Roman
  • 01/12/2025

38-KÖYÜN DELİSİ

Odama sızan günışığıyla mırıltılar çıkartarak gözlerimi açmaya çalıştım. Bilincim yavaş yavaş uykudan sıyrılırken tanıdık bir koku burnuma geliyordu. Üstelik çok sıcaklamıştım. Uykuyla mahmurlaşan gözlerimi nihayet açtığımda birkaç saniye odadaki ışığa alışmaya çalıştım. Sırtüstü yatarken tavanla bakışıyordum ama üzerimde de göz ardı edilmeyecek bir ağırlık vardı.

Başımı hafifçe eğince karnıma ahtapot gibi dolanan kolu gördüm. Bir anlığına paniklemiştim ama Gurur’u görünce tuttuğum nefesimi sesli verdim. Yatağıma girip bana sarılarak uyuyan Gurur’dan başkası değildi. Beni hiç uyandırmadan o koca cüssesini tek kişilik yatağa nasıl sığdırdı, bilmiyorum ama yapmıştı bir şekilde. Sol omzumda bir kurşun yarası olduğu için Gurur sağ tarafımda yatıyordu.

Başını sağlam olan tek omzuma yaslamış, yüzünü boynuma gömerek uyumuştu. Her nefesle boynumu terletip gıdıklayan sıcak nefesi çok kavurucuydu. Kolu belimi mengene gibi sarmıştı ve yatağa sığmaya çalışıp yan yattığı için bir bacağı üzerimdeydi. Gece saat kaçta Ordu’ya dönüp yatağıma girdi, bilmiyorum ama hiç gitmemiş gibi benimle uyuyordu.

Dün ameliyattan çıkınca Gurur’u yanımda bulacağımdan çok emindim ama bu konuda büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Ne yazık ki Gurur uyanmamı bile beklemeden İstanbul’a gitmişti. Beni vuranların peşine düşmesi, yanımda olmasından daha önemliymiş gibi davranmıştı. Bu konuda ona çok kızgın ve kırgın olduğum için, “Gurur,” diyerek kaşlarımı çattım. “Çık yatağımdan.”

Sürekli adını seslenmemle nihayet homurtular çıkartarak uyanmaya başlamıştı. Ilık nefesinden dolayı boynum terlemeye başlamıştı ama Gurur ısrarla yüzünü boynumdan çekmiyordu. Yataktan kıpırdanıp durduğum için huysuz mırıltılar çıkartırken dudakları boynuma sürtünüyordu. “Farah… Bir rahat dur da uykumu alayım.” Daha yeni uyanmaya başladığı için sesi tam açılmamıştı, sesi hafif hırıltılı ve kalın çıkmıştı.

“Çık yatağımdan ve şu kolunu çek!” Bacaklarımı ezen ağır bacağına dizimle vurdum. “Bacağını da üstümden çek.”

Huysuzluklarım yüzünden uykusu tamamen dağıldığı için hiç istemese de başını kaldırdı. Derdimin ne olduğunu anlamak için uykulu gözlerle bana bakarken kolu ve bacağını hâlâ üzerimdeydi. “Sabah sabah ne karın ağrın var?”

“Karın ağrım sensin.” Sinirli gözlerle ona kapıyı gösterdim. “Odamdan çık.”

Bu konuda şaka yapmadığımı görünce önce kolunu daha sonra da bacağını üzerimden çekti. İstediğim gibi yataktan çıkıp tepeme dikildiğinde beni izliyordu. Dünden beri kimlerin kanına girdiyse tüm o tehlikeyi sanki kendiyle birlikte buraya getirmişti. Yanıma gelmeden önce banyo yapmış olmalı ki temiz görünüyordu. Ne yazık ki ne kadar yıkanırsa yıkansın tenine sinen o kan kokusunu soluyabiliyordum.

Kanın yoğun kokusu sanki bir lanet gibi doğduğu o ilk andan itibaren onun tenine kazınmıştı. Sıkı kaslarını saran bu beyaz gömleği kirletmeden kaç dakika duracağını merak ediyordum. Gurur’un gömleklerinde hep birilerinin kanı olurdu, giydiği şeyleri uzun süre temiz tutamazdı. Yakışıklı yüzüne, hafif kalın boynuna, geniş omuzlarına ve ince belindeki deri kemere fazla uzun bakıyordum.

Yeşil gözlerini bana kenetlediğinde tıpkı benim gibi o da sessizlik içinde beni izliyordu. Yeşillerinde barut, kan ve yoğun bir özlem vardı. Aynı zamanda gizleyemediği o suçluluk duygusu gözlerindeki yerini almıştı. Başıma gelenler için kendini suçlamayı hiç bırakmadığını biliyordum. Hissettiği o suçluluk duygusu ona bir katliam yaptırmıştı. İstanbul’a giderek neler yaptığını Ali bana anlatmıştı.

Yatağıma doğru bir adım attığında sanki tek bir adımıyla zemin sarsılıyordu. Gurur’a baktıkça gördüğüm bu güç ve kudret beni şaşkına çeviriyordu. Yatağımın kenarına oturup, “İyi misin, Farah?” diye sorduğunda onda aldığım şeylerden biri de temiz sabun kokusuydu.

Tenine sinen kan kokusunu şampuanla çıkartamamış olacak ki sabun kokuyordu. Banyo giderinden akıp giden tüm o kanın kirli günahlarını bir sabunla silmek istemişti. Hafifçe üzerime eğildiğinde gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Bana dokunmak için elini yüzüme uzatırken o ilgili sesiyle, “Bir şey söyle,” diye fısıldadı.

Parmaklarının tersiyle yanağıma dokunduğunda sanki eli titriyordu. “Dışarıdaki dünyayı susturdum, kafamın içindeki cehennemi de yalnızca senin sesinle susturabilirim.” Gözlerindeki o tehlikeden eksilen bir şey olmamıştı. Hâlâ fazla derin, fazla tehlikeli ve karanlık bakıyordu ama artık o karanlık bile sadece bana aitti.

İncitmekten korkarcasına yanağımı okşarken gözlerini bir kez daha gözlerime dikti. “Sesini duymak istiyorum.”

Yanağımdaki elini iterek başımı geriye çektim. “Kan kokuyorsun.”

Benden duymayı beklediği son şey bile bu değilmiş gibi yüzünde oluşan küçük çaplı şaşkınlığı gördüm. Beyaz gömleğinin yakasını çekiştirerek başını eğdi. Nasıl koktuğunu anlamak için derin derin nefesler alırken aynı zamanda bana kızmakla meşguldü. “Bir kutu şampuan, iki sabun bitirdim, nasıl hâlâ kan kokabilirim?”

Kendinden aldığı tek şey üzerine sıktığı parfümünün o güzel kokusuymuş gibi başını kaldırdı. “Uydurma kan kokmuyorum.”

Dik dik ona bakarken yapabilseydim bu yataktan çıkıp suratına sağlam bir yumruk atardım. “Ben uyduruyorum öyle mi?” Sağlam kolumu yatağa bastırarak kendimi biraz daha arkaya çektim. Yatakta oturmayı başardığımda sırtımı yatak başlığına yaslamak beni nefes nefese bırakmıştı. “Seni görmek istemiyorum, lütfen git.”

Yeşil gözleri hafifçe kısıldığında derdimin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Sen bana kızgın mısın?”

“Gurur Bey hazretlerine kızmak ne haddime?” Sakince konuşurken kolumu uzatıp kullanmadığım yastıklardan birini aldım. Yastığı suratına fırlatıp aynı sakinlikle ona kapıyı gösterdim. “Dünden beri yaptığın gibi beni yalnız bırak.”

“Birine kızarken bile bir insan nasıl böyle sakin görünebilir?” Ağzının içinde bir şeyler homurdanarak yatağımın kenarına iyice yerleşti. Gitmesini isterken bile kalması için çıldırdığımı iyi biliyordu.

Uzanıp karnımın üzerinde duran elimi tuttuğunda elimde onun sıcaklığını hissettim. Ona kırgın olduğum için elimi çekmek istedim ama avucunun içine hapsederek buna izin vermedi. Mavi damarların belirgin bir şekilde göründüğü iri eli, bir kafes gibi elimi sarmıştı. Yara bere içindeki parmak boğumlarına bakmak bile canımı yakıyordu. Çok sık yumruk attığı için ellerinin üzerindeki bu yaralar hiç kapanmıyordu.

Gurur bana öyle bir bakıyordu ki sanki onun nazarında porselen bir bebektim. Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum ama beni gözlerinde bile sakınır gibiydi. “Seni burada bırakıp gitmeyi istemediğimi biliyorsun.” Kısık bir sesle konuştuğunda elimi tutarken bile tedirginliğini hissedebiliyordum. Kaskatı bir halde olduğunun farkında değildi.

Küçük bir el temasını dahi büyütecek kadar tuhaf bir adamdı. Elimi tutmasının üzerinden henüz bir dakika bile geçmemişti ama bu kısacık sürede tam on iki kez elimi hafifçe sıkmıştı. Hemen sonra bunun canımı yakacağını düşünüp parmaklarını gevşetmişti. Bu seferde fazla gevşek tuttuğunu düşünüp tutuşunu birazcık sıkılaştırdı. Doğru tutuş şeklini bulmaya çalışırken sık sık yüzüme bakıyordu. Canımı yaktığını anladığı an elini hemen çekecekti.

Elimi tutmaya bile kıyamıyordu.

Tam bir şey söyleyecekti ki bir anda gözlerindeki ifade değişmişti. “Bunu bir daha sakın yapma.” Neyden bahsettiğini anlamamıştım ama Gurur son derece ciddileşmişti. “Bir daha ne benim ne de bir başkası için hayatını tehlikeye atma.”

Bakışları omzuma kaydığında yüz ifadesi sertlik kazandı. Üzerimde hasta önlüğü olmasına rağmen sanki önlüğün altındaki yarayı görüyordu. Kaşları çatıldığında bana olan bakışları fazla sinirliydi. “Hayatının bendeki değerini bilmiyorsan sikik bir kurşunun önüne atlamayacaksın!”

Elimi onun elinden çektiğimde durduk yere bana kızdığı için neye uğradığımı anlayamamıştım. “Seni korumak için rızana ihtiyacım olduğunu mu sanıyorsun?” Öfkelenerek başımı iki yana salladım. “Ne taktirini isterim ne de teşekkür etmeni, ben orada kocamı koruyordum.”

Çenesini sıktığında boynundaki damarlar belirginleşmişti. Karşısında bir hasmı varmış gibi düşmanca bir tutum sergilediğinde ağzından çıkanları kulağı hiç duymuyordu. “Beni korumak sana mı düşmüş, sen sadece kendini düşüneceksin.” Bir hışımla ayağa kalktığında odanın içinde sinirle dönmeye başlamıştı. Bir dakikası diğerini tutmadığı için bir an sakinse bir an öfkeden deliye dönebiliyordu.

Dün olanların sinirini kimden çıkartacağını bilmez bir saldırganlıkla bana döndüğünde onunla ne yapacağımı bilemedim. “Senin tarafından korunmaya ihtiyacım yok.”

“Bir dahaki sefere bunu aklımda tutacağım.” Sakinliğimle onu delirterek kapıyı gösterdim. “Söyleyeceklerin bittiyse çık odamdan.”

Bunu yapmayınca sıkıntıyla nefesimi verdim. Dünden beri onun yollarını gözlemişken böyle bir muameleyle karşılaşmayı hak etmiyordum. Daha fazla dayanamayıp üzerimdeki battaniyeyi çekerek yere attım. “Ne halt ediyorsun?” Kızgın sesini duyduğumda bile ona bakmadım.

Kolumdaki serum iğnesini sertçe çıkarttığımda iğnenin açtığı yerde akan kanı görünce iyice hiddetlenmişti. “Sen aklını mı kaçırdın!”

Bana doğru bir adım atınca ona dönüp adeta boğazımı yırtarcasına, “Bağırma bana!” diye haykırdım. Sıktığım sağ elimi yatağa geçirdiğimde çıldırmak üzereydim. “Kaç kez diyeceğim, ben büyük harflerden korkuyorum! Sürekli bağırıp durma bana!” Benimle konuşurken sesinin desibelini düşürmeliydi.

Ani bir hareketle yataktan çıktığımda başım döndüğü için yerimde sendeledim. Düşmemden ödü koptuğu için Gurur teslim oluyormuş gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Farah n’olur yatağa dön.” Her an düşüp yaramı kanatırım diye diken üstünde dururken, bakışlarıyla adeta bana yalvarıyordu. “Özür dilerim bağırdığımın farkında değildim.”

“Hayır, bunu hep yapıyorsun. Her kızdığında sürekli bağırıyorsun, sonra özür diliyorsun.” Bana yaklaşmasına izin vermeyerek onunla aramdaki mesafeyi korudum. “Seni hep aynı konuda uyarmaktan yoruldum.”

Gözlerim sık sık o ve kapı arasında gidip gelmeye başlayınca ondan kaçmak istediğimi anlamıştı. Kaskatı kesildiğinde gözlerindeki ani değişimle sesli yutkunarak, “Farah…” diye fısıldadı. “İnancın olsun sesimin seviyesini ayarlayamıyorum. Ben normalde de yüksek sesle konuşurum, bunu biliyorsun.”

Onu bırakıp gitmemden endişe ederek yüzünü sertçe ovuşturdu. “Yapabilsem sence daha kısık bir sesle konuşmaz mıyım? Özellikle de senin yüksek seslerden ne kadar korktuğunu bilirken…”

“Bunu bilmene rağmen hep bağırıyorsun.”

“Yavrum harbi bağırmıyorum, sesim gür çıkıyor diyorum, nesini anlamıyorsun?”

“Sana bu kadar sinirlenmişken lütfen bana yavrum deme.”

“Ulan nerenden belli sinirli olduğun?” İnanamayan gözlerle bana bakarken yüz ifadesi çok komikti. “Az önceki çığlığını saymazsak karşımda durmuş, sakince beni azarlıyorsun. Bu mu sinirli halin?”

“Seninle konuşmuyorum ben.” Henüz ayakta duracak gücüm olmadığı için gözlerimin önü karardı. Her şey etrafımda dönünce bir şeylere tutunma ihtiyacı hissederek, “Gurur,” diye panikledim. “Tut beni, düşmeyeyim.”

Hemen yanımda belirip belimi yakaladığında sinirden gülüyordu. “Hani konuşmuyordun benimle?” Omzumdaki yaraya dikkat ederek beni kucağına alıp yatağa doğru yürüdü. Bunu yaparken başını eğmiş, keyifli gözlerle beni izliyordu. Düşmemek için tüm yelkenleri suya indirmem hoşuna gitmişti. “Gerçekten çok nazlısın.”

Beni dikkatli bir şekilde yatağa bıraktığında sırtımın arkasına bir yastık koydu. Yerdeki battaniyeyi alıp üstümü örterken bakışları sık sık omzuma kayıyordu. “Çok acıyor mu?”

İğneleyici gözlerle onu izlerken bakışlarım fazla tersti. “Evet, dersem bunun içinde birilerini öldürecek misin?”

Sıkıntıyla nefesini vererek yatağımın kenarına oturdu. Cebinden bir mendil çıkartıp serum iğnesinin kanattığı kolumu silerken fazla ciddi görünüyordu. “Seni bırakıp gittiğim için bana kızgın olduğunu biliyorum ama duramadım.” Canımı yakmaktan çekinerek mendili yavaşça kolumun iç tarafına bastırdı. “Çok korktum, Farah.” Bunu itiraf etmesini beklemiyordum.

Serum iğnesinin izinin olduğu yere mendili bastırırken başını kaldırıp yüzüme baktı. İfadesi kederli, bana olan bakışları da hisliydi. “Ben öyle her şeyden korkan bir adam değilim ama seni kaybetmekten ödüm koptu.”

Dudaklarından çıkan her kelime tam kalbime saplanıyordu. Gurur’un gözlerinde hem bana olan bağlılığı vardı hem de benden kaynaklı büyük bir korku. “O an bana sorsalardı, seni kanlar içinde görmek mi yoksa doğrudan bir yangının içine girmek mi, diye…” Yüzümdeki bakışları sol omzuma kaydığında gözbebekleri titremişti. “Yemin ederim ki hiç düşünmeden bir yangının içine dalardım.” Nefes dahi almadan öylece kalakalmıştım.

Beni kaybetme düşüncesi onun için ateşten bile daha üstün bir korkuya dönüşmüştü. “İşte bu yüzden bir daha yapma, Farah.” Gözlerimin içine yalvarırcasına bakıp hafif kalın bir sesle, “Hayatını tehlikeye atma,” dedi. “Senin dökülen bir damla kanını görmek benim için ateşte cayır cayır yanmakla eşdeğer.”

Ona karşı uzun süre kızgın kalamadığım için yine yumuşamaya başlamıştım. Yüzüne dokunduğumda parmaklarımın teması fazla ürkekti. “Yaşananların hiçbiri senin suçun değildi.”

Dünden beri kendinde olmadığını bildiğim için yeni çıkmaya başlayan sakallarını okşayarak ona gülümsedim. “Benim canım yandığında nasıl hissediyorsan, senin canın yandığında daha fazlasını hissediyorum.”

Avucumu yanağına kaydırarak canlı bir ormanı andıran yeşil gözlerine baktım. Yeni bir şey söylemeye hazırlanıyordum ki, beni susturan bir şeyler oldu. Bakışlarında gördüklerim beni rahatsız ettiği için yüzündeki elim hareketsiz kalmıştı. “Beni bırakmayı düşünmüyorsun, değil mi?” Sanki bir vedayı gözlerinde taşıyordu.

Düşünceli gözlerle beni izlerken yüreğindeki endişeden azalan bir şey olmamıştı. “Bir an seni kaybedeceğimi sandım ve bunun düşüncesi bile beni darmadağın etmeye yetti. İkinci kez benim yüzümden bunlar başına geliyor.” Nefret ettiği bir şeyi kabullenmenin sıkıntısıyla başını ağır ağır salladı. “Herkes haklı, sana zarar veriyorum.”

Lafı nereye getireceğini anladığım için hissettiğim buruklukla dudaklarım aralandı. “Bu bir ayrılık konuşması mı?” Beni bırakmaya hazırlanıyormuş gibi davranıyordu. “Gurur benden ayrılmak mı istiyorsun?”

Yaşadığı tereddütleri gizlemeden, “Nasıl?” diye sordu zayıf bir sesle. Güvenliğim için beni bırakmayı her şeyden çok istediğini görebiliyordum ama bunu nasıl yapacağını o da bilmiyordu. “Sensiz nefes bile alamazken seni nasıl bırakacağım?”

Önüne dönerek dalgınca boşluğa baktığında düşünceleri darmadağındı. “Seni bir gün görmezsem kendimi kaybediyorum, ikinci günün yokluğuyla saldıracak yer arıyorum ve üçüncü günün özlemi bana kafayı yedirtiyor.” Soğuk ve yapmacık bir şekilde gülerek bakışlarını bana dikti. “Söylesene el kızı, senden ayrılmanın bir yolu var mı?”

“Aslında var,” dedim sakince. “Boşanalım istersen.” Onu test etmek için söylediğim şeylerle kaşlarını çatınca gülmemeye çalıştım. “Neden bana böyle bakıyorsun? Ayrılmaktan bahseden sensin.”

Kan beynine sıçramış gibi bakışları tehlikeli bir boyuta ulaştığında çenesini sıktı. “Uydurma, öyle bir şey demedim.” Aklına gelenlerle şakaklarındaki damarlar bile belirginleşmişti. “Benden boşandıktan sonra ne yapacaksın?” Gözlerinin yeşilini dipsiz bir karanlık esir aldığında aklından geçenler onu deli ediyordu. “Sonat piçine mi gideceksin?” Sonat’a öyle böyle takmamıştı.

“Sonat’ın konumuzla ne ilgisi var?” Ona çıkışarak uykulu gözlerle esnedim. “Yorgunum biraz dinlenmek istiyorum.” Aklıma gelenlerle ona serum askısında asılı duran boş serumu gösterdim. “Bunun içine hangi ilacı kattıklarını benim için öğrenebilir misin?”

Gurur kısa bir an boş seruma baktıktan sonra soru dolu bakışlarını bana çıkardı. “Neden soruyorsun?”

“Anesteziden daha iyi uyutuyor, üstelik uyandığımda anestezide olduğu gibi midem bulanmıyor.”

“Uyumak için bir daha anestezi veya başka ilaçlara ihtiyacın olmayacak.” Uykusunu alamadığı için sağ tarafıma uzanarak küçücük yatağa sığmaya çalıştı. “Benimle uyuyabiliyorsun, ilaçları siktir et.”

Bu küçücük yatağa Gurur’un iri bedeni sığmadığı için yine yan dönerek dibime kadar girdi. Onu çok erken bir saatte uyandırdığım için uykusuzluğu yüzünden okunuyordu. Başını sağ omzuma yasladıktan sonra kolunu karnıma doladı. Bunu ikinci kez yapmasıyla kalbim deli gibi çarpmaya başlamıştı. Aynı yatakta yatmak hep yaptığımız bir şey olmadığı için bana sokularak sarılmasına alışkın değildim.

Beni ne kadar heyecanlandırdığını anlamasın diye hızlanan nefes alışlarımı düzene koymaya çalışıyordum. “Dün beni bırakıp gitmemiş gibi yatağıma girmen çok tuhaf.” Her şey yolundaymış gibi davranıyordu ama İstanbul’a giderek başımıza nasıl sorunlar açtığını henüz bilmiyordum.

Gurur’un ılık nefesi boynumu gıdıklarken uykulu bir sesle, “Sen bunları düşünme,” diye mırıldandı. Yatakta kıpırdanarak başını omzuma daha iyi yaslayıp bana biraz daha sarıldı. Sarılışı bile beni hiç bırakmak istemezcesine sahipleniciydi. “Bir an önce iyileşmeye bak.”

“O kurşunu sıkan kişi-”

“Artık yaşamıyor ve onu tutan itlerde öyle.” Bu konudaki acımasızlığı karşısında istemsizce ürperdiğimde Gurur, ona huzur veren yuvasına kavuşmuş gibi başını omzumdan kaldırmıyordu.

“Beni hasta yatağımda bırakıp bunun için mi İstanbul’a gittin?” Bu konuda ona kızmayı hiç bırakmayacağım için sesim yargılayıcı çıkmıştı.

“Ya ne yapsaydım?” Bunu sorarken dudakları düz bir çizgide buluşmuştu ve sesi buz gibiydi. “Burada durup o piçlerin istediği gibi at koşturmasına izin mi verseydim?”

“En azından taburcu olmamı bekleyebilirdin.”

“Bekleyemezdim, Farah yoksa kafayı yiyecektim!” Kaşları çatıldığında öfkesinin ardındaki korkuyu iliklerime kadar hissetmiştim.

Başını yasladığı yeri sevmiş gibi hiç kıpırdamadan yüzümü izlerken ifadesi içliydi. Kederli gözlerle solgun yüzüme bakarken nefes alışları bile sıklaşmıştı. Beni bu hasta yatağında görmek ona katlanılmaz bir acı veriyordu. “Ben elim titremeden elini tutamayan bir adamım, Farah,” diye fısıldadığında sanki sesi bile acıyordu.

“Nazarım değer diye uzun uzun yüzüne bakamayan biriyim. Tırnaklarımı hep keserim çünkü saçlarını severken bir tel saçını kopartmaktan korkarım.” Başını eğip karnımın üzerindeki eline bakınca yüzü sertleşmişti. “Avuçlarımdaki nasırlar canını yakacak diye elimin tersiyle yanağını okşarım ve gözünden akacak tek bir damla yaşın hesabını tutarım.”

Susup ciğerlerini havayla doldurduktan sonra bakışlarını yeniden yüzüme çıkardı. Biraz sinirli, biraz sitemli ve birazda kederli bir şekilde beni işaret etti. “Sen benim kendimden bile sakındığım nazlı karımsın. Şimdi sen söyle, akan bir damla kanını yerde bırakacak bir adam mıyım?”

Bunu nasıl yapıyordu, bilmiyorum ama her sözüyle kalbimi fethediyordu. Yanağından öpmek için eğildiğimde dudaklarımda küçük bir gülümseme vardı. “Öpeyim mi?” Tam yanağından öpecektim ki o hınzır bakışları dudaklarım kaydı. “Hemen sonra bende öpeceksem neden olmasın?” Domates gibi kıpkırmızı kesildiğime emindim.

Ben onu yanaktan öpecektim, yani benim öpücüğüm masumeneydi. Ancak o beni dudaklarımdan öpmekten bahsediyordu. Bu yüzden utanarak bakışlarımı kaçırıp homurdandım. “Uyu hadi.”

Henüz aramızdaki temasların yoğun olduğu evrelere girmediğimiz için her fırsatta birbirinin dudaklarında kaybolan bir çift değildik. Üç yıldır evli olmamıza rağmen aslında ilişkimizin çok başındaydık. Şu zamana kadar birlikte uyuduğumuz günlerin sayısı çok azdı, aynı şekilde beni öptüğü anların sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Biriyle öpüşmeyi bile doğru düzgün bilmediğim için her defasında yanlış bir şey yapıp kendimi utandırmaktan endişe ediyordum.

Tüm bunları zamanla aşacaktım.

***

İki gündür hastanedeydim ama bir türlü gelen giden bitmiyordu. Ordu’daki herkes Gurur’u tanıdığı için her gün birileri beni ziyarete hastaneye geliyordu. Bir türlü bu ziyaretlerin ardı arkası kesilmeyince doktorum müdahale etmek zorunda kalmıştı. Gün içinde birkaç ziyaretçiden fazlasını odama almıyorlardı. Burada benimle ilgilenen kişilerden biri de kuzenimdi.

Aksa neredeyse her şeyimle ilgilenip bir dakika olsun yanımdan ayrılmıyordu. Ben ameliyattayken Gurur’la aralarında ne geçti, bilmiyorum ama ikisi de birbirini görünce yolunu değiştiriyordu. Onlara uzaktan bakan biri bile birbirlerine hiç tahammül edemediklerini anlardı.

Gurur telefonumu bana geri verdiği için artık annem ve babamla görüşebiliyordum. Telefonu bana vermekten başka şansı kalmamıştı çünkü ailem başıma gelenleri öğrenmişti. Bunu onlardan gizlemeyi çok istesem de bir şekilde olanlardan haberleri olmuştu. Onları sakinleştirmem ve iyi olduğuma inandırmam hiç kolay değildi. 

Esvet’ten öğrendiğime göre babam bana olanları duyunca Karun’un şirketini basmış ve onun yüzüne çok sağlam birkaç yumruk atmıştı. İkinci kez Gurur yüzünden zarar görmeyeceğime dair, Karun’un babama verilmiş bir sözü vardı. Ancak son olanlar sözünü tutmasına engel olmuştu.

Bu yüzden babam önce onun şirketini basıp öfkesini Karun’dan çıkarmıştı, daha sonra da Gurur’un canına okumak için Ordu’ya gelmeye kalkışmıştı. Ancak ona engel olan çok fazla şey vardı. Kemal’in cenazesine katılmadan istese de buraya gelemezdi yoksa herkes onun da bu cinayetin bir parçası olduğunu düşünürdü.

Sadece babam değil, annem de çok kızgındı. Buraya geleceklerini öğrenince onları iyi olduğuma inandırmak için görüntülü aramıştım. Annem çatık kaşlarla, “O piç kurusunu doğduğuna pişman edeceğim!” dediğinde bezgin bir ifadeyle onu izliyordum. Ne dediysem bir türlü sakinleşmiyordu.

Onu görebileceğim bir yere telefonu sabitleyip gardırobundaki kıyafetleri çıkarmaya başlamıştı. “Anne lütfen durur musun?” diye ona yalvarmaya başladım. “Gördüğün gibi gayet iyiyim, buraya gelmene gerek yok.” Yanıma gelmek için aceleyle bavulunu hazırlıyordu.

Çıkardığı kıyafetleri hırsla bavulun içine attığında sinirden yüzü kaskatıydı. “Farah hemen o piçten boşanacaksın!” Telefonun olduğu yöne, yani bana dönüp ellerini sıktı. “Oraya gelip seni alacağım ve yapacağımız ilk iş boşanma davasını açmak olacak!”

“Anne-”

“Yüzünü bile ona göstermeyeceğim!” Bağırdığında yüzüne gelen saçlarını sertçe çekmişti. Sinirden ellerinin ne denli titrediğini görebiliyordum. “Eğer ondan boşanmazsan o herifi vururum, Farah!”

Yutkunmamın nedeni bunu yapmaya ne kadar istekli olduğunu görmekti. Büyük bir kararlılıkla bana bakıp yumruklarını sıkıyordu. “Ya onu boşarsın ya da ben seni nasıl boşandıracağımı bilirim!”

Hızlı hızlı nefesler alırken bu olanlardan kendisini suçlar gibi güzel gözleri dolmuştu. “Daha karısını bile koruyamayan birine kızımı emanet ettiğime inanamıyorum.” Öfkesinin asıl nedeni yaşadığı hayal kırıklığıydı, değil mi? Gurur’a güvenmeye başlamışken son olanlar onu hüsrana uğratmıştı.

“Özür dilerim.” Bir anda söyledikleriyle tüm vücudum titremişti. Annemin omuzları düştüğünde hafif sarsak adımlarla telefona yaklaştı. Telefonu eline alıp yatağın üzerine oturduğunda gözlerinden akan bir damla yaşı gördüm. “Seni Ordu’ya kaçırdığında babana engel olmamalıydım.”

Siyah irisleri yaşların buğusuyla titreşirken suçlulukla bakışlarını kaçırdı. “Ben sadece…” Derin bir nefes alıp yeniden ekrana baktı. “Mutlu olmanı istedim ve bir tek onun yanında mutlu oluyordun.”

“Anne n’olur ağlama, kendini de suçlama.” Onun gözlerinden akan gözyaşları sanki benim yüreğime düşüyordu. “Yanılmadın gerçekten onun yanında çok mutluyum.” Islak gözlerine bakıp biraz utanarak biraz da çekinerek, “Gurur’u çok seviyorum anne,” diye fısıldadım. “Bu olanlar onun suçu değil, kurşunun önüne atlayan bendim.”

Son duyduklarından sonra bu seferde sinirden ağlamaya başlamıştı. “Otuz dokuzda durmalıydım.” Kırktan fazla kez bana aptal demenin ağır sonuçlarını yaşadığını sanıyordu.

“Anne ben gerçekten çok iyiyim.” Başımla sol omzumu gösterdim. “Kurşun sadece sıyırdı,” diyerek ona yalan söyledim. “Ciddi bir şeyim olsaydı seninle konuşacak halde olur muydum? N’olur buraya gelme, babamı da durdur.”

Buraya gelip beni görmedikçe iyi olduğuma kolay kolay ikna olmayacaktı. Gelmek için ısrarcı bir şekilde kaşlarını çatmıştı ki, “Mutluyum anne,” diye mırıldandım. “Hem de daha önce hiç olmadığım kadar.”

Yeniden yaralı omzumu işaret ettim. “Bu yaraya rağmen Gurur’un yanında olmaktan çok mutluyum.” Yalvarırcasına gözlerinin içine bakıp içli bir sesle, “Anne,” diye fısıldadım. “Ben daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım.”

Yüzündeki tüm kan çekildiğinde şimdi gözleri dolan bendim. “Buraya gelirseniz ne babam durur ne de Gurur. Burada yaşadığım mutluluk biraz daha sürsün istiyorum.” Hiçbirinin buraya gelmesini istemiyordum. Tek istediğim kocamla biraz daha vakit geçirmekti.

Annemle olan telefon görüşmemizin sonlarında bir şekilde onu orada kalmaya ikna etmiştim. Yaralanmama rağmen burada olmaktan ne kadar mutlu olduğumu görünce yakarışlarıma daha fazla direnememişti. Gurur’a gerçekten çok kızgındı ama arada ben olduğum için beni çiğneyip buraya gelemiyordu. Telefonu yeni kapatmıştım ki, Gurur içeri girdi.

Elindeki siyah gülleri ve sepetteki yeşil erikleri görünce gözlerim mutlulukla ışıldamıştı. Heyecanlanarak yatakta kıpırdandığımda en sevdiğim meyve ve güllere bakıyordum. “Bana mı aldın onları?”

Gurur zor bulunan gülleri ve nefret ettiği bir meyveyi temin etmek için hiç uğraşmamış gibi umursamaz görünmeye çalıştı. “Ben almadım.” Elindeki şeyleri getirip kucağıma bıraktığında doğrudan benimle göz kontağı kurmaktan kaçınıyordu. “Belki keyfini yerine getirir diye Ali almış.” Yalancı.

Telefonu kenara bırakıp siyah gülleri aldım. Yüzümdeki mutlulukla önce gülleri kokladım sonra da sarılır gibi göğsüme bastırdım. “Bu güzel jest için Ali’yi öpebilirim.”

Gurur bana sırtı dönük bir şekilde masanın üstünde duran su şişesine uzanmıştı ki, duyduklarıyla donup kaldı. Geniş omuzları taş kesilmişti, sırt kasları gerilmişti ve suya uzanan eli havada kalmıştı. Yavaşça bana döndüğünde çenesinin kasıldığını gördüm. “Sikik bir gül için Ali’yi öpmekten mi bahsediyorsun?”

Gülmemeye çalışarak ona ağız sulandıran erik sepetini gösterdim. “Ve erikler için.”

Bir küfür savurduğunda hızlı adımlarla yanıma geldi. Önce erik sepetini aldı, daha sonra da göğsüme bastırdığım gülleri. İkisini de benden aldığında tepemde gardiyan gibi dikiliyordu ama yeşil gözlerindeki beklentiyle. “Birini öpeceksen beni öp.” Her durumda fazla kıskançtı.

“Onları sen almadın ki niye seni öpecekmişim?” Sol kolumu hareket ettiremediğim için tek elimi uzatarak erik ve gülleri almaya çalıştım. “Ali onları benim için aldı, geri ver.”

Arkaya doğru birkaç adım atarak vermedi. “Bunları sana ben aldım.” Çocuk gibi inat ederek dudaklarımı işaret etti. “Beni öpersen veririm.” Neredeyse kahkaha atacaktım.

Onunla uğraşmaktan aldığım hazzı gizlemeye çalışarak yüz ifademi düz tuttum. “Sende kalsın o zaman.” Ona onu öpmekle ilgilenmediğimi düşündürerek önüme döndüm. “Bir gül ve erik için kim kimi öpermiş.”

“Daha az önce bunlar için Ali’yi öpeceğinden bahsediyordun!” Elindeki şeyleri komidinin üzerine bıraktığında sinirlenerek yatağımın kenarına oturdu. “Ali piçini bile öpmeyi düşünüyorsun ama bana gelince düz duvar.”

“Uyandığımda ilk gördüğüm kişi Ali olduğu için insan ister istemez onu öpücüklere boğmak istiyor.” İşaret parmağımla onu gösterdim. “Peki, sen o esnada neredeydin?”

Ali onun en yakını olsa bile ondan başka bir erkeği öpmem fikri onu zıvanadan çıkarttığı için bakışları tersti. “O piçi öpersen onun için sonuçları ağır olur.”

“Gurur babamla konuşacağım lütfen sessiz olur musun?” Onu hiç duymuyormuş gibi yapıp telefonu aldım. “Görüntülü konuşacağım sakın kendini gösterme.” Onu görmek babamı daha fazla kızdırırdı.

Elimdeki telefona garip bakışlar atması sinirlerimi bozuyordu. “Babanın meymenetsiz suratını görmeye meraklı değilim.”

Konu babam olunca çok hızlı savunmaya geçtiğim için başımı omzuma yatırdım. Nefesimi kesen yakışıklı suratına alık alık bakmamaya çalışarak, “Emin ol babamda senin bir şeye benzemeyen yüzünü görmeye meraklı değil,” dedim.

Yerlere göklere sığmayan egosuna ağır bir darbe almış gibi afallayarak bana kendisini gösterdi. “Benim mi yüzüm bir şeye benzemiyor?” Gözlerimde bir sorun varmış gibi davranıp omuzlarını dikleştirdi. “Bu dünyada benden daha yakışıklısı var mı sanıyorsun?”

“Var,” dedim sakince. Hemen ardında mutlulukla gülümseyip gözlerimden adeta kalpler çıkardım. “Babam senden bile daha yakışıklı.” Babamın yüzü gözlerimin önünde belirdiğinde gülümsemem genişlemişti. “Benim babamın eşi benzeri yok, o bir tane.”

Gurur başını hafifçe eğip burun kemerini sıkarken bir küfür savurmuştu. “Sendeki bu baba düşkünlüğü beni çileden çıkartıyor!”

“Babamı kıskanıyorsun.”

“Nesini kıskanacağım o herifin?”

“Benim babam çok güçlü.”

Susmamı ister gibi dik dik bana bakıyordu. “Kocanda öyle, Farah Hanım kocanda öyle”

Babamın yanında yaşadığım tüm o mutlu anları düşünerek iç çektim. “Ama benim babam çok sevgi dolu.”

Gurur göz devirir gibi baygın bir ifade takınıp, “Sen daha benim tarafımdan sevilmeyi görmedin,” diyerek kendini babamla kıyaslamaya başladı. Bunu görmek için sabırsızlanıyordum.

İyice üzerine giderek ona sataşmayı sürdürdüm. “Babam benim için yeri göğü birbirine katar.”

İnanamayan gözlerle bana bakıyordu. “Biz keyfimizden İstanbul’a gittik, değil mi?”

“İstesem babam dünyadaki her şeyi ayaklarımın altına serer.”

“Ulan ne istedin de yok dedik?”

“Ben istesem babam bana yeni bir koca bile alır.”

Boynundaki damarlar belirginleşip nabız gibi atmaya başladığında dişlerini sıkıyordu. “Farah bak yine sağdan soldan bana gelmeye başladılar, sus güzelim!”

Şımarık bir hareketle çenemi kaldırdım. “Ben sadece babamın güzeli ve prensesiyim.”

Konuştuğumuz şeyin saçmalığıyla sinirden gülmeye başladı. “Benim de çirkin cadım olursun artık.”

“Çirkin miyim ben?”

Benimle uğraşacak bir şey bulmuş gibi gözlerindeki muzır parıltılarla yüzümü izledi. Bana olan bakışları bile beğeni doluydu ama bunu gizlemeye çalışarak dudaklarını büktü. “Çirkinsin.”

“Çok mu çirkinim ben?”

Bu meraklı halimi fazla sevimli bulmuş olmalı ki, gülümsemesini bastırarak bana doğru uzandı. Baş ve işaretparmağıyla burnumun ucuna küçük bir fiske vurduğunda bıyık altında gülüyordu. “Gördüğün en güzel ve en sevimli çirkin sensin.” O nasıl oluyormuş?

Burnumun ucuna dokunarak paniklemiş gibi davrandım. “Çok sert vurdun, kanıyor mu burnum?” Canımı hiç yakmamıştı.

Kendini tutamayıp kahkaha attığında sitem eder gibi başını iki yana sallamıştı. “Her şeyi abartmakta üstüne yok.” Sıkıca tuttuğum burnumu göstererek yanaklarının içini dişledi. “Çok da nazlıdır el kızı.”

Konuyu değiştirerek telefonumu ona gösterdim. “Babamla konuşacağım, rica etsem dışarı çıkar mısın?”

Yeşil gözleri kuşkuyla kısıldığında dışarı çıkmaya yanaşmadı. “Neden benim yanımda konuşmuyorsun?”

“Vurulduğum için babam sana çok kızgın. Görüşmenin büyük bir kısmında sana küfredeceğini tahmin etmek zor değil.” İğneleyici gözlerle ona bakıp kaşlarımı yukarı kaldırdım. “O devasa egonun bu kadar küfrü kaldırabileceğini düşünüyorsan kalabilirsin.” Tek kelime etmeden ayağa kalkıp kapıya yürümesi çok komikti. Bu konuda beni hiç yanıltmazdı.

Babamı aradım ama ona ulaşamadım. Telefonunun kapalı olması beni endişelendirmişti fakat kötü bir şey olsaydı annem mutlaka söylerdi. Daha sonra tekrar aramayı deneyecektim. Bir hemşire elindeki tıbbi gereçlerle odama girdiğinde pansumanımı yapacağını anladım. Ona hiç zorluk çıkarmadan benden istediği gibi önlüğün omuz kısmını sıyırmıştım. Neyse ki bu sefer pansumanı yaparken canımı çok yakmamıştı.

Hemşire daha yeni dışarı çıkmıştı ki bu seferde Ali ve Nisan odama girdi. Nisan elindeki poşetleri masanın üzerine koyup mini dolabı doldururken Ali yanıma geldi. “Bugün kendini nasıl hissediyorsun?”

“Düne göre daha iyiyim.” Dışarıda bazı sesler geldiği için ona kapıyı gösterdim. “Neler oluyor?”

Ali yatağımın yanındaki koltuğa oturup yorgunlukla ayaklarını uzattı. “Gurur dışarıda Asaf’la tartışıyor.” Koltuğun kenarında duran kumandayı alıp televizyonu açtı. Haber kanallarını gezerken aynı zamanda bana bilmem gerekenleri hızlıca anlatıyordu. “Bolatlı karısının peşinden buraya geldi, bizimki de onu görünce hep olduğu gibi yine delirdi.” Asaf’ın Ordu’ya gelmesini bekliyordum çünkü Aksa buradaydı.

Ali hangi kanalı açtıysa televizyonda hep aynı haber vardı. Tüm haber kanallarında bölge liderlerinden Kemal Kahhar ve oğullarının cinayeti konuşuluyordu. Haberi sunan muhabir, baba ve üç oğlunun ölümünü cenazede canlı olarak bize aktarıyordu. “Şu anda Yenigün mezarlığındayız. Salı gecesi vahşice katledilen Kemal Kahhar ve oğulları Cabbar, Ekmel ve Mustafa Kahhar’ın cenazesinde yüzlerce kişi toplandı.”

Muhabir arkayı işaret ederek konuşmayı sürdürdü. “Gördüğünüz tüm bu kalabalık cenazeye ilginin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor.”

Kameralar muhabirin arkasını çekmeye başladığında babamı gördüm. Onlarca siyah takım elbiseli adamın içinde hemen dikkatimi çekmişti. Demek ki cenazede olduğu için telefonu kapalıydı. Sadece babam değil, neredeyse tüm bölge liderleri oradaydı. Karun ve Duha Tunus’un görüntüleri de ekrana yansımıştı.

Haberi sunan kadın muhabir, “Cenazeye ülkenin en tanınan insanları ve bazı milletvekilleri de katıldı,” diyerek detaylarını vermeyi sürdürdü. “Tüm gözler onlara dönmüşken Adalet Bakanlığından Fetih Değirmenci, gerekenin yapılacağını, bu cinayetlerin arkasındaki sır perdesinin çözüleceği bilgisini verdi. Yetkililerin işini büyük bir titizlikle yaptığını ve en kısa zamanda faillerin yakalanıp yargı karşısına çıkacağını belirtti.”

“Kayıp yakınlarının tek istediği adaletin yerini bulması,” diyen muhabirle kameranın açısı değişti. “Az önce dört yakınını birden toprağa veren Barbaros Bey’in ne denli yıkıldığını görebiliyoruz. O gece yaşanan saldırıda yaralı bir şekilde kurtulan Barbaros Kahhar, hastanedeki tedavisini yarıda bırakarak sevdiklerini son yolculuğuna uğurlamaya geldi.”

Tüm kameralar Barbaros’u çekmeye başlamıştı. Televizyona yansıyan görüntüleri insanın içini parçalıyordu. Neresinden vurulduğunu bilmiyordum ama koltuk değneğiyle ayakta duruyordu. Üzerinde çok şık siyah bir takım vardı ve gözlerinde de siyah güneş gözlükleri. Taziyeleri kabul ederken metanetli durmaya çalışıyordu ama ne kadar üzüldüğünü anlamak zor değildi. Sonuçta babası ve üç abisini trajik bir şekilde kaybetmişti.

Defin işlemleri bittiği için tüm bölge liderleri sırasıyla Barbaros’la el sıkışıp ona taziyelerini sunmaya başlamıştı. Muhabir araya girip bu görüntüyü kesmediği için hepsini soluksuz bir şekilde izliyorduk. Babamın görüntüleri de ekrana yansımıştı. Barbaros’la el sıkışıp gidince babam kadrajdan çıkmıştı. Bölge liderlerinden Karun ve Duha’da Barbaros’a taziyelerini sunup adamlarıyla mezarlıktan ayrılmıştı.

Barbaros kederli bir ifadeyle mikrofonlara konuşarak, “Başımız sağ olsun,” dedi. “Onlar benim ailemdi.” Her an ağlayacakmış gibi başını eğip burun kemerini sıktı. “Saldırıya uğradığımız gece onları korumak için hiçbir şey yapamadım.” Olanlar için kendini suçluyordu.

“O esnada kadeh kaldırmakla meşguldü.” Nisan’a döndüğümde çatık kaşlarla Barbaros’un ekrana yansıyan yüzüne bakıyordu. “Utanmadan bir de cenazeye mi katılmış?” Şoke olarak televizyona doğru birkaç adım attı. “Babasını ve abilerini bize öldürtmemiş gibi cenazeye katılmış, bir de taziyeleri kabul ediyor. Bu nasıl bir rahatlık?”

Barbaros sırasıyla tüm kameralara bakıp burnunu sesli bir şekilde çekti. “Ailemin kanı yerde kalmayacak, inanıyorum ki adalet tecelli edecek.” Cebinden çıkardığı mendili yüzüne yaklaştırıp siyah gözlüklerin altında gözlerini silmeye çalıştı. “Her şey gözlerimin önünde oldu ve ben hiçbir şey yapamadım.”

Nisan’a onu gösterip, “Rol yaptığına emin misin?” diye sordum. “Acısı gerçek gibi.”

“Ona inanmayın, Farah Hanım bu adam düzenbazın teki.” Barbaros’un sergilediği rol karşısında deliye dönen Nisan, önüne gelen bir tutam siyah saçını sertçe kulağının arkasına sıkıştırdı. “Fırsatım varken ondan kurtulmalıydım.” Mavi gözlerinde yoğun bir tiksinti belirdiğinde yüzünü buruşturdu. “Ailesini bile satan kaypak adamlardan nefret ediyorum.”

“Nikahına almayacaksın ya, adamın nasıl biri olduğundan sana ne?” Ali omzunun üzerinden ona bakıp iğneleyici gözlerle baktı. “Belki de ilgini çekti, bu yüzden bu kadar taktın adama.”

Nisan önüne dönüp diz çöktüğü yerde soğutucunun içini düzeltmeye devam etti. Bunu yaparken güzel yüzünde en küçük bir alınganlık yoktu. “Bunu isterdiniz, değil mi? Benden kurtulmaya ne kadar can attığınızı düşünürsek, birine âşık olup gitmemi çok isterdiniz.” Durup kısa bir an buz gibi gözlerle Ali’ye baktı. “Sizi hayal kırıklığına uğratacağım çünkü Barbaros Bey zerre kadar ilgimi çekmedi. Bende uyandırdığı tek his onu öldürme isteği.”

“Tüh be.” Ali onunla uğraşmayı sürdürerek önüne döndü. “Bir anlığına senden kurtulacağımızı düşünüp sevinmiştim.”

Gurur ve Asaf’ın içeri girmesiyle Ali televizyonu kapatarak ayağa kalktı. İki eski dost sinirli bir şekilde odama girdiğinde resmen buram buram öfke kokuyorlardı. Dışarıdaki atışmalarının sadece laflarla sınırlı kalmadığını görebiliyordum. Asaf’ın burnu kanadığı için mendili burnuna bastırıyordu. Gurur ise patlayan dudağındaki kanı silmeye çalışıyordu. Anlaşılan dışarıda yumruklarda konuşmuştu.

İkisi birbirine düşman gözlerle bakıp durduğu için Ali gülerek, “Ne bu haliniz?” diye sordu. “Üzerinizde tır mı geçti?”

“Oğlum sus sinirimi senden çıkartmayayım!” Gurur yürüyüp Ali’nin az önce kalktığı koltuğa sere serpe oturdu. Asaf ise burnunun kanaması durduğu için kanlı mendili çöpe atmıştı. “Geçmiş olsun, Farah,” diyerek yanıma geldi. “Daha iyi misin?”

“Öyle abartılacak bir yara değil.” Derin bir nefes alarak ona gülümsemeye çalıştım. “Biraz daha iyiyim.”

Kapım tekrar açıldığında Aksa elinde iki tane kâğıt helva tutarak içeri girdi. Canım çok çektiği için bana kâğıt helva almaya gitmişti. “Bu şeyleri bulmak için çok uğraştım,” diye söylendiğinde kocasını burada görmekten hiç şaşırmamıştı. Er veya geç Asaf’ın onun peşinden Ordu’ya geleceğini biliyordu.

Aksa yanıma gelip kâğıt helvalardan birini açtı. Bana uzattığında kocaman bir ısırık alıp iştahlı sesler çıkartarak yemeye başladım. Aksa ısırdığım yerden kâğıt helvadan bir parça alınca Asaf’ın beti benzi atmıştı. “Mikroplarınızı birbirinize bulaştırdığınızın farkın mısınız?”

Aksa ile çocukluğumuzdan beri birbirimizin elinden her şeyi alıp yerdik ve bundan midemiz bulanmazdı. Ancak Asaf gibi biri için bu çok mide bulandırıcıydı. Her an kusacakmış gibi rengi atmıştı. Aksa sakinliğini koruyarak onun yüzündeki değişimi izliyordu. “Midesiz olduğumu mu düşünüyorsun?”

“Düşünmüyorum öyle olduğunu biliyorum.” Asaf burnunu kırıştırarak baştan ayağa Aksa’yı süzmeye başladı. Onun yamuk saçlarına, dudaklarına bulaşan kâğıt helvaya ve kıyafetlerindeki uyumsuzluğa eleştirel gözlerle bakıyordu. Üstelik Aksa’nın kıyafetlerinde de yemek lekeleri vardı. Buraya gelirken yolda bir şeyler yemiş olmalı ki çenesindeki yemek yağı duruyordu.

Asaf gibi birinin görmekten nefret edeceği ne varsa şu anda Aksa’da mevcuttu. Rahatsızlığını saklama gereğinde bulunmadan Aksa’yı izliyordu. “Sana her baktığımda tek istediğim seni bir banyoya sokup tertemiz yıkamak.”

Aksa yatağımın kenarına oturup alaycı bir ifadeyle dudaklarını büktü. “Bana hissettirdiklerinin yanında sana hissettirdiğim şeyler çok masumeneymiş.” İçindeki nefret harlanarak kahve gözlerindeki yerini aldığında yatağın çarşafını sıktı. “Sana ne zaman baksam tek istediğim tüm şarjörü üzerine boşaltmak.”

“Sizdeki hep aynı tantana.” Gurur sıkılmış gibi Asaf’a bakıp ona kapıyı gösterdi. “Karını da alıp İstanbul’a dön.”

Daha Asaf bir şey demeden kuzenim sinirli bakışlarını Gurur’a çıkardı. Kahve gözlerinde bıçak gibi keskin bir ifade vardı. “Farah’ın yanından ayrılmayacağım.”

“Sinirlerimi bozmaya başladın minyatür cüce.” Gurur onun kısa boyuna değinerek kaşlarını yavaşça çattı. “Kuzenini gördün işte artık git.”

“Kuzenimin hayatından çekip gittiğinde belki bende buradan ayrılmayı düşünebilirim.”

Gurur onu izleyip gözleriyle tartarken ifadesi alaycıydı. “En iyi yaptığın şey başkalarının evliliğine karışmak, değil mi?” Bir bacağını diğerinin üzerine attığında kolunu koltuğun kenarına yaslamıştı. “Neden birazda kendi evliliğindeki sorunlara odaklanmıyorsun?” Bir şey ima eder gibi Aksa’nın gözlerinin içine baktığında dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı. “Yara ne kadar derinse acısı o kadar büyük, değil mi?”

Bu sözlerle Gurur ona neyi hatırlattı, bilmiyorum ama Aksa’nın hınç dolu bakışları Asaf’ı bulmuştu. Geçmiş hiç olmadık bir anda zihninde canlandığı için kendini toparlaması hiç kolay olamamıştı. İçinde taşan bir nefretle bir süre Asaf’a baktıktan sonra Gurur’a döndü. “Tabii sen bunu iyi bilirsin.”

O da Gurur’a bir şeyler hatırlatmak ister gibi ayağa kalkıp öne doğru bir adım attı. “Sendeki yaranın derinliği umurumda değil, umurumda olan tek şey o yaranın üstüne örttüğün yara bandı.” Son kısmı söylerken beni göstermesiyle odadaki hava yetersiz gelmeye başlamıştı. Yara Leyla’ydı, yara bandı ise bendim. Aksa bunu açıkça belirtip Gurur’un kaskatı kesilmesine neden olmuştu.

“Peki, ya bir gün yara kapandığında ne olacak?” Yürüyüp Gurur’un karşısında durarak hesap soran bakışlarını ona çıkardı. “Artık yara bandına ihtiyaç kalmadığında Farah’a ne olacak?” Benden yara bandı diye bahsetmek zorunda mıydı?

Buz gibi keskin bakışları Gurur’a saplanırken Aksa’nın vücudundaki tüm kaslar seğiriyordu. “İşte o zaman kardeşimi bir köşeye atacaksın ve ben… Senin enkaza çevirdiğin birini toparlamak için orada olacağım.”

Gurur’a kapıyı gösterip yoğun bir çaresizlikle, “Bu olmadan gidemez misin?” diye sordu. “Bu kadar mı bencilsin? Farah’ı da bitirmeden onun hayatından çıkmayacak mısın?” Çok ileri gitmeye başlamıştı artık susmalıydı.

Gurur ayağa kalkıp uzun boyuyla Aksa’yı gölgesinde bıraktığında gözbebekleri küçülmüştü. Parmakları avucunun içine büküldüğünde hızlı nefes alışları içindeki öfkenin ritmini hissettiriyordu. Aksa’ya karşılık olarak bir şey söylemeye hazırlanmıştı ki Asaf devreye girdi. “Sakın buna kalkışma.” Çatık kaşlarla Gurur’u uyardı. “Karşındaki benim karım, ters bir şey söyleyip canımı sıkma.”

Gurur bir hışımla kuzenimin yanından geçip Asaf’ın karşısında durdu. “Madem o senin karın…” Sıktığı yumruğu Asaf’ın suratına geçirdi. “O zaman bende öfkemi senden çıkartırım!”

Yediği yumrukla dudağı patlayan Asaf bir adım gerilediğinde Aksa çıldırdı. Koşarak kocasının önüne geçip Gurur’un karşısına dikildi ve “Seni piç kurusu!” diye bağırıp Gurur’a sert bir tokat attı. “Ne cüretle benim yanımda kocama vurursun!”

“Aksa!” Kan beynime sıçradığı için yataktan nasıl çıktığımı bilemedim. Bunu yaparken omzumun acısı zerre kadar umurumda olmamıştı. Gurur’u korumak ister gibi önünde durup sinirli bakışlarımı kuzenime yönelttim. “Bir daha kocama vurursan-”

Beni susturarak omuzlarını dikleştirdi. “Ne yaparsın?”

Yanından geçip Asaf’ın önünde durdum ve elimi kaldırıp şak diye yüzüne geçirdim. “Bende senin kocana vururum!”

Ali kahkaha attığında Asaf ve Gurur biz kuzenlerden yedikleri tokatların şaşkınlığını yaşıyordu. Kocasına tokat atmamla iyice zıvanadan çıkan Aksa, Gurur’a doğru atıldı. “O zaman şatları eşitleyelim!” Sıktığı yumruğu Gurur’un suratına geçirerek dudağını patlattı. Daha sonra bana dönüp kısa boyundan dolayı başını kaldırdı. “Şimdi oldu işte,” dedi. “Benim kocam sizden bir yumruk ve bir tokat yemişti.”

İki kuzen birbirimize ölümcül gözlerle bakarken Gurur ve Asaf bir küfür savurarak bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Gurur omzumdaki yaraya dikkat ederek beni arkaya çekerken ortada komik bir şey varmış gibi gülüyordu. “Ölüp bitiyorum senin bu ani yükselmelerine.”

Burada eğlenen tek kişi Gurur değildi. Benden yediği tokada rağmen Asaf’ın da keyfi çok yerindeydi. Aksa ilk kez bir konuda onu savunup kocam dediği için gözlerinin içi ışıldıyordu. Az önce tanık olduğu şeyleri tekrar görmek için birden fazla tokat ve yumruk yiyebilirdi. Yaşadığı mutluluğu saklamaya çalışarak Aksa’nın belini tutup onu benden uzaklaştırdı. “Çok fevrisin sakinleş biraz.” Bunları söylerken kıvrılan dudaklarını saklamaya çalışıyordu.

Muayene için doktorum içeri girdiğinde odamda gördüğü kalabalıkla hepsini dışarı çıkarmıştı. Gurur yanımda kalmayı istemişti ama doktorum ona da izin vermemişti. Biraz dinlenmem gerektiğini söyleyip onları odamdan kovmuştu. Beni muayene ettikten sonra serumumu değiştirmesiyle gözlerim kapanmıştı. Serumumun içine kattıkları ilacın tek yan etkisi beni çok hızlı uyutmasıydı.

****

Ordu’ya gelişimin üzerinden bir hafta geçmişti. Güzel olan tek gelişme hastaneden taburcu olmamdı. Yaram henüz çok yeni olduğu için kolumu askıda çıkarmam yasaktı. Omzumu zorlayacak her türlü eylemden kaçınmam gerektiği için her şeyi sağ elle yapıyordum. Gerçi bir şey yapmama da gerek kalmıyordu, Gurur ve Aksa benimle ilgileniyordu. Hastaneden çıktıktan sonra yeniden kulübeye dönmüştük. İlk iki gün kulübeye gelen ziyaretçilerimizin ardı arkası kesilmemişti.

Herkes ellerinde bir sepet yiyecekle beni görmeye geldiği için mutfakta bir aylık erzak birikmişti. Ordu’daki insanlar gerçekten çok sevecen ve ilgililerdi. Düğününe gitmek istediğim gelin ve damat bile beni görmeye gelmişti. Ali’den öğrendiğime göre az kalsın düğünü iptal edeceklermiş ama Ali buna izin vermemiş. O gün düğün alayı zaten başlamıştı ama biz akşam katılacaktık.

Düğünü başka bir güne ertelemediklerine çok sevinmiştim. Benim yüzümden en mutlu günlerinin mahvolmasını istemezdim. Bunun dışında annem babam ve İstanbul’daki kuzenlerimle neredeyse her gün konuşuyordum. İnternet çektiğinde görüntülü arayıp iyi olduğumu onlara gösteriyordum. Babamı orada tutmak hiç kolay olmamıştı ama bir süre daha buraya gelemezdi.

Kemal’in ölümüyle ortalık çok karışmıştı, orada kalıp biz Tozlular için düzeni korumalıydı. Bu işte Gurur’la birlikte olmadığını herkese göstermek için babam orada kalmalıydı. Burada her şey yoluna girmişti, en azından benim için… Ne yazık ki Gurur için aynı şeyleri söyleyemezdim. Aksa ve Asaf’ı burada görmekten nefret ediyordu. Bu konudaki hisleri karşılıklıydı çünkü Asaf’ta onu her gün görmekten hiç memnun değildi.

Karısı buradayken uçağa atlayıp gidemiyordu. Hepsi bu da değil, kuzenim bir dakika olsun yanımdan ayrılmadığı için Asaf’ta kulübeye yerleşmek zorunda kalmıştı. Onun gibi temizlik ve düzen hastası biri için bu kulübede kalmak işkence gibiydi. Aksa benim odamda kalıyordu, bende Gurur’un odasına taşınmıştım. Ancak Asaf hiçbir koşulda geceyi kulübede geçirmiyordu.

Temiz ve bakımlı olmayan bir yerde uyuyamadığı için geceleri bahçedeki hamakta yatıyordu. Ordu gibi bir yerde Gurur’un korumaları yeterince göze çarpmıyormuş gibi buna bir de Asaf’ın korumaları eklenmişti. Başımı nereye çevirsem mutlaka siyah takım elbiseli birini görüyordum.

Dördümüz kulübede sabah kahvaltısı yapıyorduk, daha doğrusu Gurur ve Aksa yapıyordu ama biz Asaf’la henüz başlamamıştık. Asaf mutfaktaki ahşap sandalyenin üzerinde rahatsız edici bir şekilde otururken elinde tuttuğu çatalın sağına soluna bakıyordu. Eski çataldaki sünger çizikleri onun tüm iştahını kaçırıyordu. Başını çevirip mutfaktaki kirliliğe ve dayanıklılığa bakınca, boğuluyormuş gibi yakasını çekiştirdi. Böyle hisseden sadece o değildi.

Küçük tüpün etrafına taşan çayı gördüğünde Asaf’ın alnında biriken ter damlalardan biri yanağına süzülmüştü. Aksa ekmeği hunharca menemene banarken Asaf’ın döktüğü soğuk terleri görüp güldü. “Biraz daha böyle devam edersen fenalaşacaksın. Etrafını incelemeyi bırakıp ye işte.”

Asaf menemenin eski tavasına incelerken bende mutfak tezgahına bakıp duruyordum. Omzum yaralı olduğu için hastaneden çıktığımdan beri elimi bir işe atamıyordum. Yemek ve temizlikle Gurur ve Aksa ilgileniyordu. İkisi sabah kahvaltısını hazırlarken burayı birbirine katmıştı. Tezgâhın üzerinde yığınla birikmiş bulaşık vardı. Yerlerdeki domates ve yumurta kabuğunu görmek beni delirtiyordu.

Asaf ile karşı karşıya oturduğumuz için göz göze geldiğimizde ikimizin de yüzünde acı çeken bir ifade vardı. Onun kadar takıntı boyutunda olmasa da bende temizliği ve düzeni severdim. Önce birbirimize daha sonra da yanımızda oturan insanlara baktık. Aksa çok dağınıktı, Gurur ise temizlikten hiç hazzetmez, her şeyi kırıp dökerdi. Bu iki pasaklıya nasıl bizim gibisi düşmüş, hâlâ anlamış değildim.

Gurur iştahlı bir şekilde karnını doyururken başını kaldırınca henüz tabağıma bile dokunmadığımı gördü. Asaf’a baktığında onun da aynı durumda olduğunu görünce güldü. “Neden yemiyorsunuz?” Nedenini çok iyi biliyordu.

“Şu mutfağı biraz toplasanız elinize mi yapışacak?” Kocam ve kuzenime çıkışarak yerle bir ettikleri mutfağı gösterdim. “Alt tarafı bir çay demleyip menemen yaptınız, mutfağı bu hale nasıl getirdiğiniz?”

Gurur şikâyet eder gibi karşısındaki sandalyede oturan kuzenimi gösterdi. “Bu minyatür cüce yumurta kırmayı bile bilmiyor. Kahvaltıyı ben hazırladım.”

Aksa yanında oturan kocasını iyice sinir ederek çayını höpürdeterek içti. “Bende mutfağı topladım.”

“Toplamamışsın.” Asaf cebinden çıkardığı mendille alnındaki teri silerken gerçek anlamda fenalık geçirmek üzereydi. “Daha çok dağıtmışsın.”

“Katılıyorum,” diyerek onu destekledim. “Çöpü bile devirmişsiniz.”

“Çöpü deviren ben değilim.” Aksa parmağına bulaşan menemenin yağını silmeden işaret parmağıyla Gurur’u gösterdi. “Bu herif çöp kutusuyla gereksiz bir tartışmaya girdi. Sonra da tekme atıp onu yere devirdi. Bunu neden yaptığını sorduğumda ise bana ne dese beğenirsin?” Bu olayın şokundan çıkamamış olacak ki parmağıyla hâlâ Gurur’u gösteriyordu. “Çöp kutusu ona küfretmiş!”

Gurur’u en son bir masayla tartışırken gördüğümden beri yaptığı hiçbir şey beni şaşırtmıyordu. Evdeki eşyalarla kavga eden, bulaşıkları camdan fırlatan ve köyün yaşlılarıyla dedikodunun dibine vuran bir kocam vardı. Üstelik bu adam eski bir mafya lideriydi. Nasıl bir mafya lideri eline çekirdek alıp yaşlı kadınlarla onun bunun dedikodusunu yapardı ki? Kafasına eseni yapan bir zır deliydi.

Asaf karısının parmağına bulaşan yağı görünce bakışlarını hemen ondan çekti. Rahatsız edici bulduğu şeylere uzun süre bakamıyordu. Başka bir yere bakıp biraz sakinleşmek istedi ama sol tarafına bakınca gördükleri onu daha da delirtti. Üst üste yığdıkları erzak poşetlerini ve bir poşetin içinde sarkan birkaç mısır ekmeğini gördü. Bir hışımla ayağa kalktığında kaşları çatıktı. “Siz burada nasıl yaşıyorsunuz?”

Hemen telefonunu çıkartıp adamlarından birini aradı. “İlçeye inip temizlikten anlayan birilerini bulun.” Burada kaldıkça cinnet geçirdiği için telefonla konuşarak mutfak kapısına doğru yürüdü. “Dışarıda da uyuyamıyorum gece sivrisinek oluyor. Bana temiz bir yatak ayarlayın ve kalacağım odayı tertemiz yapın! Oradaki tüm eşyalardan kurtulup yerine yenilerini koyun.” Emirlerini sıralayarak gitmişti.

Aksa onun arkasından bakarken sinsice sırıttı. “Yarına kalmadan gider.”

“Geceyi dışarıda geçireceksin, bunun farkında mısın?” Gurur onun tüm keyfini kaçırarak çaydanlığa uzandı. “O piç temizlik hastası ve sende onun tam tersisin. Odayı senin için değil, kendi için hazırlıyor.”

Gurur gülerek Aksa’ya camdan dışarıyı gösterdi. “Geceyi hamakta geçireceğine bahse girerim. Bolatlı seni kırklayıp paklamadan odaya almaz.”

“Neremi kırklayacakmış daha üç gün önce banyo ettim.” Aksa tişörtünün kirli yakasını çekiştirip burnuna yaklaştırdı. “Kokmuyorum da.”

“Kokuyorsun ve bunun farkındasın.” Gerçeği yüzüne vurarak ona Gurur’u gösterdim. “Aranızdaki tek fark Gurur’un banyo etmeyi sevmesi. Bunun dışında çekilir hiçbir yanınız yok.”

Bu rezil yerde daha fazla duramadığım için ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. Asaf’la tanışmadan önce Aksa böyle biri değildi. Evet, yine çok dağınık ve pasaklı biriydi ama dağıtıp kirlettiği tek şey odası olurdu. Neredeyse her gün banyo eder, saçlarını düzgünce tarardı ve saçları da yamuk kesilmezdi. En basitinden bir şey yediğinde üzerine dökmezdi. Asaf’ın takıntılarını keşfettikten sonra onu sinir etmek için her yolu deniyordu.

Biraz temiz hava almak için dışarı çıktığımda, Asaf erik ağacının yanında sigara içiyordu. Onun yanına gidip bir anda, “Özür dilerim,” dedim. “Geçen gün hastanede sana vurmamalıydım.” Bu konuda yaşadığım mahcubiyeti saklamadan bakışlarımı kaçırdım. “Düşüncesizce hareket ettim.”

Bana kızacağını düşündüğüm için gülüşünü duymayı beklemiyordum. Başımı kaldırdığımda hastanede olanları hatırlamak bile keyfini yerine getirmişti. “Yaptığın en iyi şey o tokadı atmak olabilir.” Hemen devamında Aksa’da onun intikamını almak için Gurur’a yumruk atmıştı. Asaf’ı mutlu eden asıl şey buydu, karısının onu savunması.

Sabah burası çok serin olduğu için Gurur elindeki bir şalla dışarı çıktı. Yanıma gelip yumuşacık şalı omzuma bıraktığında bu küçük jesti bile beni çok mutlu etmişti. Üzerime eğilip yüzüme gelen saçlarımı yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırdığında gözlerini benden alamıyordu. “Hiçbir şey yemedin, ilçeye inelim mi? Orada karnını doyuracak temiz yerler var.”

“Peki.”

Elini bel boşluğuma koyarak beni yürümeye teşvik ettiğinde Asaf’ın imalı bakışlarının farkında değildi. Arabalar tepenin altındaki yoldaydı ve açıkçası bu tepeyi inmeye çok üşeniyordum. Gurur eğilip omzuma dikkat ederek beni kucağına aldığında gülümsedim. “Yürüyebilirdim.”

Asaf ve Aksa’yı kulübede bırakıp yürürken bana olan bakışları muzipti. “Bu tepeyi yürüyerek inmeyeceğini ikimizde biliyoruz.”

Gurur beni hiç yere indirmeden uzun ve yorucu tepeyi inmişti. Tüm adamları onunla geldiği için Ali arabanın kapısını açmıştı. Gurur dikkatli bir şekilde beni ön koltuğa bıraktıktan sonra kemerimi taktı. Kapımı kapattıktan sonra direksiyonun başına geçince yola çıkmıştık. Yan aynadan arkamızdaki düzinelerce arabaya bakıyordum. Zaten çok fazla koruma vardı ama ben vurulduktan sonra bu sayı daha da artmıştı.

İlçeye düşündüğümden daha hızlı gitmiştik. Gurur beni rahat rahat kahvaltı yapacağım küçük ama temiz bir restorana götürmüştü. Burada nereye gitsek herkes Gurur’u tanıyordu ve karısı olduğum için bana da çok iyi davranıyorlardı. Karnımı doyurduktan sonra doğrudan kulübeye döneceğimizi düşünmüştüm ama öyle olmadı. Gurur arabayı bir mezarlığın önüne çekince afallamıştım. “Burada ne işimiz var?”

Başını çevirip omzunun üzerinden bana baktığında bakışları her zamanki gibi değildi. Gurur’un yeşil gözlerinde insanın canını yakıp içine dokunan hüzünlü bir şeyler vardı. “Sana sormadan seni buraya getirdim ama…” Nefesini sertçe verdiğinde çok gergin olmalı ki ensesini ovuşturdu. “Benimle gelir misin?” Bunu benden rica ederek gözlerini gözlerime kenetledi. “Annem ve babamın gelinleriyle tanışmasını istiyorum.”

Midem kasıldı.

Başından beri beni getirmek istediği yer bir mezarlık mıydı? Ormanda vurulmadan önce bile beni bir yere götürmek istediğini söylemişti. Anne ve babasıyla tanışmam için burada olmamı istiyordu. Camdan dışarıya bakıp mezarlığı izlerken içim çok buruktu. Eskiden de mezarlıklara gitmekten hoşlanmazdım ama şimdilerde daha fazla. Ne zaman bir mezarlık görsem Gurur’u Leyla’nın mezarının başında gördüğüm o an günü hatırlardım.

Gizlice evden kaçıp Leyla’nın cenazesine katıldığımı Gurur bilmiyordu. O gün herkes ona taziyelerini sunup gitmişti ve bir tek o kalmıştı… bir de ben. Saklandığım ağacın arkasında onu izlemiş ve Gurur oradan ayrılana kadar gitmemiştim. Leyla’nın mezarına kapanıp ondan defalarca özür dileyerek nasıl ağladığını görmüştüm. O gün Gurur, Leyla için ağlamıştı, bende ona. Başına gelenlere üzülmem için ona âşık olmam gerekmiyordu, acısı içime işlemişti.

Mezarlıklardan nefret etmemin tek nedeni bu değildi. Öğrenmesine hiç izin vermedim ama ben Gurur’u bir mezarın içinden çıkarmıştım. Abisini vurmuş ve tırnaklarımla kazıyarak o mezarı açmıştım. Bir an onu kaybettiğimi düşünüp ne çok korkmuştum. Gurur bu iki olayı da bilmiyordu. Mezarlıklardan nefret etmemin sebebi olduğunu hiç bilmiyordu.

Bu mezarlığın bana nasıl hissettirdiğini ondan saklayarak yüzüme küçük bir tebessüm kondurdum. “Annen ve babanla tanışmak beni çok mutlu eder.” Onun için bunu yapabilirdim.

Arabadan indiğimizde korumalar bizi burada beklerken Ali yanımıza gelmişti. Gurur buraya geleceğimizi önceden ona bildirmiş olmalı ki, Ali’nin elinde bir buket çiçek vardı. Onları bana uzattığında teşekkür ettim. Buraya geleceğimizi bilmediğim için çiçek almamıştım. Gurur’la mezarlığa girdiğimizde durgunluğu dikkatimden kaçmamıştı. Uzun yıllar boyunca Ordu’ya gelmediği için anne ve babasına karşı mahcup hissediyordu.

Onu takip ederek buradaki tüm mezarların arasından geçtik. Yan yana duran iki mezarın yanına geldiğimizde esen rüzgâr Gurur’un sarı saçlarına hafifçe dokunuyordu. Anne ve babasının mezarına bakarken ifadesi kederliydi, yüz hatları ise belirginleşmişti. Gözleri mermer taşın üzerinde yazan Haşim Kalender ve Gülcihan Kalender isimlerinde gezinirken içinde fırtınalar kopuyordu.

Bir şeyler söylemek istedi ama kuruyan dudaklarından tek kelime çıkmamıştı. Anne ve babasının isimlerinin yazdığı soğuk mermere bakarken sanki konuşmayı bile unutmuştu. Yıllar sonra buraya gelmenin suçluluğuyla başını hafifçe eğip, “Ben geldim anne,” diyebildi. “Yine buradayım baba,” dedi sitem eder gibi. “Bir kez daha her şeyin başladığı ve bittiği yerdeyim.”

Onların karşısında dururken cebinde duran ellerini çıkartıp suçlu çocuklar gibi önünde birleştirmişti. Parmaklarını birbirine kenetlediğinde sadece bakışlarıyla ikisine dert yanıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu ama onların mezarına bakarken yeşil gözleri aslında çok şey söylüyordu. İlerleyen yaşlarda ona sahip olmalarını ve onu bu kadar erken bırakmalarını içerliyordu. Bir anne ve babaya en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde kimsesiz kalmıştı.

Belki bir anne sıcaklığıyla büyüseydi adı deliye çıkmazdı. Belki ona kol kanat geren babası olsaydı abisi onun canına kastetmezdi. Annesini üç, babasını da altı yaşında kaybetmişti. Bakıldığında ikisiyle de hiç anısı yoktu ama hayatının her alanında onları çok özlediğini biliyordum. Anne ve babasıyla biraz yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anlayınca uzaklaştım.

Onları yalnız bırakarak mezarlığın diğer ucuna doğru yürümeye başlamıştım. Aramıza belli bir mesafe koyup Gurur’u görebileceğim bir yerde durmuştum. Anne ve babasına içini döküp onlarla konuşurken istediği mahremiyeti ona vermiştim. Gurur iki mezarın ayak ucuna diz çökerek onlarla konuşuyordu, bende bulunduğum yerde onu izliyordum. Yanında durduğum mezara bakınca kalbim sızlamıştı. Bu küçük bir çocuğun mezarıydı.

Ölüm tarihine baktığımda gözlerimin ardı yanmıştı. Yedi yaşında ölmüştü. “Merhaba, Ufuk.” Elimdeki buketten bir tane karanfil çıkartıp mezarına bıraktım. “Bulunduğun yerin buradan daha güzel olduğuna eminim.” Onu kaybetmek anne ve babasının kalbinde derin yaralar açmış olmalıydı.

Bir süre Ufuk’un mezarının yanında durup elimden geldiğince onun mezarını temizlemiştim. Kuruyan yaprakları mezarından atıp yabani otları yolmuştum. Etrafıma bakınca bir mezarın yanında duran su testisini gördüm. Çiçek buketini yere bırakıp testiyi aldım. Önce o mezarı sonra da Ufuk’un mezarını suladım. Başımı kaldırınca Gurur’un bulunduğu yerden beni izlediğini gördüm.

Dudaklarındaki içli tebessümle bana bakıp anne ve babasına bir şeyler anlatıyordu. Sanki onlara benden bahsediyordu. Başıyla küçük bir hareket yapıp beni yanına çağırınca boş testiyi yere bıraktım. Çiçek buketini alıp yanına gittiğimde diz çöktüğü yerden ayağa kalktı. Gurur gözlerini onların mezarından ayırmadan beni gösterdi. “Size gelininizi getirdim.” Kelimeler boğazına dizilmiş gibi sesi kısık çıkmıştı. “Karım Farah’la tanışmanızı istiyorum.”

“Merhaba,” dediğimde sanki anne ve babası karşımdaymış gibi çok gerilmiştim. Bunun Gurur için önemini iyi bildiğim için kendimi zorlayıp küçük adımlar attım. “Sizi tanıdığıma çok sevindim.” Eğilip elimdeki gül buketini Gülcihan Hanım’ın mezarının üzerine bıraktım. Buketin içinden bir karanfil daha alıp onu da Haşim Bey’in mezarına koydum.

Gurur burada olmadığında bile anne ve babasının mezarını hiç boş bıraktırmamış olacak ki ikisinin mezarı da çok bakımlıydı. Mezarın üstüne ektikleri çiçekler bile iyi durumdaydı. Mezar belli aralıklarla sulanıyormuş gibi ikisinin toprağı bile ıslaktı. İki mezarının tam arasında durduğumda Haşim Bey’in mezar taşına baktım. “Biliyor musunuz, sizin hakkınızda çok şey duydum.” Bu yalan değildi. Haşim Kalender denildiğinde herkes ondan övgüyle bahsediyordu.

“Buradaki insanların sizi bu kadar sevmesinin bir nedeni olmalı.” Rüzgâr açık saçlarımı yüzüme uçururken, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım. “Herkesin kalbinde taht kuracak kadar iyi biri olduğunuz için çok teşekkür ederim. Eğer öyle olmasaydınız…” Boğazım düğümlendiğinde yutkunamadım. “Belki Ordu’dakilerde emanetinize, yani oğlunuza kol kanat germezdi.” O zaman Gurur için hayat daha da zor olurdu.

Buruk bir tebessümle, “Huzur içinde uyuyun,” diyebildim. “Oğlunuza çok iyi bakacağım.” Başından beri yapmaya çalıştığım tek şey buydu.

Bakışlarımı Gülcihan Hanım’ın mezar taşına çevirdiğimde buruk bakışlarımda değişen bir şey olmamıştı. “Bazen merak ediyorum burada olsaydınız bana nasıl bir kaynana olurdunuz? Beni sever miydiniz yoksa yerer miydiniz, hiç bilmiyorum ama bilmeyi çok isterdim.” Yaşasaydı da bana kötü bir kaynana olmasını bile yeğlerdim, hiç olmazsa Gurur anne sevgisini bilirdi.

“Ben daha çok yolun başındayım eminim sizden öğreneceğim çok şey vardı.” Başımla ona Gurur’u gösterdim. “Bazı konularda beni çok uğraştırıyor, burada olsaydınız belki biraz onun kulağını çekerdiniz,” dediğimde Gurur’un kısık gülüşünü duymuştum. Bulduğum ilk fırsatta onu annesine şikâyet etmemi beklemiyordu.

“Bir annenin yerini tutamam ama onu çok seveceğim.” Bakışlarım puslandığında sesim güçlükle duyulacak kadar kısık çıkmıştı. “Söylememe bile gerek yok, ondaki yerinizi hiçbir şey dolduramaz. Fakat ben elimden geldiğince onun yanında olacağım.” Eğer beni duyuyorlarsa Gurur konusunda ikisinin de içinin rahat etmesini istiyordum. O artık yalnız değildi.

“Gözünüz arkada kalmasın, Gülcihan Hanım,” dediğimde kaburgalarımın arasında ezici bir his oluşmuştu. “Onu hiç yalnız bırakmayacağım.”

Önce annesine daha sonra da babasının mezar taşlarına bakıp derin bir nefes aldım. “Daha sık sizi ziyaret etmeye çalışacağım, şimdilik hoşça kalın.”

Yürüyüp Gurur’un yanında durduğumda dudaklarındaki tebessümle beni izliyordu. Gözlerindeki parıltıların tek sebebi benmişim gibi hissettiriyordu. Bana olan bu bakışı her zamanki bakışları gibi değildi, öyle bir bakıyordu ki onun gözlerinde kendimi görmek isterdim. Sanki dünya üzerinde hiçbir şey benim kadar güzel ve özel değilmiş derin bakıyordu.

Bir şey söylemeye hazırlanmıştı ki babasının mezar taşında dikkatini çeken bir şeyle sertçe yutkundu. Vücudundaki tüm ısı birdenbire düştüğünde hafifçe titremişti. Gözlerini baktığı noktadan ayırmadan yanımdan geçti. Babasının mezarının yanında durduğunda beni endişelendirecek kadar tuhaf davranıyordu. Titreyen parmaklarla Haşim Bey’in ölüm yılının yazdığı kabartmalara dokundu. Neler oluyordu?

“Aynı yıl…” diye fısıldadığında sesi çatlamıştı. “Babamın mezar taşında yazan bu ölüm tarihi, senin kimliğinde doğum tarihi olarak geçiyor.”

Nefes alamadım.

Gurur bu seferde babasının öldüğü ayın tarihine dokunduğunda kalbim sıkışmıştı. Beş Eylül’de doğmuştum, yani Haşim Bey öldükten üç gün sonra. Sadece onun öldüğü yılda değil, aynı zamanda öldüğü ayda doğmuştum. Gurur babasının mezar taşına dokunurken bana bakmıyordu ama çatlayan sesiyle söylediklerini duyabiliyordum. “Babamın toprağı bile kurumadan sen doğmuşsun, Farah. Aynı yıl ve aynı ay içinde… Hem de sadece üç gün arayla.”

Bana doğru döndüğünde bakışlarındaki kırılmayı gördüm. Yeşil gözlerinde darmadağın olmuş bir adamın ifadesi vardı. “Şu zamana kadar bunu nasıl anlamadım, hiç bilmiyorum.”

Bana olan bakışlarının ne anlama geldiğini bilmediğim için yerimde rahatsızca kıpırdandım. “Neyi anlamadın?”

“Babam benden giderken senin bana geldiğini.” Ciğerlerimde yakıcı bir his belirmişti.

Küçük adımlarla bana doğru yürürken yüz ifadesi çok hisliydi. İç çeker gibi nefesini verdiğinde değerli bir hazineye sahipmiş gibi bana bakıyordu. “Ben altı yaşında babamı kaybederek gerçek anlamda kimsesiz kalmıştım.” Gözlerinin yeşili hafifçe titrediğinde sesi boğuk çıkıyordu. “Meğerse sen kimsesizliğimin kimsesi olmak için doğmuşsun.”

Tam karşımda durduğunda uzun boyuyla beni gölgesinde bırakıyordu. Başını eğip beni izlerken sözcükler ondan bağımsız dudaklarından dökülüyordu. “Nereden bilebilirdim ki, ekşitilmiş hayatımın tamamlayıcısı olarak bana gönderildiğini...”

Omuzlarını bükerek biraz daha üzerime eğildi ve yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Bu yakınlıkta beni izlerken yakıcı bir sesle, “Farah,” diye fısıldadı. “Ben o gün babamla birlikte her şeyimi kaybettiğimi sanmıştım. Oysa senin bana gelişini ve hayatımdaki boşluğu doldurmanı bekliyormuşum.” Benim doğumum onun kimsesizliğiyle mühürlenmişti.

Gurur yüzümü ellerinin arasına aldığında alnını alnıma yasladı. Ilık nefesi dudaklarıma değerken bana teslim olmuş gibi gözlerini yummuştu. “Seni hiç bırakmayacağım, Nemrudun kızı,” diye mırıldandığında sesi yemin eder gibi çıkmıştı. “Sen benim kimsesizliğimin kimsesi, yarım kalmışlığımın tamamı ve hiçliğimin her şeyisin.”

Bu yakınlıkta onun yakışıklı yüzünü izlerken her sözüyle dudaklarımdaki tebessüm artmıştı. “Sanırım seni seviyorum.”

“Sanırım mı?” Alaycı bir şekilde kirpiklerini aralayıp gözlerimin içine baktı. “Beni sevdiğine şüphen mi var?” diye bana takıldı. “Oysa ben şüphesiz, net ve kesin bir şekilde seviyorum seni.” Rotasından şaşan kalbimin çıkardığı sesleri duymuyor olamazdı.

İçimden onu öpmek geldiği için parmak uçlarımdan yükseldim. Tam dudaklarına uzanacaktım ki mezarlıkta olduğumuzu hatırladım. Anne ve babasının önünde onu öpemezdim. Bende yanağına küçük bir öpücük kondurarak ona gülümsedim. “Artık gidelim mi?”

Elimi tuttuğunda birlikte mezarlıktan çıkmaya başladık. Yürürken Gurur parmaklarını benim parmaklarımın arasından geçirip elimi hafifçe sıkmıştı. Ona baktığımda tam karşısına bakarak rahat bir şekilde yürüdüğünü gördüm ama aslında göründüğü kadar rahat değildi. Elimi tutması bile onu başlı başına geren şeylerden biriydi. Elimi çok sıktığını düşünüp tutuşunu biraz gevşetince neredeyse gülecektim. Yine başlıyorduk.

Elini gevşettiğinde parmaklarım onun parmaklarının arasında kayar gibi oldu. Buna izin vermeyerek eskisinden daha sıkı tuttu fakat bu seferde canımı yaktığını düşündü. Parmaklarını yavaşça açıp tutuşunu biraz gevşettiğinde bunu da yeterli bulmamıştı. Stres içinde nefesini sertçe verince kıkırdadım. “Elimi sert tutsan bile cam gibi kırılmam, biliyorsun değil mi?” Küçücük bir eylemi bile kendi için sorun haline getiriyordu.

Omzunun üzerinde bana baktığında bakışları sözlerimin tam tersini savunuyordu. “Benim için porselen bir bebekten farkın yok.” Birleşen ellerimizi kaldırıp başını eğdi ve elimin üstüne tüy gibi bir öpücük kondurdu. “Seninle küçük bir el teması bile dünyanın en güç şeyi gibi geliyor.”

Boş bulunup ağzımdan kaçırdıklarıma engel olamadım. “Sen daha elimi tutmaya kıyamıyorsun o işi nasıl…” Dilimi ısırarak son anda kendimi susturduğumda yüzüm utançtan kıpkırmızı olmuştu. O kadar çok utanmıştım ki başımı kaldırıp Gurur’un yüzüne bakamıyordum. Bunu söylemek zorunda değildim!

Üzerime gelip beni köşeye sıkıştıracak bir şey söylemesin diye hemen ondan uzaklaştım. Ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim Gurur’un arkamdan söylediklerini duymaktan kurtulamıyordum. “Hangi işi nasıl yapacağım?” Peşimden gelirken eğlenen sesi yerin dibine girmeme neden oluyordu. “Bahsettiğin şey nasıl sevişeceğimiz mi?”

“Hayır!” diye panikleyip bana yetişmesin diye adımlarımı daha büyük attım. “Ben başka bir şeyden bahsediyordum, konuyu çarpıtma.”

Beni hiç duymuyormuş gibi gülerek üzerime gelmeyi sürdürüyordu. “Eğer merak ettiğin seninle-”

“Hiçbir şeyi merak etmiyorum, lütfen kes şunu.”

“Farah-”

“Konuşmuyorum ben seninle!”

“Yavrum yanlış yöne gidiyorsun,” diyerek yüksek sesle güldü. “Çıkış bu taraftan.” İnsanda sanki akıl bırakıyordu.

Yönümü değiştirip mezarlığın kapısına doğru yürüdüğümde adımlarım kaçar gibiydi. Gurur arkamdan dalga geçerek peşimden geliyordu. “Yavaşla biraz düşeceksin.”

Mezarlıktan çıkıp arabaya bindiğimizde tüm korumalar arabalarına atlamıştı. Yeniden yola çıktığımızda bu sefer kulübeye döneceğimizden çok emindim ama yine öyle olmadı. Gurur beni hiç bilmediğim bir yere getirmişti. Arabadan indiğinde burada ne işimiz olduğunu merak ederek onu takip ediyordum. Tabelada Paşaoğlu Konağı yazan fildişi rengindeki yapıya baktım. “Buraya neden geldik?”

Korumaları arabaların yanında beklerken Gurur yanıma gelip elimi tuttu. Beni yürümeye zorlarken bakışlarında yüreğime dokunan sıcak bir şeyler vardı. “Kulübeye dönmek istediğini biliyorum ama seninle biraz zaman geçirmek istiyorum.” Beni konağa doğru peşinden çekerken hafifçe gülümsemişti. “Sen yorulana kadar bugün senin tur rehberin olacağım.”

Konağın mermer basamaklarını çıktığımızda ağır ahşap kapıdan içeri girdik. Müze görevlisi bile Gurur’u tanıyor olmalı ki onu görünce kendine çekidüzen vererek selam vermişti. Gurur başıyla onun selamını aldıktan sonra yürümem için elini sırtımın arkasına koydu. Taş döşemeli geniş holün her köşesi tarih kokuyordu. Odaları sağdan ve soldan sıralı bir şekildeydi.

İlk girdiğimiz yer sanırım misafir odasıydı. Odanın büyük pençeleri dışarıdaki ışığı tüm canlılığıyla içeriye yansıtıyordu. Gurur’u arkamda bırakıp odanın içine ilerledim. O buraya defalarca gelmiş olmalı ki kapının yanındaki duvara sırtını yaslamış, beni izliyordu. Sanki burada ilgi çekici bulduğu tek şey bendim. Bense duvardaki hali ve kilimlerden gözlerimi alamıyordum. “Çok güzel.”

Osmanlı döneminde kalan bu halı ve kilimlerin el emeği olduğu çok belliydi. Parmak uçlarımla bir kilime dokunurken her ilmeği beni büyülemişti. Cam bir vitrinin içinde sergilenen şeyleri görünce adımlarımın yönü değişti. Kadınların süs eşyaları burada sergileniyordu. Yöresel gümüş takılar, kemerler ve daha birçok şey... Her birine tebessüm ederek bakıyordum.

Salonun ortasında ayaklı bir sehpa vardı, çevresinde ise sedir ve minderler… Başımı kaldırıp Gurur’a baktığımda aceleyle arkasına bir şey sakladığını gördüm. Telefon muydu o? Sanırım beni çekiyordu ama ben görmeyeyim diye telefonunu saklamıştı. Görmemiş gibi yapıp bu odadan çıkarak başka bir odaya girdiğimde Gurur peşimden geliyordu.

Silahların yoğun olduğu bir odaya girmiştim. Ev sahibi silah koleksiyonu yapmayı seviyor olmalı ki duvarlarda çok fazla asılı silah vardı. Eski tüfekler, kılıç ve hançerler asılıydı. Odanın bir köşesinde nargile ve pirinç işlemeli mangal bulunuyordu. Bu oda fazla erkeksiydi. Gurur bana küçük bir açıklama yaparak, “Burası erkeklerin sohbet odası,” dedi. Bu çok anlaşılıyordu.

Konakta sıradaki durağım mutfak olmuştu. Taş duvarlı mutfağın geniş ocağı vardı. Bakır kazanlarda kim bilir kaç yemek pişmişti. Eski tencereler, sini ve tepsilerin her birinde yaşanmışlığın izleri okunuyordu. Başımı kaldırıp tavan kirişlerine astıkları ibriklere baktım. “Vay canına.” Daha önce böyle bir yerde hiç bulunmamıştım. Mutfaktaki ağır bakır kokusu insanın ciğerlerine nüfuz ediyordu.

Üst kata çıktığımızda bu kat ailenin yaşam alanıydı. Konaktaki en büyük oda, evin beyine aitti. Odanın tavanında ince ahşap oymalar ve süslemeler göze çarpıyordu. Ortada el dokuması zarif bir halı, köşede ise dinlenmek için bir sedir vardı. Pencereye yaklaşıp bakınca buradan şehrin dar ve eski sokakları görünüyordu. Bu odanın vitrinlerinde erkek giysileri bulunuyordu. Fes, cepken ve kuşak gibi şeylere bakıyordum.

Gurur beni kadınların odasına yönlendirirken aynı zamanda bana bu konak hakkında bilgi veriyordu. “Burası 1896’da Paşaoğlu Hüseyin Efendi’nin yaptırdığı bir yapı. Konağın taşları Ünye’den, ahşapları da Romanya’dan getirtilmiş.”

“Niye?” diye sordum safça. “Buradaki taşlar neyine yetmiyormuş?”

Gülerek omuzlarını hafifçe silkti. “Adamın kafasından ne geçtiğini nereden bileyim.”

“Hüseyin Efendi yaşasaydı kesin annemle iyi anlaşırdı,” diye söylenerek kadınların odasına girdim. “Annem de hep dışarıdan bir şeyler getirtir. O değerli avizesini Fransa’dan mı yoksa İtalya’dan mı getirtti, bilmiyorum ama avizenin tek bir taşına dokunursak bizi parçalar.”

Bir kadının izlerini barındıran odayı daha çok sevmiştim. Burada gördüğüm ipek şallar, dantel işlemeler gerçekten çok güzeldi. Kadınların geleneksel kıyafetlerinin sergilediği oda insanın içini açıyordu. Odanın bir köşesinde eski bir sandık vardı ve sandığın üstünü işlemeli bir başörtüsüyle örtmüşlerdi. Bir kadının zarif adımlarını, yumuşak sesini ve şen kahkahasını duyar gibiydim. Sanki duvarların bile bir dili vardı.

Çocuk odası, bodrum katı ve hizmet bölümüne kadar konaktaki her yeri gezmiştim. Tüm bu süre zarfında Gurur’un gizli gizli fotoğraflarımı çektiğini biliyordum ama bilmiyormuş gibi davrandım. Onun telefonunda doğru düzgün hiç fotoğrafım olmadığı için fotoğraflarımı çekmesi hoşuma gitmişti.

Konaktan çıkıp arabanın yanına geldiğimizde meraklı gözlerle ona döndüm. “Şimdi sırada ne var?”

Gurur arabaya binmeme izin vermeden bana buradaki dar sokaklardan birini gösterdi. “Biraz da zirveye çıkalım.” Bunları söylerken çapkınca bana göz kırpmıştı. “Boztepe’ye gidiyoruz.” Sanırım bundan gerisini biraz yürüyecektik.

Elini tuttuğumda başını çevirip omzunun üzerinden birleşen ellerimize baktı. Elimi kendi iri elinin içine hapsederek yukarı kaldırdı. Dudaklarını elimin üstüne bastırdığında yalnız olsaydık onu öpücüklere boğabilirdim. Bir ordu dolusu adam belli bir mesafeden bizi takip ederken onları görmezden geliyordum. Gurur’la birlikte Selimiye’nin dar sokaklarında yürüyorduk.

Ahşap cumbalı evlerin yanından geçtiğimizde burnuma gelen ıhlamur, taze ekmek ve çay kokusu iştahımı açmıştı. Elma şekeri satan bir seyyar satıcıyla Gurur’un yeşil gözlerinde şeytani bir parıltı geçti. Adama yaklaşıp cüzdanın çıkardığı parayı uzatarak bir tane elma şekeri aldı. Yanıma gelip elma şekerini bana uzattığında yüzünde küfür gibi bir ifade vardı. “Al elma şekeri… Sen seversin,” diye bana laf soktuğunda kahkaha attım.

Daha önce yanağını öpüp, “Bu da biten ilişkimizin elma şekeri olsun,” diye bir şeyler söylemiştim. Anlaşılan onu unutmamıştı.

Hiç bozulmadan elma şekerinden bir ısırık aldığımda Gurur, kısık bir sesle küfretmişti. Onun aksine kolay kolay her şeye alınganlık yapmazdım. “Hımm tadı çok güzelmiş.” Elma şekerini ona uzattım. “İster misin?”

Geçmişteki o sözüm yüzünden elma şekerlerinden nefret ediyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Kalsın.”

Elma şekerimi yiyerek küçük adımlarla onu takip ederken sırtıyla bakışıyordum. “Adımlarını biraz küçük atar mısın, sana yetişemiyorum.”

Bir elini cebine koyarak önde yürürken, “Sen adımlarını biraz büyük atar mısın?” diyerek bana sataştı. “Her defasında ördek yavrusu gibi paytak adımlarla yürüyorsun.” Eğer sol kolum boynumda asılı olmasaydı koşup sırtına atlardım. Beni taşımak zorunda kaldığında o zaman görürdü ördek gibi yürümeyi.

Etrafıma bakarak yürürken, “Kemal ve oğullarını öldürmen başımızı ağrıtır mı?” diye sordum. “Diğer liderler buna sessiz kalmayacaktır.”

“O siktiğim piçlerinin bana bayıldığı pek söylenemez.” Umursamaz bir sesle konuşup cebinden sigara paketini ve elektronik çakmağı çıkardı. Normal çakmaklarla kendi sigarasını yakamazdı. “Sen onları dert etme.” Paketin içinden bir dal sigara alıp etli dudaklarının arasına yerleştirdi. “Canını sıkan olursa hepsinin ecdadını sikerim. Kemal’e olanlardan sonra artık hepsi bunu iyi biliyor.”

Ona yetişip yanında yürüdüğümde son yaptıklarını onaylamadığımı her hareketimle belli ediyordum. “O kadar vahşete gerçekten gerek var mıydı? Bazen beni ürkütüyorsun.” Yutkunarak gözlerimi ona diktim. “Onları öldürme şeklin çok korkunç.”

Yaktığı sigarasından bir nefes alıp yürürken yaptıklarından zerre kadar pişmanlık duymuyordu. “Hak ettikleri şekilde öldüler, Farah. Onların öldürme şekli çok mu masum sanıyorsun?” Yeşil gözlerinde buz gibi bir ifade belirdiğinde tam karşısına bakarak yürüyordu. “Ekmel’in karısı nasıl öldü, biliyor musun?”

“Duyduğuma göre kafatası parçalanarak,” dedim kısık bir sesle. “Merdivenden düştüğü için olmuş.”

“Çok safsın, kimse merdivenden düştüğü için kafatası parçalanmaz.” Gurur alaycı bakışlarıyla bana kendimi bir aptal gibi hissettiriyordu. “O piç ona yaptığım her şeyi sonuna kadar hak etti, babası ve kardeşleri de öyle.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “En azından bir gün babanın yerine geçtiğinde o yılanlar canını sıkmayacak.”

“Yılan mı?”

“Kahharların sembolü yılan.”

Eskiden bu tür konulara hiç ilgi duymadığım için merak edip öğrenme gereği hissetmezdim. Fakat artık liderlerin dünyasında dönen her şeyi öğrenmek istiyordum, sembolleri de buna dahildi. “Peki, Bolatlıların sembolü nedir?” diye sordum. Bugün hepsini öğrenmek istiyordum.

Gurur yanımda ağır adımlarla yürüyüp sigarasını içerken, “Jaguar,” dedi. “Yani kara panter.” Biraz düşününce Asaf’ın evinin birçok yerinde jaguara ait simgeler gördüğümü hatırladım. Bahçe kapısının tokmağında bile bu simge vardı.

“Tunusları ben tahmin edeyim,” diyerek güldüm. “Tilki mi?” Gurur beni başıyla onaylayınca gülüşüm genişlemişti. Herkes bölge liderlerinden Duha Tunus’tan bir tilki diye bahsettiği için onun sembolünü anlamak zor değildi.

“Ya Kıratlılar?” diye sorduğumda bu konulara ilgi duymam Gurur’u şaşırtıyordu ama içinde bulunduğum dünyayı kabullenmeye başlamamdan da memnundu.

“Kıratlıların sembolü çakal.” Bunları söylerken yüz ifadesi sertleşmişti. “Karun ve Güven Kıratlı arasındaki düşmanlığı duymamış olamazsın.” Bunu duymuştum ve aynı zamanda Karun’un geçmişte bölge liderlerinden Güven’i öldürdüğünden de haberim vardı.

“Kıratlılar en az taşıdıkları sembol kadar çakallardır.” Gurur bana onlar hakkında bilgi verirken bakışlarında ciddi bir uyarı vardı. “Babasının koltuğuna şimdilerde oğlu Emin Kıratlı oturuyor. O masada dikkat edeceğin kişilerden biri de bu piç. Babasına olanlardan sonra biz Kalenderlerden nefret ediyor ve sende bir Kalendersin.” Bunu aklımda tutacaktım.

“Hanzadelerin simgesi nedir?”

“Baykuş.” Bunu söylerken sert ifadesinde değişen bir şey olmamıştı. “Korhan Hanzade aynı zamanda Güven’in müttefiklerinden biriydi.” Hatırladıklarıyla güldü. “Onu da öldüren Bige’ydi, bu yüzden Korhan’ın oğlu Korkut Hanzade’den uzak dur.”

“Tıpkı babaları gibi Emin Kıratlı ve Korkut Hanzade’nin de müttefik olduğunu duymuştum.”

“Doğru duymuşsun.” Sigaradan büyük bir nefes alarak dumanın dudaklarının arasından süzülmesine izin verdi. “Liderlik masasında sağlam müttefiklerin yoksa uzun süre hayatta kalamazsın. Önemli kararların alındığı o masada bir oylama yapıldığında mutlaka Emin ve Korkut birbirini destekler. Aynı şekilde Karun ve Duha’da birbirini kollar.”

Yürümeye devam ederken Gurur elini belime koyarak beni biraz yakınına çekti. “Bir zamanlar Ümit ve Melih’te çok sıkı müttefikti.” Melih, Asaf’ın ölen babasıydı. Sanırım bu yüzden Asaf’la her konuda iş birliği içindeydik, bizde babalarımızın izinden gidiyorduk.

Gurur’un kolunun altına girip onun sıcaklığına sokularak ona bir soru daha sordum. “Soyluların sembolü nedir?” Bölge liderlerinden Ragıp Soylu’nun nasıl biri olduğu hakkında pek fikrim yok.

“Ayı.” Yok artık.

Devrim Yalın’ı merak ederek, “Peki, ya Yalınlar?” diye sordum.

“Boğa,” diyen Gurur kısa yanıtlarla beni geçiştirmeye başlamıştı.

Tam ona geriye kalan iki lideri, yani Tayfun İnce ve Sadri Şimşek’i soracaktım ki, Gurur beni susturdu. “O ikisinin artık bir önemi yok.” Ne demek istediğini anlamamıştım ama belimdeki elinin gerildiğini hissettim. Başını eğip yüzümü izlerken endişe verici derecede ciddi görünüyordu. “Baban bu konuda sana bir şey anlatmadı mı?”

“Ben sormadıkça babam bana bir şey anlatmaz.”

“Farah yakın zamanda Sadri olacak o satılmış it kendi bölgesinden feragat etti.” Duymayı beklemediğim sözcüklerle bozguna uğramıştım. “Ne demek feragat etti?” Bu daha önce hiç olmamıştı. Şu zamana kadar birçok bölge lideri gelip gitmişti ama hiçbiri kendi bölgesindeki haklarından feragat etmemişti.

Bu olay onun da canını çok sıkıyor olmalı ki, Gurur’un kaşları çatıktı. “Sadri ona ait olan bölgenin tüm haklarını birine devrederek masadan çekildi. Onun yerine kim gelecek, henüz kimse bunu bilmiyor. Bunu sır gibi saklıyorlar.” Bu demek oluyor ki Sadri’nin bölgesi ve masadaki yeri artık bir başkasınındı.

Gurur bu konuda beni endişelendirmek istemiyordu ama tüm bunları bilmem gerektiğini düşündüğü için anlatıyordu. Bitirdiği sigarasının izmaritini yere atıp ayakkabısının ucuyla söndürürken, “Sorun sadece Sadri değil,” dedi sıkıntıyla. “Bundan birkaç ay önce liderlerden Tayfun İnce ve ailesindeki herkes katledildi.” Gözlerimin içine bakıp kanımı donduran o cümleyi kurdu. “Ailedeki kadınlar ve çocuklar bile öldürüldü.”

İçim ürperirken ne diyeceğimi ne düşüneceğimi bilmez bir haldeydim. “Bunu kim yaptı?”

“Onun yerine geçmek isteyen biri.” Onun kim olduğunu Gurur’da bilmediği için önüne dönerek yürümeye devam etti. “Tayfun’un öldürülmesi ve Sadri’nin bölgesini devretmesi neredeyse aynı aralıklarla oldu. Anlaşılan iki sürpriz isim daha masaya gelecek ve onların birlikte hareket ettiklerine eminim.” Henüz onların kim olduğunu bile bilmiyorduk. İçimden bir ses o masaya çok güçlü birilerinin gelmek üzere olduğunu söylüyordu.

Tüm dengeler değişmek üzereydi. Gurur’un kolunun altından çıktığımda suratımdan düşen bin parçaydı. “Hayvanlar aleminde tek başıma kaldım.”

Durup bana döndüğünde bakışlarında soru işareti vardı. “Hayvanlar alemimi mi?”

“Ama öyle,” diye sızlandım. “O masadaki herkesin sembolü bir hayvan peki, ya benimki ne?” Ona kendimi göstererek hayıflanır gibi, “Lodos,” dedim. “O kadar yırtıcının içinde bir lodos ne ki? Üstelik o masadaki tek kadın ben olacağım. Sadece sembol olarak değil, cinsiyet olarak da içlerinde ayrık otu gibi göze çarpacağım.” Bize bu sembolü veren dedelerimin aklına daha iyi bir şey gelmemiş mi? Mesela ejderha yerinde bir karar olabilirdi ya da goril.

Gurur iç karartan ağlamaklı yüzüme bakınca dudağının köşesi yana doğru kıvrıldı. “Gözden kaçırdığın küçük bir detay var.” Çenemi tutup başımı kaldırdığında başparmağıyla çenemi hafifçe okşuyordu. Bana güven aşılamak ister gibi gözlerimin en derinine bakarken belli belirsiz gülümsüyordu. “Hiçbir hayvanın diş geçiremediği tek şey bir lodostur,” dediğinde sertçe yutkunmuştum. Daha önce bu açıdan hiç bakmamıştım.

Gurur sadece bakışlarıyla bana iyi hissettirirken çenemi bıraktı ve parmaklarıyla burnumun ucuna küçük bir fiske vurdu. “Kendini küçümsemeyi bırak. Sen o masaya Farah olarak değil, herkesin önünde ayağa kalkıp ceketini düğmelediği Haraf olarak oturacaksın.”

“Bu dediğin hiç olmayacak, biliyorsun değil mi?”

“Bu konuda senin kadar umutsuz değilim.”

Sahil kenarına indiğimizde Atatürk Parkı’nın avlusu açılıyordu. Önünde çınar ağaçlarının gölgeleri ve insanın kulaklarını dolduran martı sesleri vardı. Kıyı boyunca yürüyüş yapan insanlar beni tedirgin ettiği için Gurur’un koluna yapışmış bir haldeydim. Bazı konularda biraz gelişme göstersem de hâlâ insanların çok olduğu yerler beni tedirgin ediyordu.

Attığımız her adımla Gurur’u tanıyan birileri çıktığı için neredeyse hepsiyle ayaküstü sohbet etmişti. Aynı şekilde beni onlarla tanıştırınca karşımıza çıkan insanlara hiç saygısızlık yapmamıştım. Buraya ilk geldiğimde yaptığım gibi kimsenin kalbini kırmamıştım. Teleferiğe binmek yaptığımız en iyi şey olabilirdi. Her şeye yukarıdan bakmak o kadar güzeldi ki insan kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu.

Teleferik yükseldikçe denizin değişen rengi, kıyıdaki gemilerin küçülmesi ve gün ışığının turuncu parıltıları beni mest etmişti. Kabine yaklaşıp aşağıya baktıkça gördüğüm her şeyle tebessümüm biraz daha büyümüştü. Şehrin yemyeşil güzel dokusu eşsiz bir tablo gibiydi. Kabinin yanında süzülen martılar bize eşlik etmiş ve bu küçük maceramızı benim için unutulmaz kılmıştı.

Tüm bu süre zarfında ben hep aşağıyı izledim, Gurur ise bir tek beni. Ben aşağıda gördüğüm manzaraya âşık olmuştum fakat Gurur… Bir tek kendi manzarasına aşıktı. Onun gözlerinin tek odağında olmak kalbimi kıpır kıpır ediyordu. Üstelik teleferikte bile ona bakmadığım her an gizlice fotoğrafımı çekmişti. Sanki gördüğüm her yeni yerle gözlerimde oluşan parıltıyı, yüzümdeki sevinci ve dudaklarımdaki gülümsemeyi ölümsüzleştirmişti.

Ne yazık ki bugünkü gezimizin sonuna gelmiştik çünkü yaralıydım ve kendimi çok yormamalıydım. Peşimizdeki adamlarla birlikte kulübeye doğru yola çıktığımızda radyoda güzel bir Karadeniz şarkısı vardı. Gurur’a baktığımda hep yaptığı gibi sol kolunu açık cama yaslamış, sağ elinin avuç içiyle direksiyonu ustaca çeviriyordu. Gözlerindeki siyah güneş gözlükleri onun yeşil irislerini benden saklıyordu.

Çevredeki çay fidelerini görünce suratım düştü. “Vurulmasaydım kızlarla çay toplamaya gidecektik.”

“Yine toplarsınız.” Sakin bir sesle konuştuğunda sorunun ne olduğunu anlamıyordu. “Omzun iyileştiğinde köyün kızlarıyla çay da toplarsın, bağ da budarsın. Ne istersen onu yapabilirsin.”

“Ama omzumun iyileşmesi en az bir ayı bulur, o da en az.”

“O zaman bir ay sonra çaya gidersin.”

Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “Uzun bir süre burada kalacakmışız gibi konuşuyorsun.”

“Bunu istemez misin?” Son derece ciddi çıkan sesiyle ona döndüğümde onun da bana baktığını gördüm. Bu konudaki düşüncemi merak ediyordu. “Burada yaşamayı ister misin?”

Sessizliğimi koruyarak bunu düşünmeye başladım. Burada yaşamanın nasıl olacağını bilmiyordum ama bunu isterdim. “Herkesten kaçıp hep burada kalmaktan mı bahsediyorsun?”

Yolu kontrol etmek için önüne döndüğünde başını hafifçe sallamıştı. “Sadece ikimiz ve bir de Melek. O küçük kulübede sıradan bir hayat sürmek ilgini çekiyor mu?”

“Evet,” dediğimde düşüncesi bile beni heyecanlandırmıştı. “Kulübenin tadilatını yaparız, bahçesini de biraz genişletip çitlerini sağlamlaştırırız.”

Onaylayan mırıltılar çıkartırken canlı bir sesle, “Bahçeyi neden büyütmek istiyorsun?” diye sordu.

“Bahçenin bir tarafına sebze ekerim, diğer tarafındaysa erik ağaçlarım ve çiçeklerim olur.”

Bunu hayal etmesi bile dudaklarında küçük bir tebessüm yaratmıştı. “Oraya sana bir de salıncak yaparım.” Salıncakları sevdiğimi unutmamıştı.

“Ve bir tane de kamelya yapalım, kulübenin etrafına da bir veranda. Geceleri açık havada çayımızı içip sohbet ederiz.”

“Yemekleri ben yaparım, mutfağı da sen toplarsın,” dediğinde kıkırdayarak başımı salladım. Mutfaktaki her şeyi camdan dışarı atmasını istemediğim için bulaşıkları ona bırakmazdım.

Gelecekle ilgili düşler kurarken yüz ifadesinde oluşan huzurdan haberi bile yoktu. “Etrafımız açık hava ve yemyeşil orman.” Başıyla beni göstererek sıcak bir sesle konuştu. “Sen piknik yapmayı çok seviyorsun, istediğin zaman piknik de yaparız.”

“Arada balık tutmaya da gidelim mi?” Bu konudaki beceriksizliğimi hatırlayınca gülmeden edemedim. “Benim oltama hep saçma sapan şeyler takılıyor, senin tuttuklarını yeriz.”

“Bir de tekne alalım ne dersin? İstediğimiz her an denize açılırız.”

Heyecanlanarak kuş gibi şakıyıp, “Harika olur,” dedim. “Bahçenin arka tarafına küçük bir kümeste yapar mısın? Tavuklarımızda olsun, yumurtalar için ilçeye inmemize gerek kalmasın.”

“Olur.” Gülümseyerek kümes yapmayı da kabul etti. “Elim değmişken bir tane de beşik yapayım, ne dersin?”

Gözlerim büyüdüğünde afallayarak ona bakıyordum. “Beşik ne için?”

“Çocuğumuz için.” Dudağının köşesinde çarpık bir gülüş oluştuğunda omzunun üzerinden düz karnıma baktı. “O kadar şey yapıyorsak bir düzüne çocuk da yaparız herhalde.”

“Bir düzüne mi?” Kahkaha attım. “Karargâh mı kuracağız, ne yapacağız bir düzüne çocuğu? Bir tane yeter.”

İnat ederek kararlı bir sesle, “En az beş,” diyerek beni şoke etti. “O da en az…”

“Bence iki ideal.”

“O zaman dörtte anlaşalım.”

“Hepsini sen doğurmayacaksın ya, bir taneden fazla olmaz.”

“Üçe ne dersin?” diyerek uzlaşma yoluna gidince gülüşüme engel olamadım. “Hele o gün gelsin bakarız.” Üç çocuk olabilirdi aslında.

Üstelik onları tek başıma büyütmek zorunda da kalmayacaktım çünkü Gurur’dan çok iyi bir baba olurdu. Çocukları çok sevdiği için onların her şeyiyle ilgileneceğine emindim. Kulübeye dönüş yolumuz bizim için çok keyifli geçmişti çünkü Gurur’la ilk kez gelecek hakkında hayal kurmuştuk. Evimizi, çocuklarımızı ve istediğimiz hayatı konuşmak çok güzel ve özeldi. Umarım hayal ettiğimiz tüm o şeyleri birlikte yapma şansımız olurdu.

Gurur’un yardımıyla tepeyi çıkıp kulübeye geldiğimizde eli belimdeydi. Çok yorulduğumu düşündüğü için düşmemden endişe ediyordu. En küçük bir tökezlemede beni tutacakmış gibi davranması çok tatlıydı. “Yarın da Perşembe Yaylasına gider miyiz?” diye sorunca başımı salladım. Onunla zaman geçirmeyi seviyordum.

Gurur dışarıda kalıp Ali’yle konuşurken bende kulübeye girdim. İçeri adımımı attığım an burnuma gelen deterjan kokuları çok ferahlatıcıydı. Etrafıma bakınca her yerin pırıl pırıl olduğunu gördüm. Anlaşılan Asaf sabahki telefon görüşmesinde şaka yapmıyormuş. Temizlik için ilçeden gerçekten birilerini getirmiş olmalı ki burası tertemizdi.

Salona girdiğimde burada sadece Aksa vardı. Minderlerin üzerinde duran kıyafetlerine ters gözlerle bakıyordu. “Kıyafetlerin neden orada?” diye sorduğumda sinirden her an çığlık atacakmış gibi görünüyordu. “Asaf odama el koyup beni odadan attı. Yatak, çarşaf ve battaniyeye kadar her şeyi yenilettikten sonra tüm eşyalarımı buraya bıraktı.”

Gurur’un haklı çıkmasından nefret ederek yumruğunu oturduğu mindere geçirdi. “Akşam tertemiz yıkanıp üzerimi değiştirmezsem beni odaya almayacakmış!”

“Bu gidişle bitleneceksin, sende git yıkan.” Başımı çevirip etrafıma baktım. “Asaf nerede?”

Camdan dışarıyı göstererek suratını asmaya devam etti. “Buraları biraz gezmek için köye indi. Odanın kapı kilidini değiştirdiği için giderken anahtarı yanına aldı. Odaya girip batırmamdan ödü kopuyor.” Yüzüne acıklı bir ifade kondurup yardım ister gibi bana bakmaya başladı. “Gece senin odanda kalabilir miyim?”

“Gurur buna asla izin vermez.” Dışarıda çok yorulduğum için odamda dinlenmek istiyordum. “Geceyi dışarıda geçirmek istemiyorsan Allah aşkına o yağlı saçlarını yıka. Asaf yapmazsa ben seni banyoya sokacağım. Pasaklı!” Kapıya doğru yürüdüğümde arkamda kısık sesle söylenmekle meşguldü.

Odama girip ayakkabılarımı çıkartarak yatağa uzandım. Amacım yorgun vücudumu biraz dinlendirmekti. Bir süre sonra Gurur odama girince uzandığım yerden onu izlemeye başladım. Kapattığı kapının önünde durup beni izlerken yeşil gözlerinde endişe vardı. “Seni çok mu yordum? Omzun ağrıyor mu?” Henüz tam olarak iyileşmeden beni dışarı çıkarttığı için kendini kötü hissetmeye başlamıştı.

“Ağrım sızım var ama abartacak kadar değil.” Yorgunca ona yatağın boş tarafını gösterdim. “Çok halsizim belki biraz uyusam kendimi toparlarım.” Çekimser gözlerle ona bakıp, “Beni uyutur musun?” diye sordum. Onun kokusu olmadan uyuyamıyordum.

Yüzü gevşediğinde belli belirsiz tebessüm ederek odadaki ilkyardım çantasını aldı. “Önce pansumanını yapmalıyız.”

Yavaşça yatağın kenarına oturduğumda pansumanı onun yapmasını istemiyordum. “Aksa halleder.”

Gurur yanıma oturduğunda sorunun ne olduğunu anlamadı ama kızaran yüzümü görünce dudağının kenarı bükülmüştü. Yeşil gözlerinde haylaz parıltılar oluştuğunda yumuşak bir sesle, “Farah ben senin kocanım,” diye fısıldadı. “Benden utanmana gerek yok.”

“Utanmıyorum.” Kendimi savunma ihtiyacı hissederek güçlükle ona baktım. “Seni bununla yormak istemiyorum.”

Şalgam gibi kızaran yüzüm beni ele verdiği için muzır gözlerle, “Utanmadığına eminim,” diyerek bana sataştı. “Hazırsan başlıyorum.” Hiç hazır değildim ve o bunu çok iyi biliyordu.

Parmakları elbisemin ön kısmındaki düğmelere uzandığında nefesimi tutmuştum. İlk düğmeyi açtığında çok sakindi ama ikinci ve üçüncü düğmeyle bakışları göğüslerimin kıvrımına kaymıştı. Gördüğü şey nabzını hızlandırdıysa bile sert çizgilerden oluşan yüzüne bakınca anlaşılmıyordu. Yüzünü düz bir ifadede tutabilirdi ama bakışları elbisenin altındaki teni görmek için göğüslerimin kıvrımına kitlenmişti.

Açtığı her düğmeyle Gurur’un yüzündeki değişimi izliyordum. Tek bir çizgide buluşan dudaklarını birbirine bastırıp yutkundu. Yeşil gözleri karanlık bir ormanı anımsatacak kadar koyulaşmıştı. Heybetli vücudunda yükselen ısı, odanın havasını ağırlaştırıyordu. Gizlemeye çalışsa da beni ne kadar arzuladığını yeteri kadar saklayamıyordu.

Elbisenin önündeki düğmeleri tek tek çözerek karnıma kadar açmıştı. Neyse ki altta sütyen vardı. Omzumu acıtmasın diye Aksa sütyenin askılarını çıkartıp takmama yardım etmişti. Gurur yarım kollu elbiseyi yavaşça sol omzumdan sıyırdı. Nefes alışları hızlandığında bakışlarını omzumda tutmaya çalışıyordu ama gözleri sık sık sütyenden taşan göğüslerime kayıyordu.

Çok utandığım için ona bakmak bile benim için bir işkenceye dönüşmüştü. Sağ kolumu kaldırıp sütyen takmama rağmen göğüslerimin üzerine bastırdım. Gurur bunu görünce sıkıntıyla nefesini verdi. Kolum onun arzuladığı şeyleri görmesine engel oluyordu. Elbiseyi biraz daha sıyırarak omzumu açığa çıkardığında hoşnutsuz bir sesle konuştu. “Bu hep böyle gitmez, biliyorsun değil mi? Sonsuza kadar kendini benden gizleyemezsin.”

“Bunun için beni zorlayacak mısın?”

Parmakları omzumdaki sargının üzerinde hareketsiz kaldığında bir anlığına bana baktı. Doğru duyup duymadığından emin olmak ister gibiydi. Yüzündeki tuhaf ifadeyle beni izlerken sözleri net ve keskindi. “Seni hiçbir konuda zorlamadım ve zorlamam, Farah.” Kanımla kirlenen gazlı bezin bandını yavaşça çekmeye başladı. “Çoğu şey senin için çok yeni, bana alışmanı bekleyeceğim.”

“O şeyi yapmayacağız.” Onu istiyordum ama bir o kadar da utanıyordum.

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığında sadece bakışlarıyla kızarmama neden oluyordu. “Elbet yapacağız hem de her gün, her saat başı ve her yerde.” Omuzlarını hafifçe kaldırıp indirdi. “Ama önce senin de istemen gerekiyor.” Her saat başı derken?

Bir konuda bana güven vererek sıcak bir sesle konuştu. “Gerçek anlamda istediğinden emin olmadan sana asla dokunmam. Aramızda bir şeyler olacaksa bile önce buna hazır olmalısın.”

Gurur çantanın içinde çıkardıklarıyla pansumanıma başlamıştı. Omzumdaki kurşun yarasına bakmak bile tüm keyfini kaçırmıştı. “O piçin ölümü bu kadar kolay olmamalıydı.”

“Bunu artık geride bırakmalısın.” Bana olanlar yüzünden kendini suçladıkça saldıracak yer arıyordu. Artık bu olayı aşmasını istiyordum.

Gazlı bezden küçük bir parça kesip üzerine tentürdiyot döktü. Yaramı temizlerken kaşları çatıktı, yüzünde ise beni endişelendiren bir ifade vardı. “Artık her zamankinden daha çok sana dikkat etmeliyim.”

“Neden?”

Büyük bir titizlikle yarayı temizlerken yüz hatları sertleşmişti. “Kemal’i öldürmem diğer herkese artık bir zaafım olduğunu gösterdi.”

Kalbimin değişen ritimlerini bastırmaya çalışırken kısık bir sesle, “Gurur Kalender’in bir zaafı olduğuna inanmak kolay değil,” dedim. Yüzünü seyrederken zaten bildiğim bir şeyi ona sordum. “Herkesin bilmesinden korktuğun o zaafın nedir?”

Gazlı bezi tutan eli, omzumun yakınında dururken bakışları beni buldu. Ona sorduğum sorunun cevabı tam karşısındaymış gibi bakıyordu. Beni dışarıdaki tehlikelerden nasıl koruyacağını düşünürken gözlerimin en derinine bakıyordu. “Sensin.” Tek bir kelimeyle nefesimi kestiğinde tüm vücudumun titrediğini hissettim. “Uzun zamandır benim tek zaafım sensin, Farah.”

“Bu nasıl bir his?”

“Yara gibi,” diyerek beni şaşırttı. “Artık kalbimin üzerindeki bir yarasın.”

Ne demek istediğini anlamadığımı görünce bunu bana farklı bir yolla gösterdi. Yanında duran elini sert bir hareketle kaldırıp omzumdaki yaraya uzatınca, canımı yakacağını düşünüp irkildim. Gözlerimin içine bakarak başını hafifçe salladı. “Tam olarak bundan bahsediyordum, sende benim için o yara gibisin.”

Gurur elini çekerek omzumdaki yarayı gösterdi. “Biri dokunmaya çalıştığında bile irkilirsin çünkü canının yanacağını bilirsin.” Bakışlarını bana dikerek yumuşak bir sesle fısıldadı. “O yara senin zaafın ve en büyük zayıflığındır. Kimse ona ulaşıp canını yakmasın diye onu herkesten saklamak istersin.” Biraz sitemle biraz da hayıflanır gibi bana bakıyordu. “Sen artık kalbimin üzerindeki bir yarasın, Farah.” 

Sözleri çok hoşuma gittiği için gülümsedim. Yanağından öpmek için uzandığımda hınzırlık yapıp bir anda döndü. Yanağını teğet geçen dudaklarım onun dudaklarıyla buluştuğunda gözlerim irice açıldı. Böyle bir şeytanlık yapacağını anlamalıydım. Dudaklarımız birbirine değdiği an kendimi geri çekmek istedim ancak Gurur buna izin vermedi. Daha ben ne olduğunu anlamadan yüzümü avuçlarının arasına alıp dudaklarıma yumulmuştu.

Günlerdir yaşadığı o stresli saatlerden sonra tek ihtiyacı olan buymuş gibi beni öpüyordu. Öpüşü nefesimi kesecek bir hoyratlıktaydı ama canımı yakacak şiddette değil. Onun dudaklarına teslim olduğumda kaburgalarımın arasında gizli bir mutluluk büyüyordu. Gurur aralıklı dudaklarımın arasına girmek için bir saniye bile beklememişti. Yanağımdaki ellerinden biri kayarak boynuma uzanmıştı, oradan da enseme…

Tenime sürtünen eli, ensemi yakalayıp beni biraz daha yakınına çekti. Başını hafifçe omzuna doğru eğdiğinde artık nefes almama bile izin vermeden beni öpüyordu. İçgüdülerime boyun eğerek ona karşılık vermeye başlamıştım. Bu sefer hiçbir şeyi düşünmeden içimden geldiği gibi bunu yapıyordum. Bir eli ensemdeydi diğer eli ise yanağımdan çekilip belime uzanmıştı.

Nasırlı avuç içi sırtıma sürtünüp belimin arkasında durduğunda inlemiştim. Bana dokunması bile tüm vücudumu titretiyor, daha fazlasını arzulamama neden oluyordu. Karşı konulmaz bir dürtüyle onun öpücüklerine karşılık verirken parmak uçlarım karıncalanıyordu. Parmaklarımdan başlayan sızının tek nedeni ona dokunma ihtiyacıydı.

Omzum yaralı olduğu için sol kolumu kaldıramıyordum, sağ elim ise göğüslerimi kapatıyordu. Ancak ona dokunmak için çıldırıyordum. Onun dudakları ve şehvetli öpücükleri düşünme yetimi benden alıyordu. Gurur’un ufak bir dokunuşu bile bir kıvılcıma dönüşüp tenimde büyük bir yangın başlatıyordu. Az önceki konuşmamızda hazır olduğumda benimle birlikte olacağını açıkça belirtmişti. Oysaki çoktan hazırdım sadece bunu ona açıkça söyleyemeyecek kadar çok utangaçtım.

Eli sırtımda gezinirken onun dokunuşları altında adeta titriyordum. İstemsizce alt dudağını ısırdığımda boğazında çıkan hırıltıyla belimi daha sert kavradı. Omzumdaki yarayı hatırlayınca daha kontrollü olması gerektiğini hatırlamıştı. Gerçek anlamda beni soluksuz öptüğü için nefes alma ihtiyacıyla kıvrandım. Bunu hiç istemesem de dudaklarımızın temasını koparmıştım.

Aldığım hızlı nefeslerle göğüs kafesim hareket ederken Gurur, bir türlü gözlerini dudaklarımdan ayırmıyordu. Öpülmekten hafifçe şişen dudaklarımı görüş açısından çıkarmak için başımı eğdim. “Bana şöyle edepsizce bakıp durma.”

İçimi titreten o erkeksi gülüşünü duydum. “Edepsiz sayılacak hiçbir şey yapamadım… Henüz.” Aklıma gelen müstehcen senaryolarla omurgamdan aşağı ılık bir his yayılmıştı.

Gurur dikkatli bir şekilde pansumanımı yaptıktan elbisemin tüm düğmelerini yeniden kapattı. Çantayı topladıktan sonra ondan istediğim gibi beni uyutmak için yatağa girdi. Sağ tarafıma geçmişti çünkü sol omzumdaki yaraya temas etmek istemiyordu. Kolunu belimin altından geçirerek beni yavaşça göğsüne çektiğinde diken üstündeydi. Canımı yakmaktan endişe ediyordu.

Başımı onun ateş gibi olan göğsüne yasladığım burnuma gelen ferah kokusuyla iç çektim. Onda en sevdiğim şeylerden biri de deniz esintisini andıran parfümünün o güzel kokusuydu. Gurur’un parmakları saçlarımın arasında gezindiğinde bu bana masaj gibi geliyordu. “Uyu hadi,” diyen o sıcak sesini duydum. “Dinlenmen gerekiyor.”

Gözlerim kendiliğinden kapandığında dudaklarını saçlarımın tepesinde hissetmiştim. Kokumu uzun uzun içine çekmesi benim için tarifi olmayan bir duyguydu. Onun kollarında uykuya daldığımda Gurur saçlarımla oynamayı hiç bırakmamıştı. Belki ben uyuduğumda bile parmaklarını saçlarımdan çekmemişti. Saçlarımı sevdiğini bir kez daha anlayarak uykuya teslim olmuştum.

***

Uyandığımda hava kararmıştı ve Gurur yanımda yoktu. Çıplak ayaklarla odadan çıkınca mutfaktan güzel kokular geliyordu. İçeri girdiğimde herkesin burada olduğunu gördüm. Aksa ve Asaf yemek masasının etrafındaki sandalyelerde oturuyordu ama birbirlerine zerre kadar bakmıyorlardı. Yine araları bozuk olmalı ki ikisi de birbirini görmezden geliyordu. Asaf telefonuyla meşguldü, Aksa ise aç gözlerle tüpün üzerindeki yemeğe bakıyordu.

Gurur beline bir önlük bağlamış, gömleğinin kollarını toplayarak salata için domates doğruyordu. Yemeği üstüne koymuş, şimdi de yanına salata yapıyordu. Ne yazık ki bir tencere yemek yaparken yine mutfağın içinden geçmişti. Asaf burayı istediği kadar temizletsin, Gurur varken hiçbir yer temiz kalmazdı. “Yemekte ne var?” Küçük adımlarla yanına gidip doğradığı domateslerden küçük bir parça aldım. “Karnım çok acıktı.”

Domatesleri doğradıktan sonra marullara geçti. Marulun göbeğini soyup bana uzatırken başıyla kaynayan tencereyi gösterdi. “Sana sizin oraların karışık dolmasından yaptım. Sevdiğin gibi bol baharatlı,” dediğinde yüzümde adeta güller açmıştı. “Sen bir tanesin.”

“Bundan şüphen mi var?” İşini büyük bir titizlikle yapıp marulları doğrarken yoğun bir kibirle çenesini kaldırdı. “Senin kocanın bir eşi daha yok bu cihanda,” dedikten hemen sonra o meşhur repliği dudaklarından döküldü. “Ben tek başıma bir ulusum, kimse benim dengim olamaz.”

Aksi bir şey söylersem bir saat boyunca onu susturamayacağımı bildiğim için tek kelime etmedim. Sandalyeme oturup yemeğin pişmesini beklediğim esnada Asaf’ın korumalarından biri içeri girdi. Asaf, Gurur’un hazırladığı bir yemeği yemektense kendine dışarıdan bir şeyler söylemişti. Adam yemek paketlerini masaya bıraktıktan sonra mutfaktan çıktı Asaf telefonu kapatıp yemekleri poşetten çıkarmaya başladığında hepimizi görmezden geliyordu.

Sadece bir kişilik, yani kendi için yemek söylemişti. Poşetten çıkardığı her şey tek porsiyonluktu. Gurur’da sadece iki kişilik yaptığı salatayı iki tabağa koyup yanıma geldi. Tabaklardan birini benim önüme koydu, diğerini de kendi önüne bıraktı. Daha sonra ateşe bakmamaya çalışarak tüpü kapattı. Tencereyi masanın üzerine bırakıp kapağını açtığında gördüklerimle şoke olmuştum. Tencerede sadece iki biber dolması, iki patlıcan ve iki de kabak dolması vardı.

“Koskoca tencerede pişen tek şey altı dolma mı?” diye sorduğumda Gurur büyük bir rahatlıkla tabağıma bir tane biber, kabak ve patlıcan dolması koydu. “Bize yeter.” Kalan üç dolmayı da kendi tabağına koyduktan sonra dolaptan yoğurt kutusunu çıkardı. Tabağımıza bir kaşık da yoğurt koyup yanıma oturmuştu.

Aksa boş tencereye bakıp gözlerini belerterek Gurur’a döndü. “Ben ne yiyeceğim?”

“Zıkkımın kökünü.” Gurur mısır ekmeğini koparıp önüme koyarken kuzenime ters gözlerle bakıyordu. “Karşında hizmetçin yok senin.” Aksa’yı sinir ederek ona dolabı gösterdi. “Karnın açsa kalk kendi yemeğini kendin hazırla. Ben bir tek karımın karnını doyurmakla sorumluyum.” Aksa’dan hiç hazzetmiyordu.

Aksa öğle de bir şey yememiş olmalı ki midesi guruldarken son çare olarak Asaf’a döndü. “Şu deli kadar olamıyorsun.” Yine Asaf’a kızacak bir şey bulmuştu. “Sadece kendini düşünmek yerine insan karısı için de bir şeyler söyler.”

“Karım olduğunu şimdi mi hatırladın?” Asaf ona hiç bakmadan güler gibi bir ses çıkartıp bol etli yemeğini kaşıkladı. “Bu öğle beni kocan olarak görmediğini söylerken çok inanarak konuşuyordun.” Buna ne kadar bozulduğunu gizleyerek umursamaz görünmeye çalıştı. “Madem öyle bende bundan sonra bir karım yokmuş gibi davranacağım.”

“Ama karnım aç benim.”

“Elin ayağın tutuyor, kalk yemeğini kendin hazırla.” Asaf’ın bu çıkışıyla Gurur gülüşünü saklamak için başını eğmişti.

Ayağa kalkıp temiz tabaklardan birini aldım. Önce tabağa bir kaşık yoğurt koydum, daha sonra da tabağımdaki dolmalardan ikisini aldım. Kendime bir tane bırakıp ikisini Aksa’nın tabağına koyduktan sonra salatamdan da ona bölüştürdüm. Tabağı önüne koyup, “Afiyet olsun kardeşim,” dediğimde Aksa tebessüm ederken Gurur homurdanmakla meşguldü. Artık ona nasıl kinlendiyse hazırladığı hiçbir şeyden Aksa’nın yemesini istemiyordu.

Dolmalarımdan ikisini Aksa’ya verdiğim için Gurur kendi tabağındaki iki dolmayı bana verdi. Birini yeniden onun tabağına koyup gülümsedim. “Kişi başına ikişer tane oldu, daha fazla istemiyorum.”

“Sürekli başkalarını düşünmek yerine biraz da kendini düşün.”

“Peki,” dedikten hemen sonra mısır ekmeğimi Aksa’ya uzatmam Gurur’u delirtmişti. “Ya sabır!” diye söylendikten sonra kendi ekmeğini de bana vermek zorunda kaldı. “Vur kafasına, al elinden ekmeğini, böyle bir saflık yok.” Yine söylenmeye başlamıştı.

Karnımı doyururken kısa bir an Asaf’a baktım. “Köye indiğini duydum, orayı sevdin mi?”

“Pek sayılmaz.” Köyde ne yaşadıysa kaşları usulca çatılmıştı. “Orada ağaçtan düşen birini gördüm. Sanırım aklında bazı sorunları vardı. Ayağa kalkmasına yardım edeyim dedim ama herif aval aval suratıma bakıp sinirlerimi bozdu.” Yaşadığı bu olayı unutmak ister gibi başını iki yana salladı. “O piçi hatırlamak istemiyorum.”

Daha fazla üzerine gitmeyip önüme döndüm. Sessizlik içinde yemeğimizi yedikten sonra sıra bulaşıklara gelmişti. Sol kolumu henüz kullanamadığım için ben doğrudan elenmiştim. Asaf ise bu kulübede bizden bağımsız bir hayat yaşadığı için kendi boşlarını bir poşete basarak çöpe attı. Bunun dışında ilgisiz bakışlarıyla kimsenin bulaşığını yıkamayacağını belli ediyordu. Gurur onun için yemek yapmadığından Aksa’da sandalyesine yaslanıp kollarını göğsünde birleştirmişti.

Bulaşıklar Gurur’a kalmıştı. Gurur hepimizin bakışları altında ayağa kalkıp mutfağın penceresini açınca kısık bir sesle inledim. Düşündüğüm şeyi yapmayacaktı, değil mi? Dolma tenceresini alıp camdan dışarı fırlattığında Aksa şaşkınlıkla, “Ne yapıyor bu deli?” diye sordu. Asaf’la ikimiz bu olanlara hiç şaşırmamıştık çünkü Gurur’u ikimizde iyi tanıyorduk. Onu tanıyan herkes bulaşıklardan kurtulma şeklini iyi bilirdi.

Gurur masanın üstünde ve tezgâhta bulunan tüm bulaşıkları sırasıyla camdan dışarıya fırlatmaya başlamıştı. “Onları dışarı atmak yerine yıkasana.” Aksa ona kızarak gözlerini büyüttü. “O kadar kap kaşığı dışarı atarken insanın eli titrer.”

Gurur doğrama tahtasını da camdan fırlattığında rahatlığıyla hepimizi verem ediyordu. “Param var, yenisini alırım. Yıkadığım bulaşıkların derdi kimseye düşmedi.”

“Onları yıkamıyorsun, Gurur,” diye sızlandım. “Hepsini imha ediyorsun canım.”

Haklılığını sonuna kadar savunurken yeşil gözleri muzipçe bakıyordu. “Hayır, bu da bir temizlik hem de en kapsamlı olanından,” demişti ki bir anda bakışları değişti. Tüm sinirlerinden arınmış gibi gevşerken gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. “Sen az önce bana canım mı dedin?”

Asaf sesli güldü. “Hislerini artık saklayamıyorsun bile.”

“Abi,” diyen Ali içeri girince tüm gözler ona dönmüştü. Ali ise yüzündeki tuhaf ifadeyle bir tek Gurur’a bakıyordu. “Dışarıda hayırlı bir iş için gelen bir aile var.”

“Anlamadım?” Gurur ve Asaf aynı anda konuştuğunda ilk yaptıkları şey kendi karılarına bakmak olmuştu. Gurur’un sert bakışlarının altında ezilmeye başlamıştım. O ise boş parmağıma bakıp dişlerini sıktı. “Alyansını geri takacaksın!”

Asaf’ın hesap soran mavileri de cevap bekler gibi Aksa’daydı. “Dışarıda da karım olmadığını söylediysen bugün nişanını yaparız artık!”

Bir hışımla kapıya yürüyen Gurur küfrederek, “Karım için geldilerse hepsinin ecdadını sikerim!” diye adeta gürledi.

“Benim karım için geldilerse ölümlerden ölüm beğensinler!” Aksa için gelme ihtimalleri bile Asaf’ı zıvanadan çıkarttığı için o da mutfaktan çıkmıştı.

Bir süre Aksa’yla birbirimize şaşkınca baktıktan sonra bizde hemen kapıya yöneldik. Kulübeden çıktığımızda karşımızda yaşlı bir kadın ve adam görmeyi beklemiyorduk. Baston yardımıyla zor ayakta duruyorlardı. Akşamın bu saatinde buraya gelmek için tepeyi çıktıkları için ikisi de nefes nefese kalmıştı. Adam cebinden çıkardığı mendille alnındaki teri silerken zavallı kadın neredeyse düşecekti.

“Teyze iyi misin?” Hemen yanına gidip koluna girdim. “Gel şöyle otur.” Yardım ederek kulübenin eşiğine oturmasını sağladım. Onu içeri götürecektim ama titreyen bacaklarında bir adım daha atacak güç kalmamıştı.

Amcanın da eşiğe oturmasına yardım ettiğimde Aksa içeri girdi. Birkaç dakika sonra su dolu sürahi ve bakır bir bardakla geri dönmüştü. Onlara su doldurup sırasıyla ikisine de içirdi. Biraz soluklanana kadar onlara hiçbir şey sormadık. İkisi kendini toparlayınca Gurur onların karşısına dikilmişti. “Neler oluyor, Şehmuz amca?” diyerek yaşlı adamdan hesap sordu. “Ne hayırlı işi?”

Şehmuz denen yaşlı adam ter içinde kaldığı için üzerindeki oduncu gömleğinin yakasını çekiştirdi. “Başımıza geleni hiç sorma oğlum.” Tepeyi çıkmaktan nefesi kesildiği için elini sol göğsüne bastırıp hızlı hızlı nefesler aldı. “Bizde anlamadık ki başımıza geleni.”

Gurur onun konuşacak durumda olmadığını görünce bakışlarını yaşlı kadına çıkardı. “Sevcan ana sen söyle bari neler olduğunu?”

“Bu rezilliğin neyini izah edeyim, Gurur.” Kadın dövünür gibi dizine birkaç kez vurdu. “Bizim Hamza’yı sende bilirsin,” diyerek su bardağında birkaç yudum daha aldı. “Bugün köyde sizin kızlardan birini görmüş olmalı. Tutturdu onu bana iste diye.” Gurur ve Asaf gerim gerim gerilmeye başlamıştı.

Şehmuz amca ikisine yalvarmaya başlayınca üzülmediğimi söyleyemezdim. Gerçekten çok çaresiz ve mahcup görünüyordu. “Allah için ilişmeyin o garibe. Bizim oğlanın aklı yoktur, doğruyu yanlışı bilmez. Şu saat oldu rahat vermedi, tutturdu onu bana isteyin diye.” Geldikleri yolu göstererek yüzünü sıvazladı. “Bu yaşta düşürdü bizi yollara. Yarına hevesi geçer, gönlü olsun diye göstermelik kızı isteyelim dedik.”

Gurur yerinde dikleşerek buz gibi bir sesle, “De bakayim bağa, sen buraya hangi kız için geldun?” deyince az kalsın gülecektim. Sinirlenmeye başladığı için yine diğer kanala geçmişti.

Şehmuz amca da hangimiz için geldiğini bilmiyormuş gibi Aksa ile ikimize bakıp durdu. “Hangisi olduğunu söylemedi. Onu köyden buraya kadar takip ettiği için burada olduğunu söyledi.”

“Ben bugün hiç köye inmedim,” dedim safça.

“Bende,” diyen Aksa bazı cevapları arar gibi başını kaşımaya başladı. “İkimizde köye inmediysek kim için geldi bu?”

Gurur’un derdi başkaydı. Etrafına bakarken bu karanlıkta Hamza’yı bulmaya çalışıyordu. “Nereyedur o piç?”

“Gurur lütfen sakin olur musun?”

Her an silahına davranacakmış gibi sert bakarken bir küfür savurdu. “Sakinim da ne kızacağum!” Sakin olmanın yakınında bile değildi.

Şehmuz amca yorgun dizlerine yüklenerek ayağa kalktı. “Hamza bizi önden gönderdi, o evde süsleniyordu. Birazdan burada olur.”

Karı koca bir süre Gurur ve Asaf’a yalvarıp bu gece sorun çıkarmamalarını, bunun sahte bir kız isteme merasimi olacağını söylemişlerdi. Onların kıvranışlarını görmek hoşuma gitmediği için içeriye aldım. Aksa’da mutfağa girip çayı ocağa koymuştu. Gurur ve Asaf misafirlerimizin tam karşısına oturup onlara gergin dakikalar yaşatıyorlardı. Aksa çayı demleyip buradaki herkese dağıttığında bile içerideki gerginlik dağılmamıştı.

Bir süre sonra Ali içeri girdi. “Abi,” derken gülmemek için kendiyle cebelleşiyordu. “Damat geldi.”

“Ali senin gelmişini geçmişini sikeceğim! Ne damadından bahsediyorsun orospu çocuğu!” Gurur ayağa fırlayıp Ali’nin boğazına yapışmamak için kendini zor tutuyordu. “İçeri al gelsin!”

Ali kısık bir sesle gülerek dışarı çıktı. Bizi çok bekletmeden Hamza dedikleri adam içeri girmişti. Gözlerimi dahi kırpmadan onu izliyordum. Kahverengi saçlarını jöle ya da saç spreyiyle yıkamış gibi saçları ıslaktı. İki yanından ayırdığı saçları ikinci bir deri gibi kafasına yapışmıştı. Kulağının arkasına da bir tane karanfil sıkıştırmıştı. Toy bir damadın utangaçlarıyla ela gözlerini süzüyor, arada ince bıyıklarını kıvırıyordu.

Her güldüğünde sarı dişleri ortaya çıkıyordu. Üzerindeki cırtlak yeşil gömleği ipekten olduğu için adeta parlıyordu. Pantolonunu gömleğin üstünden karnına kadar çekip bir iple sıkıca bağlamıştı. Kemer niyetine kullandığı o kalın ipi sadece bağlamakla kalmamış, bir de kurdele yapmıştı. Boynuna da kocaman bir sarı papyon takmıştı. Pantolonunun paçalarını yün çoraplarının içine koyan adam çok sıra dışı görünüyordu.

Elindeki o çiçekleri sanki mezarlıktan ya da birinin bahçesinden yolmuştu. Yürüyüp anne ve babasının tam ortasına oturduğunda çiçekleri sıkıca göğsüne bastırıyordu. Hepimiz soru sorar gibi ona bakıyorduk ama o, doğrudan kimseye bakmıyor, utangaçlığını sırıtarak bastırıyordu. Asaf’ın ona olan bakışları saf öfkeden oluşuyordu.

Sıktığı dişlerinin arasından, “Yine mi bu lan!” diye bir şeyler söyledi ama ne demek istediğini anlamadım.

Aksa’yla birbirimize bakarken ikimizin de aklında tek bir soru vardı. Acaba Hamza hangimiz için buradaydı? Ordu’daki herkes Gurur Kalender’in karısına yanlış yapılmayacağını bilirdi ama köyün delisi buna dahil değildi. Zavallı adam ne Gurur’un kim olduğunu biliyordu ne de bizlerin. Tam karşımızda oturup sırıtarak bize bakarken hangimizi istemeye geldiğini anlayamıyorduk.

“Piç kurusu hiç açık vermiyor.” Asaf kısık bir sesle konuşurken düşmanca bakışlarını Hamza’dan ayırmıyordu. “Bir türlü rengini belli etmediği için hangimizin karısına geldiğini anlayamıyorum.”

Gurur avına kitlenen bir yırtıcı gibi Hamza’ya kurulmuşken sinirden dişlerini sıkıyordu. “Benimkine geldiyse deli falan dinlemem, ecdadını sikerim!”

“Gurur saçmalama lütfen.” Ilımlı bir sesle konuşup onu sakinleştirmeye çalıştım. “Zavallı adamın aklı başında değil, bir deliye karşı anlayışlı olmalıyız.”

“O deliyse bende deliyim, Farah Hanım bana karşı niye anlayış göstermiyorsun?” Yüzündeki her kas seğirdiğinde tüm sinirini benden çıkarmak ister gibi bakıyordu. “Bu it karşıma geçip benden karımı isteyecek ve bende buna göz yumacağım, öyle mi?” Kızgın bakışlarını tam karşısındaki adama dikti. “Soyunu kuruturum onun!”

“Beni istemeye geldiğini nereden biliyorsun?” Kısık bir sesle konuşup ona kuzenimi gösterdim. “Aksa için de gelmiş olabilir.” Onu zapt etmek için elini sıkıca tutarken kulağına doğru eğildim. “Ayrıca Hamza doğru ve yanlışı ayırt edemiyor.”

“Ne var bunda?” İnanamayan gözlerle bana bakarken bu seferde köyün delisiyle aşık atmaya başlamıştı. “Bizde doğru ve yanlışı ayırt edemiyoruz. Benim cezai ehliyetim bile yok.” Bir tek deliliğini yarıştırmadığı kalmıştı.

Aksa karşımızdaki tuhaf adama gülümseyip en tatlı sesiyle, “Hamzacığım,” diyerek kocasını sinirlendirmeye başladı. “Hangimiz kahveni yapsın istersin?” Kahveyi kimin elinden içmek istiyorsa demek ki onu gözüne kestirmiştir.

Hamza elindeki çiçeği sıkıca göğsüne bastırırken sapsarı dişlerini göstererek gülümsedi. Gurur ve Asaf pimi çekilmiş bomba gibi ona dikkat kesilmişken, Hamza bizi gerçek anlamda dumura uğratmıştı. Heyecanlı gözleri her birimizin üzerinde gezindi ama bakışları hiç ummadığımız birinde durdu. İşaret parmağını kaldırıp Asaf’ı gösterince şoke olmuştuk. Asaf içtiği çayı püskürterek çıkartırken Gurur kahkaha attı. “Verdim gitti.”

Anlamadım?

Yorumlar