Roman
  • 01/12/2025

46-VEDALAR HÜZÜNLÜDÜR

Sorun hiçbir zaman tek bir kişide veya tek taraflı olmazdı. Bu boşanma kararımın tek nedeni Gurur değildi, herkes öyle sanıyordu ama aslında öyle değildi. Boşanmayı istememin asıl nedeni buradaki tüm köklerimi koparmaktı. Geç de olsa bir şeyi fark etmiştim, evli kaldığım sürece buradan hiçbir yere gidemeyecektim. Bu olduğunda kendim için değil, başkaları için yaşamaya devam edecektim. Bu sebeple artık geri adım atamazdım.

Duruşmaya ara verdiğimizde bile Gurur beni kararımdan vazgeçirtememişti. Mahkeme kaldığı yerden devam ediyordu, hâkim tüm meramımı sonuna kadar dinlemişti. Gurur sürekli araya girse de bir şekilde verdiğim ifadeyi tamamlamıştım. Hâkim bakışlarını benden çekerek gözlerini Gurur’a dikti. “Davalı taraf söyleyecek bir şeyiniz var mı?”

Gurur başını ağır ağır sallayarak ayağa kalktı. Bunu yaparken ceketini çıkarmamak için kendini zor tutuyordu. Salonun içi serindi ama o sanki yanıyordu. Küçük bir ceket vücut ısısını arşa çıkarmış gibi şakaklarından süzülen ter damlacıkları boynuna doğru ince bir yol çiziyordu. “Beni karımdan ayırırsanız hayatımdaki güzel olan tek şeyi benden alırsınız.” İlk kez Gurur’un sert bakışlarında birinden medet ummak vardı. Medet umduğu tek kişi aramızdaki tüm bağı kopartacak bir hâkimdi.

Derin ama boğucu nefesler alarak başıyla benim bulunduğum yeri hâkime gösterdi. “Onun kocası olmak elimde kalan tek iyi şey.” İçten gelen sesi o kadar kısık çıkıyordu ki, o gür sesinden eser kalmamıştı. Beni alıp bu salondan çıkartmadıkça sanki vücudundaki tüm güç tükeniyordu.

Hâkimin karşısında dimdik dururken geniş omuzları konuşamayacak kadar ağır, bakışları ise yaşadıklarının serzenişiyle kıvranıyordu. Bu salondaki herkesin onu duymasını zerre kadar umursamadan iç çekti. “Farah’tan önce bir hiç olduğumun farkında bile değildim.”

“Monotonlaşan bir hayatın içinde savrulurken tüm kadınları birbirinin aynısı sanıyordum.” Omuzlarını hafifçe silkerek hissiz bir şekilde güldü. “Bu yüzden birini bile tanımak için hiç çaba sarfetmedim.”

“Sonra onu gördüm…” Başını çevirip omzunun üzerinden bana baktığında kemiklerime kadar titredim. Onun tek bir bakışında ne kadar etkilendiğimi ondan saklamaya çalışıyordum. Gurur beni izlerken bakışları açık saçlarımda oyalandı. Her bir teline dokunmayı ister gibi parmakları hareket etti ama yumruğunu sıkarak kendine engel oldu. “Onu ilk gördüğümde saçlarını bir kalemle tutturarak dağınık topuz yapmıştı.”

Bakışları yavaşça kayarak gözlerimi bulduğunda belli belirsiz tebessüm ettiğinin farkında değildi. “Gözlerinde siyah çerçeveli tuhaf bir gözlük vardı, üzerinde ise rahat ama bir davette giyilmeyecek salaş kıyafetler… Ayağında ise beyaz spor ayakkabıları vardı.”

Gözlerini yavaşça bedenimden kaydırarak ayaklarıma bakınca tebessüm etti. “Bakmayın böyle alımlı giyinip topuklu ayakkabılarla buraya geldiğine, o rahat kıyafetlerin kadını.”

Nefesini sesli bir şekilde verip hâkime döndüğünde yüz ifadesi biraz gevşemişti. “Onu ilk kez bir köşkün arka bahçesinde gördüm. Davette gördüğüm o kadınlardan çok farklıydı, bizde yalan yok,” diyerek yine omuzlarını kaldırıp indirdi. “Gözüme bir çocuk gibi göründü, sanki dersi kaynatıp ait olmadığı bir yere gelmiş gibiydi.”

Hafifçe öne eğildiğinde beden dili onun yerine her şeyi söylüyordu. Sırtı kıvrılınca çenesi hafif boynuna doğru eğildi. Sonra birkaç kez derin derin nefesler alıp başını kaldırarak gözlerini yeniden hâkime dikti. “Yüzüğün çoktan sahibini bulduğunu bilmeden ona ait olmayan bir yüzüğü parmağına taktığı için tedirgindi.”

Geçmiş gözlerinin önünde beliriyormuş gibi bakışları buruklaşmıştı. “Öylesine ürkmüş ve kırılgan görünüyordu ki o esnada tek düşündüğüm onu korkutmamaktı.” Alay eder gibi gülüp hâkime kendini gösterdi. “Oysaki en iyi yaptığım şey birilerini korkutmaktı ama hayatımda ilk kez birini ürkütmekten çekindim.”

“Çünkü o esnada benim için bir çocuktan farkı yoktu ve çocuklar benim zayıf noktam.” Belki de ilk kez mahkemeye ve hâkime karşı dürüst davranarak başını yavaşça salladı. “Sonra istemediğimiz birçok şey yaşandı ve onunla evlendim.” Arada yaşanan o şeylerin nişanlısının ölüm haberi olduğunu ve beni kaçırarak evlendiğini es geçmişti. Söylediklerinden dürüst olabilirdi ama hâkimin bilmesi gereken önemli detayları es geçiyordu.

“Çoğu zaman ilaçlarımı kullanmaktan bile nefret ederim ya da kullanmayı unuturum.” Gurur boğazı kurumuş gibi yutkunduktan sonra sesini güçlükle buldu. “Farah’la evlendikten sonra o ilaçları bir kez bile aksatmadım, bunun için telefonumda hep alarm kuruyordum. Ona zarar vermemek için beni bir serseme çeviren o ilaçları avuç avuç kullanıyordum.” Bunu yaptığına birden fazla kez tanık olduğum için itiraz edecek bir şey bulamadım.

Kendisiyle dalga geçer gibi yapmacık bir şekilde güldü. “Ben bir şeylerin takibini yapmayacak kadar üşengeç ve tembel bir adamdım.” Beden dili bir labirentin haritasına dönüştüğünde sanki kaybolmuştu ve bir türlü bana çıkan yolu bulamıyordu.

“Karım o kadar naif, kırılgan ve nazlıydı ki benim gibi bir adama çok ters biriydi ve hala da öyle.” Doğrudan hâkime bakıp omuzlarını düşürdü. “İnsan böyle bir kadına öte git demeye bile korkuyor çünkü nazlı güller gibi hemen boynunu büküyor.”

Dudaklarının kıyısında geçmişin büklü hatıraları asılı kaldığında Gurur’un gözleri o eski günlere duyduğu özlemle kavruldu. “Her şeyiyle bir çocuktu ya da o öyle davranmayı çok iyi biliyordu. Bilgisiz hareketleriyle beni ayakta uyuttuğu için ilk başlarda istesem de onu bir kadın olarak göremedim.”

“Karımla ne zaman yan yana gelsem kendimi bir çocuk bakıcısı gibi hissediyordum ama bundan hiç gocunmuyordum.” Güldü. “Çocuk bakmakta da iyiyimdir,” deyince beni çocuk gibi gördüğü o yılları hatırlayıp homurdanmaya başladım. Bu kısımları es geçemiyor muyuz?

“Sonra bu Nemrudun Kızı bana büyü yaptı.” Ona bir kara büyü yaptığımdan eminmiş gibi beni hâkime şikâyet etmesine hayret ettim. Kaşlarını belli belirsiz çattığında bir şeyin cevabını ister gibi hâkimden hesap sormaya başladı. “Onu bir çocuk gibi görürken hangi ara bu kıza sevdalandım? Bana bunun yanıtını verebilir misiniz?”

Bir konuda ricacı olarak çıldırttığı hâkimin gözlerine bakıp ona beni gösterdi. “İlla beni boşayacaksa o zaman söyleyin ona, önce yaptığı büyüyü bozsun!”

“İtiraz ediyorum, hâkim bey!” diyerek ayağa kalktım. “Ben kimseye büyü yapmadım, nasıl yapıldığını da bilmem.”

“Ulan biz Karadenizlilerin büyüyle muskayla hiç işi olmaz!” Gurur kaşlarını çattığında suçlayıcı bakışlarının hedefinde ben vardım. “Belli ki bu sizin işiniz.”

Ona saldırmamak için kollarımı göğsümden birleştirdiğimde ters bakışlarımı bu hayvandan çekmiyordum. “Biz Doğuluların işi gücü yok oturup sana büyü mü yapacağız?”

Hâkim çılgına dönerek tokmağını kürsüye yine geçirince yerimde sıçradım. Çatık kaşlarla bana sandalyemi gösterip bilmem kaçıncı uyarısını geçti. “Davacı taraf size söz hakkı verilmeden konuşmayınız!”

“Bağırma lan karıma!” Gurur’un sert sesi salonda bomba etkisi yarattığında hızla ona döndüm. Yüksek seslere olan hassasiyetimi bu sefer unutmadığı için çatık kaşlarla hâkime bakıyordu. Bu refleksle yaptığı bir şeydi ama kaderinin hâkimin iki dudağının arasında olduğunu hatırlayınca kısık bir sesle küfretti. Onu kızdırırsa bizi tek bir celsede boşardı.

Gurur birkaç kez yalandan öksürüp boğazını temizleyerek kendine çekidüzen vermeye çalıştı. Daha sonra sert bakışlarını daha insancıl bir ifadeye koyup hâkime döndü. Oldukça kibar bir sesle, “Bağırmayınız karıma,” diyerek az önceki sert çıkışını toparlamaya çalıştı. “Karım yüksek seslerden korkuyor.”

Hâkim ne yaşadığını bir türlü anlamıyormuş gibi bir süre avukatlarla bakıştı. Yüzünde bıkkınlık akarken başını çevirip kinayeli bir sesle, “Burada sık sık sesi yükselen tek kişi siz ve karınız,” dedi. “Söyleyeceklerinizi hızlı ve kısa cümlelerle beyan edin de bu işkence hepimiz için son bulsun.”

“Bir hâkimin ilgilendiği bir davayı işkence olarak adlandırması ne kadar doğru?” diye homurdandığımda sesimin kısık çıktığına çok emindim ama hâkim beni duymuş olmalı ki yüzünü ovuşturdu. “Sizi bir daha uyarmayacağım davacı taraf.”

“Farah deyin lütfen.”

Gurur kendini tutamayıp güldü. “Siz onun kusuruna bakmayın,” diyerek eğlenen bakışlarını hâkime çıkardı. “Karım her zaman bu kadar ukala değildir.”

“Sayın hâkim, bu herif bana ukala dedi, bu da kayda geçiyor mu?”

“Davacı taraf dışarı çıkın!” Hâkim tokmağını sertçe kürsüye vurup bana kapıyı gösterdi. “Dışarı! Ben tekrar çağırana kadar gelmiyorsunuz.”

Dışarı mı çıkacaktım? Okul hayatım boyunca bir kez bile sınıftan dışarı atılmamıştım çünkü çok uslu bir öğrenciydim. Mahkeme bir karara bağlanmadıkça kontrolümü kaybettiğim için kovulmuştum. Kısık bir sesle söylenerek ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Gurur izin isteyen öğrenciler gibi elini yukarı kaldırıp, “Bende dışarı çıkabilir miyim?” diye sorduğunda çok şapşal görünüyordu. “Karım olmayınca ne işim var benim burada?”

“Henüz beyanınız bitmedi, siz kalıyorsunuz!” Hâkim soğuk terler döküyormuş gibi masasındaki suya uzandığında mikrofonunun açık olduğunu unutmuştu. “Acaba yaş ortalamaları kaç bunların, on mu?”

Annem kendini tutamayıp güldü. “İkisi yan yana geldiğinde beyin yaşları düşüyor.”

“Sizde çıkın.” Annemde sürekli konuşup durduğu için hâkim ona da kapıyı gösterdi. “Dışarı lütfen.” Sırıtarak annemin bozulan suratına bakıyordum. En azından bu utancı tek başıma yaşamayacaktım.

Annemle ikimiz dışarı çıkıp koridorda beklemeye başladık. Gurur içeride benim hakkımda neler anlatıyordu ya da kendini nasıl aklıyordu, hiç bilmiyordum. Annemle birbirimizi izlerken son zamanlarda ona karşı değişen tavrımı sezdiği için bana doğru yürüdü. “Bir konuda seni üzdüm veya kırdım mı?”

“Bunu nereden çıkardın?” demiştim ki daha fazla kendimi tutamayıp, “Evet,” dedim birdenbire. “Çoğu zaman bana kendimi kötü hissettiriyorsun.”

Her şeyi içimde yaşayan biri olduğum için hiçbir zaman canım yandığında bunu sesli söyleyemezdim. Annem beklemediği bu çıkışla yutkunduğunda siyah irisleri hafifçe büyümüştü. “Hangi konularda sana kötü hissettiriyorum?”

“Anne neredeyse her konuda.” Bugünden sonra çekip gidecektim ama bunu yapmadan önce bence bunları bilmesi gerekiyordu. Karşısında durduğumda kıvranan bakışlarımda anlaşılmak isteyen birinin çırpınışları vardı. “Biliyorum senin mizacın böyle ama ben tam tersin bir karaktere sahibim. Duygusal ve kırılgan biriyim.”

Önce bakışlarımı kaçırdım ama daha sonra cesaretimi toplayarak gözlerinin içine baktım. “Her konuda beni zorbalayıp eleştirmen beni daha güçlü biri yapmıyor, aksine kendimi değersiz görmeme neden oluyor.” Gözlerimin ardı sızladığında içimde biriken hüzne rağmen kırgınca gülümsedim. “Bazen bana kızın olmaya bile layık değilmişim gibi hissettiriyorsun.”

Koridordaki oksijen sıfıra düştüğünde annemin tüm bedeni ürperdi. Güzel yüzünde bariz bir değişim yaşandığında ten rengi soluklaştı. “Farah…” diye mırıldanarak sertçe yutkundu. Kocaman açılan gözlerinde öylesine bir şaşkınlık vardı ki onu gerçek anlamda sarstığımı görebiliyordum. “Bunu bana daha önce neden söylemedin?”

Güzel yüzü acıyla yoğrulduğunda birkaç saniyeliğine gözlerini kapatıp açmıştı. “Sana böyle hissettirdiğimi hiç bilmiyordum.” Şu zamana kadar ki tüm eleştirilerini düşündükçe daha çok pişman oldu çünkü öyle anlarda üzüldüğümü hiç anlamamıştı.

Duygularımı ona yansıtmadığım için küçük bir sözüyle bile kalbimi ne kadar kırdığını ve kendimi değersiz görmeme neden olduğunu anlayamamıştı. “Çok özür dilerim.” Gözlerinde yer edinen yaşların biri bile yüzüne düşmedi ama titreyen sesi ağlamaklıydı. “Ben kimsenin sözlü saldırılarından etkilenmediğim için kızımın da benim gibi olduğunu düşünüyordum.”

Elimi tutmak için bana doğru uzandı. “Keşke bana bunları daha önce söyleseydin bundan sonra daha dikkatli olurum.” Tam elimi tutmasına izin verecektim ki aklıma gelen şeyin dehşetiyle hemen ondan uzaklaştım. “Anne eğer Gurur’un tanıklarından biriysen bu sefer yemin ederim mahkemeye başvururum. Kimliğimde anne kısmına Elmas annenin adını yazdırırım görürsün!”

Elmas annenin adını duymaya bile katlanamadığı için aramızdaki duygusallık bir anda son bulmuştu. Sinirlenerek kafama vurduğunda kızgın bakışları beni parçalamak ister gibiydi. “Şu kadına anne deyip durma!” Kafamı gerçek anlamda kırmak ister gibi ikinci kez sertçe aynı yere vurdu. “Senin tek annen benim!”

Kafamı tutarak ondan uzaklaştığımda aramızdaki mesafeye güveniyordum. “Sen hele bir Gurur’un tanığı ol, gör bak bende nasıl diğer annemin kızı oluyorum.”

Kan beynine sıçramış olmalı ki yaptırdığı botokslara rağmen kaşlarını çatabildi. İşaret parmağını bana doğru sallarken her an ayakkabısını çıkartıp sivri topuğuyla beynimi delebilirdi. “Senin ikinci bir annen yok, anla artık bunu! Ben senin gibi işe yaramaz bir ördeğin annesi oluyorsam, sende benden şikâyet edemezsin!”

“Bak yine aynı şeyi yapıyorsun, hani artık beni zorbalamayacaktın?”

“Elmas’tan bahsederek kendin kaşındın!”

“Anne karşı tarafın tanığı mısın, onu söyle?”

“Ay çıldıracağım hala bana bunu soruyor!” Eğilip ayağındaki ayakkabıyı çıkartınca hemen kaçmaya başladım. Annem sinirlenerek arkamdan ayakkabısını fırlatırken, “Her konuda kendini aşmış sıra dışı bir kadın olabilirim ama damadım için kızımı ezecek kadar çıldırmadım!” diye bağırdı. “Elmas’ın kızı olmak istediğini bilseydim dün Gurur beni aradığında onun tanığı olmayı kabul ederdim!”

Arkamdan fırlattığı ayakkabı yüzünden istesem de fazla uzağa kaçamadım. Ayakkabısı kafamın arkasına pat diye çarpınca acıyla inleyerek durdum. “Bir kere de ıskala be kadın, bir kere de ıskala.” Çocukluğumdan beri arkamdan bir şeyler fırlatıp duruyordu ama bir tanesi bile ıska değildi.

Yerdeki ayakkabısını alıp ona doğru yürüdüğümde kızgın gözlerle ters ters bana bakıyordu. “Bana şöyle bakmaz mısın?” Gurur’un tanığı olmadığını öğrendiğim için hemen yelkenleri suya indirmiştim. “Zaten senden hiç şüphelenmemiştim.” Şüpheli listemin başında yer aldığını ona söylemedim. Onda bu potansiyeli görmem benim suçum değildi.

Yanına gidip tam karşısında diz çöktüm. Hep yaptığım gibi çıplak ayağını dizimin üstüne koyup hafifçe okşadım. “Kurban olurum ayağı bile çok güzel,” diye ona yağ çektiğimde sinirden çıkan gülüşünü duydum. “Kocanın safına geçmeyeyim diye şirinlik yaptığını iyi biliyorum.”

Ayakkabısını ona giydirerek ayağa kalktım. Tam karşısında durduğumda elini avucumun arasına alıp, “Anne,” diye fısıldadım. “Gurur’un tanığı olmayı kabul etmediğin için teşekkür ederim.” Başımı eğip elinin üstüne küçük bir öpücük kondurdum. “Bu beni çok üzerdi.”

Annem bana iyice yaklaşıp yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimin en derinine yoğun bir sevgiyle bakarken parmak uçlarıyla yanaklarımı hafifçe okşuyordu. “Bu dünyada hiç kimse senin kadar değerli değil, Farah.” Omuz silkerek belli belirsiz gülümsedi. “En azından benim için bu böyle.”

Annemin yumuşak sesi soğuk duvarların arasından sızıp kalbime ulaştığında pür dikkat beni izliyordu. “Ben senin gibi ince düşünen biri değilim, Farah dilim ve kalbim hiçbir zaman aynı şeyi söylemez.” Beni kollarının arasına çekilip sarılınca, anladım ki kaç yaşına gelirsem geleyim bir yanım hala annesinin o küçük kızı olacaktı.

“Dilim sana kızar ama kalbim kıyamaz, Farah.” Önce saçlarımın kokusunu içine çekti, daha sonra da başımın üstüne küçük bir öpücük kondurdu. “Biz insanlar müneccim değiliz, bazen birini kırdığımızın farkında olmayız. Böyle anlarda susmak yerine üzüldüğün konuları söylemelisin.” Onun göğsüne sokulduğumda anlaşılmaz bir mırıltıyla bundan sonra böyle yapacağımı onayladım.

Annemle biraz daha dışarıda kaldık. Gurur’un anlatacakları bitmiş olmalı ki hâkim bu cezanın benim için yeterli olacağını düşündü. Mübaşir bizi yeniden içeri çağırınca avukatımın yanındaki yerimi aldım. Neler olduğunu anlamak için avukatıma baktığımda sıkıntıyla bana Gurur’u gösterdi. “Sizi sevdiğine buradaki herkesi ikna etti.” Gurur’un sevgisinden zaten hiç şüphem yoktu ama sevgi tek başına bir şeyleri kurtarmaya yetmiyordu.

Hâkimi kaybetmeye yakın olmalıyız ki avukatım kısık bir sesle, “Tanıkları çağırmalıyız,” dedi. Ne gerekiyorsa yapmasını istediğim için başımı sallamakla yetindim.

Avukatım öne çıkıp, “Sayın hâkim,” diyerek son derece saygılı bir şekilde konuşmaya başladı. “Müvekkilim tanıklarının dinlenmesini beyan ediyor.”

Hâkim küçük bir baş hareketiyle buna izin verince mübaşir dışarı çıktı. İki tanığımda henüz gelmediği için çok endişeliydim. Asaf ve diğer tanığım eğer bugün buraya gelmezse bu davayı kazanmak için hiç şansım kalmazdı. İçeri giren Asaf’ı görünce nasıl rahatladığımı anlatamam. Gurur onu gördüğüne hiç şaşırmamış gibi yüzünü buruşturmakla yetindi. Bugün buraya çıkartacağım isimlerden birinin Asaf olduğunu zaten tahmin ediyordu.

Asaf tanık kürsüsüne geçtiğinde hâkim duruşmanın kalan kısmını açtı. “Duruşma kaldığı yerden devam ediyor. Bugünkü oturumda davacı tarafın tanıklarının dinlenmesiyle başlayacağız.” Bunları söylerken biraz sakinleşmiş görünüyordu ama tekrar ne zaman çıldıracağı hiç belli olmazdı. Gerçi Gurur ile ikimiz konuşmadığımız sürece bu adam hep sakindi.

Hâkim salondakilere protokolü hatırlatırken bakışları sık sık Gurur ile ikimizin üzerinden gidip geliyordu. “Tanık dinlenirken ilgili taraflardan mahkeme düzenine uymalarını rica ediyorum. Avukatlarınızın sorgulamalarına müdahale etmeyiniz.” Bunları söylerken o kadar kişinin içinde yalnızca bize bakması çok sinir bozucuydu.

Stenograf takır takır her şeyi yazdığı için daktilodan gelen sesler kulak tırmalıyordu. Her şey prosedüre uygun ilerlediği için mübaşir boğazını temizleyerek lafa girdi. “Tanık, yemin etmek üzere lütfen elinizi kaldırınız.” Bunları söylerken gözlerini Asaf’tan ayırmıyordu. “Mahkeme huzurunda sadece doğruları söyleyeceğinize, bilginiz olmadığı konularda tahmin yürütmeyeceğinize dair yemin eder misiniz?”

“Evet.” Asaf dimdik bir şekilde dururken başını küçük bir açıyla salladı. “Yemin ederim.”

Ondan aldığı cevapla mübaşir hâkime dönüp, “Yemin edildi,” diye ilan edince Asaf’tan tanık kürsüsünde duran mikrofona yaklaşmasını istediler. Avukatım Yücel Bey ayağa kalkıp Asaf’a doğru yürüdü. “Tanık, kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Müvekkilimle ilişkiniz nedir ve ne zamandır tanışıyorsunuz?”

“Asaf Bolatlı.” Kendiyle ilgili sadece isim ve soyadını belirtip kısa bir an göz ucuyla bana baktı. Daha sonra yeniden onu sorgulayan avukatıma döndüğünde hiç gergin görünmüyordu. “Farah’la iki yakın dostun çocuklarıyız, bu yüzden onu yıllardır tanıyorum.” Ben ve Gurur’un aksine kısa ve net cümleler kuruyordu.

Yücel Bey onaylayan mırıltılar çıkartarak başını yavaşça salladı. Hemen ardından ona Gurur’u gösterdi. “Davacı tarafı tanıyor musunuz? Cevabınız evetse nerede ve ne zamandır tanıdığınızı belirtin lütfen.”

Asaf’ın alaycı bakışları Gurur’a kaydığında onun sinirli suratını görmek bile keyfini yerine getiriyordu. Hiçbir neden olmasa dahi sadece Gurur’u kızdırmak için bile buraya çıkabilirdi. “Kendileriyle eski arkadaşız, bu yüzden onu iyi tanırım.”

Gurur’un avukatı söz alarak ayağa kalkıp Asaf’a bir soru yöneltti. “Müvekkilimle hala görüşüyor musunuz?”

“Hayır, uzun zamandır görüşmüyoruz.”

Birsen denen bu kadının ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum ama Asaf’a yeni bir soru yöneltti. “Yani dostluğunuzu bitirdiniz, bundan kaynaklı müvekkilime bir düşmanlık beslemediğinizi ve verdiğiniz ifadenin doğruluğundan nasıl emin olacağız?”

“İtiraz ediyorum, sayın hâkim.” Avukatım araya girerek kaşlarını belli belirsiz çattı. “Avukat hanım varsayımlarda bulunmamalı.”

“Kabul edildi.” Hâkim uyaran gözlerle karşı tarafın avukatına bakıp gereken müdahaleyi yaptı. “Varsayımlar üzerine konuşmayınız.”

Sabah evlerinde ne yaşandıysa kadın benim avukatıma tersçe bakıp sustu. Gurur’un yaptığı da iş değildi, o kadar avukatın içinde özellikle benim avukatımın karısını tutmuştu. Avukatım tanığın güvenirliğini ve tüm olaylara vakıf olduğunu özellikle belirttikten sonra asıl sorulara geçti. “Bu evliliğin hangi şartlarda gerçekleştiği konusunda ne biliyorsunuz? Davacı kendi rızasıyla mı evlendi yoksa baskı altında mıydı?” diye sordu. “Bu konuda gördüğünüz veya duyduğunuz şeyler var mı?”

Gurur’un ona iyice bilenmesini umursamadan Asaf başını düz tuttu. “Farah’ın babası ve Gurur arasındaki düşmanlığı bilmeyen yoktur. Eski nişanlısının Ümit yüzünden öldüğünü düşündüğü için onun kızını, yani Farah’ı kaçırıp zorla onunla evlendi.” Onun söyledikleriyle Gurur’un yumruğunu sıktığını gördüm. O yumruğu Asaf’ın suratına geçirmemek için kendini zor tutuyordu.

“Tanığa bir sorum var.” Birsen Hanım yerinden kalkıp ölçülü bakışlarını yeniden Asaf’a dikti. “Nikahın kıyıldığı gün orada mıydınız?” Asaf başını iki yana salladığında kadın omuzlarını hafifçe dikleştirdi. “Tanık, size yöneltilen sorulara sesli cevaplar verin lütfen.”

“Hayır.” Asaf her konuda dürüst bir adam olduğu için yalanla dolanla işi olmazdı. “İkisi evlenirken orada değildim.”

Birsen Hanım’ın dudaklarının kenarında küçük bir kıvrılma meydana geldiğinde başımızın belada olduğunu anladım. “O halde bu evliliğin karşılıklı rızaya dayanmadığını nasıl iddia edebilirsiniz?”

“Gördüğüm ve duyduğum şeylerden bahsediyorum.” Asaf tek kaşını yukarı kaldırdığında alaycı gözlerle kadına baktı. “Burada olma amacım tam olarak bu değil mi? Bizzat tanık olmasam da doğru bildiğim şeyleri savunmak?”

Karşı tarafın avukatı Asaf’a sırtını dönerek, “Sayın hâkim, mahkemeye evliliğin gerçekleştiği güne dair bir kanıt sunmak istiyoruz,” diyerek beni afallattı. Hangi kanıttan bahsediyordu? Allah aşkına biri şu kadını alsın oradan!

Hâkim kanıtın sunulmasını kabul edince Birsen Hanım çantasından bazı fotoğraflar çıkartıp mübaşire verdi. Mübaşir tüm o fotoğrafları sırasıyla projeksiyona yansıtınca gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi olmuştu. “Yok artık!” İlk fotoğraf nikahımız kıyıldıktan hemen sonra çekilen o fotoğraftı. Üzerimde beyaz bir elbise varken Gurur’un beni boynumdan öptüğü o malum fotoğraf.

Kaşlarımı çatarak Gurur’a baktığımda arkasına yaslanıp sırıtarak beni izliyordu. Adi herif hiçbir işini şansa bırakmamıştı. Avukatı Birsen Hanım öne çıkıp kumandayı alarak görüntüyü biraz yaklaştırdı. “Sayın hâkim ve değerli katılımcılar…” diyerek salona ithafen konuştu. “Bu görüntüye iyi bakmanızı istiyorum.”

Avukat görüntüyü biraz daha yaklaştırıp yüzümün olduğu kısmı öne çıkardı. Ali öyle bir fotoğraf çekmiş ki yüzüm kabak gibi ortadaydı. “Bu nikahtan hemen sonra çekilen bir fotoğraf. Sizce davacı taraf baskı altında veya bu evliliğe zorlanmış görünüyor mu?” Şu kadını bu kadar kızdırdığı için avukatımı parçalayacaktım!

Bu fotoğrafta Gurur beni ilk kez öptüğü için gözlerim irileşmişti ve yanaklarım kızarmıştı. Birsen Hanım bu detaylara değinerek canımı sıkmaya devam etti. “Davacı tarafın ifadesi şaşkın ve utangaç ama sinirli veya rahatsız olmuş gibi değil. Üstelik bu fotoğrafta müvekkilimi itecek veya kendinden uzaklaştıracak herhangi bir harekette bulunmuyor.”

“Çünkü şoktaydım!” diyerek ayağa fırladım. “Savunduğunuz o herif beni babamı öldürmekle tehdit ettiği için o deftere imza attım.”

“Demek öyle.” Birsen Hanım sakince bana döndüğünde gözlerinde şeytani bir parıltı vardı. “Hâkim karşısında beyanınızı belirtirken müvekkilimin sizi kaçırıp zorla evlendiğini ve rızanız dışında alıkoyduğunu iddia ettiniz. Bunu onaylıyor musunuz?”

Başımı salladığımda kadın elindeki kumandaya basarak sıradaki fotoğrafa geçip beni dumura uğrattı. Bu fotoğrafta kulübeyi temizliyordum. Allah aşkına kim çekmişti bunları? Birsen Hanım ikinci fotoğrafı gösterip sinsi bakışlarıyla beni köşeye sıkıştırmayı sürdürdü. “Kaçırıldığınızı iddia ettiğiniz bir yeri neden temizleme gereği duydunuz?” Alaycı bir tutumla kaşları havalandı. “Yoksa bunu yapmaya zorlandınız mı?”

“Hayır,” dedim bezgince. “Sadece ben fazla temiz bir insanım ve leş gibi bir yerde yaşayamıyorum.”

“Kaçırıldığınızı iddia ettiğiniz bir yerde temizlik yapacak kadar özgür müydünüz?”

“İtiraz ediyorum!” Yücel Bey araya girerek karısına müdahale etmeye çalıştı. “Doğrudan müvekkilime bir şeyler soracak hakka sahip değilsiniz.”

Kadın bugün kocasını bu salona gömmeye yemin etmiş gibi sırıttı. Son derece saygılı bir şekilde hâkime dönüp beni sorgulamak için gereken izni ondan istedi. “Sınırı geçmemek şartıyla davacı tarafa birkaç soru sormama müsaade edin lütfen.”

Hâkim başını sallayarak ona gereken izni verince bu deccal kadın sıradaki fotoğrafa geçti. Bu fotoğrafta da Gurur’la bir ağacın altında piknik yapıyorduk. Birsen Hanım, Gurur’un derleyip bulduğu tüm bu fotoğrafları başta ailem olmak üzere buradaki herkese gösterip bana döndü. “Sizi kaçırdığını ve sizinle zorla evlendiğini iddia ettiğiniz biriyle piknik yapmanız ne büyük çelişki.” Allah kahretsin, bu fotoğraflardan sonra artık kimseye zorla evlendiğimizi kanıtlayamazdım.

Kadın işini çok iyi yaptığı için kendimi savunacak tek kelime edemedim. Yaptığım tek şey öldürücü gözlerle avukatıma bakıp, “Bir davaya girmeden önce karını bu kadar kızdırma!” demek olmuştu. “Sizin yüzünüzden burada bazı insanlar mağdur oluyor. Mesela ben!”

Avukatım yanımdaki sandalyeye oturduğunda sinirden yüzü kıpkırmızıydı. “Bana bu fotoğraflardan hiç bahsetmemiştiniz.”

“Sizde bana karınızın bir avukat olduğundan hiç bahsetmemiştiniz.” Ayrıca birinin o kulübede tüm fotoğraflarımı çektiğini nereden bilebilirdim ki. Bu Ali’nin işi değilse bende hiçbir şey bilmiyordum.

Ne yazık ki fotoğraflar yüzünden Asaf’ın tanıklığı pek işime yaramadı. Birsen Hanım elde ettiği avantajı iyi kullanarak kendi tanıklarını kürsüye çıkardı. Barbaros’u görünce kendimi tutamayıp sinirden homurdandım. “Bozacının şahidi şıracı.” Bu adam Gurur’la müttefikti, tabii ki bana karşı birleşeceklerdi.

Asaf’ın ettiği tüm yeminleri Barbaros’ta yapmıştı. Gurur’la yakınlık derecesi sorulduğunda kısacası, “İş ortağım,” diyerek belirtti. Birsen Hanım ona beni gösterip, “Davacı tarafla yakınlık dereceniz nedir?” diye sordu.

En az Gurur kadar Barbaros’ta dersini iyi çalışarak buraya gelmişti. Avukatın sorusuna cevap vermeden önce duruşmayı izleyen insanlara döndü. Gözleri Zaza’yı bulduğunda dudağının köşesi yavaşça kıvrıldı. “Davacı tarafın eniştesiyim,” diyerek hepimizi dehşete düşürdü. “Kuzeniyle nişanlıyız.” Anlamadım?

“Ne diyorsun lan sen!” Zaza oturduğu yerden ayağa fırladığında bir an eli yine sırtının arkasına uzanmıştı. Silahını yanına almadığını hatırlayıp kendine küfrederek kızgın bakışlarını Barbaros’a dikti. “Çarpılacaksın piç herif, bari ettiğin yemine saygın olsun!”

Barbaros ona verdiği rahatsızlıktan büyük bir haz alarak hâkime döndü. “Gördüğünüz gibi aramızda oldukça ateşli bir ilişki var,” dediğinde Gurur gülmemek için yanaklarının içini dişliyordu. Bazı konularda ikisi de hiç kural tanımıyordu.

“Yalan!” Zaza kontrolden çıkıp ileri atıldı ama Kılıç ve İskender onun kollarını tutarak Barbaros’a ulaşmasına engel oldu. Kendini onlardan kurtarmaya çalışırken sinirden çenesini sıkıyordu. “Madem nişanlıyız neden yüzük takmıyoruz?”

Barbaros o yüzüğü nereden buldu, hiç bilmiyorum ama elini kaldırıp parmağındaki alyansı herkese gösterdi. “Zahide benim yüzüğü burada.” Ustaca bir rol sergileyip Zaza’nın parmağına bakarak üzülmüş gibi dudaklarını büktü. “Bana her kızdığında yüzüğünü çıkarmamalısın sevgilim.”

Vücudundaki tüm kan Zaza’nın yüzünde toplandığında güzel suratı kıpkırmızı kesilmişti. Barbaros’a kapıyı gösterip intikam yeminleri edercesine dişlerini sıktı. “Bunun bir de sonrası var piç kurusu!”

Barbaros bu tehdidi müstehcen bir imaymış gibi gösterip sırıttı. “Daha şimdiden sabırsızlanmaya başladım.”

Zaza tam bir şey söyleyecekti ki hâkim tokmağını kürsüye vurup kaşlarını çattı. “Dışarıdan müdahale etmeyiniz!”

“İtirazım var, sayın hâkim!” Bu sefer müdahale eden bendim. Ona Barbaros’u gösterip burada dönen saçmalığa karşı çıktım. “Bu adam benim eniştem değil.”

Gurur ne kadar eğlendiğini saklama gereğine girmeden güldü. “O senin enişten, konuşup durma oradan.”

“Eniştem değil!”

Beni delirtmeye yemin etmişler gibi Barbaros sahte bir alınganlıkla, “Aşk olsun baldız,” diyerek suratını astı. “Daha dün enişte diyerek yanımdan ayrılmıyordun.” Zaza’ya gerek kalmadan bu düzenbaz herifi ben kurşuna dizecektim.

Karşı çıkmaya hazırlandığım esnada hâkim bezgin bakışlarını bana dikip, “Size söz hakkı verilmeden konuşmayınız,” diyerek yine beni uyardı. “Aksi taktirde sizi tekrar dışarı atmak zorunda kalacağım.” Dudaklarımı birbirine bastırarak hemen sustum. Bu konuda şakasının olmadığını artık biliyordum.

Karşı tarafın avukatı giriş cümlelerinden sonra Barbaros’a bir soru yöneltti. “Davalı ve davacı taraf arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?”

Barbaros tüm bu sorulara önceden çalışmış gibi rahattı. Eğer hâkimin karşısında olmasaydı bir elini cebine koyup ukala bir tavır sergileyebilirdi. Ancak Gurur’a bu davayı kazandırmak istediği için gevşekçe hareketlerden kaçınıyordu. “İkisi dinamiği en yüksek çiftlerden biri.” Acaba bizi kaç kez yan yana gördü de konuşuyordu?

Birsen Hanım duymak istediği şeylerin memnuniyetiyle ona Gurur’u gösterdi. “Ortağınızın karısına fiziksel veya psikolojik şiddet uyguladığına hiç tanık oldunuz mu?”

“Katiyen.” Barbaros sanki her anımıza tanık olmuş gibi davranıp çenesini kaldırdı. “Ortağım karısına sırılsıklam aşık, onu hiçbir konuda incitmeyeceğine ben kefilim.”

Avukatım söz hakkı alarak ayağa kalktıktan sonra Barbaros’a döndü. “Bu konuda nasıl bu kadar emin olabilirsiniz?” Masamızdan ayrılarak tanık kürsüsüne yaklaştı. “Bir evlilikte olanları en iyi taraflar bilebilir. Karşı taraf karısına karşı bu kadar iyiyse o zaman neden müvekkilim ondan boşanmak istiyor?”

“Ben nereden bileyim?” Barbaros tanıklık konusunda Asaf’tan çok daha iyi bir iş çıkartarak avukatımın gözlerinin içine baktı. “Kadınların aklından geçenleri kim bilebilir? Benim burada olma amacım şahit olduğum şeylerden bahsetmek.”

Keşke Asaf o kadar dürüst olmasaydı ve az da olsa şu adam kadar rol yapma yeteneği olsaydı. Benim tanığım kürsüde en fazla beş dakika kaldı, daha sonra fazla uzatmayıp diğerlerinin yanına gitmişti. Asaf babamın yanında oturup bir seyirci edasıyla burada olanları izliyordu. İlk tanığımda beklediğim verimi alamadım ama ikinci tanığım konusunda çok ümitliydim.

Birsen Hanım tanığına karşı bile fazla korumacı olduğu için kocasını konuşturmadan Barbaros’un sorgusunu o yaptı. “Gözlemlediğiniz kadarıyla onların nasıl bir evliliği olduğundan bahseder misiniz?”

“Zevkle.” Barbaros dudaklarından çıkan sözleri özenle seçerken başıyla benim olduğum tarafı gösterdi. “Bizim baldız fazla yufka yürekli ve çok alıngan bir kadın.” Bu herif bana baldız dedikçe Zaza ona saldırmamak için kendini zor tutuyordu. “Her konuda küsüp illa kendini haklı çıkartacak bir şeyler buluyor.”

Ağzım bir karış açıldığında şaşkınlıkla bu yalancı adamı izliyordum. Bu seferde herkese Gurur’u gösterdi. “Bu zavallı adam-” demişti ki Gurur zavallı kısmına takılıp çatık kaşlarla yalandan öksürünce Barbaros gülmemeye çalıştı. “Yani bu bahtsız bedevi, biçare gariban, dışarıdaki itten farkı olmayan fukara, karısının peşinden koşmaktan sefillere döndü.” Gurur bir küfür savurduğunda sinirlerim o kadar bozulmuştu ki az kalsın gülecektim. Zavallı kelimesine itiraz etmeyecekti.

Barbaros, Gurur’un hâkim karşısında bir delilik yapmayacağını iyi bildiği için eline geçen fırsatı sonuna kadar kullanıyordu. Onunla uğraşma şansını kolay kolay kaçırmazdı. Sinirden küplere binen Gurur’a bakıp sinsice sırıttı. “Farah’la ne zaman sorun yaşasa beni arayıp, Barbaros hazretleri yardım et, diyecek kadar karısına aşık.” Bu adam Gurur’u gömüyor mu yoksa savunuyor muydu, hiç anlamıyordum.

Gurur’un sıktığı yumruğunu ve kaskatı olmuş suratını keyifle izleyip gömleğinin yakasını düzeltti. “Benim tavsiyelerim olmasaydı şimdiye kırk kez boşanmıştı.” Bir konuda şikayetçiymiş gibi hâkime bakıp sızlandı. “Yaratıcı tavsiyelerim için bana bir çiçek bile almadığına inanabiliyor musunuz?”

Hâkim onun neyden bahsettiğini anlamadığı için Gurur’un avukatına döndü. Birsen Hanım hemen Barbaros’u uyarıp, “Tanık, sadece size sorulan sorulara cevap verin,” dedi aceleyle ancak Barbaros onu zerre kadar takmadı. “Kırmızı bir karanfil almak bu kadar mı zor?”

“Ben sana alırım!” Araya girip ona bunun teminatını vererek başımı hızla salladım. “Doğruları söylersen valla bak sana bir kamyon dolusu kırmızı karanfil alacağım.”

Barbaros hızlı bir U dönüşü yapıp hemen hâkime baktı. Suçlayıcı bir ifadeyle duruşunu dikleştirip işaret parmağını Gurur’a doğrulttu. “Bu piç her gün karısını dövüyordu.” İşte bu be!

“Senin ırzını sikeyim, orospu çocuğu!” Bir karanfile onu sattığı için Gurur hiddetlenerek yerinden kalkıp Barbaros’un üzerine yürüdü. “Çiçeğini alacağız dedik, ne döneklik yapıyorsun it!”

“Sessizlik!” Hâkim sesini yükselterek onu durdurup sinirden birkaç kez tokmağıyla kürsüye vurdu. Bu sefer bir defa değil, tam dört defa o kürsüye vurmuştu. Sadece biz değil, tanıklarımız bile onu delirttiği için yüzü kaskatıydı. “Eğer biraz daha mahkemeye saygısızlık yaparsanız hepinizi dışarı atarım!”

Birsen Hanım onu kontrol altında tutmak için Gurur’un kolunu hiç bırakmazken aceleyle, “Tanığa soracak başka bir şeyimiz yok,” dedi. “Çekilebilir.” Barbaros’un işeri karıştıracağını anladığı için onu göndermenin derdine düşmüştü.

“Bizim soracaklarımız var.” Avukatım bu sefer aptallık etmeyip güçlükle elde ettiğimiz bu avantajı korumaya çalıştı. Hâkimden sorgulama izni aldıktan sonra Barbaros’a döndü. “Karşı tarafın karısına şiddet uyguladığına bizzat tanık oldunuz mu?”

Barbaros tam konuşacaktı ki Gurur sıktığı dişlerinin arasından, “Bir tır dolusu kırmızı karanfil!” diyerek ona sunduğum teklifi arttırdı. “Akşama kalmadan kapında olacak. İyi düşün öyle cevap ver.”

Bir tır dolusu kırmızı karanfille Barbaros’un ela gözleri ışıldadı. Bu seferde beni satarak pişkince hâkime döndü. “Az önce dilim sürçmüş, Gurur değil, Farah denen bu gudubet karı onu dövüyordu.”

“Sayın hâkim, Barbaros Bey’in tanıklığının geçersizliğini talep ediyorum.” Avukatım soğukkanlılığını koruyarak oldukça sakin bir şekilde hâkime döndü. “Sadece doğruları söyleyeceğine dair yemin etmesine rağmen mahkemenin değerlerine saygısızlık ediyor.”

“Talebiniz kabul edildi.” Hâkimin otoriter bakışları Barbaros’a kaydığında sadece birkaç saniyeliğine onu süzdü. Daha sonra başını eğip defterine bazı notlar aldıktan sonra yeniden Barbaros’a baktı. “Mahkeme ve tanıkların şahitliğinden ettiğiniz yemini bozduğunuz için şu ana dek söylediğiniz her şey geçersiz sayılacaktır. Çift taraflı ifade vermekten ve hepimizin zamanını alıp duruşma düzenini bozmaktan hakkınızda işlem başlatılacaktır. Şimdi çekilebilirsiniz.” Barbaros üzerinden hepimize iyi bir göz dağı vermişti.

Nasıl ki Asaf’ın tanıklığı pek işime yaramadıysa, Barbaros’un tanıklığı da Gurur’un hiç işine yaramamıştı. Yücel Bey, “Sayın hâkim, sıradaki tanığımızın huzurunuza çağrılmasını talep ediyoruz,” dediğinde soluğumu tuttum.

Hâkim başıyla onay verince mübaşir kapıya doğru yürüdü. Gurur, Asaf dışında buraya tanık olarak kimseyi çıkartamayacağımdan çok emin olduğu için gözlerini kısarak kapıya bakıyordu. Bir tek Asaf onun karşısına çıkma cesareti gösterebilirdi. Peki, onunla aynı cesarete sahip ikinci kişi kimdi? Gurur’dan ve onun yapacaklarından korkmayan bu kişi kim olabilirdi? İşte bunu çok merak ediyordu.

Herkes Gurur’la benzer şeyleri düşündüğü için kimse gözlerini kapıdan ayırmıyordu. Mübaşir kapının önünde durup, “Üsteğmen Çağıl Kalender!” diye tanığımın adını anons edince Gurur’un ağız dolusu küfrettiğini gördüm.

Rahatça sandalyeme yaslandığımda dudaklarım kıvrılmıştı. Bir Kalender’in karşısına çıkma cesaretini sadece başka bir Kalender gösterebilirdi.

Çağıl’ın içeri bir girişi vardı ki, yemin ederim buradaki herkese Kalender erkeklerinin ne kadar havalı ve karizmatik olduğunu gösteriyordu. Hasta yeğeninin son anlarında yanında olmak için izin kullanmıştı. Bu yüzden kısa saçları biraz uzamıştı, askeriyede her gün tıraş ettiği sakalları da öyle ama çok değil. Üzerinde asker yeşili bir tişört, siyah bir ceket ve kargo pantolon vardı. Eve döndüğünde rahat giyinmeyi seven biriydi.

Çağıl tanık kürsüsünde durduğunda yumruğunu sıkmaktan Gurur’un parmak boğumları beyazlamıştı. Yakışıklı yüzü sertleşmiş, sinirden boynundaki damarlar belirginleşmişti. Yeğenini karşı tarafın tanığı olarak görmeyi beklemediği için deliye dönmüştü ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Kırmak ister gibi sıktığı dişlerini gıcırdatarak adeta tükürürcesine, “Yürek mi yedin lan sen!” diye sordu.

Çağıl’ın dudağının çevresi yavaşça yana doğru büküldü. “Öyle olmasaydı dağlarda ne işimiz vardı?” Amcasına göz kırparak önüne döndü. Kalender erkeklerinin en iyi ve en kötü meziyeti her konuda birbirleriyle uğraşmalarıydı.

Çağıl yerine Karun’u arasaydım eminim o bile amcasını sinir etmek için tanığım olmayı kabul ederdi. Ancak Karun hem Melek’le ilgileniyordu hem de hamile karısıyla. Bu yüzden onu rahatsız etmek istememiştim. Kalender erkeklerinin içinde bir tek Çağıl en iyi tanık olabilirdi çünkü ailenin yaşam tarzına aykırı bir hayatı vardı. Kalenderler yedi kuşak karanlık işlerin insanlarıydı ancak Çağıl içlerindeki tek askerdi. Sadece bu bile Gurur ve Karun’u delirtiyordu.

Hiçbir düzene uymayan, kendi koyduğu kurallarla yaşayan köklü bir aileden bir Üsteğmen vardı. Çağıl mafya bir ailenin içindeki o ayrık otuydu. Gurur ve Karun bir türlü bunu kabullenemedikleri için ona sık sık DNA testi yapıyorlardı çünkü içlerinden birinin asker çıkmasına inanamıyorlardı. Hepsi bu da değil, Çağıl karakter olarak da hepsinden daha doğru, dürüst ve ilkeleri olan biriydi.

Bugün bu mahkemede olması bana iyi bir puan kazandırabilirdi çünkü hâkim bir Üsteğmenin söylediklerini ciddiye alacaktır. Her anlamda çok güçlü bir tanığım vardı. Gurur onun karşısına tanık olarak kimi çıkartırsa çıkartsın kazanamazdı. Mübaşir prosedürü uygulayıp, “Tanık, yemin etmek için lütfen elinizi kaldırınız,” dedi. “Hâkim ve şahitler huzurunda bugün sadece doğruları söyleyeceğinize, doğru bilginiz olmadığı konularda tahmin yürütmeyeceğinize yemin eder misiniz?”

Çağıl küçük bir baş hareketiyle mübaşiri onaylayıp hâkim karşısında dimdik durdu. “Sadece gerçekleri söyleyeceğime ve gerçek bildiklerimi savunacağıma yemin ederim.”

Avukatım ilk sözü alarak masamızdan uzaklaştı. “Tanık, kendinizi tanıtır mısınız? Davacıyı nereden tanıyorsunuz ve yakınlık dereceniz nedir?”

“Çağıl Kalender.” Kısaca kendinden bahsettikten sonra beni işaret etti. “Kendileri gelinimiz olur.”

“Peki, ya davalı tarafla yakınlık dereceniz nedir?” diye sordu avukatım.

Çağıl omzunun üzerinden amcasına baktığında Gurur’un ölümcül bakışlarıyla karşılaştı. Onu bu kadar kızdırmanın hazzını yaşayarak bıyık altında güldü. “Kendileri babamın kardeşi olur.”

Yeğenlerinin bir türlü ona amca dememesinin siniriyle Gurur’un çenesinden bir kas seğirdi. “Amcanım it herif!”

Çağıl umarsızca omuz silkti. “Yani babamın kardeşi.” Gurur’u sinirden deliye çevirerek rahat bir şekilde önüne döndü.

“Tanık ve davalı taraf birbirinizle doğrudan konuşmayınız.” Hâkim ikisini uyararak avukatıma devam etmesini söyledi. Davamıza bakan bu hâkim bugün bu salondakilere o kadar çok uyarı geçti ki, şu zamana kadar katıldığı tüm davaların toplamından daha fazla olabilirdi.

Daktilonun başındaki kadın her şeyi kayda geçirirken avukatım Çağıl’a yeni bir soru yöneltti. “Amcanız ve yengeniniz arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlardınız?”

Aklında doğrudan bir görüntü belirmiş olmalı ki, Çağıl bu soruya cevap vermek için bir saniye bile beklemedi. “Kurt ve tavşan.” Ciddi olamazdı.

Onun söylediği her şey not alınırken Yücel Bey’in sorularının ardı arkası kesilmedi. “Amcanızı neden bir kurt olarak tanımladınız?”

“Bu bir tanım değil, gerçeğin ta kendisi.” Çağıl başını hafifçe çevirip bir kez daha Gurur’a baktığında ela gözleri tamamen objektif ve tarafsızdı. Bugün buraya iki tarafı da savunmaya gelmediğini, sadece doğru bildiklerini anlatmak için burada olduğunu saklamıyordu.

Bir süre hiçbir şey söylemeden amcasını izledi. Gurur’un sert çehresini, çatık kaşlarını ve düz bir çizgide buluşan dudaklarına baktı. Hemen ardından bakışlarını onun heybetli vücuduna, geniş omuzlarına ve öfkelendikçe gömleği geren göğüs kafesine kaydırdı. “Gurur ne zaman saldıracağı belli olmayan kontrolsüz ve vahşi bir adam. Etrafında kimseyi istemeyen, bir sürüye ihtiyaç duymayan, yalnız gezen bir alfa.” Başını ağır ağır sallayarak sözlerini tasdikledi. “Ona ne zaman baksam gördüğüm tek şey bu, yalnız bir kurt.”

Yücel Bey’in bu konuşmayı nereye bağlayacağını bilmiyordum ama işinin ehli biri olduğu için mutlaka bir amacı olmalıydı. İstifini hiç bozmadan Çağıl’a bu seferde beni gösterdi. “Farah Hanım’ı neden bir tavşan olarak tanımladığınızı açıklar mısınız?”

Çağıl’ın ela gözleri beni bulduğunda bakışları yumuşamıştı. “Aslında amcamın karısını pek tanımıyorum çünkü Bige’nin aksine aramıza hiç karışmaz.” Bu konuda bana küçük bir serzenişte bulunduğunda kendimi savunacak hiçbir şey bulamadım çünkü haklıydı. Onların gelini olmama rağmen bir gün bile evlerinde yaşamamıştım.

“Farah’ı tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki ürkek biri.” Çağıl gözlerini üzerimden ayırmadan konuşurken aynı zamanda hafızasını zorluyor ve bana dair gözlemlediği şeyleri hatırlamaya çalışıyordu. “Bir tavşanın ürkekliğine ve sevimliliğine sahip. İnsan ona bakınca istemsizce onu koruma içgüdüsü geliştiriyor çünkü o bundan mustarip.”

“Ne demek istediğinizi daha net cümlelerle açıklar mısınız?”

“Farah kırmaktansa kırılmayı yeğleyen kadınlardan.”

Çağıl’la sadece birkaç kez görüşmüştük, o kısacık anlarda beni bu kadar iyi tanımasını beklemiyordum. İçli bir ifadeyle bakışlarını benden çekip avukatıma döndü. “Bence amcamın karısı kendi içinde sıkışıp kalan biri. Kendini o kadar baskılamış ki hiçbir konuda sesini çıkarmaz ve sahip olduğu hakları savunmaz.”

Bu duyduklarıyla avukatımın gözlerinde bir parıltı geçti. “Amcanızın yanında da böyle miydi? Hiçbir konuda sesini çıkarmayıp haklarını savunmaz mıydı?” Sanırım Yücel Bey’in ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Çağıl’ı konuşturarak bu ilişkinin ezilen ve mağdur olan tarafı olduğumu herkese göstermek istiyordu.

“Evet.” Çağıl onun neyin peşinde olduğunu anladıysa bile doğru bildiklerini anlatmaya devam etti. “Kocasının yanında da hiç sesini çıkarmazdı ve her konuda alttan alırdı.” Avukatımın bakışlarında tam bir zafer kıvılcımı geçmişti ki Çağıl, “Ancak…” diyerek daha bitirmediğini belirtti.

Başıyla amcasının bulunduğu yeri işaret edip, “Gurur karısını ezen bir adam değildi,” diye ekledi. “Görünürde ikisinin ilişkisinde baskın olan taraf Gurur’du ama bence gerçek bunun tam tersiydi.”

Çağıl’ın son söyledikleriyle avukatım bundan gerisinin işimize yaramayacağını anladı. Hâkime dönüp, “Tanığa sorulacak başka sorumuz yok,” dedi ancak karısı hemen ayağa kalktı. “Bizim var, sayın hâkim.” Bu kadın Çağıl’ın her konuda çok dürüst biri olduğunu anladığı için krizi lehine çevirmeye kararlıydı.

Hâkimden gereken onayı aldıktan sonra Çağıl’a doğru yürüdü. “Tanık, lütfen cevap verir misiniz, az önce gerçek bunun tam tersi derken ne demek istediniz?” Olamaz.

Çağıl ne yazık ki her iki tarafı da tutmadığı için tarafsızlığını sürdürdü. Yüzündeki o objektif ifadeyi korurken ne fazla sakindi ne de gergin. “Herkes Gurur’un Farah’ı parmağında oynattığını düşünüyordu ama bence onun iplerini elinde tutan Farah’tı.” O konuştukça bu kadar dürüst birini buraya çıkartarak ne denli büyük bir hata yaptığımı daha iyi anlıyordum.

Birsen Hanım yakaladığı detayları sonuna kadar kullanmaya kararlı bir şekilde tanık kürsüsünün tam karşısında durdu. “Karısının amcanızı parmağında oynattığı kanısına nasıl vardınız?”

“Çünkü aralık ayı dışında kimse Gurur’u kliniklere düşüremezdi.” Yüzünü buruşturarak, “Ya da bir huzurevine,” diye ekledi. Gurur’un bu çılgınlığı nasıl yaptığını hala anlamış değildi. “Bu herif kitap okumaktan nefret eder, okul hayatı boyunca on sayfalık bir hikâyenin özetini bile çıkartamadığı için okumayla ilgili tüm ödevlerini bize yaptırırdı.”

Ne hatırlıyorsa Çağıl içini çekerek hafifçe güldü. “Gurur üniversitede İşletme bölümünde mezun ama o yıllarda bile bir şeyler okumayacak kadar üşengeçti.” Onun gibi tembel bir adamın üniversiteyi hakkıyla okumadığını alaycı bakışlarıyla ele veriyordu.

Ancak Çağıl hâkim karşısındayken amcasının üniversiteyi bitirmek için ne tür usulsüz yollara başvurduğunu anlatmadı. “Gurur’un nefret ettiği şey kitap okumakken…” Kinayeli bir şekilde konuşup herkese beni gösterdi. “Karısını uyutmak için ona her gece masal okurdu.” Çağıl’ı o kürsüye çıkarmak hayatımın en büyük hatasıydı.

Çağıl önce avukatlara daha sonra da hâkime bakıp onlara Gurur’u gösterdi. “O takım elbisenin içinde nasıl terlediğini sizde görüyor musunuz?” Gurur’un alnından başlayıp yanağına doğru süzülen ter damlacıklarını gösterdi. “Bu herif kışın bile ceketsiz gezen biri, onu öldürseniz ceket giymez, giyemez.” Son kelimesindeki o çaresizlik hissediliyordu. Gurur’un ceketlerle bir sorunu yoktu ama giyemiyordu çünkü vücudunun artan ısısıyla yanacağını düşünüyordu.

Çağıl burukça gülümseyerek başını iki yana salladı. “Farah böyle bir adama bugün bu ceketi giydirdiyse bu bile kocasını parmağında oynattığını gösterir.” Homurdanmaya başladığımda Gurur’un keyfi az da olsa yerine gelmişti. Artık Çağıl’ın o kürsüye çıkmasına sinirli değildi çünkü tam bir dürüstlük abidesi olan yeğeninin söyledikleri en çok onun işine yarıyordu.

Çağıl söyledikleriyle tam Gurur’un sinirlerini yatıştırmıştı ki bir anda hâkime dönüp, “Ama bence boşanmalılar,” diyerek amcasını yeniden delirtti. “Gurur ve Farah arasında çok güzel bir ilişki ve denge olduğu konusunda hemfikirim. Onlardan kimse birbirini bu kadar iyi tamamlayamaz ama boşanmalılar.”

Öfkeden Gurur’un gözü seğirdiğinde gerilen omuzları öne doğru büküldü. Bir şeyler hissetmek istercesine iri parmakları masanın kenarlarını kavramıştı. “Neden?” diye sordu kızgın ve hırıltılı bir sesle. Bir kez daha ona söz hakkı verilmeden konuşup gazap dolu gözlerini Çağıl’a dikti. “Neden boşanmamız gerektiğini düşünüyorsun!”

“Bazen bir şeyin kıymetini bilmek için önce onu kaybetmek gerekir.” Çağıl sakince konuşurken bile sadece bakışlarıyla amcasını bir şeylere ikna etmeye çalışıyordu. “Gideni tutmak sana yakışmaz, Gurur.”

Gurur alayla tebessüm etti ama o gülümseyişin içinde derin bir iç çekiş gizliydi. “Ben karımın değerini onu kaybetmeden de biliyorum, hep bildim.”

“Ama o artık buna inanmıyor.” Çağıl tek bir sözüyle Gurur’u susturduğunda ela gözleri sanki amcasının sessizliğine kilitlenmişti. “Çoktan senden vazgeçtiğini göremiyor musun?”

Gurur’un değişen bakışları onu kedere boğarken Çağıl kısık ve yardım etmek isteyen bir sesle, “Onu zorla yanında tutamazsın,” diye mırıldandı. “Bu senden nefret etmesine yol açabilir.”

Çağıl’ın son söyledikleriyle Gurur sertçe yutkunarak bana döndü. Yeğeninin söylediklerini düşünürken gözlerini dahi kırpmadan beni izliyordu. Salondaki sessizlik havadaki ağırlığı yırtıyordu ama kimseden çıt çıkmıyordu. Gurur bana bu gözlerle baktıkça yüreğimdeki acı çoğalmaya devam edecekti. O gece ağlayarak ona söylediklerimi ve devamında onu görmek bile istemediğimi düşündükçe bakışları buruklaşıyordu.

Çağıl hâkime küçük bir selam verip, “Söyleyeceklerim bu kadar,” diyerek çekildiğinde bile Gurur düşünceli bakışlarını benden ayırmadı. Avukatı bir adım öne çıkıp, “Sayın hâkim, ikinci tanığımızı çağırıyo-” demişti ki Gurur elini kaldırıp onu durdurdu. “Kalsın.” Tok bir sesle konuşup yorgunca nefesini verdiğinde geniş omuzları düşmüştü. Artık savaşmaktan bile vazgeçmiş bir adamın o hazin ifadesine sahipti.

Ayaklarına yüklenerek yavaşça ayağa kalktığında ilk baktığı kişi hakimdi. “Karıma bir şey sorabilir miyim?” Sarsıcı gözlerle hâkimi izlerken dudaklarında ona hiç yakışmayan buruk ve eğri bir gülümseme belirdi. “Eğer yine boşanmak isterse…” İçli bir nefesle başını ağır ağır salladı. “Kır kalemimi sesimi çıkarmam.”

Artık aramızdaki tüm bu tartışmaların bir son bulmasını isteyen hâkim, Gurur’un doğrudan benimle konuşmasına müsaade etti. Gurur kendi masasının yanında duruyordu, bir adım bile bana doğru atmadı. Beni izledikçe bakışlarımda gördüğü kararlılıkla boğazına düğümlenen nefesi yutamadı. “O gece bana bir şey söylemiştin, hatırlıyor musun? Benim sorunlarımla ilgilenmekten kendini hep ikinci plana attığından bahsetmiştin.”

O gece bir öfke patlaması yaşayarak yüzüne karşı haykırdığım her şeyi hatırlıyordum. Başımı salladığımda Gurur’un dudakları titredi, istemsizce bir adım geriye çekildi. “Bunu yapmanı senden ben istemedim aksine öyle anlarda ısrarla yanımda olmaya çalışan sendin.” Biliyorum, acı çektiği anlarda benden gitmemi istediğinde bile yanında kalmak için ısrar eden bendim.

Bir köşede oturan Çağıl’ı bana gösterdiğinde ne yapmaya çalıştığını anlamadım. “Her zor anında yanında olmamı benden hiç istemedi, onun yanında olmak benim tercihimdi.” Sesi kontrollü ve sakin çıkıyor olabilirdi ama yeşil gözleri adeta haykırırcasına bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. “Başı derde girdiğinde ya da canı yandığında Karun beni hiç aramaz, aramasını bile beklemeden ben giderim ona.”

“Levent’i yurtdışına sürgün ettim ama bir gözüm ve elim hep onun üstünde. Tırnağı kırılsa ilk uçakla yanına gideceğimi biliyorum.” Şimdi hatırladığı isimle gözlerinin yeşili titrediğinde içi acırcasına dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Kalbinin içinde ağır ağır açılan boşluk ona nefes aldırmazken, “Melek…” diye fısıldadı. “Onu sahiplenip onunla ilgilenmemi benden hiç istemedi, bunu yapmayı ben istedim.”

Bu sefer doğrudan beni gösterdiğinde yüzü kasıldı, gözleri buğulandı. “Bir kaosun ortasında seni bulduğum için başım fazla kalabalıktı, çoğu zaman senin yanında olamadım.” Göğüs kafesini şişirten bir iç çekişle, “Ama yanında hiç olmadığımı da söyleyemezsin,” diye mırıldandı.

“Tek tek saymayacağım ama senin için de kendimden çok ödün verdim, Farah.” Ona nefes aldırmayan ve travmalarını tetikleyen ceketi gösterdi. “Bu bile konu sen olunca kendimden ne kadar çok ödün verdiğimin bir kanıtı.”

“Anlatmaya çalıştığım şey benim hayatımda hep birilerini düşünmekle geçti.” Dizleri onu taşımak istemiyormuş gibi titrediğinde birkaç kez derin derin nefesler alarak dik duruşunu korudu. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki tüm kırgınlığı ve acısı kalbime nüksetti. “Daha on yaşında bir çocukken bir bebeğin sorumluluğunu aldım, ben ne bilirim kendim için yaşamayı?”

“Peki, pişman mıyım?” Kararlı bir şekilde başını iki yana salladığında, “Hayır,” derken tereddüt bile etmemişti. “Geriye dönme şansım olsa sevdiklerim için yine kendimi geri plana atarım çünkü sevgi budur.”

Nabzı hızlandığında aldığı kesik kesik nefeslerin arasında konuşmak için dudaklarını araladı. “İçinde bencillik taşımayan tek şey sevgidir. İnsanın etrafında sevdiği birileri olduğunda hiçbir zaman kendini düşünmez, önceliği hep onlara verir.” Hissiz bir şekilde gülüp sertçe başını salladı. “Evet, bakıldığında sikik bir durum ama sevginin temelinde fedakârlık yatar.”

Kafasının içinde çınlayan tüm sesleri susturmak ister gibi kısık bir sesle inleyip bir an gözlerini yummuştu. Birkaç saniyeliğine gözlerini karanlığa kapadı ama daha sonra çırpınan bakışlarını yeniden bana kenetledi. “Boşanmaktan vazgeç, ne istersen yapacağım.”

Kalbindeki sızı tüm yüzüne yayıldığında yeşil irislerinde büyük bir yakarış vardı. “Zor anlarımda yanımda olmak sana ağır geliyorsa bundan sonra seni bunun dışında tutarım.”

Omuzları kasıldığında göğüs kafesi biraz daha daraldı. Gözlerimin en derinine baktığında dudaklarının arasında kaybolan bir fısıltıyla konuştu. “Eğer şimdi benden boşanırsan yemin ederim ki seni bir daha acıma bile yaklaştırmam.” Kaskatı kesildiğimde Gurur son derece kararlı bir şekilde başını kaldırdı. “Öyle bir yabancılaşırsın ki bana ne zor gününde yanında olurum ne de yanımda olmana izin veririm.”

Gözlerimin ardı sızladığında kemiklerime kadar titrediğimi hissettim. Bu evliliği daha acısız ve sancısız bir şekilde bitirmenin bir yolu yoktu. Gurur beni kırdığı kadar benim tarafımdan kırılmış gibi bana baktıkça onun bakışlarından kaçmak istiyordum. Bana bu gözlerle bakmak için eminim onun da kendince haklı sebepleri vardı. İşte tam da bu sebeple bitmeliydi, birbirimize daha fazla acı vermektense kendi yolumuza gitmeliydik.

Gurur kırık bir kalp, çırpınan yorgun bir zihinle beni izlerken yapmacık bir şekilde güldü ama gözleri nemliydi. “Sana değer vermediğimi ya da sevmediğimi söyleyemezsin çünkü kızım hastanede canıyla uğraşırken ben yalnızca senin için buradayım.” Sanki dünya üzerindeki tüm sesler kesilmiş gibi kulaklarımda sadece kalbimin paramparça olmuş sesleri vardı. Susmasını istediğim tek kişi Gurur’du çünkü her söylediğiyle vicdanımı sızlatıyordu.

Söylemesi gereken her şeyi söylemiş gibi son kez bakışlarını benimle buluşturdu. Gözlerimi talan edip ruhuma ulaşan yeşilleri sanki ciğerlerimi parçalıyordu. “Beni Karun’la karıştırma,” diyerek bir konunun altını çizdi. “Aşkından ölsem bile nikahımdan çıkan bir kadına ne bir daha bakarım ne de kiminle olduğunu umursarım. O andan itibaren benim için herkesten bir farkın kalmaz.”

Tam bu noktada durmam gerektiğini bana hatırlatarak duygusuz bir sesle, “Gerçekten istediğin bu mu?” diye sordu. “Tüm bunları düşünerek bir karar ver.”

Hayır, bu istediğim son şey bile değildi. Eğer bu akşam ülkeden gitmeyi düşünmeseydim Gurur’la aynı yerde yaşarken beni görmezden gelmesi canımı çok yakardı. Bugünden sonra bir daha birbirimizi hiç görmeyeceğimiz için beni bitirmesi çok da büyük bir mesele değildi. Gözüm görmeyince canım çok yanmazdı çünkü ilk giden ben olacaktım.

Çok uzaklarda kendime yeni bir hayat kurduğumda ne arkamda bıraktığım adamı düşünecektim ne de burada yaşadıklarımı. Başlarda belki çok zorlanacağım, sık sık Gurur’u ve onunla olan hayatımı özleyeceğim ama bir süre sonra alışacaktım. Bu konuda çaba gösterecek ve onu unutmak için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Gurur nefesini tutarak ne karar vereceğimi beklerken yavaşça hâkime döndüm.

Verdiğim karardan vazgeçmeyerek, “Boşanmak istiyorum,” dediğimde Gurur gözlerini yumduğunda başını hafifçe önüne eğdi. Bir şeyleri kabullenmenin ağırlığıyla omuzları düşmüştü çünkü artık bittiğini anlıyordu.

Şaşırtıcı bir şekilde Gurur bundan sonrasına hiç müdahale etmedi. Avukatını geri çekerek benim için savaşmayı bırakmıştı çünkü bu boşanmayı ne kadar çok istediğimi anlamıştı. Ne kürsüye yeni bir tanık çıkardı ne de avukatının onu savunmasına izin verdi. Karşı tarafın sessizliğinden yararlanan avukatım elde ettiğimiz şansı iyi kullandı. Karşısında itiraz eden kimseyi bulamayınca meydan ona kalmıştı.

Avukatım söylenmesi gereken her şeyi söyleyip savunmasını yaptığında Birsen Hanım, “Sayın hâkim,” diyerek ayağa kalktı. Yine işimizi bozacak bir iddiada bulunacağını düşünmüştüm ama az önce Gurur onun kulağına ne söylediyse derin bir nefes aldı. “Müvekkilim karşı tarafa yaşattığı her şey için tazminat ödemeyi kabul ediyor.”

Bakışlarım aceleyle Gurur’u bulduğunda artık bana bakmadığını gördüm. Beni gözlerine yasaklamış gibi başı önde bir şekilde bunun bitmesini bekliyordu. Avukatının söylediklerine itiraz ederek, “Ben herhangi bir tazminat beyanında bulunmadım,” dedim. “Karşı taraftan bir şey almak istemiyorum.” Gurur belki bana bakmadı ama son söylediklerimle keyifsizce güldü. Sanki ondan almam gereken her şeyi almış ve geriye hiçbir şey bırakmamışım gibi gülüşü alaycıydı.

Birsen Hanım çantasından çıkardığı bir dosyayı görevliye uzattı. “Sayın hâkim, bu dosyanın içinde müvekkilimin şu zamana dek karşı tarafa verdiği maddi zararların tutanakları var. İncelediğinizde tazminat ödememiz gerektiği hususunda hemfikir olacağımıza eminim.” Damarlarımdaki kana kadar donduğumda ne yapacağımı bilemedim. Gurur her ihtimali düşündüğü için her şeyi önceden hazırlatmıştı.

Buraya gelirken bu davayı durdurmaya kararlıydı ama olurda işe yaramazsa ve fikrimi değiştiremezse diye diğer seçenekleri de düşünmüştü. Yollarımızı ayırdığımızda bana hiçbir borcunun kalmaması için aileme verdiği maddi zararı karşılamak istiyordu. Duruşmanın başından beri elinden geleni yapmış ve beni boşanmaktan vazgeçirmeye çalışmıştı.

Çabaları sonuç vermeyince beni özgür bırakmaya ve bana olan tüm borcunu ödemeye karar vermişti. Hâkim ona sunulan dosyayı detaylıca inceleyerek bazı notlar aldı. O dosyanın içinde Gurur’un bana ne kadar tazminat ödeyeceği yazıyor olmalı ki hâkim şaşkınlığını gizleyemedi. Orada yazan rakamın doğruluğunu sorgulamak ister gibi Gurur ve Birsen Hanım’a baktı. “Emin misiniz?” diye sorarken bir şeyi teyit etme ihtiyacı hissetmişti.

Gurur başını salladı, avukatı Birsen Hanım ise, “Evet, sayın hâkim,” diyerek müvekkilinin kararını destekledi. “Orada yazan miktarı ödemek istiyoruz, lütfen gereğini yapın.”

Duruşma boyunca hâkimi sinirden delirtmiş olabiliriz ama iyi bir gözlemciydi. Ara verdiğimizde Gurur’la olan koşturmacamıza tanık olmuştu. Boşanmak üzereyken bile Gurur’un tek düşündüğünün ayaklarımı rahat ettirecek spor ayakkabılar olduğunu görmüştü. Duruşma esnasında tartışırken bile birbirimize attığımız bakışları yakalamış olmalı ki bu evlilikte henüz bitmeyen bir şeyler olduğunu biliyordu.

Hâkim bunun bir dönüşünün olmadığını iyi bildiği için bana son bir şans verip, “Davacı taraf, boşanma isteğinizde emin misiniz?” diye sordu. “Eğer tereddütleriniz varsa bir karar vermeden önce arabuluculuk teklif edebilirim.”

“Hayır, sayın hâkim.” Bir kez daha Gurur’u hayal kırıklığına uğratarak arabuluculuğu istemedim çünkü uçuş biletimi çoktan almıştım. “Lütfen bu evliliğe son verin.”

“Madem öyle…” Hâkim derin bir nefes alıp başını hafifçe salladı. “Gereği yapılacaktır.” Kâtibin her şeyi yazdığından emin olmak için kısa bir an ona bakıp salona döndü. “Karar!” dediğinde hepimiz ayağa kalktık.

“Mahkeme, tarafların beyanlarını ve ortaya attıkları iddiaları gözlemleyerek bir karara varmıştır.” Hâkimin dudaklarından çıkan sözcüklerin beni mutlu edeceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı.

“Tarafların birbirine gösterdikleri sevgi ve bağlanma belirtilerine rağmen ortak bir çabada buluşmadıkları, uzlaşmaya varmadıkları görülmüştür.” Göğüs kafesim artçı şoklarla yükselip inerken titreyen ellerle giysilerimin kumaşını sıktım. Gurur ise gözlerini yere indirmişti, yüz ifadesi gergindi ve çenesini sıkıyordu.

Stenograf daktilonun tuşlarına bastıkça Gurur’un yüzü biraz daha karardı, benimse içimden bir şeyler kopup benden alındı. “Somut deliller ve tarafların ifadeleri doğrultusunda bu evliliğin hiçbir bağlayıcılığının kalmadığını, tarafların ruhsal ve fiziksel olarak birbirlerini yıprattıkları ve aile temellerini derinden sarstıklarına kanaat getirilmiştir. Bu nedenlerden dolayı evliliklerine son verilmesine ve tarafların boşanmalarına karar verildi.” Nefesime karışan yakıcı bir sızı kalbime ulaştığında kirpiklerimin arasından taşan bir damla gözyaşına engel olamadım.

Bitti.

Ben bitirdim.

Sanki evliliğimle birlikte bir zamanlar güzel olan her şeyi bitirmiştim.

Hâkim konuşmaya devam ettiğinde sesinde insani duygulardan arınmış bir resmiyet vardı. “Mahkeme ayrıca davacı tarafın, evliliği boyunca maruz kaldığı psikolojik baskı ve yıpratıcı sürece ilişkin durumları göz önünde bulundurarak davalının davacıya tazminat ödemesine hükmetmiştir. Davalının rızası dahilinde tazminat miktarı kırk milyon dolar olarak belirlenmiştir.” Salondaki herkesten bir uğultu yükseldiğinde inanamayan gözlerle Gurur’a baktım. Aklını mı kaçırmıştı?

Ülkede değil, dünyada hiçbir kadın boşandığı eşinden böylesine yüksek bir tazminat almamıştır. Beni uzun süre haberlere konu edecek bir tazminatı öderken acaba aklından ne geçiyordu? Fark ettiklerimle midem kasıldı. Şu zamana kadar şirkette elde ettiğimiz paranın üzerine Gurur’dan aldığım parayı koyarsam yatırımcıların tüm borcunu ödeyebiliyordum.

Gurur bu yüzden tek seferde bana bu kadar çok parayı veriyordu, hayatımdan çıkmadan önce sebep olduğu tüm maddi hasarı kapatıyordu. Sanki ödediği bu para birlikte geçirdiğimiz tüm o yılların bir özrü ve kefaretiydi. Hâkim usul gereği kararın tebliğinden itibaren yasal haklarımızı kullanabileceğimizi hatırlatıp tüm prosedürü anlatırken artık onu dinlemiyordum. Son ana kadar koruduğum o kararlı tutumumdan eser kalmamıştı.

Beni tutan güçlü kollar hayatımdan gitmiş gibi kendimi bir uçurumun kıyısında hissettim. Gözlerim yaşlarla parlarken dudaklarımı ısırarak güçlü durmaya çalıştım ama titreyen dizlerim her an beni aşağıya çekebilirdi. İçimde bir şeyler parça parça sökülürken kimse fark etmesin diye nefesimin ritmini kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Neden böyle oldu? Daha iyi hissetmem gerekmiyor muydu?

Gözlerimdeki ıslaklığı hissedince derin derin nefesler alarak bir an başımı pencereye doğru çevirdim. Şu an ihtiyacım olan tek şey hıçkırıklarla ağlamaktı ama gururum yüzünden bunu yapamıyordum. Kalbimdeki yangını herkesten gizleyecek kadar sert görünmeliydim fakat içimdeki boşluk tüm vücuduma yayılırken her şey çok zordu. Hayatımda aldığım hiçbir karar canımı bu denli yakamazdı. Bugün kazanan taraf mıydım yoksa kaybeden mi, hiç belli değildi.

Gurur eğdiği başını hiç kaldırmadı. Sanki kulağında hala hâkimin boşanma kararını duyuyormuş gibi uzun süre öyle kaldı. O sözcüklerin ağırlığı göğsünde toplandığında koca bir dağın yıkıldığına tanık oldum. Başını usulca kaldırıp benimle göz göze geldiğinde yoğun bakışlarıyla hem suçunu kabul ediyor hem de haklılığını savunuyordu. İşleri bu raddeye getirdiğim için hem isyan ediyordu hem de bana olan muhtaçlığını haykırıyordu.

Duyguları birbirine girmiş gibi o da ne hissedeceğini bilemiyordu. Herkes yavaş yavaş salonu terk etmeye başlamıştı ama biz bulunduğumuz yerden hiç kıpırdamadan birbirimizi izliyorduk. İnsanlar aramızdan geçip gidiyordu ancak birbirine kenetlenen bakışlarımız kopmuyordu. Gurur hırıltılı bir nefes aldığında dudakları titremişti. Omuzları tamamen çöktüğünde o dik duruşu yıkıldı.

Bir şeylere tutunma ihtiyacı hissederek ellerini masaya bastırdı. Kesik kesik soluduğu nefesleri ağır havaya karıştığında yüzünde gizleyemediği bir dağılma meydana geldi. Masanın diğer tarafında dururken başını eğdi ve yumduğu gözlerini uzun süre açmadı. Bedenindeki bu çökme kimseden saklayamadığı bir yıkılışın resmiydi.

Herkes dışarı çıktığında salonda sadece ikimiz kalmıştık. O kendi masasının arkasında duruyordu, bende kendi masamın ama karşı karşıyaydık. Gurur kendini zorlayarak başını kaldırdığında dudaklarından içli bir serzeniş koptu. “Şimdi mutlu musun, Farah Tozlu?” Artık bir Kalender olmadığımı soyadımı vurgulayarak bana göstermişti. Hayır, mutlu değildim. Bunu hiç böyle hayal etmemiştim.

Tek kelime edemediğimde gözlerimiz belki de son kez birbiriyle buluştu. O ana dek paspas altı yaptığımız tüm hatalar, tüm özürler, pişmanlıklarımız ve birlikte kurduğumuz o hayaller ikimizin bakışlarında son buldu. Birlikte geçirdiğimiz her şey kırık bir sızıyla bizi terk etmişti. Daha dün birbirimizin kollarına sokulmayı her şeyden çok isterken bir anda birbirimize yabancılaşmıştık.

“Mutluyum,” diye ona yalan söylerken hangimizi kandırdığımı bilmiyordum. “Umarım bir gün sende mutluluğu bulursun.” Gözpınarlarımı zorlayan yaşlara direnip ona tebessüm etmeye çalıştım. “Hoşça kal.”

Masanın arkasından çıktığında eli sol elinin parmağına uzanınca içim titredi. “Bana kalanlarla bir şekilde mutlu olacağıma emin olabilirsin.” Gözlerimin içine bakarak alyansını çıkartıp masanın üzerine bıraktı. “Mutlu olacağım ama eksik, ama sensiz…” Bakışlarını benden çekip gittiğinde bile uzun süre arkasından baktım.

Sarsak adımlarla yürüyüp masanın üstüne bıraktığı yüzüğü aldığımda asıl o zaman gerçek acıyı yaşadım. İçinde adımın yazdığı yüzüğe baktıkça gözyaşlarımın ardı arkası kesilmiyordu. Gurur’un parmağından çıkan bu yüzük kor bir ateş gibi avucumu yakıyordu. Aslında tüm bunları yaşayacağımı önceden öngörmüştüm. En duygusuz insan bile bir boşanma sonrası mutlaka kendini berbat hissederdi. Daha iyi bir başlangıç yapmak için tüm bu acıya katlanacaktım.

***

Adliyeden ayrıldıktan sonra doğruca eve gelmiştim. Akşama kadar kendimi odama kapatıp hiç dışarı çıkmamıştım. Annem ve kuzenlerim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu bildikleri için kapımı çalıp beni rahatsız etmemişlerdi. Yatağıma kıvrılıp içim çıkana kadar ağlamıştım çünkü buna çok ihtiyacım vardı. Babam arayınca hiç istemesem de şirkete gelmiştim. Uçuşum gecenin ikisinde olduğu için hazırlanacak vaktim vardı. Uçak biletimi özellikle geç saatlere almıştım çünkü yakalanmadan evden çıkmanın tek yolu buydu.

Babamın benimle ne konuşmak istediğini henüz bilmiyorum ama telefondaki sesi çok sıkıntılıydı. Şirkete geldiğimde birden fazla toplantısı olduğu için çıkış saatine kadar bir türlü yalnız kalamamıştık. Yalnız kalabildiğimiz tek an şirketten çıkıp arabalara bindiğimizdeydi. Bugün hava çok bulutluydu, her an yağmur yağacak diye tedirgindim. Eve doğru giderken babamın arabasının arka koltuğundaydım vo oda tam karşımda.

Şoför ezbere bildiğimiz yollarda ilerlerken arkamızda bizi takip eden birçok araba vardı. Hepsi de babamın yanından hiç ayırmadığı korumalarıydı. Babamın sessizliği ve bana attığı bakışlar beni çok huzursuz ettiği için yerimde yavaşça kıpırdandım. “Benimle ne konuşmak istiyordun?” Bunu sorarken bile acaba uçak biletimden haberi var mı, diye düşünüp tedirgin oluyordum.

Takım elbisesinin kesimi ona sert bir ciddiyet veriyordu. Her zaman bana bu gözlerle bakmadığı için bir türlü sorunun ne olduğunu anlayamıyordum. İçinde yer yer akların olduğu kahverengi saçları hafifçe açılmış, gözleri ise camın yansımasında derin bir gölgeyi içinde barındırıyordu. “Bugün Gurur’un ikinci tanığı kimdi, biliyor musun?” Parmağıyla kendisini gösterdi. “Bendim.”

Nutkum tutulmuş gibi yutkunarak, “Sen mi?” diye sordum şaşkınca. “Gurur vazgeçmeseydi tanık kürsüsüne çıkıp aleyhimde ifade mi verecektin?” Midem kasıldığında beni hayal kırıklığına uğrattığını saklayamıyordum. “Neden?”

“Beşir’in oğluyla ne zamandır görüşüyorsun?” Sorduğu bu soru beklenmedik olduğu için beni hazırlıksız yakalamıştı.

Biçare bir savunmayla, “Baba-” demişti ki küçük bir kaş hareketiyle beni susturdu. Babamın kaşlarını çatması bile dilimin ucuna kadar gelen tüm sözcükleri yutmama neden olmuştu.

Katı gözlerle beni izlerken omuzları geniş, dizinin üzerinde duran parmakları uzun ve soğuktu. Yanlış bir şey yapmışım gibi ellerinin ritmi, içindeki kaygının ölçüsüydü. “Beşir denen soysuz seni kaçırıp bu hale getirdi ve sen onun oğluyla mı görüşüyorsun?” Beni kaçıran kişiyi öğrenmesini beklemediğim için şoke olmuştum. Bunu ona kim söylemişti?

Henüz bir şey söyleyecek durumda değildim fakat babam daha yeni başlıyordu. Tam karşımda oturduğu için bedenindeki gerilimi görebiliyordum. Gözleri sertti, dizinin üzerinde duran eli de yumruk olmuştu. Elini öyle bir sıkıyordu ki parmak boğumları beyazlaşmaya başlamıştı. “Bugün o mahkemeye çıkıp aleyhinde neden tanıklık yapacaktım, biliyor musun?” Sanırım artık biliyordum.

Yüzümdeki çocukça direnişin izleriyle bakışlarımı kaçırıp yönümü cama doğru çevirdim. “Gurur sana her şeyi anlattı, değil mi?” Babamı tanığı yapmasının tek yolu ona beni kaçıran kişinin Beşir olduğunu ve onun oğluyla görüştüğümü söylemesiydi.

Babama baktığımda kızgın bakışlarında değişen bir şey olmamıştı. “O soysuzla rahat rahat görüşmek için mi boşandın?” diyerek beni hayrette bıraktı.

Gurur onu saçma fikirlerle zehirlemişti! Ondan boşanıp Sonat’la olmak istediğimi söyleyerek babamın aklını bulandırmıştı. Gurur’la evli olduğum sürece Sonat’ı bana yaklaştırmayacağını iyi bildiği için babam onun tanığı olmayı kabul etmişti. Söz konusu Sungurlar olmadığı sürece babam kolay kolay karşımda durmazdı.

Sıktığı yumruğunu biraz gevşetti ama parmak uçlarında toplanan bir gerginlik hala vardı. “Gurur’u zerre sevmem ama Sungurlara kıyasla daha onurlu biri. Akıldan noksan olsa da yanlışa yanlış, doğruya doğru der.” Pürüzlü sesi geçmiş yılların rötuşlarıyla kalınlaşmıştı. “Gurur veya bir başkası…” diyerek bir konunun altını çizdi. “Kimi seveceğine karışamam ama Sonat denen o herifle olmayı aklından bile geçirme.”

Bir şey söylemeden önce bakışlarım bir an eline takıldı. Sıktığı yumruğunun gölgesi, parmaklarının bileğindeki damarları belirginleştiriyordu. “Sonat’a o anlamda hiçbir şey hissetmiyorum, o benim için bir arkadaştan daha fazlası değil.”

Sungurlardan biriyle arkadaş olmam fikri bile onu çıldırttığı için çattığı kaşlarının arasında derin çizgiler oluşmaya başlamıştı. “Çocukken beni babasının zulmünden kurtaran Sonat’tı, bu yüzden arkadaşız.” Babama karşı bir savunma yaparken üzerimde bugün yaşananların kırılganlığı vardı. “Sonat kötü biri değil.”

Bu konuda ne söylersem söyleyeyim bana inanmayacaktı. Sungurlara olan inançsızlığıyla yüzü sertleşmişti. “Armut dibine düşer, Farah.” Karşısında katıksız bir aptal varmış gibi bana bakarken sinirden yüzü kızarmaya başlamıştı. “İnsan kimin elinde büyürse bir süre sonra ona benzer.”

“Bu doğru olsaydı o zaman Gurur’da abisinin bir kopyası olmaz mıydı?” Avuçlarımda dökülen minik taşlar gibi sözcükler dudaklarımdan çıktığında bu konuda onu ikna etmek istiyordum.

Sonat’ın şu nasıl biri olduğunu bilmiyordum ama çocuk Sonat’ın nasıl biri olduğunu hatırlıyordum. Babasının kötülüklerinden ne kadar çok nefret ettiğini biliyordum. Ona babasını hatırlatan her şeyden kaçtığına emindim. “Tıpkı Sonat gibi Gurur’da zalim birinin elinde büyüdü ama abisine hiç benzemiyor. Sonat neden babasına benzesin?”

Babamın dudaklarının kenarında beliren o sinir, konu ben olunca nadiren ortaya çıkardı. “Farah sen bir psikologsun, nasıl bu kadar hayalperest olabilirsin?” Mahkeme memurunun ağır tokmağını indirir gibi Sonat’a karşı yargılayıcıydı. “Kötü ebeveynlerle büyüyen çocuklar genelde ya onlara benzer ya da onların tam tersi olur.”

Cebinden çıkardığı mendille alnında biriken terleri sertçe silerken dik dik bana bakmayı sürdürüyordu. “Bana o piç kurusunu savundurduğuna inanamıyorum ama Gurur abisinin tam tersi biri! Büyüdükçe Şeref’i ona hatırlatan her şeyden kaçtığı için kendi karakteri ve duruşu var.” Sadece o değil, ben bile babamın bir konuda Gurur’u savunmasının şaşkınlığını yaşıyordum.

İnce mendilini katlayıp cebine koyarken ellerinin ritmi agresifti. “Gurur abisinin yoluna sapmadı çünkü yanında yeğenleri ve Melek vardı.” Haklı olabilirdi, insan sevdikleri için onları üzecek kötü şeyler yapmaktan kaçınırdı.

Babam dirseklerini dizlerine yaslayarak hafifçe öne eğilip son derece ciddi bir şekilde beni izledi. “Peki, Sonat’ın ruhunu şeytana satmasına engel olacak yanında kimi vardı?” diye sorduğunda bunun düşüncesiyle bile tüylerim diken diken olmuştu. “İnsan birine tutunmadan uzun süre ışıkta kalamaz, Farah.” Fısıltıyla konuşup başını ağır ağır salladı. “Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar daha çok karanlığa saplanır.”

Her zaman olduğu gibi bana akıllıca tavsiyeler verirken artık sert bakışları biraz gevşemişti. “Daha yeni bir evlilikte çıktın, kendini boşlukta hissediyor olmalısın. Acele edip o boşluğu Beşir’in oğluyla doldurmaya kalkışma, doğru insan elbet karşına çıkacaktır.”

Sonat’a özel hisler beslemediğimi bir türlü anlamıyordu ama içini rahatlatmak için, “Peki,” diyerek başımı salladım. “Bundan sonra onunla hiç görüşmeyeceğim.” Bu sözleri onu kandırmak için söylemiyordum çünkü bu geceden sonra başta Sonat olmak üzere herkesi ardımda bırakacaktım.

“Senin tüm dünyan zifiri karanlık ama sen fazla iyisin.” Konuyu Sonat’tan uzaklaştırarak hınzır gözlerle ona sataşmaya başladım. “Seni aydınlık tarafta tutan annem miydi?”

Babamın bakışlarındaki sis dağılıp gözleri berraklaşırken küçük bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. “Annen hayatımdayken bile aynı adamdım ama sen doğunca çok değiştim.” Gözlerinin ucunda bir çizgi yumuşadığında merhametin sıcaklığı dudaklarının kıyısındaki yerini aldı. “O kadar küçüktün ki avuçlarıma zor sığıyordun.”

Beni ellerine ilk aldığı anı hatırlarken babamın gevşeyen çehresinde derin bir sevgi vardı. “Annen doğumdan hemen sonra bayıldığı için seni ilk bana verdiler. Ondan önce benimle tanıştın.” Bu onu keyiflendiren detaylardan biri olmalı ki tebessümü genişlemişti. “Şimdilerde konuştuğunda sesini bile zor işitiyorum ama doğduğunda sesin o kadar yüksekti ki, ciyak ciyak bağırıp kulaklarımın içine etmiştin.”

Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “İlk tanışma için hiç hoş olmamış.”

“Sonra bir anda sustun,” diye fısıldadığında başını eğip içli gözlerle sağ elinin başparmağına baktı. “Minicik ellerinle parmağımı yakaladığında artık ağlamıyordun.” Düşünceli gözlerle başını yavaşça iki yana salladı. “Belki yanımda güvende olduğunu hissettin belki de artık yalnız olmadığını… Ama o an seninle aramızda derin bir bağ oluştu.”

Başını kaldırıp ihtiyar gözlerini bana diktiğinde küçük tebessümü içimi ısıtıyordu. “On an anladım ki artık bir babaydım ve ellerimde tuttuğum o bebeği her şeyden korumalıydım.” Yerinden kalkıp yanıma geldiğinde şimdi hemen solumda oturuyordu. “O hastane koridorunda kendime bir söz verdim, kızımın benden utanmayacağı bir baba olacaktım.”

Bir elini bana doğru uzatıp önüme gelen saçlarımı nazikçe itip kulağımın arkasına sıkıştırdı. Sadece bu küçük temas bile yılların içimde biriktirdiği yaranın ilk dikişiydi. “Annen değil, Farah’ım,” diye fısıldayıp tıpkı Gurur’un çoğunlukla yaptığı gibi o da parmaklarının tersiyle yanağımı okşadı. “Karanlık dünyama rağmen beni aydınlık tarafa çeken sendin.”

Onun dokunuşlarının sıcaklığını hissederken bir anlığına gözlerimi yumdum. Huzurlu bakışlarım yeniden onu bulduğunda yanağımı avucuna yasladım. “İyi ki benim babamsın,” diyerek ona şımarmaya başladım. “Başka bir kızın babası olsaydın çok kıskanırdım.”

Gülerek beni kollarının arasına çekip saçlarımın tepesine dudaklarını bastırdı. “Şükürler olsun ki benim kızımsın.” Sesindeki sahiplenme o kadar hoşuma gidiyordu ki küçük bir çocuk gibi onun sıcaklığına sokulmuştum.

Sonat ve Beşir yüzünden aramızdaki gerginlik tamamen yok olmamıştı, bu konu hala bir yerlerde askıda duruyordu. Ancak birkaç tatlı söz, sevgi dolu dokunuşlar ve güvenli bir sarılmayla şimdilik tatsız konuları askıya almıştık. Babam bugün o mahkemede zor anlar yaşadığımı bildiği için canımı sıkacak tüm konuları başka bir zamana ertelemişti. Beşir’in yanındayken neler çektiğimi, o adamın bana neler yaptığını çok merak ediyordu ama soruları için doğru zamanı bekliyordu.

Yağmur aniden bastırdığında bir an önce eve gitmeyi istedim. Cama vuran yağmur damlaları beni çok rahatsız ediyordu ama bunu babamdan saklamaya çalışıyordum. Gök gürlemediği sürece eve kadar idare edebilirdim. Gökyüzü kapkaraydı ama bunun tek sebebi akşam olduğu için değildi, kara bulutlar gökyüzündeki yerini almıştı. Ne yazık ki yağmurun kayganlaştırdığı yollarda ilerlemek çok zordu. Arabaların camlarını puslandırıp insanların görüş açısını kapattığı için trafik kilitti.

Önlerde gelen ani fren sesi, kornaların paniklemiş uğultusu ilerlememize engeldi. Son on dakikada birkaç kilometre bile gidememiştik. Arabayı kullanan şoför arkaya doğru döndüğünde yüzündeki ciddiyet ne olduğunu çok iyi anlatıyordu. “İleride kaza varmış efendim, bu yüzden trafik tıkalı.” Bunları söylerken aynı zamanda kulağındaki kulaklıktan birinin sesini dinliyordu. “Başka bir yoldan gideceğiz,” deyince babam başını salladı. Arkamızdaki adamlar onu arayıp bunun bilgisini vermeseydi şoför bize başka bir yol önermezdi.

Şoför bulduğu her boşlukta arabayı yavaş yavaş bu yoldan çıkartırken iyice koltuğa sindim. Yağmurun yağdığı ilk andan itibaren diken üstündeydim. Başımı hafifçe öne eğdiğimde bir yay gibi gerilmiştim. Cama vuran her yağmur damlasıyla geçmişimdeki o hazin anı gözlerimin önünde belirdiği için hiç rahat değildim. O ahşap sandalyeyi ve beynimin içinde yer edinen işkencelerin ritmini duydukça nefes alışlarım hızlanmıştı.

Babamın nasırlı elleri, dışarıdaki sert dünyaya hükmederken uzanıp omuzlarımı nazikçe kavradı. Onun dokunuşuyla bedenim bir güven refleksi geliştirmişti. “Farah bana bak.” Yağmurdan neden korktuğumu hiçbir zaman anlayamamıştı ama bunun en büyük kâbusum olduğunu biliyordu.

Beni kendine doğru çevirdiğinde yumuşak bir sesle bir kez daha, “Bana bak babam…” deyince eğdiğim başımı usulca kaldırdım. Titreyen bakışlarımla karşılaşınca tüm vücudunda bir kırılma yaşandı.

“Böyle anlarda ne yapacağını iyi biliyorsun.” Yağmur ve gök gürültüsünde ciddi bir kriz geçirdiğimi bildiği için buna engel olmaya çalışıyordu. Çenemi hafifçe okşarken yanımda olduğunu iliklerime kadar hissettiriyordu. “Derin derin nefesler al.”

Babamdan aldığım hafif tarçın kolonyası kokusu burnuma ulaştığında benden istediği gibi nefes almaya başladım. Onun kokusunda çocukluğumun güzel ve sakin anıları saklıydı. Babam parmaklarını çenemin altından çekmeyip beni izlerken benimle birlikte derin derin nefesler alıyordu. “Bir, iki, üç… Şimdi yavaşça nefesini ver.” Onun nefeslerinin ritmine uymaya çalışarak titreyen dudaklarımın arasında sesli bir şekilde soluk verdim.

Babamın söyledikleri bana olan davranış şekliyle hiçbir zaman ters düşmezken gözlerimin içine baktı. “Her şey yolunda, ben buradayım, daima yanında olacağım.” Söz vermek babamın dünyasında tutulması gereken bir yemin niteliğindeydi. “Bir daha kimsenin sana zarar vermesine izin vermeyeceğim,” diye fısıldadığında dudaklarından çıkan her kelime bir yemindi.

Babamın yoğun bakışlarındaki içtenlik, içimdeki korkuları bir fırtına gibi silip götürüyordu. “Be-ben… iyiyim.” Onun endişelerini dağıtmak için güçlü görünmeye çalıştığımda iç çekti. Şu anda hiç olmadığı kadar savunmasız olduğumu iyi biliyordu.

Elini uzatıp saçlarımı nazikçe okşarken hisli bakışları buruktu. “Farah’ım…” diye başlayan sözlerinde gizli bir sitem vardı. “Güçlü olmak her şeyi tek başına yapmak değildir.” Her konudaki ketumluğum canını yaktığı için her şeyi içime atmak yerine ona anlatmamı istiyordu. “Konuşmak istediğinde ben her zaman burada olacağım.”

Elleri yumuşak bir hareketle saçlarımda kayıp giderken sıcak sesi bir ninni gibiydi. “Hatalar yapıp dizlerinin üzerine düşmene izin vereceğim. Hayatı öğrenmen için bocalayıp tökezlemene de izin vereceğim.” Yüzümü ellerinin arasına aldığında başparmağının içiyle yanaklarımı tüy gibi okşadı. “Dibi boyladığında bile sana sırtımı dönmek yerine hep yanında olacağım.”

Gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünde babam tek bir gözyaşıma kıyamayıp onu sildi. “Baba diye çağırdığın an hep bir telefon uzağında olacağım.” Uzanıp dudaklarını alnıma bastırarak iç çekti. “Baba yardım et dediğinde beni hep yanında bulacaksın, sen yeter ki çağırmasını bil.”

Kollarının arasına sokulup ona sımsıkı sarıldığımda neredeyse ağlayacaktım. Bugün olanlar benim için çok ağır olduğu için gözyaşlarımı zor tutuyordum. Babam kendimi daha iyi hissetmem için ona açılıp tüm zehrimi göğsüne akıtmamı istiyordu ama ben, onu da üzmemek için bunu yapamıyordum.

Huysuz çocuklar gibi mızmızlanıp, “Seni çok seviyorum baba,” diye mırıldandım. Ona sıkıca sarılırken kedi gibi yanağımı göğüs kafesine sürttüm. “Her şeyden ve herkesten daha çok seviyorum.”

İri kollarını bana sarıp beni göğsünde avuturken gülümseyişinin sesini işittim. “Hep söylediğim gibi benim kalbim annen için atar ama ruhum sende huzur bulur kızım.” Eğilip bir kez daha saçlarımın kokusunu içine çekerek beni öptü. “Küçük kızımı dünya üzerindeki her şeyden daha çok seviyorum.”

Dudaklarımdaki tebessümle onun kollarında olmanın huzurunu yaşadım. Kaç dakika öyle kaldık, bilmiyorum ama telefonu çalınca babamdan ayrılmak zorunda kaldım. Ekrana bakınca babamın güvenlik şefinin aradığını gördüm. Hemen arkamızda değiller mi, niye babamı arıyordu? Başımı çevirip arkaya bakınca bizi takip etmesi gereken arabaları bulamadım. Babam telefonu kulağına yaslarken tıpkı benim gibi o da nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordu.

Birbirimizle konuşmaya o kadar dalmıştık ki şoförün bizi o trafikten çıkardığını ve başka yollara saparak izbe bir sokağa getirdiğini anlamamıştık. Babam hemen yanımda oturduğu için telefonun diğer ucunda gelen sesi duyabiliyordum. “Haşim bana sormadan önceden belirttiğim güzergahı değiştirdi! Sizi hangi yollardan götürüyorsa şebeke çekmiyor olmalı ki telefonunuza ulaşmam hiç kolay olmadı.” Bu da ne demek oluyordu?

Babam duyduklarıyla kaskatı kesildi ama konuşmaları duymadığımı düşündüğü için bunu bana belli etmemeye çalıştı. Telefonun diğer ucundaki adam hala babamı uyarıyordu ve ben zor olsa da onu duyuyordum. “Arabanızdaki vericiden bulunduğunuz güzergahı tespit ettik ancak bu trafikten çıkıp gelmemiz biraz zaman alabilir. Tehlikede olabilirsiniz, biz gelene kadar lütfen tedbiri elden bırakmayın.” Şoför bize ihanet etmiş olamazdı, değil mi?

Babam bu tür olayların içinde defalarca bulunduğu için benim aksime paniklememişti. Araba incecik bir yoldan giderken burası terk edilmiş bir kasaba gibi ürkütücüydü. Etrafta cılız ışığı titreyen birkaç sokak lambası dışında çok az evde ışık vardı. Babamın eli yavaşça belinin arkasına uzanırken gözlerini şoförden ayırmıyordu. “Haşim arabayı sağa çek, bir sigara yakacağım. Farah dumandan rahatsız olmasın.”

“Tabii efendim.” Yıllardır yanımızda çalışan ve babamın şoförlüğünü yapan Haşim, gerçekten arabayı sağa çekti.

Ancak arabayı durdurduğu an silahını çıkardığı gibi hemen arkaya döndü. Daha o tetiğe basmadan babam onu alnının tam ortasında vurunca çığlık attım. Bu dünyanın içine doğmuş olabilirdim ama her gün gözümün önünde birileri ölmüyordu. Sanırım hiçbir zaman ölümlere alışamayacaktım. Babam hemen arabadan inip kolumdan tutarak beni de peşinden çekti.

Yağmur tüm şiddetiyle üzerimize yağarken gök gürüldeyince neredeyse bağıracaktım. Babam elimi sıkıca tutarak son derece katı bir ifadeyle gözlerime baktı. “Sakın arkamdan ayrılma, Farah!”

Hızlıca başımı salladığımda babam bizim için güvenli bir yer bulmak için aceleyle yürüdü. Gözleriyle etrafı tararken elindeki silahı sıkıca tutuyordu. Kendimden çok ona bir şey olacak diye korktuğum için, “Baba yedek silahın var mı?” diye sordum aceleyle. “Varsa bana ver.”

Yolun karşısını bana gösterirken tek düşündüğü beni korumaktı. “Oraya geçtiğimizde tüm gücünle koşup evlerin arasına karış.” Sık sık arkama bakarak güvende olup olmadığımdan emin olmaya çalışırken sesi ve bakışlarında panik vardı. “Seni bulamayacakları bir yere gidip saklan, Farah.”

Onu burada bırakıp hiçbir yere gitmeyecektim ama içini rahatlatmak için başımı salladım. Babam onu takip edeceğimden emin olarak yola atıldığında bende arabaya koştum. Şoförün silahını alırsam ona daha çok yardım edebilirdim. Arkamdan babamın, “Farah buraya gel!” diyen gür sesi değil, birbiri ardına patlayan silahlar beni durdurmuştu.

Arabanın yanında durup hızla babama döndüğümde yolun tam ortasında bana baktığını gördüm ama karnından akan kanlarla... “Ba-baba?” Öylece kalakalmıştım çünkü bir anda tüm dünyam tersine dönmüştü.

Babam yolun ortasında açık bir hedef gibi dururken kurşunlardan kaçamadı. İkinci bir kurşun onun omzunu parçaladığında elindeki silah yere düşmüştü. Kurşunların sivri sesi, gök gürültüsüyle karışıp karanlığın içine düştüğünde, “Baba!” diye bağırıp ona doğru koştum. Bu öylesine dehşet verici bir andı ki sanki gece bile nefesini tutmuş, bu vahşete gizlice tanık oluyordu.

Babam arkaya doğru sendelediğinde, “Ge-gelme Farah!” diye bağırdı son gücüyle. Yüzü bir heykel gibi donduğunda kurşunların içine girmemem için bana yalvardı. “Git babam… Uzaklaş buradan.”

Onu dinlemeyip daha hızlı koştum. Kurşunlar etrafımda vızır vızır geçerken tek düşündüğüm babamı güvende tutmaktı. Babam arkaya doğru tökezlediğinde o an zamanın üstüne ağır bir örtü serilmiş gibi her şey dondu. Babamla sadece bir an göz göze gelmiştik. Gözlerimizin kesiştiği o kısacık anda bana birçok şey anlattı ama ben, onun o bakışından ne anlam çıkarmam gerektiğini bilmiyordum.

İkimizin arasında geçen bu bakışma, bir ömürden daha uzun ve bir saniyeden daha yoğundu. Babamın o bakışında hem özür vardı hem de ölüme olan teslimiyeti. Bana son kez baktığını bilircesine sertçe dizlerinin üzerine düşmüştü. Böylece üçüncü bir kurşun sağ göğsüne isabet etti. O kurşun benim bedenime saplanmış gibi boğazımı kanatırcasına, “Durun!” diye haykırıp babama yetiştim. Karşısında diz çöküp ona sımsıkı sarılarak hıçkırdım. “Yalvarırım durun!” Tüm o kurşunları bana sıksınlar ama biri bile babama değmesin.

Kendimi onun önüne bir kalkan gibi koyup yerden kalkmasına izin vermedim. İkimizde dizlerimizin üzerinde duruyorduk, kurşunlar arkamdan bir yerde ateş ediliyordu. Babam beni önünden itmeye çalışınca ona daha sıkı sarıldım. “Farah… Çe-çekil.” Titreyen sesini duyunca hıçkırarak kollarımla onu daha güçlü sardım. “Baba n’olursun dayan!” Onu her an kaybedeceğim diye korkudan aklım çıkmak üzereydi.

Sırtımın tam arkasında yoğun bir sızı hissettiğimde bile kurşunlar babama ulaşmasın diye onun önünden çekilmedim. Bende vurulmuştum, bunun farkındaydım ama şu anda ilgilendiğim tek şey babamın aldığı yaralardı. Neden böyle oldu? Bugün yurtdışına çıkacak ve yeni bir başlangıç yapacaktım. Tam hayatımın iplerini elime almışken işler nasıl buraya gelmişti?

Babamın başı omzuma düştüğünde kurşun sesleri sustu mu yoksa ben artık hiçbir şey duymuyor muyum, bilemedim. Canımdan can giderken yavaşça babamın başını yere bıraktım. Bunu yaparken bile sırtımdan kanlar akıyordu ama ben kendi acıma odaklanamıyordum. Babamın kesik kesik nefesler aldığını görünce, “Yardım edin!” diye feryat ederek bağırdım. Onu kaybediyordum. “Yalvarırım biri yardım etsin!”

Babam ölüyordu.

Titreyen ellerimi onun kanayan yarasına bastırdığımda acılar içinde kıvrandı. Vücudunun farklı yerlerinde tam üç kurşun yarası vardı ve ben hangi yaraya daha çok tampon yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ellerimi sağ göğsüne bastırıp oradaki kanamayı durdurmaya çalıştığımda babam gözlerini güçlükle araladı. “Farah…” diyen fısıltısıyla yüksek sesle ağlamaya başladım. “Bunu yapma, baba beni bırakma!”

Göğüs kafesi şiddetle inip kalktığında boğazında hırıltılı sesler çıkmaya başlamıştı. Bir anda öksürüp kan kusmaya başlayınca kendimi daha çok parçalayıp, “Yardım edin!” diye haykırdım. Birinin yardımımıza koşmasını bekledim ama kimse gelmedi. Kendimi daha önce hiç bu kadar çaresiz ve köşeye sıkışmış hissetmemiştim. “Yalvarırım biri babamı kurtarsın!” Neden kimse gelmiyordu?

Babam acı dolu iniltiler çıkartırken konuşmak için yanak kaslarını zorladı. Ağrının gölgesi kasılan yüzünü esir aldığında gözleri doldu. “Se-seni tek başıma bıraktığım için affet…”

“Böyle konuşma.” Gözlerimde birbiri ardına yaşlar akarken onun kanıyla yıkanan ellerimi daha çok yarasına bastırdım. Parmaklarımın arasında sızan kanı görünce hıçkırıklar içinde başımı iki yana salladım. “Ba…baba olmuyor.” Kalbimin ağıtı titreyen sesime nüfus ettiğinde, “Durduramıyorum,” dedim. “Çok kanıyor…Baba çok kanıyor, durduramıyorum!”

Babam kendini zorlayarak kolunu kaldırmaya çalıştı. Her zaman beni saran o güçlü kolu şimdi o kadar zayıftı ki, yerden kaldırmaya zorlanıyordu. Aldığı nefesler giderek çarpıntılı ve yavaşlayan bir ritme dönüştüğünde elini elimin üstüne koyabildi. Eski ısısını yitiren parmakları elimin üstünde durunca, “Özür…özür dilerim babam.” diye fısıldadı.

“Sana…” Göğüs kafesinden gelen hırıltıların arasında konuşmak için kendini zorladı. “Ve-verdiğim sözü…” Kan kusarak öksürdüğünde gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü. “Tutamayacağım.” Hep yanımda olacağını söylemesinin üzerinden daha bir saat bile geçmemişti.

“Baba kurbanın olayım dayan.” Parmaklarımın arasında ılık kanı akarken etrafımızdaki gecekondulara bakıp, “Allah kuran hakkı için biriniz de yardım edin!” diye bağırdım. Omuzlarım sarsılacak bir şiddette ağlarken küçük bir yardıma muhtaç hale gelmiştim. “Ambulansı arayın hiç mi merhametiniz kalmadı!”

Babamın gözlerinde yılların sevgisi ve acısı yer edindiğinde beni zalim bir dünyada tek başına bıraktığını daha iyi anladı. “Artık…” Yeniden öksürüp kan kustuğunda güç bela, “Se-sensin,” diyebildi. “Ailenin yeni lideri.” Sanki bir kurşun kafatasıma isabet etmiş gibi kıpırdayamadım. Ailenin yeni lideri mi?

Şu anda duymak istediğim en son şey bile bu değildi. “Baba n’olur böyle konuşma! Birazdan bizimkiler gelir, kurtulacaksın.”

Acaba yanlış yere mi tampon uyguluyordum? Göğsü yerine karnı veya omzundaki yarayı mı kapatmalıydım? Hangisini yapsam babam ölmezdi? Yağmurun altında sırılsıklam olmuşken ellerimi her yaraya uzatıyor, o bölgedeki kanamayı durdurmaya çalışıyordum. Birini kapatsam diğer ikisinden daha çok kan akıyordu. “Baba… Hangisi?” diye sorarken gözyaşlarımın sonu gelmiyordu. “Ne yapayım? Nereyi kapatayım, n’olur söyle? Ba-baba ben düşün…düşünemiyorum, yalvarırım sen söyle.”

Babamın gözleri ağır bir perde gibi açılıp kapanırken kurşun yarasından çok benim çırpınışlarım canını yakıyor gibiydi. Dudaklarının çevresinde hüzünlü bir gülümseme belirdiğinde hıçkırdım. İçli gözlerle beni izlerken babamın bu tebessümü hem teselli hem ölüm hem de vedaydı. Hızlı nefeslerine karışan kısık bir sesle, “Bırak…” diye fısılda. “Kanasın.”

“Hayır!” Aklımı kaçırma raddesine geldiğimde kaşlarımı çatarak bir elimi göğsüne, diğer elimi de karnındaki yaraya bastırdım. “Bırakırsam gidersin, bırakırsam ölürsün, bırakırsam artık bir babam olmaz!” Bırakırsam onunla ölürdüm.

“Beni dinle… Farah.” Babam kan kaybeden vücuduna direnerek zayıflayan elini bir kez daha kaldırdı ve yine göğsünün üzerinde duran elimin üstüne koydu. “Sen… Artık bir lidersin. Gü-güçlü olmak zorundasın.” Sesi o kadar zayıftı ki yağmur ve gök gürültüsü onu yutuyordu. “Seni kabul etmeyecekler.”

Bundan sonra yaşayacaklarımı öngörüyormuş gibi gözlerinden yine bir damla gözyaşı süzüldü. “Yanında olmadığım için… Kızımı hor görecekler.” En çok canını bu yakıyormuş gibi yaşlar gözlerinden sessizce aktı. “Kim…Kimseye boyun eğme babam…” Bu bana son vasiyetiymiş gibi burukça ve özür dilercesine bakıp kesik kesik nefesler aldı. “Dizlerin kimsenin karşısında bükülmesin.”

Ağzının kenarında koyu bir leke belirdi, belki de bu lekeyi kustuğu kanlar yaratıyordu. Ölümün ince bir gölgesi yüzünde geçtiğinde elimi tutan parmakları gevşemişti. Gözleri yaşla dolduğunda son bir çaba ve son bir çırpınışla bakışlarını bana kenetledi. Bana böyle bakmasına dayanamıyordum. “Demet sana ve sende… Ona emanetsin.”

Önce elimin üstündeki eli usulca yan tarafına düştü, hemen sonra da gözleri kapandı. Artık onun dokunuşunu elimde hissedemiyordum ya da sıcaklığını... Sanki bir anda öksüz ve yetim kalmışım gibi, “Baba!” diye haykırırken deliye dönmüştüm. Omuzlarım sarsıla sarıla ağlarken defalarca ona seslendim ama bana hiç cevap vermedi. “Baba kurbanın olayım aç gözlerini!” Babam artık bana bakmıyordu çünkü nefes bile almıyordu.

Yağmur tüm şiddetiyle üzerimize yağıp gözyaşlarımı silerken aceleyle babamın üzerine eğildim. “Hayır, hayır, hayır… Be-beni bırakıp gitmedin.” Başımı göğsüne yasladığımda yanağım ıslak kumaşa sürtünmüştü. Onun göğüs kafesinde küçük bir kalp atışı duymak için her şeyi verebilirdim ama yağan yağmurun hışırtısı ve gök gürültüsünün şiddetli sesi buna izin vermiyordu.

Duymadım küçük bir kalp atışı için sahip olduğum tüm hayatı feda edebilirdim ama babamın kalbi atmıyordu. O ana kadar dayanan, ölüme ve acıya direnen bedenim, bir anda tüm gücünü yitirdi. Sırtımdaki yaranın boyutunu bilmiyordum ama yaşadığım adrenalin patlaması yüzünden birileri babam için gelene kadar dayanacağımı biliyordum. Tabii babam yaşasaydı…

Onunla birlikte benim vücudumda çöktü. Başımı yasladığım yerden hiç kaldırmadım. Onu hiç bırakmak istemezcesine kolumu beline sararken başımı göğsüne yaslamıştım. Gecenin bir yarısı yağmurun altında yerde kendi kanımızın içinde yatarken hıçkırıklarım kesik iç çekişlere dönmüştü.

Bilincimi gittikçe yitirirken, “Artık…” diye fısıldadım yoğun bir acıyla. “Kimse gelmesin.” Gözlerim kapanırken kirpiklerimin arasından süzülen son bir damla yanağımdan süzüldü. “Kurtarılacak hiçbir şey kalmadı.” Babam için gelemeyen o insanlar benim için de gelmesin.

Tam burada, bu izbe sokakta, yağmurun altında ve gök gürültüsünün şahitliğinde babamla ölmek istiyordum.


Yorumlar