İlahi Bakış Açısı
Aksa odasının penceresinden dışarıyı izlerken her zamanki gibi yine çok dalgındı. Kimseye tahammülü kalmadığı için son günlerde kendini odasına kapatmıştı. Bir tek Asaf’ın evde olmadığı zamanlar odasından çıkıp bahçede küçük bir yürüyüş yapardı. Artık onu kızdırmamak için neredeyse ona hiç görünmüyordu. Sanki aynı evin içinde saklambaç oynuyorlardı.
Aksa’nın böyle yapmasının nedeni kendini bu evde bir yük hatta bir sığıntı gibi görmesiydi. Asaf’la evli olabilirdi ama hiçbir zaman kendini onun karısı ve bu evin hanımı olarak görememişti. Eskiden olsa bu evden kovulma pahasına dilediği her şeyi yapar ve Asaf’ı karşısına almaktan çekinmezdi. Kendini hiç bu kadar yalnız ve kimsesiz hissetmediği için Asaf’a bir muhtaçlığı olmadığını düşünürdü.
Önceleri onun Farah’ı vardı, yani sığınacak bir yuvaya sahipti. Farah onun için hep bir yuva ve sıcak bir aile olmuştu. Tek başına Aksa’ya yetebilen biriydi. Ancak artık o da yoktu, yani Aksa gerçek anlamda kimsesiz kalmıştı. Bu evden de kovulursa gidecek hiçbir yeri olmadığı için ayak altında dolaşmıyor ve Asaf’ı kızdıracak şeylerden kaçınıyordu.
Kendi parasını kazanmak için Asaf’tan gizli bazı işler alıyordu. Belli bir ücret karşılığında ihtiyacı olanlara yazılımla ilgili kısa dersler veriyordu ya da bazı küçük firmalara web sitesi yapıyordu. Aylardır küçük işler yaparak biraz para biriktirmişti ama bu ülkeden gitmesi için henüz yeterli parası yoktu. Gereken birikimi yapınca buradaki her şeyi ardından bırakıp yine yurtdışına gidecekti.
Oradaki hayatına odaklanıp bir daha Türkiye’ye dönmeyecekti. “Keşke hiç gelmeseydim,” diye mırıldanırken karanlık geceyi izliyordu. Buraya geri dönmek en büyük hatası olabilirdi.
Biri odasının kapısına hafifçe vurunca yine hizmetçilerden birinin geldiğini düşündü. “Beni rahat bırakın.” Bunları söylerken bile dalgın bir şekilde camdan dışarıya bakıyordu. Son günlerde hiçbir şeyden keyif almıyordu.
Asaf kapıyı açtığında uzun zaman sonra ilk kez karısının odasına giriyordu. Evinde bir tek bu odanın kapısını aralamazdı çünkü ne zaman içeri girse karşılaştığı çöplük onu hasta ediyordu. Asaf simetri hastası, çok titiz ve hijyenik bir adamdı. Ne yazık ki baş belası karısı, onun tam tersi meziyetlere sahipti. Aksa dağınık, pasaklı ve gerçek anlamda kirli biriydi. Yediği yemeği bile üzerine döken, bir hafta geçmeden kolay kolay banyo yapmayan ve odasını kokutana kadar camı bile açmayan bir kadındı.
Karı koca birbirlerinden o kadar farklılardı ki, Aksa’nın her şeyi Asaf’ın sinirlerine dokunuyordu. Özellikle o saçları… Asaf ona ne zaman baksa eline bir makas alıp onun yamuk saçlarını düzeltmek istiyordu. Kapı kolunu çevirirken aylardır bu odaya girmediği için kendini bazı şeylere hazırlamıştı. Çöplüğe dönüşen bir odayla karşılaşacağına emin bir şekilde içeri girmişti.
Ancak başını kaldırınca yaşadığı şaşkınlığı gizleyemedi. Son günlerde hiçbir şey onu bu kadar afallatamazdı. Aksa’nın odası güllerin o tatlı notası gibi ferah ve güzel kokuyordu. İlk kez bu odada bu kadar canlı ve güzel kokular alıyordu. Öyle bir afallamıştı ki mavi gözleri hafifçe irileşmişti. Bakışlarını odanın içinde gezdirdiğinde her yerin ışıl ışıl ve tertemiz olduğunu gördü.
Aksa’nın odasındaki her şey genelde dağınık olurdu. Kıyafetleri hep yerde, kirli ve temiz çamaşırları birbirine karışmış bir halde odanın bir köşesinde dururdu. Yatağı dağınık, yediği yemeklerin yağı da çarşafında görünürdü. Çöp kutusunun varlığından haberi olmadığı için bir şeyler atıştırdıkça çöpünü yere atardı. Onun odasına girince yerdeki bir çöpe takılmadan bir adım bile atılmazdı.
Fakat şimdi yatağı toplu ve temiz görünüyordu. Etrafta tek bir dağınıklık yoktu ve yerler yeni silinmiş gibi cilalı bir görünüme sahipti. Bilgisayar masasında buruşturulmuş bir kâğıt yoktu ya da içtiği kahvelerin kirli bardağı sağa sola saçılmamıştı. Her gün pencereleri açıp odasını havalandırmış olmalı ki odadaki o kötü kokulardan eser kalmamıştı.
Asaf ilk kez onun odasını bu kadar temiz ve özenli gördüğü için bir an yanlış bir odaya girip girmediğini bile düşündü. Eğer Aksa’yı pencerenin önünde görmeseydi yanlış bir odaya girdiğine emin olacaktı. Hayır, yanlış odada değildi, burası gerçekten karısının odasıydı. Şimdi ise aklında farklı bir soru belirdi; bu oda neden bu kadar temiz ve ferahtı?
Böyle olmasından çok memnundu ama bu pek Aksa’lık bir hareket değildi. Hemen sonra gözden kaçırdığı gerçekler bir balyoz gibi beynine düşünce sertçe yutkundu. Aksa aylardır odasını temiz tutuyordu, değil mi? Farah’la arası açıldığından beri odasındaki hijyene dikkat ediyor olmalıydı. Artık gidecek hiçbir yerinin kalmadığını düşündüğü için Asaf’ı kızdıracak her şeyden kaçınıyor olmalıydı.
Buradan da kovulursa beş kuruşsuz sokaklara düşeceğini mi düşünüyordu? Bu yüzden son günlerde hiçbir konuda Asaf’la tartışmıyor, ondan kaçıyor ve canını sıkacak şeylerden kaçınıyordu. Bu gerçeği fark etmek bile Asaf’ın yüreğinin burkulmasına neden olmuştu. Onun en dağınık ve sinir bozucu olduğu dönemlerde bile onu bu evden kovmadıysa bundan sonra hiç yapmazdı. Asaf’ın hayatında nasıl bir yeri olduğunu hiç göremiyordu.
Aksa’nın durgun gözlerle camdan dışarıyı izlediğini görünce iç çekti. Karısının bu kadar dalgın bir şekilde kimi düşündüğünü iyi biliyordu. Sırf bu yüzden bazen Farah’ı kıskanırdı, daha doğrusu Aksa’nın ona verdiği değeri kıskanırdı. O değerin küçük bir kısmına sahip olmak için neler yapmazdı ki.
“Aksa.” Ona seslendiğinde hâlâ kapının bir adım önünde duruyordu ama odanın içine girmiyordu. “Biraz kırgınlığım var, bana iyi gelecek bir şeyler hazırlar mısın?” Küçük bir soğuk algınlığı yüzünden hastaneye gitmek istemiyordu.
Aksa yavaşça arkasını döndüğünde düşünceleri başka bir yerde olduğu için Asaf’ın ne demek istediğini anlamadı. “Sende mi birilerine kırgınsın? Kime?”
Başını iki yana sallayarak bu küçük yanlış anlaşılmanın önüne geçmeye çalıştı. “Kimseye kırgın değilim, biraz kırgınlığım var.”
Aksa pencerenin önünde dikilirken kafası karışmış bir şekilde başını omzuna doğru eğdi. Bazen onu hiç anlamıyordu. “İkisi aynı şey değil mi?”
“Hayır.” Asaf nefesini sesli bir şekilde verdiğinde konuya çok yanlış kelimelerle girdiğini anlamıştı. “Babaannemden edindiğim bir deyim, rahatsızım demek istiyorum.”
“Kimden rahatsızsın?” Aklına gelenlerle Aksa tedirgince yerinde kıpırdandı. “Benden mi rahatsızsın?” Günlerdir onunla aynı evin içinde saklambaç oynuyordu. Doğru düzgün karşısına bile çıkmazken onu nasıl rahatsız etmişti?
Asaf bir türlü ona derdini anlatamadığı için bakışlarında bıkkınlık vardı. Ateşi de çıkmış olmalı ki sık sık terliyordu. “Biraz rahatsızım yani hastayım, Aksa.” Alnında biriken ter damlacıklarını silerken gözlerini ondan ayırmıyordu. “Bu saatte hastaneye gitmeye üşeniyorum.”
Daha önce karısından hiçbir şey istemediği için bunun gerginliğiyle ensesini ovuşturdu. “Bana iyi gelecek bir bitki çayı yapar mısın?” Küçük bir ricada bulunurken sesi bile çekimserdi.
Aksa sessizliğini koruyarak onun kıvranışlarını izledi. Yalan söylemiyordu, gerçekten hastalanmış olmalıydı çünkü alnında biriken ter damlacıklarını görebiliyordu. Artık havalar çok soğuktu, dışarı çıkarken daha tedbirli olmalıydı ama bu adam kendine hiç dikkat etmiyordu. Gece gündüz çalışmaktan sağlığını çok ihmal ediyordu. Bolatlıların tüm sorumluluğu onun omuzlarında olduğu için her şeyle tek başına ilgileniyordu.
“Hastaysan üşengeçliği bırakıp hastaneye git.” Etrafına ördüğü soğuk duvarların dışına çıkmayıp katı gözlerle Asaf’a baktı. Çoğu zaman onu görmeye bile katlanamıyordu. “Ya da çalışanları uyandır, sana iyi gelecek bir şeyler hazırlasınlar.”
Aksa kollarını göğsünden birleştirip dik dik ona bakarken dışarıdan ne kadar acımasız göründüğünün farkında değildi. “Neden her şeyi benden istiyorsun?”
Aldığı bu cevapla Asaf’ın içinden bir şeyler kırıldı ama bunu ondan gizleyerek yüz ifadesine yansıtmadı. “Şu zamana kadar senden hiçbir şey istemedim ama haklısın.” Başını ağır ağır salladığında sesi nasılda hissiz ve sakin çıkıyordu. “Evde çalışanlar varken bir çay için seni rahatsız etmemeliydim.” Ona sırtını dönüp kapıya doğru yürüdü. “Keyfine bak.”
Asaf kapıyı arkasından kapatarak gittiğinde Aksa’nın omuzları düşmüştü. Onu kırdığının farkındaydı ama zamanında o da çok kırılmıştı. Dönüştüğü bu kadın Asaf’ın eseriydi. O hep aynı adamdı ama Aksa’yı çok değiştirmişti. Artık eskisi gibi mutlu bir evliliği olacağını düşünen o aptal kız değildi. Birine güvenmenin çok ağır sonuçları olacağını Asaf’la öğrenmişti.
Oysaki bir zamanlar onun adının geçtiği yerlerde bile heyecanlanırdı. Eskiden onunla evlenince çok mutlu olacağına inanıyordu, bunun heyecanıyla o gelinliği giymişti. Büyük bir sevinçle giydiği gelinliğini gözyaşları içinde parçalayarak çıkartınca, anlamıştı ki hiçbir mutluluk masallardaki gibi sonsuz değildi.
Hüzünlü gözlerle Asaf’ın çıktığı kapıya bakarken geçmiş zihninde canlanmaya başlamıştı. Anıların istilasına uğramadan başını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı. Ciddi bir şekilde yaralanmadıkça Asaf hastaneye gidecek bir adam değildi. Bu saatte hizmetçileri uykusundan uyandırmayacak kadar da ince düşünen biriydi. Büyük ihtimalle odasına gidip uyumaya çalışacaktı.
Ya ateşi yükselirse? “Bundan bana ne!” Aksa odanın içinde sinirle dönüp durmaya başlamıştı. Onunla ilgili hiçbir şey düşünmek istemiyordu ama aklı hep can sıkıcı kocasındaydı. “Küçücük bir ateşten ölecek değil ya.” Ölmesi belki de daha iyiydi, tüm mirası Aksa’ya kalabilirdi. Tabii vasiyetini çoktan hazırlayıp Aksa’yı mirasından çıkartmadıysa.
Bir anda adım atmayı bıraktı. “Yüzü de çok solgundu sanki.” Verdiği karardan dönmemek için hemen kapıya doğru yürüdü. Bunu yaptığına inanamıyordu. “O piçe olanlar neden umurumdaki.”
Aksa alt kata inip hızlı adımlarla mutfağın yolunu tuttu. Bunu yaparken içinden bol bol Asaf’a küfrediyordu. Hastaneye gitseydi onu tüm bunlarla uğraştırmazdı. Mutfağa girip buzdolabından birkaç sebze ve tavuk eti çıkardı. Soğuk algınlığına bitki çayı pek fayda etmezdi. Böyle durumlar için Aksa’nın çok iyi bildiği bir şifa çorbası vardı. Bu çorbanın tarifini Elmas yengesinden öğrenmişti.
Eskiden Farah’la daha sık Diyarbakır’a giderlerdi ve ikisinden biri ne zaman hasta olsa, Elmas onlara bu çorbadan yapardı. Bu çorbayı yapmayalı çok uzun zaman olduğu için Aksa tüm detayları hatırlamıyordu. Saat gecenin ikisi olduğu için Elmas’ı aramaya çekindi, hatırladığı kadarıyla çorbayı kendisi yapacaktı. Çorbanın tadı kötü olursa kesin Asaf onunla dalga geçerdi. Elmas’ı arayacaktı!
Birkaç kez telefon çaldı ama Elmas uyuyor olmalı ki telefonu açmadı. Aksa tam vazgeçmişti ki telefondan gelen uykulu ses, “Ma tu dizanî saet çende keçe?” diye sordu hafif bir sitemle. Evet, saatten haberi vardı ama bu çorbayı doğru şekilde pişirmek istiyordu.
“Yenge kurbanın olayım kapatma.” Aksa şaşkınca mutfak tezgahının üzerine koyduğu malzemelere bakıyordu. “Senin bize yaptığın o tavuklu sebze çorbası nasıl yapılıyordu?”
Elmas aceleyle yataktan çıkmış olmalı ki telefonun diğer ucunda bazı sesler gelmişti. Kürtçe konuşmayı bırakıp telaşlı bir sesle, “Hasta mısın yoksa?” diye sorduğunda aksanı çok belirgindi. “Kızım de hele o çorbayı niçin istersin?”
“Yenge sakin ol ben iyiyim.” Aksa bu kadını gerçekten çok seviyordu çünkü annesinden görmediği bir sevgiyi hep onda görmüştür. “Asaf biraz üşütmüş, çorbayı ona yapacaktım.”
“Bu saatte sevmediğin kocana çorba mı yapacaksın?” Elmas’ın uykusu tamamen dağılmış olmalı ki Aksa’yla uğraşmaya başladı. “Nesi varmış?”
“Valla görünürde bir şeyi yok, biraz üşütmüş olmalı. Benden ona bitki çayı yapmamı istedi.”
“Sen ne dedin ona?”
“Hizmetçin mi var, git kendin yap dedim.”
“Vışş!” Elmas ayıplar gibi bir ses çıkartıp ona çıkıştı. “Sen dellendin mi, kocaya hiç öyle denir mi?”
“Bendeki kocaya daha fazlası denir yenge. Hadi, şu çorbayı tarif et de yapayım. Kendim yaparsam ve tadı güzel olmazsa kesin dalga geçer benimle.”
Elmas onu daha fazla kıvrandırmadan çorbayı nasıl yapacağını sırasıyla anlattı. Aksa çorbayı pişirene kadar telefonu kapatmamıştı. Aksa’nın doğru şekilde çorbayı yaptığına ikna olduktan sonra telefonu kapatacaktı ki durdu. “Caner ve Farah nasıl? Farah’ta artık beni hiç aramıyor, o iyi mi?” Oğlu desen zaten annesini hiç aramazdı.
Aksa onun hiçbir şey bilmediğini anlayınca ne diyeceğini bilemedi. “Yenge şarjım bitiyor kapatmalıyım.” İstese de ona Caner’in yaptıklarını ve artık Gurur’un tutsağı olduğunu söyleyemedi. Birinden duyacaksa bile bunu ona söyleyen Aksa olmamalıydı. Yalanlarla onu avutmayı da istemediği için, “Kal sağlıcakla,” dedi hızlıca. “Artık kapatmalıyım.”
Aksa telefonu kapattığında uzun süre telefona bakıp durdu. Ona ne oğlunun akıbetini söyleyebilirdi ne de artık Farah’la görüşmediğini. Onu da üzmek istemiyordu. Aksa o davete belki Farah’la konuşma fırsatı yakalar diye katılmıştı. Davetin bulunduğu otele gidene kadar içi içine sığmamıştı çünkü Farah’la konuşup artık bu dargınlığa bir son vermek istiyordu.
Oraya gittiğinde ise tüm heyecanı sönmüş ve geriye sadece büyük bir hüsran kalmıştı. Aradan geçen aylar bile Farah’ın kalbini yumuşatmamış olmalı ki onu görmek bile istememişti. Farah’ın düşündüğü gibi babasını korumak için bu gerçeği ondan saklamamıştı çünkü babası bile onun için bir Farah etmezdi.
Aksa gerçeği öğrenir öğrenmez bunu Farah’a söylemeye kalkışmıştı. Türkiye’ye yeni döndüğünde her şeyi öğrenmişti. Öğrendiği gün kuzenini arayıp ona bildiklerini anlatmaya çalışmıştı. Tüm bunlar babasının onu vurduğu ve öldürmeye kalkıştığı gece yaşanmıştı. Telefonda Farah’a Leyla’nın yaşadığını söylemek istemişti hatta bunu denemişti ama Farah onu susturmuştu.
Daha sonra bir boşluk bulup her şeyi yine anlatmaya kalkışmıştı ancak Farah farkında olmadan yine onu susturmuştu. Bir anda Gurur’u sevdiğinden bahsedince Aksa ona gerçeği söyleyememişti çünkü Farah gerçekten mutlu görünüyordu. Hep korktuğu gibi kuzeni olmaması gereken en yanlış kişiye âşık olmuştu. Daha önce onu hiç bu kadar canlı ve aşık görmediği için gerçekleri söylemeye dili varmamıştı.
Belki zamanla Gurur’a olan hisleri azalır ve ondan vazgeçer diye Aksa o gün bildiklerini Farah’a anlatmamıştı. Gerçeği söyleyerek onu üzmektense duygularının zamanla son bulmasını ümit etmişti. Ancak hiçbir şey düşündüğü gibi olmamıştı çünkü her geçen günle Farah daha çok Gurur’a kapılmıştı. Farah’a gerçeği söyleyemiyorsa o da Gurur’u kuzeninden uzak tutmayı düşünmüştü.
Bir tek Gurur ondan vazgeçerse Farah aklını başına alıp onu ardından bırakabilirdi. Bu yüzden Ordu’dayken hastanede çok ileri gidip Gurur’a o sözleri söylemişti. Yöntemleri yanlış olabilirdi ama niyeti kötü değildi. İstediği tek şey kardeşi gibi gördüğü birini Gurur ve onun yarattığı sorunlardan korumaktı. Bir zamanlar yaşadığı tüm o acıları Farah’ta yaşamasın diye uğraştıkça her şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı.
“Benim neyime entrika çevirmek, kır dizini otur evinde.” Kendi kendine konuşup çorbayı bir kâseye doldurdu. “Tek bir hatamda beni siliyorsa zaten hiç görüşmeyelim!” Farah’ı çok özlüyordu ve sadece bunun için bile ona çok kızgındı. Eğer o da Aksa’yı biraz özleseydi bu dargınlığı bu kadar uzatmazdı.
Mutfaktan çıkıp odasına dönerek ecza dolabını karıştırdı. Asaf’a iyi gelecek ilaçları aldıktan sonra tekrar mutfağa dönüp onları da tepsinin bir köşesine koydu. Çorbayı taşırmamaya çalışarak tepsiyi dikkatlice tutarken hâlâ Asaf ve Farah’a kızmakla meşguldü. “Bu soğuk nevalelere ne yapsan yaranamazsın.” O kadar çok ortak noktaları vardı ki bu onu sinir ediyordu.
İkisi de fazla sessiz insanlardı ve her şeyi içine atarlardı. Canları yandığında bile bunu kimseye belli etmez, tüm acıyı kendi içlerinde yaşarlardı. Temiz ve hijyenik olmaları da Aksa’yı kızdıran başlıca etkenlerden biriydi. Aklına Gurur gelince yüzünü buruşturdu. “Benim şansıma niye o kafası kırık herif düşüyor?” Farah’ın Asaf’la ne kadar çok ortak noktası varsa, Aksa’da bir o kadar Gurur’la aynı meziyetlere sahipti.
İkisi de çok pasaklı, üşengeç ve hayatı gelişigüzel yaşıyordu. Gurur’la birçok yönden birbirlerine benzemeleri bile Aksa’yı çok kızdırıyordu çünkü ondan nefret ediyordu. Asaf’ın karanlık dünyasında olan tüm adamlardan istemsizce nefret ediyordu. Üstelik o piç ona minyatür cüce deyip duruyordu. Kısa boylu olmayı sanki o istemişti. “Hepinizin köküne kibrit suyu!”
Üst kata çıkıp Asaf’ın kapısının önünde durduğunda derin bir nefes aldı. Tek yapması gereken bu tepsiyi ona verip hemen gitmekti. Elleri dolu olduğu için ayakkabısının ucuyla kapıya hafifçe vurdu. Eğer Asaf kapıyı açmazsa tepsiyi kapının önüne bırakıp gidecekti ama seçeneklerinin arasında bu odaya girmek yoktu. Beş dakikalığına bile olsa onunla aynı odanın içinde olmaya katlanamıyordu.
Kapı açıldığında Aksa tam bir şey söyleyecekti ki karşılaştığı manzarayla ağzı açık bir şekilde öylece kalakaldı. Asaf ona kapıyı açmıştı ama Aksa’nın beklediği bir şekilde değildi. Ateşini düşürmek için soğuk bir duş almış olmalı ki yeni banyodan çıkmıştı. Üzerinde beline sardığı gri bir havlu dışında hiçbir şey yoktu. Asaf küçük bir havluyla saçlarını kurutmaya çalışırken boş gözlerle Aksa’ya bakıyordu. Aksa ise dilini yutmuş bir şekilde onu izliyor, tek kelime edemiyordu.
Asaf’ın siyah saçlarının ucundan yüzüne düşen su damlacıklarını takip ediyor, hep bu kadar yakışıklı mıydı, diye düşünüyordu. Nemli saçlarıyla o kadar karşı konulmaz görünüyordu ki, nefesini tuttuğunun farkında bile değildi. Heybetli omuzlarından süzülen su damlacıklarına yutkunarak bakmaktan kendini alamıyordu. Nemli vücudunun şekli, sıkı kasları ve parıldayan kavruk teni… Bu adam gerçek miydi?
İlk kez Asaf’ı üstsüz gördüğü için kontrol edemediği bir dürtüyle ona kaçamak bakışlar atıyordu. Kahve gözleri sık sık havlunun olduğu yere kaydığı için o havlunun düşmemesi için daha şimdiden dua etmeye başlamıştı. Aksa bir röntgenci gibi gözlerini onun vücudundan ayırmadığı için Asaf’ın mavi gözlerinde beliren muzır parıltıları henüz görmemişti.
Asaf sessizliğini koruyarak Aksa’yı izliyordu çünkü onun gözlerinde gördüğü beğeniyi sevmişti. Anlaşılan bir konuda karısını etkilemeyi başarmıştı. Kahve gözleri utangaç bir ifadeyle Asaf’ın bedeninde gezindikçe yanakları biraz daha kızarıyordu. Kendi iyiliği için ona şöyle bakmayı bırakmalıydı çünkü o böyle yaptıkça Asaf’ın içindeki arzu büyüyordu. Onu kollarının arasına çekip soluğunu kesene kadar öpmemek için kendini zor tutuyordu.
Karısının kızaran yanaklarını avuçlarının içine alıp aralıklı dudaklarına yumulmamak için üstün bir çaba harcıyordu. Bedenindeki tüm kan akışı bacaklarının arasına toplanınca, Asaf kendine gelmek için başını iki yana salladı. “Neden buradasın?” Bunu sorarken bile gözlerini Aksa’nın dolgun dudaklarından ayıramıyordu. O dudakların tadını almak için her şeyi yapabilirdi.
Onun sesini duyunca Aksa içine daldığı edepsiz düşüncelerden hızla çıktı. Başını kaldırıp gözlerini Asaf’ın yüzüne diktiğinde onun ayartıcı kaslarına bakmamak için kendiyle savaşıyordu. “Sana şifa çorbası getirdim.” Hızlanan nefeslerini ondan saklamak için uğraşırken tepsiyi uzattı. “Bunu içmeden uyuma.”
Asaf onun elindeki tepsiyi yeni fark ettiği için bakışlarını tepsiye indirdi. Buharı tüten sıcak çorbayı görünce, içinde ölmeye başlayan bir şeyler sanki yeniden dirildi. “Bunu sen mi yaptın?” Karısı onun için çorba mı yapmıştı?
“Ha-hayır.” Aksa neden kekelediğini bile bilmiyordu ama Asaf yarı çıplak bir şekilde durdukça sesini bulması hiç kolay değildi. “Hizmetçilerden Deren yapmış, benden sana getirmemi rica etti.”
Asaf gözlerini dahi kırpmadan onu izlerken dudağının kenarı belli belirsiz kıvrılmıştı. Aksa odasından hiç çıkmadığı için Deren’in iki gündür izinli olduğunu bilmiyordu. Ansızın kalbinde bir kıpırtı oluştu. Bu çorbayı Aksa onun için yapmıştı. İlgisiz tavırlarıyla onun için bir çay bile yapmayacağını ona düşündürtmüştü ama hemen arkasından mutfağa inip ona çorba yapmıştı.
Küçük bir çorba onu bu kadar çok mutlu etmemeliydi ama karısının elinden çıkan her şey mutluluk sebebiydi. “Hımm demek çorbayı Deren yaptı?” Gerçeği söyleyip onu kaçırmak istemediği için küçük yalanına inanmış gibi yaptı. İçeri geçmesi için kenara çekildi. “Odaya bırakabilirsin.”
“Kendin bırak.” Aksa bir adım arkaya atarak tepsiyi ona uzattı. “Çorbayı içtikten sonra ilaçları almalısın. Her ilacın üzerine hangi ölçekte alman gerektiğini yazdım.” Ağzından kaçırdıklarıyla dilini ısırıp panikleyerek, “Deren!” dedi hızlıca. “Deren gereken tüm talimatları paketlerin üzerine yazmış.”
Asaf kısa bir an tepsideki ilaçlara baktığında gülmemek için yanaklarının içini dişledi. Onun çirkin el yazısını tanımayacağını mı düşünüyordu? “Deren el yazısının üzerinde biraz çalışmalı.” Eğlenen bir sesle konuştuğunda muzır gözlerle ilaçların üzerinde yazan yazıları gösterdi. “Burada ne yazdığını okumak için bir doktor olmak gerekir.”
Aksa tepsiyi biraz yukarı kaldırıp paketlerin üzerine yazdığı yazıya baktı. Bunu yaparken yüz ifadesinin ne kadar komik göründüğünün farkında değildi. “Gayet anlaşılabilir bir yazı.” Kendi yazısını okuyabilirdi tabii.
“Benim için oldukça karışık.” Asaf hafifçe omuzlarını silkip hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi davranmaya devam etti. “Yazısı çirkin olsa da Deren’in bu saatte benim için çorba yapmasına minnettarım. Bunun için maaşına biraz zam yapacağım.”
Aksa baygınca ona gözlerini devirdiğinde artık bu tepsiyi almasını istiyordu. “Her konuda olduğu gibi eminim evinde çalışan hizmetçilere karşı da çok cimrisindir.” Asaf’ın ağız sulandıran kaslarına bakmamaya çalışarak bakışlarını onun mavilerine kenetledi. “Maaş olarak onlara ne ödüyorsun?” Dalga geçerek güldü. “Asgari ücret mi?”
“Aylık yüz bin.”
Afallayarak gözlerini belerttiğinde bir an doğru duyup duymadığından emin olamadı. “Anlamadım?”
Asaf başını yan tarafa eğerek keyifli gözlerle onu izlerken, “Evimde çalışanlara aylık yüz bin ödüyorum,” dedi. “Sence bu beni cimri mi yapar?”
“Hayır, bu seni aptal yapar!” Aksa kaşlarını çattığında onun gerçekten bir aptal olduğuna inanmaya başlamıştı. “Sadece evi temizleyip yemek yapıyorlar, neden bu kadar çok ödüyorsun?”
“Bu konuda sana katılmıyorum. Bu evin büyüklüğünden haberin var mı senin ya da kaç odası olduğundan?” Asaf etrafta tek bir toz görmeye bile katlanamadığı için çalışanları her gün tüm evi dip bucak temizliyordu. Bunun karşılığında onlara ödediği para çok değildi.
Aksa tam bir şey söyleyecekti ki bir anda sustu. Aklına gelen uçuk fikir onu susmaya zorlamıştı. Yurtdışına geri dönmek için ihtiyacı olan parayı henüz biriktirememişti. Küçük işler yaparak istediği meblağa ulaşması çok zamanını alabilirdi. Uçak biletini alıp gitmek onun için zor değildi ama oraya gittiğinde yeni bir ev ve araba kiralayacak parası olmalıydı. İyi bir şirkette iş bulana kadar hesabındaki para ona yetmeliydi.
Bu yüzden henüz bavullarını toplayamıyordu çünkü orada onu birkaç ay idare edecek parayı biriktirememişti. “Üç ay evinde çalışsam bana da aylık yüz bin öder misin?” Dudaklarından çıkan bu sözlerle Asaf’ı şoke etmişti. Evet, bunu gerçekten söylemişti.
Asaf’ın gözbebekleri büyürken yüz ifadesi sarsıcıydı. Ona gerçekten böyle bir şey söyledi mi? “Kendi evinde hizmetçilik yapmaktan mı bahsediyorsun?” Aklını kaçırmış olmalıydı!
“Burası benim evim değil.” Aksa hiçbir zaman burayı kendi evi gibi görmediğini bir kez daha belirterek başını kaldırdı. “Hizmetçilik yapmaktan gocunmuyorum, bunu bu kadar abartmana gerek yok.” Ahlaksızca bir şey yapmadığı sürece ne işte çalıştığının bir önemi yoktu.
Asaf’ın vücudundaki tüm kaslar gerildiğinde çatık kaşları altında ters ters ona bakıyordu. Ona böyle bir saçmalıkla geldiğine hâlâ inanamıyordu. “Karımı evde hizmetçi gibi çalıştıracak bir adam değilim! Paraya ihtiyacın varsa ne kadar olduğunu söyle?”
“Kâğıt üzerinde kocam olman umurumda bile değil.” Aksa bu sözleri söylerken onu ne kadar kızdırdığıyla zerre kadar ilgilenmiyordu. “Kimseden karşılıksız bir şey almam ayrıca…” Susup gözlerini Asaf’ın sinirli bakan mavilerine kenetledi. “Seni hiçbir zaman kocam olarak görmedim ve görmeyeceğim.”
Asaf yumruğunu sıktığında parmak boğumları beyazlamıştı. Demek ne yaparsa yapsın onu kocası olarak görmeyecekti? Madem öyle o zaman yapması gerekeni yapacaktı! Kocası olarak ona kıyamıyordu ama patronu olarak onun canına okuyabilirdi. “Üç aylık iş sözleşmesini yarın hazırlatıp sana getiririm.” Bu kız iyi bir dersi hak ediyordu.
Aksa’yı hizmetçisi olarak işe aldığını belirterek elindeki tepsiyi aldı. “Yarın sözleşmeyi imzaladıktan sonra işe başlarsın.” Şimdilik söyleyecek başka bir şeyi kalmadığı için Asaf odasının kapısını kapattı.
Aksa kendi odasına doğru yürürken Asaf’ta tepsiyi masanın üzerine bırakıp giyindi. Sandalyesine oturup Aksa’nın onun için yaptığı tuzsuz çorbayı içerken istemsizce güldü. Çorbaya tuz koymayı unutmuştu ama buna rağmen son kaşığa kadar hepsini içmişti. Tek bir damlasını bile ziyan etmemişti çünkü bu çorbayı Aksa onun için pişirmişti. İçine zehir koysa bile içerdi.
Aksa’nın karınca yazısı gibi olan el yazısını anlamaya çalışarak ilaçlarını içerken yüzünde şeytani bir ifade vardı. Yarını düşündükçe daha çok keyifleniyordu. O baş belasını çok zor günler bekliyordu. Asaf’ın evinde hizmetçi olarak çalışmanın hiç kolay olmadığını yakında anlayacaktı. Karısı için harika planları vardı.
***
Gurur Kalender
Nemli bezle Melek’in avuç içlerini silerken yorgun bir gülümsemeyle beni izliyordu. Motor kabiliyetlerini kaybetmeye başladığı için artık ellerini bile hareket ettirmeye zorlanıyordu. Hastalığı son evresine ulaştığı için aylardır bu yataktan çıkamamıştı. Artık bana her bakışı, her bir gülümseyişi bir vedayı içinde taşıyordu. Her geçen günle kızım gözlerimin önünde eriyip gidiyordu ama bunu durduracak hiçbir şey yapamıyordum.
Yere batsın param ve gücüm, Melek’i kurtaramadıktan sonra hiçbir şeyin önemi yoktu. Onu bu hastane köşelerinden çıkartamadıkça benden daha aciz biri olmadığını daha iyi anlıyordum. “Amca…” Zayıf bir sesle bana seslendiğinde yavaşça başımı kaldırdım. Kireç gibi solmuş yüzünü görmek beni kahrediyordu. “Uykum var amca.”
Avucumun içindeki elini sıkarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne zaman uyusa bir daha hiç uyanmaz diye çok korkuyordum. Son günlerde o kadar çok zayıflamıştı ki artık kemikleri sayılıyordu. Hiç iştahı kalmadığı için üzerindeki hasta önlüğünün içinde kayboluyordu. Her nefes alışıyla göğsündeki hırıltı biraz daha artıyordu. Yeşil gözlerindeki o eski parıltılar söndüğü için bakışları bile fazla cansızdı.
Çoğunlukla geceleri nükseden öksürükler ve kustuğu kanlar onu hiç uyutmadığı için gözlerinin altı mosmordu. Yüzü içe doğru çökmüştü ve hafif moraran dudakları susuz kalmış gibi çatlamıştı. Normal yollarda beslenmekten bile güçlük çektiği için serumları hep takılıydı. Serum iğneleri yüzünden kolunun iç tarafı delik deşik olmuştu. Odanın içinde o kadar çok monitör vardı ki, sesleri çok rahatsız ediciydi ama biri bile sussun istemezdim. Buradaki cihazlar onu hayatta tutuyordu.
“Ka-karını çok ihmal ediyorsun.” Konuşmakta bile zorlandığı için birkaç kez derin derin nefesler aldı. Nefes almak bile canını yaktığı için kısık bir sesle inlemişti. “Ben uyuyacağım sen onun yanına git.”
Her günümü burada geçirdiğim için suçluluk çektiğini görebiliyordum. Aynı zamanda korkuyordu çünkü onun yüzünden evliliğim bozulsun istemiyordu. Melek bunu bilmiyordu ama Farah iki hafta önce gerçekten bana boşanma davasını açmıştı. Yarın duruşmamız vardı. Benden ayrılmayı bu kadar çok istediğini bilmiyordum. İki haftadır ne yaptıysam onu kararından vazgeçirtememiştim.
“Farah anlayışsız biri değil.” Melek’in içini rahatlatmaya çalışırken ona gülümsemek için kendimi zorladım. “Aklı hep sende olduğu için onun yanına gidince beni buraya gönderiyor.”
Melek beni herkesten daha iyi tanıdığı için söylediğim yalana inanmamıştı. “Amca,” diye mırıldandığında gözleri kapıyı buldu. “Yengem bana da mı kızgın? Artık beni görmeye gelmiyor.” Farah’ın da kendi sorunları olduğu için birkaç gündür hastaneye gelmemişti. Bu konuda onu suçlayamazdım.
“O nasıl söz meleğim?” Eğilip avucunun içine küçük bir öpücük kondurarak onu neşelendirmeye çalıştım. “Babasının işleriyle meşgul olduğu için gelemiyor ama sık sık arayıp seni soruyor.”
Farah buraya gelip ona her şeyin yolunda olduğunu düşündürtmedikçe Melek’in içi hiç rahat etmeyecekti. Ben ne söylersem söyleyeyim onun yüzünden aramızın açıldığını düşünmeye devam edecekti. “Özür…özür dilerim amca,” diyen sesiyle hızla ona döndüm. Yeşil gözlerine akın eden yaşlarla beni izliyordu. “Doğduğumdan beri sırtındaki kamburum.”
Parmak uçlarımdan başlayan yoğun bir acı yüreğimin en derinine nüksettiğinde bir süre hiç kıpırdayamadım. Gözlerindeki kederi görene kadar onun uzun zamandır böyle düşündüğünü bilmiyordum. “Şimdi beni iyi dinlemeni istiyorum.” Bu sikik düşünceleri aklından söküp atmak istercesine üzerine eğildim. “Sen ne sırtımdaki kambursun ne de omuzlarımdaki yük.”
Parmaklarımın arasına aldığım çenesini usulca okşayarak başını kaldırdım. “Sensiz kaybolmuştum, Melek.” Tüm samimiyetimle gözlerinin içine bakarak iç çektim. “Hem de öyle bir kaybolmuştum ki hayatta hiçbir amacım yoktu. Sonra sen geldin ve bana bir amaç verdin.”
İçim acıyarak onu gösterdim. “Değer verdiğin biri için yaşamak amaçların en kutsalı.” O olmasaydı belki de bu yaşıma kadar bile dayanmayacak, çoktan ölüp gidecektim. Melek beni hayatta tutan en büyük etkenlerden biriydi.
Çenesinden kayan parmaklarım yanağına uzandığında içim burkuldu. Teni fazla soğuktu. “Sensiz bir hayat düşünemiyorum.” Yüreğimden taşan sözler, dilimin ucundan kayıp giderken ona gülümsedim. “Sen hep benim duam ve şükrüm olacaksın. İyi ki hayatımdasın ve iyi ki varsın meleğim.”
Gözlerinden bir damla yaş süzüldüğünde hıçkırmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. Yanağını avucuma yaslarken bir anlığına gözlerini yummuştu ama daha sonra ıslak yeşilleriyle yeniden bana baktı. “Öldükten sonra eğer başka bir hayat varsa…” Gözbebekleri titrediğinde canımı yakan bir ifadeyle beni izledi. “Yine benim babam olur musun?”
Burnumun direği sızladığında sadece başımı sallamakla yetindim. Vedalaşır gibi benimle konuşmasına dayanamıyordum. “Olurum meleğim, olurum kızım.” Biraz daha zorlarsa beni gerçek anlamda ağlatacaktı. “Bu hayatta olmuyorsa belki başka bir evrende yine buluruz birbirimizi.”
“Senden bir şey isteyebilir miyim amca?” Dudaklarından süzülen birkaç damla kan beni öyle bir derbeder etti ki, acılar içinde kıvrandım ama o kanları silemedim.
Melek gözlerini güçlükle açık tutarken ağzının içini talan eden kanları yutmak zorunda kaldı. “Sana vasiyetimdir amca…” Göğüs kafesini tırmalayan hırıltıların arasından güçlükle konuşup gözlerime baktı. “Öldüğümde mezar taşıma, yani baba kısmına kendi adını yazdır.” Odanın içine ağır bir sessizlik çöktüğünde çektiğim acı iliklerime kadar sızdı.
Tüm vücudum titrediğinde adeta ona yalvararak, “Melek kurbanın olayım bana ölümden bahsetme,” dedim. Kalbimden kopan bir damla kan gözyaşına dönüşerek ilk sol gözümden süzüldü. “Ağzına yakışmıyor ölüm kelimesi, yalvarırım sus.”
Yorgun bakan gözleri, yanağımdan süzülen yaşı takip edince iç çekti. Tek bir sözüyle beni ağlatmanın kederiyle dolup taşmıştı. “Eski…Eskiden,” diye fısıldadı güçlükle. “Beni uyutmak için bana bir ninni söylerdin.” Dudaklarından süzülen kanlar çenesine ulaştığında birkaç kez öksürdü. “Yine beni o ninniyle uyutur musun?”
Bakışlarımı ondan kaçırmak için başımı eğdiğimde ikinci bir gözyaşı daha kirpiklerimin arasından süzülmüştü. “Uyuduktan sonra tekrar uyanacaksan olur tabii.”
Bir daha uyanmaz diye ne kadar çok korktuğumu gördüğü için başını yavaşça salladı. “Uyanacağım.” Her uyuduğunda tekrar uyansın diye ne kadar çok dua ettiğimi hiç bilmiyordu.
Yorganı karnının üzerine kadar çekip yatağının kenarına oturdum. Elini avucumun arasına alıp ısıtmaya çalışırken benden istediği ninniyi ona söylemeye başladım. “Bu tepe pullu tepe, nenni de yârim nenni.” Eskiden Melek geceleri korkup uyuyamadığı için onu hep bu ninniyle uyuturdum. “Su gelir sere serpe, eski de yârim hani.”
“Dediler yar uyumuş, nenni de yârim nenni.” O da çocukluğunu hatırlamış olmalı ki dudaklarında buruk bir gülümseme, gözlerinde ise geçmişe duyduğu bir özlem vardı. “Uyardım öpe öpe, eski de yârim hani.”
“Altını bozdurayım, nenni de yârim nenni.” Gözleri gittikçe kapanmaya başladığında içimde taşıdığım korku çığ gibi büyümeye başlamıştı. Geri uyanırdı, değil mi? “Gerdana dizdireyim, eski de yârim hani.”
Mendili alıp dudaklarındaki kanı silmeye başladığımda ellerim titriyordu. “İpek mendil değilsen, nenni de yârim nenni.” Uykuya dalması uzun sürmemişti. “Koynumda gezdireyim, eski de yârim hani.”
Önce dudaklarını daha sonra da çenesinden boynuna akan kanları yavaşça sildim. Kanlı mendili bir kenara bırakırken, “Melek?” diye fısıldadım. Uyudu mu yoksa benden gitti mi, bilmediğim için yavaşça üzerine eğildim. Korkudan nefesimi tutarak kulağımı sol göğsüne yaklaştırdım. Ne zaman uyusa ilk yaptığım onun kalbini dinlemekti. Eğer kalbinin ritimlerini duymazsam ne yapardım, hiç bilmiyordum.
Nefes dahi almadan göğüs kafesini dinlerken hiçbir şey duyamadığım için bu beni darmadağın etti. Göğüs kafesindeki birkaç saniyelik sessizlik beni kor ateşlerin içinde bırakmaya yetmişti. Ancak hemen sonra kalbinin cılız atışlarını duyunca tuttuğum nefesimi sesli bir şekilde verdim. Başımı yavaşça çektiğimde gözlerimden akan yaşları durdurmak mümkün değil. Her uyuduğunda bana tarifi olmayan bir korku yaşatıyordu.
Gözyaşlarımın sesiyle uyanmasın diye yumruğumu ısırarak sessizce ağlamaya başladım. Şu hayatta Melek’e ağladığım kadar kendime bile ağlamamıştım. Bana en ağır işkenceleri yapsalar gözümden bir damla yaş akmazdı ama konu Melek olunca gözyaşlarımı durduramazdım. Onu kaybediyordum ve bunu durdurmanın hiçbir yolu yoktu.
Kızım, canımın bir yarısı benden gidiyordu ama ben o kadar zavallıydım ki hiçbir şey yapamıyordum. “Ölürüm, Melek ölürüm...” Onun yokluğuyla yaşamam mümkün değildi. “Sana yalvarıyorum beni bırakma.” Sanki bu hayata hep kaybetmek için gelmiştim.
“Hey gidi deli Gurur hey, sende adam mısın?” Yaşlar birbiri ardına gözlerimden akarken içim acıyarak Melek’in solgun yüzünü izledim. “Daha kendi kızını kurtaramıyorsun, senin neyine adamlık.” Dişlerimi yumruğuma geçirerek hem Melek’e hem de kendi acizliğime ağladım. Gücüm bir tek onu yaşatmaya yetmiyordu.
Arkamdaki kapının sesini duyunca hemen gözyaşlarımı silerek kendimi toparlamaya çalıştım. “Abi gelebilir miyim?” Kadem’in sesini duyunca derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Bir ben bir de bu çocuk her gününü hastanede geçiriyordu. Kadem bir an olsun Melek’in yanından ayrılmıyordu.
Yavaşça ona döndüğümde elindeki çiçek buketini gördüm. Melek çiçekleri çok sevdiği için her gün ona yeni çiçekler alıp odasındaki vazoya koyuyordu. Kadem’e de çok üzülüyordum çünkü kalbini hasta bir kıza kaptırmıştı. Kimse kolay kolay kanser hastası bir kıza âşık olup onu bu kadar çok sevemezdi. Kadem’i takdir ettiğim kadar onun için üzülüyordum da. Ne yazık ki bu sevginin sonunda onu bekleyen saf bir acı vardı.
Melek’e baktığında bile gözlerinde yoğun bir aşk beliriyordu. Aylardır hastaneden yatıp kalkıyordu ama bir kez bile şikâyet ettiğini duymamıştım. Benim olmadığım zamanlarda Melek’le ilgilenen oydu. Kadem benden çekindiği için yanımda hiç rahat değildi. Onu Melek’le biraz yalnız bırakmak için kapıya doğru yürüdüm. “Yeni uyudu, fazla ses yapmamaya çalış koçum.”
Koridora çıktığımda tüm adamlarım buradaydı. Diğerleri karşımda başını kaldırmaya bile cesaret edemezdi ama Ali, Yalçın ve Nisan üçlüsü doğrudan gözlerime bakıyordu. Ne zaman Melek’in odasına girsem kızaran gözlerle çıktığım için artık beni böyle görmeye alışmışlardı.
Nisan bir adım öne çıktığında benim için ne kadar çok endişelendiğini saklayamıyordu. “Abi gidip biraz uyusan olmaz mı? Kaç gündür doğru düzgün hiç uyumadın.”
“Şirkete gitmeliyim bugün önemli bir görüşmem var.” Bileğimdeki saati kontrol edince toplantının başlamasına daha iki saat olduğunu gördüm. Son hazırlıkları kontrol etmek için biraz erken gitmenin mahsuru yoktu. Karun piçi karısının yanından ayrılamadığı için tüm işler bana kalmıştı.
Gitmek için bir adım atmıştım ki bu tarafa doğru gelen kadını görünce adımlarım durdu. Gelen Leyla’ydı. Melek’i sevdiğini biliyordum ama son zamanlarda bu kadar sık hastaneye gelmesinin tek nedeni Melek değildi. Farah’ın bana boşanma davası açtığını duymuş olmalı ki iki haftadır hastaneden hiç çıkmıyordu. Melek’e ne kadar çok değer verdiğimi iyi bildiği için ona yakınlaşarak benimle işleri yoluna koymaya çalışıyordu.
Beni en çok da bu kızdırıyordu, Melek’i bile kendi çıkarları için kullanacak kadar ileri gidiyordu. “Merhaba.” Tam karşımda durduğunda kısa bir an arkamdaki kapıya baktı. “Melek bugün nasıl?”
“Değişen bir şey yok, şu anda uyuyor.” Tek kelime etmesine izin vermeyip yanından geçmek istedim fakat yolumu kesti. “Biraz konuşabilir miyiz?” Tam onu geri çevirecektim ki durdum. Bence de artık adamakıllı konuşmamızın zamanı gelmişti.
Başımla onu onayladığımda birlikte asansöre doğru yürüdük. Asansöre bindiğimizde içeride sadece ikimiz olduğu için ondan en uzak köşede durdum. Leyla bana yakın bir yerde durmak için bir adım atmıştı ki çatılan kaşlarım onu durdurdu. Her ne kadar yarın bir duruşmam olsa da karım dışında hiçbir kadının yakınlığına tahammül edemiyordum.
Hastanenin kafeteryasına geldiğimizde ona ne içeceğini bile sormadan bir sandalye çekip oturdum. Leyla tam karşımdaki yerini aldığında gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyordu. “Farah’ın açtığı davadan haberim var.” Bu haber onu çok sevindirmemiş gibi davranıp sahte bir üzüntüyle iç çekti. “Nasılsın?”
“Sence nasıl olabilirim?” Kafeteryanın loş ışığı içimdeki kasveti arttırırken ona karşı açık olup, “Beterim,” dedim. “Karımın yanımda olmadığı her saniye eksik, zayıf ve beterim.”
Bana karşı olan duyguları hâlâ devam ederken başka bir kadın için acı çekmem canını yakıyordu. Leyla’nın değişen ifadesinden bunu anlayabiliyordum. Gerçeği ne kadar hızlı kabullenirse, onun için her şey daha iyi olurdu. “Bir zamanlar benden aldığın o üç kurşunu hâlâ saklıyor musun?”
Bunu neden sorduğumu anlamıyordu ama başını yavaşça salladı. Bunu duymanın memnuniyetiyle rahat bir nefes aldım. “Senden son kez bir şey isteyeceğim, Leyla ama bunu kimse bilmeyecek.” Birazdan söyleyeceğim şeyler ikimizin arasında kalmalıydı.
Yüz ifademin ciddiyetinden yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamıştı. Gözlerinin bal sarısı hafifçe dalgalandığında sandalyesinde yavaşça kıpırdandı. “Ne istiyorsun?”
“O üç kurşunu bana sık.” Yüzü bembeyaz kesildiğinde bir anlığına öylece kalakalmıştı. Duyduklarının şaşkınlığıyla bana bakarken dehşete düştüğünü görebiliyordum. “Sen ne dediğinin farkında mısın?”
“O kurşunlardan birini bile Farah’a sıkma, ona sevdalanmam onun suçu değildi hatta bu onun için bir ceza.” Benim gibi bir adamın Farah’a âşık olması onun için bir lütuf olamazdı, olsa olsa bir ceza veya işkence olurdu. Artık bunu daha iyi anlıyordum.
İçimi yakan bir nefesten sonra yeniden bakışlarımı Leyla’ya çıkardım. “Kendine de sıkma, başına gelen her şeyin tek suçlusu benim.” İki kadının hayatını mahvetmenin suçluluğuyla yüreğim sıkıştı. “İkinizin payını da bana sıkmanı istiyorum.”
“Gurur bu da nereden çıktı şimdi?” Bunlar uluorta konuşulacak şeyler olmadığı için etrafımızdaki masaları kontrol edip öne eğildi. “Neden böyle şeylerden bahsediyorsun?”
“Çünkü bir tek bu şekilde senden kurtulabilirim.” Bunları ona söylerken ne kaşlarım çatıldı ne de sesim yükseldi. Yüzümde olan tek şey bezginlikti. “Geri döndüğünden beri hayatımın içine ediyorsun. Sana olan son saygımı da yitirmek üzereyim.”
Dudaklarımdan çıkan her kelimeyle Leyla’nın rengi biraz daha atıyordu. “Seni sevdiğimi neden anlamak istemiyorsun?”
“Sen neden sadece Farah’ı sevdiğimi anlamak istemiyorsun?” Tek bir lafımla onu susturarak ellerimi masaya bastırdım. Parmak uçlarımdan biriken siniri bir yerden çıkarmak ister gibi masaya baskı uyguluyordum. “Leyla ben karım olmadan nefes bile alamıyorum.”
Kafamın içinde sık sık duyduğum o sesler yeniden dönünce başımı ellerimin arasına alıp sertçe sıktım. “O kız olmadan ölüyorum lan! Sesi, kokusu, gülüşü ve onunla ilgili her şeyi çok özlüyorum.” Kafamdaki sesleri kendi haline bırakıp acı çeken bakışlarımı Leyla’ya çıkardım. “İyi bak bana, bak ve söyle, daha önce beni bu halde hiç gördün mü?”
Leyla eliyle ağzını kapattığında ilk on saniye dili tutulmuş gibi tek kelime edememişti ama daha sonra, “Se-sen…” diye bir şeyler geveledi. Beni hiç bu kadar yaralı ve yenik görmediği için gözleri doldu. “Onu bu kadar çok mu seviyorsun?”
“Kendi hayatımdan bile daha çok,” dediğimde gözlerinden birkaç damla gözyaşı akmıştı.
Duygudan duyguya geçtiği için yüz ifadesi sık sık değişiyordu. Öfkeli ve endişeliydi ama aynı zamanda derin bir üzüntü içindeydi çünkü sonunda gerçeği anlamıştı. Göğüs kafesinin içinde yoğun bir acı belirmiş gibi gözlerinde sessiz yaşlar akıyordu. “Farah’ta olup da bende olmayan ne var?”
Aralarındaki farkı tek tek sayıp onu rencide etmek istemiyordum. “Bunun bir önemi yok, bana bir gülüşü bile beni çok mutlu ediyor.” Farah olmadan hayatım fazla boktandı. “Bir insanın gülüşüne bile âşık olunabilir mi?” Kendime acıyarak başımı iki yana salladım. “Onun tek bir gülüşüyle bile soluğum kesiliyor.”
“Onunla olamıyorsam kimseyle olmam.” Bunları söylerken bile Farah’a olan muhtaçlığım yüzümden okunuyordu. “Kaç gündür ne haldeyim, bir ben biliyorum.” Şu yaşıma kadar çok fazla şeyle sınanmıştım ama hiçbiri Farah’ın yokluğu kadar koymuyordu.
Farah plansız bir şekilde hayatıma girmişti ve bana bu boktan dünyanın daha güzel olacağını düşündürmüştü. Farah’ın sanki mistik bir iyileştirme gücü vardı. Benim dokunduğum her şey ölüyordu ama o, elini attığı her şeyi yaşatıyordu.
Hızlı değil, usul usul hayatıma ve kalbime sızmıştı. Bir de baktım ki o artık benim tüm dünyam olmuştu. Şimdilerde karım yüzümü bile görmek istemiyordu, kızım ise her an gözlerini sonsuzluğa yumabilirdi. Bu sikik hayatı yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı. Artık aldığım nefesler bile değersizdi.
Leyla masadaki peçeteye uzanıp titreyen ellerle ıslak gözlerini sildi. Bana bakınca gördüğü gerçeklerle hiç olmadığı kadar yıkılmıştı çünkü Farah’a sırılsıklam âşık olduğumu sonunda anlamıştı. Sadece gözlerime bakınca bile orada gördüğü tek şey Farah’tı. O aradan çekilirse benimle bir şansı olacağını düşünmüştü ama boşansam bile onunla olmayacağımı nihayet anlıyordu.
Bunu anlamasının bir nedeni de aylardır tüm çabalarının karşılıksız kalmasıydı. Leyla son iki haftadır hastaneye daha sık geliyor olabilirdi ama bunun öncesinde de karşıma çıkmayı hiç bırakmamıştı. O Gurur dedikçe ben daha fazla Farah dediğim için bizden olmayacağını anlamaya başlamıştı. Bunu kabullenmek bile onun için çok ağır ve sarsıcıydı ama uzun süre gerçeklerden kaçamazdı.
Omuzları düştüğünde girdiği savaşı kaybeden birinin o çaresiz ifadesini gözlerinde taşlıyordu. Farah’a olan tutumumun basit bir şey olmadığını anlamak bile gözlerinde birbiri ardına yaşların akmasına neden oluyordu. Onu durduracak hiçbir şey yapmadım çünkü her zamankinden daha fazla ağlamaya ihtiyacı vardı. Bana olan tüm umutlarını tüketirken kederini dışarıya akıtmalıydı.
Leyla’yla bu masadan uzun süre kaldık. Tüm bu süre zarfında sessiz gözyaşları dökmeyi hiç bırakmadı, bense kendimi berbat hissederek sadece izlemekle yetindim. Aradan geçen her saniyeyle Leyla ikimizden olmayacağını, bir daha hiçbir koşulda bir araya gelmeyeceğimizi biraz daha anladı.
Kesik kesik nefesler alırken yavaşça ayağa kalkıp çantasını aldı. Ağlamaktan kızaran bakışlarını bana diktiğinde dudakları titriyordu. “Sanırım seninle yollarımız burada ayrılıyor.” Bakışlarındaki kırılma boğuk sesini talan ediyordu. “Endişen olmasın bir daha beni görmeyeceksin.” Tam bu an Leyla’nın benden vazgeçtiği andı.
Bunu yapmanın onun için hiç kolay olmadığını biliyordum ama bu konuşmayı sürdürmek için kendini zorladı. “İyisiyle ve kötüsüyle çok şey yaşadık, her şey için teşekkürler…” Gözleri ağlarken dudakları burukça bana gülümsedi ve son kez yüzüme baktı. “Hoşça kal, Gurur.” Bunları söyledikten sonra daha fazla burada duramadığı için gitti.
Onun arkasından içli gözlerle bakıp büyük bir minnetle, “Hoşça kal, Leyla,” diye fısıldadım. Nihayet kendini benden kurtarmaya karar verdiği için ona minnettardım.
Hayatını onu hiç sevmeyecek bir adamı beklemekle ziyan etmesini istemiyordum. Zamanla her şeyin onun için daha iyi olacağını anlayacaktı. Aramızda ne yaşanırsa yaşansın, onun mutlu olmasını istiyordum.
Kafeteryadan çıktığımda asansöre doğru yürürken Nisan’ı aradım. “İki dakika içinde bana Farah’ın şu anda nerede olduğunu bul,” dedikten sonra telefonu kapattım. Kaç gündür yüzünü bile görmemek canıma tak etmişti, onu görmeye ihtiyacım vardı. Onu hiç rahatsız etmeden uzaktan görsem bile yeterdi.
Hastaneden ayrıldığımda yanıma adamlarımdan birini bile almadan yola çıktım. Kulaklığı taktıktan sonra Barbaros’u arayıp gaza biraz yüklendim. İkinci çalışta telefonumu açınca selam bile vermeden, “Bir kadını nasıl geri kazanabilirim?” diye sordum. Bu piçin hayatına sayısız kadın girip çıkıyordu, bu konularda benden daha çok tecrübesi vardı.
“Yumurta kapıya dayanana kadar aklın neredeydi?” diye alay ettiğinde yarın bir duruşmam olduğunu o da biliyor olmalıydı. “Bir kez ok yaydan çıkınca kıçını yırtsan da geri alamazsın.”
“Orospu çocuğu bu argümanları dinlemek istesem seni neden arayayım? Müttefikimsen doğru düzgün bana tavsiye vereceksin!”
“Lan müttefiklik bunu kapsamıyor, yanlış bilgi gelmiş sana.”
“Kahhar senin-” demiştim ki soyadının kutsallığı aklıma gelince son anda kendimi frenleyip küfretmedim. “Şu soyadını değiştir lan! Çarpılacağız diye cümle içinde kullanmaya bile korkuyoruz!”
Yüksek sesle güldüğünde daha şimdiden beni kızdırmayı başarmıştı. “Bırak şimdi bunları da karınla neler olduğunu anlat?”
“Gözlerimin önünde Sonat piçine sarıldı!”
“Buraları geçiyoruz yoksa bu sinirle her şeyin içine edersin.” Bir süre susup yeniden gülmeye başladı. “Gerçekten ona sarıldı mı?” Bu olay onu eğlendirebilirdi ama hatırladıkça beni deli ediyordu.
O ite sarıldığı gibi Farah’ın sadece bir kez bana sarılması için ne çok beklemiştim. Kriz anlarında mecburiyetten değil, normal bir zamanda içinden gelerek bana sarılmasını çok istemiştim. Sonat’a sarılması bu yüzden canımı çok yakmıştı, benim hep istediğim bir şeye o adam hiç çaba göstermeden sahip olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi o esnada bana bakıp sırıtmıştı.
Farah ısrarla onu savunuyordu ama o herif benden daha hastaydı. Evet, Farah’a ilgisi vardı ama bunun aşk olduğunu hiç sanmıyordum, saplantı belki. Öyle olmasaydı Farah ona sarıldığında etrafındaki her şeyi unutur, Farah’a yakın olmanın mutluluğunu yaşardı. Ancak o esnada gözlerinde olan tek şey karanlık bir tutkuydu ve bana karşı kazanma hırsı.
Öyle bir adama Farah’ı bırakmak gibi bir niyetim yoktu. Benimle olmuyorsa yine olmasın ama kendi iyiliği için o herifle de olamazdı. O piç hastalıklı tutkularını tatmin etmek için benim gözümden bile sakındığım bir kadını darmadağın ederdi!
Yıllarımı kliniklerde geçirmiştim, kafadan hasta birini görünce onu gözünden tanırdım. Dalağını siktiğim iti sağlıklı bir psikolojide değildi. Duha’nın düğününde bana kendini dövdürmesi bile bunun en büyük kanıtıydı. Erkekler konusunda Farah o kadar toy ve bilgisizdi ki, Sonat’a bu kadar kafayı takmamın tek nedeni kıskançlık sanıyordu. Başından beri hissettiğim bir şey varsa o da o piçin sağlam bir pabuç olmadığıydı.
Farah’la olan son tartışmamızda yaşananları Barbaros’a hızlıca özet geçtim. Karım konusunda bana bir tavsiye verecekse olanlara hâkim olmalıydı. Ulan bu piçten bile tavsiye alacak kadar düşmüştük! O Nemrudun Kızının bana yaptırmadığı bir şey kaldı mı? Barbaros duyduklarını bir süre değerlendirip daha sonra yeniden konuştu. “İlk olarak Sungur’a karşı bu kadar saldırgan olmayı bırakmalısın.”
Bir küfür savurup direksiyonu sıktım. “Senin o soktuğum ağzın ne diyor lan! Herifi görünce bile cin çarpmışa dönüyorum, bana neyden bahsediyorsun?”
“Tam olarak bundan bahsediyorum, onu her gördüğünde bu kadar çıldırma. Sen ona saldırdıkça Farah onu daha çok senden koruyacak. Sonat’ı görür görmez ona yumruk atmaya kalkışma.”
“Ya ne yapayım? Gülle mi tokatlayayım piçi?”
“Oğlum hiçbir şey yapmamak da bir seçenek,” dediğinde o da araba kullanıyor olmalı ki korna sesi geliyordu. “Sonat senin fevri biri olduğunu iyi biliyor, bu yüzden Farah’ın yanında seni kışkırtıp duruyor. Kadınlar ince ruhludur, hır gürden hoşlanmaz.”
Biraz düşününce haklılık payı vardı. Ne zaman biriyle kavga etsem Farah çok korkup hemen devamında benden uzaklaşıyordu. “Başka?” diye sorduğumda tavsiyelerini ciddiye aldığım için memnuniyet dolu mırıltılar çıkardı. “Karına küçük sürprizler yap.”
“Ev iyi bir sürpriz olur mu?” Benim için ev dört duvardan oluşuyordu, hiçbir anlamı yoktu. Farah’ın olduğu her yer benim için bir yuvaydı.
Bu küçük bir kulübede olabilirdi, onun kaldığı çatı katı da olabilirdi. Karım yanımda olduğu sürece her yeri evim gibi görüyordum çünkü benim asıl yuvam Farah’tı. Ancak anladığım kadarıyla Farah bir evimizin olmamasını çok içerliyordu. Bu konuda haksız da değildi, bir türlü ikimize ait bir evimiz olmamıştı. Artık bunun zamanı gelmişti. “Ona iyi bir ev almayı düşünüyorum.”
Barbaros’un bu fikre şiddetle karşı çıkmasını beklemiyordum. “Boşanma davasını yeni açmışken karını bir eve götürürsen onu yatağa atmak istediğini düşünebilir.” Ne sikimden bahsediyordu?
“Karıma bir ev alıp onu yeni evimize götürmemin yatakla ne ilgisi var?”
Gülüşünü duydum. “Ben genelde yatağa atmak istediğim kadınları evime götürüyorum.”
“Amına koyduğum piçi, beni kendinle ne karıştırıyorsun?”
“Ya Farah’ta böyle düşünürse?”
“Mücevher mi alsam ona?” diyerek farklı bir çözüm ürettim. “Ağırlığınca altında olabilir mesela. Sence Farah kaç kilo?” Bunu sorarken çok ciddi olduğum için Barbaros yüksek bir sesle güldü. “Karısını parayla satın almak isteyen biri için iyi bir fikir.”
“O zaman bunu da geçiyoruz, sıradaki önerin nedir?” İleride ışıkların olduğunu görünce arabanın hızını düşürdüm. “Kitap okumayı seviyor acaba ona kitap mı alsam?”
“Çok ucuza kaçmaz mısın?” Bu piç her söylediğime karşı çıkmak zorunda değildi. “Bok gibi paran var, ona sadece kitap mı alacaksın?”
“Kulaklıkta alabilirim, modası geçmiş o klasik kulaklıkları çok seviyor.”
“Bunun kitap almakla ne farkı var?”
“Ulan pahalı şeylere de ucuz şeylere de olmaz diyorsun! Ne alayım lan ben bu kıza?”
“Küçük bir çiçek olabilir mesela,” dediğinde sesi iğneleyiciydi. “Kırmızı bir karanfil güzel olabilir.” Zevzekliği bırakmayıp suçlayıcı bir tavırla canımı sıkmayı sürdürdü. “Hani lan çiçeğim? Kaç gün oldu ne zaman alacaksın?” Telefonu suratına kapatmamak için kendimi zor tutuyordum!
“Bana adam gibi bir tavsiye verirsen çiçeğini alacağım.” Ulan Farah, ulan Farah, sana ne desem az kalırdı! Bir tek beni bu gerzeğe muhtaç etmediğin kalmıştı.
Barbaros’un gülüşünü duyduğumda bu sefer işe yarar bir şey söylemesini ümit ettim. “O zaman iyi dinle ortak,” diyerek nihayet ciddileşmişti. “Yarın hiçbir konuda boşanmayı kabul etmiyoruz. Bir arkadaşım boşanmıştı, bu süreçte bize neyin beklediğini iyi biliyorum. Önce elimizi güçlendirmeliyiz, Farah’ın sana karşı hangi kozları kullanacağını biliyor musun?”
Can kulağıyla onu dinlemeye başladığım için hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasını istemiyordum. “Bir dakika arabayı sağa çekeceğim,” dediğimde Barbaros tekrar güldü. “Ben iki dakika önce bunu yaptım.” En azından o da bu işi ciddiye alıyordu.
Arabayı kenara çektiğimde salak herif telefonu kapatıp görüntülü aramaya başladı. “O çirkin suratını görmeden de bu işi halledebilirdik!” Ona kızarak çağrısına cevap verdiğimde ekranda sırıtan yüzü belirdi. “Müttefikim görüşmeyeli nasılsın?” Benimle kafa mı buluyordu?
Onun yaptığı gibi bende telefonu öndeki tutacağa sabitleyip kaşlarımı çattım. “Yarın o siktiğim mahkemede beni ne bekliyor?” Neden bunu bu ona sormak yerine avukatıma sormuyordum ki? Farah yüzünden kafam hiç çalışmıyordu!
“Farah büyük ihtimalle boşanmak için sana karşı elinde kullanacağı ne varsa ortaya dökecek.” Barbaros torpido gözüne uzanmış olmalı ki yüzü bir an ekranda kayboldu ama daha sonra küçük bir şişe içkiyle yeniden ekranda belirdi. “Onunla intikam için evlendiğini söyleyecektir.”
Cebimdeki sigara paketini çıkartırken, “Kabul etmem,” dedim basitçe. “Nikahımız kıyılırken kız tarafından kimse yoktu, zorla evlendiğini kanıtlayamaz.”
“Evet ama ifadesini destekleyecek tanıklar bulabilir.” Barbaros küçük viski şişesinin kapağını açarken aklına ne geldiyse gözleri ışıldadı. “Karşı saldırı olarak kız tarafından birini tanık olarak oraya çıkartırsan on adım öne geçersin.” Dudaklarım usulca kıvrıldı. Bu iş için aklımda bir isim vardı ve onu nasıl ikna edeceğimi de iyi biliyordum.
Hatırladıklarımla tüm keyfim kaçtığı için yaktığım sigaradan derin bir nefes aldım. “Farah normalde böyle bir şey yapacak bir kadın değil ama benden boşanmak için klinik geçmişime değinecektir.” Bu kelimeler arabanın içine konulmuş bir yük gibi ağırdı.
Barbaros içkisinden küçük yudumlar aldığında kaşları bir anlığına kalktı ama yüzündeki yaraya rağmen ifadesi yumuşaktı. “Böyle bir şey yaparsa olayı dramatize edip hâkime oyna. İyi bir izlenim yaratmak için mutlaka cekette giy.”
Düşüncesiyle bile daha şimdiden bunalıp gömleğimin yakasını çekiştirdim. “Vücut ısım normal bir insanınkinden daha fazla ya da ben üşüme hissinden yoksunum. Ceket giyersem orada hiç rahat edemem.” Gerçekleri biraz çarpıtmıştım. Neden ceket giyemediğimi ona söylemedim.
“Karını kazanmak istiyorsan rahatlığından biraz ödün vereceksin.” Barbaros benden daha dertliymiş gibi şişeyi yeniden kaldırıp bir yudum daha aldı. Hemen ardından boğuk bir sesle devam etti. “Hâkimin karşısında sakın küfretme, asla fevri hareketlerde bulunma ve hep kibar ol.” Kısacası bir süreliğine kendim olmayı bırakacaktım.
Barbaros kaşlarını hafifçe çatarak yüzünü biraz telefona yaklaştırdı. “Farah avantaj elde etmek için seni kışkırtmaya çalışacaktır. Ana avrat sana sövse bile sakinliğini koru hatta yapabiliyorsan sen onu insanlıktan çıkar. Orada iyi bir izlenim yaratman çok önemli.”
“Bu kadar uğraşmak yerine neden hâkimi satın almaya kalkışmıyoruz? Eminim bir fiyatı vardır.”
“Ya yoksa piç herif? Ya şansına fazla dürüst bir hakimse ve sen ona rüşvet teklif ettin diye yarın seni bir çırpıda boşarsa?”
“Bendeki bu şansla zaten dünyanın en dürüst insanı çıkar.”
“İşte bu yüzden risk almanın gereği yok.”
Yarını sağ salim bir atlatayım bir daha o inatçı kızı hiç kızdırmayacaktım. Şu hale bak onun yüzünden Barbaros denen heriften tavsiye alıyorduk. Beni kimlere muhtaç etmişti. Bir daha tövbe billah o Nemrudun Kızına öte git bile demeyecektim. Boşanma konusunda daha önce hiç bu kadar kararlı olmamıştı. Ne telefonlarımı açıyordu ne de benimle uzlaşmaya yanaşıyordu.
İyiydi, hoştu hatta melek gibi bir kızdı ama tersi çok pisti. Bu kızın tüm şeytanlığı bir tek banaydı. Onu kaybetmeyi göze alamazdım, bir şekilde kendimi ona affettirecektim. Duruşmadan önce onunla konuşmanın bir yolunu bulmalıydım. Madem benimle görüşmeye yanaşmıyordu o zaman bende en iyi bildiğim şeyi yapardım.
Onu kaçıracağım!
***
Farah Kalender
“Tavandaki bu yıldızlar çok güzel.” Melek’in yanında uzanırken tavandaki simli yıldızları izliyordum. Odanın ışığını kapatıp gece lambasını açınca tavandan sarkan yıldızlar ışıldıyordu.
Yoğun bir uykusuzluk çektiğim için her günüm birbirinden daha kötü geçiyordu. Uyumak için sürekli farklı kimyasallar kullanmaktan bağımlılara benziyordum. Her iki günde bir kendimi farklı maddelerle zehirlemekten bıkmıştım. Son zamanlarda uykusuzluk en büyük sorunumdu. Bazen kullandığım şeyler bile beni uyutamadığı için yürüyen bir ölüye dönüşmüştüm.
Artık ne evde durabiliyordum ne de şirkete gidip çalışabiliyordum. Tüm gün bir sarhoş gibi evin içinde geziyor, bazen de sinir krizleri geçiriyordum. Sık sık odaklanma problemleri yaşadığım için zihnim hep karışık bir haldeydi. Çoğu zaman gerçek ve hayali bile ayırt edemiyordum. Bağışıklık sistemim de çok zayıflamıştı artık yediğim yemekler bile midemi bulandırıyordu.
Kanımda çok fazla ilaç ve narkoz vardı. Tam onların etkisinden kurtuluyordum bir de bakıyordum ki yine akşam olmuş ve ben yine uykusuzum. Bu döngüden hiç kurtulamıyordum. Birkaç gündür evden bile çıkamayacak kadar kötü olduğum için Melek’i görmeye gelememiştim. İkindiye doğru narkozun etkisinden biraz çıkınca az da olsa ayılmıştım. Tekrar kötüleşmeden Melek’i görmek istemiştim.
Gurur’dan boşanıyor olmam Melek’i ihmal edeceğim anlamına gelmiyordu. Gurur’la ayrılacağımızı bilmediği için bu gerçeği ondan saklıyorduk. Melek’in odası çok canlı ve renkliydi. Yıldızları çok seviyor olmalı ki tavanda bir sürü yıldız vardı. Hepsi de ince bir zincirin ucunda aşağıya doğru sarkıyordu. Odayı bu hale getirmek için Gurur hastaneye yüklü miktarda bağış yapmış olmalıydı.
Melek yataktan bana doğru kayıp başını omzuma yaslayınca hiç kıpırdayamadım. Annesinin sıcaklığına sokulan çocuklar gibi kendini zorlayıp dibime kadar girmişti. Her hareketi canını çok yakıyordu ama buna rağmen acıya direnip kollarımın arasına girdi ve başını göğsüme yaslayabildi. “Artık yıldızlarımı göremiyorum yenge.” Cılız sesi ızdırap içinde çıkıyordu. “Hayatımdaki tüm yıldızlar sönmüş gibi.” Ilık nefesini göğsümün tam üstünde hissederken iç çekişini duydum. “Tıpkı benim gibi…”
Onu ölümden korumam mümkünmüş gibi kollarım Melek’i sıkıca sardı. Çiçekli bonesinin üzerinden kafasına küçük bir öpücük kondurduğumda ağlamamaya çalışıyordum. “N’olur böyle şeylerden bahsetme. Neden bana Kadem’den bahsetmiyorsun?” Sevgilisi hakkında konuşmak belki ona daha iyi hissettirirdi.
Herkesin kolayca yapabildiği ama onun için büyük bir çaba isteyen bir eylemde bulunmak için kendini zorladı. Bu eylem kolunu hareket ettirmeye çalışmaktı. Kasları çok zayıfladığı için motor kabiliyetlerinin birçoğunu yitirmişti. Kolunu kaldırıp karnımın üzerine koyarken bile birkaç kez acıyla inlemişti. “Kadem…” Sesini bulmak için birkaç kez derin nefesler alınca göğsündeki hırıltılar çoğaldı. “O benim en büyük pişmanlığım olacak.”
“Neden?”
“Çok pişmanım,” diye fısıldadı uykulu bir sesle. “Ona hiç âşık olmamalıydım ya da beni sevmesine izin vermemeliydim.” Şiddetli bir şekilde öksürmeye başladığında titreyişleri son bulsun diye ona daha sıkı sarıldım. Bunu yaparken ona yansıtmamaya çalışıyordum ama gözyaşlarım sessizce akıyordu. Keşke onu yaşatmanın bir yolu olsa.
Melek’in gözlerinden akan yaşlar göğsümü kor gibi yakarken Kadem’i düşünmek onun canını hastalıktan daha çok yakıyordu. “Keşke Bige yengeyi dinleseydim,” diye mırıldandığında sesi o kadar kısık çıkıyordu ki onu zor duruyordum. “Kadem’den uzak dursaydım arkamda acı çeken bir adam bırakmazdım. Be-beni sevmesine izin verdiğim için çok pişmanım yenge.”
“Bence o seni sevdiği için hiç pişman değil.” Kadem kapının hemen diğer tarafındaydı. Ne zaman gelsem onu hep burada buluyordum. Bir an olsun Melek’i yalnız bırakmıyordu. “İnsan birini severken onun sağlık sorunlarına bakmaz çünkü kalp eşini görünce tanır. Kendini suçlamayı bırak, o seni sevdiğine pişman değil.”
Melek kollarımın arasında uykuya daldığı için son söylediklerimi duyup duymadığını bilmiyordum. Uykusu bölünmesin diye yataktan hiç kıpırdamadım. İllet bir hastalığın pençesinde kıvrandığı için çok sık uyuyordu. Onu kollarımın arasında tutarken yarım saat boyunca yerimde hareket etmedim. Kolum uyuşmaya başladığında bile yerimde milim kıpırdamadım.
Tavandaki yıldızları izlerken bir mucize olur da bende uyurum diye bekledim ama olmadı. Ağırlaşan gözkapaklarım uykuya direniyordu. Yıldızları izlemeye o kadar çok dalmıştım ki bunu yaparken birinin de beni izlediğini hiç anlamadım. Boynumu biraz esnetmek için başımı çevirince bakışlarım bir çift zümrüt yeşili gözle kesişti. Varlığını unuttuğum kalbim bir anda şahlanıp kaburgalarımı tekmelemeye başlamıştı.
Gurur.
O gelmeden buradan gitmeyi düşünüyordum ama Melek ahtapot gibi bana sarılıp göğsümden uyuyunca bunu yapamamıştım. Fark ettiğim şeyle aptallığıma küfretmek istedim. Melek bilerek bana sarılıp kollarımın arasında uyumuştu çünkü amcası gelene kadar buradan bir yere ayrılmamı istememişti. Her şey yolundaymış gibi davranıp Melek’i kandırdığımızı sanıyorduk ama aslında her şeyin farkındaydı.
Gurur kapının önünde hiç kıpırdamadan duruyordu. Yeşil gözlerinde insanın içini ısıtan bir ifade belirdi. Bakışları sık sık Melek ile ikimizin arasında gidip gelirken dudaklarında küçük gülümse vardı. Melek’in kollarımın arasına sokulması, sarılarak onu rahat ettirmeye çalışmam çok hoşuna gitmişti. Gördüğü en güzel manzaraya bakıyormuş gibi huzurlu görünüyordu.
Değer verdiği iki kadını böyle yakın görmek onun için dünyalara bedel bir mutluluk olmalıydı. Gurur’u gözlerime yasaklayarak önüme dönüp yavaşça hareket ettim. Melek’i uyandırmamaya çalışarak başını göğsümden ayırdım ve kolumu usulca çektim. Fazla ses çıkarmadan yataktan çıktığımda Gurur’a hiç bakmıyordum.
Aceleyle spor ayakkabılarımı giyip çantamın aldım. Gurur’la göz teması kurmak istemediğim için başım hafif önümde yürüyordum. Yanından geçip dışarı çıkacağım esnada yana doğru bir adım atıp yolumu kesti. Diğer tarafa yöneldim ancak yine iri bedenini bir duvar gibi önüme çekip gitmeme izin vermedi. “Şşş küstüm çiçeği,” diye bana sataşan sesini duydum. “Bir selam sabah yok mu?”
“Sana yok!” Ona kızmak için başımı kaldırmıştım ki, beni afallatarak önümde eğildi. Ne yapıyordu?
Bir dizinin üzerine diz çöktüğünde ilk birkaç saniye neyin peşinde olduğunu anlayamadım. Spor ayakkabımın bağcığına uzanınca kalbim teklemişti. Bir an önce gitmek istediğim için ayakkabılarımın bağcıklarını bağlamamıştım. Gurur onları ne zaman açık görse basıp düşerim diye hep bağlardı. Bunu yaparken karşımda diz çökmeyi hiç sorun etmezdi.
Sırasıyla iki ayakkabımın da bağcıklarını bağlayıp doğruldu. Bir süredir yüzümü göremediği için bir şey söylemeden önce beni izledi. Tenimin solgunluğu, uykusuzluktan kızaran gözlerim ve gözlerimin altında oluşan koyu halkalar ona iç çektirmişti. “En son ne zaman uyudun?”
Omzuna çarparak dışarı çıktım. “Bu seni ilgilendirmez.”
“Farah böyle yapma.” Peşimden gelip kolumu tutarak beni durdurunca kaşlarımı çattım. Ters gözlerle kolumdaki eline baktığımda sıkıntıyla soluyup elini çekti. “Hava karardı hiç olmazsa seni evine bırakayım.”
“Hah!” diye tuhaf bir ses çıkartıp dik dik ona bakmayı sürdürdüm. “Arabana binince başıma gelecekleri çok iyi biliyorum. Kesin yine beni kaçırırsın.”
Daha önce bunu hiç yapmamış gibi anında itiraz etti. “Neden öyle bir şey yapayım?” Omuzlarını hafifçe dikleştirdiğinde beni kaçırmakla zerre kadar ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu. “Seni kaçırmak aklımdan bile geçmedi.” Bu konuda bana hiç güven vermiyordu.
“Teşekkür ederim ama beni bırakmana gerek yok.” Vereceği tepkiyi çok iyi bilmeme rağmen gözlerinin içine bakıp, “Beni buraya Sonat getirdi,” dedim. “Dışarıda beni bekliyor.” Bu yalan değildi.
Sonat’ın arabasıyla buraya geldiğimi duyunca yine kan beynine sıçramıştı. Yüzü sertleştiğinde çenesini sıkmaktan bedeni kaskatıydı. Bastırdığı öfkesi tüm vücuduna yayıldığında dişlerinin arasında adeta hırlarcasına, “Buraya o herifle mi geldin?” diye sordu.
“Evet.” Ters gözlerle ona bakarken dalga geçen bir ifadeyle çenemi kaldırdım. “Çocukluk arkadaşımın arabasına bindim diye yine seni aldatmışım gibi mi davranacaksın?” Son yaptıklarını ona hatırlatıp kınayan bakışlarımı ondan çekmedim. “Bunun için de Sonat’a saldıracak mısın?”
Sinirden titreyen dudaklarını birbirine bastırıp burnundan derin derin nefesler aldı. Bu kaba ve kavgacı hareketlerinin beni ondan daha çok uzaklaştırdığını düşünüyor olmalı ki, “Hayır!” dedi tersçe. “Ben medeni bir insanım, olay çıkarmayacağım!” Kızgın bakışları ve sert çıkan sesi tam tersini söylüyordu. Gurur ve bir konuda medeni olmayı asla yan yana düşünemiyordum.
“Ne güzel artık medeniyetin ne olduğunu öğrenmişsin.”
“Önceden mağaradan mı yaşıyorduk, Farah Hanım?”
“Bu konuda çok güçlü şüphelerim var.”
“Sen inanmasan da ben aslında çok medeni biriyim.” Kol kasları gerilecek bir şekilde kollarını göğsünde birleştirdi. Sonuna kadar bu iddiasını savunurken yeşil gözleri fazla sabırsız bakıyordu. “İnanmıyorsan çağır Sonat denen herifi, gelsin seni benim yanımda alsın. Hiçbir şey yapmayacağım.” Sonat buraya geldiği an ona kafa göz dalacaktı, değil mi?
“O yorulmasın ben giderim ona.” Yanından geçip birkaç adım atmıştım ki arkamda küfreden sesini duydum. “İzin verirsem gidersin tabii!” Bir anda arkadan kolumu yakaladı ve beni kendisine çevirdiği gibi sırtına attı. O kadar medeni biriydi ki her fırsatta mağara adamları gibi beni sırtına atmıyordu!
“Gurur derhal indir beni!” diye bağırıp yumruklarımı sırtına geçirmeye başladım. “Hani çok medeni biriydin?”
“Öyle olduğumuz için seni sırtımızda taşıyoruz herhalde.” Bunları söylerken büyük adımlar attığı için onun sırtından sallanıp duruyordum. “Yürüyerek yorulmanı istemeyecek kadar medeniyim.”
“Gurur bak eğer beni yine bir yerlere kaçırıyorsan bu sefer çok fena olur! Yarın boşanıyoruz!”
“Merak etme içinde kalmasın diye yarın çıkacağız o mahkemeye. Kendine nasıl dert ettiysen bizi oraya götürmeden rahat etmeyeceksin!”
Sırtından baş aşağı sarkmaktan midem ağzıma gelmişti. “Beni nereye götürüyorsun?”
“Evimize.”
“Bizim bir evimiz yok!”
“Artık var ama baştan söyleyeyim seni yatağa atmakla ilgilenmiyorum. Aslında ilgileniyorum ama bugün değil.” Durduk yere bana neden böyle bir şey söylediğini anlamadım ama Gurur’un kısık homurtusunu duyabiliyordum. “Yine yanlış fikirlere kapılıp bir de bu yüzden belamızı sikme.”
Benimle dalga geçiyor olmalıydı. Yumruğumu sıkıp daha sert sırtına geçirdim. “Bir evimiz olsaydı şu zamana kadar haberim olmaz mıydı!”
Sırtına çok sert vurduğum için o da buna karşılık olarak kalçama vurdu. “Daha bugün aldım nereden haberin olacak?” İkinci kez kalçama bir şaplak attı ama bu sefer daha sert. “O piçle gezmekten benden haberin mi var!” Hayvan herif hızını alamayıp yine kalçama vurdu. “Sikeyim, bana resmen ikinci adam muamelesi yapıyorsun!”
Bazı şeyleri açıkça söyleyemediğim için, “Gurur orama vurup durma artık!” diye bağırmıştım ki bir daha kalçama vurunca homurdanarak sustum. Ben konuştukça kalçama şaplak atıp duruyordu ve bunu yapmak çok hoşuna gidiyordu.
Beni hastaneden çıkartıp arabasının yanına getirene kadar direnmeyi bıraktım. Ayaklarımın üzerinde durmamı sağladığında arabaya binmek yerine elimi kaldırdım ve suratına çok sert bir tokat attım. “Bu kadar mı bencilsin!” Ondan hesap sorarken parmaklarımın izi yanağından çıkmıştı. “Beni rahat bırakmak senin için bu kadar mı zor?”
Attığım tokat fiziksel olarak canını yakmıştı ama ruhunu yakan şey, bakışlarımda gördükleriydi. “Sevgi sahiplenmek mi yoksa vazgeçmeyi bilmek mi, bilmiyorum.” Dudaklarından çıkan sözcükler tamdı ama içinde bir şeyler yarım kalmış gibi yeşil irisleri buruktu. “Bildiğim tek şey sensiz yarım ve eksiğim.”
Aramıza biraz mesafe koymak için arkaya doğru bir adım attığımda sırtım arabaya değdi. “Gurur artık söyleyeceğin hiçbir şeyle ilgilenmiyorum.” Daha önce bende hiç görmediği bir kararlılıkla ona bakıyordum. “Seni hayatımda istemiyorum.”
“Farah sana yalvarırım bana bunu yapma.” Stresten parmağındaki alyansı sağa sola çevirdiğinde alnında ter damlacıkları birikmeye başlamıştı. Gerçek anlamda ona soğuk terler döktürdüğümü görebiliyordum ve bunu görmek hiç hoşuma gitmiyordu. “Seni bu kadar incittiğimin farkında bile değildim.”
“Gurur-”
“Özür dilerim, çok pişmanım.” Beni susturup aceleyle konuştuğunda bu can çekişen hali beni zerre kadar mutlu etmiyordu. Onun canını yakmaktan zevk alan biri değildim çünkü onu hâlâ çok seviyordum. Tek istediğim bunu ikimiz için de en az hasarla bitirmekti.
Bir adım öne atarak bana yaklaştığında istesem de arkaya çekilemedim çünkü arabayla onun arasında sıkışmıştım. Gurur’un gözlerinde öyle bir ifade vardı ki sanki her anlamda bana teslim olmuştu. “Şu zamana kadar sana yaşattığım her şey için özür dilerim.” Özründe samimi olduğunu görebiliyordum ama artık bir şeyleri değiştirmek için yeterli değildi.
Üzerime eğilip yüzüme dokunmak istedi ama başımı omzuma doğru çevirerek buna izin vermedim. Eli havada kaldığında gözlerini yumup birkaç saniye öylece kaldı. Kirpiklerini yeniden araladığında paramparça olmuş bir adamın gözleriyle beni izliyordu. “İstemezsen bir daha sana elimi bile sürmem, sadece bu geceliğine benimle kalamaz mısın?”
“Hayır.” Yana doğru bir adım atarak onun yakınlığından kurtuldum. “Evime gitmek istiyorum.”
“Farah sadece bir gece,” diye ısrarcı oldu. “Uyumaya ihtiyacın var.” Benimle bir gece geçirmek istemesinin nedeni uykusuzluğum muydu? Artık beni düşünmeyi bırakıp kendi yoluna gitmeliydi.
“Gurur beni sen bile uyutamazsın.” Soğuk bir sesle konuştuğumda içimdeki vazgeçiş, ikimizi de bu ilişkiden kurtarma çabasıyla yıkanmıştı. “Normal yollarla uyuma yetisini tamamen kaybettim.” Bu konuda onu hiç suçlamayarak hissiz bir şekilde güldüm. “Bunun sorumlusu sen değilsin, dokuz yaşından beri zaten zor uyuyordum.” Er veya geç bu yaşanacaktı.
İkimize acıdan başka hiçbir şey vermeyen bir evliliğin yorgun taraflarından biri olarak, “İyi ayrılalım,” diye mırıldandım. “Bir araya gelmemiz hazin olaylardan oluşuyordu ama nasıl ayrılacağımız bizim elimizde.”
“Farah sen bana neyden bahsediyorsun?” Önce kaşları çatıldı ama hemen ardından yüzündeki sert ifadeyi yumuşatmaya çalıştı. “Son zamanlarda keyfimden seni ihmal etmedim. Masal okumak için sana geldiğimde bile aklım hep Melek’te olduğu için sana dikkat edemiyordum.” Sonlara doğru sesinin desibeli düştüğünde onu birazcık anlamamı ister gibi iç çekti. “Melek en çok geceleri kan kusuyor, yanında olmak istedim.”
“Sorun Melek veya onun yanında olman değil.” Melek o haldeyken benimle gülüp eğlenmesini hiçbir zaman istememiştim. Bu kadar bencil ve düşüncesiz bir kadın değildim. Tüm bu olayların Melek’in son anlarına denk gelmesi kötü bir tesadüftü ama aramızdaki sorunun sebebi hiçbir zaman o günahsız kız olmamıştı.
“Her şey içimde birikti, Gurur,” diye fısıldadığımda biraz olsun beni doğru şekilde anlamasını istiyordum. “Evlendiğimizden beri içime attığım her şey o kadar bende birikti ki, daha fazlasını kaldıramıyorum.”
Gözlerimden süzülen tek bir gözyaşı yüzümde ince bir yol çizdiğinde daha şimdiden bir şeylerin eksikliğini hissettim. “Belki ben çok kırılganım belki de yüreğim acılara karşı fazla küçük, bilmiyorum ama daha fazlasını kaldıramıyorum.” Onunla olan çoğu şey güzel olduğu kadar çok yorucuydu. “Kendim için bir şeyler yapmak istiyorum.”
“Kendin için yapacağın ilk şey benden ayrılmak mı?” Durup bana baktığında gözleri bir yangındı, gömleğinin yakasındaki ter izi ve çaresizlikten öylece yanında duran elleri…
“Hayatını yaşaman için sana ne zaman engel oldum? Hangi konuda seni kısıtladım? Kendin için yaşamak mı istiyorsun?” Bunu o da çok istiyormuş gibi başını usulca salladı. “Bundan sonra tek bir sorunumu sana yansıtmam, benim problemlerimle ilgilenmek zorunda değilsin.”
Onun sorunlarıyla ilgilenmemi benden isteyen o değildi, her şeyi kendi isteğimle yapmıştım. Benim sorunum da buydu zaten, hayatımdaki herkesi fazla önemsiyordum. Kimseye karşı duyarsız kalamadığım için bu evliliği bitirmek istiyordum yoksa hep yerimde sayacaktım. Kendim için bazı planlarım vardı, hayallerimin peşinden gitmek için önce boşanmalıydım.
Aklıma Melek geçince kendimi yine berbat hissettiğim için iç çektim. “Zor zamanlarda geçtiğinin farkındayım. Böyle kötü bir zamanda boşanma davasını açtığım için gerçekten çok üzgünüm ama artık dayanamıyorum.” Her konuda ona bağlı kalmak yerine kendi yoluma gitmek istiyordum.
Söyleyeceği hiçbir şeyin kararımı değiştirmeyeceğini açıkça belirtip, “Lütfen yarın mahkemede bana zorluk çıkarma,” dedim. Bu sefer boşanma konusunda çok ciddiydim.
Onu ardımda bırakıp uzaklaştığımda arkamda darmadağın bir adam bırakmanın kederiyle doldum. Başlarda ikimizde çok acı çekecektik ama zamanla birbirimizi unutacağımıza emindim. Sonat’ın arabasına binip oradan uzaklaştığımda bile Gurur uzun süre arkamızda bakmıştı. Biz gözden kaybolana kadar onu bıraktığım yerden hiç kıpırdamamıştı.
Başımı cama yaslayıp dalgınca kayıp giden yolu izlerken Sonat’ın, “İyi misin?” diyen sesini duydum. Onaylayan mırıltılar çıkardım ama aslında hiç iyi değildim.
“Gurur’la nasıl geçti?”
“Onunla hiçbir şey geçmez, katlanarak büyür.” Başımı camdan ayırarak sırtımı koltuğa yasladım. “Beni eve bırak lütfen.”
Sonat arabayı dikkatli bir şekilde kullanırken bir anlığına omzunun üzerinden bana baktı. Gözlerindeki muzır parıltılarla beni neşelendirmeye çalıştı. “Eve gitmek için saat daha çok erken. Biraz kafanı dağıtman için neden bir kulübe gitmiyoruz?” Alkolün su gibi tüketildiği bir yere gitmekten mi bahsediyordu?
“Ben içmem, alkol ve sigaradan nefret ediyorum.” Emniyet kemerimi takmadığımı fark edince hemen taktım. Bunu yaparken yüzümü buruşturduğumun farkında değildim. “Kulüpler genelde sarhoş ve şuursuzca yakınlaşan insanlarla dolu.”
Sonat güldüğünde gözlerinin çevresinde belli belirsiz kırışıklar oluşmuştu. “Herkes senin gibi tutucu değil, bazı insanlar kendini kasmadan eğlenmeyi biliyor.”
“Kulaklığımda müzik dinleyerek kitap okumak benim için en iyi eğlence.” İkimizin eğlence anlayışı birbirine pek uymuyordu.
Söylediklerim hiç ilgisini çekmediği için yüzünü buruşturmamaya çalıştı ama burnunu kırıştırdığını görmüştüm. “Hep aynı şeyleri yapmaktan sıkılmıyor musun?”
“Kendi küçük dünyamda yaşamaktan mutluyum.”
“Hep o dünyanın içinde kalmayacaksın.” Gözlerini yoldan ayırıp bana baktığında kahve irislerinde derin bir kinaye vardı. “Babanın koltuğuna oturduğunda farklı bir dünyayla tanışacaksın.”
“Bu hiçbir zaman olmayacak.”
“Anlamadım?”
Ciğerlerimi sıkıştıran nefesi sesli bir şekilde verdiğimde bunu ona söyleyip söylememekte kararsızdım ama bence bilmesi gerekiyordu. “Henüz kimseye söylemedim ama yarın ülkeden kaçıyorum,” dediğimde Sonat o kadar bocalamıştı ki bir an arabayı yolun ortasında durduracağını sandım.
Dikkati çok dağıldığı için bu halde araba kullanamadı. Arabayı sağa çektiğinde yüzündeki sarsıcı ifadeyle bana döndü. “Gidiyor musun?”
“Evet.” Çantamdan çıkardığım uçak biletini ona gösterdim. “Yarın Gurur’dan boşandıktan sonra İsviçre’ye gideceğim. Lisansımla ilgili her şeyi ayarladım, orada yaşayıp yeni bir başlangıç yapacağım.” İşte bu yüzden Gurur’dan boşanmak istiyordum çünkü temiz bir başlangıç için önce buradaki tüm köklerimi koparmalıydım.
Arkadaşım olarak Sonat’ın benim için mutlu olacağını düşünmüştüm ama uçak biletine attığı ters bakışları endişe vericiydi. “Yani bir korkak gibi kaçıyorsun?” Direksiyonun üzerinde duran parmakları hareket ettiğinde direksiyonu sertçe sıkmaya başladı.
Sadece birkaç saniyeliğine Sonat’ın bakışlarında anlam veremediğim bir ifade geçti ama bu çok kısa sürdü. Bakışlarında üç saniyeliğine yer edinen o karanlık his beni tedirgin etmeye başlamıştı. Onun yanında neden böyle hissettiğimi hiç bilmiyordum ama bazen bir bakışına denk geliyordum ve bu tüylerimi diken diken ediyordu. Bu benim kuruntularımdan biri miydi yoksa bir önsezi mi, emin olamıyordum.
Normalde Sonat’ın yanında değil, Gurur’un yakınlarında böyle hissetmem gerekmiyor mu? Sık sık nöbet geçirip saldırganlaşan, öfke anında gözü hiçbir şey görmeyen ve ciddi bir klinik geçmişi olan Gurur’du. Onun yanında tedirgin olup kendimi hiç güvende hissetmemem gerekiyordu ama tam tersiydi. Gurur herkes tarafından korkulan bir isim olmasına rağmen kendimi onun yanında rahat ve güvende hissediyordum. İlk günden beri bu böyleydi.
Sonat sert bakışlarını düzeltmeye çalışırken bir an boş bulunup, “Beni-” dedi ama hemen ardından dilini ısırarak farklı bir kelimeyle cümleye başladı. “Aileni arkanda bırakıp nasıl gidersin?”
“Hayatımı hep birilerini düşünerek harcayamam.” Son zamanlarda bu konuda bir aydınlanma yaşadığım için hiçbir şeyin kararımı değiştirmesine izin vermiyordum. “Babamın tek veliahdı ben olabilirim ama ben ve Caner’den başka seçenekleri de var. Kılıç ve İskender, özellikle Kılıç benim yerime geçecek en iyi adaylardan biri.” Onlarda bir Tozluydu, pekâlâ sıradaki lider olabilirlerdi.
Nefret ettiğim karanlık bir dünyanın kuklası olmak istemiyordum. Babam kendi yerine beni koltuğuna oturtmaya çalışırken fikrimi bile sormamıştı. Bunu istemediğimi bilmesine rağmen beni kendi dünyasının içine çekmeye çalışmasına artık göz yummayacaktım. Annemin her fırsatta beni yetersiz bulup zorbalamasına da artık katlanmak istemiyordum. Bir adamın uslu karısı da olmak istemiyordum.
Ben artık biraz da kendim için bir şeyler yapmak istiyordum ve bunu yapmamın tek yolu hayallerimin peşinden gitmekti. Benim hayalim buradaki tüm kaostan uzak bir yerde küçük bir evde yaşamaktı. Silah kullanıp adam öldürmeyi değil, lisansımı alıp mesleğimi yapmak istiyordum. Burada kalırsam kendimle ilgili her şeyi hep erteleyecek ve hayatımın kontrolünü tamamen kaybedecektim.
Bu yüzden benim bir an önce gitmem gerekiyordu. Şirkette işler yoluna girmeye başlamıştı. Üretime bu hızda devam edersek yakında babam yatırımcıların parasını denklemiş olurdu. Yerine de Kılıç’ı liderliğe getirdi mi, her şey hallolurdu. Gittiğimi anladıklarında yarın çok üzüleceklerini biliyordum ama zamanla bunu aşacaklardı.
Sonat gitmek konusunda ne kadar istekli ve kararlı olduğumu görünce tek kelime etmeden önüne döndü. Arabayı yeniden çalıştırdığında yüz ifadesi sabit olabilirdi ama direksiyonu sıkmaktan parmak boğumları beyazlaşmıştı. Yıllar sonra onu yeniden bulduğum için mutluydum, yaşaması da beni mutlu eden en büyük etkenlerden biriydi.
Benim yüzümden başına bir şey gelmediğini ve hâlâ yaşadığını görmek içimi çok rahatlatmıştı. Son iki haftada elimden geldiğince onunla zaman geçirmeye çalışmıştım ama aslında bunu yaparken ona da veda ediyordum. Duha’nın düğününde Gurur’a benim hakkımda söylediği o iğrenç şeyleri unutmamıştım. Bunu unutmuş gibi davranmamın tek nedeni gitmeyi aklıma koymamdı.
Bu olmadan önce her şeyi bir kenara itip çocukluk arkadaşımla biraz zaman geçirmiştim. Babam Sungurların oğluyla görüştüğümü bilmiyordu, bunu bilse canıma okurdu. Yarından sonra hayatımda Sonat’ta olmayacağı için babamın sinirleneceği bir şey kalmayacaktı.
Yeni hayatım için çok heyecanlıydım.
***
Ertesi Gün
Bugün duruşmamız olduğu için sabah erkenden hazırlanmıştım. Annem ve babam boşanmam konusunda beni destekliyordu. Ailemin tek istediği benim mutluluğumdu. Bu konuda verdiğim karara karşı çıkmamışlardı. Hepimiz adliyeye gelmiş, duruşma sırasının bize gelmesini bekliyorduk. Annem babam ve kuzenlerim beni yalnız bırakmamışlardı. Onlar birinci derecede yakınım oldukları için isimlerini tanık listesine yazdırsam bile hâkim onların ifadesini ciddiye almazdı.
Bu yüzden bende Asaf’ı tanık listesine yazdırmıştım. Tabii tek tanığım Asaf değildi, sürpriz bir tanığım daha vardı ama o da henüz gelmemişti. Duruşmanın görüleceği salonun önünde sıranın bize gelmesini beklerken çok sabırsızdım. Kılıç koridorun diğer ucuna baktığında bir küfür savurdu. “Onların hepsi avukat mı?”
Kılıç’ın neyden bahsettiğini anlamak için hepimiz aynı anda onun baktığı yöne döndüğümüzde afalladık. Gurur ve Barbaros en önde yürüyorlardı, arkalarında ise bir avukat ordusu. “Yok artık!” dediğimde gözlerim kocaman açılmıştı. Küçük bir boşanma davası için bu kadar çok avukata gerek var mıydı?
Gurur’un arkasında tam on yedi tane cübbeli insan vardı. Savaşa giriyormuş gibi en önde yürümesine ne demeli? Nihat kendini tutamayıp güldü. “Acaba onu on yedide durduran şey neydi?”
“Piç kurusu raporu kadar avukat tutmuş.” Babam ters gözlerle Gurur’un olduğu yöne bakarken daha şimdiden sinirlenmeye başlamıştı. “Otuz raporu olsaydı buraya otuz avukatla mı gelecekti?” Gurur’dan beklenmeyecek bir hareket değildi.
Annem ayağa kalktığında gözlerini kısarak baştan ayağa Gurur’u süzüyordu. Bunu yaparken ifadesi oldukça sarsıcıydı. “Yanlış mı görüyorum yoksa bizim oğlan takım elbise mi giymiş?”
“Anne o artık sizin oğlan değil.” Bu kadın delirtecekti beni. “Yahu boşanıyorum ondan, şunu sahiplenip durma.”
Anneme çıkıştıktan sonra kızgın bakışlarımı yeniden Gurur’a çıkardım. Genelde hep beyaz bir gömlek ve siyah pantolon giyerdi. Rahatlığından hiç ödün vermediği için gömleğinin yakası açık, kolları da toplu olurdu. Çocukluktan kalan büyük bir travması olduğu için ceket giymezdi. Travması o kadar ağır ve ciddi bir boyuttaydı ki vücudu birazcık ısınsa yanacağını düşünürdü. Gurur bu yüzden kışın bile ceket giymezdi.
Ancak bugün bir ilki gerçekleştirerek ceket giymişti. Şık takım elbisesi ona gerçekten çok yakışmıştı, bir takım elbise bir insanı bu kadar karizmatik gösteremezdi. Fakat o takımın içinde hiç rahat değildi. Boğuluyormuş gibi eli sık sık boynuna doğru uzanıyordu ama son anda kendini durdurup kravatını gevşetmiyordu.
Ne boynunda urgan varmış gibi ona hissettiren kravatı çıkartabiliyordu ne de onu yakan bir ceketten kurtulabiliyordu. Kalbimde yersizce açan çiçeklere inanamadım. Gurur’un giydiği o ceket çok şey ifade ediyordu. Travmalarına rağmen beni kaybetmemek için o ceketi giymişti çünkü mahkemede iyi bir izlenim bırakmak istiyordu. Bu kadarını yapacağını hiç beklemiyordum.
Barbaros’un burada ne işi olduğunu anlamadım ama Gurur’un hemen yanında yürüyordu. Zaza onu görünce bile sinirlendiği için elindeki su şişesini sıkıyordu. “Bu herifi tekrar vursam acaba kaç yıl yatarım?” diye sesli düşündüğünde İskender heyecanlanarak ayağa kalktı. “Ben bunu daha önce niye düşünmedim!” Tam olarak neyi düşünmediğini sormaya korkuyordum.
İskender sabırsızca birkaç kez Zaza’nın omzuna vurup sırıttı. “Sen merak etme o iş bende. Onu vurup senin yerine müebbet yerim.” Silahını çıkarmak için elini belinin arkasına atınca orada hiçbir şey bulamadı. Ruhsatlı bile olsa adliyeye silah girişinin yasak olduğunu unutmuştu. Silahlarımızı arabalarda bırakmıştık.
Annem gözlerini belerterek İskender’in üzerine yürüdü. “Sen ne tür bir gerzeksin!” Elini kaldırıp onun ense köküne bir tane geçirdi. “Silahın yanında olsaydı onu vuracak mıydın?” Sinirlenerek ona nerede olduğumuzu gösterdi. “Hem de bir adliyedeyken mi?”
“Yenge benim için zaman mekân fark etmez.” Daha şimdiden uykusu gelmiş gibi İskender annemin yüzüne karşı ağzını gererek esnedi. “Kurtulmak istediğin biri varsa söyle bana hallederim.” İşte bunu söylemeyecekti.
Annem bunu ciddi anlamda düşünmeye başlayınca hemen kolunu tutarak onu İskender’den uzaklaştırdım. Akrabalardan oluşan uzun bir liste çıkarmasının gereği yoktu. Gurur ve diğerleri yanımıza gelince kendimize çekidüzen verdik. Gurur hep yaptığı gibi yine ilk selamı anneme verip, “Nasıl gidiyor kaynana?” diye sordu.
“Takım elbise çok yakışmış.” Annem rahatlığıyla beni sinirlendirirken Gurur’un giydiği ceketten gözlerini ayırmıyordu. “Onun içinde nefes alabiliyor musun?”
Gurur tam bir şey söyleyecekti ki Zaza parmağını kaldırdı ve onun avukat sürüsünü gösterdi. “Tüm bu avukatları içeri almazlar, seni sadece bir tanesi savunabilir.”
“Sen söylemeseydin biz bunu bilmiyorduk, değil mi Zahide?” Barbaros’un alaycı bir şekilde lafa girmesiyle Zaza’nın da eli bir anlığına sırtının arkasına uzandı. Şu silahları arabada bırakmak yaptığımız en iyi şey olabilirdi.
Barbaros onu ne kadar kızdırdığının bilincinde olarak kuzenime üstten bakışlarını atıyordu. “Avukatlardan sadece biri içeri girecek, diğerleri dışarıda kalacak. Duruşma aralarında müzakere etmek için diğerleri burada.” Önce küçük bir açıklama yaptı, daha sonra da Zaza’nın sinir küpüne dönen yüzüne bakıp güldü. “Ne bu bakışlar, Zahide? Bana deli olduğunu bu kadar belli etme.”
Zaza’nın güzel gözlerinde tehlikeli bir parıltı geçtiğinde aklına ne geldiyse sadistlere özgü bir şekilde sırıttı. “Bunu en son söylediğinde senin için ne kadar delirdiğimi yeterince gösterdiğimi umuyordum.” Yürüyüp Barbaros’un tam karşısında durarak işaret parmağını onun sol göğsüne bastırdı. “O dönem sormayı unuttum, yaran ne durumda?”
Barbaros’un şakaklarındaki damarlar belirginleşip nabız gibi attığında Zaza’nın bileğini sertçe yakaladı. İri parmaklarının sardığı narin bileği kırmak ister gibi sıkarken Zaza’nın üzerine eğildi. “Bende sormayı unuttum.” Omuzlarını bükerek ikisinin yüzünü aynı hizaya getirdi. Gözlerini Zaza’nın gözlerine kenetlediğinde sesi bir fısıltı niteliğindeydi. “Askeriyeden kovulmak nasıl hissettirdi?”
Onu işinden ettiren Barbaros olmalı ki Zaza daha fazla kendini tutamadı. Sinirden gözleri koyulaştığında başını geriye çekti ve ileri atılıp Barbaros’un suratına kafa attı. “Beynine ateş etmeliydim!”
Barbaros’un burnundan kan aktığında gözü seğirmeye başladı. Boğazında hırıltıyla karışık bir ses çıktığında iki adımla Zaza’yı yakaladı. Onun kollarını tuttuğu gibi kızın sırtını sertçe duvara çarptığında hiçbirimiz müdahale etmedik çünkü Zaza bunu tek başına halledebilirdi. Barbaros kırmak ister gibi onun kollarını sıkarken Zaza’yı kendi ve duvar arasında sıkıştırmıştı. Zaza çırpınmaya çalışınca Barbaros onun kollarını biraz daha sıkarak hareketlerini kısıtladı.
Yoğun olduğu kadar yakıcı bir nefretle birbirine bakıyorlardı. Barbaros’un heybetli bedeni öfkeyle kasıldığında dişlerini gıcırdatarak, “Şansını fazla zorlama!” dedi sertçe. “Yoksa ölümün benim elimde olur!”
Zaza bir anda gülerek onu iyice delirtti. Birbirlerinin öfkesinden besleniyor olmalılar ki ikisi de durmadan bir diğerini kışkırtıyordu. Barbaros’un kızgın suratına bakıp sesli güldü. “En büyük pişmanlığım o teçhizatı havaya uçurmamak. İçeride olduğunu bilseydim kesin bunu yapardım.”
Ne hatırladıysa Barbaros’un burnundan akan kan bile keyfini kaçırmadı. “İçeride olduğunu bildiğim için o restoranı tarattırdım.” Üzülmüş gibi yapmacık bir ifade takındı. “Kurşunların birinin bile sana isabet etmemesi büyük talihsizlik.”
“Arabayla sana çarptığımda ölmemende öyle.”
Barbaros’un dudakları tehlikeli bir yavaşlıkla kıvrıldı. “İkinci kattan seni aşağıya attığımda kaç kemiğinin kırıldığını merak ettim doğrusu?”
Her söyledikleriyle bizi şoke etmiyorlarmış gibi Zaza baygınca gözlerini devirdi. “Zehirlenip kan kusarken beni çok andın mı?”
“O elektrikli sandalyede adımı sayıkladığın kadar olamaz.”
Zaza tam yeni bir şey söyleyecekti ki dehşete kapılarak, “Allah aşkına ikinizde birbirinizle konuşmayın,” dedim aceleyle. Kim bilir daha bilmediğimiz ne vardı? Tüm o şeyleri gerçekten birbirlerine yapmışlar mıydı?
Koridordaki herkes şoke olmuş bir şekilde onları izliyordu çünkü duyduklarımız normal şeyler değildi. “Oğlum siz ölümsüzlüğün sırrını falan mı buldunuz? Tüm bu şeylerden sonra nasıl ölmediniz?” Nihat hayrete düşmüş gibi bu iki akıl hastasına bakıyordu. “Gidin tedavi olun lan!” Katılıyordum.
Barbaros onun kollarını bırakınca Zaza onun omzuna çarparak yanımıza geldi. Barbaros ise kanlı yüzünü temizlemek için bir lavabo bulmaya gitmişti. Şükürler olsun ki babam koridorun diğer ucunda telefonla konuştuğu için az önce olanları görmemişti. Mübaşir dışarı çıkıp rutini haline gelen o alışılmış sesle bizi çağırınca içeri girdik.
Kısa sürede hepimiz salondaki yerimizi aldığımızda daha şimdiden gerilmeye başlamıştım. Dışarıdaki gün ışığı, soluk pencerelerin yüksek ve dar camlarından cılız bir şekilde içeri sızıyordu. İçerideki tahta sıra ve ahşap masaların ağır kokusu burnuma nüfuz ettikçe avuç içlerim terliyordu. Bugün burada konuşulan her şey kayda geçip dosyamızdaki yerini alacağı için düzgün cümleler kurmalıydım.
Salonun ortasındaki hâkim kürsüsü göz korkutuyordu. Onun iki yanında duran biz taraflara ayrılmış masalardaydık. Avukatım hemen yanımdaydı, Gurur ve avukatı ise tam karşımızda. Hâkim tüm ciddiyetiyle kürsüdeki yerini almıştı. İlerleyen bir yaşa sahip, kır saçlı biriydi. Yılların verdiği bir sabır ve profesyonellik yüzündeki çizgilerden bile okunuyordu.
Gri gözleri üzerimizde gezindikçe bende saygı duruşuna geçme hissi uyandırıyordu. Hâkimin tahta masasının üzerinde kalın dosyalar, küçük bir çekiç ve mahkeme mührü vardı. O mührü bir kez dosyama basıp beni boşaması için her şeyi yapabilirdim. Hâkimin kürsüsünün önünde daktiloya benzeyen ama modern bir stenograf cihazı kullanan genç bir kadın vardı.
O kadın buradaki her şeyi yazan zabıt kâtibi olmalıydı. Cübbe giymiş mübaşir salonun köşesinde duruyordu. Elinde tuttuğu o şeyler bizim dosyalarımızın bir nüshasıydı. Mübaşir başıyla hâkime selam verdikten sonra o rutin açılış konuşmasını yapmaya başladı. “Durum 10:30- Aile Mahkemesi, dosya numarası 2025/142, taraflar huzurda bulunmaya hazır mı?” diye anons etti.
Her şey usulüne uygun yapılıyor olmalı ki hâkim, “Hazır,” diye onu yanıtlayınca avukatlarımızın başını salladıklarını gördüm.
Hâkim gözlerini masasına indirip notlarına göz attıktan sonra başını kaldırdı. “Bugünkü dava boşanma davasına ilişkindir. Gerektiğinde taraflara söz hakkı verilecektir. Duruşmanın düzeni açısından söze müdahale etmeyiniz. Buna kalkışanlara gerekli uyarılar yapılacaktır.” Nasıl da sakin ve sabırlı görünüyordu. Umarım bu dava bitene kadar sükûnetini korurdu.
Avukatım ayağa kalkıp dava dosyamı içerideki görevliye uzattığında onu hâkime götürdü. Avukatım Yücel Meşe adında orta yaşta bir adamdı ve işinde çok iyiydi. Yanımda ayakta dururken yönünü hâkime çevirip açılış konuşmasını yaptı. “Sayın hâkim, müvekkilim Farah Kalender evliliğinin boşanmayla sonlandırılmasını talep etmektedir.” Son derece kibar bir şekilde konuşurken diksiyonu iyi ve akıcıydı.
Avukatım kendinden emin bir duruş sergilediği için sesimi bile çıkarmadan onu dinliyordum. “Bugün mahkeme heyetine sunacağımız deliller ve tanık ifadeleri, müvekkilimin evlilik hayatı boyunca uğradığı haksızlıkları ve psikolojik şiddeti gösterecektir. Müvekkilimin rızası dışında gerçekleşen bu evliliğin temelinden sarsıldığını, bu sebeple boşanmasına karar verilmesini talep ediyoruz.” Avukatım konuşmasını bitirdikten sonra başıyla hâkime ölçülü bir selam verip yanıma oturdu.
Gurur’un kadın avukatı ayağa kalktığında meraklı gözlerle onu izliyordum. On yedi avukatının içinde tek kadın avukat buydu ve Gurur kendisini savunması için onu seçmişti. Kadın ona yakışan cübbesinin içinde sakince konuştu. “Sayın hâkim, müvekkilim bu evliliğin devamlılığından yanadır.” Kadının bakışları sakin ama sesi koruyucuydu. “Karşı tarafın öne sürdüğü tüm iddialar asılsız olduğu için hepsini reddediyoruz.”
Kadın benim avukatıma ters bir bakış attıktan sonra yeniden hâkime döndü. “Karşı tarafın dramatize ettiği asılsız iddialarına mahkemeniz huzurunda hukuken cevabımızı vereceğiz.” Bunları söyledikten sonra o da hâkime küçük bir selam verip yerine oturdu. Gözlerini dahi kırpmadan çatık kaşlarının altında avukatıma bakıyordu. Bu bakışlarda neydi öyle?
“Yücel Bey,” diye fısıldayıp ona doğru eğildim. “Karşı tarafın avukatını tanıyor musunuz? Sizden nefret ediyor gibi bakıyor.”
“Avukat hanımı iyi tanıyorum adı Birsen Meşe,” dediğinde Gurur’un avukatına kaçamak bakışlarını atıyordu.
“Anladım.” Başımı yavaşça sallamıştım ki fark ettiğim küçük bir detayla yeniden avukata döndü. “İkinizin soyadının aynı olması bir tesadüf mü?”
En büyük golü buradan yemişiz gibi Yücel Bey sıkıntıyla burnundan soludu. “O benim karım.”
Anlamadım?
Dehşete kapılarak avukatın koluna yapıştım. “Lütfen bana yanlış duyduğumu söyleyin? O kadın sizi öldürmek ister gibi bakıyor!”
“Karşı tarafın avukatı olduğunu bilseydim bu sabah onu bu kadar kızdırmazdım.”
“Yahu siz niye karınızı kızdırıyorsunuz?” Burada çıldırıyordum. “Size olan tüm hırsını çıkarmak için davayı kaybetmeyecektir!” Küçük bir umut kırıntısına tutunmaya çalışırken kıvranan bakışlarımı ona çıkardım. “İşinde ne kadar iyi?”
Karısıyla gurur duyuyormuş gibi böbürlenmesine inanamadım. “Şu zamana kadar tek bir dava bile kaybetmedi.” Ben bu adamı parçalardım!
“İtirazım var, hâkim bey!” diye bağırıp oturduğum yerden ayağa kalktım. “Avukatımı değiştirebilir miyim?”
Kolumu kaldırıp bana en büyük kazığı atan Gurur’u gösterdim. “Bu üçkağıtçı adam gidip avukatımın karısını tutmuş. Siz söyleyin hâkim bey,” diyerek asık bir suratla ona döndüm. “Bir adamın karısına karşı kazanma şansı olabilir mi? Avukatımın değişilmesini talep ediyorum.”
“İtirazınız reddedildi.” Hâkim tokmağını kürsüye vurup otoriter bakışlarla yerime oturmamı istedi. “Duruşma başladığında avukat değiştirilmez.”
Asık bir suratla yerime oturduğumda Gurur tam karşımda sırıtarak beni izliyordu. Hayvan herif bunu bildiği için gidip o kadını tutmuştu. Duruşma kaldığı yerden devam etti. Sürekli avukatlardan biri kalkıp diğeri oturdu. Görünürde bizi savunuyorlardı ama sanki kendi aralarında tartışıyorlardı. Avukatım benim için söz hakkı isteyince hâkim bunu onayladı. İşte başlıyoruz.
Derin bir nefes alıp yavaşça ayağa kalktım. “Evliliğimiz boyunca karşı taraf bana şiddet uyguladı,” dediğimde Gurur öyle mi dercesine tek kaşını yukarı kaldırdı. “Birini psikolojik olarak yıpratmakta bir şiddettir.”
“İtiraz ediyorum ve aynı zamanda bu kadından davacıyım.” Henüz ona söz hakkı verilmemesine rağmen Gurur ayağa kalktı. “Asıl bu kadın bana psikolojik şiddet uyguluyor. Bu kalpsizi aklımdan çıkartamadığım için bende psikolojinin p’si kalmadı.”
Buradaki tek mağdur oymuş gibi dramatik bir ifadeyle hâkime bakıp kendisini gösterdi. “Çocukluk arkadaşını bulunca bir anda beni geri plana attı.” Kaşlarını çatarak herkesin içinde işaret parmağını bana doğrulttu. “Günlerdir bana kendimi ikinci adam gibi hissettirdiği için bu kadından şikayetçiyim!”
“Yıllardır bana hissettirdiğin tam olarak buydu!”
Gurur beni duymazdan gelerek hâkime sızlanmaya devam etti. Bunu yaparken yakışıklı yüzünde bedbaht olmuş bir adamın yalancı kederi vardı. “Sayın hâkim, ya bu kadının kalbi fazla temiz ya da ben çok cünübetim.” Kimse onun neyden bahsettiğini anlamazken sinirlenerek kravatını çekiştirdi. “Ona ne yaptıysam karması gelip beni buluyor. Üzerime karmasını saldığı için de bu kadından şikayetçiyim!”
Hâkim tokmağını şiddetli bir şekilde kürsüye vurup bize ilk uyarısını geçti. “Davalı ve davacı taraf, size söz hakkı verilmediği sürece konuşmayınız.” Gurur’un avukatı onu kolundan çekerek yerine oturttu. Kısık bir sesle Gurur’u mahkemenin kurallarını hatırlatırken ben hâlâ ayaktaydım çünkü en son söz hakkı bana verilmişti.
“Sayın hâkim, karşı taraf çok saldırgan biri olduğu için kendimi onun yanında hiç güvende hissetmiyorum,” dediğimde Gurur sert ama ölçülü bir sesle, “İtiraz ediyorum!” diyerek tekrar ayağa kalktı. “Benim yanımda hep rahattı çünkü bir tek ona zarar vermeyeceğimi biliyordu.”
“Ama sayın hâkim, karşı taraf sürekli lafımı kesiyor. Lütfen bu konuda bir şey yapar mısınız?”
“Farah Hanım yalan söyleyip durmazsa bende itiraz etmem.”
“Bana bak kes şunu!” diyerek ona sesimi yükselttim. “Bugün senden boşanmazsam çıkışta seni yaşatır mıyım sanıyorsun?”
Ağzımdan kaçırdıklarımla Gurur’un yeşil gözlerinde şeytani bir parıltı geçti. Hemen kâtibe döndü. “Davacı tarafın son söylediklerinin kayda geçilmesini talep ediyorum.” Şimdiyse hâkime bakıp ona beni gösterdi. “Sizde duydunuz bu kadın beni öldürmekle tehdit etti. Onun yanında hiç can güvenliğim yok, korunma talep ediyorum.” Sanki yeteri kadar adamı yokmuş gibi bir de korunma talep ediyordu.
Oraya gidip suratını dağıtmamak için kendimi zor tutarken, “Sayın hâkim, sizde duydunuz beyefendi benden şiddet görüyormuş,” dedim. “Bizi boşayın da hayatı tehlikeye girmesin.”
“İtiraz ediyorum, sayın hâkim.” Gurur omuzlarını dikleştirdiğinde dudaklarında pişkin bir sırıtma vardı. “Ben şiddet görmekten hoşlanan bir mazoşistim, bu yüzden bizi boşamayın.”
“Sen mazoşist değilsin!”
“Sayın hâkim, şu kadını susturun sürekli bana bağırıyor.”
“Bu ikisinden utanıyorum.” Annem yüzünü kapatarak başını eğince bu sefer parmağımla onu gösterdim. “Annemden de şikayetçiyim,” dediğimde annem başını hızla kaldırıp şaşkınca bana baktı. “Her fırsatta beni zorbaladığı için bu kadından da davacıyım.”
Gurur kendini tutamayıp güldü. “Yavrum daha bir davayı bitirmeden başımıza yenisini çıkarma.”
Sinirden masanın üzerinde duran su şişesini alıp ona fırlattım. “Bana yavrum demeyiniz lütfen.”
Gurur’un normalde refleksleri çok iyiydi, isteseydi o şişeden kaçabilirdi ama bunu yapmadı. Şiddet gördüğünü hâkime kanıtlamak için pet şişesinin kafasına çarpmasına izin verdi. Küçük bir şişe değil de kafasına tuğla çarpmış gibi acıyla inleyip yerinde sendelemesine hayret ettim. “Kendimi hiç iyi hissetmiyorum, durdurun bu davayı.”
“İkinizde derhal yerinize oturun!” Hâkimin yüzü sinirden şalgam gibi kızardığında o tokmağı kafamıza geçirmek ister gibi kürsüye vurdu. “Kendi aranızda konuşmayı sürdürürseniz ikinizi de dışarı attırırım.” Bir süre sesimizi duymak istemediği için bizi susturup yeniden avukatlara söz hakkı verdi. Hiç konuşmazsak meramımızı nasıl anlatacaktık?
Avukatım beni savundukça Gurur’un avukatı itiraz edip duruyordu. O da müvekkili gibi her halta itiraz ediyordu. Bir süre sonra hâkim yeniden bana söz hakkı verince bu sefer onu kızdırmaya niyetim yoktu. Davacı taraf olduğum için iddialarımı sonuna kadar dinlemeden Gurur’a kendini savunma hakkı veremezdi. Gerçi Gurur iki dakika yerinde durmayıp usulsüzce kendini savunuyordu ama hiçbiri kayda geçmiyordu.
“Sayın hâkim bu evlilik intikamdan kaynaklandı.” Sakinliğimi korumaya çalışarak salonun diğer ucunda duran Gurur’u gösterdim. “Bu herif beni kaçırıp zorla evlendi.”
“İtiraz ediyorum!” Gurur her halta itiraz edip kendi avukatına ters gözlerle baktı. “Burada her şeyi ben yapacaksam sana niye para ödüyorum?” Sanki avukatı yeteri kadar itiraz etmiyormuş gibi davranması insanın sinirlerini bozuyordu.
Gurur hâkimin karşısında iyi bir profil oluşturmak istediği için dilinin ucuna kadar gelen küfürleri yutup ayağa kalktı. Üzerindeki ceketi görmek bile beni çıldırtıyordu. Bu adam hiç ceket giymezdi ki, resmen tribünlere oynuyordu. Hâkimi kazanmak istediği için şu ana kadar ona karşı herhangi bir saygısızlık yapmayarak beni şoke etmişti. Her dediğime karşı çıkıyordu ama hâkime saygısızlık yapacak her şeyden kaçınıyordu.
Bu adam sinirlenince küfretmeden iki dakika bile duramazdı ama duruşma başladığından beri öyle bir göz boyuyordu ki, sanki bir İstanbul beyefendisi. Normalde hep bağırarak konuşurdu ama sesinin desibeline bile dikkat ediyordu. “Farah Hanım’la olan evliliğimizin karşılıklı rızaya dayandığını tanıklar doğrultusunda kanıtlayabilirim.”
“Satın aldığın tanıklardan mı bahsediyorsun?” diye sorduğumda Gurur bıyık altında gülerken bir yandan da ciddiyetini korumaya çalışıyordu. “Bu kadın beni sahtekarlıkla suçluyor sayın hâkim, gereğinin yapılmasını arz ediyorum.”
“Davalı ve davacı taraf sizi bir daha uyarmayacağım. Söz hakkı verilmeden aranızda konuşmayın.” Hâkim her an bizi yaka paça dışarı attırabilirdi. İkimizi uyardıktan sonra yeniden bakışlarını bana çıkardı. “Bu evliliğin devamlılığını neden istemediğinizi kısa ve açıklayıcı cümlelerle beyan edin. Bunu yaparken karşı tarafı kışkırtmayınız.”
“Gurur Bey’le anlaşmak hiç kolay değil. Kendileri yoğun bir klinik geçmişe sahip ve on yedi raporu var.” Bakalım Gurur’un buna da diyecek bir lafı var mıydı?
“İtiraz ediyorum, sayın hâkim!” Gurur beni hiç şaşırtmayıp oturduğu yerden ayağa fırladı. “Bu kadın mahkeme huzurunda deli diyerek bana hakaret ediyor. Birkaç raporumuzun olması bizi deli yapmaz.”
“Sayın hâkim bahsettiği o birkaç rapor, toplamda on yedi rapordan oluşuyor.”
Gurur müthiş bir öfkeyle dolup taştı ama kendini zorlayarak sinirlerini kontrol altına aldı. Şaşırtıcı bir şekilde tüm kışkırtmalarıma karşı koyuyordu. “Raporumuz var diye toplumdan dışlanalım mı istiyorsunuz, Farah Hanım?” Yönünü hâkime çevirip yine mağduru oynayarak kaşlarını büktü. “Deliler kimseyi sevemez diye bir kararname mi var?” Hâkime duygusal şantaj yapacak kadar dersini iyi çalışmıştı.
Gurur’un bakışları beni bulduğunda yeşil gözlerindeki sertlik kayboldu. Dudaklarında küçük bir gülümseme belirdiğinde çapkınca bana göz kırpmasını beklemiyordum. “Ben bu saldırgan kadını seviyorum ve ondan boşanmak istemiyorum.” Onun tek bir sözüyle çığırından çıkan kalbim hiç uslanmıyordu.
“Lütfen,” diyerek hâkime resmen yalvardım. “Beni bu adamdan boşayın yoksa canıma kıyarım.”
“Bir lütfen de benden olsun.” Ona söz hakkı verilmemesine rağmen Gurur sürekli o sandalyeden ayağa kalkıyordu. “Beni karımdan boşarsanız bende canıma kıyarım.” Çocuk gibi inatlaşıp omuz silkti. “O yapıyorsa pekâlâ bende yapabilirim.”
“Yapmaz hâkim bey,” dedim aceleyle. “Kıyamaz kendine, bu adamın canı tatlıdır.”
Gurur sinirli ama aynı zamanda içten gelen bir sitemle sert bakışlarını bana dikti. “Ulan sen bende kıyılmayacak bir can mı bıraktın!” dediğinde kızgın sesi küfreder gibi çıkıyordu. “Kaç gündür ne haldeyim, haberin var mı senin?”
Sıra arkadaşını öğretmenine şikâyet eden çocuklar gibi hemen hâkime döndüm. “Davalı taraf ulan dedi bana, bu da kayıtlara geçiyor mu?”
Hâkimin başına ağrılar girmiş gibi bir anlığına şakaklarına baskı yaptı. Hemen ardından derin bir nefes alıp katı gözlerini ben ve Gurur’a çıkardı. “Duruşma son bulana kadar birbirinize söyleyecek bir şeyiniz varsa avukatlarınız aracılığıyla bunu yapacaksınız. Şimdi ikinizde yerinize oturun.”
“Ben bir şeyi anlamadım?” Gurur son derece sakin ama bir o kadar da ciddi bir şekilde hâkime bakıyordu. “Karıma onu çok sevdiğimi söylemek istediğimde bunu önce avukata mı söylemeliyim?”
“Yalan söylüyor hâkim bey!” diyerek bu sefer ben ayağa kalktım. “Beni sevmiyor.”
Gurur sabır dilenir gibi yukarı bakıp bir şeyler homurdandı. Daha sonra kısık bir sesle küfredip ters bakışlarını bana çıkardı. “Bir halt bilmeden konuşma oradan! Sevmesek burada ne işimiz var?”
“Boşanmak için buradayız.”
“Boşanmamak için buradayım!”
“Yeter!” Hâkim bu sefer daha sert bir sesle araya girdi. Yüzünde hafif bir çatlama olduğunda yorgun fakat otoriter bir tavırla tokmağını yine kürsüye vurdu. “Duruşma salonunda özel hayatınızla ilgili söylemlerde bulunmayınız! Mahkeme deliller ve tanıklar doğrultusunda bir karar verir.” Umarım deliller konusunda ciddi değildir çünkü Gurur’un birçok sahte delil hazırladığına çok emindim.
Hâkim bizi uyardıktan sonra ikimizin avukatlarına bakıp onlara da ters bir bakış attı. “On dakika ara veriyoruz. Bu boşlukta müvekkillerinize mahkemeye uygun bir şekilde davranmaları konusunda gereken bilgiyi veriniz.” Anlaşılan bir süre daha buradaydık.
Ara verildiği için herkes ayağa kalkıp kapıya yürürken arkamdan Gurur’un, “Şşş küstüm çiçeği,” diyen keyifli sesini duydum. Ona doğru döndüğümde gözlerinde haylaz parıltılar vardı, dudaklarında ise küçük bir kıvrılma. “Bu hâkimin bizi boşayacağı yok, gel evimize gidelim.” Boşanmamak için elinden geleni yapmamış gibi konuşmuyor mu, beni deli ediyordu.
“Seni var ya!” Bir anda üzerine saldırdığımda Gurur hemen arkasını dönüp kaçmaya başladı. Duruşma salonundaki sıraların arasından geçerken yine bir koşturmanın içine girmiştik. Onu bir elime geçirirsem bu sefer hiç iyi şeyler olmayacaktı.
Ne zaman onu yakalayacak gibi olsam Gurur daha hızlı kaçıyordu. “Avukatını değiştireceksin hemen!”
Davacı tarafın durduğu masanın arkasına kendini attığında son anda kurtulmuştu. “Hâkimi duymadın mı, duruşma başladığında avukat değişikliği olmuyormuş.” Dudaklarındaki çarpık gülümsemeyle bakışlarını bana çıkardı. “Yoksa seni mi kıracağım, değiştirirdim.”
Onu yakalamak için sağa doğru atıldığımda hemen masanın diğer tarafına kaçtı. “Bugün beni boşayacaksın!”
“Boşamayacağım ulan!” Masanın diğer tarafında dururken çatık kaşlarının altında bana sinirle bakıyordu. “Sen olsan sende kendini boşamazdın, öyle bir mevzusun.”
“Gurur bak tansiyonum çıktı, n’olursun yorma beni.”
“Farah sen tansiyon hastası değilsin, bunu geç.”
“Bırak artık beni!”
“Kızım bak anlamıyorsun, mümkün olsa bırakmaz mıyım?” O da bu konuda ne yapacağını bilmiyormuş gibi saçlarını sinirle karıştırdı. “Ölüp bitiyorum lan sana, nasıl bırakayım!”
“Lan deme bana.”
“Demeyiz sakin ol.”
Onu yakalamak için tekrar saldırıya geçtiğimde yine masanın diğer tarafına kaçtı. Sinir bozucu bir şekilde küçücük bir masanın etrafında koşturup duruyorduk. “Kaçıp durma bu ayakkabılarla koşamıyorum.”
Yakalanmamak için masayı turlarken, “Topuklu ayakkabı giymek senin neyine,” diye bana çıkıştı. “Ayağını ağrıtıyorsa bizim çocuklara söyleyeyim sana daha rahat bir şeyler getirsinler. Spor ayakkabı ister misin?”
“Evet, lütfen.”
Uyarı niteliğinde bir öksürük sesi duyduğumuzda Gurur’la birbirimizi kovalamayı bırakıp nefes nefese durduk. Salona baktığımızda bizden başka kimse kalmamıştı. Aynı anda başımızı sola çevirince benim gözlerim büyürken, Gurur kısık bir sesle küfretmişti. Hâkim dışarı çıkmamış mıydı?
Sinirli mi yoksa sakin mi, hiç anlamıyorduk çünkü yüz ifadesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bakışları sık sık Gurur’la ikimizin arasında gidip geliyordu. Daha sonra başını iki yana sallayarak kapıya doğru yürüdü. “Bu davayı hiç almamalıydım!” Homurdanarak söylediklerini duymamak mümkün değildi.
Hâkimin arkasından bakarken yavaşça Gurur’a doğru uzanıp fısıltıyla, “Bence bizden nefret etti,” dedim.
Gurur gülerek başını salladı. “Meslek hayatının en unutulmaz davası olacağı kesin.” Bana çıkışı gösterdiğinde kolunu omzuma attı. “Gel gidip bir çay içelim.”
Kolunu sertçe ittiğimde nihayet aklını başına alabildi. Boşanmak üzereyken benimle bu kadar samimi olamazdı. “Farah iki dakika şurada konuşalım.” İtiraz etmeme izin vermeden beni buradaki sandalyelerden birine oturttu. Hiç vazgeçmeyecekti.
Buradan gitmek için tam sandalyeden kalkacaktım ki, Gurur bir anda ayaklarımın önünde diz çökünce neye uğradığımı anlamadım. Bir an yine ayakkabılarımın bağcıklarının çözüldüğünü düşündüm ama ayağımda stiletto ayakkabılar vardı. Bu hareketini neye yormam gerektiğini bilmiyordum, kelimenin tam anlamıyla beni şoke etmişti.
Dizlerinin üzerinde dururken uzanıp elimi tuttu. Elimi iri parmaklarının arasına aldığında teninin sıcaklığını kalbimin en derinlerinde hissediyordum. “Bana karşı bu kadar insafsız olma.”
Çaresizlikten yeşil gözleri hafifçe titrediğinde belki de ilk kez onu bu kadar korku içinde görüyordum. Korkmasının nedeni daha önce beni kaybetmeye hiç bu kadar yaklaşmamasıydı. “Biliyorum boktan bir herifim, her şeyin en kötüsünü hak ediyorum ama seni kaybedemem.”
Başparmağıyla elimin üstünü okşarken başını kaldırıp bir süre yüzümü izledi. Bana her baktığında gördüğü tek şey, her şeyden vazgeçen bir kadındı. “Benden ayrılmaman için ne yapabilirim? Söyle, ne istersen yapacağım yeter ki beni bırakma.” Bunun için adeta bana yalvarıyordu hem de dizlerinin üzerinde. Bu belki başka bir kadını mutlu edebilirdi ama beni kahrediyordu çünkü Gurur’u böyle görmek istemiyordum.
“Gurur gerçekten yapamam.” Boşanmak istememin tek sebebi artık onun yanlışları değildi, kaçıp gitmek istiyordum bu ülkeden. Bunu şimdi yapmazsam bir daha hiç yapamazdım. “Üzgünüm ama bu evlilik bitmeli.”
“Farah bak ayaklarına kapanıp sana yalvarıyorum yapma bunu.” Gözlerinin kenarında kalan o buruk bakış, ayrılığın ağırlığıyla sarsıcı bir ifade kazanıyordu. Gurur’un sesi kısılırken hiç bırakmak istemezcesine elimi daha sıkı tuttu. “Daha ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, söyle onu da yapayım.”
“Gurur lütfen kalk ayağa.” Onu kaldırmak için elimi çekmek istedim ama parmaklarını parmaklarımın arasından geçirerek buna izin vermedi. Boştaki elini kaldırıp yüzüme gelen bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken parmakları bile titriyordu.
İncitmekten korkarcasına elinin tersiyle yanağımı okşarken gözlerimin en derinine bakıyordu. Yüreğinden kopan bir sahiplenmeyle, “Farah’ım…” diye fısıldadığında nabzım öyle bir hızlandı ki nefes alamadım. İlk kez adımın yanına sahiplenme eki getirmişti. “Benim güzel ve nazlı karım, bırak şu inadı da evimize gidelim.”
Gurur içimde kopan fırtınalardan habersiz parmaklarının tersiyle yanağımı okşamaya devam ederken, “Anlamıyorsun artık konu sadece sen değilsin,” dedim sakince. Önce başımı geriye çekip elinin temasından kurtuldum, hemen ardından da sandalyeden kalkarak ondan uzaklaştım. “Ne yaparsan yap bu konudaki kararım değişmeyecek.” Onu bırakıp kapıya doğru yürüdüm. “Bugün bu boşanma gerçekleşecek.”
Verdiğim karardan dönmeye niyetim yoktu.
Yorumlar