01/02/2021
Farah Tozlu
Her insanın hayatında bazı dönüm noktaları olurdu. Bunlar hayatımızı değiştiren ve bizde derin izler bırakan noktalardı. Dönüm noktalarımız bazen iyi bazense kötü olurdu. Her şey nasıl hissettiğimize göre değişiyordu. Benim hayatım üç noktadan oluşuyordu. Cümlenin sonu gibi görünen ancak hemen devamında çok daha büyük bir şey geleceğini gösteren o üç nokta benim hayatımdı. Üç büyük dönüm noktasına sahiptim. Bunlar benimle ilgili her şeyi kökünden sarsan noktalardı. Her birinin kendi rengi vardı.
Yanımda hiç ayırmadığım sarkaç beyaz noktaydı.
İçine doğduğum Tozlu ailesi zift gibi siyah bir noktaydı.
Ve Gurur Kalender… Ateş gibi kırmızı bir noktaydı.
İyi, kötü ve korkunç, yani üç nokta.
İlk iki noktaya zaten sahiptim ancak üçüncüsüyle henüz tanışmamıştım. Bu gecenin Gurur Kalender ile tanışacağımız gece olduğunu bilmiyordum. Bunu bilseydim evden çakar mıydım? Asla. “Benden neyin intikamını alıyorsun, Farah?” Annem yüzünden eksik etmediği gülümseyişiyle bana bakarken hep yaptığı gibi beni eleştirmekle meşguldü. Eğer bir davette olmasaydık eminim o tatlı gülüşü yerini kızgınlığa bırakırdı.
Stresten tırnaklarımı kemirmemek için kendimi zor tutarken saçlarımı biraz daha yüzüme çektim. “Sana buraya gelmek istemediğimi söylemiştim.”
Her an ağlamak üzere olduğumu görünce bana olan bakışları biraz yumuşadı. Gözlerinin siyahı acırmış gibi bana bakınca karşısında biraz daha ezildim. “Tek istediğim yaşıtların gibi senin de biraz topluma karışman.” Bir salonun içinde toplanan süslü kadınları gösterdi. “Onlara bakınca ne görüyorsun?”
Gözlerim neredeyse her birinin üzerinde oyalandı. Canlı renkleri üzerinde taşıyan bu kadınlar çok şık ve mutlu görünüyorlardı. Benim aksime hepsi güzel ve neşeliydi. İçkilerini yudumlayıp şen kahkahalar atıyorlardı, erkeklerle flört edip kıkırdayarak kendi aralarında dedikodu yapıyorlardı. “Güzel ve şıklar.”
En az onlar kadar şık ve ilerleyen yaşına rağmen geçirdiği estetik ameliyatları sayesinde güzel görünen annem, “Evet, çok güzel ve zarifler,” diyerek başını salladı. Daha sonra takma kirpiklerinin arasından gözleriyle beni işaret etti. “Peki, kendine bakınca ne görüyorsun hayatım?”
“Yirmi iki yaşında olmasına rağmen annesinin zoruyla buraya gelen bahtsız birini.”
“Farah iki dakika ciddi olur musun?”
“Tabii.” Benden istediği gibi başımı eğip kendime baktım. “Üşüdüğümde kazak sıcak tutar.” Herkesin abiyeyle ve şık gece elbiseleriyle olduğu bir ortamda üzerimdeki salaş, pamuklu kazağı savunmam çok komikti. “Balıkçı yaka olması boğazımı sıcak tutup üşütmeme engel oluyor.” Başımı biraz daha eğerek kargo pantolonuma baktım. “Bence modası hâlâ geçmedi.” Beyaz spor ayakkabılarıma gülümsedim. “Bunlarla tehlike anında daha hızlı koşabilirim.”
Sıra yüzüme geldiği için işaret parmağımla yanağıma dokundum. “Makyaj ürünlerini çok rahatsız edici buluyorum. Sürmesi de çıkarması da vakit kaybı.” Gözlerimde herhangi bir sorun olmamasına rağmen neredeyse hiç çıkarmadığım siyah çerçeveli gözlüklerimi gösterdim. “Bence bana çok yakışıyor.”
Son olarak kabaca topladığım siyah saçlarımı işaret ettim. “Üşengeçlik seviyem tartışmaya açık değil. Onları tarayıp sen toplamayacaksan kendi hallerine bırakalım.”
Annem kıkırdayarak başını iki yana salladığında siyah gözlerinde onaylamaz bir ifade vardı. “Çirkin ördek olmakta ısrarcı olsan da bir gün bir kuğuya dönüştüğünü göreceğim.”
“Bu olduğunda lütfen beni vur.”
Kafama sertçe vurunca inleyerek geriye çekildim. “Şimdi değil,” diye homurdandım. “Unuttun mu ben hâlâ çirkin bir ördeğim.”
Yaklaşıp vurduğu yere, yani saçlarımın tepesine dudaklarını bastırdı. Daha sonra geri çekilip bana en güzel gülümsemesini sundu. “Sen benim çirkin ördeğimsin.” Yanağımdan küçük bir makas alarak kalabalığı işaret etti. “Bir gün prensini bulduğunda güzel bir kuğuya dönüşeceksin.”
“Lezbiyen olduğumu söylemek için çok mu geç kaldım?”
Kahkaha attığında gülüşü kalbimi titretiyordu. “Bunu babanın yanında da söylemeyi dene.” Annemi çok seviyorum çünkü mizahi yönü geniş, tatlı bir kadındı. Demet Tozlu hayatımdaki ışık gibiydi. Ne zaman karanlığa düştüğümü hissetsem orada belirir ve ışığıyla etrafımdaki tüm karanlığı dağıtırdı.
Benim aksime annem kendine bakan bir kadındı. Aramızdaki tüm farklılıklara rağmen beni sevdiğini biliyordum. Fiziksel olarak aslında ona benziyordum, tıpkı onun gibi siyah saçlara ve kömür karası gözlere sahiptim. Şimdilerde annemin saçları sarıydı ancak orijinal rengi siyahtı. Yüzünü estetik ameliyatlarıyla ve botokslarla gerginleştirdiği için sinirlendiğinde bile yüz ifadesinde doğru düzgün anlayamıyorduk. Elmacık kemiklerini öne çıkartıp çenesini törpületmeye ne gerek vardı, anlamıyordum.
Spor ve egzersizlerini düzenli yaptığı için siyah elbise ince vücuduna çok yakışmıştı. O topuklu ayakkabılarla nasıl bu kadar iyi yürüdüğünü bir türlü anlamıyordum. “Şu ikisinden biri bir gün birbirini öldürecek.” Gözlerini dikip bir yere bakınca başımı çevirdim. Hangi ikiliye baktığını görünce istemsizce kıkırdadım. “Bence yarışmayı bıraksalar çok iyi dost olurlar.” Karun Kalender ve Duha Tusun’un birbirlerine attığı ters bakışlar buradan bile görülüyordu. Aralarındaki sıra dışı rekabeti bilmeyen yoktu.
“Cemiyetin gözde bekarları hâlâ nasıl kapılmadı, anlamıyorum,” dediğimde gözlerim aynı masada birbirleriyle didişen Karun ve Duha’nın üzerindeydi. Buradaki çoğu kadın onlara kaçamak bakışlar atıp dikkatlerini çekmeye çalışıyordu ancak bu, ikisinin umurunda bile değildi. Kadınlarla ilgilenmek yerine birbirleriyle didişmekten daha çok keyif alıyorlardı.
“Şu kadını son zamanlarda çok sık görmeye başladım.” Annem kolumu tutarak dikkatimi başka bir yöne çekti. Bir köşede durup Karun ve Duha’dan gözlerini ayırmayan o sarışını sanırım tanıyordum. Annemin beni zorladığı başka bir davette onu görmüştüm. Emin değilim ama adı Rengin olmalıydı.
Annemin gözlem yeteneği çok iyi olduğu için düşünceli bir mırıltıyla, “Son zamanlarda Karun ve Duha’nın olduğu her davette yer edinmeye başladı,” dedi. “Şaşırtıcı olansa birini değil, ikisini birden istiyormuş gibi görünmesi.”
“Hiç şansı yok.” Bu tür davetlere pek katılan biri değildim ancak cemiyetin gözde zenginleri hakkında çıkan haberleri yakından takip ediyordum. Haber kaynaklarımdan biri de annemdi. Bu yüzden tüm bu insanlar hakkında biraz fikir sahibiydim.
“Karun fazla soğuk olduğu için ters bakışlarıyla kadınları kendinden uzak tutuyor. Duha ise çapkın ve haylaz biri olabilir ancak tek gecelik ilişkiler dışında kolay kolay bir kadını hayatına almıyor.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Bence bu ikisinin kalbini çalan bir kadın hiç çıkmayacak.”
“Aşk ansızın ve çat kapı gelir, Farah.” İçkisinden birkaç yudum alarak hülyalı gözlerle iç çekti. “Doğru insan damdan düşer gibi hayatımıza düştüğünde bize feleğimizi şaşırtır.”
Gülerek dedikodu konumuz olan ikiliyi gösterdim. “Bu ikisinin hayatına damdan düşer gibi birileri düşse onları kuş gibi avlarlar.” İkisi de fazla tehlikeli adamlardı.
Yanından geçen garsondan yeni bir şarap kadehi alan annem güldü. Benim nefret ettiğim içkiyi o seviyordu. “Kuşları fazla hafife alma hayatım.” Yönünü bana çevirdiğinde fazla bilgili görünüyordu. Bana akıllıca tavsiyeler vermekten büyük bir haz alıyordu. “Kuşlar masum görünebilir ancak iyi yırtıcılardır. Yüksekte olmanın avantajına sahip oldukları için aşağıda olan her şeyi görürler. Bu yüzden nerede nasıl saldıracaklarını iyi bilirler.”
“Bir kuş kadar bile değilim, değil mi?”
“Sen ördeksin, Farah.”
“Anne çirkin olmak dışında ördeklerin hiçbir meziyeti yok ki.”
Başını geriye atıp şen bir kahkaha kopardı. “Kafalarını suya sokup iyi saklanıyorlar.” Beni işaret etti. “Tıpkı senin gibi.”
“Pekâlâ.” Ona sırtımı döndüm. “Bu ördek gidip kendine bir göl bulacak.” Gitmek için bir adım attığımda ensemden yakalayarak beni yanına çekti. Bu sefer kaşları çatık, gözleri uyarı niteliğindeydi. “Yine buradakilere Tozlu ailesinin hizmetçilerinden biri olduğunu söylersen çok fena olur.”
Ensemi ondan kurtararak kendime çeki düzen verdim. “Saygın ailemize gölge düşmesin diye gösterdiğim çabayı takdir etmelisin.” Etrafımızı kontrol edip kimse duymasın diye ona yaklaştım. “Kızın olduğum ortaya çıkarsa bu seni utandırabilir.”
Bir anda kanı çekilmiş gibi yutkunduğunda güzel yüzü bembeyaz kesilmişti. “Bu nasıl bir söz, Farah?” Titreyen bir sesle bunu sorarken incinmiş gibi bana bakıyordu. “Senden utansam neden seni zorla insan içine çıkarmaya çalışayım? Kızımdan utansam burada durup neden seninle sohbet edeyim?”
Baştan ayağa beni süzdüğünde kaşları çatılmıştı. “Hem de üzerinde bu paçavralar varken.” Dudakları büküldü. “Sen benim için bir utanç değil gurur kaynağısın.” Elini uzatıp yanağımı okşadığında bana aşıladığı sevginin boyutunu tahmin bile edemezdi. “Annen olmak sahip olduğum en iyi şey.”
Onu üzdüğümü görünce pişmanlıkla yerimde kıpırdandım. “Öyle demek istememiştim.” Onu biraz neşelendirmek için kalabalığı gösterdim. “Eğer seni mutlu edecekse gidip kendime bir arkadaş edinebilirim?”
Bundan nefret ettiğimi bildiği için hayır demesini bekliyordum. Blöf yapmıştım ancak gözlerinde oluşan hevesli parıltılara küfretmek istedim. “Lütfen bunu yap,” deyince içim korkuyla dolmuştu. Gözlerim tekrar kalabalığı bulunca sertçe yutkundum. Beni hor görüp küçümseyecek o insan topluluğu fazla ürkütücüydü.
Annem omuzumdan itince mecburen yürümeye başladım. Aralarından geçip annemin görüş açısından çıkmanın yollarını arıyordum. Hemen sonra bir köşeye saklanır ve eve gitme zamanı gelene kadar oradan çıkmazdım. Başımı çevirince annemin beni izlediğini gördüm. Biriyle birkaç dakika konuştuğumu görmeyi çok istiyordu. Onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum ama daha şimdiden gözlerim dolmuştu. Anksiyetem bir karabasan gibi ortaya çıkıp pençelerini enseme batırıyordu. Gözlerin odağında olmaktan nefret ediyordum.
Biraz yürüdüm ancak bunu yapamayacağımı anlayınca adımlarım durdu. Uzun masaların etrafında gruplar halinde ayakta duran insanların sahip olduğu özgüven bende yoktu. Tek yapmam gereken onlardan birinin yanına gidip selam vermekti ancak bunu yapmaya bile cesaretim yoktu. Başımı çevirip neredeyse buradaki her masaya baktım. Hangisi beni daha az aşağılar veya hor görür diye düşünüyordum. Annem tarafından izlendiğim için bu gece onu memnun edecek bir şeyler yapmak istiyordum.
Ancak yapamadım. Bir kez daha annemi hayal kırıklığına uğratarak herkesin arasından sıyrıldım. Anneme yakalanmadan köşkten çıktığımda nihayet rahat bir nefes almıştım. Dışarısı karanlık olsa da bahçe gece lambalarıyla aydınlanıyordu. Burada da insanlar vardı ama içerideki kadar çok değildi. “Tam bir fiyaskosun, Farah Tozlu.” Kendime kızarak bahçenin arka taraflarına doğru yürüdüm. Annemin suratındaki hayal kırıklığını görür gibiydim.
“Alt tarafı utanıp sıkılmadan birileriyle sohbet edecektin.” Bunu yapmaktan bile acizdim. İnsanların olmadığı bir yerlere saklanıp kendime daha çok kızmak istiyordum. Arka bahçeye geldiğimde yine elimde sarkacım vardı.
Sarkacın kan kırmızısı yakutuna dokunmak bile korkularımı yatıştırıyordu. Sivri uçlu büyük taşını avucumda sıkarak yürüdüm. Geceleri beni uyutan tek şey bu sarkaçtı. Uykum gelene kadar onu zincirinden tutup gözlerimin önünde sağa sola sallardım. Ta ki kolum yorulup göz kapaklarım ağırlaşana kadar. Çocukluktan beri aşamadığım ciddi bir uyku problemim vardı ve beni uyutan tek şey bu sarkaçtı.
Sarkaca bakarak yürüdüğüm için biri omuzuma çarparak hızla yanımdan geçmişti. İnleyerek omuzuma dokunup arkamı döndüm. Bana çarpan kişi durup özür dileme nezaketinde bile bulunmadan hızlı adımlarla gidiyordu. Giden bir adamı durdurup benden özür dilemesini isteyecek değildim çünkü bu çok anlamsızdı. Onu durdursam bile muhtemelen karşısında tek kelime edemezdim.
Önüme dönüp gördüğüm hamağa doğru yürüdüm. “Parfümü ne acaba?” Yanımdan geçtiği o kısacık anda burnuma gelen kokuyu sevmiştim.
Hamağa yaklaşmıştım ki yerde siyah bir kadife kutu gördüm. Onu alıp etrafıma baktım ancak burada benden başka kimse yoktu. Az önce bana çarparak giden adam düşürmüş olabilir mi? Hamağa oturup kadife kutuyu açınca içinde gördüğüm yüzükle gözlerim büyüdü. “Vay canına.” Kutunun içinde büyüleyici bir yüzük vardı.
Bu bir alyanstı ancak daha önce hiç görmediğim bir alyans çünkü altın sarısı alyansın üzerinde bir çiçek vardı. Alyansların üzerinde genelde ne taş olurdu ne de başka bir şey. Ancak bu alyansın üzerinde şeffaf yaprakları olan çok güzel bir çiçek vardı. Lotus çiçeğini andıran ama lotustan daha güzel olan bir çiçek. O kadar büyüleyiciydi ki dayanamayıp onu kutusundan çıkardım.
Birileri beni izliyor mu, diye etrafıma bakarken içimde çocuksu bir merak vardı. Yaptığımın yanlış olduğunu bile bile duygularıma yenilip yüzüğü parmağıma takmıştım. Parmağımda nasıl durduğuna baktıktan sonra onu kutusuna geri koyup ev sahiplerine teslim edeceğim. Yüzüğü kaybeden kişi ev sahibine gidip onlara kaybettiği yüzükten bahsedecektir. Onlar kayıp eşyayı muhafaza edip sahibine ulaştırırdı.
Ben pek aksesuar takmazdım hatta hiç takmazdım ama bu yüzüğün parmağımdaki duruşunu sevmiştim. İlk kez bir yüzüğün etkisi altına girmiştim çünkü sıra dışı bir alyanstı. Şaşırtıcı bir şekilde yüzük parmağıma tam oturmuştu. Sanki ait olduğu yer benim parmağımmış gibi ne boldu ne de dar. “Acaba hangi kadına aitsin?” Bu yüzük eğer bir alyans olmasaydı belki de onu kendime saklardım ama birinin evlilik yüzüğüydü. Sahibine geri dönmeliydi.
Adım sesleri duyunca irkilerek hemen ayağa kalktım. Biri bu tarafa geliyordu. Arka bahçenin taşlı yolunda gelen sesleri duymak beni endişelendirmeye başlamıştı. Hemen yüzüğü parmağımdan çıkarmaya çalıştım ama yaşadığım panikten elim ayağım birbirine dolandığı için bunu yapamadım. Aceleyle ellerimi arkama saklarken yaşadığım heyecan ve korku yüzünden nefes alışlarım hızlanmıştı.
Her adımıyla biraz daha karanlıktan sıyrılan bir adam gece lambalarının arasında belirdi. Kulaklarımda bir uğultu oluştuğunda gördüğüm kişinin gerçekten o olup olmadığını düşündüm. Beni bu kadar afallatan şey belki de onunla karşılaşacak kadar şanssız biri olmadığımı düşünmekti. “Gurur Kalender,” diye mırıldanırken bu gece şanslı günümde olmadığımı anlamıştım.
Şu zamana kadar çıkan haberlerden fotoğraflarını gördüğüm, babamın ettiği küfürlerden adını sıkça duyduğum ve kötü şöhretiyle kendinden sık sık söz ettiren Gurur Kalender buradaydı. Daha önce zoraki bir şekilde katıldığım birkaç davette onunla hiç karşılaşmamıştım. Açıkçası karşılaşmak istediğim biri de değildi. Onun hakkındaki söylentiler korkunç ve dehşet vericiydi.
O kendi abisini devirerek tahta çıkan deli bir kraldı.
Bunu yaparken çok fazla ah almış, sayısız kan dökmüş ve birçok vebalin altına girmişti. Yaklaştıkça onu daha iyi görüyordum. Sarı saçları gece lambalarının ışında altın teller gibi parlıyordu. Saçları hafif dalgalıydı ve özensizce taranmıştı. Biçimli kaşlarının altındaki gözleri sanki bir çift mücevherdi. Zümrüt yeşili gözleri tehlikeli bir ormanın ıssızlığına sahipti. Cezbedici ama ölümcül derecede tehlikeli.
Belirgin yüz hatları vardı ama bir şeye sinirlenmiş gibi kaşlarının arası hafifçe çatıktı. Karun’un amcasıydı ama yaş olarak Karun ile aynı yaşlardaydı. Amca-yeğen ikisi de yirmi sekiz yaşlarındaydı. Duyduğuma göre aralarında sadece beş ay varmış. Karun buz kütlesiydi, Gurur ise tam bir deli fişek. Herkes onları bu şekilde tanımlıyordu. Gözlerimi dahi kırpmadan onu izliyor, bu yakınlıkta onu görmenin korku ve heyecanını yaşıyordum.
Gerçekten oydu.
Hayatımın altını üstüne getireceğini bilmeden en ince ayrıntısına kadar onu izliyordum. Yeşilleri delice etrafına bakıyor, sabırsızca aradığı şeyi bulmaya çalışıyordu. Bulamadıkça sert yüz hatları kasılıyor, endişesi tek çizgide bulaşan etli dudaklarına yansıyordu. Yakışıklı çehresi öfkeyle kasılıyor, dişlerini sıkarak sakinleşmeye çalışıyordu. Sert ifadesinde bile etkileyici bulduğum bir asalet vardı. Belki de bana öyle geliyordu, bilmiyorum ama güçlü ve asil bir profile sahipti.
Vücudunu saran ve ona çok yakışan beyaz gömlekte oyalandı bakışlarım. Öfkesini dizginleyemedikçe geniş omuzları geriliyordu. Gümüş bir tokası olan kemeri ince belini sardığı için kemerinde takılı olan silahı gördüm. O silahın varlığı bile damarlarımdaki kanı donduruyordu. Siyah, kumaş pantolonuna, sivri uçlu parlak ayakkabılarına uzun uzun bakıyordum. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum ama her detayını soluksuz bir şekilde izliyordum.
Gömleğinin kollarını birkaç kat topladığı için bileğine taktığı saatine kadar gözlerim onda oyalandı. Her şeyiyle fazla kusursuz ve kusurlu görünüyordu. Kusursuzluğu görünüşündeydi, kusuru ise aklında. O namı diyar Deli Gurur’du ve bu lakabı kusurlu aklı yüzünden almıştı.
Yoğun bir klinik geçmişi vardı.
Belki insan içine çıkması bile sakıncalıydı. Derin bir nefes alarak elimi biraz daha arkama sakladım. Aradığı şey bu yüzüktü, değil mi? Az önce bana çarparak yanımdan geçen ve en son bu hamakta bulunan oydu. Ağır adımlarla bu tarafa gelirken kalbim biraz daha sıkıştı. Yürüyüp tam karşımda durduğunda ilk kez onunla göz göze geldik. İçimi delen bakışları gözlerimden sızıp ruhumu kıskıvrak yakalarken yerimden rahatsızca kıpırdandım.
Ben onun hakkında her şeyi bilirken o, belki de kim olduğumu bile bilmiyordu. Bakışlarının keskinliğinden ecel terleri dökmeye başladığım için yerimde biraz daha kıpırdandım. “Sorun nedir?” diye sordum fısıltıyla.
Gözleri etrafını taradığında kaybettiği yüzüğü kastederek, “Mevzu derin,” dedi kısaca.
Boş bulunup, “Konu gözlerin,” diyerek bir şarkının sözlerine atıfta bulundum. Arada çenemi tutamadığım anlar oluyordu.
Şarkı sözlerine değindiğimi anlamayarak kaşlarını alayla yukarı kaldırdı. “Nesi varmış gözlerimin?”
“Fazla sinirli bakıyor.”
Burnundan nefesini vererek başını usulca salladı. “Bir şey kaybettim.” Yeniden etrafına baktı. “Bir yüzük.” Durup gözlerini bana kenetlediğinde soluğum kesilmişti. “Buralarda bir yüzük kutusu gördün mü?”
Evet demek için dudaklarımı araladım ancak yüzüğün şu anda parmağımda olduğunu hatırlayınca sertçe yutkundum. Sevgilisine takmak istediği yüzük parmağımdaydı. Bu onu kızdırır mıydı? Duyduğuma göre sinirlenince öfkesine yenik düşüp korkunç şeyler yapıyormuş. Kriz anında onun bile hatırlamadığı delice şeyler yaptığıyla ilgili çok şey duymuştum. Yıllardır Leyla adında bir kadınla birlikteydi. Belli ki artık ilişkilerine bir resmiyet kazandırmak istiyordu. Bu yüzükte onun içindi, ona evlenme teklifi edecekti.
Karşımda başka biri olsaydı merak edip denediğimi söyler, sonra yüzüğü kutusuna koyup ona verirdim. Ancak karşımda normal biri yoktu. Babamla birbirlerini bitirmeyi ant içmiş bir akıl hastası vardı. Babamın ezeli düşmanlarından birinin yüzüğü parmağımdaydı. Ona belli etmeden yüzüğü çıkartıp kutusuna koymayı düşündüm ancak bunu da yapamazdım. Yüzük ve kutuyu saklayan elim sırtımın arkasında dururken, yanımda duran elimde yakut sarkacım vardı.
Üstelik Gurur gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Onun bakışları altında yüzüğü çıkarmak için diğer elimi de sırtımın arkasına koyarsam hemen anlardı. “Şey… Yüzüğü buldum.” Ona ait bir yüzüğü ondan saklayacak değildim.
Yüzüğün bulunmasıyla rahat bir nefes alarak, “Nereyedur?” diye sordu.
Kısa bir anlığına yüzümde küçük bir tebessüm oluştu ancak onu kızdırmamak için gülümsemem hızla kaybolmuştu. Az önce Karadeniz ağzıyla mı konuşmuştu? Ordu’lu olduğunu biliyordum. Ona bakmak için kendimi zorladığımda karşısındaki kıvranışlarımı görüyordu. “Yüzüğün nerede olduğunu söylerim ama bana kızmayacaksınız?”
Omuzlarını dikleştirdiğinde hemen arkaya doğru birkaç adım attım. Beni korkuttuğunu görünce birkaç kez burnundan derin derin nefesler aldı. “Buna ben karar vereceğum. De bakayim bağa yüzük nerededur?” Dudaklarım bir kez daha kıvrılmak için beni zorladı ancak bunu yapmadım. Konuşma şekli çok sempatikti.
Dudaklarımdaki bükülmeyi görünce daha ciddi görünmek için yalandan öksürerek boğazını temizledi. Daha sonra keskin bakışlarını bana dikti ve tok bir sesle aynı soruyu tekrarladı. “Yüzük nerede?” Karadeniz ağzıyla konuşmasını daha çok sevmiştim çünkü o zaman sesi bu kadar ciddi çıkmıyordu.
Kalbimin tam ortasına ince bir gerginlik yayılırken onun bakışlarının altında adeta kıvranıyordum. “Bende.”
Bana elini uzattı. “Ver o zaman.”
“Arkanızı dönerseniz veririm.” O görmeden yüzüğü çıkarmanın tek yolu buydu.
Başını hafifçe eğdiğinde tek kaşı usulca havalanmıştı. “Neden?”
Yanaklarım ısındığında bir an içime çektiğim hava yetersiz gelmeye başlamıştı. “Yüzük şeyde...” Bu iki kelime dudaklarımdan çıktığı an cümlenin saçmalığıyla kısık bir sesle inledim. Daha biriyle nasıl konuşacağımı bile bilmiyordum.
Gurur’un gözleri doğrudan göğüslerimi buldu. Salaş kazağın içinde belli belirsiz görünen göğüslerime birkaç saniye bakınca şalgam gibi kıpkırmızı oldum. Utanç içinde, “Orada değil,” demeyi başardım. Kurduğum rezil cümle yüzünden yüzüğü göğüslerimin arasına sakladığımı düşünmüştü.
Yeşil gözlerinde garip bir ifade oluştu. “Tam olarak nerede?” diye sorduğunda sesi iğneleyiciydi.
“Elimde.”
Gözleri doğrudan yanımda duran elime kaydı. Sarkacın yakut taşı avucumdaydı ama parmaklarımın arasında sarkan gümüş zinciri görünüyordu. Merak edip yüzüğünü sormasını beklemiyordun ancak yeşilleri elimde oyalanırken, “O nedir?” diye sordu.
Karşısında bulunmaktan ecel terleri döktüğüm için elimi kaldırıp ona doğru uzattım. Titreyen parmaklarımı açıp avucumdakini gösterdim. “Sarkaç.”
Beni şaşırtarak sarkacı aldı. Zincirinden tutup havaya kaldırdığında sarkaç onun yüzünün önünde sallanıyordu. Gözleri sarkacın sağa sola sallanan taşını takip ederken ilgisiz bir sesle konuştu. “Bu şey ne işe yarar?”
Yüzüğün olduğu elimi arkamda saklarken bir adım geriye çekilmiştim. Onunla aramda olan üç adım mesafe benim için yeterli değildi. Kalbimin çarpıntısına direnip hızlanan nefesimi düzene koymaya çalıştım. “Sarkaç çoğunlukla enerjiyi dengelemekte kullanılır.”
“Başka?”
“Farklı şeyler için kullananlar da var.”
Elinde tuttuğu sarkaç hâlâ sağa sola sallanırken gözlerini gözlerime dikti. “O farklı şeyler nedir?” Kalbim kasıldı. Doğrudan bana bakması bile nabzımı hızlandırıyordu.
Pandül eğitimi olan insanlar sarkacı birçok şeyde kullanıyordu. Bunun bazı metotları vardı. “Hipnozda falan kullananlar var.” Bir süre duraksadım. “Psikologlarda kullanır ve falcılıkla ilgilenenlerde. Mesela kum üzerinde sarkacı salladığınızda kumda çizdiği sembol kaderinizle ilgili olabilir.” Sarkacı farklı amaçlarda kullanan çok fazla insan vardı.
Gurur bir türlü göz kontağını kesmediği için onun karşısında ecel terleri döküyordum. İnsanlarla uzun süre göz göze gelen biri değildim. “Demek psikologlarda kullanır?” Yoğun bir klinik geçmişi olduğu için dudakları alayla kıvrıldı. “Ne için?” İşaret parmağıyla kendini gösterdiğinde benimle oyun oynar gibiydi. “Delileri tedavi etmek için mi?”
Nabzım boğazımda attı.
Köşeye sıkışmış hissettiğim için yanaklarımın içini ısırarak başımı iki yana salladım. “Öyle demek istemedim.”
Beni korkuttuğunu görüyordu, şaşırtıcı olansa bundan zevk almıyordu. Karşısındaki kıvranışlarımdan duyduğu rahatsızlığı gizlemeden bakıyordu. “Senin normalin mi bu yoksa bir delinin karşısında olmak mı seni ürkütüyor?” Şaşkın bir ifadeyle ona baktığımda dudağının kenarı büküldü. “Neden şaşırdın?” Sesi şimdi daha yumuşaktı. “Herkesin bana söylediği bir şeyi ben kendime söyleyemez miyim?” Kendisine deli demekten çekinmiyordu ama bundan hoşlanmıyordu da.
Haddimi aşarak, “Peki, öyle misiniz?” diye sordum.
Kaşlarını kaldırdığında gözlerinde ne düşündüğünü anlayamadığım bir belirsizlik geçti. “İlaçları kullanmadığım her an öyleyim.” Sesi bir çelik kadar sertti. “Sor hadi.” Tekrar gözlerini gözlerime dikti. “Bugün ilaçlarımı kullanıp kullanmadığımı merak ediyor olmalısın.” Bakışlarında delici bir parıltı vardı. “Yanılıyor muyum?”
Boğazımda bir yumru oluştuğunda nefes almakta bile güçlük çekiyordum. “Benim normalim bu.” Sorusunu es geçerek nefret edercesine kendimi gösterdim. “Karşımda sizin yerinize bir başkası olsaydı yine böyle ezilip bükülecektim.” Nedendir bilmiyorum ama sanki beni bu denli korkutanın o olmadığını bilmek onu rahatlatacakmış gibi hissetmiştim.
Gözlerindeki belirsizlik yerini daha yumuşak bir ifadeye bırakmıştı. Bakışları omzumun arkasına kaydığında orada ne sakladığımı biliyormuş gibi ifadesi kinayeliydi. “Yüzüğü denedin değil mi?” Bunu söylerken sesini daha dostane çıkartıp beni ürkütmemeye çalışıyordu. “Muhtemelen şu anda parmağında.” Arkama sakladığım kolumu işaret etti. “Bu yüzden elini gizliyorsun.”
Büyük bir suç işlemişim gibi utana sıkıla başımı salladım. Mahsun ve korku dolu gözlerle ona bakarken yanaklarımın içini dişliyordum. “Bunun için zarar görür müyüm?”
Güldü ancak bu keyiften uzak bir gülüştü. “Meraklı bir kız çocuğunun taktığı bir yüzük için ona zarar verecek değilim.” Sarkacımı bana uzattı. “Rahmetli annemin yüzüğü.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “İlk Leyla’nın parmağında görmek isterdim ama olan oldu artık.”
Onun için özel olan bir şeyi ondan almanın pişmanlığını yaşadım. Şimdi bakışlarım suçluluk ve mahcubiyet doluydu. “Eğer arkanızı dönerseniz onu çıkartıp hızlıca kutusuna koyabilirim. Böylece annenizden sonra bu yüzüğü parmağında gördüğünüz ilk kadın Leyla Hanım-” demiştim ki hamağın bağlı olduğu ağaçta bir kedi ciyaklayarak atlayınca irkilerek arkama döndüm. Küçük bir kedinin çıkardığı sesten bile ödüm kopmuştu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki tam şuracıktı kalp krizi geçirebilirdim.
Arkamda onun beklenmedik yumuşak sesini duydum. “Sadece küçük bir kedi sakin ol.” Bu seferde kalbim onun yüzünden korkuyla dolmuştu çünkü sesi hemen arkamdan gelmişti. Hızla ona döndüğümde aramızdaki mesafenin azaldığını gördüm. Bir gizemi andıran gözleri bana değil yanımdaki elime bakıyordu. Başımı eğince midem kasıldı. Arkama sakladığım elim artık yanımda duruyordu.
Kendimi berbat hissetmiştim, annesinden sonra bu yüzüğü parmağında gördüğü ilk kadın Leyla olmalıydı. Az önce bana iyi hissettiren yüzük şimdi uğursuz bir şeye dönüşmüştü. Parmağımı sıkan, yakan ve kötü hissettiren lanetli bir şey... Elimi kaldırdığımda gözleri her hareketimi takip ediyordu. Yüzüğü çıkartırken beni izliyordu ve sarkacımı hâlâ elinde tutuyordu. Onu almam için uzattığında beni korkutan kedi yüzünden alamamıştım.
Bir an önce yüzüğü ona vermek istediğim için çıkartırken fazla aceleciydim. Üstelik titreyen ellerimde bana hiç yardımcı olmuyordu. Canımı yakarcasına yüzüğü zorlayınca, “Yavaş!” diyen sert bir sesiyle irkilmiştim.
Bembeyaz olmuş bir suratla ona bakıp, “Özür dilerim,” diye bir şeyler gevelediğimde kaşlarının kavisi belli belirsiz çatıldı. Yüzüğe zarar veririm diye bana kızdığını düşünürken, “Alt tarafı bir yüzük,” diyerek beni afallattı. “Çekiştirip durdukça o parmak ne oluyor, hiç düşünmüyorsun.”
Kalbim hızlandı.
Bu sefer daha yavaş bir hareketle yüzüğü çıkartıp kutusuna koydum. Aynı anda elimiz havalanmıştı. Ben ona yüzüğü uzatırken o da bana sarkacımı uzatmıştı. Sanki karşı saflardaydık ve bir takas için orta alanda buluşmuştuk. Trajik olansa ikisi de olmamızdı. Babamla birbirine ölümcül derecede düşmanlardı. Takas olayına gelirsek… O da sanırım şu anda yaptığımız şeydi. Ben onun elinden sarkacımı aldım, o da bende ki yüzüğünü. Hepsi bu kadar.
Tek kelime etmedim.
O da etmedi.
Bana sırtını dönüp gitti.
Bense bir süre onun arkasından baktım.
Hepsi bu kadar.
Gurur Kalender’le olan ilk karşılaşmamız tam olarak böyleydi. Ben onun kim olduğunu biliyordum, bildiğimi biliyordu. Ancak o merak edip bana kim olduğumu bile sormamıştı. Adımı dahi merak etmemişti. Bir deli fırtına gibi kısa bir anlığına bir köşkün arka bahçesine uğramış, benimle ayaküstü sohbet ederek gitmişti. Çok garipti. Bende bıraktığı etki de en az onun kadar garipti. Ne anlattıkları gibiydi ne de daha azıydı. Her şey fazla garip, fazla sıradan ve bir o kadar da sıra dışıydı.
Bu onu ilk görüşüm olmuştu ama son olmayacaktı. Bundan sonraki günlerde de karşılaşacaktık. Bazılarında farkımda bile olmayacaktı, bazılarında da doğrudan benimle konuşacaktı. Onun nişanında da bulunacaktım, nişanlısının cenazesinde de. Farklı yerlerde ve farklı zamanlarda karşılaşacaktık. Her defasında etrafımızdaki mekân, insanlar ve üzerimizdeki kıyafetler değişecekti. Ancak değişmeyen tek şey tıpkı bu gece olduğu gibi kim olduğumu merak edip bana adımı sormayışı olacaktı.
Doğrudan bana adımı sorduğunda ise hayatımdaki o üçüncü noktalardan biri olacaktı.
Yorumlar