“Nereden bilsinler ki onu kanatan kurşunun benim kalbime saplandığını ve onu inciten herkesin kendi mezarının kazıcısı olduğunu.”
Gurur Kalender
Başlarda her şey yolundaydı hem de hiç olmadığı kadar. Günler süren bir gerginlik ve yanlış anlaşılmalardan sonra Farah’la bugün her şey yoluna girmeye başlamıştı. Güneş ışıklarının düştüğü yemyeşil ormanda Farah, bir peri kızı misali oradan oraya koşmuştu. Dudaklarımdaki küçük bir tebessümle onu izlemiş, bana yaşattığı mutluluk hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti. Farah yerdeki rengarenk çiçekleri toplarken ben ona yetiştikçe daha uzağa kaçıyor, cilveli bakışlarıyla beni kışkırtıyordu.
Onun canlı siyah gözlerini ve dudaklarındaki gülüşünü izlerken nihayet ona yetişmiştim. Onu kollarımın arasına almaya hazırlandığım esnada bir şey oldu. Farah’ın bakışları kısa bir an omzumun arkasına kaydığında güzel yüzü sarardı ve dudaklarındaki gülüşü kayboldu. Daha ben arkamı dönüp kontrol edemeden onun o narin ellerini göğüs kafesimde hissettim. Ondan beklemediğim bir güçle beni sertçe ittiğinde kulağıma bir ses ulaşmıştı.
Bir kurşun sesi.
Ve hemen ardından Farah’ın acı dolu inleyişi.
Her şey bir anda olmuştu, bunu engellemek için hiçbir şey yamadım. Kulağımda bir kurşunun çıkardığı o tok ses çınlarken, Farah’ın omzunu parçalayan kurşunun acısını yüreğimde hissettim. Kurşun omzuna saplandığı an çenesine ve siyah saçlarının ucuna kan sıçramıştı. Farah titrediğinde nefes bile alamadım. Bir donma anı yaşar gibi bu anda tutuklu kaldığımda istesem de kıpırdanamıyordum.
Sanki nefret ettiğim bir anın içine hapsolmuştum. Farah’ın elindeki çiçeklerin nasıl toprağa düştüğünü gördüm. Omzundan akan kan eline ulaştığında sıkıca tuttuğu eli gevşemişti. Onun kanı özenle topladığı beyaz papatyalara, mor menekşelere ve kan kırmızısı gelincik çiçeklerine bulaşmıştı. Açılan parmaklarının arasında çiçekler ayaklarının önüne düştüğünde her şeyi ağır çekimde izler gibiydim.
Aslında tüm bu olanlar sadece birkaç saniyelik olaydı ama bana saatler gibi gelmişti. Gözlerim bir saniyeliğine karımın siyahlarıyla kesiştiğinde işte tam bu esnada gerçeklik algısını kazanmıştım. Farah’ın acıyla titreşen gözlerine bakınca içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Onu tutmak için öne doğru atıldım ama daha ben onu tutamadan dizlerinin üzerine sertçe düşmüştü.
“Farah…” Adı önce fısıltıyla dudaklarımdan çıktı fakat daha sonra haykırırcasına, “Farah!” diye bir feryat kopmuştu yüreğimin en derinlerinde. Sesimde bile onu kaybetme korkusu vardı.
Hemen onun yanına diz çökerek elimi durmaksızın kanayan omzuna bastırdım. Kan ve Farah’ı hiçbir zaman aynı çerçevenin içinde hayal etmediğim için beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Hayır, lan hayır!” derken kendi kendime konuştuğumun farkında bile değildim. “Neden bu kadar kanıyor, sikeyim neler oluyor!” Konu bu kız olunca aklım durduğu için bir türlü düşüncelerimi toparlayamıyordum.
Omzundaki açık yaradan şiddetli bir şekilde akan sıcak kanı parmaklarımın arasından sızıyordu. Onun bir damla gözyaşına dayanamazken Farah’ın kanını avuçlarımın içinde hissediyordum. Acıyan, kanayan ve hatta titreyen Farah’tı ama ölen sanki bir tek bendim. Bunu ona yapanların gazabı olacaktım. “Bunu neden yaptın!” Yarasına tampon yaparken çıldırmış bir şekilde solgun yüzüne baktım. Her geçen saniyeyle güzel yüzü biraz daha soluyordu. “Nasıl böyle pervasızca canını hiçe sayarsın!” Bana sıkılan bir merminin önüne atlarken aklından ne geçiyordu!
Yerde yoğun bir acıyla titrerken gözlerini açmakta zorlanıyordu. Dudaklarından sızan kanı görünce burnumun direği sızlamıştı. Ondan daha çok titrediğimi fark etmiş gibi omzuna baskı yapan elime baktı. Daha sonra acı çeken bakışlarını bana çıkardığında dudaklarından bir inilti döküldü. “Gurur…” diye fısıldadı yorgunca. “Ba-babam bilmesin çok üzülür.” Bu hâldeyken bile tek düşündüğü babası mıydı?
Ondaki nasıl bir baba sevgisiydi, aklım almıyordu.
Hemen onu kucağıma alıp koşar adımlarla yürümeye başladım. Ağaçların arasında süratle geçerken Farah’ı sıkıca göğsüme bastırmıştım. Kanayan omzu sol göğsümün hizasına geldiği için sanki onun kanı kalbime sızıyordu. Her adımımla Farah’ın inleyişleri arttığı için delirmek üzereydim. Çok hızlı yürüdüğüm için hissettiği sarsıntı daha çok canını yakıyordu ama duramazdım. Kaybedecek bir saniyem bile olmadığı için bir an önce onu hastaneye götürmeliydim.
“Farah n’olur dayan. Sana yalvarıyorum kendini bırakma. Geçecek, birazdan hastanede olacağız.” Ağaçların arasında aceleyle geçerken yürümek yerine aslında koştuğumun farkında bile değildim. “Kurbanın olayım sakın o gözlerini kapatma!” Onu hiç bırakmak istemediğim için o kadar sıkı sarılıyordum ki, sert tutuşum yüzünden canını yaktığımı anlayacak durumda değildim.
Vücudumdaki kaslar gerilmiş, kollarım bir mengene gibi Farah’ı sarmıştı. Onun sıcak kanını sol göğsümün üzerinde hissettikçe çıldırma noktasına geliyordum. “Dayan güzelim, dayan birazdan hastanede olacağız!” Normalde de gür çıkan sesim şimdi bağırır gibiydi. Belki de bağırıyordum ama bunu bile anlamıyordum.
“Gurur…” Farah’ın o ince ve kadife gibi yumuşak sesini duyduğumda başımı eğip bembeyaz olan yüzüne baktım. Gözlerinde görmeye alışık olduğum o parıltılar kaybolmuş, teni kireç gibi solmuştu.
Kanın sızdığı dudakları aralıklıydı ve nefes alışları sıklaşmıştı. Bana bakmak için kendini zorlarken cılız ve zayıf bir sesle, “Ki-kimse bilmesin,” diye fısıldadı. “Yoksa yine seni suçlarlar.”
“Benim yüzümden bunlar başına gelmemiş gibi konuşma!” Ailesi beni suçlamakla sonuna kadar haklıydı. İkinci kez onu kaçırıp ailesinden koparmıştım ve o, ikinci kez benim yüzümden kan revan içinde kalmıştı. Sikeyim, hepsi benim suçumdu, onu koruyamamıştım. Etrafına düzinelerce adam diksem bile bir şekilde zarar görüyordu ve ben buna engel olamıyordum!
Benim yanımda güvende değildi. Farah bir şey söylemek için dudaklarını araladı ama tek kelime edemedi. Gözbebekleri kaydığında içine çektiği nefesi veremeden gözleri kapanmıştı. Sertçe yutkunduğumda adımlarım artık durmuştu. Koşmaktan nefes nefese kalmış bir hâlde Farah’a bakıyordum çünkü karım nefes almıyor gibiydi. Üstelik artık bana bakmıyordu çünkü gözleri kapanmıştı. “Farah?” Sesim fısıltıyla çıktığında onu hafifçe sarstım. “Farah bana bak, sana yalvarıyorum aç şu gözlerini.”
Hiç tepki almayınca onu daha çok sarsıp, “Farah!” diye bağırarak uyandırmaya çalıştım. Uyudu mu yoksa… “Ha-hayır.” Çıldırmış gibi başımı iki yana sallayarak onun öldüğüyle ilgili korkunç düşüncelerden kurtulmaya çalıştım.
“Bana bunu yapamazsın!” Dizlerimin bağı çözüldüğünde sertçe yere düştüm ama acıyan dizkapaklarım zerre kadar umurumda olmadı. Hemen Farah’ı yere indirip yüreğim ağzıma gelmiş bir şekilde başımı göğsüne yasladım. “Kulun kölen olayım bunu bana yapma be kızım.” Onu geç bulmuşken bu kadar erken kaybedemezdim.
Kalbinin sesini duymaya çalışırken gözlerimden sızan bir damla kanın farkında bile değildim. Farah’ı kaybetmek beni sadece yıkmaz, paramparça edip öldürürdü. Onun kadifemsi sesini duymadan, güzel gözlerine bakmadan ve gülümseyişini görmeden yaşayabilir miydim, sanıyordu? Nefesimi tutarak kalbini dinlediğimde göğüs kafesinde gelen cılız seslerle sanki dünyalar benim olmuştu. Şükürler olsun ki kalbi hâlâ atıyordu.
Hemen onu yeniden kucağıma alıp ağaçların arasına girdim. Ali ve diğer adamlarımın koşarak bana doğru geldiğini gördüğümde bile hızımı düşürmedim. Silah sesini duyunca bizi bulmak için ormanın içine dalmışlardı. Daha onlar bana yetişmeden şiddetli bir sesle, “Ali!” diye bağırdım. “Ara adamları arabayı dereye getirsinler!” Farah’ın kaybedecek bir saniyesi bile yoktu.
“Diğerleri dağılsın ormanı arasın! O siktiğim piçi fazla uzaklaşmış olamaz. Onu canlı istiyorum!” Ali ve Yalçın dışında diğer adamlarımın her biri bir yere dağılmıştı. Farah’a bunu yapanın ecdadını sikecektim. Buraya beni vurmaya geldiyse işini düzgün yapıp beni vurmalıydı, karımı değil!
Birbirine karışan düşüncelerimin gittiği yönden emin değildim ama ne hissettiğimi iyi biliyordum. Karım kanlar içinde kollarımın arasında yatarken hissettiğim tek şey yoğun bir korkuydu. Korkuyordum ama bu öylesine basit bir korku değildi. Yanmaktan bile çok öte bir korkuyla kuşanmıştım.
Yanılmışım en büyük korkum ateş değilmiş ya da artık öyle değildi.
Farah’ı kaybetmek tüm korkuların en büyüğüydü.
***
Ameliyathanenin kapısıyla bakışırken yerimde duramıyordum. Bir hastane koridorunda şuursuzca dönüp dururken tek istediğim bu kapının açılması ve doktorun bana onun iyi olduğunu söylemesiydi. Hiçbir şey yapmadan burada beklemekten kafayı yiyecektim. Onu zamanında hastaneye getirebildim mi yoksa ona geç mi kaldım, bilmiyordum. Hastaneye gelir gelmez onu benden koparıp hemen ameliyathaneye almışlardı.
“Çok kan kaybetti!” Parmaklarımı hırsla saçlarımın arasından geçirirken yanında durduğum duvara yumruk attım. Sinirden bu attığım kaçıncı yumruktu, hiç bilmiyordum ama Farah biraz daha içeriden çıkmazsa elimi sakatlamam an meselesiydi. “Kaç saat oldu, neden kimse bir şey söylemiyor!”
“Abi sakin ol.” Ali’nin sesini duyduğumda çatık kaşlarla ona döndüğüm gibi yumruğumu suratına geçirdim. “O amına koyduğum iti burnumuzun dibine girene kadar siz neredeydiniz!”
Suratına yediği yumrukla geriye sendeleyen Ali’nin üzerine yürüyüp yakasını kavradım. Sırtını sertçe duvara çarptığımda her an tüm hıncımı ondan çıkartabilirdim. “İşinizi düzgün yapsaydınız karım şu anda hastanede olmayacaktı!” Ve bende üzerime düşeni yapsaydım bütün bunlar yaşanmayacaktı. Ali’ye kızıyordum ama aslında tüm öfkem kendimeydi. Karım benim yüzümden canıyla uğraşıyordu. Bir kez daha onu koruyamamıştım.
“Dur artık evlat.” Salih kaptan kolumu tutarak beni Ali’den uzaklaştırdı. İhtiyatlı gözlerle bana bakarken kolumu bırakmıyordu. “Öfkeni etrafındakilerden çıkartarak olanları değiştiremezsin.” Koridordaki kalabalığı bana göstererek sakin olmam gerektiğini hatırlattı. “Tüm bu insanlar senin için burada, böyle yaparak onları da endişelendiriyorsun.”
Başımı çevirip koridora baktığımda iğne atsak yere düşmezdi. Tüm esnaf çarşısı ve Ordu’daki dostlarım buradaydı. Olanları duyan herkes soluğu burada almıştı. Onlardan gitmelerini istediysem bile inatla gitmiyorlardı. Farah dışarı çıkmadan hiçbiri buradan gitmezdi. Her şey üstüme üstüme gelirken nefes alamadığımı hissettim. Farah olmayınca nefes almak bile işkenceden farksızdı.
İnsanların beni teselli etmesine ihtiyacım yoktu, ihtiyacım olan tek şey Farah’ın o ameliyathaneden çıkmasıydı. Herkesten uzak bir yere oturarak yüzümü ovuşturdum. Buraya gelene kadar çok kan kaybetmişti, durumu iyi miydi? Kana ihtiyacı varsa doktorlar bununla ilgili bir şey söylerdi, değil mi? Ellerime bakınca gözlerim öyle bir sızladı ki, sızısını ta yüreğimde hissettim.
Ellerimi henüz yıkamadığım için parmaklarımda Farah’ın kanı vardı. Gözümden bile sakındığım nazlı karımın kanı ellerimde kurumuştu. Onun eline iğne batsa hemen gözleri dolar, suratı asılırdı. O kadar hassas ve narindi ki sanki porselenden bir bebekti. Şuradan şuraya bile yürüyemez, bacaklarım ağrır diye sızlanırdı. “Nasıl kıydınız lan ona!” Düşündükçe daha çok deliriyordum. Üzerine titrediğim bir kıza nasıl kıymışlardı!
“Allah şahidimdir ki hepinizin soyunu kurutacağım!” Nisan diğer çocuklarla hâlâ dere kenarındaki ormanı arıyordu. O piçi buldukları an kimin köpeği olduğunu öğrenecektim.
Peki, ya Farah bunu nasıl yapmıştı? Kendi canını hiç düşünmeden benim önüme atladığına inanamıyordum. Nasıl böyle aptal olabilirdi! Böyle yaparak beni koruduğunu mu, sanıyordu? “Ulan sana bir şey olsa ben yaşar mıyım, sanıyorsun!” Uyandığında bu yaptığı için onun da canına okuyacaktım. Önceliği hep başkalarıydı, hiçbir konuda kendini düşünmüyordu.
Başımı ellerimin arasına alıp olanları kara kara düşünmeye başladım. Sadece bir an bana gülümserken hemen ardından kanlar içinde yere düşmüştü. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki olanların önüne geçememiştim. Benim yüzümden tüm bunları yaşamıştı. Onunla tek başıma ormana girmek yerine yanıma adamlarımı almalıydım. Tüm o adamları onu korumak için Ordu’ya getirmiştim ama ne ben ne de onlar Farah’ı koruyamamıştı.
Salim kaptan yanıma oturup omzuma sıktığında bile başımı kaldırmadım. Hissettiğim suçluluk duygusu o kadar ağırdı ki, eğdiğim başımı kaldıramıyordum. “Bunu ikinci kez yaşıyor ve yine sebebi benim.” Sesim fısıltıyla çıkarken gözlerim yanıyordu. Karımı bile koruyamayacak kadar boktan bir heriftim.
“Üç yıl önce onu kaçırdığımda da sonu hastane bitti.” Sesim titrediğinde şakaklarıma daha sert baskı uyguladım. Kafamın içinde hiç susmayan bir ulus vardı ve her biri avaz avaz bağırıp beni suçluyor, ona zarar verdiğimi söylüyordu. Ben bile kendimi suçlarken o sesleri susturacak hiçbir şey yapamıyordum. Farah yanımda olduğunda nadiren duyduğum o sesler… Onun yokluğuyla bana işkence ediyordu.
Burnumdan nefes aldıkça Farah’ın gömleğime bulaşan kanının kokusunu daha yoğun soluyordum. Bunu yapmak azapların en büyüğüydü. Salim kaptanın, “Karın iyi olacak, kendini toparlamalısın,” diyen sesi bana daha iyi hissettirmiyordu. “Ölümcül bir yara almadı, yarası omzunda.”
Eğdiğim başımı yavaşça kaldırdığımda inanamayan gözlerle ona bakıyordum. “Omzundan vurulması bana daha iyi hissettirmeli mi?” Dişlerimi gıcırdatarak sıktığımda öfkemi kimden çıkartacağımı bilmiyordum. “Bu kızın saçından tek bir tel kopsa benim içim gidiyor, akan bir damla kanıyla ne hissettiğimi nereden bileceksiniz.”
Nasıl dağıldığımı gördüğü için düşünceli gözlerle beni izlerken, “Onu gerçekten seviyorsun,” dedi hafif şaşkın bir sesle. Bu kadarını o bile beklemiyordu.
“Kardeşim nerede!” Koridoru birbirine katan bir sesle başımı çevirdiğimde Aksa Atılgan’ı, şimdiki adıyla Aksa Bolatlı’yı gördüm. Onun burada ne işi vardı?
Farah’ın kuzenini uzun süre İstanbul’da tutamayacağımızı biliyordum. Farah’ı kaçırdığımda Ordu’ya gelen tüm uçuşları ve otogarları yakın takibe aldırmıştım. Hiçbir akrabası buraya gelmesin diye gereken tüm önlemleri almış, giriş çıkışları onlar için kapatmıştım. Ancak Aksa denen bu kız bir yolunu bulup buralara kadar gelmişti. Gelmek için çok yanlış bir zamanı bulmuştu.
Farah’a olanlar herkes tarafından konuşulduğu için Aksa’nın olanları öğrenmesi uzun sürmemişti. Kuzenini görmek isterken onun bir hastanede olduğunu duymayı beklemiyordu. Hızlı adımlarla koridordaki kalabalığı geçip öne çıktığında beni görünce adımları durmuştu. Bir yanı kısa diğer yanı biraz daha uzun olan yamuk saçlarını hırsla arkaya ittiğinde kaşları çatıktı.
Gömleğimdeki kana baktıkça kahve gözleri biraz daha değişiyordu. Yorgunca ayağa kalktığımda Aksa hâlâ beyaz gömleğime bulaşan kana bakıyordu. “Fa-Farah’ın kanı mı o?” Sesi titrerken yerinde hafifçe sendelemişti. “Kardeşimin kanı mı o?”
Ona ne diyeceğimi bilmiyordum. Farah’la ikisinin yakınlığını düşünürsek bu olanlar onun için de hiç kolay değildi. Aksa’nın nemli gözleri önce bende oyalandı, daha sonra da arkamdaki ameliyathane kapısına baktı. Gözlerinden kıvılcımlar çıkarken, “Senin yüzünden!” diye bağırarak bana doğru atıldı.
Ali ve diğerleri onu durduramadan yanıma gelip yüzüme sert bir tokat atmıştı. “Onu öldürmeden durmayacaksın, sen korkunç birisin!” Beni parçalamak ister gibi ikinci kez bana vurduğunda ona engel olmadım. Ben bile kendimi suçlarken onu durdurmak için hiçbir şey yapamıyordum.
Ali onu benden uzaklaştırmaya çalışınca Aksa ona döndüğü gibi bir tokatta Ali’nin suratına atmıştı. Ali’nin başı omzuna doğru düştüğünde Aksa çıldırmış gibi onu göğsünde itti. “Sakın bana dokunma!” O kadar sinirliydi ki şu anda ona yaklaşan herkesi haşat edecek gibiydi.
Yalçın onu sakinleştirmek için, “Dinle-” demişti ki, Aksa çevik bir hareketle Ali’nin belindeki silahı alıp bana doğrulttu. Herkes sessizliğe büründüğünde bu kızın şakası olmadığını görebiliyordum. İki adım geriye çekilerek Ali’nin ona ulaşmasına engel olduğunda gözlerini benden ayırmıyordu. “Yanındaki kadını bile koruyamayan bir zavallısın!” Gözlerim dolup dolup duruyordu ama ağlamaya bile utanıyordum. Haklıydı ve bu sözleri sadece Farah için söylememişti.
Aksa’nın parmağı tetiğe gittiğinde koridordaki tüm adamlarım tedirginlikle silahlarına davrandı. Elimi kaldırarak hepsini durdurdum. Bu minyatür cüceden hoşlanmıyordum ama şu anda bana yapacağı her şeyi hak etmiştim. Çatık kaşlarının altında bana bakarken sinirden tir tir titriyordu. “Kardeşimi öldürmeden durmayacaksın, değil mi?”
Bir ayağını sertçe yere vurduğunda her an bir çılgınlık yapabilirdi. Açıkçası yapmasını da isterdim. “Leyla gibi Farah’ın da hayatını bitirmeden durmayacaksın!” diye bağırdığında sözleri az önce attığı iki tokattan daha ağırdı. Dudaklarından dökülen tek bir cümle bıçaktan daha keskin, mermiden daha sarsıcı ve soğuktan daha yakıcıydı. Ben hayatımdaki kadınları öldürüyordum.
Kafamın içindeki tüm o sesler Aksa’nın sözlerine katılarak hep bir ağızdan, “O haklı!” diye haykırdılar. “Leyla’yı bitirdiğin gibi karını da bitirmeden durmayacaksın!” Bu sesler koro halinde aynı şeyleri bağırarak söylerken müthiş bir baş ağrısı çekmeye başlamıştım.
Onları susturmak istiyordum, bunun için ne gerekiyorsa onu yapmak için çıldırıyordum. Kafamı duvarlara vurmak, yumruklarımı kafama geçirmek ya da silahımı çıkartıp beynimi dağıtmak… Şu anda hepsi benim için seçenek dahilindeydi. On yaşından beri peşimi bırakmayan bu sesler bir kez daha canımı yakmak için bana karşı birleşmişlerdi. Sadece bir an sussalar olmaz mıydı? Çok yorulmuştum sadece bir anlığına sussalar keşke.
Aksa’nın kurduğu tek bir cümle kaçtığım her şeyi tetiklediği için bu sesleri susturamıyordum. “Leyla’yı öldürdün, Farah’ı da öldüreceksin!” diyorlardı. Sanki sesler bir silaha dönüşmüştü ve durmaksızın kafama ateş ediyorlardı. Bu denli şiddetli, ağır ve yakıcıydı.
Cayır cayır yanıyormuşum gibi vücudumdaki ısı arttığında gömleğimin yakasını çekiştirdim. Her zamankinden daha sıcak hissediyordum. Alnımda biriken terler yüzüme süzülürken buradaki kimse neyle mücadele ettiğimi bilmiyordu. Aksa daha fazla dayanamayıp gözlerimin içine bakarak tetiğe basınca kurşun sesi kulaklarımızda çınlamıştı. Beni öldürmeyi isteyecek kadar kuzenini seviyordu.
Bu kız bilgisayar başında bir uzmandı ama silahlar konusunda hiç deneyimi yoktu. Bu konuda tecrübesiz olmasına sevinmemiştim, hedefi tuttursaydı herkes benden kurtulurken, bende kafamın içindeki seslerden kurtulabilirdim. Beni vurmak için ateş ettiğinde kurşun kulağımın yanından geçip arkamdaki duvara saplanmıştı. Bunu görünce hemen ikinci kez tetiğe basmak istedi ama Ali onun elindeki silahı çekip aldı.
Aksa’yı kıskıvrak yakalayıp ellerini sırtının arkasında birleştirdiğinde bile kız durmuyordu. Kendini ondan kurtarmak için çırpınırken sert bakışları benim üzerimdeydi. “Farah’a bir şey olursa yemin ederim ki seni yaşatmam!” Artık bunu yapacağına hiç şüphem yoktu. Farah’la ikisinin arasında hiçbirimizin anlayamayacağı kadar çok güçlü bir bağ vardı.
Ali’ye direnerek kollarını ondan kurtarmaya çalışırken nefret dolu bakışlarını benden çekmiyordu. “Farah senin yüzünden bu hâlde!” Keşke bana bilmediğim bir şey söylese… Aksa’nın ıslak bakışları ameliyathanenin kapısını bulduğunda gözlerinden akan yaşa engel olamamıştı. “Onu toprağın altına koymadan durmayacaksın!”
Bir anda çırpınmayı bırakıp ıslak gözlerini bana kenetledi. Dudakları titrerken bana olan bakışları tiksinti ve nefret doluydu. “Sen onun hayatına girmeden önce Farah sensiz daha mutluydu!” Her söylediği söz bende balyoz etkisi yaratırken öfkesini kusmasına izin verdim. “Sen öyle bir adamsın ki dokunduğun her şeyi öldürüyorsun!” Biliyorum.
Dizlerimin bağı çözüldüğünde ellerim boşluğu tarayarak tutunacak bir şeyler aradı. Buna benzer bir şeyi daha önce Farah’ta bana söylemişti. Bir tartışmamızda kendini banyoya kapatıp dokunduğum her şeyi öldürdüğümü söylemişti. Üzerimde onun kanını taşırken ne kadar haklı olduklarını anladım. Önce Leyla şimdi de Farah… Dokunduğum her kadın gerçekten de ölüyordu.
Bir hemşire dışarı çıkınca Aksa ve diğerleri hemen hemşirenin yanına koşmuştu. Kötü bir haber almaktan ödüm koptuğu için yerimden hiç kıpırdayamadım ama hemşirenin söylediklerini duyuyordum. Ameliyatın iyi geçtiğini ve her şeyin kontrol altına alındığını söylediğinde arkamdaki banka yığılmıştım. Tuttuğum nefesimi sesli bir şekilde verdiğimde sanki bir günde on yaş birden yaşlanmıştım.
Şükürler olsun ki iyiydi ama olmayabilirdi de. Onu kaybetme ihtimalini doruklarda yaşamışken istesem de daha iyi hissedemiyordum. Ben ona beladan başka bir şey getirmiyordum, belki de babasının yanına dönmeliydi. Koridordaki tüm bu insan kalabalığından boğulmaya başladığım esnada telefonum çalmaya başladı. Kimseyle konuşacak durumda değildim ama Nisan’dan haber beklediğim için hemen telefonu çıkardım.
Nisan’ın aradığını görünce telefonu hemen açıp kulağıma yasladım. “İşi batırdıysan sakın gözüme gözükme.”
“Herif elimizde abi,” diyerek bana duymaya can attığım haberi verdi. “Onu konuşturmayı başardık.”
“Karımı vuran piç kimin adamıymış?”
“Bölge liderlerinden Kemal Kahhar.” Duyduğum isimle kısa bir an duraksamıştım. Kemal Kahhar mı? Bu itin benimle ne derdi olduğunu düşünürken hatırladıklarımla gereken cevabı aldım. Kemal’in kardeşi Uygar’ı öldürmüştüm.
Tüm bölge liderlerini bir yemek masasında topladığımda yanımda Farah’ta vardı. O gece blöf yapıp herkesin sandalyesinde patlayıcılar olduğunu söylediğim için hiçbiri o masadan kalkamamıştı. Üç yıl önce hakkımda infaz kararı çıkartan tüm liderlerden intikam almak için bir yemek organize etmiştim. Birkaç küçük tuzakla hepsini korumasız bir şekilde istediğim mekâna çekmem zor olmamıştı.
Her liderin yanında ya eşi ya da sevgilisi vardı. Karun ve Bige bile o masadaydı hatta Farah’ın babası da. Demet Hanım’a bulaşmak istemediğim için onu özellikle buna dahil etmemiştim. Gecenin ilerleyen saatlerinde Farah’ı eve gönderdiğim için orada olanları bilmiyordu. Benden korkup daha çok kaçmasın diye onu erkenden eve göndermiştim. Kalıp olanları görseydi muhtemelen uzun bir süre yanıma bile yaklaşmazdı çünkü o gece olan tek şey kan ve vahşetti.
Geçmiş
Bölge liderlerini bir masada toplayıp önlerine bir tabak et koymak onları yeterince tedirgin etmişti. Ne eti olduğunu bilmedikleri için onu yanaşmamışlardı ama uzun süre gergin dakikalar yaşamışlardı. O eti yememelerinin bir diğer nedeni de hakkımda çıkan söylentilerdi. Daha önce Şeref’e iyi bir ders vermek için ona yedirdiğim etin bir cenin olduğunu söylemiştim.
Şeref’in hamile metresi düşük yapmıştı. Şeref birkaç gün boyunca tutsağım olduğu için metresinin düşük yaptığını bilmiyordu. Yirmi dört saat onu aç bırakınca önüne koyduğum etli yemeği hiç düşünmeden yemişti. Daha sonra dudaklarım kıvrılarak ona bakıp, “Çocuğunun tadı güzel mi?” diye sormuştum.
O an Şeref’in değişen yüzünü ve hemen ardından küfürler yağdırarak kusmasını keyifle izlemiştim. Yere diz çöküp öğürerek yediği her şeyi çıkartırken sadece onu izlemekle yetinmiştim. Uzun süre kendine gelmemişti, gelmesine de izin vermemiştim. Metresinin düşük yaptığını, o cenini hastaneden aldırıp ona yedirdiğime tüm kalbiyle inanıyordu. Buna inanması için gereken tüm zemini hazırlamıştım.
Şeref’i bir süre alıkoyup bırakmıştım ama o günden sonra vejetaryen olmuştu. Kafasına silah dayasanız bile artık bir lokma et yiyemiyordu. Ona cenin yedirdiğimle ilgili haber çok hızlı yayıldığı için insanlar benim ikram ettiğim eti yemeye cesaret edemiyordu. Tabakta hangi yakınlarının olduğunu kestiremedikleri için benim onlara sunduğum eti yemeye korkarlardı.
Cenini hastaneden çıkarttığım doğruydu ama onu Şeref’e yedirmek yerine usulüne uygun bir şekilde gömmüştüm. Sonuçta doğsaydı o da benim yeğenlerimden biri olacaktı, bu yüzden onun ölüsüne saygısızlık yapmamıştım. Onun ölümünde hiçbir parmağım yoktu, insanlar bunu bile benim yaptığımı düşünüyordu. Sırf Şeref kendi çocuğunu yediğini düşünsün diye o cenini aldığım bilinsin istedim.
Bazen psikolojik işkence tüm işkencelerden daha ağır ve sarsıcıdır. O gün Şeref’e yaptığım tam olarak buydu. Bugün ise aynı korkuyu bu masadakilere yaşatmıştım. Birazdan asıl gösteri başlayacağı için ayağa kalkıp yanımda oturan Farah’ı da kaldırdım. Adamlarım ona doğru yürüyünce Farah korku içinde bana döndü. “Neler oluyor?”
“Bir şey olduğu yok.” Bu gece ona yeterince gergin saatler yaşattığım için daha fazla korkmasını istemiyordum. Ona olan bakışlarımı yumuşatıp restoranın kapısını gösterdim. “Bundan gerisi uykunu kaçıracak türden şeyler.” İki adamıma bakıp onlara Farah’ı gösterdim. “Onu eve götürün.”
Farah’ın bakışları hemen babasını bulmuştu. Bu masada Ümit’te olduğu için onu bırakıp gitmek istemiyordu. Ümit kendinden çok kızı için endişelenerek, “Eve git, Farah,” dedi. “Hiç burada olmamalıydın.” Farah’ın tereddüt ettiğini görebiliyordum. Buradan giderse babasına zarar vermemden çok korkuyordu.
Yalvaran bakışlarını bana çıkartarak, “Lütfen,” diye fısıldadı. “Babam eve sağ salim dönsün.”
Tüm gece ürkek tavırlarıyla beni çileden çıkarttığı için itiraz istemeyen bir sesle, “Eve git,” dedim. Beste denen kadının suratını masaya çarpmak dışında fazla korkak davranmıştı. En azından düşmanlarımın karşısında daha güçlü görünmeliydi. Adamlarıma ikinci kez Farah’ı gösterip, “Onu eve götürün,” dediğimde Farah bu sefer direnememişti.
Farah gidene kadar bekledikten sonra masadakilere döndüm. Benim için asıl eğlence yeni başlıyordu. Hakkımda infaz kararı çıkartan tüm bu piçlere sırasıyla baktıktan sonra Bige’ye döndüm. “Senin sandalyende bomba yok.” Buraya gelmesi için ona elimi uzattın. “Yanıma gel gelin hanım.”
Bige bir şey yapmadan önce Karun’a bakınca Karun, başıyla onu onayladı. “Git,” dediğinde bunun altında ne çıkacağını merak ediyordu. “O piç her ne planlıyorsa seni bunun dışında bırakacağını biliyor.” Başını çevirip tehditkâr bakışlarını bana dikti. “Aksi taktirde beynini dağıtacağımı iyi bilir.”
Kendimi tutamayıp güldüm. “Seni karınla sınayacak kadar canıma susmadım.” Konu Bige olunca Karun’un nasıl insanlıktan çıktığını iyi bildiğim için omuz silktim. “Aklı olan kimse buna kalkışmaz.” Saka’ya dokunmadığınız sürece Sanrı sessizliğini kolay kolay bozmadı.
Bige çantasını alarak yanıma geldiğinde şaşırtıcı bir şekilde hiç korkmuyordu. Bu yemek herkesi tedirgin ederken tabağındaki eti yiyip karnını doyuran bir tek o vardı. Tam bir et canavarı olduğu için kocasının tüm uyarılarına rağmen o eti yemişti. Buradaki herkes bizi izlerken ikimiz için bir kadeh şarap doldurup ona uzattım. “Hiç ihtimal vermiyorum ama yine de soracağım.” Bunları söylerken tepkisini ölçmek için gözlerimi ondan ayırmıyordum. “Kandan korkar mısın?”
“Hayır.”
“Peki, cesetlerle aran nasıl?”
Bige baygın bir ifadeyle bana baktığında kahve gözleri iğneleyiciydi. “Az önce bir tabak şüpheli et yedim. Sence bir ceset beni ne kadar korkutabilir?”
Neredeyse gülecektim. “Tam olarak beklediğim cevap.” İkimizde kadehimizi aldıktan sonra kolunu tutarak onu masadan uzaklaştırdım.
Birazdan her yer batacağı için üzeri kirlensin istemiyordum. Onunla Kocaeli’ne küçük bir seyahat yaptığımızda tüm o çatışmanın içinde bile ya kirlenen kıyafetleri için sızlanmıştı ya da kırmızı rujunun olmamasına. Çenesiyle insanı bezdiren kadınlardan olduğu için kıyafeti kirlenirse yine beynimin ırzına geçerdi.
Masadan yeterince uzaklaşınca küçük bir işaretimle adamlarım tavandaki sistemi harekete geçirdi. Bu yer bana ait restoranlardan biriydi ve en iyi özelliği tavanın açılmasıydı. Tavandan gelen seslerle masadaki herkes neler olduğunu anlamak için başını yukarı kaldırmıştı. Tavandaki metal kapman önce yavaş yavaş ama daha sonra bir anda açıldı.
Tavan ikiye bölünüp açıldığında yukarıdan kan ve parçalanmış insan uzuvları düşmeye başlamıştı. Mezbahada küçük parçalar halinde kesilen insan uzuvları başlarına yağmaya başlamıştı. Gökyüzünde et yağar gibi her parça masadakilerin kafasına, önüne ve etrafına düşüyordu. Birçok el, ayak, kol ve kaburga masaya düşmüştü. Frklı yerlerinde kesilen bacaklar insanlara çarptıkça herkes irkiliyordu. İç organları bile tavandan düşmüştü.
Tüm bu parçalar gerçekten insanlara aitti. Bu masadaki liderlerin değer verdikleri birini öldürtüp mezbahada parçalatmıştım. Her lider bu gece bir kayıp yaşayacak ve iyi bir ders alacaktı. Masadaki bu cesetler için zerre kadar vicdan azabı çekmiyordum çünkü bu geceki kurbanlarımı detaylıca araştırmıştım. Her biri iğrenç karakterde insanlardı. Liderlerin değer verdiği ama en aşağılık karakterde olan insanları seçmiştim.
Ümit’in yeğeni bile parçalanmış bir hâlde bu masadaydı. Kendi kanında olanlara bile göz koyan, sapık zihniyetteki o herif aradığım kurbanlardan biriydi. Bu gece öldürdüğüm herkes onun gibi taciz ve tecavüzcü pisliklerden oluşuyordu. Böylelerinin hak ettiği ölüm buydu. Bir tek Duha Tunus’un etrafında kanı bozuk birine rastlayamamıştım. Tunus’un en değer verdiği iki adamı vardı ve bunlarda Kadem’le Uraz’dı. İkisi de temiz çocuklar olduğu için onlara dokunmaya vicdanım el vermemişti.
Bu yüzden Uraz’ı bu ülkeden gönderip onun özelliklerine benzeyen birini öldürmüştüm. Duha bu geceden sonra Uraz’ı öldürdüğümü düşünecekti ama Uraz şu anda benden aldığı paralarla iyi bir tatil yapıyordu. Yukarıdan yağan insan uzuvlarıyla masadaki kadınlar ciyak ciyak bağırırken, erkekler korktuklarını belli etmemeye çalışıyordu. Oturdukları sandalyede bomba olduğunu düşündükleri için kalkıp gidemiyorlardı.
Karun’un omuzuna çarpıp masaya düşen elle Bige gözlerini bana dikti. “Sen gerçek bir akıl hastasısın!” Bu görüntü onu bile korkuttuğu için yüzünde dehşet ifadesi vardı. En azından masadaki diğer kadınlar gibi korku içinde haykırıp durmuyordu.
Karun’un tepkisini görmek için ona baktığımda gördüklerimle az kalsın gülecektim. Karun buradaki en soğukkanlı insanlardan biriydi. Tüm bu tantananın bitmesini ister gibi hissiz gözlerle insan uzuvlarına bakıyordu. Saçlarından süzülen kan yüzüne akıyordu. Kaşlarından bile kan süzülürken kirpiklerini dahi kırpıştırmadan öylece duruyordu. En az onun kadar tepkisiz olan biri daha vardı.
Her konuda Karun’la yarışan Duha’da oldukça soğukkanlı görünüyordu. Hatta Karun’un aksine tüm bunlar onu eğlendiriyormuş gibi gülmemeye çalışıyordu. Yüzünün bir kısmı kanla yıkanmasına rağmen rahat hareketleriyle dikkat çekiyordu. Bu piçin her konuda eğlenecek bir şeyler bulması ve ciddi ortamlarda bile fazla rahat olması takdire şayandı.
Duha uzanıp önündeki insan uzuvlarını eliyle kenara itti. Tüm bu insan parçalarının içinde kopmuş bir el alınca ne yapacağını anladım. Bu piçin sıra dışı bir hobisi vardı. Bir koleksiyoncuydu ama normal şeyleri toplamıyordu. Kurbanlarının elinden bir parmak keserek onlardan koleksiyon yapıyordu. Masada gördüğü kopuk eli alıp kısık gözlerle incelemeye başlamıştı.
Tunus’un sağa sola çevirerek yakından baktığı elin parmağında bir yüzük vardı. Gümüş yüzüğün birebir aynısı bölge lideri Kemal Kahhar’ın da parmağındaydı. Yüzüğün üzerinde zarifçe kıvrılarak kuyruğunu ağzına alan yılan motifi göze çarpıyordu. Kahharların sembolü yılan olduğu için bunu yüzüklerinde taşırlardı. Sinsilikte kimse Kahharların eline su dökemezdi. Yılandan daha iyi bir sembol bulamazlardı.
Duha kopuk elin parmağında gördüğü yüzükle onun hangi aileye olduğunu anlamıştı. Dudakları kıvrılarak, “Kemal?” diye seslendiğinde o eli inatla bırakmıyordu.
Kemal’in karısı evde onu beklerken o burada ağlayan metresine susması gerektiğini söylüyordu. Bu ihtiyar adamın genç sevgilisi insan uzuvlarını görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Duha ikinci kez, “Kemal?” diyerek sesini ona duyurmaya çalıştı. Kemal ona dönünce Duha, bileğinde tuttuğu eli yukarı kaldırıp gümüş yüzüğü gösterdi. “Kardeşinden bir parmak almamın mahsuru var mı?” Herkes şoke olurken Karun bir küfür savurmuştu.
Evet, yanlış düşünmüyorlardı, o el Kemal’in kardeşi Uygar’a aitti. Diğer parçalarda bu masada bir yerlerde olmalıydı. Evlerine gidene kadar sürpriz bozulmasın diye hiçbirinin kafası burada değildi. Küçük çocuklara bile askıntılık yapan, onları kaçırıp çirkin emellerine alet eden o piçlerin cesetleri buradaydı ama kafaları yoktu. Kemal evine gidince ırz düşmanı kardeşinin kafasını yatak odasındaki dolabın içinde bulacaktı.
Kardeşinin yüzüğünü tanıdığı için kaskatı kesilmişti. Surat ifadesi değişirken gözlerinde bir karaltı geçmişti. Delici bakışlarını bana diktiğinde öfkesi beni zerre kadar korkutmuyordu. “Uygar mı?” diye hiddetlendiğinde sinirli sesinde bir abinin acısı vardı. “Söyle bu benim kardeşime mi ait!”
Yumruğunu masaya vurup kaşlarını kızgınlıkla çattığında ayağa kalkamıyordu. Kardeş acısı bile onun canından daha önemli değildi. O sandalyeden kalkarsa havaya uçacağını düşündüğü için yumruğunu üst üste masaya geçirmekle yetinmişti. “Konuş amına koyduğum piçi!” diye bağırarak silahına davrandı. “Kardeşimin eli mi o!” Silahını çıkardı ama daha ateş edemeden adamlarım onu kıskıvrak yakaladı.
Kemal’in omuzlarına baskı uygulayıp onu etkisiz hale getirdiler. Sanki bana bir şey yapabilecekmiş gibi Kemal onlardan kurtulmaya çalışıp hınç dolu gözlerle bakıyordu. Ağzından salyayla karışık tükürükler saçarak hiddetle, “Seni bitireceğim!” diye bağırdı. “Ahtım olsun ki seni mahvedeceğim! Yapacağım son şey bu olsa bile durmayacağım!” Elinden geleni yapabilirdi, kimseden korkum yoktu.
Günümüz
Kardeşine olanlardan sonra Kemal’in rahat durmayacağını biliyordum ama karım yanımdayken kalleşçe saldırmasını da beklemiyordum. Gerçi ne bekliyordum ki, yılanlar hep sinsice hareket ederdi. Benden haber bekleyen Nisan’a, “Adresi at geliyorum!” dedikten sonra telefonu kapattım. Kemal Kahhar bugün eceline kavuşacaktı.
“Ali!” diye seslendiğimde hemen bana dönmüştü. Koridordaki sayısız adamı gösterip kaşlarımı çattım. “Hepsini seninle bırakıyorum. Bu kadar adamla da Farah’ı koruyamazsan Allah şahidimdir ki seni yaşatmam!” Ben dönene kadar onu güvende tutmalıydı.
Ali’nin herhangi bir soru sormasına izin vermeden koridoru geçip asansöre bindim. Farah’ı görmeyi bile beklemeden İstanbul’a gidecektim. Dökülen kanının hesabını sormadan onun karşısına çıkmaya yüzüm yoktu. Ameliyattan çıkmak üzereydi, uzun süre uyuyacağını anlamak zor değildi. Karım uyanmadan Kemal’in işini bitirip dönmeliydim.
Arabama atlayıp hastaneden çıktığımda Nisan’ı arayıp özel jeti hazırlamasını söylemiştim. En hızlı şekilde İstanbul’a gitmeliydim ama öncesinde yapmam gereken son bir şey vardı. Gaza yüklenerek süratle giderken öfkem tüm vücuduma yayılıyordu. Farah’ı vuran o piçi bir an önce görmek için sabırsızlanıyordum. “Senin evveliyatını sikeceğim!”
On dakikalık bir yolculuktan sonra arabadan indim. Ordu’da bize ait olan bir depoya girdiğimde adamlarımın küçük bir bölümü buradaydı ve başlarında Nisan vardı. Hepsi beni görünce kenara çekildiğinde bir sandalyeye bağlı adamı gördüm. Nisan yanıma gelip bana onun hakkında bilgi verirken gözlerimi adamdan ayırmıyordum. “Alperen Mashar, son yedi yıldır Kemal’in tetikçilerinden biri.”
Alperen denen adamın etrafı süzen bakışları bende durduğunda gözbebekleri titreyince, iri kalıbına rağmen beş para etmez bir adam olduğunu anladım. Ona baktıkça parmak boğumlarım gerilecek kadar yumruğumu sıkarken daha fazla dayanamadım. Aramızdaki mesafeyi kapattığımda attığım yumruk, çenesindeki çatırtıyı hissedecek bir sertlikteydi.
Farah’ın kanını üzerimde taşırken bileklerime kadar gergindim. “Beni vurmaya geldiysen işini düzgün yapacaktın!” Sıktığım elimi suratına geçirdiğimde sesim hırıltıyı andıracak kalınlıktaydı. “Vurduğun o kız kimdi biliyor musun, lan sen!” Karımdı, canımdı, her şeyimdi ve o, sıktığı bir kurşunla benden her şeyimi almaya kalkışmıştı.
Kontrolsüz bir öfkeyle suratını dağıtıp kan içinde bırakana kadar durmadım. Attığım her yumrukla Farah’ın ormanda rengârenk çiçekler topladığını, önde koşup benden kaçarken ahenkle salındığını ve arada bana bakıp nazlı nazlı gülümsediğini görüyordum. Hemen ardından omzunu kanatan kurşun, Farah’ın elinde düşen çiçekler ve gülüşünün kaybolması... Bu görüntüyü aklımdan çıkartamadıkça yoğun bir öfkeyle Alperen denen ite daha sert vuruyordum.
Nefes nefese durduğumda attığım yumruklar yüzünden parmak boğumlarımın derisi parçalanıp kanamaya başlamıştı. Bu zerre kadar umurumda olmamıştı. Parmaklarımın arasında Alperen itinin kanı akarken ağız dolusu kan kusarak öksürmeye başladı. Kırılan iki dişi diğer dişlerine çarparak ağzının içinde ses çıkartırken dudaklarının kenarında kanlı salyaları akıyordu.
“On-onun için gelmemiştim.” Güçlükle konuşurken acı dolu iniltilerin arasında bana bakmak için kendini zorladı. “Karının…” Nefes almaya çalışırken ağzındaki kanı tükürdü. “Kurşunun önüne atlayacağını bilemezdim.”
Suratına bir yumruk daha atarak burnunu dağıttım. “Bilecektin!” Burnundan fışkıran kanlar ağzına akarken yeni bir yumrukla başı arkaya düşmüştü. “O kız seni görmeden ya kafama sıkacaktın ya da çekip gidecektin!”
Bu herifin benim için yapacağı bir şey vardı, bu olmadan ölmemeliydi. Zor olsa da öfkeme hâkim olup geri çekildim. Birazdan yapacağı telefon görüşmesi için önce kendini biraz toparlamalıydı. Nefes alışlarının düzene girmesi bile işimi görürdü. Cebimdeki sigara paketini çıkartırken köşedeki suyu Nisan’a gösterdim. “Su verin şuna, kendine gelsin.”
Bir sigara içene kadar Alperen’e toparlanması için zaman vermiştim. Sigaranın izmaritini yere atıp yanına gittiğimde elimde Nisan’ın verdiği telefon vardı. Bu telefon Alperen’in üzerinde çıkan eşyalardan biriydi. Üzerine eğilip hasar verdiğim çenesini sertçe sıkarak gözlerinin içine baktım. “Bu işi yapması için senin dışında başka kimler buraya geldi?”
Attığım yumruklar çene kemiğini çatlattığı için ben sıktıkça daha çok acıyla kıvranıyordu. Çenesini benden kurtarmak için başını arkaya çekmeye çalışırken, “Sa-sadece ben,” diyebildi. “Yemin ederim başka kimse yok.”
“Güzel.” Çenesini sertçe iterek ona telefonunu gösterdim. “Şimdi arayacaksın sana bu işi veren köpeği ve onu öldüğüme inandıracaksın. Benim öldüğümü, olay esnasında Farah’ın da yaralandığını söyleyeceksin. Ali ve diğer adamlarımın ortalık karışmasın diye şimdilik ölümümü gizlediğini söyleyeceksin.” Kemal Kahhar’a önce küçük bir galibiyet zevki tattıracaktım hemen sonra da karabasan gibi tepesine çökecektim.
Yüzü gözü morarmaya başlamışken duyduklarıyla Alperen’in gözbebekleri korkuyla titreşti. “Onlara yalan söylediğimi anlarlarsa sadece beni değil, tüm ailemi bitirirler.”
“Aileni dert etme, onları güvende tutacağım.” Yüzümü yüzüne yaklaştırıp ona ecel terleri döktürürken kaşlarımı hafifçe çattım. “Dediklerimi yaparsan söz veriyorum seni öldürmeyeceğim.”
Nisan yanıma gelip Alperen’in tam karşısında durdu. “Ailen İzmir’deydi, değil mi?” Herifin kim olduğunu öğrenince ben buraya gelene kadar gereken tüm araştırmayı yapmıştı. Nisan telefonunu çıkardığında bir yeri arar gibi yapıp gözlerini Alperen’den ayırmadı. “Onur sen hâlâ İzmir’de misin?” dediğinde Alperen iti gerim gerim gerilmeye başlamıştı.
Nisan ise sırıtarak büyük bir kararlılıkla, “Sana atacağım adrese git ve Mashar ailesinin işini bitir,” dedi. “Geriye tek bir kişi bile kalmayacak kadar temiz bir iş olsun.”
“Tamam, dur!” Alperen bağlı olduğu sandalyeden çırpınarak hemen bakışlarını bana dikti. “Söylediklerini yapacağım ama aileme dokunmayacaksın!”
Nisan’a baktığımda telefonu kulağından çekmeden önce, “Beklemede kal, Onur,” dediğinde tam arkasında duran bizim çömez, yani Onur homurdanmamak için kendini zor tutuyordu. Alperen, Nisan’ın kimseyi aramadığını, blöf yaptığını anlayacak durumda değildi.
İstediklerimizi yapmaya karar verince telefonun şifresini söyledi. Şifreyi girdikten sonra rehberine girip son aramalara baktım. Onu en son arayan kişi Cavit adında biriydi. Telefonun ekranını ona gösterip gözlerimi hafifçe kıstım. “Bu kim?”
Ekranda yazan isme bakarken yenilgiyle omuzları düşmüştü. “Süleyman Arslan.” Bu ismi duyunca kim olduğunu hemen anlamıştım. Süleyman, Kemal’in tüm pis işlerini yapan ve ona en yakın olan adamlardan biriydi. Eğer yakalanırsa kime çalıştığı bilinmesin diye Alperen onu Cavit ismiyle rehberine kaydetmişti.
Daha biz onu aramadan Süleyman arayınca dudaklarım kıvrılmıştı. İşin nasıl sonuçlandığını merak ediyor olmalıydı. Arayan kişiyi Alperen itine göstererek çenemi sıktım. “Bakalım oyunculuğun da silah kullanman kadar iyi mi? Performansından memnun kalmazsam ailene olacakları iyi biliyorsun!” Hızlıca başını sallayınca gelen çağrıyı kabul edip hoparlörü açtım.
Telefonu Alperen ile ikimizin arasında tutarken Süleyman’ın, “Telefonlarımı niye açmıyorsun!” diyen sert ve sabırsız sesini duydum. “Derhal rapor ver, işi hallettin mi?”
Alperen kısık ama derin derin nefesler alırken sesini normal düzeyinde çıkarmaya çalışıyordu. “Kalender’in adamları peşimdeydi, izimi kaybettirmeye çalıştığım için telefona bakamadım.”
“Bırak şimdi bunları, Kalender itini öldürebildin mi?” Kaşlarım kendiliğinden çatıldığında telefona ters gözlerle bakıyordum. Kime it diyor lan bu! O orospu evladının amına koyacaktım.
Alperen yüzü gözü kanlar içinde başını kaldırıp bana baktığında yutkunmamak için kendini zor tutuyordu. Daha sonra bakışlarını telefona indirip, “Evet ama hiç kolay olmadı,” dedi hızlıca. “Onu tek yakalamayı başardım ama yanında karısı da vardı. Herifi iki kaşının ortasında vurduğumda Ümit’in kızı da yaralandı.”
Telefonun diğer ucunda önce kısa bir sessizlik oldu ama daha sonra Süleyman’ın heyecanlı fakat hayretle çıkan sesini duydum. “Gerçekten deli kralı öldürdün mü?” Bunu sorarken bile bu kadar kolay olmasının şaşkınlığını yaşıyordu. “Eğer yalan söylüyorsan-”
“Bunun yalanı olmaz efendim.” Alperen son derece saygılı bir şekilde konuşurken tek düşündüğü ailesini benden kurtarmaktı. Nisan her an telefonunu çıkartıp onların infaz emrini verecek diye ecel terleri döküyordu. Bu yüzden elinden geldiğince Süleyman’ı inandırmaya çalışıyordu.
“Karısıyla ormanın içinde tek başına yürüyüş yapıyordu.” Konuştukça çenesindeki çatırtı canını çok yaktığı için acıdan inlememek için burnundan derin bir nefes aldı. “Tüm dikkati Ümit’in kızında olduğu için kurşunun nereden geldiğini anlamadan oracıkta can verdi.”
“Öldüğüne emin misin?” Süleyman’ın gözünde nasıl bir profil oluşturmuşsam herif beni ölümsüz falan sanıyordu. Bu kadar kolay öleceğime ihtimal veremiyordu. “Gurur Kalender’den bahsediyoruz, ölümü çok ses getirirdi. Neden hâlâ bir şey duymadık?”
Nisan ona gözdağı vermek için telefonunu çıkartınca Alperen’in kanlı yüzünde panik duygusu oluştu. Süleyman’ı öldüğüme ikna edemezse tüm ailesini kaybedeceğini sanıyordu. “Tam da bu sebeple deli kralın öldüğünü şimdilik gizliyorlar,” diyerek yalanlarını sıraladı. “Olay duyulduğunda ortalık çok karışır, herifin arkasında Karun Kalender gibi güçlü bir isim var. Adamları bu haberi Karun’a nasıl vereceğini düşünüyor olmalı. Akşam olmadan öldüğü herkesin kulağına gidecektir.”
Alperen ondan beklemediğim kadar iyi bir rol sergilediği için Süleyman nihayet öldüğüme inanmıştı. Zaferle attığı gür kahkahası midemi bulandırırken, “Çok iyi bir iş çıkardın,” dedi keyifle. “İstanbul’a geldiğinde paranı iki katıyla alacaksın.” Bunları söyledikten sonra telefonu kapatmıştı. Muhtemelen şu anda topuklarını kıçına vura vura güzel haberi Kemal’e vermek için gidiyordur.
Tekrar ararlarsa diye onun telefonunu cebime koyduğumda, Alperen ağzının içinde biriken kanı yutarak bana bakıyordu. Yalvaran bakışlarında büyük bir umut vardı. “Benden istediğin her şeyi yaptım, ailemi rahat bırakacaksın, değil mi?”
Geriye çekilerek başımı salladım. “Onlarla bir işim yok.”
Rahatlayarak nefesini verirken onu çözmem için bağlı olduğu ipleri gösterdi. “Gitmeme izin verin.” Ona verdiğim sözü hatırlatarak gözlerimin içine baktı. “Beni öldürmeyeceğine söz vermiştin.”
Tehlikeli bir şekilde sırıtırken ellerimi görebileceği bir şekilde yukarı kaldırdım. “Söz verdiğim gibi seni öldürmeyeceğim.” Omzumun üstünde Nisan’a baktığımda belindeki silahı çıkartıp tüm şarjörü Alperen’in beynine boşalttı. Onun leşine bakarken omuz silktim. “Seni ben öldürmedim.”
Piçin zemine dağılan beyninin parçalarına bakmayı bırakıp kapıya yürüdüm. Buradaki işimiz bittiği için tüm adamlarım peşimden gelirken, “İki kişi burada kalıp cesetten kurtulsun,” dedim. Dışarı çıktığımda temiz havayı içime çekerek derin bir nefes aldım. Nisan yanımda durduğunda meraklı bakışları üzerimdeydi. “Abi şimdi sırada ne var?”
“İstanbul’a gidiyoruz ama yalnızca ikimiz,” dedikten sonra diğer adamlarıma döndüm. “Hastaneye gidip güvenliği arttırın. Ben dönene kadar karımın kaldığı hastanede kuş uçmayacak.” Kemal’in yaşadığımı bilmemesi için yanımda kalabalık bir grupla İstanbul’a gidemezdim. Her şey dikkat çekmeyecek kadar sessiz ve gizli olmalıydı.
Arabama atlayıp direksiyonun başına geçtiğimde Nisan ön koltuktaki yerini almıştı. Yola çıktıktan bir süre sonra Nisan’ın telefonu çaldı ama açmadı. Karşı taraf birkaç kez ısrarla aramasına rağmen telefonunu açmamıştı. “Telefona neden bakmıyorsun?”
Kısık ve birazda mahcup bir sesle konuştu. “Arayan Ali Bey.”
“Ali senin üstün değil mi?” Omzumun üzerinde kısa bir an ona baktığımda bakışlarımda soru işaretleri vardı. “Neden ekip liderinin telefonlarına bakmıyorsun?”
Ali’nin çağrısını bir kez daha meşgule atarken homurtuyla karışık bir ses çıkardı. Bunu yaparken soru dolu bakışlarımdan kurtulmak için mavi gözlerini kaçırmıştı. “İstanbul’a gideceğimiz haberini çocuklardan aldığı için arıyor olmalı. Her şeyin kontrolü altında olmasını istiyor, bu yüzden benim yerime sana eşlik etmek isteyecektir.” Ali’yi çok iyi tanıyordu.
Adamlarımın tüm kontrolü Ali’de olduğu için gerekmedikçe onun işine karışmazdım ama çoğu zaman Nisan’a haksızlık yaptığını biliyordum. Ali, Nisan’ın önceki beceriksizliklerini unutmadığı için kızı çok yetersiz görüyordu. Bu yüzden ciddi ve tehlikeli görevleri Nisan’a hiç vermez, ona ayak işleri yaptırırdı. Oysaki kız birçok konuda gerçekten iyiydi. En iyi olduğu şeylerden biri de iz sürmekti. Bugün Alperen’i yakaladığı gibi herkesin izini sürüp yerini bulabiliyordu.
Sessizliğimi koruyarak telefonu çıkardım. Gözlerimi yoldan ayırmadan kablosuz kulaklığı takıp Kemal’in piçini aradım. Barbaros Kahhar, Kemal’in metresinde doğan oğlu olduğu için ailede adam yerine konmayan tek kişiydi. Kemal’in meşru oğulları ondan nefret ettiği için her fırsatta onun ayağını kaydırmaya çalışıyorlardı. Üstelik Kemal’in de Barbaros’tan pek hoşlandığı söylenemezdi.
Metresi oğlunu bile bırakıp başka bir adamla kaçtığı için Kemal, Barbaros’tan nefret ediyordu. Onun da annesi gibi sadakatsiz olduğunu düşünüyor olmalıydı ve bu konuda haksız sayılmazdı. Barbaros kimseye gerçek anlamda sadık kalmazdı. Baba ve oğul arasındaki iplerin yıllar önce koptuğunu biliyordum. Aynı şekilde Barbaros’un tüm Kahharlardan nefret ettiğini de iyi biliyordum.
Aptal bir adam değildim, bir yılana güvenilmezdi. Ancak ortak çıkarlar söz konusu olduğunda kendi kurallarımı bile çiğneyebilirdim. Barbaros telefonu açtığında yine kadınlarla gününü gün ediyor olmalı ki sesi hafif sarhoş geliyordu. “Kimsiniz?”
“Gurur Kalender.”
Adımı duyunca çok şaşırdığı için kısa bir an susmuştu ama daha sonra ağız dolusu küfretti. “Cehennemde insanlara telefon hakkı tanıyorlar mı?”
“Neyden bahsediyorsun?”
“Oğlum sen hani ölmüştün? Evdekiler bunu konuşuyor, mezardan mı arıyorsun lan beni?”
“Evet, orospu evladı,” diye burnumdan soludum. “Sorgu melekleri gelmeden önce seni arayım dedim. Birazdan uzanacağım kabrime, cehenneme doğru gideceğim.”
Yüksek sesle güldüğünde telefonun diğer ucunda birkaç kadının iniltisi geliyordu. “Cehenneme olan yolculuğunda ben seni çok tutmayayım o zaman.
“Bırak şu zırvalıkları da beni dinle. Tabii önce o sikik yataktan çık!” Onu çok uygunsuz bir zamanda aramış olmalıyım ki birkaç kadının zevk dolu inleyişleri hiç kesilmiyordu.
Barbaros’un can sıkıcı gülüşünü duydum. “Yatakta değilim.”
“Nerede olduğun sikimde değil, yalnız kalacağın bir yere geç.”
“Önce işimin bitmesini bekle, sonra konuşuruz. Yanlış bir zamanda aradığın için telefonu suratına kapatmak istiyorum ama bununla ilgili bazı sorunların olduğunu duymuştum. Beni hiç uğraştırmadan kapat şu telefonu, rahatladığımda seni ararım.”
“Orospu çocuğu senin boşalmanı bekleyecek vaktim yok!”
Seks düşkünü piç bir küfür savurduktan sonra yanındaki kadınlara, “Kaybolun,” diyen sesini duydum. Kısa bir süre sonra bezgince, “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Keyfimin içine ettiğin için iyi bir gerekçen olsa iyi olur.”
“Babanın selasını okutmaya geliyorum,” dediğimde bir küfür savurduğunu duydum. “Piç kurusu bana niye haber veriyorsun! Her şeyi önceden bilirsem cenazesinde nasıl üzülmüş gibi rol yapacağım?”
“Kemal büyük ihtimalle bu akşam ölümümü kutlayacaktır. Hangi mekânda olacağını öğrenip beni içeri sokacaksın.”
“Babamı tuzağa düşürmemi mi istiyorsun?”
“Yaptırdığın DNA testinden haberim var piç. Ananın seni kimden yaptığıyla ilgilenmiyorum ama test sonucu Kemal ve oğullarının eline geçerse sence sana ne olur?” diye onu tehdit ettim. “Senden kurtulmak için zaten bahane arıyorlar, onlarla aynı kanı taşımadığını öğrenirlerse amına koyarlar.”
“Hiçbir sikim yapamazlar.” Gerildiğini ama rahat görünmeye çalıştığını iyi biliyordum. “Beni öldürmek sandığın kadar kolay değil.”
Canım burnumdayken keyifsiz bir şekilde güldüm. “Benimle iş birliği yapmazsan bugünden itibaren sana piç diyen tek kişi ben olmayacağım.” O DNA testinin sonucunu her yere dağıttığımda herkesten sıklıkla duyacağı tek şey piç kelimesi olacaktı.
Sinirli bir sesle, “Ne istiyorsun!” dediğinde orada olsaydım suratıma sert bir yumruk atabilirdi.
“Ne istediğimi sana zaten söyledim,” dedikten sonra telefonu suratına kapattım. Bu akşam hiçbir terslik olmamalıydı.
***
İstanbul’a döndüğümde çoktan hava kararmıştı. Gelişimi kimse bilmesin diye bunu gizli tutmuştum. Bana ait evlerden birine uğrayıp banyo yaparak üzerimi değiştirdiğimde gereken tüm hazırlıklar çoktan yapılmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde harekete geçeceğim için henüz evden çıkmamıştım. Nisan durmaksızın buradaki adamlarımızı arayıp talimatları verirken bende Ali’yle konuşuyordum.
Burada olmadığı için çok gergin olan Ali, “Abi ateşle oynuyorsun,” diyerek kafamı ütülemeye devam etti. “Elini kolunu sallayarak Kahhar’ın mekânına giremezsin.”
“Barbaros üzerine düşeni yaparsa hiçbir sıkıntı çıkmaz.”
Ali bir kez daha küfrettiğinde sinirli bir sesle, “Bir kurdun sinsi bir yılanla iş birliği yaptığı görülmüş şey değil!” dedi. “O piç kendi babasını bile sırtında vurur, bunun bir tuzak olmadığına nasıl bu kadar eminsin?” Barbaros’a güvenilmeyeceğini benden daha iyi kimse bilemezdi ama bugün bana ihanet etmeyecekti. Kemal’i bitirmem onun da işine geldiği için bana yardım etmekten başka çaresi yoktu.
“Bırak şimdi bunları,” diyerek derin bir nefes aldım. “Farah uyandı mı?” Ameliyattan çıkalı çok olmuştu, uyanması gerekiyordu.
“Karın iyi, az önce uyandı. Sürekli seni soruyor, neden burada olmadığını merak ediyor.”
“Ona ne söyledin?” diye sorduğumda Ali’nin sitemli sesini duydum. “Gerçekleri tabii ki.”
“Hangi gerçekleri?”
“Kocan olacak şerefsiz uyanmanı bile beklemeden İstanbul’a gitti dedim.”
“Ali döndüğümde senin ecdadını sikeceğim! Telefonu karıma ver lan!”
“Veremem daha yeni uyudu,” dediğinde telefonu yüzüne kapattım. Piç kurusu ona gerçekleri söylemek yerine Farah’ı avutacak bir şeyler söyleyebilirdi. Onun yerine Nisan’la buraya geldiğim için aklınca benden intikam alıyordu.
Nisan telefon görüşmesini sonlandırarak yanıma geldiğinde ellerini önünde birleştirmişti. “Her şey hazır abi, vakit geldi.” Baştan ayağa onu izlerken bir türlü bu haline alışamamıştım. “Bu gerçekten sen misin?”
Normalde hep takım elbise giydiği için onu ilk kez bir elbisenin içinde görüyordum. Yarım kollu, siyah elbise gerçekten ona yakışmıştı. Saçlarını açmış, yüz güzelliğini ortaya çıkartan bir makyaj yapmıştı. Elbisesinin uzunluğu dizlerinin hizasında olduğu için bacak kemerine sakladığı silahlar görünmüyordu. Bu geceye özel topuklu ayakkabı giydiğine göre o ayakkabılarla rahat hareket edebiliyordu.
Parıldayan saçları açık olduğu için kulağına taktığı ten rengi kulaklıklar görünmüyordu. Ayağa kalkıp ceketimi aldığımda daha fazla oyalanmadan evden çıktık. Arabaya binip yola çıktığımızda dikkat çekmemek için yanımıza hiç koruma almamıştık. Buradaki adamlarımın çoğu onlara verdiğim görevle meşguldü. Kolumu cama yaslayıp sigaramı içerek arabayı kullanırken telefonum çaldı.
Telefon tutacağında duran telefona uzanan Nisan, onu yerinden çıkarmadan önce telefonu sonra da hoparlörü açtı. Karun’un, “Öldüğünle ilgili çıkan şu söylentiler de neyin nesi?” diyen sesini duydum. “Yine ne işler karıştırıyorsun?”
Gazı kökleyerek son sürat giderken Nisan’ın emniyet kemerini taktığını gördüm. Sık sık direksiyonun üzerinde duran sağ elime bakıyor, gözleriyle bana yalvararak direksiyonu iki elimle tutmamı istiyordu. Sürücülüğüm konusunda yeteri kadar bilgisi olmadığı için anlaşılan kendini arabamda güvende hissetmiyordu. Onu görmezden gelerek Karun’a odaklandım. “Bozuntuya vermeseydin, bırak bir gece için herkes öldüğümü düşünsün.”
“Bozuntuya vermek mi?” Keyifli çıkan gülüşünü duydum. “Bir an gerçekten öldüğünü düşünüp bir çelenk bile hazırlatmıştım ama Ali’yi arayınca hüsrana uğradım.” En çok buna üzülüyormuş gibi, “Çelenk elimde kaldı,” diye sızlandı.
“Ben çiçek bile sevmem, neden bir çelenk yaptırdın?”
“Otuz yedi demet karalahanadan oluşan bir çelenk seni memnun eder sanmıştım?” Neden otuz yedi?
Aklım Farah’ta olmasaydı buna gülebilirdim. “En düşünceli yeğenim sensin.”
Yıllardır onun amcası olmamı bir türlü kabullenemediği için sinirlenmesi uzun sürmemişti. “Siktir git piç, senin yeğenin değilim! Şimdi bana neyin peşinde olduğunu söyle?”
“Kemal’in amına koymaya gidiyorum.”
Bir sessizlik olduğunda bir şeylerin kırılma sesini duymuştum. “Bölge lideri Kemal Kahhar’dan bahsetmiyorsun, değil mi?” Kan beynine sıçramış gibi telefonun diğer ucunda gelen gürültüler artmıştı. “Böyle bir şey yaparsan seni o masada ben bile koruyamam! Bir bölge liderinin ölümü diğer liderlerin işine gelir ama bu cinayeti işleyen sen olursan hepsine aradığı fırsatı verirsin. Üç yıl önce olduğu gibi yine birleşip senden kurtulmaya çalışırlar.”
Alayla güldüm. “Sende üç yıl önce olduğu gibi o masada yine infazımdan yana oy kullanırsın.”
Ona hatırlattıklarımla iyice sinirlenerek, “Seni korumak için yapmam gerekeni yaptım!” diye bağırdı hiddetle. “Senin koltuğunu almayı hiç istemediğimi biliyorsun ama Ümit’in kızını kaçırarak beni buna mecbur ettin! O masaya oturup çoğunluktan yana oy vermeseydim ne seni koruyabilirdim ne de kardeşlerimi.”
“Karun yaşanan her şey geçmişte kaldı. Sen benim işime karışma, bende senin.”
“Yaptığın her iş benim başımda patlıyor! Kaç gündür Ümit’i oyalayacağım diye anam ağladı burada,” diye kızarak yine çenesiyle beynimin içine etmeye başlamıştı. “Ümit’i zor tutarken bir de başıma Kahharları çıkarma.”
“Sızlanıp durma,” diyerek sinirleriyle oynamayı sürdürdüm. “Kalenderlerin reisi olduysan ailenin her ferdiyle ilgilenmek zorundasın.”
“Sana zerre kadar itimat etsem şu siktiğim reisliğinden feragat edeceğim ama başıma açtığın belalar bir değil ki.”
“Sen versen bile alır mıyım sanıyorsun o koltuğu?” Kararlı bir şekilde başımı iki yana salladım. “Merak etme, Kemal’in işini bitirdikten sonra her şeyden elimi ayağımı çekeceğim. Melek’i de alıp karımla birlikte Ordu’da yaşayacağım.”
Alaycı gülüşünü duydum. “Sen balığa çıkarsın, Farah’ta küçük evinizde çocuklarınızı büyütür, öyle mi?” Dalga geçmeyi bırakıp ciddileşti. “O kız Tozluların sıradaki bölge lideri. Bizim gibi piçlerin olduğu o masaya oturup önemli kararlar verirken sen ne yapacaksın? Evinde oturup onun yerine çocuklarınızı mı büyüteceksin?”
Beni kızdırmak için söylediği şeylerin üzerimde zerre kadar etkisi yoktu. “Fena fikir değilmiş,” dedim sakince. “Çocuk bakmak konusunda deneyimliyim. Karım değil mi, Farah çalışıp baksın bize,” dediğimde Karun küfrederken Nisan kısık bir sesle gülmüştü.
“Farah nasıl?” diye sorduğunda şimdi sesi daha sert çıkmıştı. “Sürekli şu kızı kaçırıp hastanelik yapmaktan yorulmadın mı? Onu kimin vurduğu sikimde bile değil, senin himayen altındaydı. Kızının hastanede olduğu Ümit’in kulağına giderse bu sefer belamı siker!”
“Onun kızıyla evli olan sen değilsin, sen niye endişeleniyorsun?”
“Amına koyduğum piçi, o zaman şu herifin telefonunu aç da birazda sana sövsün!”
“Dünürlerinle arandaki ateşli ilişkiye karışmıyorum. Ben kızını aldım, babası sende,” dedikten sonra telefonu kapattım. O biraz daha Ümit’i engellemezse ben Karun’u engelleyecektim. Ümit ona küfrettikçe o da arayıp bana küfrediyordu.
Barbaros’un bana attığı mekâna gelince arabayı durdurdum. Nisan çantasından iki tane göz maskesi çıkartarak birini bana uzattı. Bana verdiği maske siyah deriden oluşan sade bir şeydi ama onunki öyle değildi. Zarif dantellerden oluşan siyah maske onda güzel durmuştu. İçeri girene kadar kimliğim deşifre olmasın diye hiç istemesem de bu sikik şeyi taktım.
Arabanın iç aynasında kendime baktığımda dudağımın köşesi kıvrılmıştı. “Bir insana her şey mi yakışır?” diyerek saçlarımı düzelttiğimde Nisan kıkırdadı. “Abi bazen kendine sırılsıklam âşık olduğunu düşünüyorum.”
“Yıllar önce şiddetli geçimsizlikten kendimden ayrılmasaydım şimdiye Farah’ın yüzüğünü takıyor olmazdım,” dediğimde Nisan anlamayan gözlerle bana bakıyordu. Bir dönem kendime bile âşık olduğumu nereden bilecekti ki.
Silahımın şarjörünü kontrol ettikten sonra belime taktım. Silahlar görünmesin diye ceketimi giyerek arabadan indiğimde karşımdaki lüks restorana bakıyordum. Kemal bu akşam ölümümü en güzel şekilde kutlamak istediği için restoranın çevresine sayısız adam dikmişti. Kemal’in en büyük aptallığı mekân seçimini Barbaros’a bırakmasıydı. Bu restoran görünürde çok güvenli bir yerdeydi ama pusu kurmaya elverişliydi.
Restoranın çevresindeki binalarda yerini alan tetikçilerimi görür gibiydim. Nisan koluma girdiğinde birlikte restorana doğru yürüdük. Kapının önünde konukların listesini tutan adamlar yolumuzu kesmişti. Nisan onlara bakıp hafifçe gülümsedi. “Barbaros Bey’in davetlileriyiz.” Adamın elindeki davetli listesini işaret etti. “Melisa Sağcı ve Kurt Kandemir ismi orada yazılı olmalı.” Sahte isimlerimizi benim yerime de Nisan seçip önceden Barbaros’a bildirmişti. Bu tür zırvalıklarla uğraşmayacak kadar üşengeçtim.
Bir gözünde bandana olan tek gözlü piç, başını eğerek elindeki listeyi kontrol etti. Nisan’ın söylediği isimleri orada bulmuş olmalı ki yolumuzdan çekilmişti. Nisan önden yürüyüp içeri girdiğinde tam bende girecektim ki, adamlar yolumu kesti. “Sizin isminiz davetli listesinde yok.” Umarım Barbaros iti düşündüğüm şeyi yapmamıştır!
Nisan durup beni beklerken derin derin nefesler alarak sinirlenmemeye çalıştım. Sağ elimin parmakları avucumun içine bükülürken adama listeyi gösterdim. “Yemeğe katılması beklenen son isim ne?”
Adam bu gece buraya gelmeyen son isme bakıp bana döndü. Can sıkıcı bir kinayeyle gözlerimin içine bakarak, “Barbaros Bey’in buraya bizzat yazdığı son isim tam olarak şu,” dedi. “Barbaros hazretlerinin yardakçısı.” O herifin soyunu sopunu sikecektim!
Sikerim böyle planı! Belimdeki silahı çıkartıp karşımdaki piçi delik deşik edecektim ki, Nisan hemen yanına gelip koluma girdi. Adamlara beni gösterip, “Ta kendisi işte,” diyerek beni içeri çektiğinde her an Nisan’a da bir tane geçirebilirdim. Ne demek ta kendisi?
İçeri girip holde yürürken sinirden yüzüm kıpkırmızıydı. Nisan ise gülmemeye çalışarak, “Abi,” dedi eğlenen bir sesle. “Şaka yapmış, fazla takma.”
“O amına koyduğum gevşeğine soracağım bunun hesabını! Ben kendimin bile yardakçısı olmam, ne sikimden bahsediyor? Onunla işim bittiğinde uzun süre götünün üzerinde oturamayacak!”
Barbaros’a kızarak holde yürürken üç garson bizi karşıladı. Onları hemen tanımıştım, bunlar benim adamlarımdı. Bu gece bu işletmede çalışan tüm personel şu anda evlerinde oturup hesaplarına yatan paranın keyfini çıkartıyordu. Onların yerine geçen adamlarım garson kıyafetlerini giyip düşmanlarımla ilgileniyordu. Kemal bir bilse ki önüne konulan yemeği bile benim seçtiğimi, acaba onu yer miydi?
İçeride Kemal’in korumaları da olduğu için Talat şef garson rolünü ustaca oynamaya başladı. “Hoş geldiniz efendim.” Bize yolu göstererek son derece saygılı bir sesle, “Masaya kadar size eşlik etmeme izin verin,” dedi. “Buyurun lütfen.”
Talat önde yürüyüp yolu gösterirken diğer iki adamım her ihtimale karşı sağımda ve solumda yürüyordu. Kırmızı neon ışıkların aydınlattığı uzun koridorda yürürken koridorun iki yanında da Kemal’in adamları vardı. Karşımızdaki kapıya girip çıkan her garson yanımdan geçmeden önce kısa bir an bana bakıyorlardı. Sadece bakışlarıyla bana her şeyin yolunda olduğunu anlatıyorlardı.
Sağımda yürüyen Mücahit tıpkı benim gibi tam karşısına bakarak yürürken, “İçerideki herkes zafer sarhoşu,” diye fısıldadı. Kemal’in adamlarının önünden geçtiğimiz için Mücahit konuşurken dudakları bile çok az kıpırdıyordu. “Yedikleri yemeklerin içinde zehir olduğunu bile anlamayacak kadar eğlenmekle meşguller.”
Kaşlarım çatıldığında adımlarım durur gibi oldu ama dikkat çekmemek için yürümeye devam ettim. “Planda zehir yoktu, bu kimin fikriydi?” diye fısıldadığımda Mücahit onu güçlükle duyacağım bir sesle konuştu. “Benim fikrimdi abi. Seni daha az uğraştırmaları için hepsinin yemeklerine zehir kattım ama ölümcül değil. Kaslarının çalışmasını yavaşlatıp hareketlerini kısıtlayacak bir şey.” Belli belirsiz omuz silkti. “Bunu yapmak için inisiyatif aldım.”
Adamlarımdan duymaktan en nefret ettiğim şey inisiyatif kelimesiydi. Her biri emirlerimin dışına çıkıp kafasına göre hareket ediyordu, ben hesap sorduğumda ise inisiyatif aldıklarını söylüyorlardı. “Sizin alacağınız inisiyatifleri sikeyim, piç kurusu! Bu iş bittiğinde hepinize sağlam bir ayar çekmek farz oldu.”
Kapıya yaklaştığımızda aklıma gelenlerle kısık bir sesle, “Korumalara da zehir verdiniz mi?” diye sordum. “Sizi daha az uğraştırırlar.”
Mücahit’in dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “O zaman ne eğlencesi kalırdı?”
“Ulan piç benim eğlencemin içine eden kim?”
Gülmemeye çalışarak benim için kapıyı açtığında ona tersçe bakarak içeri girdim. Kemal ve dostları onlar için özel olarak hazırlanan masada içip eğlendikleri bizi fark etmemişlerdi. Kendi aralarında yüksek sesle konuşup kahkahalarla gülerken burada olduğumu bile anlamamışlardı. Buradaki adamlarım içeri girdiğimi görünce onların masasının etrafını sarıp başta Kemal olmak üzere hepsinin görüş açısını kapatmışlardı.
Onlara bir arzuları olup olmadığını sorarken amaçları bana zaman kazandırmaktı. Talat ve Mücahit bu yaygaradan faydalanıp bizi Kemal’in arka masasına almıştı. Masamız önceden hazırlandığı için onların uzun masasının aksine iki kişilikti. Kemal’le sırt sırta gelecek bir şekilde koltuğuma oturduğumda Nisan tam karşımdaydı.
Diğerleri belki beni tanımazdı ama Kemal’le çok fazla yüz yüze geldiğim için maskeye rağmen kim olduğumu çıkarabilirdi. Bu yüzden onun arkasındaki masaya oturarak ona sırtımı dönmüştüm. Garsonlar yeni siparişleri alarak onların masasında ayrıldığında o masadakilerin bizi fark etmesi uzun sürmemişti. Mekânı kapatmasalardı burada tüm masalar dolacağı için kimsenin dikkatini çekmezdik.
İnsanlar ölümümün şerefine mekân bile kapatıyorlardı, daha ne olsun? Farah ne kadar değerli bir şahsiyetle evlendiğini gerçekten hiç bilmiyordu. Onu düşününce bile daha çok özlüyordum. Acaba uyanmış mıydı yoksa hâlâ uyuyor muydu?
Arkamdaki masadan bir kadının, “Onlar kim?” diyen sesini duyduğumda küçük çaplı bir sessizlik olmuştu. Masa arkamda kaldığı için orada olanları göremiyordum ama tüm gözlerin bize döndüğünü anlamak zor değildi.
Talat tam zamanında müdahale edip, “Onlar restoran personellerimizden efendim,” dedi hızlıca. “Bugün evlilik yıl dönümleri olduğu için burada kutlayabileceklerini düşündük. Eğer sizi rahatsız ediyorlarsa ikisini hemen mutfağa alabiliriz.”
Barbaros piçlik yaparak, “Neden maske takıyorlar?” diye sorunca sinirden yumruğumu sıkıyordum. Bizi içeri aldıran o değilmiş gibi nasıl da rol yapıyordu it!
Talat bir kez daha durumu kurtararak boğazını hafifçe temizledi. “Evlilik yıldönümlerini maske konseptiyle kutlamak istediler.” Bunları söylerken onların önünde el pençe duruyor olmalı ki sesi fazla saygılı çıkıyordu. “Dilerseniz maskelerini çıkartıp buraya gelmelerini söyleyebilirim. İçiniz rahat edecekse yüzlerini görebilirsiniz.” Blöfünü yemezlerse ben biliyordum ona yapacağımı.
“Ay kalsın.” Bir kadının şımarıkça çıkan sesini duydum. “O iki zavallı her zaman böyle bir yerde yemek yiyecek fırsatı bulamaz. Neyse, sen bana soğuk bir şeyler getir.” Zavallı dediği bu adamın ülkeyi satın alacak kadar çok parası vardı, ne sikimden bahsediyordu?
Masadakiler tekrar keyfine bakınca bizim çocuklardan biri yanımıza gelip bizim de siparişlerimizi almıştı. Nisan dikkat çekmemek için öylesine bir şeyler söylerken ben her daim aç olduğum için birçok şey sipariş etmiştim. Mutfakta çalışan aşçıları kendi adamlarımla değiştirmemekle iyi bir şey yapmıştım. Bizim çocuklar yemek yapmaktan zerre kadar anlamıyorlardı.
Aşçılar değişen personel kadrosunu görüp Kemal’e ötmesinler diye onlara iyi bir ödeme yapmıştık. Bir süre sonra istediğim tüm yemekler masamdaki yerini alınca zeytinyağlı karalahana sarmasına yumuldum. Tehlikenin göbeğindeyken iştahlı bir şekilde karnımı doyurmam Nisan’ı hayrete düşürüyordu.
Ona bana bakmayı bırakıp yemeğini yemesini söylemek istedim ama bunu yapamadım. Kemal’in koltuğu benimkinin hemen arkasında olduğu için konuşursam sesimden beni tanırdı. Sarmaların üzerine yoğurt döküp iştahla yerken diğer masada konuşulanları dinliyordum. “Kendine yalnız kurt diyen o piçin öldüğüne hâlâ inanamıyorum.” Bu konuşan Kemal’in en büyük oğlu Cabbar’dı. Onu sesinden tanımıştım.
“Gurur’u kibri öldürdü.” Sesinden kim olduğunu çıkaramadığım bir adam yüksek sesle gülerek ayarlarımla oynamaya başladı. “Piç kurusu yenilmez olduğunu sanıyordu. Kuduz köpekler gibi ona buna saldırırsa sonu bu olur.” Zürriyetine soktuğum bu it kime kuduz köpek diyordu? Ulan yüzüme gelince korkudan tek kelime edemeyecek adamlar, arkamdan aslan kesiliyormuş da haberimiz yokmuş.
“Kalender cephesinde bir hareketlenme var mı?” diye sordu Kemal. “Amcasının öldüğünü duyunca Karun hesap sormak için kapıma dayanmalıydı. Onun bu sessizliğini neye yormalıyım?”
“Karun’un bu kadar kayıtsız olması kafa karıştırıcı ama Gurur’un öldüğünü biliyor. Öyle olmasaydı neden o tuhaf çelengi yaptırsın? Duyduğuma göre karalahanalardan oluşan bir çelenk yaptırmış.” Az kalsın küfredecektim. Karun piçi çelenk konusunda şaka yapmıyor muydu?
Kemal’in ortanca oğlu Ekmel, “Karun cephesinde bir saldırı gelmemesinin nedeni çok belli aslında,” diyerek bu konudaki sikik düşüncelerini belirtti. “Sürekli başına yeni bir sorun açtığı için bence içten içe o da amcasından kurtulmak istiyordu. Amca-yeğenin birbiriyle hiç geçinemediği bir sır değil. Onun yerine Deli Gurur’dan kurtulmamız Karun’un işine gelmiştir.” Her konuda bilgisi olduğunu sanıyordu ama Karun’u hiç tanımadığı çok belliydi.
Neredeyse doğduğumuz günden beri Karun’la hiçbir konuda anlaşamazdık. Birimiz ateşti, diğeri su. Zıt kutuplarda olduğumuz için mutlaka ters düşecek bir şeyler buluyorduk. Ancak şöyle bir gerçek vardı ki ne Karun benden vazgeçerdi ne de ben ondan. Birbirimize yapmadığımız şeyi bırakmazdık ama tehlike anında ilk düşündüğümüz şey kendi hayatımız olmazdı. Kim ne derse desin, Karun’un benim için canını bile vereceğini iyi biliyordum. O piç babası gibi değildi, bana yamuk yapmazdı.
“Duyduğuma göre Ümit’in kızı da yaralanmış.” Bu konuşan Cabbar’dı. “Ümit eski gücünü kaybetmiş olabilir ama konu kızı olunca her şeyi yapabilecek biri.”
“Siz Ümit’i dert etmeyin.” Kemal hemen arkamda oturduğu için keyifle içkisini yudumladığını boğuk sesinden anlıyordum. “Onu bir deliden kurtardığım için kızının yaralanmasını görmezden gelecektir. Sonuçta kız hâlâ yaşıyor.”
“Farah’tı adı değil mi?” Ekmel’in ilgili çıkan sesiyle elimdeki çatalı sıkmaya başlamıştım. “Onu bir davette görmüştüm, insanlardan saklanmanın yollarını arıyordu. Çok ürkek bir kız, aynı zamanda kendini ucuz kıyafetlerin arkasına saklayan tuhaf biri. Giydiği o paçavralar bile güzelliğini saklayamıyordu.” Buraya sadece Kemal’i öldürmeye gelmiştim ama bu piçte sabrımı zorlamaya başlamıştı.
Ekmel’in kulağıma gelen gülüşüyle çenemdeki kaslar seğirdi. “Artık dul olduğuna göre bence onu boş bırakmamak gerek.” Birazdan dilini kökünden söktüğümde karım hakkında konuşmamayı daha iyi anlayacaktı! “Eminim Gurur onu doğru düzgün doyuramamıştır.” Kendini kastederek, “Gerçek bir erkeği hak ediyor,” dedi. Bu gecenin sonunda bu piçi istemediği kadar doyuracaktım ama kendi kanıyla!
Masadaki kadınlardan biri, “Aklında ne geçiyor?” diye sordu.
Ekmel güldü. “Ümit’in sahip olduğu her şeyi o korkak kıza kalacak. Kız sadece bölge lideri olmayacak, aynı zamanda birçok aşiretin hanım ağası olacak. Elinin altında nasıl bir güç olacağını hayal edebiliyor musunuz?” diyerek masadakileri düşünmeye zorladı. “O gücü kullanacak potansiyelde biri değil. Kadın aklı erkek işine çalışmaz,” dediğinde artık yumruğunu sıkan tek kişi ben değildim. Nisan’ı bıraksam yan masaya dalacak kadar sinirlenmişti.
Başkasının karısına göz koyan Ekmel pezevengi zırvalıklarını sürdürdü. “Onu karım yaptığımı düşünsenize? Kocası olursam sahip olduğu tüm gücü biz Kahharların yararına kullanabilirim.” Öfke tehlikeli bir zehir gibi usul usul kanıma işlerken nefes alışlarım sıklaşmıştı. “Hem parasını yerim hem de onu yatağımdan çıkarmam.” Yüksek sesle güldü. “Her iki şekilde de onu kullanmak zevkli olurdu.” Onunla işim bittiğinde korkudan kendi adını bile hatırlamayacaktı!
“Tozluların kızı istediğin gibi at koşturmana izin verir mi, dersin?” Barbaros’un alaycı gülüşünü duydum. “Herkesi öldürdüğün karınla karıştırma. Kollarını açınca kadınların sana koşacağını mı düşünüyorsun?” Barbaros onun sinirleriyle oynayarak konuşmaya devam etti. “O zavallı kadına şiddet uygulayıp onu ölümle tehdit etmeseydin sence seninle evlenir miydi?”
Ekmel en küçük bir pişmanlık göstermeden gerine gerine yaptıklarıyla övündü. “Kadınları fazla şımartmamak gerek. İyilikle seni dinlemiyorlarsa ağzına bir tane geçireceksin. Ümit’in kızına iki tokat çarpsam korkudan her istediğimi yapar.” Buradan bu piçin leşi çıkacaktı, bu kadar net!
Diğer masayı daha rahat görmek için ayağa kalkıp Nisan’ın yanındaki koltuğa oturdum. Mücahit masama gelip önüme bir bardak rakı koyduğunda onunla göz göze geldik. “Zaman geldi,” dediğimde Mücahit’in dudakları kıvrılmıştı. Masamdan ayrılırken kulaklığına dokunup, “Başlıyoruz,” deyince nihayet eğlenme sırası bana geçmişti.
Bir anda restoranın tüm camları patlayan bir buz tabakası gibi dağılmıştı. Tuzla buz olan cam parçaları içeriye püskürdüğünde silah sesler birbiri ardına patlamıştı. Masadaki herkes irkilirken kadınlar çığlıklar eşliğinde hemen masanın altına saklanmıştı, erkekler ise silahlarına davranmıştı. Garson kılığındaki adamlarım ellerindeki yemek tabaklarını yere atarak silahlarını çıkarmıştı.
İki kişi kapıyı kapatırken diğerleri içerideki korumalara nefes bile aldırmadan hepsini vurmuştu. Benim adamlarımdan da vurulanlar olmuştu ama sonuç odaklı bakarsak içeride Kemal’in tek bir koruması bile canlı kalmamıştı. Barbaros dışında Kemal ve oğulları sağa sola emirler yağdırarak kendilerini koltuklarının arkasına atmışlardı.
Mermiler vızır vızır geçerken dudağımın köşesindeki küçük bir gülümsemeyle olanları izliyordum. İçkimi sakince yudumlarken yerinde hiç kıpırdamayan Barbaros’u gördüm. Göz göze geldiğimizde elindeki içki kadehini hafifçe yukarı kaldırıp bu gecenin şerefine içti.
Üveyde olsa babasının ölecek olması gerçekten umurunda değil miydi? Kemal öldürmek sadece benim değil, Barbaros’un da çok işine yarayacaktı. Kemal ölürse ona tehdit oluşturan kişilerden biri ortadan kalmış olacaktı. Barbaros’un tüm eğlencesi kadınlar ve içkiyken uzun süre nasıl hayatta kaldığını merak ediyordum. Kemal’in işlerinden pek anladığı da söylenemezdi.
Hep zevk ve sefa peşinde koştuğu için eminim işlerin nasıl yürüdüğünü bile bilmiyordur. Neyse, bu benim sorunum değildi. Bu gece karşılıklı bir çıkar uğruna bir araya gelmiştik, bu geceden sonra yoluma çıkmadığı sürece ne yaptığıyla ilgilenmiyordum.
Yanımda oturup buradaki kavga kıyameti izleyen Nisan, kısa bir an Barbaros’a baktı. “Kemal’in diğer oğullarından daha yakışıklı olduğu bir gerçek,” deyince yüzümü buruşturdum. “Zevklerinin bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum.”
Personel kılığına giren adamlarım masaların arkasına saklanıp üst üste ateş ettiği için burası iyice dağılmaya başlamıştı. Kemal ve konuklarının yemeğine ilaç kattıkları için hiçbiri saklandığı yerden çıkıp herhangi bir yere kaçamıyordu. İçeride kapana kısıldıkları için koltuklarının arkasında ateş ederek kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Sıkılan her mermiyle kırılan şeylerin sayısı artıyordu.
Kemal ve dostları buradaki adamlarımın derdine düştüğü için hemen arka masalarında keyif sürdüğümüzü görecek durumda değillerdi. Nisan bana Barbaros’u gösterip, “Bu gerzek biraz daha masanın altına saklanmazsa herkes bizimle iş birliği yaptığını anlayacak,” dedikten sonra gülümseyerek bana döndü. “Onu öldürebilir miyim?”
Bunun için ne kadar sabırsızlandığını görünce bir küfür savurdum. “Az önce onu yakışıklı bulmuyor muydun?”
Mavi gözleri tehlikeli bir duyguyla ışıldadığında silahını çıkardı. “Yakışıklı olması düşmanımız olduğu gerçeğini değiştirmiyor.” Silahını Barbaros’a doğrultup tam tetiğe basacaktı ki, son anda elindeki silahı aldım. Silahı sertçe masaya bıraktığımda sinirden dişlerimi sıkıyordum. Engel olmasaydım onu gerçekten öldürecekti.
Delici gözlerle ona bakarken kızgın bakışlarımla hesap soruyordum. “Kafana göre iş yapma, onu öldürebileceğini de nereden çıkardın?”
“Abi inisiyatif aldım.”
“İnisiyatifini sikeyim, Nisan! Benden izin almadan almayın lan artık şu şeyi!”
Önüme döndüğümde Barbaros salağı olanlardan habersiz etrafındaki vahşeti izliyordu. İtiraf etmekten nefret etsem de Nisan bir konuda haklıydı, bu piçin fena bir görünüşü yoktu. Restorandaki ışığın altında koyu kestane saçları sinir bozucu bir şekilde parıldıyordu. Tabii benim saçlarımın yakınına bile yaklaşamazdı.
Kasıla kasıla yerinde otururken ela gözlerinin içinde sanki yeşil ve kehribarın sürekli yer değiştirdiği bir göl vardı. O göl bazen dalgalanıyordu bazense durgunlaşıyordu. Söz konusu kadınlar olunca pek durulduğu da söylenemezdi. Barbaros’un sağ kaşının tam üzerinde başlayan bir yarası vardı. Bu yaranın hikâyesini kimse bilmiyordu ama onu tanıdığımdan beri hep vardı.
Derin bıçak yarası gözünün üstünden başlayıp yanağını boydan boya keserek elmacık kemiğinin üzerinde son buluyordu. Çok eski bir yara olduğu için insan ister istemez hikâyesini merak ediyordu. Çoğu kişi için korkunç olan o yara, şaşırtıcı bir şekilde bazı kadınlar için fazla karizmatikti. Bizim Nisan’da buna dahil, bazı zevksiz kadınlar onun görünüşünü beğenebiliyordu.
Kulağımın yanında bir mermi geçerken sakince Nisan’a döndüm. Bir şeyi merak ederek ona Barbaros’u gösterdim. “Sence hangimiz daha iyi görünüyoruz?”
Bir an bile tereddüt etmeden beni gösterdi. “O herif seninle kıyaslanamaz.” Egomu okşamıştı ki aklına gelenlerle gözlerinde hülyalı bir ifade oluştu. “Ama Bolatlı seninle başa baş kapışır abi. Adam Yunan tanrısı gibi.”
“Nisan siktir git yanımdan!” O piçin neresini yakışıklı bulduğunu anlamadım. Bu kadınların gözleri acaba bizimkilerden birkaç lens düşük mü görüyordu?
Kadınların tiz bir sesle attıkları çığlıklar kurşun sesleriyle karışıyordu. Bir bacağımı diğerinin üzerine atarak koltuğuma yasladım. Kemal ve dostlarının mermileri bitmek üzere olduğu için sakince içkimi içiyordum. Alkol boğazımı hafifçe yakmıştı ama gözlerimi dahi kırpmadan Kemal’in son çırpınışlarını izliyordum. Saklandığı o koltuğun gerçekten onu koruduğunu düşünmesi çok komikti.
Adamlarım onları vurmak için ateş etmiyordu, amaçları silahlarındaki şarjörü boşaltmaktı. Tetikçilerim dışarıdaki adamların icabına bakarken içeride adamlarım masaların arkasına saklanmış vaziyetteydi. Bilerek ıskalayıp Kemal ve dostlarını kurşun yağmuruna tutuyorlardı. Hepsinin şarjörü boşaldığında bizimkiler bu küçük gösteriyi bitirecekti. Üstelik restoranın diğer yerlerinde de çatışma tüm hızıyla sürüyordu. Koridordaki adamlarım karşı taraftan kimseyi içeri sokmazdı.
Ekmel gerzeği saklandığı yerden başını çıkartınca nihayet Barbaros’u görmüştü. Bir yere saklanmak yerine tüm bu olanların keyfini sürdüğünü görünce ince omuzları gerildi. “Demek bizi sattın!” Silahını kaldırıp Barbaros’a hedef alarak tetiğe bastı. Duyduğu tık sesiyle dudağımın köşesi kıvrılmıştı. Hiç kurşunu kalmamıştı.
Sadece bir dakika içinde diğerlerinin de mermileri bitmişti. Adamlarım saklandıkları yerden çıkıp onlara doğru yürüdüğünde Nisan masadaki silahını aldı. En küçük yanlışlarında onları vuracağını bildiğim için onu uyararak, “Kemal ve Ekmel benim!” dedim sert bir sesle. Sağı solu hiç belli olmadığı için onları vurup sonra da inisiyatif aldım demeyeceğinin bir garantisi yoktu.
Adamlarım masanın altında saklanan herkesi yaka paça yakalayıp boş bir alana sürükledi. Talat ve Mücahit, Kemal’in kollarını tutup onu zorla ayağa kaldırdığında Kemal hiddetlenerek, “Kimin köpeğisiniz!” diye bağırıyordu. “Hepinizin eceli olacağım!”
Adamlarım kıskıvrak hepsini yakalayıp onları dizlerinin üzerine durmaya zorladı. Buna yanaşmayan herkese fiziksel güç uygulayıp onları dizlerinin üzerine düşürüyorlardı. Kadınların gitmesine izin verdikleri için içeride Kemal’in tayfasında tek bir kadın kalmamıştı. Hepsi de kendi canının derdine düşüp kaçarak dışarı çıkmıştı. Bizim kadınlarımızdan ne kadar da farklılardı. Bizdeki kadınlar bırak kaçmayı, belanın üzerine yürürdü.
İçeride Kahhar tayfasında toplamda on kişi kalmıştı ve hepsi de oldukça öfkeli görünüyordu. Adamlarım her birinin arkasında durup omuzlarından sertçe bastırarak onları diz çökmeye zorladıkça çıldırıyorlardı. Damarlarında dolaşan zehir yüzünden en zayıf adamıma bile karşı koyacak güçte değillerdi. Kemal’in dizleri soğuk mermere baskı yaparken sağında ve solunda omuzlarını tutan adamlara bağırıp duruyordu.
“Sahibiniz kim sizin!” Dalağını patlatırcasına bağırırken gri gözleri hiddetle bakıyordu. “Ben bölge liderlerinden Kemal Kahhar, kimi karşınıza aldığınızdan haberiniz bile yok!”
“Onlar kimi karşılarına aldıklarını biliyor peki, sen biliyor musun?” Sesimle birlikte buraya bir sessizlik çöktüğünde tüm gözler bana çevrilmişti. Bardağımdan kalan rakıyı kafama dikip hepsini içerek bardağı sertçe masaya bıraktım. “Görüyorsun ya, senin gibi bir yılanın başını ezmek için parmağımı bile kıpırdatmama gerek yok.”
Yavaşça ayağa kalkıp yüzümdeki maskeyi çıkardığımda Kemal korkuyla yutkunmuştu. “Ölümümün şerefine bir kadehte benimle kaldırmak ister misin?” Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyüdüğünde aralıklı dudaklarında tek kelime çıkmamıştı.
Sesini bulmak için birkaç kez yutkunduktan sonra delici bakışlarını yanındaki Süleyman’a çıkardı. “Hani bu herif ölmüştü!”
“Doğru söylüyorsun.” Yürüyüp Süleyman’ın karşısında durarak korkudan fıldır fıldır dönen gözlerine baktım. “Öldüğümü benim dışımda herkese söylemişsin, bana niye söylemiyorsun lan!”
Dilimi damağıma vurarak ayıplarcasına bir ses çıkardım. “İnsan bu güzel haberi bana da söylemez mi?” Belimdeki silahı çıkarttığım gibi kafasına sıktım. “Benden Kalender iti diye bahsettiğini de unutmadım!”
Tam sıra Kemal’e gelmişti ki, Barbaros’u görünce çılgına döndü. Gırtlağından kalın bir ses çıktığında bakışları kararmıştı. Vücudundaki tüm kas seğirdiğinde yeri döven dizlerini kaldıramadı. “Kalleş piç!” diye gürleyerek hınç dolu bakışlarını Barbaros’tan çekmedi. “Kapımda bir hain beslediğimi bilseydim leşini köpeklere yedirirdim! Sana her şeyi sundum, hem de her şeyi! Bu kalleşliği neden yaptın!”
Barbaros koltuğundan kalkıp ağır adımlarla buraya doğru ilerledi. “Demek bana her şeyi sundun?” Alaycı bir sesle konuşup Kemal’e diğer üç oğlunu gösterdi. “Bana sunduğun her şey onlardan kalanlardı, yani oğullarının istemediği çöpler.”
Kemal’in ihtiyar yüzünde bir hayret ifadesi belirdiğinde hayal kırıklığı içinde Barbaros’a bakıyordu. “Tüm bunları kardeşlerini kıskandığın için mi yaptın?”
“Kardeşler?” Barbaros yüksek sesle gülerek başını iki yana salladı. “Gerçeği bilmiyormuş gibi rol yapmayı bırak.” Gülmeyi kesip Kemal’in tam karşısında durduğunda kaşları çatılmıştı. “Sadece bir şeyi merak ediyorum. Bir piç olduğumu tam olarak ne zaman öğrendin?” Kemal’den bunu çok sık duymuş olmalı ki piç kelimesini vurgulayarak söylemişti.
Barbaros’un bunu bilmesine şaşıran Kemal diyecek hiçbir şey bulamadı. Anlaşılan uzun zamandır onun öz oğlu olmadığını biliyordu. “Ne zaman öğrendin?” Barbaros bunu ona sorarken yüzünde paramparça olmuş bir adamın silüeti vardı. “Oğlun olarak beni desteklemeyi bıraktığında mı öğrendin?” Üvey kardeşlerini gösterdi. “Yoksa onların her konuda beni ezmesine izin verdiğinde mi?”
“Başka bir adamla kaçtı yalanıyla annemi öldürdüğünde mi, oğlun olmadığımı öğrendin?” Kemal’in gözlerinin içine kinayeyle bakarak ona yüzündeki yarayı gösterdi. “Belki de bu yarayı açtığın gün öğrendin?” Yüzünü bu hale getiren Kemal miydi?
Barbaros’un soruları karşısında Kemal’in nefes alışları sıklaştığında alnında biriken ter damlaları parlıyordu. “Tüm bunlar konuşarak halledilecek şeyler!” Yaptıklarından zerre kadar pişmanlık göstermeden beni gösterdi. “Bu piçin ne yapmaya çalıştığını görmüyor musun?” Kaşlarının kavisi çatılırken ağzından tükürükler saçarak çırpınmaya başladı. “Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyor!”
“Bizi değil, sizi.” Barbaros işaret parmağıyla onu ve oğullarını gösterdi. “Siz her konuda birlikteydiniz ama ben size karşı hep tektim.” Buradaki işi bittiği için kapıya yürüdü. “Size olanları da siz düşünün artık.”
Barbaros dışarı çıkınca adamlarım kapıları kapatmışlardı. Silahımı kaldırıp Kemal’in gözleri önünde tüm dalkavuklarını sırasıyla vurdum. Geriye bir tek onu ve oğullarını bıraktım. Buraya gelerek gözümü ne kadar kararttığımı gören Kemal korkmaya başlamıştı. Kendini kurtarmak için omuzlarına baskı yapan adamlarıma direnirken, “Karını tehlikeye atmak istemedim,” dedi hızlıca. “Sana yemin ederim ki planda Ümit’in kızı yoktu!”
“Öyle mi dersin?” Başımı çevirip Ekmel’in korkudan bembeyaz olan suratına baktım. “Ama az önce sohbet konusu Ümit’in kızıydı.” Üzerine yürüyüp yakasından tuttuğum gibi onu ayağa kaldırdım. “Demek iki tokatla karıma her şeyi yaptıracak kadar erkeksin?” Başımı geriye çekip suratına kafayı gömerek onu ayaklarımın önüne düşürdüm. “Ne kadar erkek olduğunu bana da göstersene!”
Ekmel düştüğü yerden ayağa kalkmaya çalıştığında yüzüne attığım tekmeyle başının arkası zemine çarpmıştı. Burnunda kan fışkırırken elindeki baltayla içeri giren Hikmet’i gördüm. Dudaklarım tehlikeli bir yavaşlıkta kıvrılarak Ekmel’in kanlı suratına baktım. “Buraya gelirken seni öldürmek aklımda yoktu ama sen inatla kaşındın.”
Hikmet’in uzattığı baltayı aldığımda Ekmel dehşete kapılarak babasına doğru emekledi. “Ba-baba yardım et!”
Ensesini sertçe yakalayıp onu arkaya doğru savurdum. “Değil baban, kralı gelse sana yardım edemez!” Ona kendimi göstererek sırıttım. “Ve bilirsin bu alemin tek kralı benim.” Elimdeki baltayı sıkarak ağır adımlarla üzerine yürüdüğümde, Kemal ve diğer oğullarının bağırışlarını zerre takmıyordum. Savurdukları tehdit ve küfürler beni durdurmaya yetmezdi.
Ekmel yerde dirseklerinin üzerinde arkaya doğru sürünürken gözlerini baltadan ayırmıyordu. Korkudan o kadar çok titriyordu ki dişleri zangır zangır birbirine çarpıyordu. Masada yüksek sesle karım hakkında ileri geri konuşurken az da olsa onu yürekli biri sanmıştım ama karşımda nefes bile almıyordu. “Öz-özür dilerim.” Titreyen gözlerini bana çıkardığında yaşamak için yalvarmasını beklemiyordum. “Karından da özür dilerim. Sana yalvarıyorum canımı bağışla!”
“Benim karımın senin özrüne ihtiyacı yok!” Baltayı kaldırıp bacak arasına geçirdiğimde Ekmel’in böğürüşü, Kemal ve diğer oğullarının haykırışlarıyla yarışırdı. “Sen önce kendi karından özür dile!”
O zavallı kadının kendi eceliyle ölmediğini artık biliyordum. Kanlı baltayı sertçe çekip bu sefer kaburgalarına geçirdim. “Attığın o meşhur tokatların hesabı sorulmaz mı, sandın!” Bu piçin elinde kim bilir kaç kadının kanı vardı.
Hakkında duyduğum tüm o şeyleri bir söylentiden ibaret sanmıştım ama bu gece duyduklarım dedikoduların asılsız olmadığını bana göstermişti. Zayıf karakterini ve aşağılık egosunu kadınların üzerinde besleyen bir kansızdı. Bir kadını nasıl sindireceğini anlatırken kendiyle gurur duyuyordu ve bahsettiği o kadın benim karımdı. “Ben ölsem bile karımı almak sana mı kalmış orospu çocuğu!” Baltayı kaldırıp delik deşik ettiğim vücuduna geçirdikçe pis kanı üzerime sıçrıyordu.
Her bir balta darbesiyle odun kırar gibi tüm kemiklerini kırmıştım. Ekmel kaçıncı balta darbesiyle öldü, bilmiyorum ama tüm öfkemi çıkartana kadar durmamıştım. Paramparça olan cesedi tanınmayacak hale gelince nefes nefese durup Kemal’e döndüm. Aldığım her nefesle göğüs kafesim şiddetle hareket ederken oğlu için feryat kopartan Kemal’e bakıyordum.
“Karım hakkında ileri geri konuşan birine bunları yapıyorsam…” Sırıtarak baştan ayağa onu süzdüm. “Karımın kanını dökene sence neler yapmam, Kahhar?”
Kemal oğlunun adını sayıklarken onu tutan adamlardan kurtularak öne atıldı. Adamlarım onu yakalamak üzereyken elimi kaldırarak onları durdurmuştum. Ne yapacağını görmek istiyordum. Ekmel’e olanlardan sonra ayağa bile kalkamadığı için ihtiyar gözlerinden yaşlar akıtarak yerde süründü. Emekleyerek oğlunun cesedinin yanına geldiğinde ona dokunmak istedi ama paramparça olmuş bir cesede dokunamadı.
Ekmel’in yüzündeki kemikler bile parçalanarak içe çöktüğü için yüzü dahi tanınmaz haldeydi. Kemal’in Ekmel’e uzattığı eli havada kaldığında parmaklarının ucunda başlayan bir titreme tüm vücuduna nüksetmişti. “Oğ-oğlum,” diye fısıldadığında birbirine kenetlenen çenesinden bir hıçkırık koptu. Hızlı hızlı nefesler alıyordu ama sanki aldığı nefesler boğazında bir düğüm oluşturuyormuş gibi sesi boğuk çıkıyordu.
Nihayet oğlunun öldüğünü idrak edince, “Ekmel!” diye haykırıp oğlunu dağılan cesedine sarıldı. Eğer o kurşun Farah’ın omzu yerine kalbine gelseydi şimdi bir cesede sarılıp ağlayan Ümit olacaktı. Tüm bunları peşimden bir tetikçi göndermeden önce düşünecekti.
Kemal daha Ekmel’in acısını tam olarak yaşayamadan belimdeki silahı çıkartıp diğer oğullarına doğrulttum. Beni durdurmak için pantolonumun paçalarına yapışınca gözünün yaşına bile bakmadan önce Cabbar’ı sonra da Mustafa’yı alnından vurdum. Bu gece üç oğlunun da ölümünü ona izletmiştim. Gırtlağını yırtarcasına oğullarının adını haykırırken aklını kaçırmış gibi dövünmeye başlamıştı. Yumruklarını yere geçirerek ağlarken hangi oğluna üzüleceğini bilmiyordu.
Buraya sadece onu öldürmek için gelmiştim ama Ekmel’de işin içine girmişti. Daha sonra aklıma Farah gelince Cabbar ve Mustafa’dan da kurtulmam gerektiğini anlamıştım. O ikisini sağ bırakırsam onlarda beni can evimden vurmak için Farah’ın peşine düşebilirdi. Benim peşime düşmeyeceklerini bilecek kadar bu kirli dünyanın içindeydim. Birine sağlam bir darbe vurmanın en iyi yolu sevdiklerinin ölümünden geçiyordu.
Kemal salya sümük haykırarak ağlarken ıslak gözleri kontrolsüz bir şekilde oğullarının üzerinde gidip geliyordu. Hangisinin yanına koşup onu bağrına basacağını bilmiyordu. İhtiyar kalbi teklemeye başlamış olmalı ki sol göğsünü sıkarken aynı zamanda boştaki eliyle yere vurarak ağlıyordu. Oğullarının kaybıyla tüm dünyası başına yıkılmıştı.
Acı yoğun bir çaresizliğe ve öfkeye dönüştüğünde ayaklarımın altında kıvranırken başını kaldırdı. Birden ellerini sıktığında parmak kemiklerini kıracakmış gibi elleri kitlenmişti. Vücudunun tüm kasları gerildiğinde gri gözlerinde artık sadece yaş değil, öfke ateşi yanıyordu. “Nikahındaki o küçük orospuyu öldürmeliydim!” diye hiddetle bağırdı. “Tüm bunları kendin için değil de ucuz bir kadın için mi, yaptın! Bizim dünyamızda kadınlar gözden çıkarılabilir, o fahişeyi metresim yapıp-” Baltayı kafasının tam ortasına geçirerek sesini kesmiştim.
İki kaşının arasına akan kan ince bir yol oluşturuyordu. Kemal’in gri gözlerindeki yaşam ışığı söndüğünde ciğerlerine çektiği nefesi geri verme şansı olmamıştı. Kafatasını yaran baltayı sertçe çıkartıp tüm gücümle omzuna geçirdim. “Benim kadınım gözden çıkartılacak bir kadın değil!”
Baltayı omzundan çıkartmadan geriye çekildim ve göğsüne tekme atarak onu sırtüstü yere düşürdüm. Karımın omzuna giren o kurşuna karşılık balta Kemal’in omzunda kalacaktı. Cebimdeki gümüş bozukluğu çıkartarak Kemal’in leşinin üstüne attım. Gümüş paranın iki yüzündeki kurdu gören herkes buraya bir Kalender’in uğradığını anlayacaktı.
Kapıya doğru yürürken tüm adamlarım toplanıp peşime takılmıştı. Üstüm başım kanla yıkanmıştı, yüzümde bile Ekmel ve Kemal’in kanları akıyordu. Kirpiklerimi kıpırdattıkça kirpik uçlarımda biriken bir damla kan yüzüme düşüyordu. “Burayı böyle bırakın.”
Restorandan çıkıp kırmızı neon ışıkla aydınlanan koridorda yürürken üzerimde psikopatlara özgü bir rahatlama hissi vardı. “Herkese ibret olması için hiçbir şeye dokunmayın.” Deli kralın tekrar sahalara dönmemesinin nedeni tam olarak buydu. Bir kez geri dönersem belasını sikmedik adam bırakmazdım.
Kemal’in adamlarının cesetlerinin içinden geçerek dışarı çıktım. Tüm adamlarım bahçede toplanmış beni bekliyordu. Arabasının yanında durup sigarasını içen Barbaros’u gördüm. İçerideki işimin bitmesini beklediğini anladım. Bana sırtı dönük olduğu için belimdeki silahı çıkardığımı görmedi. Silahı ona doğrultup tereddüt dahi etmeden onu kıçından vurdum.
Kıçında patlayan mermiyle Barbaros acı dolu bir ses çıkartıp hemen bana döndü. Eliyle arkasını tutarken suratı yoğun bir acıyla şekilden şekle giriyordu. Ayakta bile zor durduğu için boştaki eliyle arabasına tutunuyordu. Elimdeki silahı görünce ela gözlerindeki değişimi gördüm. Çenesini sıkarken yüz ifadesi sertleşmişti. “Amına koyduğum piçi, bir geceliğine ateşkes yaptığımızı sanıyordum!”
“Eğer öyle olmasaydı seni götünden vurur muydum, sanıyorsun?” Doğrudan kalbine sıkardım. Gülmemek için yanaklarımın içini dişlerken arabama doğru yürüdüm. “Yarın sabah herkes Kahharların başına gelenleri konuşacak. İnsanlar senin hakkında ailesini satan bir hain demesin diye seni vurdum.” Bu herife iyilikten anlamıyordu.
Onu düşünüyormuş gibi konuşurken eğlenen bakışlarım tam tersini söylüyordu. Kızgın yüzüne bakıp bıyık altında gülerken arkasını işaret ettim. “Sayemde artık herkes ailen için kahramanca mücadele ettiğini konuşacak.”
“Dalağını siktiğim kansızı, götünden vurulan bir kahraman olmak istediğimi de sana kim söyledi!” diye gürlerken yapabilse yanıma gelip gırtlağıma çökecekti ama kıçındaki kurşun yarasından dolayı yerinden kıpırdayamıyordu. “Niye kolumdan vurmadın piç!”
Arabamın kapısını açtığımda omzumun üzerinden sırıtarak ona bakıyordum. “Keşke bunu önceden yazılı olarak bildirseydiniz, Barbaros hazretleri.” Davetli listesine atıfta bulunduğumda bir küfür savurup avucunun içiyle arabasına sertçe vurdu. “Küçük bir şaka yüzünden beni kıçımdan mı vurdun!”
Sinirli suratına baktıkça keyfim yerine geliyordu. “Lan oğlum konuşmayı bırakıp hastaneye gitsene, götünden kan kaybediyorsun.”
“Siktir git gözümün önünden!”
Onu sinir küpüne çevirerek arabama binip çalıştırdım. “Daha çok işin var, Kahharlar için cenaze törenini ben düzenleyecek değilim herhalde. Koskoca bölge liderliğini sana altın tepside sundum, sen hâlâ götünün derdindesin.” Bugün şiddetli bir yağmur yağdığı için yerde su birikintileri vardı. Arabayla Barbaros’un yanından geçerken bilerek yerdeki suyu üstüne sıçrattığımda arkamda ettiği küfürler çok yaratıcıydı.
Artık gönül rahatlığıyla nazlı karımın yanına gidebilirdim.
Yorumlar