Roman
  • 25/11/2025

7-TECRİT ODASI

“Biliyor musun, en zorlandığım konuydu seni sevmek… Yaralı, kusurlu ve nefret doluydun. Sen intikam dolu bir yürekle bana geldiğinde benim kalbimdeki tüm çiçekler sana açmıştı.”

Gurur o gün evden çıktıktan sonra bir daha dönmemişti. Neredeyse bir hafta olacaktı ama bu bir haftada hiç eve dönmedi. Babamın telefonundan gizlice Karun’un numarasını almıştım. Karun’u arayıp ona Gurur’u sorduğumda klinikte olduğunu söylemişti. Ondan Gurur’un kaldığı kliniğin adresini almıştım ama çok istesem de onu görmeye gidememiştim. Bir hafta boyunca bu konuda gereken cesareti kendimde bulamadım. Ta ki dün geceye kadar.

Dün gece bu konudaki kararımı vermiştim, onu görmeye gidecektim. Bir ay boyunca klinikte herkesten uzak günlerini geçirmeye karar verdiyse bunu yapabilirdi ama onu görmek istiyordum. Onu ziyaret edip nasıl olduğunu görmeliydim. Oldukça iştahlı bir adam olduğu için yemek yemeyi çok seviyordu. Bu yüzden sabah erken saatlerde uyanıp mutfağa girmiştim.

Birlikte kahvaltı yapmamız için ona birçok şey hazırlayıp hepsini sefertaslarına koymuştum. Hazırladığım her şeyi piknik sepetine koyduktan sonra sepetle birlikte mutfaktan çıktım. Sepeti kapının yanına bıraktıktan sonra hızlıca üzerimi değiştirdim. Siyah dar kotun üzerine önce boyunlu bir kazak giymeyi düşündüm ama Gurur’un boynuma olan ilgisini hatırlayınca bundan vazgeçtim. Düşük omuzlu salaş bir bluz giydikten sonra saçlarımı topladım.

Bir kalem yardımıyla saçlarımı toplamayı başarmıştım. Dağınık topuzumdan sarkan saçlarımın uçları enseme değiyordu. Spor ayakkabılarımı giydikten sonra gözlüğümü de taktım. Dışarısı çok soğuk olduğu için kabanımı giyip sonunda odadan çıkmıştım. Elimdeki sepetle aşağıya inip yemek salonuna doğru yürürken çok gergindim. Annem ve babam kolay kolay bana izin vermeyecektir.

İçeri girdiğimde tam da beklediğim gibi hepsi kahvaltı masadaki yerini almıştı. Bir hafta önce Gurur’un geçirdiği krizi saymazsak üç yıl boyunca üst kattan aşağıya hiç inmemiştim. Bu yüzden beni görmek herkesi şaşırtmıştı. Onlara bakarken gülümsemeye çalışarak, “Günaydın,” dedim en neşeli sesimle.

Üç yıldan sonra beni burada görmek babamın gözlerinde mutluluk parıltılarının oluşmasını sağlamıştı. “Günaydın, Fara.” Masanın en başında otururken bana yanındaki boş sandalyeyi gösterdi. “Buraya gel.” Hiç aşağıya inmesem de o sandalyeye üç yıl boyunca kimseyi oturtmadığını biliyordum.

“Kahvaltıyı dışarıda kocamla yapacağım baba.” Ona elimde tuttuğum sepeti gösterdim. “Gurur’u görmek için kliniğe gideceğim.” Beklenmedik cevabımla babam içtiği çayı püskürterek çıkartırken masadaki herkes aynı anda, “Kocam mı?” dedi şaşkınca. Sanırım konuya iyi bir giriş yapmamıştım.

Onları bu denli şaşırtan şeyi anlamayarak başımı salladım. “Evet, kocam.” Sıradan bir şeyden bahseder gibi hepsine kocaman gülümsedim. “Üç yıl önce evlendiğimi biliyorsunuz.”

“Ve o evliliğin hangi şartlarda yapıldığını da iyi biliyoruz.” Seçil keyfimi kaçırmak ister gibi sandalyeden dönüp yönünü bana çevirdi. “Seninle intikam almak için evlenen bir adama kocam diyecek kadar aptal mısın?”

“Sende her şeye burnunu sokacak kadar hadsiz misin?” diye sordum sakince. “Beni eleştirecek konumda olduğunu sanmıyorum.”

Benden beklemediği sözlerin şaşkınlığıyla gözlerini irileştirdiğinde asıl şaşkınlığı annem yaşıyordu. Doğru duyup duymadığına emin olmak istercesine bana bakıyordu. Beni her zaman Seçil’e haddini bildirirken göremezdi. Seçil ne kadar bozulduğunu gizlemeye çalışarak beni düşünüyormuş gibi yapmaya başladı. “Burada senin iyiliğini düşündüğümü anlamayacak kadar safsın.” Sahalara oynuyordu yani babama.

Dostane bir tavırla gözlerini bana dikti. “Gurur’un kriz geçirdiğinde nasıl bir şeye dönüştüğünü hepimiz gördük. Sana bir şey yapmasından korkuyorum.”

Çocuksu bir yüzüm olduğu için yaşımı bile göstermezken öfkemi hiç gösteremiyordum. Bu yüzden Seçil’e sevimlice bakıp, “Beni dert etme lütfen,” dedim masumca. “Geçen hafta olanları biliyorsanız, Gurur’u nasıl sakinleştirdiğimi de görmüş olmalısınız.”

Seçil inatla bazı şeyleri anlamayarak yerinde rahatsızca kıpırdanıp, “Çok safsın, Farah,” dedi gizleyemediği bir kıskançlıkla. “Gurur’un tek amacı seni kullanmak.”

“Gurur sandığınız gibi biri değil.” Bunları söylerken başta Seçil olmak üzere buradaki herkesin sinirleriyle oynamaya başlamıştım. “O bana iyi davranıyor.”

“Farah kaldırtma beni ayağa!” Annemin bana kızmasıyla yerime sindim. “Daha düne kadar ondan nefret ediyordun, ne ara bu kadar sahiplendin onu?”

“Anne ben yirmi beş yaşında genç bir kadınım. Lütfen bana çocuk gibi davranmaz mısın?” Neredeyse ağlayacaktım. “Onu görmek istiyorum.”

Annem ve babamı deli eden sözlerimin Seçil’deki etkisi büyüktü. Mavi lensin ardında bile gizleyemediği kıskançlığı görüyordum. “Seni kullanmak istediğini anlamayacak kadar aptalsın” Beni düşünüyormuş gibi davranarak Gurur’dan uzak tutmaya çalışıyordu. “Seni hastanelik eden bir adama koşa koşa gidecek kadar gurursuz musun?” Bana gururdan bahsedecek son kişi bile değildi.

Herkes üzerime gelip durduğu için kabuğuma çekilmem uzun sürmemişti. Özellikle de annemden gereken desteği görememek cesaretimi kırıyordu. Suratımı asarak kırgın bakışlarımı ona çıkardım. “Gurur’u görmek istediğim için mi tüm bu yaygara? Peki, gitmeyeceğim.” Anneme kapıyı gösterdim. “Gidip bir üç yıl daha çıkmayacağım çatı katından.”

Başından beri sessizliğini koruyan babam nihayet bakışlarını bana yöneltti. Diğerleri gibi onun da bana kızıp engel olacağını sanmıştım ama düşünceli gözlerle beni izlerken herkesi şaşırttı. “Onu görmek istiyorsan gidebilirsin.” Ellerini masada birleştirdiğinde bakışlarında yoğun bir uyarı vardı. “Tabii yanına koruma alman şartıyla.” Afalladım işte bunu beklemiyordum.

“Gitmesine izin mi vereceksin?” Abim sanki beni çok düşünüyormuş gibi babamın kararını sorgulayıp ters bakışlarını bana çıkardı. “O herif seni komalık etmişken onu kafanda nasıl aklayabiliyorsun?” En azında Gurur’u aklayacak bir şeylerim vardı ama Caner’i aklamaya zemzem suyu bile yetmezdi.

Abime karşılık olarak hiçbir şey söylemedim çünkü yine ilk fırsatta canımı yakmasını istemiyordum. Hep yaptığım gibi sustum. Herkes üzerime gelirken ben yıllardır yaptığım gibi bir kez daha susmuştum. Abimin karısı Yonca yenge otuz yaşındaki bir kadının olgunluğuna erişememiş gibi dudaklarını büzdü. “Dayak arsızı olmuşsun sen,” derken mavi gözleri yoğun bir şekilde beni eleştiriyordu. “Bir erkek için kendini bu kadar düşürme.”

Annem sık sık bana kızardı ama bir başkasının bunu yapmasına izin vermezdi. Omuzlarını dikleştirip aynı ukala bakışı yüzüne kondurarak Yonca yengeye baktı. “Kocama gidiyorum diye evden çıkıp başka erkeklere gitse daha mı iyi?” dediğinde kimse annemin bu sözlerle ne demek istediğini anlamadı. Ancak Yonca yenge bu sözlerdeki imayı iyi anladığı için neredeyse elindeki bardağı düşürecekti.

Onların karşısında bu kadar ezilmeme dayanamayan annem hiç istemese de bana izin verdi. “Telefonun hep açık olsun ördeğim.” Kapıyı gösterdi. “Korumalar seni götürsün.” Gurur’a gitmemden nefret ediyordu ama masadakilere ağzının payını vermek için bunu kabul etmişti.

Seçil bıkkınca gözlerini devirdi. “Her zamanki gibi yine öncelik Farah’ın istekleri.”

Annem çatacak yer aradığı için sinirini Seçil’den çıkartmaya kalkıştı. “Seni de bir deli kaçırıp evlensin, sonra senin isteklerini konuşalım ne dersin?”

“Senin o deli damadın bana tokat attı ama sen Seçil’e mi kızıyorsun?” Nesibe yenge yine mağduru oynayarak yanağını gösterdi. “Çenemi yerinden çıkartıyordu.”

Annem boş bulunup, “Nerede o günler,” demişti ki ne söylediğini fark edince hemen dilini ısırdı. “Çenen yerinden çıkmadığı için hepimiz çok şanslıyız, Nesibe yoksa kim bu eve çenesiyle fitne fücur yayacaktı?” Yengemi düşünüyormuş gibi ilgili davranıp rujlu dudaklarını büzdü. “Sen ve o kopasıca çenen iyi olduğu için çok mutluyum.” Allah’tan mutluydu bir de olmasaydı neler derdi, kestiremiyordum.

Annem ve yengem yine birbirlerine girince hemen dışarı sıvıştım. Onlar tartışana kadar ben çoktan gitmiş olurdum. Hole çıkıp kapıya doğru yürüdüğümde annem koşarak peşimden geldi. Anlaşılan bu kadar kolay kaçmama izin vermeyecekti. Yanıma geldiğinde çok endişeliydi. “O vahşi kocan eğer sana bir şey yapmaya kalkışırsa-”

“Yapmaz anne,” diyerek onu yatıştırmaya çalıştım. “Klinikte birçok görevli ve doktor var. Gurur buna yeltenmez öyle olsa bile ona müdahale ederler.”

Korku dolu gözlerine tebessüm ederek baktım. “Onu nasıl sakinleştirdiğimi sende gördün. Gurur’un krizlerinin üstesinden gelebilirim. O sandığın kadar kötü biri değil.”

Bana bakınca ne görüyordu, bilmiyorum ama beti benzi atmıştı. “Farah ilk vakasını bulmuş psikolog gibi davranıyorsun.” Kafasında ne kuruyorsa buna müsaade etmeyeceğini göstermek istercesine kaşlarını çattı. “İzlediğin o aptal filmlerin etkisinden çık artık. Evdekilere diş göstermen beni mutlu ediyor ama bunu Gurur için değil de kendin için yapmanı isterdim.”

Omuzuma dokunup aklımı başıma getirmek ister gibi hafifçe sıktı. “Kötü çocuğun içindeki iyiliği çıkarmaya çalışan o aptal kızlar gibi davranmayı bırak çünkü gerçek dünya okuduğun o kitaplara benzemez!”

“Anne ben yüzde elli aptalım, bunu biliyorsun.”

“Bir şeyi kırk defa söylersen öyle olursun tabii! Kendine aptal deyip durma.”

“Bana aptal olduğumu söyleyen hep sensin.”

“Ama kırk defa söylememişimdir.”

Bunu ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. “Dokuz yaşından beri bana günde en az on, en fazla otuz kez aptal olduğumu söylemişsindir.” Kafamı kaşıyarak küçük bir hesap yaptım. “En azı 365 ile çarparsak yılda 3.650 defa bana aptal dediğin ortaya çıkıyor. 3.650’yi on altı yılla çarparsak bana 58.400 defa aptal dediğin sonucuna varıyorum.” Sakince başımı çevirip şoke olmuş yüzüne baktım. “Keşke otuz dokuzda dursaydın anne.”

Uzun kirpiklerinin arasında şaşkınca bana bakarken yüzü sararmıştı. “Bazen bir psikolog mu yoksa matematik dehası mı olduğunu anlamıyorum.”

“İkisi de olmaya çok uzağım.” Tepkisiz bir şekilde ona bakıp küçük adımlarla yanından geçtim. “Çocukken sana ben büyüyünce aptal olacağım dediğimde ciddiydim.” Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. “Bak büyüyünce aptal oldum.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Resmen çocukluk hayalimi yaşıyorum.”

“Çocukluk hayalin büyüyünce bir aptal olmak mıydı?” Sesi fazla afallamış geliyordu.

“Bence sende bendeki o cevheri görmüştün.” Onu kızdırdığımın bilincinde olarak daha fazla güldüm. “Öyle olmasaydı şu on altı yılda bana tam 58.400 defa aptal demezdin. Tabii bu da en az ihtimalle ortaya çıkan sonuç.” Başımı çevirip sinirli yüzüne sevimlice baktım. “Görmüştün dimi, sende bendeki o aptallık ışığını görmüştün?”

“Seni döverim, Farah!” Gözü seğirirken ayağındaki topuklu ayakkabıyı çıkartınca hemen kaçmaya başladım. Kapıdan çıkmama çok az kalmıştı ki tak diye kafamın arkasına ayakkabısı çarpmıştı. “Bir kere de ıskala be kadın, bir kere de ıskala!”

Sızlanarak kafamı tutup ona döndüğümde bıraktığım yerde dik dik bana bakıyordu. “Getir o ayakkabıyı aptal ördek!” Ne söylediğini fark edince hemen dilini ısırdı. “Zeki ördek,” diye değiştirince tekrar gülmeye başladım. Bana aptal demeye bile korkar olmuştu.

Sepeti yere bırakıp ayakkabıyı aldım. Yanına gittiğimde sinirinde değişen hiçbir şey yoktu. Bir dizimin üzerinde diz çökerek ayakkabıyı ayağına giydirmeye başladım. “Kurban olurum ayakları bile güzel,” dediğimde gülüşünü duydum. “Babası kılıklı velet, yağ çekerek beni sakinleştiremezsin.”

Ayakkabısını ona giydirdikten sonra koluna girerek onu benimle yürümeye zorladım. “Sandığın gibi Gurur’un üzerinde pratik yapmıyorum.”

Kapıya yaklaşınca yerdeki sepeti alıp onunla yürüdüm. “Lütfen böyle bir şeyi Gurur veya bir başkasının yanında da söyleme.” Özellikle de Seçil’in aklına böyle bir şey düşürmemeliydi çünkü hemen gidip Gurur’a yetiştirirdi. Gurur’un bir psikolog olduğum için kendime yeni bir oyuncak bulduğumu düşünmesini istemiyordum. Bu onun için çok incitici olurdu.

Gurur’un psikoloji mezunu olduğumu bildiğini sanmıyordum. Beni kaçırdığında fakülteden yeni mezun olmuştum ve iki yıllık yüksek lisansımı yapmayı planlıyordum. Fakat o kulübede yaşadıklarımdan sonra üç yıllık bir inzivaya çekilip lisansımla ilgili her şeyi askıya almıştım. Benim gibi birinin psikoloji okuması bile çok komikti çünkü kendim başlıca travmatik bir vakaydım.

Tam da bu yüzden psikolog olmayı istemiştim, kendime ve benim gibi olanlara yardım etmek için. Bu işin okulunu okuyup inceliklerini öğrenirsem kendimi tedavi edebileceğimi düşünmüştüm. Şu zamana kadar annem ve babam beni birçok doktora ve psikoloğa götürmüştü fakat hiçbiri kafamın içindeki o kafesi kırmama yardım edememişti.

Bende liseyi bitirince kendi kendimin doktoru olmaya karar vermiştim. Umutsuzca kendimi o korku evinde kurtarmayı istediğim dönemlerden biriydi. Ancak psikoloji bölümünü okuyunca bile sosyal anksiyetenin üstesinden gelememiş ve kafamın içindeki kafesi kıramamıştım. Ne de olsa terzi kendi söküğünü dikemezmiş.

Fakültedeki hocalarım bile kendim için en yanlış dalı seçtiğimi söylemişti ama ben ısrarla seçtiğim bölümü okumuş ve mezun olmuştum. Lisansımı almadığım için resmî kurumlarda çalışamaz veya kendi ofisimi açamazdım. Bunun için önce yüksek lisansımı yapmalıydım. Açıkçası yapmadığıma da üzülmüyordum çünkü henüz buna hazır değildim.

Bir deli ve onun psikolog eşi.

Ne komik bir eşleşme ama.

Annemle dışarı çıkıp avluda yürümeye başladığımızda fazla sıkıntılı bakıyordu. “Farah ne planladığını öğrenmeden kendini ona kaptırmandan çok korkuyorum.” Kolundaki elimin üzerine elini koyup hafifçe sıktı. “Sen fazla toy ve safsın, bu insanların seni üzmesini istemiyorum.”

“Anne küçük bir kediyi bile köşeye sıkıştırırsan tırnaklarını çıkartır.” Korkularını bir sünger gibi emmek istiyordum belki o zaman biraz rahatlardı. “Sandığın gibi tamamen savunmasız biri değilim.”

Sesli bir şekilde iç çektiğinde bu konuda pek umutlu değildi. “Geçen hafta Caner’e silah çeken o kız olmaya devam etsen bu kadar endişelenmem.” Bakışları puslandı. “Ne yazık ki biz o kızı yıllar önce kaybettik. Arada bir görünüyor sonra da uzun süre ortadan kayboluyor.”

“Anne lütfen yine başlama,” diye ona yalvardım.

“Farah ben senin annenim, benim kadar kimse seni tanıyamaz.” Neredeyse ağlayacaktı. “Bastırılmış kişiliğinin altında ne denli güçlü ve zeki bir kadın olduğunu iyi biliyorum. Artık bu konuda bir şeyler yapmalısın.”

“Anne ben böyle biriyim bunu kabullen artık.” O böyle yaptıkça üzülüyordum çünkü hiçbir şey sandığı kadar kolay değildi. Denemediğimi, uğraşıp çaba göstermediğimi düşünüyordu ama denemediğim bir günüm bile yoktu. Neler yaşadığım hakkında en küçük bir fikri yoktu. Gözlerinin içine bakarak, “Beni üzüyorsun,” dedim. “Bunu yapma artık.”

“Bende üzülüyorum, Farah.” Gözlerine akın eden yaşları gizlemek için bakışlarını benden kaçırmıştı. “Bu insanların kızımı getirdiği son duruma çok üzülüyorum. Her darbeyle daha çok düşüyorsun ama bir kez olsun düştüğün yerden daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmıyorsun.”

“Belki de henüz en dibi bulmamışımdır,” dedim umutsuzca.

“Belki de çoktan buldun ama farkında değilsin.”

Şoför benim için arabayı hazırlayınca annem bana eşlik etmesi için otuzdan fazla korumayı görevlendirmişti. Onları sıkıca tembihleyerek beni evden göndermişti. Yola çıktığımda annemle yaptığım tatsız konuşmadan dolayı gözlerimden bir damla yaş süzüldü. O evde bir ay boyunca ne yaşadığımı hiç bilmiyordu. Elim istemsizce boynumdaki sarkaca uzanmıştı. Bu sarkaç o uğursuz eve dair güzel olan tek şeydi.

“O adam senin baban mı?” diyen küçük bir kız çocuğunun sesi kulağımda yankılandığında içim burkulmuştu. Yine anıların istilasına uğramıştım.

“Evet, öyle.” Başka bir çocuğun sesi zihnimde canlanmıştı.

“Baban kötü biri, bana bunları neden yapıyor?”

“Bilmiyorum onu her zaman anlamıyorum.”

“Biliyor musun, artık hiç uyuyamıyorum. Bu köpek uykumda beni parçalayacak diye uyumaya korkuyorum.”

“Tasmasını açmadıkları sürece sana bir şey yapamaz.”

“Yine de artık hiç uyuyamıyorum.”

“Biliyorum bu yüzden sana bir şey getirdim. Al hadi.”

“Bu nedir?”

“Sarkaç.”

“Ne işe yarıyor ki bu?”

“Belki uyumana yardımcı olur diye getirdim ama babam ve diğerlerine gösterme olur mu?”

“Peki.”

“Babam yakında seni bırakacak, çok yakında kurtulacaksın buradan. Onları konuşurken duydum.”

“Evime gitmek istiyorum bu arada adın ne? Bana hâlâ adını söylemedin?”

“Kim olduğumuzu bilmemen gerekiyormuş yoksa babam seni öldürürmüş. Belki bir gün tekrar karşılaşırız.”

“Adını bilmezsem seni nasıl tanıyacağım ki?”

“Ben tanırım seni, Farah Tozlu.”

***

Elimdeki sepetle kliniğin koridorları arasında yürürken Gurur’un doktorundan onun hakkında gereken bilgileri alıyordum. Karısı olduğumu söyleyince onunla görüşmeme izin vermişlerdi. Ne yazık ki doktorun anlattığı şeyler hiç açıcı değildi. Tanışırken isminin Selim olduğunu öğrendiğim yaşlı doktorun psikoloji dalında bir uzman olduğu kurduğu her cümlede anlaşılıyordu.

Benimle koridorda yürürken elindeki dosyada Gurur hakkında tuttuğu notlar vardı. “Fiziksel olarak hiçbir hastalığı yok ama psikolojik olarak çöküşte.” Başını dosyadan kaldırıp ihtiyatlı gözlerle bana baktı. “Kafasının içindeki sanrılar Gurur’da kalıplaşmış bir durum. Tedaviye karşılık vermediği için onu ona yardım edemiyoruz.” Umutsuzca başını iki yana salladı. “Özellikle yılın aralık ayında daha kontrolsüz oluyor.”

“Sanrılarının aralık ayında daha yoğun tetiklenmesinin bir nedeni olmalı?” Selim Bey’den gereken cevapları almak ister gibi ona merakla bakıyordum. “Gurur’u aralık ayında böylesine çıldırtan ağır bir travması olmalı.”

“Var zaten.” Başını sallayarak yürürken bu konuda beni onayladı. “Sebepsiz yere kimse bu hale gelmez. Aralık ayında onu korkutan ve aklını sarsan bir yerler yaşamış olmalı. Geçmişi hakkında çok ketum olduğu için hiçbir terapi onun geçmişine inmemizi sağlamıyor. Ne yaşadığını veya neden ateşten bu kadar korktuğunu bilmeden ona yardımcı olmamız çok zor.”

Normal düzeyde olan hastaların tutulduğu koridoru arkamızda bırakıp bir kat aşağıya inince buz kestim. “Burası tecrit hastaların kaldığı yer değil mi?”

Bunu bu kadar hızlı anlamam onu şaşırtmıştı. Konuşmalarımız boyunca da bir şeyler sezmiş gibi meraklı gözlerini bana dikti. “Bu konularda çok şey biliyorsunuz, Farah Hanım.”

Elimdeki sepeti gergince tutup bakışlarımı kaçırdım. “Psikoloji bölümü mezunuyum.”

Deli bir adamın karısının hangi bölümden mezun olduğunu duymak onu afallatmıştı. “Psikolog musunuz?”

“Evet ama bu konuda pek deneyimim yok.” Konuyu kendimden uzaklaştırmaya çalışarak, “Gurur neden tecrit katında kalıyor?” diye sordum. “Evden ayrılırken tecrit odasında kalacak kadar kötü değildi.”

Sıkıntı içinde derin bir nefes alarak bakışlarını benden çekti. “Dün gece çok ağır bir nöbet geçirdi. Onu kontrol altında tutmaya çalışırken iki hasta bakıcısını ciddi bir şekilde yaraladı.” Bunlar duymaktan hoşlanacağım şeyler değildi.

Bir kapının önünde durarak bana döndü. “Her an her şey onu tetikleyebilir bu yüzden içeri girmenize izin veremem.” Metal kapının üzerindeki küçük pencereyi çekerek kenara çekildi. “Onu sadece bu mesafeden görebilirsiniz.” İçeri bile alınmayacağım kadar Gurur kontrolden çıkmış mıydı?

Elimdeki sepeti yere bırakarak kapıya yaklaştım. Kapının üzerindeki küçük ızgaraya yaklaşarak demir parmaklıkların arasından içeriye bakmaya çalışıyordum. Kitap büyüklüğündeki küçük bir pencereden içeri bakınca gözlerim doldu. Hastanın güvenliği açısından duvarları ve yerleri sert minderle kaplı tecrit odasına ürkmüş gözlerle bakıyordum. Gurur bu uğursuz odanın içindeydi ancak onu görmek istediğim şekilde değildi.

Ona taktıkları deli önlüğünün kollarını arkadan sıkıca bağladıkları için Gurur’un kolları çapraz bir şekilde göğsüne kenetlenmişti. İstese de ellerini kullanıp ne kendine ne de bir başkasına zarar veremezdi. Ağzındaki deri ve metal ağızlığı görmemle beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Bu kadarına gerek var mıydı? Odanın köşesine sinerek oturmuş, delici gözlerle yere bakıp öne ve arkaya doğru sallanıyordu. Gerçek anlamda bir akıl hastasına benziyordu, ki zaten öyleydi.

Selim Bey’e dönerken kaşlarımı çattığımın farkında değildim. Deli önlüğü ve ağızlığı kastederek, “Bu kadarına gerek var mıydı?” diye sordum kızgın bir sesle.

Kalenderler ülkenin kalkınmasına büyük ölçüde katkı sağlayan milyarderlerden biriydi. Gurur’un sahip olduğu güç ve parayla bu klinikten yüzlercesi satın alınabilirdi. Onun gibi birinin burada kalması bile klinik için bir ayrıcalıktı çünkü Gurur buraya dünyanın para yağdırıyordu. Bunun karşılığında gördüğü muamele bu muydu?

Sert bakışlarımdan Selim Bey neler düşündüğümü anlamış olmalı ki rahatsızlık belirtisi göstererek burnunun kemerini sıktı. “Gurur Bey’in sıklıkla tercih ettiği bir klinik olmamızın nedeni tam olarak bu. Burada kaldığı süre boyunca sinir krizlerinde hiçbir ayrıcalık göstermeksizin onu durdurmamızı isteyen kendisiydi.” Böyle bir şeyi onlardan talep eden Gurur muydu?

Başıyla içeriyi işaret etti. “Şu anda ciddi bir transa girmiş durumda. Hangi şekilde kendine geleceğini bilmediğimiz için kendisine zarar vermesin diye o önlüğü takıyoruz. Ve ağızlığa gelirsek…” Kanımı donduran bir manayla gözlerime baktı. “İnanın bana bu gerekliydi.”

Korkuyla doldum.

Dün gece neler yaşandığını bilmediğim için hangi şartlarda ona ağızlık taktıklarını kestiremiyordum. İçimden bir ses kendi akıl sağlığım için bu kadarını bilmemem gerektiğini söylüyordu. “İçeri girmek istiyorum kapıyı açın lütfen.”

Buna yanaşmayan Selim Bey kati suretle, “Buna müsaade edemem,” dedi. “Hasta şu anda ağır bir transta, geri dönüşleri bazen çok şiddetli ve sert olabiliyor. Bir anda karşısında sizi bulduğunda ne tepki vereceğini bilmiyoruz.”

“Sizi anlıyorum fakat buraya onu kapı arkasından görmeye gelmedim.” Bu konudaki tutumumu sürdürerek ısrar ettim. “Gereken tüm sorumluluk bana ait, eşimin yanına girmek istiyorum.”

“Farah Hanım-”

“Onu çözmeyeceğim bu konuda bana güvenebilirsiniz.” Ona bunun teminatını vererek içeriyi gösterdim. “Gurur bu haldeyken bana zarar veremez lütfen onun yanına girmeme izin verin.”

Başlarda buna yanaşmadı çünkü Ümit Tozlu’nun kızı onların kliniğinde zarar görürse babam karabasan gibi hepsinin üzerine çökerdi. Ancak ben çok ısrar edince Gurur’u çözmemem şartıyla içeri girmeme izin vermişti. Kapıların güvenliğinden sorumlu görevliyi çağırıp ondan kapıyı açmasını istedi. Benim için metal kapıyı açtıklarında elimdeki sepetle içeri girdim. Korkuyordum.

Selim Bey bunu istemese de kapıyı arkamdan kapattım. Kapıdaki küçük pencereden içeriyi gözetleyip güvende olduğumu görebilirlerdi. Yerdeki sünger kaplamaya basarak küçük adımlarla Gurur’a doğru yürürken çok gergindim. Bunu yaparken korkumu bastırmaya çalışıyor ve bağlı olduğu için bana zarar veremeyeceğini sık sık kendime hatırlatıyordum.

Onu buraya kapatmaları büyük bir trajediydi fakat bu konuda kimseye kızamazdım. Gurur’u kontrolde tutmak için bu gerekliydi. Tam karşısında durup ayaklarının önüne diz çöktüğümde boş bakan ruhsuz gözlerine içim acıyarak baktım. “Merhaba,” diye fısıldarken korkudan sesim titriyordu. Sanki her an üzerime atlayacakmış gibi endişeliydim. Elleriyle olmasa bile kafasıyla suratıma defalarca vurup beni kan içinde bırakabilirdi. Bu tür şeyleri düşündükçe kaçmak istiyordum.

Dizlerimin üzerinde durup yüzlerimizi aynı hizaya getirdim. “Beni hatırlıyor musun?” Yeşilleri o kadar soğuk ve duygudan yoksundu ki şu anda beni görüp duyduğundan bile emin değildim.

Şuursuzca sindiği duvarın dibinde sallanıp ağızlıktan dolayı garip mırıltılar çıkartıyordu. Onu böyle görmek bile bana katlanılmaz bir acı yaşatıyordu. “Gurur beni duyuyor musun?”

Sık sık anlamsız mırıltılar çıkartıyordu fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Dikkatli dinleyince, “Abi,” dediğini güçlükle anladım. “Gelme, abi gelme…” Sertçe yutkunmuştum. Bir hafta önce evimizde kriz geçirdiğinde de buna benzer bir şeyler sayıklamıştı.

Abisi Şeref Kalender ile aralarında bir düşmanlık olduğunu biliyordum ama travmalarının nedeninin abisi olduğunu bilmiyordum. Gurur’u bu hale getiren abisiydi, değil mi? Öyle olmasaydı her kriz geçirdiğinde abi diye sayıklamazdı. Yere bastırdığım dizlerimin üzerinden yükselerek, “Gurur,” diye fısıldadım. “Abin burada değil.” Titreyen ellerimi uzatıp yüzüne dokunduğumda kapının arkasındaki Selim Bey’i tedirgin ettiğimi biliyordum.

Ellerimi maskenin deri dokusundan kaydırarak başının arkasına uzandım. Ağızlığın kemerini açıp Gurur’u boğan bu rahatsız edici şeyi çıkartmıştım. Ağızlığı çıkartıp kenara attığımda bile hâlâ şuursuzca yerinde sallanıyor, sayıklayarak boşluğa bakıyordu. Burada değildi, Selim Bey’in de dediği gibi transa girmişti. Şu anda bir tecrit odasında benimle olduğunu bile anlamayacak kadar geçmişteydi.

Ağızlığın sert dokusu onun yüzünde iz bırakmıştı. Birkaç saate kalmadan o izlerin kaybolacağını biliyordum ama şu an için çok net görünüyordu. Hastalanınca ne zaman maske taksam aynı izler benim de yüzümde oluyordu. Ellerimi uzatıp yüzünü avuçlarımın arasına aldığımda bile beni görmüyordu. Geçmişinin içinde öylesine kaybolmuştu ki şu anda ona ne yapsam farkında olmayacaktı. Birileri onu çekip vursa bile olanları anlamayacak kadar kendi içinde kadar kaybolmuştu.

Onu daha önce hiç bu kadar savunmasız görmemiştim. Yakışıklı yüzünü avuçlarımın içine alıp parmak uçlarımla maskenin bıraktığı izlere dokundum. “Gurur,” diye fısıldadım kıyamayan bir sesle. “Beni duymalısın.” Gözlerimden süzülen birkaç damla yaşı durduramadım. “Nasıl bir cehennemde kayboldun bilmiyorum ama geri dönmelisin.” Gözleri boş baktıkça sesim kulağına ulaşmayacaktı. Buradaydı ama aynı zamanda çok uzaklardaydı.

Onu nasıl geri döndüreceğimi düşünürken aklıma gelen saçma fikri denemek istedim. Hemen kabanımı üzerimden çıkartıp tekrar ona yaklaştım. Dizlerimin üzerinde yükselerek elimi uzatıp ensesini kavradım. Yüzünü boynuma yasladığımda işe yaraması için dua ediyordum. Hiçbir şey duymuyor ve görmüyordu bu yüzden bunu denemeliydim. Onun için gözyaşı dökecek kadar onu umursadığımı bile bilmiyordum.

Kokumu alsın ve burada olduğumu anlasın diye yüzünü boynuma bastırıp ona sımsıkı sarıldım. Bir kolum başının arkasındaydı diğeri ise sırtında. Bana kıyasla fazla iri olan vücudunu elimden geldiğince sarıyor, onu kollarımın arasında tutmaya çalışıyordum. Parmaklarımı ensesine kaydırıp saçlarının arasında gezdirmeye başlamıştım. Bunun ona iyi geleceğini hissediyorum. Girdiği transın içinde geri dönmenin bir yolunu bulmalıydı.

Nefesini tutmayı bırakıp kokumu içine çekince sessiz mırıltılar çıkartmıştı. Onu kollarımla sararken boynumu ona yuva yaptığımın farkında değildim. Kollarımın arasındaki iri vücudu kaskatı kesildiğinde kokumu soluyarak burada olduğumu anlamıştı. Burnunu boynumun girintisine sürtüp kokumu içine çektikçe kasılan vücudu gevşemeye başlamıştı. Ona acı veren tüm o şeyleri unutup boynumda soluklandığında rahat bir nefes almıştım. İşe yarıyordu.

Gurur boynumda hızlı hızlı nefesler aldıkça ılık nefesi tenimi gıdıklıyordu. Burnunu boynuma sürtüp kokumu içine çektikçe nabzım bir kat daha hızlanmıştı. Kalbim durmaksızın göğüs kafesimi tekmelerken bunun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Gurur’a sarılmak düşündüğümden daha sarsıcıydı.

Bana sarılmıyor olsa da kokumla rahatladığını biliyordum. Onu rahatlatan başlıca şeylerden biri de boynumdu. Ona sarılmama izin vermiş ve yüzünü boynumdan bir an olsun çekmemişti. Burnunu boynumun girintisine bir kez daha sürtüp dudaklarını boynuma bastırınca kaskatı kesildim. Bu sefer boynumu öpmekten kendini alıkoyamamıştı.

Bunu istem dışı yapmış olmalı ki ne yaptığını anlayınca tüm vücudu gerilmişti. Tepkimi görmek için başını yavaşça kaldırıp yüzüme bakınca suratımın aldığı ifadeyi bilmiyordum. Fakat onun yüzünde oldukça rahatsız edici bir duygu vardı. Boynumu öptüğüyle ilgili bir şey söylememden tedirgin olarak bana bakıyordu. Bununla ilgili tek kelime etmeyip sakin bir sesle, “Daha iyi misin?” diye sordum.

Soğuk terler dökerken kendini geriye çekerek kollarımın arasından çıktı. “Burada ne işin var, Farah?” İfadesi o kadar donuktu ki beni gördüğüne memnun olup olmadığını anlayamıyordum.

“Geldiğim için bana kızma.” Ayağa kalkıp arkasına geçerek sırtında bağlı olan deli önlüğünü açmaya başladım. “Nasıl olduğunu görmeliydim.”

“Yerinde olsam onları açmam.” Sesi ölümcül derecede tehlikeli çıkmıştı. “Bunu yaptığında boynunu kırmayacağımın bir garantisi yok.” Bence bende zarar vermeyeceği tek yer boynumdu çünkü Gurur’un gerçekten boyun fetişi vardı. Boynum garip bir şekilde onu mest ediyordu.

Onu çözerek üzerindeki deli önlüğünü çıkardım. Karşısına oturduğumda rahat görünmeye çalışıyordum ama hiç rahat değildim. Sepetteki şeyleri çıkarmaya başladığımda öfke ve şaşkınlık karışımı gözlerle beni izliyordu. “Ne halt ediyorsun? Tüm bunlarda nedir?”

Sert çıkan sesiyle yutkunarak ona bakmak için kendimi zorladım. Bana olan bakışları fazla kızgındı ve burada olmamdan nefret etmiş gibi bakıyordu. Sanırım sinirlenmesinin nedenini anlıyordum. Onu tecrit odasında deli gömleğiyle ve ağzındaki ağızlıkla görmemden hoşlanmamıştı. Bir erkek için bu oldukça gurur kırıcı olabilirdi.

Gördüklerim beni olumsuz yönden hiç etkilememiş gibi davranıp sepetteki şeyleri çıkarmaya devam ettim. “Piknik yapmayı çok seviyorum ve bunları senin için yaptım.” Böreği çıkartıp önüne koydum. “Böreği nasıl sevdiğini bilmediğim için peynirli yaptım.” Bu seferde poğaçaları çıkardım. “Bunlarda tereyağlı.”

Küçük saklama kaplarına koyduğum meyveleri de çıkartmıştım. “Hepsini sirkeli suyla yıkadım.” Sarma tabağının kapağını açtım. “Dün geceden sardığım için sıcak değil.” Şimdi ise meyve suyu ve bardakları aldım. “Biliyorum çay seviyorsun ama yolda soğurdu.” Son olarak sepetin bir köşesinde duran kırmızı gülü ona uzattım. “Bu da senin için.”

En çok hangisine şaşırdığını bilmiyordum. Yemek yapmayı öğrenmeme mi, onun için yemek yapmama mı yoksa ona bir tane kırmızı gül uzatmama mı? Dumura uğradığını gizleyemezken önce yere dizdiğim şeylere sonra da ona uzattığım kırmızı güle bakıyordu. “Sen…” Tuhaf bir yüz ifadesiyle elimdeki gülü gösterdi. “Bana gül mü aldın?” Ona küfretmişim gibi davranması normal mi?

“Yolda gelirken çiçekçi görünce senin için aldım.” Kafam karışmış bir halde safça ona bakıyordum. “Şey… Yanlış mı yaptım?” Garip bakışlarıyla beni de tedirgin ettiği için elimdeki gülle ne yapacağımı bilemedim. “Kadınlar erkeklere çiçek almaz mı?” Bu kadarını gerçekten bilmiyor ve anlamıyordum çünkü bana göre birine çiçek almanın cinsiyeti olmamalıydı. “Bilemedim ki şimdi.” Bakışlarımı kaçırıp etrafıma bakmaya başladım. “Ne yapayım ben bunu? Atayım mı?”

“Atma.” Bakışları gittikçe normale dönerken gözlerinin ardında eğlendiğini gösteren bir parıltı geçti. “Mademki bana aldın ver o zaman.” Uzanıp elimdeki kırmızı gülü alması çok hoşuma gitmişti.

Ona hazırladığım şeyleri gösterdim. “Bunları da ben yaptım.”

Bana zerre kadar inanmadığını baygın ifadesiyle o kadar belli ediyordu ki. “Uydurma.” Bunu söylerken bile kendine gelmek için sık sık nefes alıyordu çünkü hâlâ daldığı o kâbusun etkisindeydi.

“Valla bak ben yaptım.” Heyecanlı bir şekilde tabaktaki sarmalardan birini alıp ona uzattım. “Tadına bak nasıl bulacağını çok merak ediyorum.” Aklını dağıtıp onu bir şeylerle meşgul etmeye çalışıyordum. Trans halinde yaşadıklarının zorluğunu benden gizlemeye çalışıyordu ama kan ter içinde kalmıştı.

Uzattığım sarmayı tek bir lokmada ağzına koyup yemeye başladı. Tadını beğendiğini gizleyemedi ama benim yaptığıma zerre kadar ihtimal vermiyordu. “Bunu sen yapmış olamazsın.” Bunları söylerken sarma tabağını önüne çekmişti. “Senin gibi bir ana kuzusunun yapamayacağı kadar tadı iyi.” Şimdi bu beni övdü mü yoksa gömdü mü, anlamadım.

“Ama ben yaptım.”

“Yemezler sen yapmış olamazsın.”

“Yiyorsun işte çünkü ben yaptım.”

Elimi kaldırıp ona parmağımdaki yara bandını gösterdim. “Sarmanın içini yapmak için soğanları doğrarken parmağımı bile kestim.” Görsün diye yara bandının olduğu parmağımı burnunun ucuna kadar uzatmıştım. “Bak nasıl da derin kesmişim. Biliyor musun çok acıdı,” dediğimde aldığı lokma boğazında kalmış gibi öylece kalakalmıştı.

Önce parmağıma, sonra sarma tabağına ve en sonunda da onun için hazırladığım diğer şeylere yutkunarak baktı. Artık yalan söylemediğimi biliyordu. Üç yıl içinde yemek yapmayı öğrendiğimi ve onun için parmağımı kesecek kadar tüm bunları hazırladığımı anlamıştı. Bakışlarındaki hüznün ve değişimin nedenini anlayamadım.

İçi burkulmuş gibi yüzünde gizleyemediği bir keder vardı. Aklıma gelenlerle kendimi berbat hissetmiştim. Daha önce kimse onun için mutfağa girip ona kendi elleriyle bir şey hazırlamadı mı? Aklımdan geçenleri anlamış gibi istemsizce başını salladı. “Bir tek Melek,” dedi iç çekerek. “Ve şimdi bir de sen…” Otuz bir yıllık hayatında ona yemek yapan bir tek Melek ve ben miydik? Peki, Leyla? Leyla’dan bahsetmemişti.

Ona parmağımı göstermemin tek nedeni bana inanmasıydı fakat o, daha ben elimi çekmeden bileğimi yakalamıştı. Beni şaşkınlığa sürükleyerek başını eğip dudaklarını avucumun içine bastırdı. Dudaklarını avucumda hissedince omurgama soğuk bir ürperti yayıldı. Bunu gerçekten yapmıştı. Ona yemek yapan ellerimi öperek bana bu şekilde teşekkür etmişti. Her iki elimin de avuç içini öpünce kalbim durmuş olabilirdi.

Üçüncü öpücüğü ise yaraladığım parmağımaydı. İçimde yüzlerce kelebekler uçuşmaya başladığında hiçbirinin kanatları birbirine değmiyordu. Ellerimi bıraktığında suratımın kıpkırmızı olduğunu bildiğim için ona bakamıyordum. “Tamam, o zaman şey yapalım… Yiyelim bunları.” Beni öpmek zorunda değildi. Neden bu kadar kolay utanıyordum ki.

Şaşkın suratıma bakmak bile onu eğlendiriyordu. “Sen yapmışsan yememek olmaz.” Gülmemeye çalışarak bir dilim börekten kocaman bir ısırık aldı. “Hımm,” diye mırıltılar çıkartıp ağzı dolu bir halde başını salladı. “Elinin de lezzeti varmış, bundan sonra sıkıysa girme o mutfağa.” Bende bundan korkuyordum.

Yemeğe düşkün bir adam olduğu için yemekler onun hassas noktasıydı. Hayatımın en garip ikinci pikniğini de Gurur ile yaptım. Bir kliniğin tecrit odasında onunla piknik yaparken ikimizde halimizden memnunduk. Asıl tuhaf olan bunda hiçbir gariplik bulmamamızdı. Onun aksine her şeyden küçük lokmalar alıp yediğim için huysuzlanmaya başlamıştı. “Böyle yersen tabii hiç kilo almazsın.” Daha fazla şey yememi isteyerek tabağımı doldurdu. “Ye şunları, bir şeyler tıkınmadıkça hep böyle sıska kalırsın.”

“Tıkınmak değil.” Sakince onu düzelttim. “Yemek.”

Göz devirir gibi baygınca bir ifadeyle bana baktı. “Adı her ne haltsa onu yap işte.”

“Adı yemek.”

Tabağıma göz attı. “Onlar börek.”

“Evet ama börekleri yeriz onlarla tıkınmayız.”

Gözlerini kısarak bakışlarını bana çıkardı. “İkisi aynı şey değil mi?”

“Değil aradaki farkı sana göstermemi ister misin?”

“Göster bakalım.”

“Bak şimdi bu bir şeyleri yeme şekli.” Böreği alıp ona göstererek ısırdım. Küçük bir parça aldığım böreği gözlerinin içine bakarak çiğneyip yuttum. Elimdeki dilimi yukarı kaldırıp tekrar ona gösterdim. “Tıkınmak da tam olarak şöyle bir şey.” Koca dilimi tek bir lokmada hunharca ağzıma tıkmaya çalıştığımda yüksek sesle güldü. “Boğulacaksın dur.”

Ağzıma bastığım börek yüzünden yanaklarım balon gibi şişmişti. Dudaklarımı birbirine sımsıkı bastırarak ona baktığımda gülüşüne engel olamadı. Gülerken gözleri kısılıyordu. “Şimdi onu nasıl yutacaksın?” İşte bunu düşünmemiştim.

Gurur poğaçaların yanındaki peçeteyi alıp bana doğru uzandı. Ensemi tutup başımı eğerek peçeteyi dudaklarıma yaklaştırdı. “Çıkar bakalım.” Ama bu çok utanç vericiydi. Bir çocukla konuşur gibi davranıyordu.

Dudaklarımı araladım ama bir bütün olarak ağzıma sığdırdığım böreği çıkartamadım. Başımı çevirip Gurur’a baktığımda bıyık altında gülüyordu. “Baş belası.” İki parmağını uzatıp ağzımın içini dolduran böreği çıkartarak peçeteye koydu. “Şu hale bak çocuk gibisin.” Peçeteyi katlayarak içindeki böreği gizlemişti.

Daha sonra yeni bir peçete alıp bana uzandı. “Buraya gel.” Çenemi tuttuğunda derimin altı ısınmıştı. Gurur ağzımı silerken bende nasıl bir kalp çarpıntısı yarattığının farkında bile değildi.

Ağzımı sildikten sonra bir bardak su doldurup dudaklarıma yaklaştırdı. “Birkaç yudum iç ki böreğin parçaları boğazına kaçmasın.” Su bardağını o tutarken eğilip suyun birazını içtim.

Bana suyu içirten o olduğu için su dudaklarımdan taşmıştı. Bardağı kenara koyduktan sonra yeni bir peçete alıp dudaklarımı sildiğinde yanaklarımdaki ısı artmıştı. Hiç iğrenmeden veya gocunmadan bir çocuğa bakar gibi benimle ilgileniyordu. Gurur benden tiksinmiyordu.

Dudaklarımı sildikten sonra tabağımı önüne çekmişti. Çatal ve bıçağı alıp tabağımdaki börekleri küçük parçalar halinde kesmeye başladığında tebessüm ederek onu izliyordum. Börekleri benim için tek lokmalar haline getirip tabağı önüme bırakmıştı. Alık alık onun suratına baktığımı görünce gözlerinin ardında muzır bir ifade oluştu. “Beni izlemeyi bırakıp ye şunları, Nemrudun Kızı.”

Tebessümümü gizlemeye çalışarak başımı eğdim. Benim için kestiği börekleri yerken kapı penceresinde bizi izleyen doktoru ne denli şaşırttığımızın farkında değildim. Gurur’un bana zarar vermesinden endişelenirken böyle bir manzarayla karşılaşmayı beklemiyordu.

***

Her saat başı annemi arayıp rapor vermemin nedeni tüm korumaları eve göndermemdi. Gurur’un yanında biraz daha klinikte kalmaya karar verdiğim için korumalar bu soğukta dışarıda beklesin istememiştim. Gurur’u tecrit odasından çıkartıp üst kattaki normal odasına almıştık. Doktorun söylediğine göre bu Gurur’un odası değilmiş çünkü onun odası sık sık değişiyormuş. Anladığım kadarıyla odadaki şeyleri kırıp parçalamak da üstüne yokmuş.

Gurur verdiği zarardan daha fazlasını bu kliniğe bağışlıyordu. Yeni odası sıradan bir hasta odasıydı ama kendine veya bir başkasına zarar vereceği şeyler yoktu. Neyse ki odada televizyon vardı. Burada biraz daha kalacaksam aklımı meşgul edecek bir şeyler olmalıydı. Yatağın üzerine oturup televizyon izlerken Gurur köşedeki koltuğundaydı.

İkimizde can sıkıntısından gözlerimizi ekrana dikmiş bir programın gündüz verilen özetini izliyorduk. Programın konsepti yarışmacılara sorular sorup her defasında dört şık sunmaktı. Bu tür programları eğlenceli buluyordum. Programın sunucusu soruyu sorduğu an saniyesinde içimden cevap veriyordum ama sesli bir şekilde hep yanlış şıkkı seçiyordum.

Çıkan yeni soruyu sesli okuduğumun farkında değildim. “Türkçe resmi adında, ‘Konfederasyonu’ ifadesi geçen tek ülke hangisidir?”

Sorunun cevabı İsviçre’ydi fakat ben son bir saattir yaptığım gibi yine yanlış bir şık seçip, “Güney Kore,” diye mırıldandım.

Gurur ise oturduğu köşede bir kez daha, “İsviçre,” diye sakince beni düzeltti.

Doğru cevap yandığında dudaklarımı sarkıttım. “Güney Kore’den çok emindim.”

Gurur klinikte nasıl içki temin ediyordu, bilmiyordum ama içkisini sessizce yudumlarken bana olan bakışları eleştireldi. “Bir saattir verdiğin tek bir cevap doğru çıkmadı. Şu siktiğim şeyini kapat çünkü bir aptalla evlendiğime ikna olmak üzereyim.”

“Ama sorular çok zor.”

“Nesi zor düşük seviyedeki sorular bunlar.”

İkimizde birbirimize duyduğumuz şaşkınlığı gizlemeden bakıyorduk çünkü bu bir saatte benim verdiğim tüm cevaplar yanlıştı fakat Gurur, bir tane bile yanlış cevap vermemişti. O karşısında bir aptal varmış gibi bana bakarken ben, onun deli mi yoksa dahi mi olduğunu sorguluyordum. Sandığı gibi bunlar düşük seviyedeki sorular değildi çünkü baraj sorularıydı.

Yeni bir soru çıkınca tekrar gözlerimi ekrana dikip soruyu sesli okudum. “Fransa’nın en uzun kara sınırı hangi ülkeyledir?” Şıklar ekranda belirdiğinde yine içimden doğru cevabı vermiştim. Brezilya’ydı ama ben, “Arjantin çok belli,” dedim.

Henüz cevap bile ekrana verilmeden Gurur bıkkınca, “Brezilya,” deyince gülmemeye çalıştım. Bir tane soruyu bile ıskalamamıştı. Düşündüğümden daha çok şey biliyordu. O ise her anlamda bir aptalla evlendiğine neredeyse emindi.

Yarışmanın sonuna kadar doğru cevapları bildiğim halde yanlış cevaplar vererek ona gerçekten bir aptal olduğumu düşündürttüm. Başlangıç sorularına bile yanlış cevaplar vermem Gurur’u kızdırdığı için televizyonu kapatmıştı. Her konuda bilgisiz ve aptal olduğumu düşünmesi bazı konularda işime geliyordu. Ancak şimdi yanlış cevaplar vermemin nedeni oydu. Ben yanlış cevaplar verdikçe beni düzeltme ihtiyacı hissettiği için ilgisini sorulara yöneltiyor ve aklını kötü düşüncelerden uzaklaştırıyordum.

Odanın kapısı açıldığında yanında bir doktorla içeri giren kızı görünce donup kalmıştım. Gördüğüm yirmili yaşlarındaki genç kıza rahatsız gözlerle bakıyordum çünkü o, son üç yıldır merak ettiğim biriydi. Bu o kızdı, Gurur’un Instagram paylaşımlarında gördüğüm o genç kız. Ayağa kalktığımda sarışın kızda aynı şaşkınlıkla bana bakıyordu. Burada görmeyi beklediği son kişi bile ben değilmişim gibi afallamıştı.

Klinikte Gurur’u ziyaret edecek kadar yakın olduklarını bilmiyordum. Onu görünce Gurur’un gözlerinin içi parlamıştı. Yarısından daha fazlasını içmediği içki bardağını bırakıp hemen ayağa kalktı. “Geleceğini bilmiyordum.”

Melek denen kız elinde tuttuğu poşetleri bir kenara bırakıp aralarındaki mesafeyi kapattı. “Sürpriz yapmak istedim.” Gurur’un kollarının arasına girip ona sımsıkı sarılması hoşuma gitmemişti çünkü henüz onun kim olduğunu bilmiyordum.

Gurur ona sarıldığında Melek onun kollarının arasında kaybolacak kadar zayıftı. Gurur başını eğip dudaklarını onun saçlarına bastırarak kokusunu içine çekince midem kasılmıştı. Görmekten nefret ettiğim bu görüntü karşısında ne yapacağımı bilemedim. Gurur’un ona olan bakışları hiç hoşuma gitmiyordu çünkü ona tüm dünyasıymış gibi bakıyordu.

Kendimi burada fazlalık gibi hissettiğim için çantamı alıp kapıya yürüdüm. “Geç oldu artık gitmeliyim.” Aceleyle konuşup adımlarımı hızlandırdım. Evli olmasına rağmen genç bir sevgili yaptığı yetmezmiş gibi bir de onunla gözümün önünde sarılıyordu.

“Melek ile tanışmadan mı gideceksin?” Gurur’un sesini duyduğumda isteksizce onlara döndüm. Kolunu yanındaki kızın omuzuna samimi bir şekilde atıp bana onu gösterdi. “Sana daha önce Melek’ten bahsetmiştim, değil mi?” Melek ismini ağzından hiç düşürmüyordu ama bahsi geçen kızın bu olduğunu bilmiyordum.

Melek ile birbirimize bakarken kıza merhaba bile demedim. İsteksiz gözlerle ona bakıyor, Gurur’un onun omuzundaki kolunu gördükçe farkında olmadan kaşlarımı çatıyordum. Bunu görünce Gurur gülmemeye çalışarak kolunu onun omuzundan çekmişti. “Sanırım Karun’un altı ay önce yaptığı basın açıklamasından haberin yok.” Yanındaki sarışını gösterdi. “Melek benim yeğenim.” Ne demek yeğenim? Gurur’un tüm yeğenleri üç erkekten oluşmuyor muydu?

Beni izlerken Melek’in yüzünde adeta güller açmıştı. “Nihayet karşılaşma fırsatımız oldu. Üç yıldır seninle tanışmayı o kadar çok istiyordum ki.”

“Şey...” diye bir şeyler mırıldandım ama olanları anlamadığım için kafam karışmış bir halde Gurur’a bakıyordum. Yüz ifademde yaşadığım şoke edici his belli oluyordu. “Ben anlamıyorum?” Nasıl Gurur’un yeğeni olabilirdi?

“Görünen o ki cemiyetteki skandallara merak duymuyorsun.” Melek bunları söyledikten sonra yönünü bana doğru yürüdü. “Ben Melek Yitik.” Bir süre duraksadı. “Ama gerçekte Melek Kalender.” Yeni bir Kalender ortaya çıkmıştı ve annem bunu bana söylemeyi unutmuştu, öyle mi?

Melek’in heyecanlı çocuksu yüzüne bakarken kimin kızı olduğunu merak ediyordum. Abartısız yirmi yaşındaydı, yani Karun’un kendinden on yaş küçük bir kızı olamazdı. Karun’u elediğim an kardeşleri Çağıl ve Levent’i de hızlıca elemiştim çünkü Melek onların da kızı olamazdı. O zaman bu kız kimin kızıydı ve nasıl Gurur’un yeğeni olabiliyordu?

Aradığım cevabı bana veren Melek olmuştu. İnsanın içini burkan yeşil gözleriyle histerik bir şekilde bana baktı ve “Defne Kalender,” dedi. “Karun, Çağıl ve Levent’in ölen ablaları Defne Kalender’in kızıyım.” Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Defne’nin kızı mı?

“Bu nasıl... Mümkün değil.” Başımı iki yana salladığımda Melek’e nasıl hissettirdiğimin farkında bile değildim. “Defne Kalender’in on üç yaşında öldüğünü duydum.” Yutkundum. “Yani sen-”

Melek güldüğünde sanki bu çok sık yaptığı bir şeydi ve aynı zamanda acılara gülümsemek gibiydi. “Evet, ben bir çocuğun doğurduğu o çocuğum.” Midem bulanmıştı. Defne Kalender on üç yaşındayken bir çocuk mu doğurmuştu?

Anlamıyorum.

Bu konuda daha fazla şey sormak istiyordum ama Gurur’un uyaran bakışları kurcalamamam gerektiğini gösteriyordu. On üç yaşındaki bir çocuğun nasıl hamile kalıp çocuk doğurabildiğini istesem de soramadım. Bu nasıl mümkün olurdu? Hiç rahat değildim ama kendimi zorlayarak, “Seni tanıdığıma sevindim, Melek,” demeyi başardım. Kalenderlerin onu bunca zamandır herkesten sakladığına inanamıyordum.

Benim aksime çok rahat olan Melek bir kez daha bana gülümsedi. “Bende seni tanıdığıma sevindim Farah yenge.”

Ağzımın içinde acı bir tat varmış gibi ifadem değişmişti. “Yenge mi?”

Yenge sıfatıyla ne denli rahatsız olduğumu gören Gurur kaşlarını belli belirsiz çattı. “Amca mı desin?” Bana niye kızıyor ki şimdi?

Melek hasta görünüyordu ve bu çok fazla belli oluyordu. O kadar zayıftı ki giydiği tulumun içinde bir deri bir kemik kalmıştı. Sanki hastalıkla savaşan vücudu savaşı kaybetmiş gibi çok zayıftı. Omuzunun üzerine kadar gelen sarı saçlarının peruk olduğu anlaşılıyordu. Kaşları hatta kirpikleri bile kemoterapide döküldüğü için kaşlarını kalemle çizmişti. Kirpiklerinin de takma olduğu belliydi.

Hastalıklı solgun tenine, gözlerinin altındaki morluklara içim acıyarak baktığımın farkında değildim. Melek sanki bu bakışlara alışıkmış gibi ısrarla yüzündeki gülümsemeyi koruyordu. “Evet.” Aklımdan geçenleri cevaplayarak başını salladı. “Hastayım.”

Hangisinin beni daha çok üzdüğünü veya şoke ettiğini bilmiyordum. Gurur’un bir yeğeni daha vardı fakat bu yeğeni çocuk yaşta ölen küçük bir kızdandı. Bir çocuğun doğurduğu o çocukta belli ki ölümcül bir hastalığın eşiğindeydi çünkü ona bakınca bile bu anlaşılıyordu. Aynı anda bu kadar bilgi sistemimi çökertmişti.

Surat ifadem üzgün müydü yoksa şaşkın mıydı, bilmiyordum ama Melek buna bir son vermek ister gibi Gurur’un koluna yapıştı. Beni neşelendirmek ister gibi muzırca Gurur ve kendisini gösterdi. “Nasıl?” diye sordu daha önce yaptığım yoruma değinerek. “Yakışıyor muyuz?” Yer yarılsa da içine girseydim daha iyiydi. Gurur’un onunla olan fotoğrafına yaptığım yorumu görmüştü.

Buradan çıkar çıkmaz ilk işim o yorumu bulup silmek olacaktı. “Ben... Bilmiyordum.” Ne söyleyeceğimi ne düşüneceğimi bilmez bir haldeydim. Bu öğrendiklerim benim gibi bir ev kuşu için çok fazlaydı.

Gurur’un gözlerinin bir kopyası gözlere sahip olan Melek, amcasının odasındaki eşyaları karıştırmaya başlamıştı. “Altı ay öncesine kadar kimse beni bilmiyordu.”

Masanın üzerindeki meyve tabağına yürüdü. “Gurur amcam Instagram veya onun gibi şeyleri kullanmayı bile bilmezdi ama onu zorlayarak tüm o hesapları ona ben açtırdım.” Tabaktaki elmayı alarak bana döndü. “Benimle olan fotoğraflarını paylaşması için yıllardır onu zorladım çünkü Karun dayımın beni görmesini istiyordum.” Bu sözlerden ne çıkarmam gerektiğini bilmiyordum ama Gurur’un kullandığı o Instagram hesabının bir amaca hizmet ettiğini çok önceden anlamıştım. Demek ki nedeni buymuş.

Melek elmadan kocaman bir ısırık aldığında tıpkı amcası Gurur gibi çok rahat biri gibi görünüyordu. “On yaşından beri Gurur amcamı fotoğraflarımı paylaşması için zorluyordum.” Gözlerinin ardında iç yakan bir ifade geçmişti. “Karun dayım ondan uzakta neler yaptığımı, her geçen gün nasıl büyüdüğümü görsün ve beni kabullensin istemiştim.”

Boğazı düğümlenmiş gibi ağzındaki elmayı güçlükle yuttu. “Bunu yapacağımı tahmin etmiş gibi dayım yirmi yıl boyunca bir kez bile Gurur amcamın paylaştığı fotoğraflara bakmadı. Fotoğraflarım onun karşısına çıkmasın diye amcamı takip bile etmedi.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Fotoğraflarımızı gördüğünde yanlış anlayacağını bilemezdim.” O saçma yorumu hiç yapmamalıydım.

Son derece utanmış ve mahcup olmuş gözlerle Melek’e bakıyordum. “Karun ve kardeşleri neden seni istemedi?” Sorduğum her soruyla Gurur biraz daha rahatsız oluyordu.

Melek bunları bilmem gerektiğini düşündüğü için hiç gücenmeden bana cevap veriyordu. Kederli bir şekilde iç çekti. “Annem beni doğururken öldüğü için hiçbiri onlardan ablasını alan bir bebeği görmek istemedi. Geçen yıla kadar Kalender kardeşlerin hayatının bir parçası değildim.” Yani her ne yaşandıysa bunun suçunu masum birine kesmişlerdi, öyle mi?

Ne hatırladıysa Melek’in gözleri dolmuştu. “Rahmetli Bige yenge, dayım beni eve kabul etsin diye çok uğraşmıştı.” Onu özlüyormuş gibi ifadesi hisliydi. “Onun ölümüyle Karun dayım bir kayıp daha vermek istemedi. Bu yüzden beni sahiplenip bir basın açıklamasıyla yeğeni olduğumu herkese duyurdu.”

Kolundaki morlukları gösterdiğinde serum iğnelerinin bıraktığı morluklar kolunun her yerindeydi. “Keşke bir yeğeni olduğunu bu kadar geç kabullenmeseydi çünkü ben ölüyorum.” Kaskatı kesildiğimde Gurur kaşlarını çatarak, “Melek,” diye onu susturmak istedi fakat Melek, “Artık o da aileden biri,” diyerek amcasına gülümsedi. “Kafasının karışmaması için bence bilmesi gerekiyor.”

Daha sonra bana döndü ve sıradan bir şeyden bahseder gibi, “Kan kanseriyim ve aynı zamanda beynimde kötü huylu ölümcül bir kitle var,” dedi sakince. “Geçen yıla kadar doktorlar birkaç aydan daha fazla yaşamayacağımı düşünüyordu.” Yeşil gözleri neşeli bir şekilde ışıldadı. “Gördüğün gibi bir yılı daha devirdim ama daha fazlası zor görünüyor.”

Başını çevirip Gurur’un sancılı gözlerine baktığında ölmekten değil, ölümüyle Gurur’a yaşatacağı acıları düşünüyordu. “Bana kızma karının bunları bilmesi gerekiyordu.”

Gurur donuk bir suratla ona bakarken hiçbir şey söylememişti. Melek ve ölümü aynı cümlede kullanmaktan bile rahatsız oluyormuş gibi ifadesi katıydı. Konuyu değiştirerek, “Karun nasıl?” diye sordu.

Melek yatağın kenarına oturarak elmasını yemeye devam ediyordu. “Bence onun da bir kliniğe yatması gerekiyor. Korkarım ki aklını yitirmek üzere.” Başını kaldırıp endişeli gözlerle Gurur’a baktı. “Amca o hiç iyi değil. Bu karda kışta her geceyi karısının mezarında geçirdiği yetmezmiş gibi artık her yerde onun hayalini görmeye başladı.”

İçi acımışçasına başını sallayan Melek’in ne denli korktuğunu görebiliyordum. “Geçen gün dayımla birlikte alışveriş merkezine gittik. Bir anda Bige yengeyi sayıklayarak bir hayalin peşinde koşmaya başladı. Yanına gittiğimde yana yakıla etrafına bakıyor, her yerde onu arıyordu.” Sertçe yutkundu. “Onu gördüğünü söylerken fazla ciddiydi. Artık hayal ve gerçeği birbirinden ayırt edemiyor.”

“Siktir!” dedi Gurur. “İyice sıyırdı.”

“Çok acı çekiyor.” Melek yardım ister gibi Gurur’a bakarken yeşilleri ağlamaklıydı. “Yengemin ölümünde kendini suçladığı için olanları bir türlü aşamıyor.”

Melek gözlerine akın eden yaşları orada tutmaya çalışırken Gurur ile olan göz kontağını kesmiyordu. “Karısı onu cezalandırmak için gözleri önünde intihar etti. Dayım bunun üstesinden gelemiyor. Böyle devam ederse korkarım ki aklını yitirecek.” Nefesim kesilmişti. Bige Saka’nın bir sokak lambasının altında kalbinden vurularak öldüğünü duymuştum ama bunun bir intihar olduğunu bilmiyordum.

Kocasını cezalandırmak için ona kendi ölümünü izletecek kadar ne yaşamış olabilirdi?

Melek ve Gurur uzun süre Karun hakkında konuşmuştu. Bu onların ailevi sorunu olduğu için bir köşede durup onları dinlemek dışında hiçbir şey yapmamıştım. Bir süre sonra Melek’in eve dönmesi gerekti. Amcasına sımsıkı sarıldığında hemen sonra bana da sarılmasını beklemiyordum. Onlardan biri değildim fakat öyleymişim gibi Melek bana karşı oldukça samimiydi.

Melek gittikten sonra Gurur bir süre sessizliğini korumuştu. Uzun süre camdan dışarı bakıp Karun konusunda ne yapacağını düşündü. Aralığı dışarıda geçirmek istemiyordu çünkü kriz geçirdiğinde sevdiklerine zarar vermekten endişeleniyordu. Ancak Melek’in anlattıklarından sonra burada da kalamazdı, Karun ağır bir depresyondayken onu yalnız bırakamazdı. Yeğeni için endişeleniyordu.

Bir süre sonra Gurur kararını vererek doktoruyla konuşup taburcu işlemlerini yaptırdı. Birlikte klinikte ayrıldığımızda Karun konusunda çok düşünceliydi. Bu yüzden arabayı kullanırken fazla sessizdi. Yeğenlerini çok önemsediğini biliyordum. Yolun büyük bir bölümünde ikimizde hiç konuşmamıştık. O arabayı kullanırken bende başımı yasladığım camdan ayırmamıştım.

Kırmızı ışıkta durduğumuzda yolun kenarındaki seyyar satıcıyı gördüm. Tezgahındaki yeşil eriklerle başımı camdan ayırmıştım. Bu mevsimde erik bulmak çok zordu ve şansa bak ki bu adamın tezgahında sevdiğim eriklerden vardı. Odamdaki mutfağımda babamın bana getirdiği bir sepet erik vardı ama onlar burada değildi.

Gurur’a döndüğümde trafik ışığının yeşile dönmesini beklediğini gördüm. “Gurur?” Utanarak bana dönmesini bekledim. Ona kaldırım kenarında tezgâh açan seyyar satıcıyı gösterdim. “Bana erik alır mısın?” diye sorarken sesim çok çekingen çıkmıştı. “Canım çekti.”

Başını çevirip tezgahtaki yeşil erikleri gördüğü an suratının rengi değişmişti. Sadece onlara bakmak bile kanının çekilmesine neden olduğu için geniş omuzları gerilmişti. Çenesinde bir kas seğirirken, “Siktir!” diye küfretti yüzünü buruşturarak. “Sana o şeyi almayacağım önüne dön.” Sesi buz gibiydi.

Eriklere duyduğum heyecan yavaşça kaybolurken suratımı astım. “Peki.”

Somurtan yüzümü görünce kaşları çatılmıştı. Burun delikleri genişleyecek kadar nefesini sertçe verdiğinde hiç rahat değildi. “Bir erik için mi yüzünü asıyorsun?” Direksiyonu sıktı. “Çok mu seviyorsun?”

“Evet.”

Ona nefret ettiği bir şeyi yaptırıyormuşum gibi gergin bir şekilde emniyet kemerini açtı. “Seviyorsan mecbur alacağız.” Arabadan inip seyyar satıcıya doğru yürüdüğünde tebessüm etmiştim. Sırf suratımı asmayayım diye benim için arabadan inmişti.

Adamla konuşurken tezgahtaki eriklere bakmamak için olağanüstü bir çaba gösteriyordu. Eriklerle sorunu neydi? Cüzdanından çıkardığı parayı adama uzattığında bile ifadesi kaskatıydı. Gurur aldığı erikleri bana getirirken poşeti kendinden uzak tutuyordu. Tiksindiği ve nefret ettiği bir şeyi tutar gibi poşeti parmaklarının ucuyla tutuyordu.

Arabaya bindiğinde bir an önce onlardan kurtulmak ister gibi poşeti kucağıma atmıştı. Kemerini bağlayıp yola çıktığımızda erikler yüzünden soğuk terler döküyordu Poşetten çıkartıp yediğim her erikle şakaklarındaki damarlar belirginleşiyor, boynundaki nabzı hızla atıyordu. Yeşil erikleri her ısırdığımda çıkan ses bile sinirine dokunuyormuş gibi dişlerini sıkıyordu. Dayanamayıp, “Erikle bir sorunun mu var?” diye sordum.

Sinirden direksiyonu biraz daha sıkınca parmak boğumları gerilmişti. “O şeye tikim var!” Şaşkınlıkla gözlerimi büyüttüm. Eriklere tiki mi vardı?

Şimdi bu rahatsızlığının sebebi anlaşılmıştı. Nefret ettiği ve onu rahatsız eden bir şeyi ona aldırmıştım. Kalbim rotasından şaştı. Eriğe tiki olmasına rağmen sırf beni mutlu etmek için bana erik almıştı. Kalbimde uçuşan kelebeklerin kanatlarını yüreğimin en hassas yerinde hissetmeye başlamıştım. Benim için bu kadarını yapmasını beklemiyordum.

Gurur Kalender her şeyiyle güzel bir adamdı.

Kucağımda bir poşet erik olduğu için bana bakmıyordu. Bu yüzden yüzümdeki gülümsemeyi göremiyordu. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım hayranlık dolu bir sesle. “İstersen bunları şimdi yemem.” Çıkardığım seslerden rahatsız olmasını istemiyordum.

Erikleri görmemek için gözünü yoldan ayırmazken, “Keyfine bak,” dedi kısaca. “Seviyorsan istediğin kadar ye, çıkardığın sesleri hallederiz.” Radyoya uzanıp müziği son ses açarak bu soruna bir çözüm bulmuştu.

Ona gülümseyerek önüme dönüp elimi poşete daldırdım. Erikleri katur kutur yerken yüksek ses müzikten dolayı artık benim çıkardığım sesleri duymuyordu. Yanında yemememi isteyebilirdi ama sırf benim keyfimi kaçırmamak için kendi rahatından ödün vermişti. Bakıldığında bu küçük bir jestti ama benim için anlamı çok büyüktü.

Yüzümdeki gülümsemeyle erikleri yerken radyoda çalan yeni şarkı tadımı kaçırmıştı. Başımı çevirdiğimde Gurur’un değişen bakışlarını gördüm. İçinde Leyla isminin geçtiği tek bir şarkı onu maziye götürmüş gibi yeşil irisleri hüzünle dolmuştu. Kolunu açık cama yaslarken tek eliyle arabayı kullanıyordu. Sağ elinin avuç içini direksiyona yaslamış, direksiyonu ustaca çevirirken özlemle dolmuştu. Onu düşündüğümden daha çok özlüyordu.

Leyla’ya olan özlemi kalbinin tam ortasında belirmiş gibi şarkıyı dinlemeye devam etti. Bunu yaparken maziye dalan gözlerini yoldan ayırmıyordu. “Karşımda hayalin masamda.

Keşkelerle dolu bu kadehler.

Kalkar tüm anılara.” Ve Gurur içinde Leyla’nın olduğu tüm o anıların içinde kaybolmuştu bir kez daha.

“Sussan da kalemi kırsan da.

Mucize seni bekler bu yürek.

Senden vazgeçmez asla.” Şarkının bu kısmı canımı öyle bir yaktı ki elimdeki erikleri poşetin içine bırakmıştım.

Ölmüş olsa bile Gurur’un Leyla’dan hâlâ vazgeçmediğini, onu arkasında bırakmadığını biliyordum. Üç yıldır parmağında Leyla’nın alyansını takmasından belliydi. Bana annesinin yüzüğünü takarken o, üç yıldır Leyla ile olan nişan yüzüğünü çıkartmamıştı.

Ben onun yüzüğünü takıyordum.

O ise Leyla’nın.

Herkes o yüzüğün bizim evlilik yüzüğümüz olduğunu sanıyordu ama aslında öyle değildi. Gurur benimle evlenirken bile parmağında Leyla’nın alyansı vardı. Leyla’yı kalbinde taşıdığı sürece o yüzüğü hiç çıkarmayacağını biliyordum.

Gurur şarkının nakarat kısmına hüzünlü gözlerle söylemeye başlamıştı. Aklı kaybettiği nişanlısındayken dudaklarını kıpırdatıp mırıltıyla şarkıya eşlik ediyordu. “Sorma durum Leyla,” diyen kısık sesi azap içindeydi. “O sesler yok aslında.” Göğüs kafesini şişirerek iç çekti. ”Birden çıkagelse...” Dönüp kısa bir an bana baktığında gözlerinin ardında büyük bir karmaşa, anlaşılmaz bir ikilem belirdi. Önüne dönüp başını ağır ağır iki yana sallamıştı. “Yok yok olmaz asla, Leyla.” Nabzım hızlanmıştı.

Şarkının son kısmındaki o baş hareketi de neydi öyle?


Yorumlar