Roman
  • 25/11/2025

8-TENİNİN KOKUSU

“Avuçlarının içini kanatmaya başlamışsa bir şeyi bırakmak onu sıkıca tutmaktan daha iyidir. Bırak avuçlarımın içi kanasın, sen kal orada. Bendeki her şeyin çok ayrı bir mesele.”

Aralık ayı Gurur için çetin geçerdi. En az adı kadar soğuk ve zorlu geçen bir ayın sancısı onu delirtirdi. On yaşından beri yılın son ayını farklı kliniklerde gözlem altında tutularak geçirmeye alışkındı. Alışık olmadığı şey yılın bu ayında dışarıda olmaktı. Eğer Farah onu o klinikte çıkarmak için gelmeseydi muhtemelen bu yılı da bir kliniğin tecrit odasında geçirecekti. Taburcu işlemlerini yaptırırken Farah’a belli etmemeye çalışmıştı ama çok korkmuştu.

Dışarıda olursa sevdiklerinden birine zarar vermekten ölesiye korkuyordu çünkü kriz anlarında ne yaptığını hatırlamıyordu. Ancak dışarıda olmasına rağmen şu ana kadar korktuğu hiçbir şey yaşanmamıştı. Ne zaman bir krizin eşiğine çekilse Farah hemen onun yanında bitiyor, olası bir kriz başlamadan Gurur’u sakinleştirip aklını dağıtıyordu.

Farah onu bir saniye olsun yalnız bırakmadığı için Gurur bir şekilde bu lanetli ayın üstesinden gelmeye başlamıştı. Farah ile uğraştığı için aklı geçmişin kötü anılarıyla meşgul olmuyor, ona ölümcül ataklar geçirten maziyi düşünmüyordu. Bugün yabani karısını zorla evden dışarı çıkartıp onu bir çocuk parkına getirmişti. Biraz ileride suratını asıp ona ters gözlerle bakan kızı izledikçe keyfi yerine geliyordu.

Gurur bir bankta otururken yanında sadece sağ kolu Ali vardı. Yanında koruma bulundurmayı sevmediği için çoğunlukla Ali dışında yanında kimseyi istemezdi. Ali onun için sigarasını yakıp Gurur’a uzatırken gözleriyle Farah’ı işaret etti. “Abi bana karımla dışarı çıkacağım dediğinde onu çocuk parkına getirmeni beklemiyordum.” Ali, Farah’ın ne denli kızgın olduğunu görebiliyordu. “Yenge seni parçalamak ister gibi bakıyor.”

Gurur onun uzattığı sigarayı alırken Farah’a olan bakışları fazla düzdü. “Israrla büyümeyi reddediyor.” Kum havuzunun kenarında oturup son yarım saattir surat asan huysuzu izliyordu. “Madem çocuk kalmakta ısrarcı o zaman kendi gibi olan çocuklarla oynasın bakalım.” Yirmi beş yaşında olmasına rağmen çocuk akıllı bir kadınla evliydi.

Ali’nin yüzünde kinaye barındıran bir ifade oluştuğunda gülmemeye çalıştı. “Büyüsün diyorsun?”

“Hayır lan piç.” Ali’nin neyi ima ettiğini çok iyi bildiği için omzunun üzerinde ona ters bir bakış attı. “Onun çocuk ruhlu olmasıyla bir sorunum yok. Benim amacım ona biraz olgunluk ve cesaret katmak.”

“Peki, ya sonra?”

“Sonrasında biz yokuz koçum.” Gurur sigaranın dumanını içine çekerken başını kaldırıp bulutlu gökyüzüne baktı. Kafasının içi bu gökyüzünden daha dumanlıydı. “Sona geldiğimizi sende biliyorsun. Arkamda kendini savunabilen güçlü bir kadın bırakmak istiyorum.”

Ali sessizliğini koruyarak onun yanına otururken aklına gelenlerle derin bir nefes almıştı. “Her şey planladığın gibi gidiyor.” Son gelişmeleri Gurur’a aktarırken gözleri sık sık Farah’ın olduğu yöne kayıyor, onun için endişelendiğini gizleyemiyordu. “Yakında Tozlu’larla işimiz bitecek.”

Gurur duyduklarının memnuniyetiyle başını salladı. Üç yıllık bir bekleyişten sonra nihayet arzuladığı sona ulaşacaktı. Aradan geçen bu üç yılda boş durmamıştı. O ailenin kızıyla evlenmek Gurur için bir intikam değildi çünkü asıl intikamı çok daha sarsıcı olacaktı. Onları gerçek anlamda bitirecekti. Son üç yılını bunun hazırlığıyla geçirmişti. Ümit Tozlu daha ne olduğunu bile anlamadan yerle yeksan olacaktı. Her şeyini kaybedecekti hem de her şeyini.

Farah ile evlenmenin Gurur’a sağladığı tek ayrıcalık Tozlu ailesinin içine girmekti. Bunun dışında bu evliliğin ona bir getirisi yoktu. Nefret ettiği bir ailenin damadı olmak Gurur için tatmin edici bir intikam değildi. Bundan çok daha fazlasını istiyordu ve arzuladığı yıkıma ulaşmasına az kalmıştı. Sadece birkaç ay içinde o aileden geriye hiçbir şey kalmayacaktı.

Soğuk havanın esintisiyle rahatsızca kıpırdanan Ali, “Abi,” diyerek ona Farah’ı gösterdi. “Her şey bittiğinde ona ne olacak?”

Gurur başını çevirip biraz ilerideki kızı göz hapsine aldı. Farah artık somurtarak kum havuzunun kenarında oturmuyordu. Şaşırtıcı bir şekilde kumun içindeki çocuklara uyum sağlamıştı ve onların yanında oturup kumdan kaleler yapıyordu. Bukalemun gibi bir kadındı. Etrafındaki her şeye çok hızlı uyum sağlıyor, içinde bulunduğu şartların şeklini alıyordu. Onu kaçırırsanız size zorluk çıkarmaz, sus derseniz susar, gel derseniz gelirdi.

Onu bir çocuk parkına getirdiğinizde de şimdi olduğu gibi uzun süre surat asmazdı ve çocuklarla oyun oynardı. Farah’ın kendi özgür iradesi yoktu. Ona her söyleneni sorgusuz sualsiz yapan kurma bir bebekti. Gurur bir türlü çözemediği ve anlayamadığı karısını izlerken, “Ona zarar veremem, Ali,” diye mırıldandı. Çocuklarla oynayan kadına düşünceli gözlerle bakıyordu. “Ona verdiğim tek zarar onu karım yapmaktı, bundan daha fazlası olmayacak.” Farah’ı incitemezdi.

Kendi kirli intikamına Farah’ı bulaştırmamaya kararlıydı. Planında bir masumun kanını dökmek yoktu. Aslında Gurur’un planında Farah ile evlenmek bile yoktu. Leyla’nın yasını tutarken evlenmek Gurur’un aklının ucundan bile geçmemişti. Her şey çok hızlı ve anlık gelişmişti. Ali, Farah’ı o kulübeye getirene kadar evlilik Gurur’un düşündüğü son şey bile değildi.

Ali cebindeki sigara paketini çıkartıp bir dal sigarada kendi için yakmıştı. Gurur’un yapmak istediği büyük yıkım ve son söyledikleri birbirine uymuyordu. Kıza zarar vermeyeceğini söylüyordu ama onun ailesini bitirdiğinde her şekilde Farah zarar görecekti. Doğrudan Farah’a zarar vermeyecekti ama dolaylı yollardan zarar gören yine Farah olacaktı. Gurur onu bu işin dışında tutmak için uğraşıyordu ama her şey bittiğinde Farah’ta bu intikamdan payına düşeni alacaktı.

Yaktığı sigarasını içen Ali, “Caner konusunda neden bu kadar kayıtsızsın?” diye sordu onu anlamaya çalışarak. Gurur’u çok iyi tanıdığı için bu tepkisizliğinin nedenini bilmek istiyordu. Gurur kolay kolay kardeşini satan birini hayatta bırakmazdı. Caner kendi kardeşini üç yıl önce Gurur’a satmıştı ve Farah’ı öldürmesi için Gurur’a vermişti. Caner Tozlu’yu neden hayatta bıraktığını merak ediyordu.

“O piç işime yarıyor.” Gökyüzündeki kasveti izlerken ciğerlerine hapsettiği sigara dumanını sessizce havaya üfledi. “Bana ait olduğunu bilmediği bir kumarhanenin bağımlısı.” Caner’in kumar tutkusu bir süredir Gurur’un planına katkıda bulunuyordu. Son üç yılda Caner’i haddinden fazla kendisine borçlandırmıştı. “Caner benim oyunumda sadece basit bir piyon.”

Gökyüzünü izlemeyi bırakana kadar Ali sessizliğini korumuştu, daha sonra ona Farah’ı gösterdi. “O bu oyunun neresinde?”

Ali’den gelen yeni bir soruyla Gurur’un bakışları bir kez daha Farah’ın üzerine düştü. Rüzgârın uçuşturduğu siyah saçlarını, titreşen kirpiklerini ve iri gözlerini izleyip durdu. Havalar soğuk olduğu için Farah’ın kafasında gri, yün bir bere vardı. Berenin altından çıkan siyah saçları yüzüne savruldukça kumlu eliyle onları yanağından çekiyordu. Üşümüş olmalı ki burnunun ucu kızarmaya başlamıştı.

Her utandığında gül goncası gibi kızaran yanakları bu sefer soğuktan pembeleşmişti. Üzerindeki siyah kabanı çiseleyen yağmurla biraz ıslanmıştı. Kum havuzunda oturduğu için pantolonu ve spor ayakkabılarının kenarları havuzdaki kumlarla kirlenmişti. Saçlarını yüzünden çekmek için kumlu elleriyle yüzüne her dokunduğunda yüzüne bile kum bulaştırıyordu.

Gurur’un aksine Farah çok titiz bir kadındı ancak şu anda oldukça pasaklı görünüyordu. Gurur ona baktıkça onu bir suyun altına sokup temizlenene kadar yıkamak istiyordu. Çok kirli ve dağınık görünüyordu. “Farah’ın bu oyundaki yerini henüz bende bilmiyorum.”

Farah’a olan bakışları dalgın, sesi de düşünceliydi. “Farah şu an için sahadaki sürpriz taşlardan biri. Ben son hamlemi oynayıp şah çektiğimde karımın ne olduğu ortaya çıkacak.” Yapmacık bir şekilde güldü. “Bakalım bir vezir mi yoksa basit bir piyon mu?”

“Ya basit bir piyonsa?” diye sordu Ali.

Derinden bir iç çekti. “Benim darbemden sağ çıkamaz.”

“Peki, ya vezirse?”

Kıvrılan dudaklarıyla, “Beni yıkar geçer,” dedi bunun olmasını ister gibi.

“Sen onun hangisi olmasını istersin?”

“Karımı yıkmaktansa onun beni yıkmasını isterim.”

“Neden?”

“Çünkü o benim karım.” Bunu söylerken ne denli sahiplenici davrandığının farkında değildi. “Sahadaki rakibim karım olursa karşılık vermem, onun hamlesini beklerim.”

Ali sorgularcasına tek kaşını yukarı kaldırdı. “Hamlesi sonunu getirecek olsa bile karşılık vermez misin?”

“Vermem, Ali vermem.” Kararlı bir şekilde başını iki yana salladı. “Ben doğrudan bu kızı incitmem oğlum.”

“Neden?”

“Siktiğim piçi sürekli neden deyip sinirlerimi bozma benim!” Ali’ye kızgınlıkla bakıp ona kum havuzunda oynayan kızı gösterdi. Küçük çocuklarla yaptığı kaleyi süsleyen Farah’ın dudaklarında güzel bir gülümseme vardı. “Çocuk lan daha bu! Nasıl kıyılır buna?”

“Abi,” diyen Ali’nin dudakları kıvrılmıştı. “Onu bu işin dışında tutmak istemenin tek sebebi yengenin fazla çocuksu olması mı?” Bıyık altında gülerek yanaklarının içini dişledi. “Çocuk dediğin kadın kucağına çocuk verir haberin olsun.”

Gurur bankta yan dönerek yönünü sinir bozucu korumasına çevirdi. Kaskatı bir suratla Ali’ye bakarken sadece bakışlarıyla bile onu öldürebilirdi. “Şu diline sahip çıkmazsan ağzını sikerim!” Gırtlağından çıkan kalın bir hırıltıyla dişlerini sıktı. “Kızda gözüm yok!”

Ali bu sefer gülüşünü tutamadı. “Olsa bile kim sana ne diyebilir, karın sonuçta.”

“Siktir git lan şuradan!”

Duydukları adım sesleriyle ikisi de susup önüne dönmüştü. Farah kum havuzundan çıkmış onlara doğru geliyordu. Üstü başı hep kum içindeydi ama tuhaf bir şekilde oldukça sevimli görünüyordu. Nazlı bir çocuk gibi küçük adımlarla yürüyüp Gurur’un yanına gelmişti. Gurur pasaklı karısının sevimliliğini izlerken Farah yüzündeki gülümsemeyle ona yaptığı kaleyi gösterdi. “Bak onu ben yaptım.”

İnsanların genelde çocuklarla konuşurken çıkardığı o ses tonuyla konuşan Gurur, “Aferin sana,” dedi eğlenen bir sesle. “Bir de seni buraya getirdiğim için bana kızıyordun. Kendin gibi olanlarla nasıl da güzel oynadın.” Harbi oynamıştı.

Beklediğinin aksine Farah alınganlık yapmadan gülümsemesini korudu. “Oynadım tabii.” Kumlu ellerini ve üzerine yapışan kumları ona gösterdi. “Ama ben pis oldum.”

Gurur gülüşünü ondan saklamaya çalışarak ciddi görünmek için uğraştı ama konu Farah olunca her zaman ciddi olamıyordu. “Yıkarız seni tertemiz olursun.” Karısıyla uğraşmayı seven bir adamdı. Oradan geçen seyyar satıcıyı görünce yeşil gözlerinin ardından muzır bir parıltı geçti. “Sana pamuk şeker almamı ister misin?” Farah evet derse hiç şaşırmayacaktı.

Farah kısa bir an pamuk şeker satan adama baktığında başını iki yana sallamıştı. “Bu ellerle onları yiyemem ki.” Avuçlarını açıp ellerindeki kumları gösterdi. “Şeker yapışır, elim kumlu bir de yapışkan olmasın,” demişti ki parkın yürüyüş yolunda birlikte yürüyen bir çifti gördü. El ele tutuşan çift çok samimi görünüyordu. Dikkatli bakınca ikisinin birleşen ellerindeki yüzükleri fark etmişti. Büyük ihtimalle evlilerdi.

Gurur onun neden o çifte bu kadar uzun baktığını anlamaya çalışarak, “Ne oldu?” diye sordu. Yine neye takıldığını merak ediyordu.

Farah’ın dudaklarındaki tebessüm usulca solduğunda bunu görmek Gurur’un hoşuna gitmemişti. Bu kadına yakıştırmadığı tek şey üzüntüydü. Suratını asıp boynunu büktüğünü görmekten gerçekten nefret ediyordu. Farah birkaç adımla onun tam karşısında durup ona oradan geçen çifti gösterdi. “Onlar da evli,” dediğinde somurtuyordu. “Ama adam karısının elini tutarak yürüyor.”

Kumlu elini Gurur’a uzatırken utandığı için yanakları pembeleşmeye başlamıştı. Çekingen bakışlarla bir süre ona bakıp gözlerini birkaç kez kırpıştırmıştı. “Sende benim elimi tutar mısın?”

Gurur düz gözlerle Farah’ın uzattığı eline bakarken ifadesi fazla hissiz olduğu için ne düşündüğünü anlamak zordu. Önce kendi temiz eline baktı, daha sonra da Farah’ın nemli ve kirli ellerine. İnce parmaklarına ve avuç içine yapışan kumları temizlemeden Gurur’a elini uzatmıştı. Farah’ı gücendirmek istemediği için elini kaldırıp onun narin elini avcunun içine hapsetti. “Tutmamı istiyorsan tutarım.”

Farah’ın elini tutunca Gurur bir an korkmuştu. Avucunda tuttuğu sanki şeffaf bir cammış gibi ne yapacağını bilemedi. Onun elini fazla mı sıkıyordu yoksa çok mu gevşek tutuyordu, bilememişti. Fazla sıkarsa Farah’ın canını yakmaktan, gevşek tutunca da onu üzmekten korktu. Farah’la ilgili en basit şeyleri bile iki kez düşünüyordu. Bu kadınla ilgili her şey onun aklını talan ediyordu.

Karısının elini tutarak ayağa kalktığında rahat görünmeye çalışıyordu ama aslında öyle değildi. “Gel hadi.” Onu peşinden çekerek yürüyüş yoluna girdi. “Bizde biraz yürüyelim.” Farah’ın içinde en küçük bir ukde bırakmak istemiyordu.

Parktan çıkıp yürüyüş yoluna girdiklerinde omzunun üzerinden Farah’a baktı. İkisinin birleşen ellerine bakıp gülümsediğini görünce Gurur rahat bir nefes almıştı. Tekrar gülümsediğini görmek keyfini yerine getirmişti. Çocuk avutur gibi karısının nazıyla oynuyor, her konuda ona karşı kontrollü olmaya çalışıyordu. Farah’tan yana Gurur’un sabrı sonsuz gibiydi.

Bu kadın ne yaparsa yapsın Gurur’un gözlerine fazla sevimli ve masum görünüyordu. Üç yıl önce Gurur onu bir köşkün arka bahçesinde gördüğü o ilk anda içinde Farah’a karşı derin bir merhamet oluşmuştu. O arka bahçede o kadar savunmasız ve kırılgandı ki, annesinin yüzüğünü parmağına taktığı için Gurur ona kızamamıştı. Kızmak şöyle dursun, yüzüğü çıkarmaya çalışırken Farah parmağını acıtmasın diye kendi için çok değerli olan bir yüzüğü basit bir şeymiş gibi göstermişti.

Başını eğip avucunun içindeki narin ele bakmamak için kendini zor tutuyordu. Farah’ın küçücük elinden onun eline nüfus edip yüreğine sızan bir sıcaklık vardı. Bir türlü adını koyamadığı ama ona nefes aldırtan bir his birleşen ellerinden sızıp Gurur’un içine işliyordu. Basit bir el teması ona nasıl böyle hissettirebilirdi?

Farah’a baktığında içinde ona karşı oluşan o sahiplenici duygu bir kez daha ortaya çıkmıştı. Onun yeri tam burasıymış gibi gözlerinin yeşilinde sahiplenici bir tutum vardı. Sanki Farah bir tek onun yanında olabilir, sadece onun elini tutabilir ve yalnızca ona şımarıp onun için gülümseyebilirdi. Onu başka biriyle paylaşma fikrinden bile nefret ediyordu.

Farah onu çiçek satan bir kadının yanına çektiğinde onun ne istediğini hemen anlamıştı. Fazla romantik olan karısı sepetteki çiçeklere hevesli gözlerle bakıyordu. Gurur onun çiçek istediğini düşünüp çiçeklere göz gezdirdi ama Farah’ın sevdiği gülü bu sepette bulamadı. Aslında bulmayı da beklemiyordu çünkü kara güller her yerde bulunmazdı. Belki de daha sonra onun için bir buket kara gül almalıydı.

Leyla’nın mezarının üzerine bıraktığı çiçekleri hatırlayınca içi öyle bir acıdı ki, kalbinin her odacığı pişmanlıkla dolmuştu. Ne zaman onun mezarına gitse Leyla’ya her çiçekten bir dal götürürdü çünkü onun hangi çiçeği daha çok sevdiğini bilmiyordu. Onunlayken en çok hangi çiçeği sevdiğini hiç merak etmemiş, buna pek kafa yormamıştı. O yıllarda önemsiz sandığı birçok ayrıntı, Leyla’nın ölümüyle ona yoğun bir pişmanlık olarak dönmüştü.

Sırf bu yüzden Farah’ın hangi çiçeği daha çok sevdiğini öğrenmişti. Kara güller... Hayatına kısa bir süreliğine giren bu kadınla da aynı konudan sınanmak istememişti. Evet, Farah uzun soluklu onun hayatında olmayacaktı ama en azından hangi çiçeği sevdiğini bilmeliydi. İlkinin yaşattığı pişmanlığı ikincisinde de yaşamak istememişti. Gurur otuz bir yaşındaydı fakat otuz bir yıllık hayatında sadece iki kadın olmuştu. Bunlar Leyla ve Farah’tı.

Farah kadının sepetindeki sarı karanfili alıp burnuna yaklaştırdı. Tek bir dal sarı karanfili koklayan kızı izlerken kafası karışıktı. Bu basit çiçeklerde bu kadar mutlu olacak ne buluyordu, bir türlü anlamıyordu. Farah içine çektiği kokuyu sevmiş gibi dudaklarında can alıcı bir tebessüm belirmişti. “Bunu almak istiyorum.” Gurur’a döndü. “Çok güzel kokuyor.” Kendisinin o çiçekten daha güzel koktuğunun farkında değildi.

Gurur cüzdanından biraz para çıkartıp çiçekçi kadına uzattı. Kadından uzaklaştıklarında Farah’ın adımları birden durmuştu. Neden durduğunu anlamak için ona döndüğünde karısının sertçe yutkunduğunu gördü. Bankta oturan yaşlı bir adamın yanındaki köpeğe korku dolu gözlerle bakınca Gurur onun yüzündeki değişimi izledi. Siyah gözleri korkunun esiri olurken köpeğe olan bakışları çok garipti.

Farah gözle görülür bir şekilde irkilince Gurur bunun nedenini anlayamadı. “Köpeklerden korkuyor musun?” Küçücük bir köpeğe attığı bakışlar endişe vericiydi. Sanki dehşete kapılmıştı.

Farah hemen başını önüne eğerek Gurur’un bakışlarından kaçmaya çalıştı. Daha sonra güçlükle duyulan bir sesle, “Ev-evet, köpeklerden korkarım,” dedi ürkerek. Hayır, Farah’ın gözlerinde gördüğü şey korkunun çok daha ötesinde bir şeydi. Neredeyse ağlayacaktı, siyah gözleri daha şimdiden dolmuştu.

Gurur ondan daha fazlasını öğrenmek için, “Neden?” diye sordu yumuşak bir sesle. “Neden köpeklerden korkuyorsun?”

Farah’ın bazı kötü alışkanlıkları vardı ve bunlardan biri de stres altındayken tırnaklarını kemirmekti. Tırnaklarını yerken eğdiği başını kaldırmıyordu. “Bir sebebi yok,” diye mırıldandı alçak bir sesle. “Köpeklerden hoşlanmıyorum.”

Nazlı karısı her konuştuğunda Gurur onu güçlükle duyuyordu çünkü sesi normalin çok altında çıkıyordu. Onunla ilk karşılaştığından beri bu hep böyleydi. Normal bir düzeyde konuşmaktan bile korktuğu için Farah’ın sesi çoğunlukla fısıltıyla çıkardı. Köpeğe baktıkça onun ne denli titrediğini gören Gurur, “Gidelim artık,” diyerek onu arabasının olduğu yöne yönlendirdi. Köpekten bu kadar çok korkmasının bir sebebi olmalıydı.

Her zaman kısık bir sesle konuşmasının, ondan istenilen her şeyi yapmasının, bu kadar itaatkâr olmasının ve köpeklerden bu denli korkmasının bir sebebi olmalıydı. İçinden bir ses Farah’ın da geçmişinin ağır travmalarla dolu olduğunu söylüyordu. Farah konusunda kapsamlı bir araştırma yapsa merak ettiği her şeyi hemen öğrenebilirdi.

Ancak Gurur bunu yapmıyor, Farah’ı araştırmaları için adamlarına gereken emri vermiyordu. Onu yaptığı araştırmalar sonucunda değil, onunla zaman geçirerek tanımak istiyordu. Karısını başkalarından değil, ondan duymak istiyordu. Şu an için Farah’ı pek tanımıyordu ama tanımayı istiyordu. Nasıl bir kadınla evli olduğunu yaşayarak görmek istiyordu.

Farah genelde küçük adımlarla yürüdüğü için hep Gurur’un arkasında kalıyordu. Gurur başını çevirip bakınca yine çok arkada kaldığını gördü. Küçük adımlar atarak onun peşinden gelirken sık sık arkasına bakıyor, o köpekle arasındaki mesafeyi kontrol ediyordu. Küçücük bir süs köpeğinden bu kadar çok korkması inanılır gibi değildi.

Gurur onun attığı küçük adımların bıkkınlığıyla aralarındaki mesafeyi kapatmıştı. Farah’a herhangi bir açıklama yapmadan eğildiği gibi onu omzuna attı. Onu omzunda taşıyarak arabasına yürürken karısının o huysuz homurtusunu duydu. “Yürüyebilirdim.”

“O küçük adımlarınla yarım saatte anca çıkarız buradan.”

“O zaman beni kucağına alsaydın, her defasında mağara adamı gibi beni sırtına atıyorsun.” Gurur bir an kahkaha atmak istedi çünkü ne zaman onu sırtına atsa Farah hiç çırpınmıyor ve onu aşağıya indirmesi için bağırıp yaygara koparmıyordu. Her konuda o kadar sakin ve uyumluydu ki, ona hiç zorluk çıkarmıyordu.

“Seni kucağıma aldığım anlarda bana hiç sarılmıyorsun.” Parktan çıkıp arabasına doğru yürürken bu sözler Gurur için bir serzenişti. “O kolların boynuma dolanmayacaksa seni kucağıma almamın bir anlamı yok,” dediğinde Farah’ın kaskatı kesildiğini hissetti.

Bir seferinde banyoda onun üzerine yürüyüp Farah’ı korkutmuştu. Bir tek orada Gurur’a sarılmıştı ve bunu çok korktuğu için yapmıştı. Bunun dışında karısı ona pek sarılmazdı. Üç yıl önce ayağını kurt kapanında yaraladığında bir hafta boyunca Gurur onu hep kucağında taşımıştı. Ancak Farah’ın kolları bir kez bile Gurur’un boynuna dolanmamıştı. Her defasında ellerini kucağında birleştirip Gurur onu yere indirene kadar hareketsiz kalırdı.

Arabasının yanında durup ön kapıyı açtı. Farah’ı dikkatli bir şekilde ön koltuğa bırakıp emniyet kemerini onun için takmıştı. Kapısını kapattıktan sonra kısa sürede sürücü koltuğundaki yerini aldığında küçük gezilerinin sonuna gelmişlerdi. Arabayı çalıştırmak üzereyken ona uzatılan bir dal sarı karanfille donup kaldı. Başını çevirdiğinde Farah elindeki çiçeği ona uzatıp alması için bekliyordu. Bu sikik çiçeği onun için mi almıştı?

Gurur’un çiçeğe olan bakışları tuhaftı çünkü birinden çiçek almaya alışık değildi ve bunu oldukça rahatsız edici buluyordu. Birinin ona çiçek vermesi küfür gibi bir şeydi. Ona çiçek veren ilk ve tek kişi Farah’tı ve bunu ikinci kez yapıyordu. Kendini hakarete uğramış gibi hissetmesi normal miydi? Farah’ın uzattığı karanfili almak yerine bezgin bakışlarını ona çıkarmıştı. “Bana çiçek vermeyi bırak, bundan nefret ediyorum.” Nasıl bir erkek bir kadından çiçek alırdı ki? Bu çok utanç vericiydi.

Farah’ın gözlerindeki o ışıltının nasıl söndüğünü gördü. Çiçeği uzatan elini ısrarla çekmiyor, inatçı bir tutumla Gurur’un onu almasını bekliyordu. Gözlerini Gurur’un yeşillerine kenetledi ve konuşmak için dudaklarını güçlükle araladı. “Erkekler ilk çiçeklerini öldüklerinde mezarına alır derler.” Gurur’u dumura uğratan sözlerini buruk bir tebessümle sürdürdü. “Mezarlıkta yatan o adamların biri bile yaşarken çiçek almamıştır.”

Gurur buz kestiğinde Farah’ın bakışları uzun süre onun üzerinde oyalandı. “Bundan nefret ediyor olabilirsin ama senin de onlar gibi olmanı istemiyorum.” Gurur’a olan bakışları hisliydi, sesi ise bir kadife yumuşaklığındaydı. “Öldüğünde değil yaşarken çiçek almalısın.”

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Bununla bir sorunun olabilir ama ben sana hep çiçek vereceğim.” Alması için elinde tuttuğu karanfili gösterdi. “Bu senin için.” Gurur’un boğazı düğümlendiğinde kaburgalarının arasında oluşan bu can sıkıcı baskı da neyin nesiydi?

Sırf Farah’ı gücendirmemek için uzattığı karanfili almıştı ve bunu yaparken kalbinin neden bu kadar hızlandığını düşünüyordu. Çocuk ruhlu bir kadının sözleri onu nasıl bu kadar etkileyebilirdi? Çiçeği yan tarafına koyup cebinden çıkardığı sigara paketini ve zippolu çakmağı Farah’ın kucağına attı. “Benim için bir dal sigara yak.” Sigarasını kendisi yakamazdı çünkü ateş görmeye tahammül edemezdi.

Bazen kendini çok zorlayarak bunu yapardı ama ne zaman ateşe bakmaya kalkışsa ecel terleri dökerdi. Gurur çoğunlukla sigarasını etrafındaki insanlara yaktırırdı. Bir çakmaktaki cılız ateşi görmeye bile tahammül edemediği için sigaranın bile tiryakisi değildi. Arada sırada kafasına esince bir dal içerdi. Hepsi bununla sınırlıydı.

Farah kucağındaki çakmak ve sigaraya yaratık görmüş gibi bakarken oldukça komik görünüyordu. Daha önce kimsenin ondan böyle bir şey istemediğini fazla belli ediyordu. Sigara paketini parmak uçlarıyla tutup havaya kaldırdı. Bir çöp parçasını tutar gibi paketi tutuyordu. “Sigaranı ben mi yakacağım?”

Gurur onun sevimli suratına gülmemeye çalışarak başını yavaşça salladı. “Yanımda sadece sen varsın, bunu yapmalısın.”

“Yanında koruma bulundurmayı alışkanlık haline getirsen bana gerek kalmazdı.” Gurur tek gezmeyi sevdiği için onu koruyacak adamları yanında taşımıyordu.

Arabayı çalıştırıp parktan uzaklaşırken yola olan bakışları fazla düzdü. “Korumalara ihtiyacım yok.”

Farah’ın sıkıntılı sesini duydu. “Çok fazla düşmanın var, korumasız gezmen doğru değil.”

“Kaybedecek bir şeyim yok.” Verecek tek bir canı vardı, bunun için de bir düzüne adamı yanında taşıması fazla lüzumsuzdu.

Farah hiç istemese de paketin içinden bir dal sigara çıkardı. Daha önce hiç sigara içmediği için bunu nasıl yakması gerektiğini bilmiyordu. Onun hiçbir kötü alışkanlığı olmadığı bilen Gurur, “Sigarayı dudaklarının arasına yerleştir,” diyerek ona ne yapması gerektiğini anlatmaya başladı. Bunu yaparken gözlerini yoldan ayırmıyordu.

“Sigarayı yaktığında dumanı sakın ciğerlerine çekme. Dumanı ağzının içinde tutup daha sonra dışarıya bırak. Yapacağın şey bu kadar basit.” O dumanı ciğerlerine çekmesini istemiyordu, kazara olsa bile Farah’a sigaraya alıştıramazdı. Hiçbir konuda onu bozmak istemiyordu çünkü her şeyiyle fazla temizdi.

Farah onun söylediği gibi sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Tam çakmağı yakacaktı ki dudaklarının arasındaki sigara bir anda çekilip ondan alınmıştı. Başını çevirdiğinde Gurur’un sigarayı camdan dışarıya attığını gördü. Yakışıklı yüzü fazla hissizdi fakat ifadesi sertti. “İçmekten vazgeçtim.” Farah’ın dudakları arasındaki sigarayı görmekten bile nefret ettiğini ona söylemedi. Bunu ondan isteyen oydu ama karısını sigarayla görmek onu kızdırmıştı.

Farah elindeki zippolu çakmağa bakarken bakışları merak doluydu. “Ateşten neden bu kadar rahatsız oluyorsun?” Korkuyorsun demek yerine rahatsız oluyorsun demişti. Erkekler korkuyu zayıflık olarak gördüğü için Gurur’u kıracak kelimelerden kaçınıyordu.

Gurur’un direksiyonu tutan eli gerilmişti. “Ateşten rahatsız olmuyorum, Farah.” Geçmişi bir kırbaca dönüşüp sırtını kamçılarken, “Korkuyorum,” diye mırıldandı. Bir erkek için bunu itiraf etmek çok gurur kırıcıydı ama herkesin bildiği bir şeyi karısından saklayacak değildi. “Ateşten çok korkuyorum.”

Ona ateşten korkmayı öğretmişlerdi.

Geçmiş.

Şeref Kalender avukattan aldığı vasiyetin nüshasını okurken babasının ona attığı kazığı düşünüp duruyordu. Sahip olduğu tüm mirası Gurur’a bırakmıştı, yani küçücük bir çocuğa. Şeref’in hakkı olan her şey artık el kadar bir çocuğundu hatta bu ev bile. Henüz altı yaşlarında olan küçük kardeşi Kalenderlerin tek mirasçısıydı. Paranın ne olduğunu bile bilmeyen bir velet, bir anda ülkenin milyarderlerinden biri olmuştu!

Yumruğunu sinirden sıkarken babasının böyle bir şeyi nasıl yaptığını düşünüyordu. Karısı Güzin odanın içinde dönüp dururken sahip oldukları her şeyi kaybetme endişesi taşıyordu. Şuursuzca dönmeyi bıraktı ve kocasına baktı. “Şimdi ne olacak?” Gözlerinin elasında inanamayan bir ifade vardı. “Her şeyimizi kapımızdaki sığıntıya mı bırakacağız?” İçinde yaşadıkları evin bile Gurur’un olmasını kabullenemiyordu.

Şeref tüm bunları Gurur’a öylece verecek biri değildi. Avucunun içindeki kadehi kırmak istercesine sıkarken gözlerinin ardında tehlike kol geziyordu. “Bunları daha sonra konuşuruz.” Gözleriyle bir köşede oturan Gurur’u gösterdi. Avukat vasiyeti okurken tüm ailenin burada olmasını istemişti, bu yüzden Gurur’da buradaydı.

Henüz altı yaşında olduğu için kendiyle aynı yaşta olan Karun ile bir koltuğun üzerinde oturuyor, büyüklere özgü bu sıkıcı konuşmanın ne zaman biteceğini düşünüyordu. Elinde kapısında alevler olan kırmızı bir araba tutuyordu. Oyuncak arabasının bir benzeri Karun’un elindeydi. İki arabayı birbirinden ayıran tek şey renkleri ve desenleriydi.

Karun’un arabası maviydi ve etrafında okyanusun dalgaları vardı. Aynı yaşta olan amca ve yeğen henüz bu yaşlarda bile ateş ve su gibi birbirlerinden farklılardı. Seçtikleri oyuncaklar bile onları yansıtıyordu. Şu an için ne Gurur biliyordu bir gün oyuncak arabasının alevlerinden bile korkacağını ne de Karun biliyordu, soğuk dalgalardan bile ödü kopacağını. İki çocuğun kötü kaderi tam şu anda yazılmak üzereydi.

Karun suratını asarak Gurur’a anne ve babasını gösterdi. “Avukat denen adam o kağıtlarda yazan şeyleri okuduğundan beri ikisi de çok sinirli.” Anne ve babasının öfkesinden korkmuş gibi Gurur’a doğru biraz sokuldu. Mavi gözleri sık sık Şeref ve Güzin’in olduğu yöne kayıyordu. “Onları kızdıracak ne yaptın?” Bunu sorarken sesi kısık çıkıyordu. “İkisi de sana kötü kötü bakıyor.”

Gurur’un ona vereceği bir cevabı yoktu çünkü abisinin çalışma odasına girdiğinden beri aynı şeyi o da merak ediyordu. Henüz avukatın ne demek olduğunu veya avukatlığın ne anlama geldiğini bile bilmiyordu. Ancak avukat dedikleri o adam konuşmaya başlayınca abisi ve yengesi çok fazla sinirlenmeye başlamıştı. Gurur onlara karşı büyük bir suç işlemiş gibi ikisi düşmanca gözlerle ona bakıp duruyordu. Oysaki onları buraya çağırmadan önce Gurur, Karun ile bahçede oyun oynuyordu.

Gurur’un diğer tarafında oturan Defne, “Amca beni iyi dinle,” diyerek kafasını ona doğru uzattı. Defne bu ailenin en büyük çocuğu ve tek kızıydı.

Gurur ve Karun’dan üç yaş büyük olduğu için henüz dokuz yaşındaydı ama amcasından üç yaş büyük olmasına rağmen Gurur’a amca diyen tek kişiydi. Karun bir türlü Gurur’un onların amcası olduğunu kabul etmiyordu ama Defne öyle değildi. Çoğunlukla Gurur’a adıyla seslenirdi ama Gurur ne zaman üzülse veya korksa, Defne onu neşelendirmek için ona hep amca derdi.

Defne avukatla konuşan anne ve babasını kontrol ettikten sonra sır verir gibi dudaklarını Gurur’un kulağına yaklaştırdı. “Dedem öldü amca bundan sonra seni babamdan koruyacak kimse yok.” Babası bu söylediklerini duymasın diye kısık bir sesle Gurur’un kulağına fısıldıyor, onu babası konusunda uyarıyordu. Dokuz yaşında olmasına rağmen Defne çok zeki bir çocuktu.

Karun ve Gurur’un aksine Defne avukatın söylediği her şeyi can kulağıyla dinlediği için anladıklarını Gurur’a aktarmaya başlamıştı. “Dedem sahip olduğumuz her şeyi sana bıraktığı için annem ve babam sana çok kızgın. Bundan sonra onların gözüne fazla batmamaya çalış.” Gurur artık bu evin sığıntısıydı çünkü annesinden sonra babasını da kaybetmişti. O artık kimsesizdi.

Altı yaşındaki bir çocuğun saflığıyla Gurur ona baktı. “Abla ben kocamanım.” Kendisini göstererek anlamayan gözlerini kırpıştırdı. “Yengem ve abimin gözüne batamam ki.” Defne’nin kullandığı cümleyi bile anlamayacak kadar küçüktü. “Toz değilim ki onların gözüne batayım.”

Defne hiçbir çocuğun kolay kolay erişemeyeceği bir olgunluktaydı. Elini uzatıp Gurur’un sarı saçlarını okşarken ona karşı büyük bir merhamet besliyordu. Daha yeni babasını kaybettiği için yetim bir çocuğa şefkat göstererek, “Benim güzel amcam,” dedi içi acıyarak. “Bundan sonra sen görünmez olsan da onların gözüne batarsın.”

Anne ve babasının bakışlarından onların Gurur’a düşmanlık beslediğini anlıyordu. “Ben hep senin yanında olacağım.” Avuç içini Gurur’un yanağına bastırıp ona gülümsemek için kendini zorladı. “Sen hiç korkma ben seni korurum.” Bunları söylerken Defne’de bilmiyordu ki başına gelecekleri. Bu evde yaşayacaklarını ne Defne biliyordu ne Gurur ne de Karun. Onlar henüz büyük acılarla sınanmayan üç çocuktu.

Defne ölecekti.

Karun üşüyecekti.

Ve Gurur... Yanacaktı.

Henüz üçü de bunu bilmiyordu.

Şeref önce avukatı daha sonra da çocukları odadan gönderdi. Karısıyla yalnız kaldığında cebindeki sigara paketini ve çakmağı çıkarmıştı. Gurur’dan bahsederek, “Onu ortadan kaldırabilirim,” dedi acımasızca.

“Hayır!” Güzin buna şiddetle karşı çıkarak başını iki yana salladı. “Vasiyetteki şartları okumadın mı? Bunak baban bunu yapacağını öngördüğü için o maddeleri ekletti.” Makyajlı güzel yüzünün arkasında korkunç bir kadın vardı. “Babanın vasiyeti Gurur’u koruyor.”

Vasiyete göre Gurur yirmi yaşına girmeden mirasını alamayacaktı. Babası böyle bir şartı özellikle vasiyetine koydurmuştu çünkü Gurur henüz çok küçüktü. Şeref’in onu kandırıp tek bir imzayla ondan her şeyini almasını istemiyordu. Gurur hakkı olan mirasa yirmi yaşında kavuşursa Şeref ondan bir çöp bile alamazdı. Bir şeylerin altına imzasını atmayacak ve abisinin tehditlerine boyun eğmeyecek kadar büyümeliydi. Bu yüzden vasiyette yirmi yaş şartı vardı.

Yirmi yaş şartı sadece Gurur’un sahip olduklarını elinde tutması için değildi, aynı zamanda Gurur’u hayatta tutacak yegâne şeydi. Vasiyetteki maddelere göre eğer Gurur yirmi yaşına girmeden önce ölürse sahip olduğu tüm mal varlığı vasiyette yazan kurumlara bağışlanacaktı. Kalenderleri ülkenin milyarderlerden biri yapan tüm bu zenginlik farklı kurumlara geçecekti. Bu yüzden Şeref istese de küçük kardeşini öldüremezdi. Gurur yirmi yaşına girmeden önce bunu yapamazdı.

Şeref’in kaşları çatıldığında ölen babasından nefret etmeye başlamıştı. Babaları olacak kurnaz tilki küçük oğlunu Şeref’ten korumak için gereken tüm tedbirleri almıştı. Gurur’un etrafına yirmi yaşına kadar bir kalkan örerek ölmüştü. “Yirmi yaşına kadar yaşarsa bana karşılık verecek güce ulaşır.” Şeref’in mavi gözleri delice bakarken dişlerini sıktı. “Babamın da istediği tam olarak bu, onun kendini koruyacak kadar büyümesi!”

Elindeki sert içkiyi birkaç yudumda içerek kadehi duvara fırlattı. Duvara çarpıp parçalanan kadehin kristal parçaları her yere saçılmıştı. Ayağa kalkıp pencereye yürürken öfkesinden hiçbir şey kaybetmedi. Yıllarca hayalini kurduğu bu zenginliği öylece küçük kardeşine bırakacak değildi. Hakkı olanı almak için bir kez daha elini kirletmekten çekinmeyecekti. Daha önce Eşref Kalender’i, yani kendi abisini öldürdüğü gibi kardeşinden de kurtulabilirdi.

Pencereden bakınca bahçede oğluyla oynayan Gurur’u gördü. Kızı Defne hep olduğu gibi bir ağacın altına oturmuş, uzaktan onları izleyerek Gurur ve Karun’a ablalık yapıyordu. Oturduğu ağacın gölgesinde o ikisini izlediği için havuza fazla yaklaşmalarına izin vermiyordu. Dokuz yaşında olmasına rağmen Defne fazla koruyucu bir çocuktu.

Arkasında karısının adım seslerini duydu. “Bu konuda bir şeyler yapmalısın.” Başını çevirdiğinde Güzin fazla endişeli görünüyordu. “Oğlumun hakkı olan servet o sığıntıya kalamaz.” Oğlu diye bahsettiği Çağıl’dı yani üçüncü çocuğu çünkü Güzin, Karun’u oğlu olarak göremiyordu.

Defne’ye hamile kalmayı o istememişti, anne olmaya hazır olmadığı bir dönemde Defne’yi doğurmuştu. Korunmadıkları bir gecenin sonunda genç yaşta anne olmuştu. İkinci hamileliği de kendi isteğiyle olmamıştı çünkü kocasının zorlamasıyla Karun’a hamile kalmıştı. Bu yüzden Karun’u görmeye bile katlanamıyordu.

Şeref bazı konularda çok sapkın bir adamdı. Bir şey istediğinde onun için olay biterdi ve karşısındaki kişinin onunla aynı şeyi isteyip istemediğini umursamazdı. Şeref onu aldattığı için Güzin bir dönem kocasını görmeye bile katlanamıyordu ve onun yatağına girmekten iğreniyordu. Şeref’ten soğuduğu ve ondan nefret bir dönem olmuştu. Bir ay boyunca cinsel anlamda Şeref’i geri çevirip ayrı yataklarda yatmıştı.

Ancak kocası bir gece onu ziyaret edip ondan istediği şeyi tehditler eşliğinde almıştı. Belki Güzin’e tecavüz etmemişti ama geceyi onunla geçirmezse onu boşayıp beş parasız kapının önüne koymakla tehdit etmişti. Onu defalarca aldatan bir adamla zorla geçirdiği o geceden iğrenmişti. O gecenin meyvesi Karun’du. Hepsi bu da değildi, Karun fiziksel olarak babasının kopyasıydı. Bu da kendi oğlundan uzaklaşmasına neden oluyordu.

Güzin kocasını sevdiği için değil, parası için onunlaydı. Eski yoksul hayatına tekrar dönmemek için nefret ettiği bir adamın karısıydı. Sırf para için en az kocası kadar kötü ve aşağılık birine dönüştüğünün farkında bile değildi. Artık Şeref gibi düşündüğünü, onun gibi davrandığını ve bir zamanlar eleştirdiği her şeyi yapmaya başladığını anlamıyordu. Hepsi bir yana, Güzin’de artık sık sık kocasını aldatan bir kadındı. Her şeyiyle Şeref’e benzediğinin hiç farkında değildi.

Üçüncü gebeliği isteyen Güzin’di. Şeref’in baskısı olmadan kendi için bir çocuk doğurmak istemişti ve o çocuk Çağıl’dı. Ona bir anne gibi hissettirecek ve bu evliliği daha katlanır bir hale getirecek bir çocuk istemişti. Defne annesine karşı hep eleştireldi ve Karun’da fazla itici bir çocuktu. Ancak Çağıl onlar gibi olmayacaktı. Annesini çok sevecekti ve Güzin’de onu sevecekti.

Ne ablası Defne gibi bilmiş bir çocuk olacaktı ne de abisi Karun gibi soğuk bir çocuk. Çağıl her şeyiyle ona bir anne gibi hissettiriyordu. Çağıl henüz üç yaşındaydı ama büyüdüğünde de oğluna olan sevgisi değişmeyecekti.

Bir süre sonra Şeref malikaneden dışarı çıkıp bahçedeki çocuklara doğru yürümüştü. Korumaların arasından geçerek havuzun kenarında oynayan iki çocuğa doğru ilerledi. Defne yaslandığı ağacın altında içi geçmiş gibi uyumuştu. Defne uyuduğu için memnundu çünkü bacaksız kızı son zamanlarda canını çok sıkıyordu. Gardiyan gibi Karun ve Gurur’u hiç yalnız bırakmıyor, onların yanında bir an olsun ayrılmıyordu.

Havuzun yanında durduğunda iki çocukta onun geldiğini anlamayacak kadar kendilerini oynadıkları oyuna kaptırmıştı. Kumandalı arabalarını birbirleriyle yarıştırıyor ve kendi arabalarının daha iyi olduğunu iddia ediyorlardı. Karun’un arabası Gurur’unkini geçince Gurur kaşlarını çatmıştı. Hızlı adımlarla yürüyüp Karun’un arabasına tekme atarak onu havuza düşürdü. Karun elinde arabasının kumandasını tutarken öylece kalakaldı. Ne yapmıştı şimdi bu?

Havuzun içinde batan oyuncak arabasına bakarken oldukça şaşkındı. Başını çevirdiğinde afallayan gözleri Gurur’u buldu. “Kaybedince neden ağlıyorsun?”

“Ağlamayim!” Gurur sinirle Karun’un üzerine yürüyüp onun elindeki kumandayı da aldı. “Sen hile yapaysun.” Kumandayı yere bırakıp bir tekme de kumandaya atarak onu da havuza fırlatmıştı. “Senun araba benimkinu geçemeyunce hile yapayi!”

Karun’un mavi gözleri bir çocuğa kıyasla ürkütücü bakmaya başladığında, “Araba ne bilsin hile yapmayı!” diye bağırıp Gurur’a vurdu. “Kaybedince ağlıyorsun!”

“Ağlamayim deyim!” Karun onun kafasına vurduğu için sinirlenen Gurur’da ona vurmuştu. “Senun araba hile yapayi!”

“Araba hile yapmaz!”

“O vakit sen hile yapaysun!”

“Hile yapmadım!”

“Hile yapmasaydun zor geçerdun benumkinu!”

“Ne zaman kaybetsen hemen ağlıyorsun.”

“Ula ağlayunca gözden yaş gelmez midur?” Gurur çipil çipil bakan yeşil gözlerini ona gösterdi. “Hani nerededur yaş? Ağlamayim deyim sağa!”

“Sözün gelişi öyle demiştim.”

Gurur küçük omuzlarını dikleştirerek çenesini kaldırdı. “Gelmuş gitmuş bilmem ben, ağlamayim deduysem ağlamayim.”

Karun kaşlarını çatarak onun arabasını alıp havuza attı. “Bir daha oynamam seninle!” Gurur’a diklenerek minicik yumruklarını sıktı. “Mızıkçılık yapıyorsun!”

“Ha ben yapayim mızıkçılık?” Gurur şaşkınca ona bakarken işaret parmağını kendisine doğru tutuyordu. “De bakayim bağa, sabah topumu patlatan kimdu?”

İnatçı bir tutumla omuz silken Karun, “Nereden bileyim,” dedi.

“Senun yaptuğuni biliyrum.”

“Ben yapmadım.”

“Sen yaptun.”

“Yapmadım diyorum.”

“Yaptun ula!”

Birbirlerinin yakasına yapışıp birbirlerini yere düşürdüklerinde Şeref hiç kıpırdamadı. Biri kardeşiydi diğeriyse oğlu, müdahale etmek yerine durup izlemeye başlamıştı. Yerde boğuşan iki çocuğu izleyip kimin galip geleceğini merak etmişti. Karun’un daha baskın olmasını isteyerek çocukların kavgasını izliyordu. Karun, Gurur’un üstüne çıkıp yumruğunu amcasının yüzüne geçirdiğinde Şeref’in dudakları kıvrılmıştı. Henüz altı yaşındaki oğlunun gösterdiği bu performans bir baba olarak onu gururlandırmıştı.

Ancak yaşadığı mutluluk uzun sürmedi çünkü Gurur çevik bir hareketle Karun’u altına almıştı. Sıktığı elini Karun’un yüzüne geçirmek üzereyken son anda durdu. Eli havada kalırken altında nefes nefese yatan Karun’a bakıyordu. “Vurmayacağum.” Karun’un üzerinden çekilip ayağa kalktı. “Amcayum ben.” Küçük omuzlarını dikleştirerek sıska göğüs kafesini şişirdi. “Amcalar yeğenlerune vurmaz.”

Karun ayağa kalktığında çocuk yüzü sinirle kasılmıştı. “Okulda bana vuran kimdi?”

Gurur güldü. “Heç vurmayacağum demedum.”

“Amcam değilsin!”

“Vazgeçtum vuracağum!”

Gurur öne atılıp Karun’un yakasına yapıştığında Şeref sert bir sesle, “Çek o ellerini oğlumun üzerinden!” diye bağırınca iki çocuk aynı anda irkilmişti. “Yoksa kırarım!” İkisi de Şeref’i görünce süt dökmüş bir kediye döndüler çünkü ondan çok korkuyorlardı. Sus pus bir halde birbirlerine baktıklarında çocuk yüzlerinde korku vardı.

Babasının bıraktığı vasiyetin sinirini taşıyan Şeref’in yüzü kaskatıydı. Altı yaşındaki kardeşine, yani Gurur’a olan bakışları öfke doluydu. Karun’u bahane ederek Gurur’un üzerine yürürken ona çok daha fazlasını yapmak istiyordu. “Sen hangi cesaretle benim oğlumu hırpalarsın!” Attığı tokat Gurur’un kulaklarında yoğun bir basınç bıraktığında küçücük vücudu havuzun kenarına savrulmuştu.

Gurur düştüğü yerden kalkamadı, abisinin tokadı yanağını sızlatıp burnunu kanatırken öylece yerde kalakalmıştı. Zayıf bedeni korkunun şiddetiyle titrerken eli yanağına yaslıydı. Küçük parmakları Şeref’in acıttığı yanağına dokunarak başını kaldırdığında neye uğradığını anlamamıştı. Abisinden gördüğü zulmün emaresi yeşil gözlerini titreştirdi, gözlerinin pınarından birkaç damla yaş süzüldü. Çocuk gözlerine dev gibi görünen abisine bakarken o an anlamıştı. Artık bir öksüz olduğunu anlamıştı çünkü annesinden sonra babası da ölmüştü.

O artık kimsesizdi.

Şeref delici bakan gözlerini Gurur’un korku dolu yüzünden ayırmıyordu. Çok istese de ondan kurtulamazdı yoksa tüm bu zenginlik çeşitli kurumlara pay edilirdi. Ancak Gurur’un büyüyüp yirmi yaşına girmesini de istemiyordu. Ona karşılık verecek güce ve olgunluğa erişmesine izin veremezdi. Bir şeyler yapmalıydı ama ne?

Gurur’un kanayan burnuna, ıslak yanaklarına ve korku dolu gözlerine bakarken bakışları fazla düşünceliydi. Onun yüzündeki bu korkuyu hep orada tutmanın bir yolu olmalıydı. Yirmi yaşına girdiğinde bile Şeref’ten korkmalı, ona karşı çıkıp isyan edecek gücü kendisinden bulamamalıydı. Aklına gelenlerle Şeref’in gözleri delice parıldadı. İçi heyecanla dolduğunda dudakları sadistçe bir duyguyla kıvrılmıştı.

Ya Gurur’un akli dengesi yerinde olmazsa?

Hiçbir kliniğin ve doktorun iyileştiremeyeceği bir deliye dönüşürse bir tehdit olmaktan çıkardı.

***

Farah

Endişeli gözlerle onu izliyordum. Gurur bu gecede beni masal okuyarak uyutmuştu ancak saat dört gibi duyduğum seslerle uyanmıştım. Beni uyandıran Gurur’un uykusunda çıkardığı sayıklama sesleriydi. Yatağın kenarına oturmuş, son yarım saattir acı çeken yüzünü izliyordum. Uzandığı kanepeye iri vücudunu sığdıramadığı için uzun bacakları kanepeden taşıyordu. Bir kolu yine aşağıya sarkarken sağ kolu başının altındaydı. Sırtüstü yattığı yerde ne çok terlemişti.

Rüyasında bile yanıyormuş gibi alnında ter damlacıkları birikmişti. Korumaları onun eşyalarını buraya getirdiği için hepsini odaya yerleştirmiştim. Bu yüzden uyumadan önce üzerini değiştirmişti. Üzerinde siyah bir tişört ve eşofman altı vardı. Uyumadan önce rahat bir şeyler giyerken bile fazla garip davranmıştı. Benim yanımda soyunmaya yeltenmeyip giyinme odasında üzerini değiştirmişti.

Bir kez daha mırıltıyla, “Abi yapma,” diye sayıklayınca iç çektim. Abisi ona ne yaşattıysa sadece krizlerinde değil, uykusunda bile onu sayıklıyordu.

Ayağa kalkıp çıplak ayaklarla ona doğru yürüdüm. Yanında durup içli gözlerle onun kan ter içinde kalan yüzünü izledim ama gördüklerim hiç hoşuma gitmemişti. Fazla terlemekten dipleri nemlenen sarı saçları gece lambasının loş ışığında bile belli oluyordu. Kötü bir kâbus gördüğü için kaşları çatıktı, ifadesi de fazla sertti. Rüyasında canını yakan bir şeyler görüyordu. “Geçti,” diye mırıldandım. “Geçti Gurur her şey yolunda.”

Onu uyandırmaya cesaret edemediğim için üzerine eğilip yavaşça saçlarına dokundum. Parmak uçlarımla alnına düşen saçlarını çekerken ona dokunmayı seviyordum. Ondan kalan küçük boşluğa kalçamı yaslayıp kanepenin bir kenarına oturdum. Parmaklarım tüy gibi yüzünde gezinirken bir şarkının sözlerini onun için mırıldanıyordum. Belki gördüğü kâbus son bulurdu. Onu uyandırmamaya çalışarak yüzüne dokunuyor, yumuşak ve kısık bir sesle ona şarkı söylüyordum.

Beni duyup görmese bile belki yalnız olmadığını hisseder ve ona acı veren bu kabustan kurtulurdu. ”Durup da söyleyemediğin adımsa, gizli kapaklı. Sevda türküleri tuttursam da ben, telli duvaklı.”

İç çekerek yüzünü seyrettim. ”Yanıma korlar mı adam seni?

Koparıp acıtmazlar mı beni?

Nafile yanar elim, dudağım.

Seni bana yar ederler mi?” diye mırıldanırken başımı iki yana salladım. Hiçbir zaman benim olmayacaktı.

Parmak uçlarımla çatık kaşlarının kavisine dokunup yüzünün her zerresini aklıma kazımak ister gibi onu seyrettim. Gizlice ona dokunurken başladığım şarkının sözlerini kısık bir sesle onun için söylüyordum. Sayıklamaları kesilip çatık kaşları düzelene kadar bunu yapmıştım. Sesim rüyalarına sızmış gibi gördüğü kâbus son bulmuştu. Parmaklarımın izleri onu yatıştırmış olmalı ki gergin çehresi gevşemişti. İşe yaramıştı artık daha iyiydi.

Dudaklarından mırıltıyla Defne’nin adı dökülünce şaşırdım. Uykusunda hissettiği dokunuşların sahibinin yeğeni olduğunu sandığı için sayıklamayla karışık, “Defne,” demişti. Sanki bir tek Defne ona böyle dokunmuş ve korkularını yatıştırmış gibi beni o sanmıştı. En azından bu sefer Leyla dememişti. Uykusunda Leyla’yı sayıklamasındansa Melek’in annesini sayıklamasını yeğlerdim.

Gurur’un yüzündeki elimi çekip onun yanından kalktım. Ondan uzaklaşarak terasa çıkarken içim fazla buruktu. İkimizde birçok konuda ağır yaralıydık. Birbirimizin yaralarını sarmaya başladığımızı hissediyordum çünkü bana iyi geldiği gibi bende ona iyi geliyordum. Elimden geldiğince krizlerini engelliyor, onu uyuşturucudan uzak tutuyordum.

O ise nazımla oynuyor, beni şımartıp her dediğimi yapıyordu. Bir yapbozun iki eksik parçası gibi birbirimizi tamamladığımızı hissediyordum. Terastaki hasır sandalyeye oturup gecenin dördünde karanlığı izlemeye başladım. Bugün parkta gördüğüm o köpek aklıma gelince orada yaşadığım korku tüm vücudumu işgal etmişti. Soğuk hava tenimi ısırırken boynuma kolye gibi taktığım sarkacın yakutuna dokundum. Ne zaman kendimle yalnız kalsam o korku evinde yaşadıklarımı ve bu sarkacın sahibini düşünüyordum.

Avucumdaki sarkacı sıkarken gözlerimin ardı sızlamıştı. “Hâlâ yaşıyor musun yoksa seni çoktan kaybettim mi?”

Onu düşünmediğim bir anım bile yoktu.

***

Geçmiş

Beni yaka paça attıkları yere ürkmüş gözlerle bakıyordum. Bu hücreye yeteri kadar ışık sızmıyordu. Parmaklıkların dışındaki alanda tavana asılı beyaz bir ampul vardı. O ampulün cılız ışıkları bu hücreye loş bir ışık yayıyor fakat yeterli değildi. Duvarları nem ve rutubetten küflenen yeni kafesime yabancı gözlerle bakıyordum. Köşedeki döşek ve hücrenin arka tarafındaki klozet dışında burada hiçbir şey yoktu.

Daha bu sabah gözlerimi malikanedeki süslü odamdan açmışken şimdi bulunduğum yere hayretler içinde bakıyordum. Hatırladığım son şey annemle bir alışveriş merkezinde olduğumuzdu. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. Tek hatırladığım kısa bir an annemin elini bırakıp gizlice oyuncak mağazasına girdiğimdi.

Arka raflardaki oyuncak bebeklere bakarken arkadan uzanan bir elin ağzıma kapandığı dışında hiçbir şey hatırlamıyordum. Gözlerimi köşedeki ince döşekte açmıştım. Duyduğum ıslık sesiyle hemen parmaklıklara koştum. Buraya doğru yaklaşan adım sesleri duyduğum için, “Hey!” diye bağırdım demir parmaklıklara asılarak. “Çıkartın beni buradan!”

Kimse bana cevap vermedi ama rahatlatıcı ıslık sesi hiç kesilmemişti. Biri ıslık çalarak güzel ve yatıştırıcı bir melodi tutturuyordu. Bu işte gerçekten çok iyiydi. Her adımla ıslık sesini daha yoğun duydum. Birkaç dakika sonra on üç veya on dört yaşlarındaki bir çocuk parmakların diğer tarafında durmuştu. Karşıma geçince ıslık çalmayı bırakmıştı. Kim veya kimin oğlu olduğunu merak ederek ona bakıyordum.

Tıpkı benim gibi o da sessizlik içinde beni izliyordu. Kısa, siyah saçları vardı ve kahve gözlere sahipti. Çok zayıftı, giydiği siyah tişörtün içinde incecik görünecek kadar zayıf bir çocuktu. Uzun tişörtü ve kot pantolonun içinde sıska bir çocuktu. Uzun zamandır etrafında bir çocuk görmüyormuş gibi meraklı gözlerle bana bakıyordu.

Siyah çerçeveli gözlüklerin arkasındaki bakışları utangaçtı. “Senin için çaldığım ıslığı beğendin mi?” diye sordu çekingen bir sesle. “Adım seslerimi duyunca korkma diye yaptım.”

Çaldığı melodiyi sevmiştim ama ona tam tersi şeyler düşündürerek kaşlarımı çattım. “Sen ve berbat ıslığın umurumda değil!” Beni içeride tutan demirlere asıldım. “Çıkar beni buradan! Babam beni bulduğunda canına okuyacak!” Bağırdığımda onu korkuttuğum için irkilerek bir adım geriye çekilmişti. Bu ürkekliğine hayret ettim çünkü dokuz yaşında olmama rağmen bağırınca onu korkutabilmiştim. Çok rahat benden beş yaş büyük olmalıydı.

Korku dolu gözlerle geldiği yönü kontrol etti. “Bağırma.” Konuşurken sesi çok kısık çıkıyordu. “Babam buraya gizlice girdiğimi öğrenirse bana çok kızar.” Tekrar bağırmamdan endişe ederek yalvaran bakışlarını bana çıkardı. “Odamın penceresinden seni getirdiklerini gördüm. Neden buradasın?”

Kollarımı göğsümden birleştirerek tek ayağıma tüm ağırlığımı verdim. “Sen salak mısın?” Ona olan bakışlarım kızgın ve alaycıydı. “Sence neden burada olduğumu biliyor muyum?” Ayağımın ucuyla beni içeride tutan demir parmaklıklara sertçe vurdum. “Aç şu kapıyı!”

Sesimi her yükselttiğimde korkup biraz daha geriye çekiliyordu. Ne kadar da ödlek bir çocuktu. Kapının kilidine baktığında bana yardım etmeyi istediğini anladım ancak suratını asarak, “Şey...” diye mırıldandı. “Kapının anahtarı bende yok.”

“Git bul o zaman!” Burada olmam onun suçuymuş gibi kızgın gözlerle ona bakıyordum. “Karşımda ezilip büzüleceğine bir işe yara ve şu anahtarı bul!”

Adım sesleri duyduğumuzda korkudan saklanacak yer aramaya başlamıştı. Gözlerinin kahvesi endişeden titrerken cesaretini toplayıp bana doğru bir adım attı. “Ge-geliyor,” dediğinde kekeleyecek kadar çok korkuyordu. “Onun yanında sesini yükseltme olur mu? Ona karşı gelirsen seni cezalandırır.”

“Hah,” diye garip bir ses çıkardım. “Sen beni kendin gibi ezik mi sanıyorsun? Ben Farah Tozlu’yum, kimseden korkmuyorum!”

Korkuyu bilen bir çocuk değildim çünkü annem ve babam ihtiyacım olan güç ve cesaretle beni büyütüyorlardı. Bir tek Caner abim beni korkutmaya çalışıp kıyıda köşede sıkıştırmaya çalışıyordu ama onu da hemen babama söylüyordum. Bu yüzden bana vurmaya bile cesaret edemiyordu.

Otuzlu yaşların sonunda gösteren bir adam yanındaki birkaç korumayla buraya gelmişti. Takım elbisenin içindeki adam buradaki çocuğu görünce gözlerine kızgın bir ifade yerleşti. Siyah hareleri sadece bakışlarıyla onun yüreğine korku tohumları ekiyordu. Burada ne işin var dercesine ona bakıyor, uzun boyu ve heybetli vücudunun gölgesiyle karşısında titreyen çocuğu eziyordu.

Yüzünün derisi tamamen yanmış adamın ürkütücü olmadığını söyleyemezdim. Yüzü dehşet verici derecede yandığı için korku filmlerinden fırlamış gibiydi. Takım elbisesinin yakasından boynu ve ellerindeki yanık izlerini de görebiliyordum. Biri onu asit kazanının içine atmış gibi görünüyordu.

Bana bakarken onu yakan benmişim gibi elinde tuttuğu bastonun gümüş, kartal görünümündeki başlığını sıktı. Yanındaki adamlara beni gösterip, “Ümit’in piçi bu mu?” diye sordu. Bunu sorma şekli nefret doluydu.

Adamlarından onaylayan mırıltılar çıkınca delici bakışları gözlerime kenetlemişti. Korkunç görünümü ve sert bakışlarıyla beni sindirmeye çalışıyordu ama onunla olan göz kontağını kesmedim. Küçücük boyumdan dolayı başımı kaldırıp bende ona dik dik bakmaya başladım. Kafasının derisi bile yandığı için hiç saçı yoktu. Tıpkı yüzünün pembe derisi gibi kafasındaki doku da yanıkların izleriyle buruş buruştu. Kaşları bile yoktu. Komple yanmıştı.

Aramızda demir parmaklıklar varken oldukça uzun bana baktı ama bakışlarımı hiç çekmedim. Onu gören her çocuk korkunç görüntüsü yüzünden ağlayarak kaçabilirdi ama ben öyle yapmadım. Filmlerdeki şeytana benzeyen birine hesap sorarcasına bakıyordum. Beni korkutup sindiremedikçe daha çok sinirleniyordu. “Bak sen Ümit’in şu küçük orospusuna,” dedi alay ederek. “Pek de cesur bir şey çıktı.”

Orospunun ne demek olduğunu bilmiyordum ama annem sürekli Nesibe yengenin arkasından ondan orospu diye bahsettiğine göre iyi bir şey olmasa gerek. “Sensin orospu!” dedim ona diklenerek. “Aç şu kapıyı yoksa babam seni bulduğunda döver!”

Komik bir şey söylemişim gibi güldü. “Seninle işim bittiğinde baban bile seni tanıyamayacak.” Başıyla küçük bir işaret yaptığında bir adam zincirinden tutarak siyah bir köpekle buraya geldi. O köpekle ne yapacağını düşünürken karşımdaki korkunç adamın dudağının köşesi tehlikeli bir şekilde kıvrılmıştı. Bakışlarıysa gerçek anlamda beni korkutmaya başlamıştı.

Neler oluyor?

***

Şimdiki zaman

“Sana dönüştüm.” Ağlamaklı bir sesle konuşup başımı yavaşça salladım. “Şimdilerde ben senim peki, sen artık kimsin?”

Onu ilk gördüğümde özgüveni yüksek, şımarık bir çocuktum. Onun sünepeliğiyle alay etmiş, ezik biri olduğunu düşünmüştüm. Bir çocuğun nasıl öylesine korku dolu olabileceğini hiç düşünmemiştim. Korkmayı bilmeyen bir çocuk olduğum için onun hayatındaki şeytanı anlayamamıştım. Ben orada sadece bir ay kaldım ve o bir ayda bu hale geldim.

Yediğim dayaklar, gördüğüm işkenceler ve maruz kaldığım aşağılamalar sadece bir ay sürmüştü ve ben o bir ayda yıllardır aşamadığım bir kimlik kaybı yaşamıştım. Benim bir ayda yaşadığım tüm o şeyleri oradaki çocuk yıllarca yaşamıştı ve büyük ihtimalle benden sonra da yaşamaya devam etmişti.

Onun babası gerçek anlamda bir şeytandı. O herif onun üvey babasıydı ama himayesindeki bir çocuğu nasıl köleleştireceğini iyi biliyordu. Başımı kaldırıp gecenin karanlığına içli gözlerle baktım. “Umarım bir gün bir yerlerde tekrar karşılaşırız.” Onu bir kez daha görmeyi her şeyden çok istiyordum.

Sabaha kadar uyuyamamıştım. Normalde bile zor uyuduğum için gece uyanınca bir daha uyumam mümkün değildi. Sabah olduğunda üzerimi değiştirip kalçamın altına kadar gelen bir gömlek ve pantolon giymiştim. Gömleğin kollarını toplayıp gözlüklerimi takmıştım. Saçlarımı her zamanki gibi bir kalemle toplayıp Gurur için mutfağa girdim. Onun hoşuna gidecek bir kahvaltı masası hazırlamıştım.

Çatı katı bir daire gibi olduğu için burada her şey vardı. Bu yüzden kahvaltı için aşağıya inmek yerine Gurur’un kahvaltısını burada hazırlamaya karar vermiştim. Gurur için sadece yemek yapmayı öğrenmemiş, o seviyor diye Karadeniz yöresine ait birçok yemeği de öğrenmiştim. Bunu kabul etmek hoşuma gitmese de yemek yapmayı öğrenmemin sebebi Gurur’du. Midesine düşkün bir iştahlı bir adamdı.

Bir saat içinde mutfaktaki masayı birbirinden çeşitli yiyeceklerle donatmıştım. Küçük mutfağımdaki çay şekeri bittiği için aşağıya inip alt kattaki mutfakta bir kavanoz şeker aldım. Dairemde bir şey bitse mutlaka annemlerin mutfağında olurdu. Elimdeki şeker kavanozuyla merdiveni çıkarken Seçil ile karşılaştım. Güzel bir günü mahvedecek biri varsa o da arsız kuzenimdi.

Seçil bugün de fazlasıyla şık ve cüretkâr giyinmişti. Eskiden sadece dışarı çıkacağı zamanlarda özenle makyaj yapar ve böyle giyinirdi. Ancak Gurur eve taşındığından beri Seçil fazla güzel giyiniyordu. Kızıl saçları maşalıydı, yüzü ise güzelliğini arttıracak derecede makyajlıydı.

Bu soğuk havalara rağmen üzerinde yakası açık ince bir bluz ve kısa bir etek vardı. İnce bacaklarını gözler önüne seren topuklu ayakkabılarına değinmiyordum bile. Aşağıya indiği için beni görünce merdivende durdu. Elimdeki şeker kavanozunu işaret etti. “O nedir?”

“Bu mu?” Başımı eğip kavanoza baktım. “Mutfağımdaki çay şekeri bitmiş aşağıdaki mutfaktan aldım.” Kavanozu sıkıca tutarken ona tebessüm ettim. “Kahvaltımızı yukarıda yapacağız.”

Beni zerre kadar anlamayacak birine açıklama yaptığımı Seçil’in yüzünde oluşan alaycı gülüşle anladım. “Bakıyorum da Gurur’u artık hiç aşağıya indirmiyorsun.” Küçümseyen gözlerini bana dikip çatallı diliyle zehrini akıtmaya başladı. “Onu hep yukarıda tutarak kendine bağlayacağını mı sanıyorsun?”

Merdivenin ortasında rahatsızca kıpırdanıp başımı iki yana salladım. “Düşündüğün nedenlerden dolayı Gurur’u yukarıda tutmuyorum. Yılın bu ayında kontrolden çıktığını sende iyi biliyorsun. Aşağıya inerse ya bizimkiler onun kriz geçirmesine neden olacak bir şey yapar ya da Gurur onlara sataşacak bir şeyler bulur.” Bunun olmasını engellemek için mümkün olduğunca çok Gurur’u evdekilerden uzak tutmaya çalışıyordum.

Seçil sözlerime itimat etmeyip iğneleyici gözlerle baştan ayağa beni süzdü. Bakışları bana kendimi bir böcekmişim gibi hissettiriyordu. Bende ilgi çekici hiçbir şey bulamamış gibi dudaklarını büzmüştü. “O kadar onun dengi değilsin ki acıdığı için sana iyi davrandığını bile göremiyorsun.”

“Kim peki onun dengi? Sen mi?” Son günlerde sabrımı çok zorladığı için tahammülsüz gözlerle ona bakıyordum. “Kocamdan gözün varsa amcama söyleyeyim kızını bana kuma versin.”

Aramızdaki mesafeyi hızla kapatarak canımı yakmak için kolumu sertçe sıktı. “Düzgün konuş benimle!”

Canımı yaksa da bunu ona yansıtmadım. Önce kolumdaki eline sonra da karşımdaki sinirli yüzüne boş gözlerle bakıyordum. “Yerinde olsam benimle uğraşmam çünkü en sağlam darbe hep beklenmedik insanlardan gelir.” Kolumu çekerek bir basamak inip aramıza biraz mesafe koydum. “Kimi istiyorsan git onu al ama sakın bana bulaşayım deme.”

“Sen neyden bahsediyorsun, Gurur’u istediğim yok!” Canımı yakmak ister gibi gözlerini gözlerime kenetledi. “Gurur’un hâlâ Leyla’nın yüzüğünü parmağında taşıdığını tahmin etmek zor değil.” Boğazım düğümlendiğinde ona karşılık olarak hiçbir şey söyleyemedim çünkü haklıydı.

Beni susturan cümlelerin keskinliğini kalbimin en derininde hissettiğimde Seçil durmadı. Bir tutam kızıl saçını parmağına dolayıp beni aşağılarken bundan oldukça keyif alıyordu. “Sen onun yüzüğünü taşımaya ve ona kahvaltı hazırlamaya devam et aptal.” Şuh bir kahkaha attı. “Onun parmağındaki yüzüğün içinde senin adın bile yazmıyor.” Midem kasıldığında tutulan dilimin düğümünü çözecek hiçbir şey yapamadım. Eğer bu kadar haklı olmasaydı belki benim de ona söyleyecek bir çift sözüm olurdu.

Gurur hâlâ Leyla’nın yüzüğünü taşırken Seçil’e ne diyebilirdim ki? Bir ezik gibi susup yukarı çıkmıştım. Odama döndüğümde sabah uyandığımda sahip olduğum tüm o mutluluk artık benimle değildi. Keyifsiz bir şekilde mutfağa girip kahvaltı için gereken son hazırlıkları tamamladım. Parmağımdaki lotus çiçekli alyans kor gibi parmağımı yakarken ne onu çıkartacak kadar gururlu olabildim ne de her şeyi bırakıp gidecek kadar cesaretli.

Bu evliliğin içinde sıkışıp kalmıştım. Gurur, Leyla’nın yüzüğünü taşıyıp bana kendimi ikinci kadınmışım gibi hissettirdikçe bu evlilik benim için bir azaba dönüşüyordu. Seçil gibi insanlara konuşacak bir şeyler verdikçe tükeniyordum. Böyle anlarda onunla boşanmayı her şeyden çok istiyordum. Korkarım ki sonum Elmas anne gibi olacaktı. Onun gibi bende bir erkeğin hayatındaki o ikinci ve istenmeyen kadındım.

Çayı demledikten sonra bardakları çıkarmaya başladım. “Bu kokularda nedir?” Gurur’un sesini duyunca elimdeki çay bardaklarıyla arkamı döndüm. Yıkadığı yüzünü bir havluyla kurutarak mutfağa girdi.

Uykusunda sayıklayarak beni uykumdan eden o değilmiş gibi dinç görünüyordu. Yüzünü sildiği havluyu yere atıp başını kaldırınca onun için hazırladığım kahvaltı masasını gördü. Küçük bir donma anı yaşamıştı çünkü yeşil gözleri şaşkınca masada geziniyordu. Üzerinde gece giydiği siyah tişörtü ve eşofman altı olduğu için kol kasları dikkatimi çekiyordu. Her şeyiyle beni cezbediyorken ondan uzak durmak çok zordu.

Yürüyüp onun yere attığı havluyu alıp düzgünce katlayarak bir kenara bıraktım. Gurur hâlâ masaya bakıyordu. Kızarttığım patateslere, yaptığım dereotlu omletlere ve tavadaki mıhlamaya afallayan gözlerle bakıyordu. Seviyor olmalı ki bakışları özellikle mıhlamada oyalanmıştı. Mutfaktan gelen güzel kokularla uyanmak onun için çok yeni bir şeymiş gibi gözlerinin ardında anlam veremediğim bir duygu geçti.

Bakışlarını masadan çekip bana çıkardığında onun yoğun bakışları karşısında yerimden rahatsızca kıpırdandım. “Kim için bunlar?” diye sorduğunda yeni uyandığı için sesi kalındı.

“Senin için.” Ona olan bakışlarım gizleyemeyeceğim kadar küskündü. “Senin için kahvaltı hazırladım.” Bardakları masaya bırakıp kendim için bir sandalye çektim. Seçil’in sözlerinin burukluğunu yaşadığım için keyifsiz bir şekilde kahvaltımı yapmaya başladım.

Gurur’un karşıma oturup gözlerini bana diktiğini hissettim ama başımı kaldırmadım. “Bu suratının hali nedir?”

Tabağıma aldığım zeytinlerle oynarken, “Bir şey yok,” dedim durgun bir sesle.

“Bir şey var ki yüzüme bile bakmıyorsun.” İnatla başımı kaldırmıyordum ama sesindeki ciddiyeti her zerremde hissediyordum. “Kim üzdü seni bu kadar?”

“Kimse.”

“Farah kaldır şu kafanı ve yüzüme karşı konuş.”

“Kahvaltı yapıyorum.”

“Zeytinleri saymak dışında bir şey yapmıyorsun. Eğdiğin şu başını kaldırıp bana ne olduğunu anlatır mısın?”

“Hayır.”

“Kaldır şu kafanı dedim!” Başımı hızla kaldırdığımda çatık kaşlar altında bana tersçe bakıp kısık bir sesle küfretti. “Emir almadan laftan anlamıyorsun.”

Gözlerimin ardı sızladığında uykulu yüzünü sertçe ovuşturup bana olan kızgın bakışlarını yumuşatmaya çalıştı. “Kim üzdü seni?” Yüzümü işaret etti. “Bu suratın neden asık?” Kendini sorgularcasına burnundan nefesini verdi. “Ben mi bir şey yaptım diyeceğim ama gece seni uyuturken keyfin yerindeydi.”

Parmağındaki alyansa bakmamak için kendimi zor tutarken bakışlarımı kaçırdım. “Kötü bir rüya gördüm onun etkisindeyim.”

“Sikerler yalanını, bir rüya için suratını asacak biri değilsin.”

“Lütfen benimle düzgün konuşur musun?”

“Sana lütfen, Farah sana lütfen!” dedi küfreder gibi. Beni üzen şeyi öğrenmedikçe bakışlarında artan asabiyetle gözlerini üzerimden ayırmıyordu. “Kim canını sıktı söyle bana?”

Çatalı masaya bırakıp derin bir nefes aldım. “Gerçekten bir şey yok.”

“Bir şey yoksa düzelt şu suratını.”

“Peki, düzeltirim.”

“Düzelt.”

“Düzelttim.”

“Farah delirtme beni hâlâ surat asıyorsun.”

“Çünkü mutsuzum.”

“Sebebini söyle!”

“Bana bağırıyorsun.”

“Bağırmıyorum sesim gür çıkar benim.”

“Peki.”

“Peki ne ulan? Anlat artık.”

Anlamayan gözlerimi ona diktim. “Neyi anlatayım?”

Sinirle sıktığı dişlerinin arasından, “Seni üzen şeyi!” dedi sabırsızca.

Başımı eğip tekrar tabağımdaki zeytinlerle oynamaya başladım. “Üzgün değilim.”

“La havle!” diyen sinirli sesini duydum. “Ne halin varsa gör sanki çok umurumda.”

Yutkunarak başımı kaldırıp dolan gözlerimi ona çıkardım. “Umurunda değil miyim?”

Gözlerime akın eden yaşları görmek bile ona kendini berbat hissettirmiş olmalı ki dudaklarını birbirine bastırdı. Sabah sabah onu kızdırdığım için bana sinirle bakıp, “Ağlayayım deme,” diye beni ikaz etti. Masadaki şeyleri gösterdi. “Kahvaltını yap.”

“Umurunda değil miyim?”

“Ye şu yemeğini.”

“Umurunda değil miyim?”

“Cevap vermeyeceğim.”

“Umurunda değil miyim?”

“Farah harbi sinirleniyorum.”

“Umurumda değil miyim?”

“Kafayı yiyeceğim takıldı yine!”

“Umurunda değil miyim?”

“Umurumdasın!”

O yüzüğü parmağından çıkartmadıkça zor inanırdım ona. Son söyledikleri bile beni gülümsetememişti. Tek kelime etmeden sus pus bir halde önüme dönüp bir şeyler yemek için kendimi zorladım. Gurur’da iştah namına bir şey bırakmadığım için kızgın bakışlarını üzerimden hiç çekmemişti ama bunun farkında değilmişim gibi davranıyordum.

Onu görmezden geldiğim için gırtlağından hırlamayı andıran bir ses çıkartıp, “Neyin olduğunu söyle artık,” diye ısrar etti.

“Bir şeyim yok.” Yeşil zeytinlerden birini ağzıma atarak başımı kaldırdım. “Olsa bile bu seni ilgilendirmez.” Kendi söylediklerime afallamıştım. Bunu gerçekten söylediğime inanamıyordum.

Karizmatik yüzü gerilirken hayretler içinde kalarak masadan öne eğildi. “Karımla ilgili bir şeyin beni ilgilendirmediğini mi söylüyorsun?” Sesi omurgamda soğuk bir his bırakacak kadar ciddiydi.

Sert bakışlarının bende yarattığı korkuyu gizlemeye çalışarak son derece sakin bir şekilde ona bakmaya başladım. “Senin karın değilim sende benim kocam değilsin.” Sözlerimin onda yarattığı etkiyi fırtınalar kopan gözlerinde izlerken söylediklerimi onaylamak için başımı salladım. “Aramızdaki evlilik sahte, sen benim gerçek kocam değilsin.”

Gurur’un buz kesen katı suratına bakacak cesareti kendimde bulmak hiç kolay değildi. Onu ne denli kızdırdığımı görmüyormuş gibi davranıp ekmeğe uzandım. “Senden boşandıktan sonra evleneceğim adam benim gerçek kocam olacak.” Hayallere kapılmış gibi iç çektim. “Bir sorunum olduğunda o benimle ilgilenir. Bu yüzden benimle ilgili şeyler senin sorunun değil.”

Gurur’un ok gibi beni bulan bakışlarının keskinliğini üzerimde hissettim ama farkında değilmiş gibi davranıyordum. Öfkesinin yakıcılığı her zerreme işliyordu. Masada duran elini öyle bir sıktı ki, parmak boğumları gerildi. Bir anda mutfaktaki hava buz kestiği için nefes almakta zorlandım. Gurur çatık kaşlar altında bana bakarken sert bakışları kan dondurucuydu. “Benden boşandıktan sonra başka bir adamla evlenmek gibi bir hayalin mi var?” Sesi ürkütücü derecede soğuk ve tehlikeliydi. Tıpkı bakışları gibi.

Onu güçlükle onaylayıp, “Evet,” demek için kendimi zorladım.

Soluduğumuz hava yetersiz gelmeye başladığında yüzündeki kılcal damarlar belirginleşecek kadar suratı kasılmıştı. “Peki, var mı aklında biri?” Sinirden sıktığı dişlerinin çıkardığı gıcırtı ödümü kopartıyordu. Kaldırdığı elini sertçe masaya vurunca masadaki her şey yerinde oynamıştı. “Bana bir isim ver ki o amına koyduğum piçinin mezarını kendi ellerimle kazıyayım!”

Ağzı çok bozuktu.

Reçel sürdüğüm ekmeğimden bir ısırık alırken bakışlarımı ondan çektim. Ona bakmayınca daha az korkuyordum. “Er veya geç boşanmayacak mıyız?” Beni ne denli korkuttuğunu gizlemeye çalışarak ilgisiz görünmek için uğraşıyordum. “Senden boşandıktan sonra kız kurusu gibi hep bekar kalacak değilim ya.” Çaya bir kaşık şeker atıp karıştırmaya başladım. “Eninde sonunda bir kocam olacak.”

“Senin zaten bir kocan var!” Öfkeli sesi adeta hırlarcasına çıkmıştı. “Kocan benim.”

“Sen sayılmazsın.” Ona dönmek gibi bir hata yaptım. Evet, bu bir hataydı çünkü kızgın bakan gözlerini ve çatılan kaşlarını görmek beni ürkütüyordu. “Sen benim gerçek kocam değilsin ama bir gün gerçek bir kocam olacak.” Çenesinde bir kas seğirdiğinde ondan korksam da ona gülümsemek için kendimi zorladım. “Senin benden esirgediğin her şeyi o bana verecek.” Mesela parmağında başka bir kadının yüzüğü olmayacaktı.

Söylediğim her kelime onu ölümcül bir krizin eşiğine çektiği için bana olan bakışları buz gibiydi. Kan beynine sıçramış gibi boynundaki nabzı atmaya başlamıştı. “Senden hiçbir şey esirgemiyorum!” Sesi sert, bakışlarıysa kalp atışlarımı durduracak nitelikteydi. Ona haksızlık ediyormuşum gibi hayal kırıklığı içinde bana bakıyordu. “Benden ne istedin de sana vermedim?”

“Ben senin için ikinci kadınım ama senden sonra evleneceğim adam için öyle olmayacağım.”

“Siktir et bunları, bana neyin olduğunu söyle!” Yeni bir kriz yoldaymış gibi sandalyesini iterek ayağa kalktı. “Sana bile isteye hiç ikinci kadın muamelesi yapmadım.” Gırtlağından çıkan hırıltılı ve kalın bir sesle, “Kafanda kurup durma,” dedi tersçe.

Onun aksine o kadar sakindim ki onu en çok kızdıran şeylerden biri bu olabilirdi. “Demek bana hiç ikinci kadın muamelesi yapmadın?” Bende ayağa kalktığımda ikimizde bir masanın iki yanında duruyorduk. Kırgınlığımı yansıtan gözlerle ona bakıp, “Benimle evlendiğin gün beni ikinci kadın yaptın,” dediğimde sesim ağlamaklıydı çünkü her an ağlayabilirdim.

Gözlerinin içine yalvararak bakıyordum. “Ben artık bunu yapamıyorum.” Tüm bunlar beni boğuyordu. “Adın Gurur ama benden aldığın ilk şey gururum olmaya başladı.” Sertçe yutkunduğunda nefes almayı bile bırakmış gibi hiç kıpırdamıyordu.

Onu ne denli sarstığımın bilincinde olarak parmağımdaki alyansı çıkartıp masaya bıraktım. “Bunu başka bir kadına ver çünkü bir daha takmayacağım,” dedikten hemen sonra mutfaktan çıktım. Başka bir kadının yüzüğünü takan bir adamın yüzüğünü daha fazla takmayacaktım.

Bir kalpte iki kadın olmazdı. O benim değil Leyla’nındı. Onun için savaşmayı istiyordum ama rakibim sıradan bir kadın değildi. On bir yıllık bir sevgilinin hayaletine karşı hiç şansım yoktu. Yüzüğümü bile takmaya beni layık görmeyen bir adamın hayatında yerim yoktu.

Yorumlar