur düz gözlerle Emine’yi izlerken bakışlarında rahatsız olacağım hiçbir şey yoktu ama Emine’ye bakması bile benim için rahatsızlık sebebiydi. “Hoş bulduk, Emine sende çok değişmişsin.” Emine’ye nasıl hissettireceğini zerre kadar umursamadan ona beni gösterdi. “Oradaki benim karım, tanıştınız mı?” Kalbim rotasından şaşmıştı çünkü Emine’ye evli olduğunu hatırlatmıştı.
Emine beni yeni görüyormuş gibi rol yapıp sahte bir ilgiyle, “Sende hoş geldin,” dedi ama mümkün olsa saçlarımdan sürükleyerek beni bu köyden atardı. “Adın neydi?”
“Farah.”
“Bende Emine.” İsteksiz bir sesle kendini tanıtarak benim çamaşır teknemi hemen buldu çünkü Gurur’un beyaz gömleği göze çarpıyordu. Gurur’u tanıyan herkes beyaz gömlek ve siyah kumaş pantolon dışında bir şey giymediğini bilirdi. Emine çamaşır çitilemekten kızaran ellerime bakıp dudaklarını büktü. “Senin ellerin pek bir narin, baksana hemen kızarmış.” Bana iyilik yapıyormuş gibi dudaklarındaki yapmacık gülümsemeyi genişletti. “İstersen seninkileri de yıkarım.”
Gurur’un bakışları ellerime kayınca hoşnutsuzluğu tüm yüzüne yayılmıştı. “Bırak istersen Emine hemen halleder.”
“Sen sus oradan.” Ona kızdıktan sonra Emine’ye dönüp tıpkı onun gibi sahte bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. “Çok düşüncelisin ama kocamın kıyafetlerini ben yıkarım.” Derenin içine girerken Gurur’un kıvrılan dudaklarını görmüştüm.
Taşın üzerine koyduğum tokucu alıp yanıma koyduğumda hepsi beni izliyordu. Gurur’a olan sinirimi onun gömleğinden çıkarmak istediğim için gömleğini top haline getirip düz bir kayanın üzerine koydum. Ahşap tokucu kaldırıp sertçe gömleğe vurduğumda teyzelerden biri, “Uyy!” diye bir feryat kopardı. “O düğmeler kırıldi da.”
“Kırılmayi teyze hemen zelzele koparmayasun.” Elimdeki tokuçla doğrulup onun konuşma şeklini taklit ederek bir elimi belime koydum. “Ya yanundaki uşağun kafasini kıracağum ya da bu gömleğun düğmeleruni.” Kavgaya tutuşmaya hazır biri gibi omuzlarımı dikleştirdim. “Seç bakayim hangisini yapayim?”
Onlar gibi konuşunca bir sessizlik yaşanmıştı. Her biri birbirine bakarken bu baş belalarının keyfi biraz daha yerine gelmişti. Bıyık altındaki gülüşlerini saklamak için hepsi farklı yönlere bakıyorlardı. Gurur ise gözlerindeki parıltıyla beni izlerken dudaklarında insanın içini ısıtan bir gülümseme belirmişti. Bir an boş bulunup, “Nasıl da güzel konuşuyor, o dillere kurban…” deyince tüm kadınlar gülmeye başlamıştı. Ben bile neredeyse gülecektim çünkü bu kelimeler istemsizce dudaklarından dökülmüştü.
Gurur’un bana olan yoğun bakışları bir tek Emine’yi rahatsız ediyordu. Önüme dönüp kızların bana öğrettiği gibi sabunla Gurur’un gömleğini köpürttüm. Dizlerime kadar suyun içindeyken yapabildiğim kadarıyla gömleği çitileyip suyun içine batırdım. Birazda suyun içinde yıkayıp köpüğünü aldıktan sonra sıkmaya çalıştım. Bunu yaparken bir adım arkaya attığım için dipteki yosunlardan birine basıp düşmüştüm. Cuk diye suyun içine düştüğüm için etrafıma sular sıçramıştı.
Suyun içine bir kez batıp çıkmıştım. Kafamdan aşağıya sular damlarken bir anlığına etrafımdaki herkes kaybolmuştu. Saçlarımdan akan sular beni dün geceye götürdüğü için kaskatı kesilmiştim. Gurur’un beni yıkarken saçlarıma döktüğü su gözümün önünde belirmişti. Zihnimde küçük bir çatlak oluşunca hemen devamında dün geceyle ilgili bazı sahneleri hatırladım. Birbirimize duygularımızı itiraf ettiğimizi hatırlayınca gözlerim büyüdü.
Gurur’un dün gece beni sevdiğini söylediği sesi kulaklarımda çınlayınca kalbim titremişti. Bende onu sevdiğimi itiraf etmiştim ama beni utandırmamak için sabah bu konuda tek kelime etmemişti. Elim karnıma uzandığımda nefes alışlarım hızlanmıştı. Karnıma dokunup benden bir çocuk istediğini söylemişti. Geceyle ilgili her şeyi hatırlamıyordum ama bazı şeyleri hatırlamaya başlamıştım. Ona geçmişimi anlatmıştım ama ne kadarını anlattım, işte bunu kestiremiyordum.
Beni öpüşü, dokunuşu ve sevdiğini söylemesi rüya değildi, gerçekten yaşanmıştı. İntikamından vazgeçip benimle mutlu olmayı seçmişti, Gurur bu konuda yalan söyleyecek biri değildi. Kaburgalarımın içindeki kalbim çılgına dönmüştü. Ali yanılmamıştı, Gurur beni gerçekten seviyordu. Dudaklarımda beliren gülümseme yeniden doğmuş birinin yaşama sevincine gebeydi. O da beni seviyordu.
Biri kollarımdan tutup beni ayağa kaldırana kadar düştüğüm yerde suyun içinde kalmıştım. Başımı kaldırınca bana yardım eden kişinin Gurur olduğunu gördüm. Bana ne kadar kızgın olursa olsun düştüğümü görünce hemen dereye girmişti. Dün gece yaşanan şeylerin çoğunu hatırladığımdan habersiz endişeyle yüzüme yapışan saçlarımı çekti. “İyi misin, Farah?”
Hatırladıklarımın etkisi çok sarsıcı olduğu için ona cevap verecek durumda değildim. Fatıma teyze ayağa kalkıp derenin kenarına yaklaştı. Karadeniz ağzıyla konuşmayı bırakıp beni yanına çağırdı. “Üşüteceksin gel buraya.”
Gurur’un yardımıyla dereden çıktığımda Nimet teyzede yanıma gelip beline bağladığı kuşağı çıkarttı ve şal gibi omzuma atarak beni sıcak tutmaya çalıştı. “Bırak o kot kafalının gömleği de yıkanmasın, sen gel dinlen biraz.” Sanırım cezama af gelmişti yoksa daha beni süründürürlerdi.
Beni söğüt ağacının altına götürüp güneşi göreceğim bir yere oturttular. Omzuma attıkları şeye sarılıp tir tir titrerken Gurur ipe astığımız çamaşırlara baktı. “Fadime,” deyince kızlardan biri hemen ona döndü. “Kuruyan kıyafetler varsa Farah’a getir hasta olmasın.” Beni düşünmek şimdi mi geldi aklına?
Fadime ipteki kıyafetleri kontrol edip yazlık ince bir elbiseyi aldı. O çiçekli elbise Sümbül’e ait olduğu için ona gösterdi. “Farah’a ödünç versek sorun olur mu?”
Sümbül tebessüm ederek başını salladı. “Hediyem olsun.”
Ayağa kalkıp çiçekli elbiseyi aldığımda sık ağaçların olduğu yöne baktım. Buradaki herkes kadın olsa da onların yanında soyunmaktan utanıyordum. Üzerimi değiştirmek için tam gidecektim ki gözlerim Emine’yi bulunca Gurur’un kolunu sıktım. “Sende benimle geliyorsun.” Kısa bir anlığına da olsa onu burada Emine’yle bırakamazdım.
İhtiyar çetesi kıskandığımı görünce açıkça gülerken, Gurur bıyık altında gülerek ayağa kalkmıştı. Bana ağaçları gösterip önde yürüdü. “Acele et üşümeni istemiyorum.” Adımlarımı hızlandırıp onun kolunun altına girerek ona sokuldum. “Üşüdüm bana sarıl,” derken göz dağı verir gibi ters ters Emine’ye bakıyordum.
Gurur, Emine’ye attığım düşmanca bakışları görünce neredeyse gülecekti. Onu kıskanmamı çok tatlı bulmuş olmalı ki yeşil gözlerinde oluşan muzır parıltılarla üzerime eğildi. “Sen nasıl bir baş belasısın?” Keyifli bir sesle konuşup beni kucağına almıştı.
Küçük adımlarla yürüdüğümü bildiği için oyalanıp hasta olmamı istememişti. Onun adımları daha büyük olduğu için gideceğimiz yere daha hızlı ulaşabilirdik. Ağaçların arasına karışıp kimsenin bizi göremeyeceği bir yerde durdu. Beni yere indirdiğinde üzerimi değiştirmem için bana sırtını dönmüştü. Üstümdeki ıslak kıyafetleri çıkartırken onun sırtıyla bakışıyordum. “Sana söylemem gereken bir şey var,” dediğimde sessizlik içinde beni dinliyordu. “Sana inanıyorum.”
“Hangi konuda?”
“Sonat konusunda.” Sonat’ın adını duyunca bile geniş omuzları gerilmişti. “Sonat’la olan kavgan gerçekten çok ağır ve şiddetliydi, bu yüzden olayın sıcaklığıyla sana çok yüklendim.” Omuzlarım düştüğünde artık bu konunun kapanmasını istiyordum. “Sana kızgın olduğum için o esnada sana inanmadım ama biraz düşününce…” Suçluluk hissiyle nefesimi verdim. “Doğruları söylediğini anladım.”
Üzerimdeki her şeyi çıkartıp sadece iç çamaşırlarıyla kaldığımda Sümbül’ün elbisesini aldım. “Ben sadece kızgınım ama kendime. Yani nasıl…” Boğazımda bir düğüm oluştuğunda konuşmaktan bile zorlanıyordum. “Neden bu kadar aptalım ki? Babası benim babama hayatı dar etmişken oğlunun ondan farklı olacağını nasıl düşünebildim?” Gurur kıskanç biri olabilirdi ama sırf kıskandığı için bir insanı o hale getirecek biri değildi. Sonat ona o çirkin sözleri gerçekten söylemeseydi Gurur kendini o kadar kaybetmezdi.
Gurur’un yerine hangi erkek olsaydı o şekilde tepki verirdi. Karısı hakkında ileri geri konuşan birine kimse kayıtsız kalmazdı. Üstelik Gurur o gece Sonat’ın evinde kaldığımı bile bilmiyordu. Bunu sadece Sonat ile ikimiz biliyorduk. Sonat eğer benimle yattığını söylemeseydi, Gurur geceyi onun evinde geçirdiğimi bilemezdi. Bu bile Gurur’un bana yalan söylemediğini gösteriyordu.
Hepsi bu da değildi, o gece Sonat’ın Gurur’a nasıl baktığını görmüştüm. Onun bakışlarında tehlikeli bir nefret vardı. Gurur’la bir sorunu olduğunu anlamıştım ama onu kızdırmak için beni kullanacağı aklıma bile gelmemişti. Bunu çok çirkin bir şekilde yapmıştı. Benim hakkımda konuşmak kimsenin haddine değildi, bir daha Sonat’ın yüzünü bile görmek istemiyordum. “Onun iyi biri olduğunu düşünecek kadar aptalım.”
Kendime kızıp durduğumda Gurur’un sesi yatıştırıcıydı. “Aptal değilsin, Farah sadece fazla iyisin ve insanları tanımıyorsun.”
Sümbülden aldığım elbiseyi giydikten sonra küçük adımlarla ona doğru yürüdüm. Bana sırtı dönük olduğu için arkadan ona yaklaşıp sarıldım. Başımı sırtına yasladığımda ellerimi karnında birleştirmiştim. Beklenmedik bu yakınlığımda Gurur sertçe yutkunduğunda en tatlı sesimle, “Benim için gerçekten intikamından vazgeçtin mi?” diye sordum.
Karnındaki elimi tutarak yavaşça bana döndüğünde dün geceyi hatırladığımı anlamıştı. Ona olan aşk dolu bakışlarımı gördükçe gözlerinin içi ışıldarken eğilip yüzümü ellerinin arasına aldı. Yavaşça yanaklarımı okşarken sanki sahip olduğu en değerli şeye bakıyordu. “Bende yalan olmaz, Farah.” Başını ağır ağır iki yana salladı. “Dün gece söylediklerimin hepsi doğruydu, senin için her şeyden vazgeçebilirim.”
“Peki, ya aileme verdiğin zarar?”
Gözlerime dalıp giderken bu konuda da içimi rahatlatmak ister gibi sıcacık bir sesle konuştu. Bunu yaparken parmakları yüzümde geziniyordu. “Baban bugün yatırımcılarla projenin anlaşmasını imzaladı. Bir saat önce aileni iflastan kurtaracak para şirketin hesabına yattı. Artık her şey düzeldi.” Burada olsa bile İstanbul’da olup biten her şeyden haberi vardı. Hiçbir aksilik çıkmadan ihtiyacımız olan paraya kavuşmak bende tarifi olmayan bir sevinç yaratmıştı. Tüm o ekonomik kriz nihayet bitmişti.
Yeni bir başlangıç yapmanın mutluluğuyla parmak uçlarımdan yükselip onu öptüm. Dudaklarımız birleştiği an bana karşılık vermek için hiç beklememişti. Gurur’un dudakları dudaklarımı talan ederken kollarının arasında kuş gibi titriyordum. Karşılıklı birbirimize karşı çok hatamız olmuştu ama bence ikinci bir şansı hak ediyorduk. Soluğumu kesene kadar Gurur beni öpmeyi bırakmamıştı. Nefes nefese ondan ayrıldığımda bana olan bakışları çok güzeldi.
Onun en küçük bakışıyla kızaracak kadar utangaç biri olduğum için kollarının arasından çıktım. Dereye dönmeden önce onunla bu ormanda biraz yürümek istiyordum çünkü burası çok güzeldi. Her yer yemyeşildi ve rengarenk çiçekler vardı. Yanında yürürken gözlerini dahi kırpmadan beni izlediği için adımlarımı hızlandırdım. “Bizde düğüne gidelim mi?”
Şaşırdı. “Düğüne mi gitmek istiyorsun?”
“Evet, yarın da kızlarla sözleştik çay toplamaya gideceğiz.” Buraya uyum sağlamaya başladığımı görünce dudağının köşesi kıvrılmıştı. “Yarın bana da ayıracak zamanın var mı? Seni götürmek istediğim bir yer var.”
Onun önünden yürüyüp rengarenk çiçeklerin arasından geçerken hoşuma giden çiçekleri toplamaya başlamıştım. “Bilmem.” Yerdeki papatyalardan birini kopartıp gözlerimi süzerek ona baktım. “Beni bir yere götüreceksen önce bu konuda beni ikna etmelisin.” Cilveli bir sesle konuşup gözlerinin içine baktım. “Bunun için ne yapabilirsin?”
Baştan ayağa beni süzdüğünde yeşil gözleri vücudumun kıvrımlarında geziniyordu. Gözleri koyulaşırken yoğun bir arzuyla belli belirsiz gülümsedi. “Seni ikna etmeye bu geceden başlayabilirim.”
Topladığım çiçekleri göğsümün önüne koyduğumda neyi ima ettiğini anladığım için kıpkırmızı olmuştum. “Sen… Çok ayıp neler diyorsun öyle.” Ona çıkıştığımda aramızdaki mesafeyi kapatmak için adımlarını hızlandırdı ama bakışları muzırdı. “Sana daha ayıp şeyler yapmak için çıldırıyorum.” Bu kadar açık sözlü olmak zorunda mıydı?
Daha o bana yetişmeden hemen ondan uzaklaştım. O bana yaklaştıkça çiçek toplama bahanesiyle ondan en uzak yere kaçıyordum. Her defasında bizden en uzak çiçeğe doğru koşup aramızdaki mesafeyi açıyordum. Tek bir sözüyle beni ne kadar ürküttüğünü görünce gülerek başını iki yana salladı. “Sonsuza kadar benden kaçabileceğini mi sanıyorsun?”
“Nereden biliyorsun belki kaçarım.”
“Her yerde bulurum seni,” dediğinde ağır adımlarla bana doğru ilerliyordu.
Eğilip yerdeki bir çiçeği kopartarak ona gülümsedim. “Ya bir gün beni bulamayacağın bir yerde izimi kaybettirirsem?” Doğrulup topladığım çiçekleri kokladım. “O zaman çok özler misin beni?”
Beni bir an olsun kaybetmeyeceğinden emin bir şekilde güldü. “Bunun olmaması için seni gözümün önünden hiç ayırmayacağım.”
Tam bana yaklaşmıştı ki onunla oyun oynamayı seven bir yanım olduğu için yine ondan kaçtım. Sesli gülüşünü duydum. “Çocuk.”
Başımı çevirip arkama, yani ona bakarak gülümsedim. “Çocuk yerine koyduğun kadını seviyorsun?”
“Konu senken sevmemek elde değil,” diye mırıldandığında mutluluktan ayaklarım yerden kesilmişti. Onun yanında çocuklaşıp ona şımarmam çok hoşuna gidiyordu çünkü bir kadın yalnızca sevdiği adamın yanında çocuklaşırdı.
Ben sürekli bir yerlere koşup duruyordum ama Gurur ağır adımlarla beni takip ediyordu. O beni yakalamasın diye sürekli kaçıp durduğum için arkamda söylediği şarkı adımlarımı yavaşlatmıştı. “Geldi yâri almaya, girdi limana gemi.” Ona döndüğümde sakin adımlarla yürürken belki de ilk kez gerçek anlamda mutluydu. “Habu ander sevdaluk yedi biturdi beni.” Elini kaldırıp bana kendini gösterdi. “Yedi biturdi beni, yedi biturdi beni.” Sesi o kadar güzeldi ki o ne zaman şarkı söylese dudaklarımda hep bir tebessüm belirirdi.
Başını hafifçe iki yana salladığında bile gözlerini benden ayırmıyordu. “Dağlara tepelere yazin duman olur mi?” Ona gülümsediğimde yakışıklı yüzünde beliren huzurla, “Yazin duman olur mi, yazın duman olur mi?” dedi. Hemen ardından ondan kaçıp durduğum için aramıza koyduğum mesafeyi gösterdi. “Kız seni sevdum diye bu kadar naz olur mi?” Güldüğünde şarkı söyleyen sesi bu sefer sitem eder gibiydi. “Bu kadar naz olur mi, bu kadar naz olur mi?”
O şarkı söyleyince her şeyi unuttuğum için elimdeki çiçeklerle yerimden hiç kıpırdamadım. Gurur beni durdurmanın yolunu bulmuş gibi şarkı söyleyerek her adımla bana yaklaşıyordu. Şarkıyı sonuna kadar söyleyip yanıma geldiğinde belimi yakalayıp beni arkamdaki ağaca yasladı. Bu sefer şarkı söylemedi ama şarkının söylerini normal bir şekilde söyleyip hesap sorarcasına gözlerime baktı. “Kız seni sevdum diye bu kadar naz olur mi?”
Kıkırdayarak başımı kaldırıp ona baktım. Tam bir şey söyleyecektim ki arkasındaki ağaçların arasındaki karaltıyı son anda görmüştüm. Dudaklarımdaki tebessüm silinirken yüreğim ağzıma gelmişti. Kendime düşünme payı vermeden önümde kalkan gibi duran Gurur’u kenara ittiğimde kurşunun sesi kulaklarımızda yankılandı. Ormanın içine ağıt gibi düşen kurşunla önce elimdeki çiçekler yere düştü, daha sonra da ben dizlerimin üzerine düştüm. Gurur’un, “Farah!” diye haykıran sesini duyduğumda bir an için her şey son bulmuştu.
Mutluluğum yoğun bir acıyla benden alınmıştı.
Ama iyi biliyordum ki o kurşunun asıl hedefi Gurur’du.
Yorumlar